Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Ö■renci K■z 1st Edition Osamu Dazai

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/ogrenci-kiz-1st-edition-osamu-dazai/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

■nsanl■■■m■ Yitirirken Osamu Dazai

https://ebookstep.com/product/insanligimi-yitirirken-osamu-dazai/

Ö■renci K■z 1st Edition Osamu Dazai

https://ebookstep.com/product/ogrenci-kiz-1st-edition-osamu-
dazai/

Yeni Bir Hamlet Osamu Dazai

https://ebookstep.com/product/yeni-bir-hamlet-osamu-dazai/

Ye■il Bambu ve Di■er Fantastik Öyküler Osamu Dazai

https://ebookstep.com/product/yesil-bambu-ve-diger-fantastik-
oykuler-osamu-dazai/
Notos Say■ 96 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/notos-sayi-96-1st-edition-kolektif/

Yükseklerde 1st Edition R K Lilley

https://ebookstep.com/product/yukseklerde-1st-edition-r-k-lilley/

Oxford Epistemoloji 1st Edition Paul K Moser

https://ebookstep.com/product/oxford-epistemoloji-1st-edition-
paul-k-moser/

Büyük Petro 1st Edition Robert K. Massie

https://ebookstep.com/product/buyuk-petro-1st-edition-robert-k-
massie/

Çariçe Katerina 1st Edition Robert K. Massie

https://ebookstep.com/product/carice-katerina-1st-edition-robert-
k-massie/
KISAMODERN

OSAMU
DAZAI
Öğrenci
ΚΙΖ
Fakat yetişkin oluncaya
dek geçecek olan bu uzun
ve korkunç süreyi nasıl
geçirmeliyiz? Kimse bize
bunu öğretmiyor.

ÇEVİRİ: BARIŞ BAYIKSEL

can
modern
OSAMU DAZAİ

ÖĞRENCİ KIZ

can
Can Modern

Kısa Modern / 18

Öğrenci Kız, Osamu Dazai

Joseito $&
ilk baskı: Isagoya Shobo, 1939,
Bu kitapta kullanılan baskı: Sakuhinsha, 2012.
© 2020, Can Sanat Yayınları A.Ş.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayincinin yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Ekim 2020, İstanbul


Bu kitabın 1. baskısı 3 000 adet yapılmıştır.

Japonca aslından çeviren: Barış Bayiksel


Dizi editörü: Emrah Serdan

Düzelti: Mert Tokur

Mizanpaj: M. Atahan Sıralar

Kapak tasarımı: Utku Lomlu / Lom Creative (www.lom.com.tr)

Baskı ve cilt: Yıldız Mücellit Matbaacılık ve Yayıncılık San. ve Tic. A.Ş.


Maltepe Mah., Gümüşsuyu Cad., Dalgıç Çarşısı, No: 3/4
Zeytinburnu/İstanbul
Sertifika No: 46025

ISBN 978-975-07-4595-9

CAN SANAT YAYINLARI

YAPIM VE DAĞITIM TİCARET VE SANAYİ A.Ş.


Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 43514
OSAMU DAZAİ
ÖĞRENCİ KIZ

Uzun öykü

Japonca aslından çeviren: Barış Bayıksel

vcan
OSAMU DAZAI, asıl adıyla şuji Tsuşima, 1909 yılında Kanagi'de dün
yaya geldi. Geniş ve zengin bir ailenin oğluydu. Dazai on dokuz yaşın
da ilk intihar girişimi sonrası ailesi tarafından reddedildi. 1930'da Tok
yo Üniversitesi'nde Fransız Filolojisi okumaya başladı ama bölümünü
bitirmedi ve sonrasında iş bulmakta zorlandı. Okul yıllarında ünlü
yazar Masuji Ibuse ile arkadaş oldu, ilk öykülerini yayımladı, bu öy
küleri 1936 yılında Bannen (ihtiyarlık) adlı kitabında derledi. Öğrenci
Kız 1939'da yayımlandı. Dazai kronik solunum rahatsızlığı nedeniyle
II. Dünya Savaşı'nda savaşmadı. Tokyo'daki evi Birleşik Devletler'in
bombardımanı sırasında iki defa yandı. 1939 yılında İşihara Miçiko ile
evlenerek yeni bir hayata başlayan Dazai'nin en üretken ve en parlak
dönemi savaştan hemen sonraki yıllar oldu. Batan Güneş'te (1947)
bir soylu ailenin çöküşü üzerinden yitip giden Japonya'yı anlatmış,
İnsanlığımı Yitirirken (1948) ile krizde olan Japon kimliğini ve gele
neklerini açıkça eleştirmiştir. Dazai, 13 Haziran 1949 tarihinde metresi
Tomie Yamazaki'yle birlikte Tokyo'nun yağmurdan taşmış Tamagava
Kanalı'na atlayarak intihar etti. Cansız bedeni altı gün sonra, 40. do
ğum gününde bulundu.

BARIŞ BAYIKSEL, 1981 yılında Ankara'da doğdu. Kobe Üniversitesi


Hukuk Fakültesi mezunudur. Kobo Abe'nin Kumların Kadını, Başkası
nin Yüzü ve Virane Harita kitaplarını çevirdi.
Sabah gözlerimi açarken hissettiğim şey çok ilginç. Sak
lambaç oynarken kapkaranlık dolabın içinde çömelip çit
çıkarmadan saklanmışken, dolabın kapısı bir anda açılıp,
Deko, “Sobe!” diye bağırdığında içeri giren gün ışığından
kamaşan gözlerim ve sonrasındaki garip ne yapacağını bi
lememe hissi. Arkasından gelen heyecan, kimonomun ya
kalarını birleştirmeye çalışarak biraz utangaç halde dolap
tan çıkıp aniden gicik kapışım, işte o his. Yok o da değil.
Birazcık daha dayanılmaz bir şey. Bir kutuyu açmışsın da
içinden daha küçük bir kutu çıkmış, o küçük kutuyu açtı
ğında yine daha küçük bir kutu çıkmış, onu da açtığında
içinden yine küçük bir kutu çıkmış, yine küçük bir kutu
çıkmış, böyle böyle yedi-sekiz kutuyu açınca sonunda zar
kadar bir kutu çıkmış da onu da açıp baktığında içinde hiç
bir şey olmadığını, bomboş olduğunu görmüşsün gibi bir

9
his. Buna daha yakın. Pat diye gözlerini açmak falan de
dikleri şey yalan. Bulanık sudaki nişasta yavaş yavaş dibe
çöküp de yüzeyin billurlaşması gibi, sonunda yorulup göz
lerini açıyorsun. Sabahlarda hiç utanma yok. İçimi doldu
ran üzüntü katlanılacak gibi değil. Nefret ediyorum, nef
ret. Sabahları en çirkin halim. Bacaklarım bitap, şimdiden
hiçbir şey yapasım gelmiyor. Doğru dürüst uyuyamadığım
için mi acaba? İnsanın sabahları sağlığının zirvesinde ol
duğu falan yalan. Sabahlar gri. Hep aynı. Bomboş. Sabah
ları yataktayken hep karamsar oluyorum. Bıkıyorum. Ne
kadar iğrenç pişmanlık duygusu varsa bir anda içimi dol
duruyor. Kıvranıp kalıyorum.
Sabahlar işkence.
“Baba,” diye usulca sesleniyorum. Garip bir şekilde
utangaç ve mutlu kalkıp çabucak yatağı toparlıyorum. Yer
yatağını dolaba kaldırırken kendi kendime “Yallah!” dedi
ğimi fark edip şaşırdım. Hiç böyle kaba saba sözler sarf ede
cek bir kız olduğumu düşünmezdim. Tam da yaşlı kadınla
rin ağzına yakışacak sözler bunlar – “Yallah”mış. Neden ağ
zimdan böyle bir şey çıktı ki? Sanki içimde bir yerlerde yaş
li bir teyze falan gizli. İğrenç. Bundan böyle dikkat etsem
iyi olur. Bir seferinde birinin yürüyüş şeklinden iğrenmiş,
sonra da aslında tipatıp aynı şekilde yürüdüğümü fark et
miştim. Aynı o zamanki gibi fena halde moralim bozuldu.
Sabahları kendime hiç güvenim yok.
Üzerimde geceliğimle makyaj masasının karşısına
geçtim. Gözlüklerimi takmadan aynaya baktığımda yüzüm
biraz bulanık, nemli görünüyor. Yüzümde en nefret ettiğim
şey bu gözlükler ama onların da kendine has, başkalarının

10
bilemeyeceği iyi tarafları var. Gözlüklerimi çıkarıp uzakla
ra bakmayı seviyorum. Her şey sislerle örtülü, bir rüya, bir
zoetrop gibi harika görünüyor. Kirli olan hiçbir şey yok.
Sadece büyük şeyler, taze, güçlü renkler, ışıklar var. Göz
lüklerimi çıkarıp insanlara bakmayı da seviyorum. Baktı
ğım herkesin yüzü nazik, güzel, güleç görünüyor. Üstelik
gözlüklerimi takmadığımda ne birileriyle kavga etmek isti
yorum ne de kötü bir söz söylemek. Sadece sessiz, dalgin
duruyorum o kadar. Öyle anlarda kendimin de insanlara
iyi huylu göründüğümü düşündüğümde daha da rahatlı
yor, birilerine sırnaşmak istiyor, iyi yürekli oluyorum.
Yok yok, bu gözlükler sevilecek gibi değil. Gözlük tak
tığında yüzün ortadan kayboluyor. Gözlük yüzde beliren
herhangi bir duygunun, romantizmin, güzelliğin, şiddetin,
zayıflığın, masumiyetin, hüznün önüne geçiveriyor. Üste
lik gözlerle anlaşmayı da inanılmaz derecede zorlaştırıyor.
Gözlükler hayalet gibi.
Kendi gözlüklerimden nefret ettiğimden midir nedir,
gözlerin güzelliğinin en önemli şey olduğunu düşünüyo
rum. Burnunu göremeseler de, ağzın gizlenmiş de olsa,
gözlerin onlara bakanı daha güzel yaşamaya heveslendiri
yorsa yeter bence. Benim koca gözlerdense hiçbir halt ol
maz. Durmadan kendi gözlerime bakınca sinirim bozulu
yor. Annem bile gözlerimde iş olmadığını söylüyor. Gözle
rinin feri kaçmış dedikleri benim gözler için olsa gerek.
Aklıma kömür parçalarını getiriyorlar, sinir oluyorum. Ba
kin işte. Çok fenalar. Her aynaya baktığımda içimden keş
ke gözlerim daha nemli olsaydı diye geçiriyorum. Mavi bir
göl gibi gözler. Yeşil çimlere uzanmış, gökyüzünü seyre

11
derken, arada bir yukarıda süzülen bulutları yansıtan göz
ler. Kuşların gölgelerini bile en ince ayrıntısına kadar yan
sitan. Bir sürü güzel gözlü insanla tanışmak istiyorum.
Bugün mayısın ilk günü diye düşününce neşem biraz
yerine geldi. Sevinmemek elde değil. Yaza az kaldı. Bahçe
ye çıktığımda çiçeklenen çilekleri gördüm. Babamın öldü
ğü gerçeği garip gelmeye başladı. Ölüp yok olmak denen
şey anlaşılması zor bir şey. Anlayamıyorum. Ablamı, ayrıl
dığım insanları, uzun zamandır görmediklerimi özlüyo
rum. Sabahları, geçmişte yaşananlar, geçmişte kalan in
sanlar hemen yanı başımda sanki. Turp turşusunun o ya
van kokusu gibi. Dayanılmaz bir şey.
Köpeklerim Capi'yle Garip (tam bir gariban olduğu
için Garip adını koyduk) birbirlerine dolana dolana koşup
geldiler. İkisini de karşıma oturtup yalnızca Capi'yi sev
dim. Capi'nin bembeyaz parlayan tüyleri çok güzel görü
nüyor. Garip'se kirli. Capi'yi sevince Garip'in yanda ağla
maklı ağlamaklı baktığının farkındayım. Garip'in topal ol
duğunun da farkındayım. Garip'in bu acınası halinden
nefret ediyorum. O kadar zavallı ki dayanamayıp bile bile
kötü davranıyorum. Garip, sokak köpeklerine benzediği
için her an yakalanıp öldürülebilir. Ayağı da malum, kaç
maya çalışsa bile başaramaz. Hadi, Garip! Dağlara, bir yer
lere kaç. Nasıl olsa kimse seni sevmeyecek. Bir an önce öl
gitsin. Ben sadece Garip'e değil insanlara da kötü davranan
bir kızım. Gerçekten fenayım. Milleti kızdırıp kışkırtıyo
rum. Verandada Capi'nin başını okşayıp otururken yemye
şil yaprakları gördükçe kendimi zavallı hissedip toprağa
oturasım geldi.

12
Ağlamayı deneyeyim dedim. Nefesimi tutup gözlerim
kanlanınca biraz gözyaşı akar diye düşündüm ama olmadı.
Belki de artık gözyaşları olmayan bir kızım.
Vazgeçip odaları temizlemeye giriştim. Temizlik ya
parken bir de baktım ki Tocin Okiçi' filminden bir şarkı mi
rildanıyorum. Duyan oldu mu diye etrafı kolaçan etmek
zorunda kaldım. Normalde Mozart'tı, Bach'tı dinlemem
gerekirken söylediğim şarkıya bak! Yer yatağını kaldırır
ken “Yallah”, temizlik yaparken Tocin Okiçi. Ben bitmişim
>

artık. Uyanıkken böyleyse uyurken neler sayıkladığımı dü


şünmeyeyim daha iyi. Ama biraz komiğime de gitti doğru
su. Süpürgeyi bırakıp kendi kendime güldüm.
Dikmeyi dün bitirdiğim iç çamaşırımı giydim. Diker
ken göğüs kısmına küçük, beyaz bir de gül işlemiştim. Üs
tüne bir şey giydiğimde gül görünmüyor. Kimse orada ol
duğunu bilmeyecek. Bu tür şeylerde üstüme yok.
Annem birilerinin çöpçatanlık işlerine kendini iyice
kaptırdı yine. Sabah erkenden çıkmış. Annem eskiden beri
başkalarına yardım için elinden geleni yaptığından bunla
ra alışığım ama yine de bu enerjiyi nereden bulduğuna şa
şiriyorum. Babam kendini fazlasıyla çalışmalarına verdi
ğinden onun yapması gerekenleri de annem hallederdi. Ba
bamın sosyal hayatla en ufak bağı olmadığı halde annem
hoş insanları çevresine toplamayı bilirdi. Annemle babam
farklı yönlere sahip olmalarına rağmen birbirlerine hep
saygı duymuşlar. Hiçbir fena tarafı olmayan, zarif, huzurlu
bir çift mi demeli? Of, ne ukalayım.

1. Kenji Mizoguçi'nin 1930 tarihli filmi. (Y.N.)

13
Miso çorbası isinana kadar mutfak kapısının oraya
oturup dalgın dalgın dışarıdaki ağaçları seyrettim. Bunun
üzerine sanki geçmişte de gelecekte de buraya oturup aynı
pozisyonda hem de aynı şeyleri düşünerek ağaçları seyret
miş, seyredecekmiş gibi, geçmiş, şimdi ve geleceği tek bir
anda hissediyormuş gibi garip bir hisse kapıldım. Daha
önce de başıma geldiği oldu. Biriyle oturmuş konuşuyorum
diyelim. Bakışlarım masanın bir köşesine sabitlenip öylece
kalıyor. Sadece ağzım hareket ediyor. Böyle anlarda tuhaf
bir sanrıya kendimi kaptırıyorum. Bir zamanlar yine aynı
bu şekilde, aynı şeylerden bahsederken, gözlerim masanın
bir köşesine takılı kalmış da ileride de aynı şey tamamen
aynı şekilde tekrar edecekmiş gibi bir his çıkageliyor ve
ben buna kesinlikle inanacak gibi oluyorum. Ne zaman bir
köy yolunda yürüsem, köy ne kadar uzakta olursa olsun,
kesin bu yoldan daha önce de geçtim diye hissediyorum.
Yürürken yol kenarındaki fasulyelerin yapraklarını kopar
dığımda, mutlaka yine aynı yolda aynı yaprakları önceden
de koparmıştım diye içimden geçiriyorum. Ve yine bundan
sonra da tekrar tekrar bu yolu yürüyeceğime, aynı yerde fa
sulyelerin yapraklarını koparacağıma inanıyorum. Şöyle
şeyler de başıma geliyor. Bir keresinde küvette sıcak suyun
içindeyim. Gözlerim bir anlığına ellerime gitmiş. Bunun
üzerine yıllar sonra yine küvetteyken o an öylesine elime
bakışımı, bakarken hissettiklerimi kesinkes hatırlayaca
ğımdan emin oluyorum. Bu düşünce içimi karartıyor. Yine
bir akşamüstü kâselere pilav koyarken, ilham desem abartı
olacak ama, içimden hızla bir şeylerin geçip gittiğini his
settim. Felsefi bir ipucu mu desem ne desem, beni etkisi al

14
tina alan bu şeyle başım, göğsüm tamamen saydamlaştı.
Sanki hayatın akışına kendiliğinden kapılıvermişim gibi,
dalgaların insafında, hiçbir şey söylemeden, ses çıkarma
dan, süzgeçten akan tokoroten' gibi esnek, güzel ve hafif
bir şekilde yaşayıp gidebilecekmişim gibi hissettim. Öyle
felsefi bir şey falan değildi. Hırsız kediler gibi sessizce ya
şayıp gideceğime dair bu önsezi, böyle bir hayattan doğru
dürüst bir şey çıkmayacağı için tam tersine korkutucuydu.
İnsan bu ruh halini biraz daha uzun yaşasa ruhu ele geçiril
miş gibi olur herhalde. İsa gibi. Ama İsa kadın olsa çok
edepsiz olurdu.
Günlerimi bomboş geçirdiğim, hayatta zorluk da çek
mediğim için, her gün gördüğüm, duyduğum yüzlerce,
binlerce şeye duyularım tepki veremiyor, ben saf saf durur
ken tüm bunlar hayalet gibi peşimde dolanıyor da olabilir
ler sonuçta.
Yemek odasında tek başıma kahvaltıya oturdum. Yılın
ilk salatalığı. Salatalığın yeşilliği akla yazı getiriyor. Mayıs
salatalığının yeşilliğinde insanın kalbi boşalırmış gibi, acı
veren, huzursuz eden bir hüzün var. Ne zaman yemek oda
sinda tek başıma yemek yesem fena halde seyahate çıkasım
geliyor. Trene binmek istiyorum. Gazeteye baktım. Cuşiro
Konoe'nin fotoğrafını basmışlar. İyi bir adam mı acaba?
Suratı hoşuma gitmedi. Alnı çirkin. Gazetenin en eğlenceli
tarafı kitap reklamları. Harf ya da satır başına yüz-iki yüz

1. Su yosunundan imal edilen agar isimli jelatinden yapılan geleneksel bir Ja


pon yemeği. (Y.N.)
2. Cuşiro Konoe (1914-1977): Dönem filmleri ve dizilerinde oynamış oyuncu.
(Y.N.)

15
yen alıyor olmalılar. Bayağı bir emek harcanmış hepsine.
Her harften her kelimeden en etkili şekilde nasıl yararlanı
riz diye çırpınıp, sözcükleri elekten geçirmişler sanki. Hep
si çok iyi yazılmış. Bu kadar pahalı sözcüklere kolay kolay
rastlanmaz. İnsan seviyor. Heyecan vericiler.
Yemeği bitirip, kapıyı kapayıp, okula doğru yola çık
tim. Pek yağmur yağacağa benzemiyordu ama ben yine de
dün annemin verdiği şemsiyeyi taşımak istediğim için ya
nima aldım. Annem bunu genç kızken kullanırmış. Böyle
ilginç bir şemsiye bulduğum için halimden bayağı memnu
num. Böyle bir şemsiyeyle Paris sokaklarında yürümek is
terdim. Şu savaş bitince kesin böyle klasik şemsiyeler moda
olacak diye düşündüm. Tam da bone şapkanın yakışacağı
bir şemsiye. Pembe etekleri uzun, yakası açık bir kimono
giyip, ipekten siyah dantelli uzun eldivenler takıp, büyük,
geniş kenarlı bir şapkaya mor bir menekşe iliştirirdim.
Sonra da yeşilin en koyu zamanında Paris'te bir restorana
öğle yemeği yemeye giderdim. Hüzünlü bir şekilde elimi
hafifçe yanağıma götürüp dışarıdan geçenleri izlerken biri
omuzuma dokunurdu. Birden müzik, gül valsi. Aman ney
se, neyse. Gerçek, bu eski püskü, garip görünüşlü, uzun
ince saplı şemsiyeden ibaret. Zavallı ve acınacak durumda
yım. Kibritçi kız gibi. Şu otları falan yolup yola çıkayım
bari.

Evden çıkarken anneme yardım olsun diye bahçe ka


pisinin önündeki otları biraz yoldum. Belki bugün iyi bir
şeyler olur. Hepsi aynı ot olmasına rağmen neden bazısını
yolup bazısını öylece bırakmak istiyorum acaba? Sevimli
otlar ve sevimli olmayan otlar. Şekilleri aynı olsa da sevile

16
si ve nefret edilesi otlar niye böyle tamamen farklılar ki?
Bir mantığı yok. Kadınların bir şeyi sevip sevmemesinin
nedeni oldukça muğlak bence. On dakikalık gönüllü hiz
meti bitirdikten sonra hızla otobüs durağına doğru yola
koyuldum. Ne zaman patikalardan geçsem fena halde re
sim yapasım geliyor. Tapınak ormanının içinden geçen
yolu kullandım. Kendi keşfim olan kestirme bir yol. Bura
dan yürürken bir an için yere baktığımda etrafta bodur
arpa öbekleri gözüme çarptı. Yemyeşil arpaları görünce
içimden bu sene de askerler gelmiş dedim. Geçen sene de
bir sürü asker atlarıyla gelip tapınak ormanında dinlenmiş
sonra da tekrar yola koyulmuşlardı. Askerler gittikten bir
süre sonra o yoldan geçtiğimde arpaların yine bugünkü
gibi boy attığını görmüştüm. Fakat daha fazla büyümedi
ler. Bu sene de atların yem torbalarından etrafa saçılıp
uzun, ince ortaya çıkan bu arpalar ormanın karanlığında
hiç güneş göremeyecekleri için ne yazık ki daha fazla bü
yüyemeden ölüp gidecekler.
Orman yolundan çıkınca istasyon yakınlarında dört
beş işçiyle karşılaştım. İşçiler her zamanki gibi, söyleye
meyeceğim iğrençlikte sözlerle bana seslendiler. Ne yapa
cağımı şaşırdım. Onlardan kurtulup bir an önce ilerlemek
istediğim halde bunu yapabilmek için aralarından sıyrılıp
geçmem gerekiyordu. Korkunç bir şey. Fakat susup orada
öylece dikilip önce onların yürüyüp uzaklaşmasını bekle
mek daha da zordu. Üstelik bu görgüsüz bir davranış işçile
ri kızdırabilirdi. Tepem atmaya başlamış ama bir yandan
da ağlamaklı olmuştum. Neredeyse ağlayacak hale gelmek
gücüme gittiği için adamlara doğru gülümsedim. Sonra da

17
yavaşça peşlerinden yürüdüm. O an için geçti sansam da
bu pişmanlık trene bindikten sonra da kaybolmadı. Bir an
önce, böyle sudan şeyler karşısında soğukkanlılığımı kay
betmeyecek kadar saf ve güçlü olmak istedim.
Trende ön kapının hemen yanında boş bir koltuk var
dı. Eşyalarımı yavaşça koltuğa koyup tam oturmak için ete
ğimin pililerini düzeltirken gözlüklü bir adam eşyalarımı
itip koltuğa oturuverdi.
“Affedersiniz, orası benim yerimdi,” dediğimde adam
zoraki gülümseyip, hiçbir şey olmamış gibi gazetesini oku
maya başladı. Şöyle bir düşünüyorum da hangimiz daha
utanmazız acaba? Belki de benim.

Şemsiyemi ve eşyalarımı rafa koyup, tek elim tutacak


ta dikilmek zorunda kaldım. Her zaman yaptığım gibi, bir
dergi çıkarıp boştaki elimle sayfaları çevirirken aklıma tu
haf bir şey geldi.
Benden kitap okumayı çekip alsalar, bu deneyimsiz
halimle mahvolurdum herhalde. Kitaplarda yazılanlara bu
kadar bağımlıyım işte. Bir kitap okur okumaz hemen o kita
ba kapılır, güvenir, kitapla özdeşleşir, hayatımla o kitap
arasında ilişki kurarım. Yine başka bir kitap okuyunca yüz
seksen derece dönüp bu yeni kitaba bağlanırım. Başkasına
ait bir şeyi çalıp kendi malım haline getirme kabiliyeti, bu
kurnazlık, işte bu benim yegâne yeteneğim. Bu kurnazlığa,
bu kandırmacaya gerçekten sinir oluyorum. Günbegün,
hata üstüne hata yapıp sürekli rezil olsam belki biraz daha
oturaklı olurum. Fakat bu hatalara bile bir kulp takıp, görü
nüşü kurtarıp, akla yatkın bir mantık üretip, halimden ga
yet memnun, alaycı bir piyesi oynarmışım gibime geliyor.

18
(Bu sözleri de bir kitapta okudum tabii.)
Sahiden de hangisinin gerçek ben olduğumu bilmiyo
rum. Okuyacak kitap kalmayıp da taklit edecek hiçbir bir
örnek bulamasam ne yapardım? Elim kolum bağlı, büzüş
müş bir şekilde sızlanıp dururdum herhalde. Ne olursa ol
sun her gün trende böyle boş boş düşünmenin bana bir fay
da sağlamayacağı kesin. Üzerimden gitmeyen bu sinir bo
zucu sıcaklığa dayanamıyorum. Ne olursa olsun bir şeyler
yapmam gerektiğinin farkındayım ama ne yaparsam ger
çekte kim olduğumun ayırdına varabilirim ki? Bugüne ka
darki özeleştirilerimin hiçbir anlamı olmadığını düşünü
yorum. Çünkü ne zaman hoş olmayan bir yönümü fark
edip özeleştiriye başlasam eleştirdiğim tarafım yavaş yavaş
hoşuma gitmeye başlıyor. Kaş yapayım derken göz çıkar
manın manası yok sonucuna varıyorum. Böylece ortada
bir eleştiri meleştiri de kalmıyor. Bu konuya hiç kafa yor
masam kendime daha fazla yararım dokunacak.
Bu dergide de farklı yazarların, “Genç Kızların Nok
sanları” başlığı altında makaleleri yayımlanmıştı. Okuduk
ça sanki benden bahsediyorlarmış hissine kapılıp utandı
ğım anlar oldu. Yazılara gelince, genelde aptal olduğunu
düşündüğüm yazarlar tam da düşündüğüm gibi kulağa ap
talca gelen şeyler söylerken, fotoğraflarına baktığımda göze
hoş görünenlerse şık kelimeler kullanıyorlardı. Okurken
dayanamayıp arada kıkır kıkır gülüyordum. Teologlar he
men inançtan bahsederken, pedagoglar yükümlülük de yü
kümlülük diye tutturmuşlardı. Siyasetçiler klasik Çin şiirle
rinden örnekler veriyor, yazarlarsa bir havalarda, şık cüm
leler kuruyorlardı. Hiçbiri burnundan kıl aldırmıyordu.

19
Yazılanlar şüpheye yer bırakmayacak kadar kesindi. Bi
reysellik noksanlığı, derinlik noksanlığı. Doğru istekler,
doğru arzular, bu istek ve arzulardan fersah fersah uzak
olunduğu gerçeği. Yani ideallerin noksanlığı. Eleştirinin
varlığına rağmen bunlardan ders çıkarabilecek bir dina
mizm noksanlığı. Hakiki farkındalığın, özsaygının, özdisip
linin olmayışı. Günümüzün genç kızları cesur bir eylem ger
çekleştirseler bile bunun olası sonuçlarının sorumluğunu
üstelenebilirler miydi acaba? Kendi çevrelerindeki yaşam
tarzına uyum sağlayıp bunu sürdürmedeki ustalıklarına rağ
men kendilerinin ve çevrelerinin yaşamına yönelik doğru ve
güçlü bir sevgi beslemiyorlar. Hakiki anlamda bir tevazuya
sahip değiller. Yaratıcılıktan yoksunlar. Taklitçiler. İnsanın
özünde olması gereken “sevgi” duyguları noksan kalmış.
Pek hassas geçindikleri halde zarafetten yoksunlar ve buna
benzer daha bir sürü şey. Sahiden de insanı şaşırtacak ölçü
de doğru tespitler var. Bunu kesinlikle inkâr etmiyorum.
Fakat tüm bu yazılanlar biraz fazla iyimser, yazarların
gerçek hislerinden uzakmış gibi geliyor. “Yazalım gitsin,”
demişler sanki. “Hakiki anlamda”lar, “özünde olması
gereken”ler havada uçuşsa da “hakiki” sevgi, "hakiki” far
kındalık nedir konusuna gelince elle tutulur hiçbir şey yok.
Kendileri bunların ne olduğunu biliyor olabilirler. Eğer öy
leyse, daha somut ifadelerle, tek cümleyle, sağa git ya da
sola git der gibi kesin bir otoriteyle yön gösterseler öyle
müteşekkir olurum ki. Sevgimizi nasıl ifade edeceğimize
dair yönümüzü kaybettik diye, “şunu da yanlış yapıyorsu
nuz”, “bunu da yanlış yapıyorsunuz” demek yerine “şöyle
yapın”, “böyle yapın” diye güçlü bir şekilde söyleseler hepi

20
miz bunlara uyarız. Kimsenin kendine güveni yok mu aca
ba? Burada fikirlerini ilan edenler de her zaman ve her du
rumda aynı şeyleri düşünmüyorlardı belki de. Doğru umut
larınız, doğru arzularınız yok diye azarlıyorlar ama biz
doğru idealler peşinde koşmaya başlarsak bu kişiler sonu
na kadar bize sahip çıkıp, rehberlik edecekler mi ki?
Biz gitmemiz gereken en doğru noktanın, kendimizi
geliştirip varmak istediğimiz o güzel yerin belli belirsiz de
olsa farkındayız. İyi bir hayata sahip olmak istiyoruz. Ger
çek umut ve arzularımız da var. Destek alabileceğimiz sarsıl
maz inançlarımız olsun diye telaş içindeyiz. Fakat bunların
tümünü bir kızın hayatında gerçekleştirebilmesi o kadar zor
ki. Annemizin, babamızın, abla ve abilerimizin kendi dü
şünceleri de var. (Belki iş lafa gelince, “Aman eskidi bu kafa
lar,” diyoruz ama hayatta bizden daha deneyimlileri, yaşlıla
ni, evlileri asla küçümsediğimiz falan yok. Tam tersine onla
rin dediklerini can kulağıyla dinlediğimize eminim.) Sürekli
ilişki içinde olduğumuz akrabalarımız da var üstelik. Tanı
dıklarımız da var arkadaşlarımız da. Durmadan büyük bir
kuvvetle bizi akışı içinde sürükleyen "dünya" da cabası.
Bunların hepsini aklımıza getirip, görüp, düşününce kendi
mize has özellikleri geliştirmek falan şöyle dursun, pek öyle
göze möze batmadan, herkes hangi yollardan geçiyorsa,
sessiz sedasız, o yollardan ilerlemek en akıllıcası diye dü
şünmekten kendimizi alamıyoruz. Bir avuç kişiye verilmesi
gereken eğitimin genele uygulanması da korkunç geliyor.
Okulda verilen ahlaki eğitimle, dünyanın kuralları arasında
bir uçurum olduğunu büyüdükçe daha iyi anladım. Okulda
öğretilen ahlaki değerlere sıkı sıkıya bağlı kalan biri alay ko

21
nusu olur. Antika diye isim takarlar. İşinde de ilerleyemez,
beş parasız kalır. Hiç yalan söylemeyen biri var mı acaba?
Eğer varsa hayatının sonuna kadar yenilenlerden olacağı
kesin. Benim akrabalarım arasında da doğru davranışlar
sergileyen, sarsılmaz inancına bağlı, idealleri peşinde ko
şan, işte tam da o hakiki anlamda yaşıyor denebilecek biri
var ama akrabalarımın hepsi onunla dalga geçiyor. Ona sa
lak muamelesi yapıyorlar. Ben hiç öyle salak muamelesi gö
rüp, yenileceğimi bile bile anneme ve diğer herkese karşı
çıkma pahasına kendi düşüncelerimde israr edemem. Kor
karım. Küçükken, kendi hislerimin başkalarınınkinden ta
mamen farklı olduğu bir konuda anneme, “Neden böyle?"
diye sormuştum. Annem bir-iki sözle geçiştirip kızmıştı.
"Deli misin, saçmalama!" deyip üzülmüştü. Babama da söy
lemiştim. Babam cevap vermeden gülmüştü. Sonrasında an
neme, “Diğerlerinden farklı bir çocuk,” demiş. Büyüdükçe
ürkekliğim daha da arttı. Kendime elbise dikerken bile kim
ne der diye düşünür oldum. Kendi karakterim diyebileceğim
bir şeyi aslında gizliden gizliye sevdiğim, sevmeye devam et
mek istediğim halde bunu kendi üzerimde somutlaştırmak
korku verici. İnsanların onayladığı bir kız olmak istiyorum
hep. Bir sürü kişiyle bir araya gelince hemen nasıl da dalka
vuklaşıyorum. Ağzıma almak bile istemediğim sözleri, ken
di hislerimden çok uzak şeyleri yalandan söyleyip duruyo
rum. İşime böyle geleceği için, işime geleceğini düşündü
ğüm için. Bundan hiç hoşlanmıyorum. Bir an önce şu ahlak
kurallarının baştan aşağı değişeceği gün gelse keşke. Bu dal
kavukluktan da kendi iyiliğim yerine, başkalarının görüşleri
için yaşamaktan da kurtulurdum böylece.

22
Hah, şurada bir yer boşaldı. Eşyalarımı ve şemsiyemi
raftan aceleyle alıp koltuğa oturdum. Sağımda bir ortaokul
öğrencisi, solumda bebeğini sırtına bağlamış bir kadın var
dı. Kadın yaşlı olmasına aldırmadan koyu bir makyaj yap
mış, saçlarını da modaya uygun toplamıştı. Yüzü güzeldi
ama boynundaki siyah kırışıklıklar öyle zavallı görünüyor
du ki, sinirden kadına vurasım geldi. İnsanın ayaktayken
düşündükleriyle otururken düşündükleri nasıl da farklı.
Otururken böyle muğlak, soğuk şeyler düşünüyorum hep.
Karşımdaki koltuklarda hepsi aynı yaşlarda dört-beş ofis
çalışanı dalgın dalgın oturuyordu. Otuz yaşlarında falan
olmalılar. Hiçbirinden hoşlanmadım. Gözleri baygın, ruh
suz duruyorlardı. İçlerinden birine bakıp gülümsemeye
kalksam, sadece bu yüzden bile onunla evlenmek zorunda
kalacağım bir duruma sürüklenebilirdim. Kadınların ken
di kaderlerini belirlemesi için tek bir gülümseme yetip arti
yor. Korkunç. İnanılacak gibi değil. Aman dikkat edeyim.
Bu sabah gerçekten tuhaf şeyler düşünüyorum. İki-üç gün
önce bizim bahçeye bakıma gelen bahçıvanın yüzü bir tür
lü gözümün önünden gitmiyordu. Nereden baksan tam bir
bahçıvandı ama yüzü farklıydı işte. Abartacak olursam
tam bir düşünürün yüzüydü. Esmer olduğu için yüz hatları
belirgindi. En iyi tarafı da gözleriydi. Kaşları birbirine ya
kındı. Burnu küçük ve geniş olmasına rağmen esmer oldu
ğu için yüzüne yakışıyor, güçlü irade sahibi bir hava katı
yordu. Dudaklarının şekli de bayağı iyiydi. Kulaklan biraz
kirliydi. Ellerine gelince, işte onlar tam bahçıvan elleriydi
fakat başına derinlemesine geçirdiği siyah şapkasının göl
gelediği yüzü bir bahçıvan için fazla iyiydi sanki. Anneme

23
üç-dört defa bu bahçıvan başından beri bahçıvan mıydı
acaba diye israrla sorup sonunda azar yedim. Bugün eşya
larımı sardığım furoşiki'yi' tam da bahçıvanın ilk geldiği
gün annemden aldım. O gün evin yıllık temizliği olduğu
için mutfak ve tatami ustaları da gelmişlerdi. Annem do
lapları boşaltıp düzenlerken ortaya çıkan furoşiki'yi de
bana verdi. Güzel ve kadınsı. Güzelliğine yazık olur diye
düğüm atasım gelmiyor. Dizlerimin üstüne koyup, ikide
bir bakıp duruyorum. Okşuyorum. Trendeki herkes onu
görsün istiyorum ama kimsenin dönüp baktığı yok. Bu se
vimli furoşiki'ye biri lütfedip birazcık baksa ona gelin git
meye karar verebilirim. “İçgüdü” denen şu sözcük karşıma
çıkınca ağlayasım geliyor. Bu içgüdülerin büyüklüğünü ve
iradeyle yön verilemeyen gücünü yaşadığım farklı dene
yimler ile anladıkça ağlamaklı oluyorum. Elimden hiçbir
şey gelmediğini görerek umutsuzluğa kapılıyorum. Ne red
detmeye ne de kabul etmeye fırsat tanıyan büyük, koca
man bir şey bir anda kafamdan aşağı geçmiş de oradan ora
ya beni sürüklüyormuş gibi. Bu sürüklenişten bir nevi tat
min duymakla beraber uzaktan üzüntüyle izlermiş gibi de
hissediyorum. Neden yalnız kendimizle tatmin olup, ömür
boyu yalnız kendimizi sevemiyoruz ki? İçgüdünün, şimdi
ye kadar olan duygularımı, mantığımı yiyip bitirişini izle
mek acınası bir durum. Biraz olsun kendimi kaybetsem he
men arkasından hayal kırıklığına uğruyorum. Benliğimin
her halinde içgüdülerin bıraktığı kesin izleri fark ettikçe
ağlayasım geliyor. “Anne”, “baba” diye seslenmek istiyo

1. Japon kültüründe kumaştan paket, bohça. (Y.N.)


Geleneksel Japon evlerinde görülen, pirinç kamışından hasır halı. (Y.N.)

24
rum. Durumu daha da acınası hale getirense hakikatin be
nim sinirime giden şeylerde gizli olması ihtimali.
Očanomizu'ya' varmıştık. Platforma indiğimde sanki
hiçbir şey umurumda değildi. Az önce olanları tekrar ak
limdan geçirmeye çalışsam da bir türlü zihnimde canlandı
ramadım. Düşüncelerimin devamını getirmek için bayağı
uğraşsam da hiçbir şey aklıma gelmedi. Bomboştu zihnim.
Kimi zaman beni çok etkileyen, kimi zaman utanmama,
acı çekmeme neden olan şeyler olduğundan emin olmama
rağmen aradan zaman geçtikçe sanki hiçbir şey olmamış
gibi hissediyorum. Şimdi denen an ilginç. Şimdi, şimdi,
şimdi diye daha parmakla gösterirken “şimdi” uzaklarda
kaybolup yeni bir “şimdi" geliyor. Üstgeçidin merdivenle
rinden inerken içimden, “Aman, neyse ne!" diye geçirdim.
Saçmalık. Biraz fazla mı mutluyum ne?
Bu sabah Kosugi Hoca çok güzel. Aynı benim
furoşiki'm gibi. Mavi renk Kosugi Hoca'ya çok yakışıyor.
Göğsündeki kızıl karanfil de göz alıcı. Ah bir de şu "ustu
ruplu” tavrı takınmasa, işte o zaman onu daha çok sevece
ģim. Fazla yapmacığa kaçıyor. Doğallıktan uzak bir tarafı
var. Bu denli yapmacıklık insanı yorar. Karakterini kavra
mak güç. Anlayamadığım birçok tarafı var. Normalde ka
ramsar biri olmasına rağmen zorla neşeli görünmeye çalış
tığı belli. Fakat ne olursa olsun insanı kendine çeken bir
kadın. Öğretmenlikte harcanıyor sanki. Sınıfta eskisi ka
dar herkesin gözdesi değil ama ben, yalnız ben hâlâ ondan

1. Tokyo'nun müzik dükkânlarıyla bilinen tarihi bir semti. Japonca "çay suyu"
anlamına gelen bu semte adını buradaki bir tapınağın suyundan yapılan çayı
beğenen bir şogunun verdiğine inanılır. (Y.N.)

25
etkileniyorum. Dağlardaki gizli bir gölün kıyısındaki şato
nun leydisi sanki. Ay, amma övdüm. Kosugi Hoca'nın ko
nuşması neden bu kadar sıkıcı acaba. Biraz salak mı yok
sa? Deminden beri vatanseverlik de vatanseverlik diye tut
turdu - sanki biz bilmiyoruz. Doğduğu yeri sevmeyen mi
var? Fenalık geldi. Yanağımı avucuma yaslayıp camdan di
şarıyı izledim. Rüzgârdan olsa gerek bulutlar çok hoş görü
nüyordu. Okul avlusunun köşesindeki gülde dört gonca aç
mış. Biri sarı, ikisi beyaz, biri de pembe. Dalgın dalgın çi
çeklere bakarken insanların da aslında gerçekten iyi taraf
ları var diye düşündüm. Çiçeklerin güzelliğini bulan da çi
çekleri seven de insanlar ne de olsa.
Öğle yemeği vaktinde hayalet hikâyeleri anlatılmaya
başlandı. Yasubei Abla'nın Tokyo Birinci Lisesi'ne dair
İçiko’nun Yedi Harikası'ndan “Kilitli Kapı”yı çığlık çığlığa
dinledik. O alışılageldik vıcık vıcık hikâyelerden değildi.
Psikolojik olarak korkuttuğu için dinlemesi zevkliydi. Ar
tik nasıl hoplayıp zıpladıysam daha yeni yemek yememe
rağmen karnım acıkmıştı. Hemen bizim anpan'cı' teyzenin
karamelli ekmeklerinden birine kondum. Sonra yine her
kesle beraber korku hikâyelerine daldım. Böyle hayalet
hikâyelerine merak duymayan yok sanki. Yarattığı heye
candan olsa gerek. Ha bir de hayalet hikâyesi değil ama şu
Fusanosuke Kuhara2 meselesi var. Acayip bir şey.
Öğleden sonra resim dersinde okul bahçesine çıkıp es
kiz alıştırmaları yaptık. İto Hoca neden beni sürekli zor

1. Japon mutfağında tatlı bir çörek türü. (Y.N.)


2. Fusanosuke Kuhara (1869-1965): Japon İmparatorluğu'nda bakanlık yapmış,
ülkenin tek partili sisteme dönmesini desteklemiş işadamı ve siyasetçi. (Y.N.)

26
durumda bırakıyor acaba? Bugün de çizeceği resme model
lik yapmamı istedi. Sabah getirdiğim şemsiye sınıfta popü
ler olup bayağı bir gürültü kopunca İto Hoca da bunu fark
etmiş olacak ki şemsiyeyi de alıp bahçenin köşesindeki
güllerin yanında durmamı söyledi. Resmimi çizip bir son
raki sergiye yollayacakmış. Otuz dakikalığına modellik
yapmayı kabul ettim. Biraz bile olsa birilerine faydalı ol
maktan mutlu oluyorum. Fakat ito Hoca'yla yüz yüze kal
mak çok yorucu. Aynı şeyleri tekrar tekrar söyleyip lafi
uzattıkça uzatıyor. Bir de zihni benimle meşgul olduğun
dan mıdır nedir eskizi çizerken de ettiği bütün laflar da be
nim hakkımda. Cevap vermek bile zulüm gibi geliyor, üşe
niyorum. Anlaşılmaz biri. Durduk yerde gülmesi mi dersin,
öğretmenliğine bakmadan utangaçlaşması mı? Bu sadelik
ten yoksunluğu gördükçe kusasım geliyor. “Bana merhum
kız kardeşimi hatırlatıyorsun,” demez mi bir de! İyi birine
benziyor tamam ama bu davranışları aşırı.
Gerçi davranış konusunda benim de ondan aşağı kalır
yanım yok. Üstelik benimkiler kurnazca ve işe yarar cins
ten. Bu yapmacıklıkla ne yapacağımı hiç bilemiyorum.
"Aşırı poz takınmaktan artık takındığım pozların yönetti
ği yalancı bir canavara döndüm,” falan desem de aslında
bu laf da bir poz olduğu için elim kolum bağlı. İşte böyle
usul usul hocaya modellik yaparken bir yandan da içimden
ta derinlerden, “Doğal olmak istiyorum, samimi olmak is
tiyorum,” diye dua ettim. Kitap okumayı falan bırak gitsin.
Fikirlerden ibaret bir hayatın anlamsız ve kibirli çokbil
mişliğine tenezzül bile etme. Hayatının amacı yokmuş da
yaşama karşı daha coşkulu olman gerekiyormuş da içinde

27
çelişkiler varmış da bilmem ne diye düşünüp, dertleniyor
sun ama seninkisi sadece duygusallik. Kendi kendine şef
kat gösterip, kendini avutuyorsun o kadar. Ayrıca kendini
gözünde bayağı bir büyütüyorsun da. Bu kirli kalbimle
beni modeli yapan hocanın resmi seçmelerde kesin elenir.
Güzel olmama imkân yok. Yanlış olduğunu biliyorum ama
İto Hoca ne yapsam gözüme aptal görünüyor. İç çamaşırı
ma bir gül işli olduğundan bile haberi yok.
Ses çıkarmadan aynı pozisyonda dikilip dururken içim
den paraya karşı aşırı bir istek duydum. On yen olsa yeter.
Bu ara en çok Madam Curie’yi okuyasim var. Sonra birden
içimden ne olur annem uzun yaşasın diye geçirdim. Hoca
nin modeli olmak tuhaf şekilde zorlayıcı. Gücüm kalmadı.
Okuldan sonra tapınak rahibinin kızı Kinko'yla gizli
ce Hollywood'a gidip saçlarımızı yaptırdık. İstediğim saçı
beceremedikleri için sinir oldum. Hiç güzel olmadı. Kendi
mi zavallı gibi hissettim. Fena halde moralim bozuldu. Giz
li gizli böyle bir yere gelip saçımı yaptırdığım için pasaklı
bir kocakarıymışım hissi de bastırınca gittiğime gideceği
me pişman oldum. Böyle bir yere gelişimiz kendimizi kü
çük görmemiz anlamına geliyor diye düşündüm. Kinko'ysa
sevinçten yerinde duramıyordu.
“Hazır saçımı yaptırmışken görücüye mi çıksam aca
ba?" gibi abuk subuk laflar etmeye başladı. Bir süre sonra
gerçekten de kendisine görücü gelecekmiş gibi bir hezeya
na kapılmış olacak ki, “Bu saça ne renk çiçek gider?” “Ki
mono giydiğimizde nasıl bir kuşak takmak lazım?” diye
ciddi ciddi sormaya başladı.
Kinko gerçekten saf, sevimli bir kız.

28
Gülerek, "Kim görücüye geliyor?” diye sorduğumda,
“Davul bile dengi dengine,” diye kendinden emin bir yüz
ifadesiyle cevap verdi. Biraz şaşırıp, ne demek istediğini
sorduğumdaysa, bir rahip kızına en uygun olanın tapınağa
gelin gitmek olacağını, ayrıca böylece ömür boyu rahat
edeceklerini söyleyip beni tekrar şaşırttı. Kinko’nun kişili
ğinin hiç öyle ayrıksı bir tarafı yok, bu yüzden de her yerin
den kadınsılık fışkırıyor. Ben ona öyle fazla bir yakınlık
göstermediğim halde okulda sırf aynı sırada oturuyoruz
diye Kinko herkese onun en yakın arkadaşı olduğumu söy
leyip duruyor. Çok tatlı bir kız. Günaşırı mektup yazıp ver
mesine, hemen her konuda yardımıma koşmasına müte
şekkirim ama bugün öyle bir abarttı ki sonunda gıcık kap
tim. Kinko'dan ayrılıp otobüse bindim. Nedense canım sık
kindı. Otobüste fena bir kadın gördüm. Yakası kirli bir ki
mono giymiş, darmadağınık kızıl saçlarını bir tarağa dola
yıp başının üzerinde topuz yapmıştı. Elleri, ayakları kir
içindeydi. Bir şeylere öfkelenmiş gibi duran kopkoyu esmer
suratından kadın mı erkek mi olduğu bile tam belli olmu
yordu. Üstüne üstlük bir de --Of, dayanamayacağım artık!
karnı burnundaydı. Arada sırada kendi kendine sırıtıyor
du. Kocakarı. Saçlarımı yaptıracağım diye Hollywood'a
bilmem nereye giden benim de ondan en ufak farkım yok
tu ya.
Bu sabah yan yana oturduğum koyu makyajlı kadın da
aklıma geliyor. Öf, çok pis, çok. Nefret ediyorum kadınlar
dan. Kendimden de bildiğim, kadınların içindeki bu pis
şey dişlerimi gicirdatacak kadar sinirime dokunuyor. Bir
süs balığına dokunduktan sonraki o dayanılmaz çiğ koku,

29
sanki bütün vücuduma yayılmış da ne kadar yıkarsam yi
kayayım bir türlü geçmiyormuş gibi. Günler geçtikçe be
nim de bedenimden bir dişinin kokularının yayılacağını
düşündükçe -ki aklıma gelen bazı şeyler de var- şu anki
genç kız halimle ölüp gidesim geliyor. Bir an için içimden
keşke hasta olsaydım diye geçiriyorum. Şöyle ağır bir has
talığa yakalanıp, şelaleler gibi ter döküp, ipince zayıfla
sam, belki o zaman tertemiz olabilirim. Yaşadığım sürece
bundan hiç kaçış yok mu acaba? Doğru dürüst bir dinin ne
anlama geldiğini kavramaya başlar gibiyim.
Otobüsten inince birazcık rahatladım. Toplu taşıma
hiç benlik değil. İçerisinin basik, nemli havası dayanılmaz.
En iyisi doğa. Toprağın üzerinde yürürken kendimi seviyo
rum. Belli ki aklım biraz havada. Özgür bir kuş gibiyim.
“Dönelim, dönelim, neye bakıp dönelim? Tarladaki soğan
lara baka baka dönelim, kurbağalar viraklamadan artık
eve dönelim," diye bir şarkı mırıldanırken amma da gam
sız kızım diye kendi kendime sinirlenip, uzayan bir tek bo
yum diye düşünüp kendimden nefret etmeye başladım.
İçimden iyi bir kız olmalıyım dedim.
Eve dönerken geçtiğim bu köy yolunu her gün göre
göre ona öylesine alışmışım ki, burasının ne kadar sessiz
bir yer olduğunu unutmaya başladığımı fark ettim. Ne de
olsa ağaçlardan, yoldan ve tarlalardan ibaret. Değişiklik ol
sun diye bugün, dışarıdan köye ilk kez gelen birini taklit
etmeye karar verdim. Diyelim ki... Kanda' taraflarından bir

1. Edo döneminde (1603-1868) Japonya'nın seçkin zümresinin yaşadığı bir


Tokyo ilçesi. (Y.N.)

30
geta' ustasının küçükhanımıymışım. Hayatımda ilk kez şe
hir dışına ayak basıyormuşum. O zaman bu köy gözüme na
sıl görünürdü acaba? Harika bir fikirdi. Acinası, rezil bir fi
kirdi. Ciddi bir tavır takınıp, abartıyla dört bir yana bakma
ya başladım. Ağaçlı yoldan inerken başımı yukarı kaldırıp
taptaze yapraklarla yeşillenmiş dallara bakıp bir hayret ni
dası attım. Köprüden geçerken bir süre aşağıda akan çayı
izledim. Sudan yansıyan yüzüme doğru havlayarak bir kö
pek taklidi yaptım. Uzaklardaki tarlalara bakarken gözleri
mi kısıp, rüyalara dalmış numarasıyla, “Ne kadar da güzel,"
deyip iç geçirdim. Tapınakta tekrar soluklandım. Tapınağın
ormanı karanlık olduğu için aceleyle oturduğum yerden
»

kalkıp, “Of, çok korkunç," diye omuz silktikten sonra hızla


ormanın içinden çıkıp, ormanın karanlığıyla dışarıdaki ay
dınlığın tezatına şaşırmış gibi yaparak, her şeyin yeni oldu
ğunu kendime telkin ederek, köy yolunda edalı edalı yürür
ken dayanılmaz bir hüzün hissetmeye başladım. Sonunda
yolun kenarına çöküverdim. Çimlerin üzerinde oturduğum
da, daha az öncesine kadar hissettiğim o coşku, belli belir
siz bir ses çıkarıp ortadan kaybolurken aniden ciddileştim.
Öylece otururken, sessizce, yavaşça, bu son zamanlardaki
halimi düşündüm. Son zamanlarda neden kendimde bu ka
dar hata buluyordum ki? Neden bu kadar endişeliydim? Sü
rekli bir şeylerden korkuyordum. Hatta geçenlerde biri şöy
le dedi: "İyice dünyanın rengine bürünüp çıktın."
Muhtemelen doğru söylüyor. Sahiden yanlış olan bir
şeyler var. Sıkıcı biri haline geldim. Yok, böyle gitmez. Çok

1. Tahta takunyalara benzeyen geleneksel bir Japon ayakkabısı. (Y.N.)

31
zayıfım. Bir an için bağıracak gibi oldum. Aman! Öyle çığ
lik atmakla kendi güçsüzlüğünü saklayabileceğini sanıyor
san avucunu yalarsın. Kendine çeki düzen ver. Belki de
âşığımdır. Yeşil çimlere sırtüstü uzandım.
>

“Baba,” diye seslendim. Baba. Baba, güneş batarken


gökyüzü çok güzel. Ayrıca pembe bir akşam sisi var. Ak
şam güneşinin ışıkları sisin içinde eriyip yayıldığı için sis
bu kadar yumuşak bir pembeye dönmüş olsa gerek. Bu
pembe sis ağır ağır süzülerek, ağaçların arasına dalıyor,
yolun üzerinden geçiyor, çimenleri okşuyor ve sonra bede
nimi yumuşacık sarıp sarmalıyor. Pembe ışık saçımın her
bir telini hafifçe aydınlatıp usulca okşuyor. Ama asıl bu
gökyüzünün güzelliği yok mu? Hayatımda ilk kez bu gök
yüzünün önünde eğilmek istiyorum. Şu an Tanrı'ya inani
yorum. Gökyüzünün büründüğü bu renge ne deniyor aca
ba? Gül? Yangın? Gökkuşağı? Bir meleğin kanatları? Yok,
bunlar olamaz. Daha farklı, daha ulvi bir şey.
Neredeyse gözlerim yaşarırcasına, “Herkesi sevmek
istiyorum,” diye düşündüm. Gözlerini ayırmadan bakınca
gökyüzünün gitgide değiştiğini görüyorsun. Maviliği gitgi
de artıyor. Elimden gelen tek şey iç geçirmekti. Çırılçıplak
kalıvermek istedim. Ağaçların yaprakları, çimenler gözü
me hiç bu kadar berrak ve güzel görünmemişti. Hafifçe
çimlere dokundum.
Güzellik içinde yaşamak istiyorum.
Eve vardığımda annem benden önce dönmüştü. Misa
firler vardı. Annemin klasik kahkahaları duyuluyordu. İki
miz baş başayken gülümsese de hiç kahkaha atmazdı. Oysa
misafirlerle bir aradayken yüzünde en ufak gülümseme

32
emaresi olmasa bile çınlayan kahkahaları eksik olmazdı.
Misafirlere selam verdikten sonra hemen evin arka tarafın
daki kuyuya gidip ellerimi yıkadım. Çoraplarımı çıkarıp
ayaklarımı yıkarken balıkçı uğrayıp, “Hep bizden alışveriş
ettiğiniz için teşekkürler!” dedikten sonra kocaman bir ba
lığı kuyunun başına bırakıp gitti. Ne balığı olduğunu bil
miyordum ama pullarının ufaklığına bakılırsa kuzeydeki
denizlerden gelmiş olmalıydı. Balığı tabağa alıp, ellerimi
tekrar yıkarken burnuma Hokkaido yazının kokusu geldi.
İki sene önce yaz tatili için Hokkaido'da oturan ablamı zi
yaret edişimi hatırladım. Tomakomai'daki ablamın evi, de
nize yakınlığından olsa gerek, sürekli balık kokuyordu.
Ablamın, evin o kocaman mutfağında akşamüstleri tek ba
şına, o beyaz, kadınsı elleriyle balıkları ustaca temizleyip
yemek yapışını gayet net hatırlıyordum. O sıralar ablam
bana ilgi göstersin diye yanıp tutuştuğum halde tam da
Toşi'nin yeni doğduğu zamana denk gelmişti. Ablamın ar
tık bana ait olmadığını düşündükçe sanki aramızda esme
ye başlayan soğuk bir rüzgâr hissettiğimi, çok istediğim
halde o zarif omuzlarına sarılamayışımın beni ölümüne üz
düğünü, o loş mutfağın bir köşesinde çıt çıkarmadan diki
lip kendimden geçene kadar onun o bembeyaz parmakları
nin usul usul hareket edişini izlediğimi de hatırladım. Geç
mişte kalan her şeyi özlüyorum. Kan bağı tuhaf şey. Yaban
cılar, araya mesafe girdikçe solup, unutulduğu halde, akra
baların özlenen, güzel tarafları daha da belirginleşiyor.
Kuyunun başındaki iğde ağacının meyveleri hafiften
kızarmışlardı. Herhalde iki haftaya yenecek kıvama gelir
ler. Geçen sene komik bir şey oldu. Akşamüstü tek başıma

33
iğde toplayıp yediğim sırada Capi'nin sessizce beni izledi
ğini görünce acıyıp bir tane vermiştim. Capi de yiyivermiş
ti. İki tane daha verince onları da yemişti. O kadar komikti
ki dayanamayıp ağacı salladığımda Capi yere düşen iğdele
ri kendinden geçmiş gibi yemeye başlamıştı. Tam bir safti
rik. Hiç iğde yiyen köpek mi olur? Ben ağaca uzanıp iğde
koparıp yiyorum, Capi de ağacın altında iğde yiyor. Çok
komikti. Bunu hatırlayınca Capi'yi özleyip "Capi!" diye
seslendim.

Capi dış kapının oradan salına salına koşup geldi.


Aniden gözüme öyle sevimli göründü ki kuyruğunu sertçe
yakaladım, elimi hafifçe ısırdı. Gözümden yaş gelecekti ne
redeyse. Kafasına vurdum. Hiçbir şey olmamış gibi şapır
data şapırdata kuyudan su içmeye başladı.
İçeri girdiğimde lambalar parlayarak yanıyordu. Çit
çıkmıyordu. Babam yoktu. Babam olmayınca evin içinde
bir yerlerde büyük bir boşluk varmış gibi hissedip acıdan
kıvranacak gibi oldum. Kimonomu giyip, çıkardığım içli
ğimdeki gülü güzelce öptükten sonra, makyaj masasının
karşısına geçtim. O sırada oturma odasından gülüşmeler
gelince biraz sinir oldum. Annemle sadece ikimiz varken
bir sorun yok ama misafir geldiğinde benden tuhaf bir şe
kilde uzaklaşıyor, soğuklaşıyor. Babamı en çok bu zaman
larda özleyip, olmayışına üzülüyorum.
Aynadan yansıyan yüzüm şaşırtıcı derecede canlıydı.
Bana yabancıydı. Benim üzüntülerim, acılarım, buna ben
zer hislerimle en ufak ilgisi olmadan kendine ait bir hayatı
yaşıyordu. Bugün allık da sürmediğim halde yanaklarım al
aldı. Üstelik dudaklarım kıpkırmızı parlıyor, çok tatlı gö

34
rünüyordu. Gözlüklerimi çıkarıp hafifçe gülümsedim. Göz
lerim çok hoştu. Bir göl gibi berraktılar. Güzel akşam gö
ğüne uzun süre bakınca gözler de böyle güzel mi oluyor
acaba? Tamamdır.
Neşeyle mutfağa geçtim, pirinçleri yıkarken üzerime
tekrar bir hüzün çöktü. Koganei'deki eski evimizi özledim.
Göğsüm parçalanır gibi hem de. O güzel evde babam da ab
lam da vardı. Annem daha gencecikti. Okuldan dönünce
annem ve ablamla mutfakta ya da oturma odasında çene
çalardık. Bir şeyler atıştırıp durmadan ikisine sırnaştıktan
sonra biraz ablama sataşır, azarı yiyince de bisikletime at
lar, gidebildiğim kadar uzağa giderdim. Akşam üzeri eve
döndüğümde hep beraber akşam yemeğine oturulurdu. Ne
kadar güzeldi. Kendi içime bakmak, gereksiz tartışmalara
girmek zorunda değildim - sirnaşmak yetiyordu. Nasıl da
-

büyük bir ayrıcalıkmış aslında. Hiç umurumda değildi o


zaman. Ne endişeler ne üzüntüler ne de acılar vardı. Babam
mükemmel, harika bir babaydı. Sevecen ablamınsa peşin
den ayrılmazdım. Fakat büyüdükçe kötüleşen de ben ol
dum. Ayrıcalıklarım ben farkına bile varamadan ortadan
kaybolduğunda dımdızlak kalakaldım. Kahretsin. Artık
kimseye sırnaşamıyor, kendi kendime düşünüp duruyor
dum. Hep sıkıntı vardı. Ablam evlendi, babamsa artık yok.
Geriye sadece annemle ben kaldık. Eminim annem de sü
rekli üzülüyordur. Geçenlerde, “Artık yaşama hevesimi
kaybettim. İnan sana baktığımda bile o his yok artık. Ne
olur beni affet. Baban olmadıkça varsın mutluluk da gel
mesin,” dedi. Bir sivrisinek çıksa o an babamı hatırlıyor,
giysileri sökerken babamı hatırlıyor, tırnaklarını keserken

35
babamı hatırlıyor, çay güzel olmuşsa özellikle o zamanlar
babamı hatırlıyor sanki. Annemin hislerine ne denli iti
nayla yaklaşıp derdini dinlemeye talip olsam da babam
gibi olmuyorum işte. Karıkoca arasındaki sevgi bu dünya
üzerindeki en güçlü şey. Kan bağından bile daha değerli
hatta. Bu ham düşüncelerden yüzüm kızarmaya başlamış
tı. Islak elimi saçlarımın arasından geçirdim. Pirinçleri su
dan geçirmeye devam ederken annemin o sevimli, masum
halini düşünüp, kalbimin en derinlerinden onu el üstünde
tutmaya karar verdim. Şu dalgalı saçlarımı da bir an önce
açıp uzatayım. Annem eskiden beri saçlarımın kısa olma
sından hoşlanmazdı. İyice uzatıp, güzelce bağlarsam sevi
nir mutlaka. Fakat annemi el üstünde tutacağım diye bu
kadarını yapmaya da gönlüm yoktu. Biraz sahte sanki. Dü
şünüyorum da bu sıralar üzerimdeki heyheylerin annemle
bayağı bir ilgisi yok değil. Tam annemin arzu ettiği gibi bir
kız olmak istiyorum ama sırf bu yüzden yapmacık bir şe
kilde onun gönlünü almaya çalışmak istemiyorum. En gü
zeli, hiçbir şey söylemediğim zamanlarda bile annemin ne
hissettiğimi anlayıp içinin rahat etmesi olurdu. Ne kadar
bencilce davransam da asla milletin alay konusu olacak bir
şey yapmam. Ne kadar zor da olsa, beni üzse de önemli
olan neyse onu korumaktan şaşmam. Bu evi ve annemi her
şeyden çok seviyorum. Keşke annem de bana tam anlamıy
la güvenip şöyle kendini bir bıraksa. İşleri düzgün yaparım
mutlaka. Ölümüne çalışırım. Ben bu yolu seçtim, bu benim
en büyük sevinç kaynağım ama ah şu annem yok mu, bana
bir türlü güvenmiyor. Hâlâ çocuk muamelesi yapıyor. Ço
cukça şeyler söylemem hoşuna gidiyor. Geçenlerde saf gibi

36
ukulelemi çıkarıp giy giy biraz muziplik yapayım dedim;
nasıl da hoşuna gitti. “Ne o, yağmur mu başladı? O sesler
de ne?" diye benimle dalga geçiyor. İşi gücü bırakmışım da
kendimi ukulele çalmaya adamışım sanmasına öyle içerle
dim ki utançtan ağlayasım geldi. Anne, ben yetişkinim ar
tık. Dünyada ne olup bittiğinden haberim var. Sen de içini
ferah tut. Benimle ne istersen konuşabilirsin. Evimizin
ekonomisinden bana açık açık bahsetsen, durumumuz bu,
sen de ona göre davran desen ne ayakkabı ne de başka bir
şey için israr ederim. Ayakları yere basan, tutumlu bir kız
olurum. Gerçekten inan bana. Her şeye rağmen. “Ah, her
şeye rağmen," diye bir şarkı olduğunu hatırlayıp kendi
kendime güldüm. İki elim de tencerenin içinde öylece du
rup düşündüğümü fark ettim.
Hadi, hadi. Misafirlere akşam yemeği hazırlamam la
zim. Az önce gelen kocaman balığı nasıl yapsam ki? Fileto
kesip, miso'ya' batırayım en iyisi. Öyle yapınca güzel olur
mutlaka. Yemek yaparken sezgilerinle hareket edeceksin.
Biraz salatalık kalmıştı. Onları ince ince doğrayıp sanbaizu
sosuna? batırırım. Benim şu ünlü dikdörtgen omletten de
yapayım. Bir yiyecek daha lazım. Doğru ya. “Rokoko" yapa
yım. Tarifi bana ait. Tabaklara birer birer, salam, yumurta,
maydanoz, lahana, ispanak, artık mutfakta ne kaldıysa, gü
zelce, rengârenk yerleştirip, maharetle masaya diziyorsun.
Hem pratik hem de hesaplı. Tatsız tuzsuz bir şey ama sanki

1. Miso macunu sake ile karıştırılıp balık ve tavuk etini terbiye etmekte kul
lanılır. (Y.N.)
2. Pirinç sirkesi, şeker ve soya sosundan yapılan bir sos. (Y.N.)

37
lüks bir yemek yermişçesine sofrayı gayet zengin ve renkli
hale getiriyor. Yeşil maydanozlar omletin etrafını çevreli
yor, onun hemen yanında kırmızı mercanlara benzeyen sa
lamlar şöyle bir yüzünü gösteriyor. Sarı lahana yaprakları,
kuş tüyünden bir yelpazeymiş ya da bir şakayığın taçyap
raklarıymış gibi tabağa serili. Yemyeşil, taze ispanaklar, bir
çiftlik ya da gölün etrafını sarar gibi tabağı sarmış. Bu ta
baklar önlerine gelince misafirler bir anda kendilerini Bo
urbon Hanedanı'na yaraşır bir sofrada sanmaya başlıyorlar.
Tamam, o kadar da değil belki ama lezzetli makbul bir ye
mek yapmayı nasıl olsa beceremediğimden en azından su
numu güzel yapıp, gözlerini boyayarak misafirleri kandırı
yorum işte. Yemekte en önemli şey sunumdur. Çoğu zaman
bununla paçayı kurtarabilirsin. Fakat bu Rokoko'yu becer
mek için resme bayağı yatkın olmak lazım. Renk kompozis
yonunda son derece hassas olmazsanız başarıya ulaşamaz
siniz. En azından bendeki hassasiyete sahip olmanız lazım.
Geçenlerde sözlükte “Rokoko"ya baktım. Sözcüğün karşı
sinda, gösterişe öneme veren fakat içeriği zayıf süsleme üs
lubu yazdığını görünce gülmeden edemedim. Daha güzel
açıklanamazdı. Güzellikte içeriğin ne işi var. Saf güzellik
her zaman anlam ve ahlaktan azadedir. Bunu herkes bilir.
Bu yüzden “Rokoko"yu seviyorum.
Hep başıma gelen bir şey var. Yemekleri yapıp, ne na
sıl olmuş tatlarına bakarken, fena halde bir boşluk duygu
suna kapılıyorum. Üzerime ölümcül bir yorgunluk ve kas
vet çöküyor. Tüm çabalarım bıkkınlık noktasında son bu
luyor. Artık her ne olacak, nasıl olacaksa olsun diyorum.
Sonunda da “Öf, yeter artık,” deyip tadı da sunumu da sal

38
layıp, panik halinde, tüm suratsızlığımla misafirlere servis
yapıyorum.

Bugünkü misafirler her zamankinden de kasvetli.


Omori'den karıkoca İmaida’larla bu sene yedi yaşına giren
çocukları Yoşio. İmaida Bey'in yaşı neredeyse kırk olmuş
ama teni genç erkekler gibi edepsizcesine bembeyaz. Niye
Şikişima içer onu da anlamam. Filtreli sigaralarda pisliği
çağrıştıran bir şeyler var. Sigara dediğin filtresiz olur. Şiki
şima içen adamın karakterinden şüphe ederim. Zirt pirt ta
vana doğru sigarasını üfleyip, “Aa, aa, öyle mi?” deyip du
ruyor. Şimdilerde akşam okulunda öğretmenlik yapıyor
muş. Karısı da ufak tefek, ürkek, görgüsüz bir kadın. En
ufak şeylere katıla katıla gülmekten yerlere yıkılıyor, bur
nu neredeyse tatami’ye değecek. Ne var bu kadar gülecek?
Böyle abartılı kahkahalar atmanın zarafet işareti olduğuna
dair yanlış bir kanıya sahip belli ki. Şu an dünyadaki en
kötü tipler bu sınıftan insanlar herhalde. En iğrençleri. Kü
çük burjuva mi deniyordu bunlara? Yoksa küçük memurlar
mı? Büyümüş de küçülmüş gibi duran çocuklarında da ço
cuklara has o canlılıktan eser yok. Böyle düşündüğüm hal
de tüm hislerimi dizginleyerek, selam verip, sohbet edip,
“Ah, ne kadar da tatlı,” diye Yoşio'nun başını okşayıp res
»

men herkese yalan söyleyip kandırdığıma göre İmaida’lar


bana göre yine masum sayılırlar ya neyse. Rokokoyu yiyen
ler yemek konusunda ne kadar maharetli olduğuma övgü
ler düzerken artık biçarelikten midir, sinirden midir, ağla
yacak gibi oldum. Yine de zoraki bir sevinçle masaya otu
rup yemeğe eşlik ederken bu sefer de İmaida Hanım'ın is
rarla sürdürdüğü cahilce iltifatlar öyle sinirime dokundu

39
ki, bu kadar yalan yeter diye düşünüp, “Bu yemek biraz ol
sun bile lezzetli değil. Evde bir şey olmayınca son çare ola
rak buna başvurdum,” dedim. Gerçekler neyse onu söyle
dim derken bu sefer de karıkoca “son çare” lafını öyle be
ğendiler ki, alkışlayıp gülüşmeye başladılar. Öyle ağırıma
gitti ki tabağı çanağı devirip uluyarak ağlayacaktım nere
deyse. Kendime hâkim olup zoraki gülümserken, eksik ol
masın bu sefer de annem, “Bu kızın elinden de artık her iş
gelmeye başladı” demez mi!
Nasıl üzgün hissettiğimi bilmezmiş gibi İmaida Ha
nim'ın gönlü olsun diye bu eften püften lafları söyleyip gül
dü. Şu İmaida’ların gönlünü hoş tutmak için bu kadar uğ
raşmaya değer mi anne? Misafirlerin karşısındaki annem,
annem değil. Zayıf bir kadın sadece. Babam artık yok diye
itaatin bu kadarı da fazla değil mi? Öyle perişan hissettim
ki ağzımı açamadım. Gidin artık, gidin lütfen. Benim ba
bam harika biriydi. Nazik ve yüksek karakterliydi. Eğer ba
bam artık yok diye bizi böyle küçük görecekseniz hemen
şimdi gidin lütfen. Bunları nasıl da yüzlerine söylemek isti
yordum. Onun yerine Yoşio'ya salam kesip, İmaida Hanım'a
turşu uzatıp hizmet ettim. Zayıfım işte, ne yapayım.
Yemek biter bitmez mutfağa kapanıp ortalığı toparla
maya giriştim. Bir an önce yalnız kalmak istiyordum. Kü
çük gördüğümden falan değil ama bu insanlarla gereğin
den fazla konuşmanın, gülüşmenin bir anlamı yok. Bu tip
lere bu kadar saygı göstermenin, saygı da değil, dalkavuk
luk etmenin ne âlemi var? İstemiyorum. Bu kadarı yeter.
Elimden geleni yaptım. Bugün sabırla o misafirperver hal
lerimi sürdürmemi annem de sevinçle izlemedi mi zaten?

40
Bu yeterli değil miydi? İnsan ilişkileri başka, ben başka
yim, diye kesin bir ayrıma gidip, her şeyle çabucak ilgilene
rek hoş bir şekilde çözüme kavuşturmak mı iyi, yoksa baş
kalarının hoşuna gitmese de hiçbir zaman benliğini kay
betmemek, kendini saklamamak mı? Bilemiyorum. Sadece
kendileriyle aynı ölçüde zayıf, sevecen, sicak insanların
arasında bir ömür boyu yaşayıp gidebilenlere imreniyo
rum. Şu hayatın zorlukları. Eğer onlar olmadan da hayat
yaşanabilecekse, kendi kendine zorluk peşinde koşmanın
bir anlamı yok. Böylesi daha iyi.
Kendi hislerini bastırıp başkaları uğruna yorulmak
mutlaka iyi bir şeydir, ona şüphe yok; ama bundan böyle
her gün İmaida’lar gibi tiplere zoraki gülümsemek, söyle
diklerine karşılık vermek zorunda kalırsam herhalde kafa
yı yerim. Kesin hapishanede falan kalamazdım diye saçma
bir şey geldi aklıma. Bırak hapishanede kalmayı, kimsenin
evinde hizmetçilik bile yapamam. Kimseye eş de olamam.
Yok, birinin eşi olmak farklı aslında. “Bu kişiye ömrümü
adayacağım,” diye karar verirsem her ne zorluk olursa ol
»

sun gözümü karartır çalışırım. Hayatın bir anlamı, gelece


ğe dair bir umudum olacağından ben de elimden gelenin
en iyisini yaparım. Şaşırtıcı bir şey yok. Sabahtan akşama
kadar arı gibi çalışırım. O çamaşırları birer birer yıkarım.
Birikmiş kirliler kadar nefret ettiğim bir şey yok gerçi. Yı
karken huysuzlanıyor, histerikmişim gibi bir türlü sakinle
şemiyorum. Ölüp kurtulsam diyorum ama bu sefer gözüm
arkada kalacak. Geriye tek bir kirli çamaşır kalmadan, ne
varsa yıkayıp, çamaşır askısına astıktan sonra artık huzur
içinde ölebilirim, diyorum kendi kendime.

41
Imaida'lar kalkıyordu. Bir işleri olması lazım, annemi
de alıp çıktılar. Ne deseler onaylayıp kafasını sallayarak
onlarla giden annemde de suç var ama Imaida'nın bir şe
kilde fırsatını bulup annemden yararlanması ilk değil za
ten. Şu Imaida'ların pişkinliği öyle sinirime gidiyor ki su
ratlarının ortasına bir tane çakasım var. Herkesi kapıya ka
dar geçirip, güneşin battığı yola doğru tek başıma öylecene
bakarken ağlayacak gibi oldum.
Posta kutusundan gazetenin akşam baskısıyla iki tane
mektup çıktı. Biri anneme. Matsuzakaya mağazasının yaz
lık giysi broşürü. Diğeri kuzenim Cunci'den bana. "Maeba
şi'deki alaya tayinim çıktı. Teyzeme selam söyle,” yazmış
kısaca. Subayların da pek öyle ahım şahım bir hayatları yok
belki ama her günü sıkı sıkıya en verimli şekilde geçirdik
leri o disiplinlerine imreniyorum. Kim olduğunun ne yap
man gerektiğinin hep belli olması insan rahatlatıyordur
kesin. Bir de bana bak. Canım bir şey yapmak istemediğin
de yapmıyorum o kadar. Kötü bir şey yapmak istesem onu
da yapmakta özgürüm. Canım ders çalışmak istese, isteme
diğim kadar zamanım var. Gidip annemden bir şey isteye
cek olsam, abartmadığım sürece isteğimi yerine getirir gi
bime geliyor. Ne kadar çaba göstermem gerektiği konusun
da önüme sınırlar koysalar öyle rahat ederdim ki. Biri kes
kin sınırlar çizse üzülmek yerine müteşekkir olurdum.
Cephedeki askerlerin istediği tek şeyin doğru dürüst bir
uykudan ibaret olduğunu okumuştum kitabın birinde. O
bahsettiği askerlere acımıştım acımasına ama bayağı da
imrenmiştim. Baş belası gibi dönüp duran bu sevimsiz, ip
siz sapsız düşünceler selinden kendini kurtarıp sadece uy

42
kunun hasretini çekmek. Nasıl da temiz ve sade. Düşüncesi
bile ferahlatıcı. Şöyle bir seferliğine asker hayatı sürüp de
sağlam disiplinden geçsem belki zihni daha berrak, daha
güzel görünümlü bir kız olurum. Asker hayatı yaşamadan
da bizim Şin gibi uysal olunabiliyor ya neyse. Hata bende.
Ben kötü bir kızım. Şin, Cunci'nin küçük kardeşi. Benimle.
aynı yaşta. Nasıl o kadar iyi olabiliyor anlamıyorum. Akra
balarım içinde, yok yok, tüm dünyada en çok Şin'i seviyo
rum. Gözleri görmüyor. Bu genç yaşta gözlerini kaybetmek
çok zor olmalı. Böyle sessiz gecelerde odasında tek başına
ne hissediyor acaba? Bize hava hoş. Üzgün hissettiğinde
kitap oku, manzaraya bak, kara bulutlar az da olsa dağıl
sın. Fakat Şin bunları yapamıyor. Sessizce duruyor sadece.
Herkesten çok ders çalışırdı, üstelik teniste yüzmede de
çok iyiydi. Şimdi nasıl bir üzüntü, acı çekiyor ki? Dün gece
de yine Şin'i düşünüp, yatağıma girdikten sonra beş dakika
gözlerimi kapattım. Yataktayken bile beş dakika öyle uzun
ki insanın göğsü sıkışıyor. Peki ya Şin? Ne sabah ne öğle ne
akşam, günler, aylar boyu hiçbir şey görmüyor. Şikâyet
etse, öfke nöbetlerine girse, kapris yapsa yine iyi. Şin hiç
sesini çıkarmıyor. Mizmızlandığını ya da başkası hakkın
da kötü sözler söylediğini bir kez olsun duymuşluğum yok.
Üstüne üstlük konuşması hep neşeli, yüzü hep masum. Bu 1

da beni daha da etkiliyor ya.


Aklımda bu düşüncelerle oturma odasını süpürüp
sonra da banyonun suyunu isitmaya giriştim. Suyun isin
masını beklerken, mandalina kasasını oturak yapıp, ağır
ağır yanmaya başlayan kömürün ışığında ödevlerimi bitir
dim. Su bir türlü isinmadığı için o arada “Nehrin Doğusun

43
dan Olağanüstü Bir Hikâye"yi' tekrar okudum. Yazılanlar
hiç öyle fena, pis şeyler değildi. Ama arada bir yazarın ka
sinti halleri göze çarpıyordu. Bu da bir eski kafalılık, güve
nilmezlik hissi yaratıyordu. Yaşlı olduğu için mi ki? Fakat
yabancı yazarlar ne kadar yaşlanırsa yaşlansınlar, bütün
içtenlikleriyle, konu ettikleri insanları seviyorlar. Öyle
olunca da okuyup iğrenmiyorsun. Fakat bu, Nagai'nin yaz
dıkları arasında en iyilerden sayılıyor yine de. Eserin derin
lerinde hissedilen o nispeten dürüst ve sessiz sakin vazge
çiş insanı ferahlatıyor. Yazdıkları içinde en olgun olan, en
sevdiğim bu. Bu yazar sorumluluk duygusu son derece güç
lü birine benziyor. Japon ahlakına aşırı bağlılığı ters tepip
yazdıklarının çoğunu tuhaf denebilecek kadar şiddetli hale
getirmiş sanki. Aşkı çok derinden hisseden insanlardaki
kendini kötüymüş gibi göstermek eğilimi onda da var.
Kendi isteğiyle şeytani bir canavar maskesi takıp bilerek
eserlerini güçsüzleştiriyor. Ama bu hikâyesinde hüznün
getirdiği sarsılmaz bir güç var. Benim hoşuma gitti.
Su isinmıştı. Banyonun ışığını yakıp, kimonomu çı
kardıktan sonra pencereyi sonuna kadar açarak yavaşça
küvete girdim. Pencereden dışarıdaki kartopu ağacının
yemyeşil yapraklarını görebiliyordum. Her bir yaprak am
pulün ışığında parıl parıl parlıyordu. Gökyüzünde de yıl
dızlar ışıl ışıldı. Ne zaman dönüp baksam ışıl ışıldılar. Her
ne kadar başımı yukarıda tutup bakmamaya çalışsam da,
biraz dalmaya göreyim, tenimin soluk beyazlığı bir yolunu

1. Japon yazar Kafű Nagai'nin (1879-1959) 1937 yılında yayımlanan uzun öy


küsü. (Y.N.)

44
bulup, belli belirsiz, görüş alanıma giriveriyordu. Orada
öyle sessizce dururken, bu beyazlığın, küçüklüğümdeki
beyazlıktan farklı olduğu hissine kapıldım. Bedenimin
bana sormadan kendi kendine gelişmesi beni çok fena ra
hatsız ediyordu. Hızla bir yetişkine dönüşüyor olmak ve bu
konuda hiçbir şey yapamamak sıkıntı vericiydi. Her şeyi
akışına bırakıp, bir yetişkine dönüşümümü sessizce izle
mekten başka çare yok herhalde. Bedenim hep bir oyuncak
bebeğinki gibi kalsın istiyorum. Biraz çocukluk yapıp kü
vetteki suları şapırdattım ama bu da neşelenmeme yetme
di. Artık yaşamam için bir sebep kalmamış hissiyle içim si
kılıyordu. Bahçenin karşı yakasındaki araziden “Abla!"
diye yarı ağlamaklı seslenen bir çocuğun sesiyle içim cız
etti. Seslenilen ben değildim ama çocuğun gözünde yaşlar
la kavuşmaya can attığı o "abla"ya imreniyordum. Benim
de şöyle hasretimi çeken, sırnaşan küçük bir erkek karde
şim olsaydı, günlerimi şimdiki gibi pespaye, düşüncelerim
allak bullak şekilde geçirmek zorunda kalmazdım. Yaşama
dört elle sarılabilir, ömrümü kardeşime adayıp onun mut
luluğu için her şeyi yapabilirdim; her türlü zorluğa göğüs
gerebilirdim. Kendi kendime bir süre böyle atıp tuttuktan
sonra yine kendime acımaya başladım.
Banyomu bitirip bahçeye çıktım. Aklım yıldızlarda
kalmıştı. Tüm gökyüzü yıldızlarla kaplıydı. Yaz neredeyse
geldi sayılır. Dört bir yandan kurbağa viraklamaları, buğ
dayların hışırtıları duyuluyor. Başımı her kaldırışımda
gökyüzünde parlayan sürüyle yıldız görüyordum. Geçen
sene miydi -yok, çoktan iki sene olmuş- dolaşmaya çık
mak istiyorum diye tutturunca babam hasta olmasına rağ

45
men benimle dolaşmaya çıkmıştı. Daima genç görünen ba
bam. “Sen yüz yaşına kadar, ben doksan dokuza” mıydı
neydi, Almanca bir şarkı öğretmiş, yıldızlardan bahsetmiş,
hemen oracıkta bir şiir yazıp okumuştu. Elinde bastonu,
tükürükler saçarak, o sürekli kırptığı gözleriyle yanımda
yürümüştü, Canım Babam. Sessizce yıldızlara bakarken,
babamın görüntüsü dün gibi gözlerimin önüne geliyor. O
günden beri geçen bir-iki yılda giderek daha da fena bir kız
olup çıktım. Kendime ait bir sürü sırrım var artık.
Odama dönüp masanın karşısına oturdum. Yanağımı
avucuma yaslayıp masanın üzerinde duran zambağa bak
tim. Çok güzel kokuyordu. Zambak böyle güzel koktukça
istediğim kadar yalnız başıma olayım yine de hiçbir kötü
düşünce zihnime uğramıyor. Bu zambağı dün akşam istas
yonun oraya kadar dolaşmaya çıktığımda, dönüş yolunda
çiçekçiden aldım. Çiçeği koyar koymaz odam tazelendi,
bambaşka bir yer haline dönüştü. Odanın sürgülü kapısını
çeker çekmez dışarı taşan zambağın kokusu resmen imda
dima yetişiyor. Çiçeği karşıma alıp gözlerimi ayırmadan
baktıkça, bu duygunun Süleyman'ın hazinelerine bile de
ğişilmeyeceğini tüm ruhumla ve bedenimle hissettim. Bir
an için aklıma geçen yaz gittiğimiz Yamagata geldi. Bir
dağa gitmiştik. Dik yamaçlarının ortalarında her yer zam
baklarla doluydu. Nasıl da şaşırmıştım. Ne kadar istesem
de o dimdik yamaca tırmanamayacağımı biliyordum. Sade
ce bakmakla yetinmek zorundaydım. Tam o sırada, orada
ki bir madenci sessizce o dimdik yamaca tırmanıp kaşla
göz arasında bir kucak dolusu zambak koparıp getirdi.
Sonra da yüzünde en ufak bir gülümseme olmaksızın tüm

46
çiçekleri bana verdi. O kadar fazla çiçek vardı ki. En şanlı
düğünde, en şatafatlı sahnelerde bile kimse bu kadar çiçek
almamıştır. Hayatımda ilk kez çiçek kokusundan başı dön
mek neymiş orada anladım. Kollarımı iki yana açıp güç
lükle zapt ettiğim o bembeyaz kocaman demetten önümü
bile göremiyordum. O nazik, takdire şayan, çalışkan ma
denci şimdi ne yapıyor acaba? Tek yaptığı, o tehlikeli yere
tirmanıp bana çiçek getirmekti. Ama şimdi ne zaman bir
zambak görsem onu hatırlıyorum.
Çekmecemi karıştırırken geçen yazdan kalma bir yel
paze çıktı. Yelpazenin beyaz kâğıdına, Genroku dönemin
den,' sereserpe uzanmış başına buyruk bir kadın ve onun
hemen yanına da iki adetçinfeneri çiçeği çiziliydi. Geçen ya
zin anıları yelpazeden bir duman gibi yükselmeye başladı.
Yamagata'da geçen günler, tren yolculukları, yazlık kimo
nolar, karpuzlar, nehirler, ağustosböcekleri, rüzgâr çanları.
Hemen elimde yelpazeyle trene binesim geldi. Yelpazeyi
açarkenki o his hoşuma gidiyor. Çıtaların tek tek açılıp son
ra da tüy gibi hafiflemesi. Yelpazeyi havada döndürüp eğle
nirken annem eve döndü. Keyfi yerinde görünüyordu.
“Ay, bittim, bittim,” dese de yüzünden hiç hoşnutsuz
luk okunmuyordu. Başkalarının işine koşmaya bayılıyor ne
de olsa.
“Amma da karmaşık işmiş,” diye diye üzerini çıkarıp
banyoya girdi.

1: Genroku dönemi (1688-1704) beşinci Tokugava şogunu Tokugava


Tsunayoşi'nin hükümdarlığını kapsar. Okuryazarlığın artması ve kentlerin ge
lişmesiyle hatırlanan bu refah dönemi aynı zamanda aşırılıkları ve düşkünlük
leriyle de bilinir. (Y.N.)

47
Banyodan çıktıktan sonra, karşılıklı çay içerken, tu
haf bir şekilde gülümsemeye başladı. Ne diyecek acaba
diye düşünürken söze girdi:
“Çıplak Ayaklı Kız'ı izlemek istiyorum deyip duruyor
dun ya, madem o kadar istiyorsun izin veriyorum. Ama
karşılığında şu annenin omuzlarını ov biraz olur mu? Hem
karşılığında çalışırsan gitmesi daha da zevkli olur öyle de
ğil mi?"
Ağzım kulaklarımdaydı. Çıplak Ayaklı Kız filmini izle
mek istiyordum ama bu aralar hep aylaklık ettiğim için izin
istemeye çekiniyordum. Annem de belli ki bunu anlamış,
gönül rahatlığıyla izlemeye gideyim diye bana yalandan
bir iş vermişti. Öyle mutluydum, onu öyle çok seviyordum
ki gülümsemeden duramıyordum.
Ne zamandır, annemle bir akşamı böyle baş başa ge
çirmemiştik. Bir sürü insanla muhatap oluyordu. Ahalinin
ağzına laf vermemek için canla başla uğraşıyor olmalıydı.
Annemin omuzlarını ovarken onun o bütün yorgunluğunu
kendi bedenime geçmiş gibi hissedebiliyordum. “Onu el
üstünde tutmalıyım," dedim kendi kendime. İmaida'lar
buradayken ona karşı gizli gizli duyduğum öfkeden utanıp
"Özür dilerim," diye mırıldandım. Hep kendimi düşünüyo
>>

rum. Onun sevgisinden sonuna kadar istifade ettiğim hal


de ona karşı hep kaba saba davranıyorum. Her seferinde
nasıl üzülüp, kırıldığınıysa düşünmeye bile üşeniyorum
üstelik. Babam aramızdan ayrıldığından beri annem sahi

1. Çekoslovak yönetmen Josef Rovensky'nin 1935 tarihli filmi. Orijinal adı


Maryša'dır. (C.N.)

48
Another random document with
no related content on Scribd:
„Gij zijt werkelijk zenuwachtig, inspecteur”, klonk het uit Marholm’s
mond, terwijl hij kalm een pijpje stopte. „Maar omdat ik u helaas geen
bevelen kan geven, verzoek ik u alleen vriendelijk, mij niet mee te
nemen naar de Lincoln-Bank. Ik heb niet veel lust om mij tegenover
de geheele wereld belachelijk te maken.”

„Ik zal voorzichtig handelen”, antwoordde Baxter, „en mij allereerst


met den brief naar den bankdirecteur begeven om dezen
vertrouwelijke inzage ervan te verschaffen.”

„Doe wat gij niet laten kunt”, bromde Marholm ongeduldig.

Een half uur later bevond inspecteur Baxter zich in de spreekkamer


van Mr. Geis in het gebouw der Lincoln-Bank.

Toen Geis de brieven las, welke de inspecteur hem overhandigde,


verbleekte hij een oogenblik, zonder dat Baxter het merkte. Daarop
lachte hij hartelijk en riep uit:

„Daar heeft men getracht u voor den mal te houden, heer inspecteur.
De procuratiehouder van onze Bank, Mr. John Govern, is een hoogst
respectabel mensch. Als gij het verlangt, zal ik hem hier laten komen,
opdat gij er u persoonlijk van kunt overtuigen.”

Baxter bedankte daarvoor en sprak:

„Ik verzoek u, u verder geen moeite te geven, heer directeur. Ik ben


het volkomen met u eens, dat dit een misplaatste grap is, maar het
was mijn plicht, mij tot u te vervoegen.”

Met beleefde woorden nam hij afscheid van Geis en verliet het
gebouw.

Zoodra inspecteur Baxter was heengegaan, verzocht Geis Raffles om


bij hem te komen.
„Er is een verrader in onze omgeving”, sprak hij tot Raffles, toen deze
zijn kamer binnenkwam, „daarjuist was de inspecteur van politie
Baxter bij mij om mij mede te deelen, dat hij bericht had gekregen,
dat Raffles als procuratiehouder aan onze Bank werkzaam is. Ik
stelde de geheele zaak als een grap voor en de inspecteur geloofde
het.”

Raffles keek scherp naar het gelaat van Geis, want hij vermoedde
een nieuw bedrog.

„Dat is onmogelijk”, antwoordde hij, „niemand kan weten, wie ik ben.


Zelfs geen flauw vermoeden kan men ervan hebben.”

„Ik zweer u echter, dat ik waarheid spreek”, riep Mr. Geis uit, „en gij
moet nog dezen nacht ons plan ten uitvoer brengen. Misschien is het
morgen reeds te laat.”

„Uitstekend”, antwoordde Raffles, „ik ben in het bezit van de sleutels,


ik behoef dus alleen de brandkasten te openen en mij het geld toe te
eigenen.”

„Hoeveel millioenen hebben wij onder onze berusting?” vroeg Geis.

„Vier millioen!” antwoordde Raffles.

„Jammer”, vond Mr. Geis, terwijl hij gejaagd met zijn vingers op de
schrijftafel trommelde. „Ik had gehoopt, dat wij niet eerder ons plan
behoefden uit te voeren dan wanneer wij zes millioen in de
brandkasten hadden liggen. Deze vervloekte brieven aan inspecteur
Baxter kosten ons twee millioen. Maar wij mogen niet wachten, er
dreigt ons gevaar.”

„Ik vrees geen gevaar”, antwoordde Raffles, „ik ben gewend aan
verrassingen. Het eerste gevaar leerde ik bij u kennen, Mr. Geis. Ik
zal hedennacht ons plan ten uitvoer brengen.”
„Ik zal om vier uur in den morgen een automobiel bij den hoek der
straat laten wachten”, sprak Mr. Geis, „daarmee kunt gij de kist met
geld naar mijn villa brengen.”

„In orde”, antwoordde Raffles, „dus dan zien wij elkaar morgen terug.”

Zoodra Raffles hem had verlaten, haastte Mr. Geis [21]zich naar Huis,
waar hij woedend de kamer van McIntosh binnenstormde.

„Jij bent de grootste stommerik, dien ik ooit heb gezien”, brulde hij tot
zijn handlanger.

„In hoeverre?” vroeg de ander op onverschilligen toon, dikke


rookwolken uit zijn sigaar halend.

„Je hebt twee brieven aan inspecteur Baxter geschreven over Raffles
en hem ons plan verraden.

„Ben je krankzinnig geworden?— —”

„In ’t geheel niet”, antwoordde McIntosh met een spottend lachje,


„maar jij bent zelf niet wijs, om dien Raffles te vertrouwen.”

„Bemoei je niet met mijn zaken, dat herhaal ik je nog eens. Je schijnt
niet te weten wat je doet.”

„Zeker”, spotte McIntosh, „ik weet heel goed wat mijn plan is. Ik wil
onze millioenen redden.”

„Een mooie manier!” hoonde Mr. Geis, „je hebt een grenzenlooze
domheid begaat. Als het mij niet gelukt was, den inspecteur gerust te
stellen en de heele zaak als ’n grap te doen voorkomen, dan zou ik
nu ook het genoegen hebben kennis te mogen maken met de
gevangenis.”
„Dat begrijp ik niet”, sprak McIntosh opstaande. „Zou je mij dat nader
willen verklaren?”

„Zeer eenvoudig”, antwoordde Mr. Geis. „Als de inspecteur naar


aanleiding van je brief Raffles gevangen had genomen, dan had deze
mij natuurlijk als den hoofdschuldige aangewezen.”

„Daaraan heb ik niet gedacht”, bromde McIntosh, „maar je hadt


immers kunnen ontkennen.”

„Ontkennen?” riep Mr. Geis. „Had ik kunnen ontkennen. Raffles


draagt in z’n borstzak een schriftuur van mijn hand, dat hij zich
zekerheidshalve door mij liet geven.”

„Wat voor een schriftuur?” vroeg McIntosh ongerust.

„Eene verklaring”, antwoordde Mr. Geis, „waarin ik bekende aan


Raffles te hebben opgedragen, de millioenen-deposito’s uit de Bank
te nemen en ze met mij te deelen.”

„Je bent waarachtig de grootste dwaas, die er bestaat”, riep Mr.


McIntosh uit, „waar had je je verstand, waarop je je altijd zoo
beroemt?

„Hoe kon je dien man zoo’n schriftuur geven?”

„Hij eischte het, en ik vertrouwde hem.”

„Je zult eens zien, hoe bedrogen je uitkomt,” zei Mr. McIntosh. „Ik
geloof, dat ons heele plan in ’t water is gevallen.”

„Jij maakt me zenuwachtig,” sprak Mr. Geis, „doch ik kan aan je


woorden geen geloof schenken.”

„Ik mag het lijden,” antwoordde Mr. McIntosh, „wanneer zal de diefstal
plaats hebben?”
„Reeds vannacht,” gaf Mr. Geis ten antwoord.

„Allright,” sprak Mr. McIntosh, „morgen zul je de millioenen kwijt zijn.”

Terzelfder tijd was Raffles met Mr. Brand in zijn werkkamer bezig
honderden stadsbrieven in couvert te sluiten. Ze droegen de
adressen van de depositeuren der Lincoln-Bank, terwijl de inhoud der
brieven, door Charly Brand geschreven, eensluidend was.

Het liep tegen tienen ’s avonds, toen Raffles zich, vergezeld van zijn
vriend en secretaris, naar de Lincoln-Bank begaf. De beambte, die
nachtdienst had, keek verwonderd op, toen beiden toegang
verzochten. Hij herkende echter den procuratiehouder der Bank en
opende zonder wantrouwen de deur der zware ijzeren poort en het
zich daarachter bevindende hek.

Raffles en Charly Brand traden de vestibule binnen. Het was doodstil


in het groote gebouw. Aan den nachtportier, een ouden vroegeren
militair, verzocht Raffles hem met zijn op de borst bevestigde lantaarn
op de trappen voor te lichten.

toen zij Raffles’ kamer hadden bereikt voelde de portier zich


plotseling van beide kanten aangegrepen en vóór dat hij had kunnen
schreeuwen was hij geboeid.

Doodsbleek van schrik keek hij naar den gewaanden


procuratiehouder en diens makker en met trillende lippen fluisterde
hij:

„Spaart mijn leven, heeren”.

„Wij doen u niets,” antwoordde Raffles, „als gij u stil houdt. Het spijt
mij, u onaangenaam te moeten zijn, maar het is onvermijdelijk. Ik
moet u een prop in den mond stoppen, opdat gij niet schreeuwt. Doe
uw mond maar open.”
De nachtportier gehoorzaamde willoos, als verlamd van schrik en
Raffles knevelde hem.

Nu nam hij hem de sleutels van het gebouw af, ook zijn lantaarn en
begaf zich met Charly Brand naar de stalen, onderaardsche
schatkamers.

Het was. voor Raffles een kleinigheid, de zwaar gepantserde deur te


openen en de millioenen uit de brandkluizen te halen. Het was
geldswaardig papier der Engelsche Bank en niemand zou hebben
vermoed, dat het pakket, dat niet grooter was dan een gewone
reiskoffer, millioenen bevatte.

In een eenvoudige houten kist droeg Raffles de millioenen weg.

Ongestoord verliet hij met Charly Brand het gebouw, sloot de deur en
begaf zich naar de Oxford-Street. [22]Hij en zijn vriend waren reeds
een paar honderd meter van het gebouw der Bank verwijderd, toen
hij tot Charly sprak:

„Ik hoor, dat iemand ons volgt. Laat ons langzamer loopen en zoodra
wij stappen achter ons hooren, moeten wij ons plotseling omdraaien
om te zien, wie ons volgt.”

Langzaam gingen hij en Charly verder en duidelijk hoorden zij achter


hun rug de haastige schreden van een man. Hij was nog wel eenige
meters van hen verwijderd, toen Raffles zich plotseling omkeerde, in
het volgende oogenblik de kist met bankpapier op den grond liet
vallen en met een behendigen sprong den man bij de keel greep, die
juist van plan was, met opgeheven dolk Raffles neer te steken.

Een zware vuistslag van den grooten onbekende trof den man tegen
den slaap, zoodat hij zonder een kik te geven neerviel.
„Daar ligt hij als een meelzak,” sprak Raffles, terwijl hij den
bewustelooze het wapen afnam.

„De kerel komt mij bekend voor,” meende Charly.

„Zeker,” lachte Raffles, „het is onze oude vriend, dien wij geboeid op
het rotseiland hebben achtergelaten. Hij is ontkomen. Een kranige
kerel! Nu zou ik wel eens willen weten, hoe die man achter ons plan
ten opzichte der Lincoln-Bank is gekomen en in welke betrekking hij
tot Mr. Geis staat. Hij moet iets met hem te maken hebben.

„Ik vermoedde dadelijk, dat hij een werktuig was van dien
schurkachtigen Geis en dat de vent wilde probeeren, mij uit den weg
te ruimen. Nu, ik zal het morgen van Mr. Geis persoonlijk vernemen.
Laat ons verder gaan.”

Zij namen de kist met de geldswaardige papieren weer op en, zonder


zich verder om den bewustelooze te bekommeren, verdwenen zij in
het nachtelijk duister.

Tegen vier uur in den morgen verscheen de auto, zooals Geis het
met Raffles had afgesproken, op de bepaalde plaats, maar
tevergeefs wachtte zij op Raffles. Na een uur te hebben gewacht
reed de chauffeur heen en deelde Mr. Geis mede, dat de heer dien hij
moest meebrengen, niet was gekomen.

Deze tijding maakte den bankdirecteur zenuwachtig.

Wat kon er gebeurd zijn?

Zou McIntosh toch gelijk hebben en Raffles den buit alleen willen
behouden?

Met een vloek holde hij de kamer van McIntosh binnen, maar daar
was niemand aanwezig.
Terwijl hij nog nadacht over de zaak en zich afvroeg, wat er toch
gebeurd kon zijn, werd de deur geopend en McIntosh sleepte zich
met moeite de kamer binnen.

Hij zag er vreeselijk uit. Zijn rechteroog was met bloed beloopen en
door den slag, dien Raffles hem had toegediend, had hij een
geweldige neusbloeding gekregen, zoodat zijn overjas met een korst
bloed was bedekt.

Zijn roode haren hingen verward over zijn voorhoofd en het straatvuil
kleefde overal aan zijn kleeren.

„Wat is er gebeurd?” vroeg Geis, den arm van McIntosh angstig


grijpend.

De gewonde ging met moeite zitten, braakte een vreeselijken vloek


uit en riep:

„Dat jij in een gekkenhuis behoort, is zeker!”

„Waar kom je vandaan?” herhaalde Geis.

„Van Raffles,” antwoordde McIntosh, „van dien vervloekten schurk.


Kijk eens, hoe hij mij heeft toegetakeld. Een half uur lang heb ik
bewusteloos in de Oxfordstreet gelegen en de millioenen zijn naar
den bliksem.”

„Ben je krankzinnig?” hijgde Mr. Geis, „wat is er dan met het geld? Ik
verwacht Raffles elk oogenblik!”

McIntosh barstte uit in een hoongelach:

„Ik had gelijk. Een dief kan men niet voor zich laten stelen. En ik
herhaal, dat de millioenen zoo zeker naar den duivel zijn, als ik hier
voor je zit. Zoek ze, waar de peper groeit! Je ziet er geen penny van
terug.”

Mr. Geis moest gaan zitten, zijn knieën knikten, hij begon te beven en
de geheele kamer draaide met hem rond.

„Is het werkelijk waar?” fluisterde hij met gebroken stem.

„Als ik in God geloofde, zou ik het je in zijn naam zweren”, sprak


McIntosh. „Luister, wat mij overkomen is.

„Ik wilde het geld voor ons redden want ik begreep, wat er zou
gebeuren. Ik nam mijn dolk en wachtte voor de Lincoln-Bank, totdat
deze ellendeling en zijn vriend het gebouw zouden verlaten. Was hij
volgens afspraak naar de wachtende auto gegaan, dan zou ik naast
den chauffeur, dien ik goed ken, zijn gesprongen en mee naar hier
zijn gereden.

„Dan had ik mij vergist en alles was goed geweest.

„Maar het ging anders en wel juist zoo, als ik dacht. Raffles ging niet
naar links, maar rechts de straat in. Dadelijk begreep ik, wat mij te
doen stond. Zoo zacht als ik kon, sloop ik achter het tweetal aan in de
schaduw der huizen en wilde eerst Raffles en daarna zijn vriend mijn
dolk tusschen de ribben stooten. [23]

„Het zou mij ook gelukt zijn, als Raffles niet zulke uitstekende ooren
had. Terwijl ik hem naar de andere wereld wilde helpen, verraste hij
mij met een ouden truc, bij de detectives bekend. Hij keerde zich om
en velde mij neer door een enormen vuistslag.

„Wat er verder gebeurde weet ik niet. Een ding is echter zeker, hij is
met zijn millioenen niet naar hier gekomen. De duivel hale den hond.”
Het gelaat van den bankdirecteur was vaalbleek geworden. Hij
begreep, dat hij bedrogen was. Zijn gedachten joegen door zijn brein
als stormvogels en hij wist geen uitweg, hoe de gestolen millioenen
terug te krijgen.

„Het spel is verloren,” sprak McIntosh, die zijn gelaat met water bette.
„Als je mijn raad had gevolgd en den kerel aan de politie
overgeleverd, dan had ik vannacht het geld gehaald en wij waren rijk.
Als ik je niet dankbaar moest zijn, dan zou ik je voor je grenzenlooze
domheid doodslaan.

„De eenige raad, dien ik je geven kan, is deze, dat je morgenochtend


dadelijk naar de Bank gaat, Scotland Yard op de hoogte brengt en
tracht, Raffles en zijn buit te achterhalen.”

Dat was een laatste stroohalm voor Mr. Geis, waaraan hij zich kon
vastklampen en de eenige hoop, die hem overbleef. Toen hij de
kamer wilde verlaten, sprak McIntosh:

„Ik geloof, dat het het verstandigst zou zijn, als wij Londen verlieten.
De duivel mag weten hoe deze geschiedenis afloopt!” [24]

[Inhoud]
ZESDE HOOFDSTUK.
BEDROGEN.

Het was ongeveer tegen negen uur des voormiddags van den
volgenden dag, toen zich in de Balfourstraat een groote volksmenigte
verzamelde. Men haalde de politie erbij en deze had moeite om de
orde weder te herstellen. Allen die daar tegenwoordig waren, mannen
en vrouwen, menschen uit elken stand, hielden enveloppen in de
handen, en de een liet den ander zijn brief zien.

Een half uur later werd de deur van het kleine huisje geopend en
Charly Brandy die op den drempel stond, hield orde in de
opdringende massa.

„Langzaam!” riep hij, „langzaam, menschen! Eén voor één. Gij krijgt
allen uw geld terug, niemand zal een penning verliezen.”

Het eerste liet hij een oud vrouwtje binnen.

Het huis scheen onbewoond en alleen een kamer gelijkvloers was in


gebruik. Achter een groote tafel, die vol geld lag, zat Raffles, de
groote onbekende.

Voor hem lag het groote depotboek van de Lincoln-Bank.

„Hoe heet gij?” vroeg hij het oude moedertje.

„Jenny Groz”, antwoordde zij met bevende stem.

„Hoe groot is uw tegoed?”

„Zeventig pond sterling, mijnheer. Ik heb er dertig jaar voor gespaard.


Het zou later voor mijn begrafenis zijn, ik wil niet van de armen
begraven worden.”
Raffles sloeg het boek open om zich te overtuigen of de inlichtingen
juist waren. Vervolgens vulde hij een formulier in, betaalde haar de
zeventig pond uit en sprak:

„Onderteeken deze kwitantie.”

Met trillende vingers deed de oude vrouw wat Raffles verlangde,


streek liefkoozend over het geld, pakte het in een oud taschje en
sprak met vreugdetranen in de oogen:

„De hemel moge het u vergelden, dat gij mijn spaarpenningen hebt
gered.”

Toen de oude vrouw naar buiten kwam, werd zij door de menigte
omringd en met vragen bestormd, of zij haar geld terug had
gekregen.

Toen zij dit bevestigde, ademden de omstanders verlicht op. De


gezichten klaarden op en een voor een gingen zij het huis binnen,
waar Raffles hun het hun toekomende bedrag terugbetaalde.

Lister had de helft der gedeponeerde gelden nog niet uitbetaald, toen
er door de courantenjongens extra tijdingen werden verspreid.

„Millioenendiefstal op de Lincoln-Bank” schreeuwden zij.

De wachtende menigte voor het huis verschrikte bij het hooren van
dit bericht.

Dat was hun geld, dat daar gestolen was, hun zuur verdiende
spaarpenningen! En een onbekende gaf het hun terug?

De uitbetaling duurde reeds een uur en nog kwamen laatkomers


opdagen, met den geheimzinnigen brief van Raffles in de hand.
Ook journalisten en detectives kwamen vol nieuwsgierigheid een
kijkje nemen.

Men had hun het vreemde verhaal gedaan, dat de millioenen welke
dien nacht op de Lincoln-Bank gestolen waren, door een onbekende
in de Balfourstraat werden terugbetaald.

Maar de journalisten en detectives beproefden tevergeefs, het huis


binnen te gaan. Charly Brand weigerde iedereen den toegang, die
niet kon bewijzen, dat hij schuldeischer der Bank was.

Terzelfder tijd was Mr. Geis naar de Lincoln-Bank gesneld en vond


daar zijn ambtenaren, die den diefstal reeds ontdekt hadden, in de
grootste opgewondenheid.

Men had den nachtportier in de kamer van den procuratiehouder


[25]vastgebonden gevonden en de man had verteld, dat hij het eerst
was overvallen.

Alsof er een bom voor de voeten van inspecteur Baxter was ontploft,
zoo ontstelde hij toen hij het bericht ontving.

„Raffles!” kermde hij, „Raffles! Deze streek van hem zal mij mijn
ontslag kosten. Die man maakt mij krankzinnig. Ik had mijn hand
maar behoeven uit te steken om hem te kunnen arresteeren en
inplaats daarvan — —”.

Hij haastte zich met een dozijn ambtenaren naar de Lincoln-Bank en


ontmoette daar Mr. Geis. Deze was totaal gebroken en zat wezenloos
in zijn bureau. Hij zag zoo wit als krijt.

„Waar woont de procuratiehouder?” vroeg inspecteur Baxter,


binnentredend.
„In Ashbury Ark,” antwoordde Mr. Geis zachtjes. „Ik zond reeds een
boodschap naar zijn huis, maar hij was niet aanwezig.”

„Dat laat zich begrijpen,” antwoordde Baxter, „dat zou al heel dom
van hem zijn. Op welke aanbevelingen hebt gij dien man in uw dienst
genomen?”

„Hij toonde mij uitstekende getuigschriften,” loog Mr. Geis, „hij stelde
bovendien een tamelijken borg.”

„Heeft hij dien achtergelaten?” vroeg inspecteur Baxter.

„Neen,” antwoordde Mr. Geis, „hij heeft alles meegenomen en niets


achtergelaten!”

„Een vreemde zaak,” zei de ambtenaar nadenkend, „waarlijk, een


zeer vreemde zaak! Dit is de eerste keer, dat de procuratiehouder
van een Bank iets dergelijks doet.”

„Jawel! Het is ongehoord!” mompelde Mr. Geis.

„Hoe zult gij nu aan uw verplichtingen tegenover de schuldeischers


voldoen? Hebt gij daarover weleens nagedacht?” vroeg Baxter.

„Neen,” antwoordde Mr. Geis, „wij zijn niet in staat, den menschen
hun geld terug te betalen.

„Het doet mij leed voor die arme menschen. Het verwondert mij, dat
er nog niemand is geweest.

„Toen ik hierheen kwam, riep men mij reeds toe, dat de millioenen der
Lincoln-Bank gestolen waren.”

„Welnu, ik zal een voldoend aantal agenten te uwer bescherming hier


laten, opdat de opgewonden menigte niet alles zal kort en klein slaan.
Reeds eenmaal maakte ik iets dergelijks mee en ik zal dat nooit
vergeten.

„De lui zijn als krankzinnig. Het is ook treurig, als iemand met groote
moeite een klein kapitaaltje heeft bespaard, en het wordt hem door
een spitsboef ontstolen.”

Op dit oogenblik kwam Marholm het vertrek haastig binnen terwijl hij
uitriep:

„Mijnheer de directeur! mijnheer de directeur! Ik moet u iets


ongeloofelijks vertellen. Daar juist komt detective Schultz mij
meedeelen, dat de millioenen van de Lincoln-Bank worden
uitbetaald.”

„Zijt gij krankzinnig?” vroeg inspecteur Baxter.

„Ik hoop het niet,” antwoordde Marholm.

„Raffles!” steunde Mr. Geis.

Die naam werkte als een bliksemstraal op de beide politie-


ambtenaren.

„Wat zegt gij?” vroeg Baxter, terwijl hij op hem toetrad.

„Ik vermoed, dat het Raffles is geweest, die de millioenen heeft


gestolen!”

„Gisteren dreeft gij er nog den spot mee,” sprak inspecteur Baxter,
„en tot uw voldoening kan ik u verklaren, dat mijn secretaris Marholm
er evenzoo over dacht als gij. Nu blijkt dus dat de heer John Govern
een en dezelfde persoon is als de door ons gezochte meesterdief!

„Laat detective Schultz binnenkomen!”


Detective Marholm bracht zijn collega, een Duitscher van geboorte,
binnen en inspecteur Baxter liet dezen nogmaals het wonderlijke
verhaal doen betreffende de uitbetaling der gelden in de
Balfourstraat.

Toen de detective zijn verhaal geëindigd had, sprak Baxter:

„Het is reeds twaalf uur en de courantenjongens schreeuwen reeds


een uurlang hun berichten omtrent den diefstal der millioenen uit,
maar geen der depositohouders verschijnt op de Bank om zijn geld
op te eischen.

„Dus de zaak moet inderdaad waar zijn. Laat ons naar de


Balfourstraat gaan.”

Hij wendde zich tot Mr. Geis, die zich gereedmaakte, om het bureau
te verlaten en sprak:

„Ik denk, dat u er belang bij hebt om deze vreemde zaak verder te
onderzoeken. Ik hoop, dat gij met ons mee zult gaan.”

„Natuurlijk,” sprak Mr. Geis, „ik ga met u mee!”

De politie-inspecteur verliet met verscheidene beambten en Mr. Geis


de Bank, om zich naar de Balfourstraat te begeven.

Reeds van verre zag hij een groote volksmenigte om het gebouw
staan. Slechts met moeite baande hij zich met zijn begeleiders een
weg tot het huis.

Toen de inspecteur aan de deur kwam, bracht Charly Brand hem


persoonlijk naar de kamer, waar Raffles [26]stond en bezig was, den
laatsten schuldeischer zijn tegoed uit te betalen.
„Daar staat Raffles,” sprak Mr. Geis, terwijl hij met zijn hand op den
grooten onbekende wees.

„Arresteer hem, heer inspecteur!”

Raffles stond in elegant gezelschapstoilet bij de tafel met de


linkerhand in zijn broekzak, in de rechterhand zijn onafscheidelijke
cigarette.

Hij glimlachte spottend, toen hij Mr. Geis zag binnenkomen en met
een beleefde buiging keek hij inspecteur Baxter en detective Marholm
aan.

Charly Brand stond met gespannen belangstelling naar het tooneeltje


te kijken, tusschen Raffles en de binnenkomenden staande.

„Goeden dag, heer inspecteur,” riep Raffles, „ik heb al op u gewacht!”

Baxter bleef aarzelend staan, toen hij Raffles zag en ook de


detectives durfden nauwelijks binnenkomen. Zij dachten, dat Raffles
een revolver op hen af zou schieten.

„Weest onbezorgd, heeren,” riep Raffles, die hun angst opmerkte. „Ik
zei u reeds, dat ik u verwacht had.”

„Dat is de grootste onbeschaamdheid, die ik ooit heb beleefd,” riep


Mr. Geis uit. „Deze kerel durft ons bespotten! Leg hem de boeien
aan, heer inspecteur en acht u gelukkig, dat het u is gelukt, dit
gevaarlijk sujet eindelijk onschadelijk te maken.”

Raffles klopte lachend de asch van zijn cigarette. Daarop vervolgde


hij op kalmen toon:

„Gij hebt gelijk, Mr. Geis, ten minste als gij de woorden, die gij
zooeven hebt gesproken, niet op mij, maar op uzelf toepast.”
Mr. Geis verbleekte.

Raffles merkte dit op, evenals inspecteur Baxter en daar deze laatste
wel wist, dat de groote onbekende zijn slachtoffers alleen zocht onder
schurken met glacé’s en hoogen hoed, wachtte hij met gespannen
aandacht op dat, wat de beschuldigde nu zou antwoorden.

„Veroorloof u geen brutaliteiten!” riep Mr. Geis woedend, terwijl zijn


gelaat blauwrood werd.

Onbeweeglijk als een marmeren beeld keek Raffles den


bankdirecteur aan, wierp het overschot van zijn cigarette weg, stak
op zijn dooie gemak een versche aan en antwoordde:

„Ik moet den heer inspecteur eens even uitleggen, wie gij zijt. Kijk
dien man eens goed aan, mijnheer Baxter. Tien jaar geleden bedroog
hij mij, zoodat ik mijn geheele vermogen kwijtraakte. Vier en een half
millioen pond sterling. Klopt dat?”

Hij wendde zich tot Geis.

Deze schudde ontkennend het hoofd:

„Een leugen, heeren! Een leugen! De kerel liegt, ik ken hem niet!”

Raffles zocht in zijn borstzak en haalde daaruit een document te


voorschijn, dat door Mr. Geis was onderteekend.

„Misschien is dit ook een vervalsching?” vroeg hij.

„Ja!” hijgde de bankdirecteur. „Ja zeker! Ik weet niet wat dat is, ik heb
dat stuk nooit onderteekend!”

„Luister eens, heer inspecteur, wat dit schrijven behelst:


Hierbij verklaar ik, dat ik Lord Edward Lister aanstel bij de Lincoln-Bank en
hem bevel geef, de bij de Bank berustende gelden uit de brandkasten te
nemen en met mij te deelen.

CHARLES GEIS,
zich noemende STEIN.”

Raffles had met duidelijke en langzame stem den inhoud van het stuk
voorgelezen en gaf het nu over aan den inspecteur van politie.

Mr. Geis leunde zoo bleek als een lijk tegen den muur. Zijn knieën
knikten, want hij begreep, dat hij het spel verloren had.

Inspecteur Baxter had het stuk gelezen en sprak verbaasd tot


Raffles:

„Waarom hebt gij echter de gelden, die bij de Bank gedeponeerd


waren, gestolen?”

„Dat moest ik doen,” antwoordde Raffles, „want anders zou deze


kerel het met een handlanger van hem te zamen hebben gedaan en
dan waren de millioenen voor eeuwig verdwenen geweest.

„Zooals gij ziet, heer inspecteur, nam ik de gelden alleen met het doel
om ze aan de rechtmatige eigenaars te doen toekomen. Hierbij
overhandig ik u de quitanties van de menschen die hun geld aan
dezen schurk hadden toevertrouwd en tevens de boeken der Bank.

„Mijn werk is afgeloopen, ik heb de millioenen gestolen voor een


goed doel. Vaarwel!”

Bliksemsnel wendde Raffles zich om naar een deur, die zich achter
hem bevond, opende deze en eer iemand der aanwezigen het hem
kon beletten, had hij de deur achter zich gesloten en gegrendeld en
was verdwenen.

You might also like