Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Uygarl■■■n Do■usunda Din

Çatalhöyük Örne■i 1st Edition John


Fred Ian Hodder
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/uygarligin-dogusunda-din-catalhoyuk-ornegi-1st-editio
n-john-fred-ian-hodder/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Çatalhöyük Leopar■n Öyküsü 3rd Edition Ian Hodder

https://ebookstep.com/product/catalhoyuk-leoparin-oykusu-3rd-
edition-ian-hodder/

John Rebus - 02 Esconde-Esconde 1st Edition Ian Rankin

https://ebookstep.com/product/john-rebus-02-esconde-esconde-1st-
edition-ian-rankin/

John Rebus 01 Nós e cruzes 1st Edition Ian Rankin

https://ebookstep.com/product/john-rebus-01-nos-e-cruzes-1st-
edition-ian-rankin-2/

John Rebus 01 Nós e cruzes 1st Edition Ian Rankin

https://ebookstep.com/product/john-rebus-01-nos-e-cruzes-1st-
edition-ian-rankin/
John Rebus - 01 Nós e cruzes 1st Edition Ian Rankin

https://ebookstep.com/product/john-rebus-01-nos-e-cruzes-1st-
edition-ian-rankin-3/

Kara Ayin Apokaliptik Din ve Ütopyan■n Ölümü 1st


Edition John Gray

https://ebookstep.com/product/kara-ayin-apokaliptik-din-ve-
utopyanin-olumu-1st-edition-john-gray/

Droga do odkupienia 1st Edition John Hart

https://ebookstep.com/product/droga-do-odkupienia-1st-edition-
john-hart/

Lições 1st Edition Ian Mcewan

https://ebookstep.com/product/licoes-1st-edition-ian-mcewan-2/

Ravage 1st Edition Ian Manook

https://ebookstep.com/product/ravage-1st-edition-ian-manook/
3397 1 ALFA I CORPUS 1 2

UYGARLIGIN DOGUŞUNDA DİN

JOHN FRED - IAN HODDER


Lynn Meskell, L eRon Shults,J. Wentzel van Huyssteen,
Harvey W hitehouse, lan Hodder, Maurice Bloch, Peter Pels,
Webb Keane, Paul K. Wason, Carolyn Nakamura

DiLEK ŞENDIL
1979 yılında Kadıköy Maarif Kolejini bitirdi. Kadıköy Yabancı Diller
Yıiksekokulu ve İstanbul Üniversitesi Amerikan Edebiyatı Bölümünde
okudu. Çeviri serüvenine 1982 yılında yayımlanan Enid Blyton'ın Ce­
sur Hafiyeler adlı kitabıyla başladı. Bugüne değin pek çok çevirisi ya­
yımlandı. Dilimize kazandırdığı kitaplar arasında, &/kanlarda Kaynayan
Kazan (Robert D. Kaplan), Bağımsızlık Günü (Richard Ford), Modern
Yunanistan Tarihi (Richard Clogg), Balkan/an Tahayyül Etmek (Maria
Todorova), Felicia'nın Yolculuğu (William Trevor), Mara ile Damı (Doris
Lessing), Ölümsüzlük ve Pi/grim (Timothy Findley), Salome Urena Oulia
Alvarez), Scipio'nu Düşü (lain Pears), Çata/höyük: Leopann Öyküsü (lan
Hodder), Mitlerin Kısa Tarihi (Karen Armstrong), Atlas'ın Yükü Oeanette
Winterson), Dehşet Miğferi (Viktor Pelevin) ve Güvercin Tüneli Oohn Le
Car re) sayılabilir.
Uygarlığın Doğıtııtnda Din
© 2017, ALFA Basım Yayım Dağııım San. ve T ic. Ltd. Şti.

Religion in Tlıe Emergenct of Civilization: Çatallıöyiilt aı a Caıe Stıtdy


© 201 O, Canıbridge University Press

Kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Hakları Ajans aracılığıyla Alfa Basını Yayım
Dağıtım Ltd. Şti.'ne aittir. Tanıtını amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa
alıntılar dışında. yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla
çoğ.ıltılanıaz. Eser sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak


Genel Müdü r Vedat Bayrak
Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu
Çeviri Dilek Şendi!
Kapak Tasarımı Füsun Turcan Elmasoğlu
Sayfa Tasarımı Merve Demirci

ISBN 978-605-171-727-2
1. Basım: Mayıs 201H

Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
8 Bayrampaşa-İstanbul
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No:
Tel:0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29
Sertifika no: l 20HH

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.


Alemdar Mahallesi T icarethane Sokak No: 15 3411O Cağaloğlu-İstanbul
Tel: 0(212) 511 53 03 (pbx) Faks: 0(212) 519 33 00
www.alfakitap.com - info@alfakitap.com
Sertifika no: 10905
JOHN FRED - IAN HODDER

UYGARLIGIN
DOGUŞUNDA DİN
ÇATALHÖYÜK ÖRNEGİ

Çeviren: Dilek Şendil

ALFA
Hodder'ın Leoparın Öyküsü kitabından yapılan alıntılar gözden geçiri­
lerek aktarılmıştır -çn.
Bu kitabın dayandığı proje John Templeton Vakfının
bağışlanyla desteklenmiştir.
İçindekiler

1 Çatalhöyük'te Din İncelemesi: Disiplinlerarası Bir Deney 13


lan Hodder
2 Bölgesel bağlamda Çatalhöyük'te sembolizm 52
lan Hodder ve Lynn Meskell
3 Spiritüel dolanıklık: Çatalhöyük'te dinsel sembollerin
dönüşümü 105
LeRon Shults
4 Görünmeyeni kodlamak: Çatalhöyük'te epistemik sınırlamaları
ve sembolik davranışı anlamak 139
J. Wentzel van Huyssteen
5 Çatalhöyük'te Dindarlık Kipleri 169
Harvey W hitehouse ve lan Hodder
6 Çatalhöyük'te din mi var, yoksa sadece evler mi? 200
Maurice Bloch
7 Tarih evleri: Çatalhöyük'te mimari inceliklerin yeni yorumu 222
lan Hodder ve Peter Pels
8 Belirginlik, Yokluk, Alışkanlık: Çatalhöyük'te Neolitik
din yaklaşımları 253
Webb Keane
9 Çatalhöyük'te "din"in zamansallıkları 296
Peter Pels
10 Çatalhöyük'ün Neolitik kozmosu 359
Paul K. Wason
11 Çatalhöyük'te büyülü birikintiler: Zaman ve mekıin
meselesi mi? 401
Carolyn Nakamura
12 Sonuçlar ve değerlendirme 441
lan Hodder
Dizin 471
ŞIKILLIR ft TilLOLil.

Şekiller
1.1 Anadolu ve Ortadoğı.ı'dalci başka yerleşmelerle ilişkili
Çatalhöyük'ün tarih/emesi. 17
1.2 Anadolu ve komşu bölgelerdeki Neolitik yerleşmelerin haritası. 18
1.3 James Mellaart tarafından 1 960'/arda yürütülen Çatalhöyük
kazılanndan bir görünüm. 18
1.4 Kazısı Mellaart tarafından yapılan Seviye VIB'den "Tapınak"
10 rekonstrüksiyonu. 19
1.5 Şimdiki proje kapsamında Bina 5'teki kazı. 20
1.6 Çatalhöyük'teki kazı alanlan. 21
1.7. 4040 Alanındaki binalar. 23
1 .8. 4040 Alanındaki korungan. 24
1.9 Güney korungan kazısı. 25
2.1 Çatalhöyük'ten bir geyiğe sataşılıp kızıştınlmasırıı gösteren
duvar resmi. 57
2.2 Çatalhöyük'te bulunan bir taş fi.gür. 57
2.3 Adıyaman-Kilisikten bir taş fi.gür. 59
2.4 Göbekli Tepeden oymalı bir taş dikme. 62
2.5 Göbekli Tepeden bir oyma. 63
2.6 Göbekli Tepeden bir taş dikme. 67
2.7 Çatalhöyük'teki Bina 77'nin kuzeydoğu köşesindeki kaidelerde
yabanboğası boynuzlan. 76
2.8 Çatalhöyük'te 4040 Alanındaki süprilntüden iki ucunda insan
yüzleri ve her iki tarafında boğa kafalan olan çömlek. 78
2.9 Çatalhöyük'te IST Alanından kil heykeldk. 86
3.1 Çatalhöyük'ten akbaba ve kafasız insan cesedi duvar
resimlemeleri. 1 75
7.1 Bina 5. 228
7.2 Aynntılanma göstergesi ile binalann toplam iç alanlan arasındaki
ilişki. 230
7.3 Şimdiki proje kapsamında kazılan binalarda aynntılanma göstergesi
ile ana odalann iç alanı arasındaki ilişki. 231
7.4 Binalarda ayrıntı/anma göstergesi ile ana odalann iç alanı
arasındaki ilişki. 232
7.5 Bir konumda yapılann zaman içindeki sürekliliti
canlandıran iirnek. 234
7.6 Binalarda aynntılanma giistergesi ile ana odalann iç alanı
arasındaki ilişki, yenilenen bağımsız binalann ardıllıklan. 235
7. 7 Şimdiki proje kapsamında kazılan binalarda aynntılanma
giistergesi ile giizlü depolama alanı arasındaki ilişki. 236
7.8 Şimdiki proje kapsamında kazılan binalarda ana odalann
alanlanyla yan odalar ve Mellaart'ın kazılanndan bu çalışmaya
dahil edilenler arasındaki ilişki. 237
7. 9 Aynntılanma giistergesi ile ana mekllnın kapladığı binanın toplam
alanının yüzdesi arasındaki ilişki. 239
7.10 Daha aynntılı binalarda daha çok ambar ve üretim alanı olsaydı,
aynntılanma giistergesi ile ana mekllnın kapladığı binanın
toplam alanının yüzdesi arasında olduğıı tahmin edilen ilişki. 240
7.1 1 Şimdiki projede kazılan bina dizinlerinde aynntılanma giistergesi
ile ana mekllnın kapladığı binanın toplam alanının yüzdesi arasındaki
gerçek ilişki. 242
7. 12 Kısmen Mellaart tarafından kazılan bina dizinlerinde aynntılanma
gôstergesi ile ana mekllnın kapladığı binanın toplam alanının
yüzdesi arasındaki ilişki. 243
7.13 Şimdi projede kazılan bina dizinlerinde aynntılanma giistergesi ile
ana mekllnın kapladığı binanın toplam alanının yüzdesi arasındaki
ilişki. 243
8.1 Bina 52'nin duvanndaki boga kafatası diişeminin üzerine dizilmiş
boya boynuzlan, Çatalhöyük. 271
8.2 Cenaze şôleni için manda kurban edilmesi, Batı Sumba. 274
8.3 1 980'lerin ortasında Batı Sumba'da bir evin ön verandasında
geçmiş şiilenlerin andaçlan sergileniyor. 275
8.4 Batı Sumba'da günümüze ait bir taş mezar üstüne tasvir edilmiş
manda boynuzlan. 277
10.1 Güney Alanında Bina 65.388
1 1.1 Alan 4040 planında Hodder'ın yeni aşamalan. 424
1 1 .2 Güney Alanının planı. 425
1 1 .3 (1 3342) Yer 122'deki Bina 56'da bulunan topak. 426
1 1.4 (16492) Bina 77'nin çökme/imha sırasında üzeri kapanmış
zemindeki topak ile güneybatı platformunun Cinündeki geyik
boynuzu. 431
1 1 .5 (13359) Bina 65'in üst zeminine yerleştirilmiş nesneler. 434
12.1 Çatalhöyük'ün sosyal ve dinsel sürecinde şiddetin rolünün bir
yorumu. 461

Tablolar

5.1 Dindarlık kiplerinin karşılaştınlması 1 75


1 1 . 1 Karma birikintiler 419
1 1 .2 Geyik Boynuzu Birikintileri 421 )
Katkıda Bulunanlar

Maarice Bloch
London School of Economics, Antropoloji Bölümü (emekli). Konuya
ilişkin yayınladığı iki çalışma: How We Think They Think: Anthopological
Approaches to Cognition, Memory, Literacy (1998) ve Prey into Hunter:
The Politics of Religious Experience (Cambridge University Press, 1992).

lanHodder
Stanford Üniversitesi, California, Antropoloji Bölümü. Yakın tarihte
Royal Anthropology Institute tarafından Huxley Medal ödülüne layık
görüldü, Çata/höyük: Leoparın Öyküsü: Türkiye'nin Antik Kasabasının
Gizemleri Günışığına Çıkıyor (2006) yazarı.

WebbKeane
Michigan Üniversitesi, Ann Arbor, Antropoloji Bölümü. Guggenheim
üyesidir, yazdığı başlıca kitaplar arasında Signs of Recognition: Powers
and Hazards of Representation in an Indonesian Society (1997) ve Between
Freedom and Fetish: Converting to Christian Modernity (2006) sayılabilir.

LymıMeskell
Stanford Üniversitesi, California, Antropoloji Bölümü. Journal of Soci­
al Archaeology dergisinin editörüdür, yakın zamanda yayın yönetmen­
liğini üstlendiği iki kitap: Cosmopolitan Archaeologies (2009) ile Archae­
ologies of Materiality (2005).

Carolyn Nakamura
Stanford Üniversitesi, California, Arkeoloji Merkezi. Yeni-Asur hey­
kelcik birikintileri üstünde doktorasını Columbia Üniversitesinde yap­
tı, halen Çatalhöyük'teki heykelcikler üstünde çalışıyor.

Peter Pels
Leiden Üniversitesi, Hollanda, Sosyal ve Davranışsal Bilimler Bölümü.
Lynn Meskell ile birlikte Embedding Ethics (2003) başlıklı çalışmanın
editörlüğünü üstlendi. Sahra-altı Afrika antrolopojisinde uzmandır
ve halen European Association of Social Anthropologists yayın organı
olan Social Anthropology/Anthropologie Social genel yayın yönetmenli­
ğini yürütür.

LeRon Shults
Agder Üniversitesi, Kristiansand, Norveç, Din, Felsefe ve Tarih Ens­
titüsü. Princeton Üniversitesinde doktora yaptı, yazdığı birçok kitap
arasında The Postfoundationalist Task of Theology (1999) ve Reforming
Theological Anthropology: A�er the Philosophical Turn to Relationality
(2003) sayılabilir.

J. Wentzel vanHuyasteen

Princeton Üniversitesi, Princeton Teoloji Bölümü. Yakın tarihte Edin­


burgh Üniversitesinde Gifford üstüne dersler verdi. Kitapları arasında
Alone in the World? Human Uniqueness in Science and Theology (2006)
da yer alır.

PaulK. Wuon
John Templeton Vakfı, West Conshohocken, Pennsylvania. Eşitlik,
sosyal evrim ve arkeolejik kuram üstüne yaptığı araştırmalara dayana­
rak The Archaeology of Rank (Cambridge University Press, 1994) adını
verdiği, Çatalhöyük'ten gelen verilerin çözümlemesini de içeren kitabı
yazdı.

Harvey Whitehouae
Oxford Üniversitesi, Antropoloji Bölümü. Malenezya dini konusunda
uzmandır, ayrıca Oxford Üniversitesi bünyesinde Centre for Anthro­
pology of Mind'ın kurucu başkanıdır. Kitapları arasında Modes of Re­
ligiosity: A Cognitive Theory of Religious Transmission (2004) sayılabilir.
1

ÇATALHÖYÜK'TE DİN İNCELEMESİ:


DİSİPLİNLERARASI BİR DENEY

IAN HODDER1

B
u kitabın amacı karmaşık toplumların ortaya çıkı­
şında doğabilimciler, arkeolog, antropolog, filozof
ve teologların kılavuzluğunda spiritüellik ile ritüel­
lerin rolüne ilişkin disiplinlerarası görülmedik, araziye daya­
lı bir çalışma ortaya koymaktır. Projenin başından sonuna,
2006'dan 2008 yılına kadar Türkiye'nin ortasında Çatalhö­
yük'te ve Stanford Üniversitesindeki seminerlerde üyeler
her yaz bir hafta boyunca toplandılar. Sahada ekiple konu­
şup elde edilen verilerin projeye yönelik belli başlı soruları
nasıl aydınlatabileceğini tartıştıkları özel laboratuvarlarda
zaman geçirdiler. Projenin sonuna doğru üyeler kimi tek
başına kimi ortaklaşa bu kitabın bölümlerini yazmayı üst­
lendi. Ortaya çıkan kitap bambaşka çevrelerden gelen bilim
insanlarını Çatalhöyük'te "mala başında" çabalayan arkeo­
loglarla birlikte çalışmak üzere bir araya getirerek edinilen
bir deneyimin sonucudur. Tartışmalarımız sırasında pek

Böyle alışılmadık bir sorumluluğu büyük bir hevesle üstlenen John


Templeton Vakfı ile projeye katılanlara, bu kitabın dayandığı projeye
gösterdikleri destekten dolayı teşekkür borçluyum. Ayrıca uzun soluk­
lu araştırmalarıyla projeyi inşa etmeyi başaran Çatalhöyük Araştırma
Projesinin bütün üyelerine ve özellikle Shahina Farid'e minnettarım.
Birçok ismi saklı hakemin de yararlı tavsiyeleri oldu, Lynn Meskell'a da
ışık tutan katkılarından dolayı minnet borçluyum.

13
UYGARLl�IN DMU$UNDA DiN

çok katılımcının başlıkta yer alan din" ve "uygarlık" terim­


lerinin tırnak içinde verilmesini yeğlediği görüldü: Bu konu
hem bu bölümde hem 12. Bölümde ele alınmaktadır. Ancak
bu terimleri kullanmanın zorluğu ve kullanımları konusun­
da disiplinlerarası uzlaşma olmasa da verimli bilgi alışverişi
Anadolu ve Ortadoğu'da gerek Çatalhöyük'ü gerek Neolitik
dönemi yorumlamaya yeni anlayışlar kazandırdı.

PROJEYE GİRİŞ

Holosen çağın başlangıcından yaklaşık 140.000 yıl önce


anatomik açıdan modern insanlar küçük gruplar halinde
görece gezgin avcı-toplayıcı olarak yaşarlardı. Derken MÖ
12.000'den görece kısa bir zaman sonra insanlar gruplar ha­
linde yerleşik hayata geçmeye, tarım yapmaya ve "uygarlık"
ile çağrışım kurduğumuz pek çok adım atmaya başladılar.
Bu geçişin sebebi ağırlıklı olarak iklim değişikliği, nüfus
artışı, ekonomik ve ekolojik etmenlerdir; öte yandan top­
lumsal ve bilişsel etmenler de giderek daha çok göz önüne
alınmaktadır (Bender 1978; Hayden 1990; Renfrew 1998) .
Taslak çalışmanın amacı bu önemli geçiş sürecinde spiritüel
yaşantının ve dinsel törenlerin ne ölçüde rol oynadığını in­
celemektir.
Orta Türkiye'de yer alan Çatalhöyük'te (MÖ 7400-6000)
süregelen kazıların amacı, böyle önemli bir yerleşmeyi ince­
leyerek "uygarlığa" doğru atılan ilk adımları ve oradaki sa­
natı, sembolizmi, ritüelleri anlamaktır. Yerleşme en erken
evcil bitkilerden birkaç bin yıl sonra, genellikle "uygarlık"
terimiyle ilişkilendirilen Mezopotamya ve Mısır kentleri ve
devletlerinden birkaç bin yıl önce görülür. Çok geniş arazisi
(137 dönüm), incelikli anlatı sanatı, evlerde yer döşemeleri­
nin altında ortaya çıkan gömüleri ve olağanüstü muhafaza
koşulları yerleşmenin hem erken yerleşik tarım hayatını (Ca­
uvin 1994; Mithen 2003) hem de yerleşik köylerden kentsel

14
ÇATALHÖYÜ K'TE Di N İNCELEMESİ: O İS İPLİN LERARASI BİR OENEY

toplaşmalara uzanan genel süreci anlamanın anahtarı nokta­


sında yer aldığı anlamına gelir.
İnsan toplumunun gelişiminde başlama anı genellikle ya­
kın işbirliği içinde çalışan arkeologlarla doğabilimciler tara­
fından araştırılır. Aslında tarihöncesinin bu dönemi, örneğin
paleo-iklimbilimciler, polen analizi uzmanları ve arkeologlar
arasındaki etkileşim sayesinde nitelenir. Yerleşik hayatın do­
ğuşu bilimsel ve antropolojik tartışmanın alanına girer. Yakın
zamanda yapılan çalışmalar giderek akıl, içerik, sembol, ritü­
el ve dinin önemine dikkat çekerler (örn. Cauvin 1994; Do­
nald 1991; Hodder 1990; Renfrew 1998; Verhoeven 2002).
Öte yandan din antropologları, filozoflar ve teologlar arasın­
da yaygın bir tartışma sürmektedir. Bu kitap böyle bir diyalog
yaratmaya, ama bunu belli bir yerleşim yerinden gelen bulun­
tuları ayıklayarak somut bir şekilde yapmaya çalışır.

PROJENİN TARİHÇESİ VE GEÇMİŞİ


Bu çalışmanın odak noktası olan Türkiye'nin İç Anadolu
bölgesindeki Doğu Çatalhöyük (MÖ 7400-6000) Anadolu
ve Ortadoğu'nun en iyi bilinen, Doğu Akdeniz'de geç Çanak
Çömleksiz ve onu izleyen Çanak Çömlekli Neolitik dönem­
lerin aşağı yukarı çağdaşı Neolitik yerleşmelerinden biridir
(Şekil 1.1 ve 1.2). Geniş bir araziye yayılması (137 dönüm ve
3500-8000 insan), 1400 yılı aşkın bir süre ikamet edilmiş 18
seviyesi, duvar resimleri, kabartmalar, heykeller ve döşemler
biçiminde görülen "sanat" ürünlerinin yoğunluğu sayesinde
ünlenmiştir. Anadolu genelinde, özellikle Orta Anadolu'da
yakın tarihte yürütülen araştırma Çatalhöyük'e yol açan ve
önceden işaret eden ardıl yerel olguları gözler önüne sermek­
tedir (Baird 2007, 2008; Gerard ve Thissen 2002; Özdoğan
2002). Güneydoğu Türkiye'de Çayönü (Özdoğan ve Özdoğan,
1998) ile Göbekli Tepe (Schmidt 2001) diye bilinen erken köy
yerleşmeleri halihazırda azımsanmayacak ölçüde toplaşma ve

15
U Y GA R L l � I N D M U S U N DA D i N

incelikli sembolizm gösterirler. Orta Anadolu'da Aşıklı Höyük


(Esin ve Harmankaya 1999) ise Çatalhöyük'ten önceki binyıl
boyunca çok sıloşık ev kümelerine sahiptir. Aynca Orta Ana­
dolu'da, Burdur Göller yöresine komşu Çatalhöyük ile çağdaş
ya da lasmen çağdaş olduğu bilinen daha başka yerleşmeler
de vardır (Duru 1999; Gerard ve Thissen 2002). Ne var ki Ça­
talhöyük oradaki sanatın karmaşık anlatı özelliği nedeniyle
özel bir önem taşımakta, yapılan çok sayıda sentez (öm. Ca­
uvin 1994 ya da Mithen 2003) tarafından) yerleşmeyi özel bir
yere oturtmaktadır. Ortadoğu'nun erken Neolitik ve daha geç
(tarihsel) dönemlerindeki sembolizmin büyük bölümünü Ça­
talhöyük'teki bulgular çerçevesinde "okumak" mümkündür,
zaten bu yerleşmeden gelen zengin bulgular başka yerleşme­
lerdeki bulguların yorumlanmasını sağlamaktadır.
Ören yerinde ilk kazılara James Mellaart (öm. 1967)
1960'larda başladı (Şekil 1.3 ve 1.4). 1965'ten sonra sahipsiz
kalmıştı, ama 1994 yılında Hodder tarafından yeni bir proje
başlatıldı (Hodder 1996, 2000, 2005a, b, c, 2006, 2007). Her
iki projeyle höyüğün yalnızca 35 kadarı kazılmakla birlikte
yüzey araştırması, yüzey toplaması, jeofizik tarama ve yüzey
kazıma yöntemleri kullanılarak bütün höyük örneklendiril­
miştir (bkz. Hodder, 1996 raporları). Yürümekte olan projede
şimdiye kadar 166 ev Mellaart tarafından kazılmıştır. Yer­
leşmenin başlıca mimari bileşenleri, aralarındaki süprüntü
alanlan ya da mezbelelikleriyle, yoğun bir şekilde kümelenmiş
evlerdir. Sanat ve sembolizm ile gömütlerin tamamı evlerin
içerisinde ortaya çıkmaktadır. Bütün evlerin hem çöplük alan­
larında hem damlarında üretim faaliyetlerine ilişkin bulgular
vardır. Örneklemelerden hiçbiri büyük kamu binalarına, tören
merkezlerine, üretime ya da mezarlıklara özel alanlara işaret
etmez. Çeşitli teknikler kullanılarak ve bir zaman aralığında
ikamet edilen evlerin sayısına ilişkin çeşitli varsayımlarda bu­
lunularak yerleşimin nüfusu belli bir zaman (3500 ile 8000)
aralığında titizlikle tahmin edilmiştir (Cessford 2005).

16

� .,,
co"ö
] ö�
.a <

;Kta1ı
J UUHt{U'I l Ü
- Ü �
10 �
() o
'1 � � � � � � § � �
� g
:il �
1.1 Anadolu ve Ortadoğu'daki başka yerleşmelerle ilişkili Çatalhöyük'ün
tarihlendirilmesi. Kaynak: Craig Cessford ve Çatalhöyük Araştırma Projesi)

17
1.2 Anadolu ve komşu bölgelerdeki Neolitik yerleşmelerin haritası.
Kaynak: Eleni Asouti. Haritada Anadolu ve Ortadoğu'nun en bilinen
bölgelerindeki başlıca Neolitik ve Epipaleolitik yerleşmelerden bazıları
görülmektedir. 1. El Kowrn, 2. Bouqras, 3. Ebu Hureyra, 4. Mureybet, 5.
Cerfu'l Ahmer, 6. Dja'de, 7. Halula, 8. Göbekli Tepe, 9. Biris Mezarlığı, 10.
Söğüt Tarlası, 11. Nevalı Çori, 12. Gritille, 13. Cafer Höyük, 14. Çayönü,
15. Boytepe, 16. Hallan Çemi, 17. Demirci, 18. Nemrik, 19. Zavi Çemi
Şanidar (Paleolitik- Epipaleolitik), 20. Kermezdere, 21. Gedikpaşa, 22.
Aşıklı Höyük, 23. Musular, 24. Yellibelen Tepesi, 25. Kaletepe, 26. Can
Hasan, 27. Pınarbaşı A & B, 28. Çatalhöyük, 29. Erbaba, 30. Suberde, 31.
Öküzini (Epipaleolitik), 32. Bademağacı, 33. Höyücek, 34. Hacılar, 35.
Kuruçay (Asouti 2005).

1.3 James Mellaart tarafından 1960'larda yürütülen Çatalhöyük kazıların­


dan bir görünüm. Kaynak: lan Todd ve Çatalhöyük Araştırma Projesi.
J

18
ÇATALHÖYÜ K'TEDiN iNCELEMESi: DISIPLİNLERARASI BiRDENEY

40 VI.A. Tapmak 1 O'un kuzey ve batı duvarları onarıldı

1.4 Kazısı Mellaart tarafından yapılan Seviye VIB'den "Tapınak" 10 re­


konstrüksiyonu. Kaynak: James Mellaart ve Çatalhöyük Araştırma Projesi
)

Çatalhöyük'te her ne kadar 166 ev kazılmış olsa da şimdiki


proje kapsamında modern bilimsel teknikler kullanılarak sa­
dece 18 yapıda tam kazı yapılmış bulunmaktadır (Şekil 1.5).
Diğer yapıların çoğunda kısmen kazı çalışmaları yapılmış
olmasına rağmen bu yapılar halkın ziyaretine açıldığından
bu çalışmalar tamamlanmamıştır. 1960'larda yürütülen kap­
samlı kazıların tamamı elemeden geçirilmeksizin, kayıtlar
sınırlı tutularak ve hiçbir (radyokarbon tarihleme dışında)
bilimsel analize yer verilmeksizin yapılmıştı. Sonuçta, höyü­
ğün yalnızca %5'i kazılmış ve evlerdeki kazının çok küçük bir
bölümünün tamamlanmasıyla sonuçlanmış bulunmaktadır.
Şimdiki projenin ilk aşamasında (1993-5) bölge araş­
tırmasına, planlamaya ve höyüklerin yüzeyini incelemeye,
yüzey toplamasına, daha önceki kazı açmalarının aşınmış
profillerinin çizimine ve jeofizik taramaya odaklandık. Aynı
zamanda Mellaart'ın kazıp çıkardığı müzelerdeki materyali
yeniden değerlendirdik (Hodder 1996).

19
U Y G A R L 1 a 1 N D M U S U N DA D İ N

1.5 Şimdiki proje kapsamında Bina S'teki kazı.


Kaynak: Jason Quinlan ve Çatalhöyük Araştırma Projesi:)

Saha çalışmasının ve bunun yayımlamasının ikinci aşama­


sında (1996-2002), araştırmanın amacı tek tek yapılar üze­
rinde yoğunlaştı. Doğu Höyüğünde başlıca iki alanda kazı
yaptık (Şekil 1.6). Dolgu birikimi süreçlerini ayırt etmek ve
tek tek evlerin işlevini anlamak için Doğu Höyüğünün kuzey
alanında yapılar içerisinde en ince ayrıntısına kadar kazılar
yapmaya ağırlık verdik (Bina 1 ve 5 ile BACH Alanında Bina
3). Güney Alanında yerleşmenin genel ardıl seviyelerini anla­
mak, tek tek evlerin zaman içerisinde nasıl yeniden inşa edil­
diğini ve yeniden kullanıldığını görmek için çalışmalarımızı
Mellaart'ın kazdığı açmalarda sürdürdük. Eşzamanlı olarak
paleo-çevresel çalışma yürütüldü (Roberts vd 1999), bölge
araştırmaları sürdürüldü (Baird 2002) ve Batı Çatalhöyük'ün
geç Kalkolitik höyüğünde kazılar yapıldı (Şekil 1.6). Çalışma­
nın bu ikinci aşaması için monografilerin yayımlanması
2007'de tamamlandı (Hodder 2005a, b, c, 2006, 2007). Pro­
jede yararlanılan yöntemler bir kitapta toplanıp daha önce
yayımlanmıştı (Hodder 2000).

20
ÇATA L H ÖYÜ K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E RA R A S I B i R D E N EY

Doğu Höyüğü
Kazı
Evi
Deney
Batı ffövıii.iirıii
1'-&- Evi
Bekçi
Evi
� tuMyel (Selçuk Üniversi1esi)

'- - -

1 .6 Çatalhöyük'teki kazı alanları.


Kaynak: Shanina Farid ve Çatalhöyük Araştırma Projesi)

Projenin üçüncü aşamasına yönelik araştırmanın hedef­


leri tek tek evler olmaktan çıkıp bütün ve daha büyük bir
topluluk yapısı olarak yerleşimin sosyal coğrafyasına yönel­
di. Kazılar 2003 yılından 2008'e, kazı sonrası çalışmalar ise
2009'dan 2012'ye kadar sürdü. Kapsamlı kazı, yerleşmenin
yeni bir alanında, özellikle höyüğün kuzey parçasındaki
4040 Alanında (Şekil 1.7) yürütüldü; 2008 yılında bu alanın
bir kısmına bir korungan dikildi (Şekil 1.8) Aynı zamanda
Güney koruganında da kazı sürdürüldü (Şekil 1.9), böylece
yerleşmenin üst seviyelerinde mimari düzenlemeyi keşfetme
ve elde ettiğimiz sonuçları yerleşmenin bu alanında Mella­
art tarafından yapılan çalışmalara bağlama olanağı bulduk.
Özellikle Poznan Üniversitesinden Arek Marciniak ile Polon­
ya Gdansk Üniversitesinden Lech Czerniak başkanlığındaki
TP ekibi ve İstanbul Üniversitesinden Mihriban Özbaşaran
başkanlığındaki IST ekibi olmak üzere, başka ekiplerin ka­
zıları yukarı seviyelerin keşfinde yol katedilmesini sağladı.

21
,
.

L
!�
1

1
1

1
1

-�;_J_Q
o 20m

1. 7 4040 Alanındaki binalar.


Kaynak: Jason Quinlan ve Çatalhöyük Araştırma Projesi;1

22
ÇATA L H ÖY Ü K " T E Di N İ N C E L E M E S 1: D i S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N E Y

Devamındaki Kalkolitik Batı Höyüğünde üç ekip (Edirne


Trakya Üniversitesinden Burçin Erdoğdu, Konya Selçuk Üni­
versitesinden Ahmet Tırpan ile Asuman Baldıran, Berlin
Üniversitesi ve SUNY Buffalo'dan Peter Beihl ile Eva Rosens­
tock başkanlığında) tarafından yürütülen kazı MÖ 6. binyıl­
daki gelişmeleri anlamaya katkıda bulundu.

1.8 4040 Alanındaki korungan.


Kaynak: Jason Quinlan ve Çatalhöyük Araştırma Projesi)

4040 Alanında, çağdaş yapılar arasındaki çeşitliliği anla­


maya odaklanıldı. Burada kazılan yeni binalar ve süprüntü
alanları höyüğün sosyal yapılanmasını daha iyi anlamamızı
sağladı. Özellikle ev gruplarının olasılıkla atalara ait aynı
gömüt evlerini paylaştıkları küçük kümelere ve daha geniş
ölçekli toplu yapıların süprüntü alanları ve/ya dar sokaklarla
(bkz. Şekil 1. 7) sınırlanmış ev kümelerine ayrıldığına işaret
eden net bulgular var artık elimizde. Yerleşmenin Güney
Alanında dikkatimizi bir ev "dizini" içindeki üst üste binalar
üzerinde topladık (tabandan yukarıya Bina 65, 56, 44 ve 10
yer almakta). Zaman içerisinde üst üste yerleştirilmiş evler

23
U Y G A R L l � I N D M U Ş U N DA D i N

(Bina 10 dizini diye bilinir) aynı grup tarafından uzun süre


mesken tutulduğunu neredeyse k.esin olarak gösteren sağ­
lam mikro-geleneklerin ve tekrarlanan uygulamalann varlı­
ğına ilişkin bulgular sağladılar. İnsana ait vücut parçalarının
yeniden dolaşıma alınması (bu yazının devamında da ele alı­
nacağı üzere) kesinlikle buradaki ikametle ilgilidir.

Din ve spiritüellik ütüne


diyaloglarm yüiitiilmesi
Çatalhöyük belki de en çok, incelikle işlenmiş sembolizmiyle
bilinir (öm. Şekil 2.1) ve bunlar sıklıkla kült, din ya da spiri­
tüellik açısından yorumlanır (Cauvin 1994; Hodder 1990;
Mellaart 1967). Bundan önceki bölümde anlatılan araştır­
manın üçüncü aşaması sırasında, John Templeton Vakfın­
dan gelen amaca yönelik fon sayesinde çalışmamızın kapsa­
mını genişleterek din ve spiritüellik hakkındaki şu dört
araştırma sorusunu değerlendirme olanağı bulduk: (1) Arke­
ologlar erken dönemlerdeki spiritüel, dinsel ve deneyüstü
olguları nasıl ayırt edebilirler? (2) Spiritüel yaşantı ve dinsel
törenlerdeki değişiklikler "uygarlık" yolundaki sosyal ve eko­
nomik değişiklikler için gerekli bir başlangıç mıdır? (3) İnsan
figürleri erken Holosen çağda ruhlar dünyasında merkezi rol

1.9 Güney korungan kazısı.


Kaynak: Jason Quinlan ve Çatalhöyük Araştırma Projesi
:)

24
CATA L HÖY Ü K ' T E D i N i N C E L E M E S i: D I S I P L I N L E RA RAS I B i R D E N E Y

mü oynar, öyleyse bu durum bitkilerle hayvanları evcilleştir­


me olanağı sağlayan insanın failliğine yeni anlayışlar mı geti­
rir? (4) Ortadoğu'da erken Holosen çağın geçiş dönemleri
sırasında şiddet ve ölüm aşkın din deneyimin odak noktası
işlevi mi görür, ayrıca bu temalar insanların ilk büyük toplaş­
malarında sosyal yaşamın kurulması açısından başlıca rolü
mü üstlenmiştir?
öte yandan tarihöncesi sembolizm ve din yorumları
üzerine yapılan çalışmalarla sık sık çağrışımlar kurulan tu­
zaklara düşmeden bu soruların cevapları nasıl verilecekti?
Yaygın yaklaşım antropoloji (örn. Binford 1971; Lewis-Wil­
liams ve Pearce 2005; Renfrew 1985) veya bilişsel bilimlere
(örn. Knappett 2005; Mithen 1998; Wynn 2002) dayalı kül­
türlerarası modeller inşa etmektir. Buna karşılık arkeologlar
yapısalcılıktan fenomenolojiye (görüngübilim) kadar çeşitli
antropolojik bakış açılarının etkisiyle derinlemesine bağ­
lamsal okuma yapmayı denemektedirler (örn. Thomas 1996;
Tıllet 1997). Bu yaklaşımların bir sakıncası veri bağlamına
duyarsız kalmaksa. diğeri de geniş karşılaştırmalardan yok­
sun kalmaktır. Kısacası ya arkeolojik veri bağlamının ya da
daha kapsamlı antropolojik terminolojinin bilgileri yetersiz
kalır. Bırakın, konuyla ilgili bütün teolojik ve felsefi bilgileri,
işin içindeki uzmanlık alanlannın derinliği göz önüne alın­
dığında, ilgili arkeolojik ve antropolojik bilginin tamamına
egemen ohnak güçtür. Öyleyse ilgili bilgileri Çatalhöyük gibi,
dolgu ve sağkalım kipi nedeniyle bilhassa zengin bağlamsal
verilere sahip bir yerleşmeyle nasıl bağdaştıracağız?
Arkeolojinin "mala başında· yapılan )'Ol'umlara odak­
lanmasını savunmuştum (Hodder 1999, 2000, 2004a). Bu
sözlerle, bilim daluıın sahada veri toplama ile sonuçların
yorumlanmasının farklı zaman ve yerlerde yürütülen apay­
rı süreçler olduğunu kabul etmekte fazla aceleci davrandığı
söylemek istiyorum. Arkeoloji yıkıcıdır (çünkü kazı sürecin­
de nesneler ile bağlamlar arasındaki ilişkileri altüst eder), bu

25
U Y G A R L I G I N D O G U S U N DA D İ N

nedenle keşif sürecinin yorumlardan ayrı tutulması ileride


yapılacak yeniden yorumlama ve verilerin denetlenmesi ola­
sılığını sınırlar. Dolayısıyla yorumun mümkün olduğunca ke­
şif anında yapılması daha iyi bir yaklaşımdır. Kazıcılar çalış­
maları sırasında yoruma elverişli olanaklara sahip olurlarsa,
bulguları yorumlamaları o kadar kolay ve seçenekleri sınama
imkanları o kadar fazla olur. Bu yaklaşım aynı zamanda kazı­
nın can alıcı ve geri dönülmez anında ilgili grupların verileri
yorumlama sürecine daha geniş katılımını sağlar.
Çatalhöyük projesi bu fikri hayata geçirmenin birçok yo­
lunu geliştirmiştir, bunların başında çok sayıda analitik uz­
manın kazı açması başındakilerle fikir alışverişinde bulunma
olanağı bulduğu "öncelikli turlar" gelir. Ören yerinde, özel
laboratuvarların bulunduğu bina da böyle elverişli bir ortam
sağlamak üzere hazırlanmıştır. Mala başında ortaklaşa yorum
yapma fikri daha geniş bir disiplin yelpazesine de yayılabilir;
hatta spiritüellik ve din ile meşgul olanlar da bunların ara­
sına katılabilir. Örneğin arkeologlar açısından, özellikle kur­
ban, adak, şölen ve değiş tokuşa ilişkin etnografik ve tarihsel
karşılaştırmalar yapmak önemlidir. Böylelikle Webb Keane'in
(1997) saha çalışmasını yürüttüğü Sumba, sığır kurban etme
ayini ve onu izleyen şölenin, aynı zamanda atalara tapınma
denen törenin yapıldığı klasikleşmiş bir yer olmuştur. Oysa
konuyla ilgili bilgiyi Keane'in yazdıklarından edinmeye ça­
lışmak yerine, Webb Keane'in kazı açmasının başına bizzat
gelmesi, belirli arkeolojik bulguların yorumuna ilişkin tartış­
malara kendi etnografik ve antropolojik bilgilerini eklemesi,
arkeologlar açısından çok daha verimli olmaz mıydı?
Böyle bir yaklaşımın başarılı olabilmesi için antropolog,
filozof ve teologların Çatalhöyük'te tartışmalara katılmaya,
yerleşmeyi ayrıntılı öğrenmeye, aynı zamanda Ortadoğu ge­
nelinde Neolitik bağlama ilişkin bir şeyler anlamaya üç yılı
aşan bir süre ayırmaları gerekti. Bu sıkıntıya seve seve ve
sabırla isteyerek katlanan, disiplinlerarası bilim insanlarına

26
CATA L H ÖY Ü K ' T E D i N i N C E L E M E S i: D I S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N EY

hep minnettar kalacağım. Bu grupta Robert Bellah, Maurice


Bloch, Rene Girard, Webb Keane, Peter Pels, LeRon Shults,
Wentzel van Huyssteen, Harvey Whitehouse ve Paul Watson
yer alıyordu. Yerleşmede ve Stanford'da kimi zaman gergin
ama çok başarılı ve verimli geçen tartışmalar, arkeoloji ekibi­
nin yerleşmeden ne anladığına bağlı olarak önemli yeni geliş­
meler katedilmesini sağladı. Başından sonuna kadar Temp­
leton bilim insanları ile arkeologlar arasındaki işbirliği çift
yönlü etkileşim olarak yürüdü. Örneğin bilim insanları gru­
bu Bina 10 dizininin daha fazlasını görmenin önemine deği­
nerek bu sayede dizinin başlangıcını ve özel temel atma et­
kinliklerini görebileceğimizi belirttiler. Böylece 2007 yılında
arkeolojik ekip önemli yeni sonuçlarla birlikte kazıya devam
etmeye karar verdi (bkz. Bölüm 7). Bilim insanlarından olu­
şan grup analitik çalışma açısından hayvansal kalıntılarla il­
gilenen ekibin kurban konusuna odaklanmasını önerdi. Ekip
de buna uyarak ertesi yıl raporunu gruba sundu. Bilimciler
grubu ayrıca toplanan bilgilerin dayanıklı ve kısa ömürlü ev­
lere göre derlenmesini istemişti. Jason Quinlan'ın bu verileri
elde etmeye yönelik yürüttüğü çalışmayla Yedinci Bölümde
anlatılan sonuçlara ulaşıldı; 2007 yılında ören yerinde bilim
grubuna sunulan veriler Peter Pels'in "tarih evleri" tanımla­
masını (bkz. Bölüm 7) getirdi ki, bu artık projenin tamamını
meydana getiren analitik çalışmanın çerçevesi olmuştur.
Bu kitap, Çatalhöyük'te Templeton destekli projenin de
odak noktasında yer alan daha önce sıraladığımız dört ki­
lit sorunun cevabını verme sürecinde katedilen ilerlemenin
ana hatlarını çizmektedir. Daha başlangıçta "din" teriminin
kullanımı ve o yöndeki yaklaşımlara ilişkin bilim insanları
arasında tam bir gerilim yaşanmıştı. Katılımcılardan bazı­
ları dinin gücünün "doğal" bir bileşen olduğunu ileri süren
teolojiyle nörobilimi birbirine bağlar gibi, görünen evren­
sel yaklaşımları benimsemeye daha istekli davranırken, di­
ğerleri "din"i belirli tarihsel koşulların içerisine gizlenmiş

27
U Y GA R L I G I N D O G U S U N DA D i N

çeşitli olguları kapsayan bir terim olarak görüyordu. Kimi


zaman, örneğin bağlamı öne çıkaran görüşü savunanlar be­
lirli şekillere girmiş evrensel eğilimler olabileceğini kabul
ettiğinde, farklı duruşların birbirine yaklaştığı oluyordu.
Ayrıca her iki taraf da din ve sekülerlik, özellikle karmaşık
olmayan toplumlarda kolay kolay ayırt edilemez noktasın­
da birbirine yaklaşmıştı. Öte yandan öngörülen örüntünün
evrensel beklentisinden tutun da belirli olanın eleştirel
incelemesine kadar verileri ele alma biçimleri farklılığını
koruyordu. "Din" bütün toplumlarda mı ortaya çıktı ya da
evrensel biçimleri var mıydı, yoksa terimin getirdiği yük di­
yalogu sekteye mi uğrattı sorularına yanıt arayan tartışma­
lar sürdü. Bu kitabın yazarları arasında da, dinin mutlaka
inancı kapsadığı yollu evrenselci bir sav ortaya atılıp atıla­
mayacağı konusunda uzlaşmazlık vardı. Bütün bu sorunlar
din üstüne yazılmış kitaplarda etraflıca ele alınmıştır, ancak
her disiplinin söylemi ve terminolojisi farklılıklar gösterir,
dolayısıyla her grubun üyeleri birbirlerinin duruşlarını an­
lamaya zaman ayırmak zorundaydı. Çeviriden kaynaklanan
güçlükler bir yana, özellikle evrenselciliğe bakış açılarındaki
farklılıklar değişmedi.
"Din" teriminin geçerli ve elverişli olması, aynı zamanda
projenin ortaya koyduğu dört soruya önerilen yanıtlara da
renk kattı. Dört soruya verilen değişik yanıtları aşağıdaki bö­
lümlerde, tartışmaların bir özetini On İkinci Bölümde bula­
caksınız. Okumakta olduğunuz bu bölümdeyse o dört soruya
ve onlarla ilgili ortaya atılan sorunlara ilişkin tartışmaların
öncesine ve başlangıcına ışık tutacağım.

1. Arkeologlar erken dönemlerdeki spiritüel, dinsel ve


deneyüstü olguları nasıl ayırt edebilirler?
James Mellaart tarafından keşfedildiği günden itibaren ünü
yayılan Çatalhöyük'teki zengin sembolizm, bu soruya yanıt
ararken eşsiz bir bağlam sağlıyordu. Arkeoloji disiplini içe-

28
ÇATA L H ÖY Ü K ' T E Dl N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I 81 R D E N EY

risinde ritüelin tanımlanması ve içeriğin yorumlanmasına


(öm. Renfrew 1985) ilişkin uzun tartışmalar, yapısalcı yak­
laşımdan tutun da tarihsel, bilişsel ve evrimci (öm. Donald
1991; Renfrew 1998; Tilley 1997) yaklaşıma kadar geniş bir
yelpazede sürdürülmektedir. Tartışmaya ben de (Hodder
1982, 1976, 1999) arkeolojide bağlamsal ve yorumlayıcı
yaklaşımı savunarak katkıda bulundum. Pek çok arkeolog
çok yönlü bir yaklaşımın gerektiğini artık kabul edecekti.
Çatalhöyük'te belirli nesnelerin belirli insan grupları için bir
"aura" ya da deneyüstü nitelikler taşıdığı nasıl açıklanabilir?
Sanatın doğası gereği ritüel veya spiritüel olduğunu ya da ev­
lerin kısmen "kutsal alan" veya "tapınak" işlevi gördüğünü
göstermek nasıl mümkün olur? Bu soruları ancak arkeolojik
verilerin ayrıntılı bağlamsal analizini antropoloji, tarih, fel­
sefe ve teolojinin sunduğu geniş çerçeve içerisindeki özelleş­
miş doğal bilim teknikleriyle bağdaştırarak ele alabiliriz.
Yöntembilimsel düzeyde, bize dinsel ya da spiritüel bo­
yutu var gibi, görünen, yaşamın belli yönlerini fark etmek
mümkündür. Çatalhöyük'te din açısından yorumlanabi­
lir bilgiler gömütlerde, duvarlarla sekilerde görülen yabani
hayvan resimlerinde ve yerleştirmelerde bulunur. Diğer ör­
nekler arasında evlerin içinde insan kafataslarının kuşaktan
kuşağa aktarılması (Bölüm 2); erkek yabansığırlarının da
yer aldığı şölenler düzenlenmesi; mezarlara konulmak üzere
mağaralardan çökeltilerin (dikitler ve sarkıtlar) çıkarılması
veya daha yakındaki başka kaynaklarda bulunanlar da aynı
işi görürken, ille de uzaklardan getirilen yüksek kaliteli obsi­
diyenin değiş tokuş edilmesi sayılabilir. Çatalhöyük'teki ev­
lerin incelikli işlenmesi ve içlerinde bulunan resimler kuşku
yok ki günlük faaliyetlerin ötesine geçen anlamlara ve mit­
lerin karmaşık dünyasına uzanmaktadır. Bu nokta özellikle
Çatalhöyük'te görülen sembolizmin çoğunun düpedüz ritüel
bağlamlarda karşımıza çıktığı Türkiye'nin güneydoğusunda,
MÖ 9. binyıla ait Göbekli Tepe yerleşmesinde daha belirgin-

29
U Y GA R L I G I N D O G U S U N DA D i N

dir (Schmidt 2006). Kafatasları ve yırtıcı kuşlarla, yabansı­


ğırları ve başka tehlikeli hayvanlarla başa çıkmanın doğur­
duğu anlam kümeleri insanların kasabalara yerleşip tarımı
benimsedikleri dönem boyunca, Ortadoğu'nun uçsuz bucak­
sız topraklarına yayılmıştı (bkz. Bölüm 2). Bu sembolizmin
belli ki dinsel ya da ritüel boyutları vardı, ama dinsel sembo­
lizm ile günlük yaşantı arasında nasıl bir ilişki kurulmuştu?
Bağlamsal bilgi ve bilimsel analiz böyle bir soruya yanıt ver­
meye yardım edebilir mi?
Örnek olarak Meskell ve diğerleri tarafından yayımlanan
(2008), yerleşmedeki heykelciklerden elde edilmiş ayrıntılı
veriler bu nesnelere ilişkin anlayışımızı değiştirmiş bulu­
nuyor. Mellaart'ınkiler dahil, daha önceki çalışmalarda ve
yerleşme hakkında kaleme alınmış yazılarda, bu nesnelerin
bir ana tanrıça kültünü temsil ettikleri ve dinsel nitelikte
oldukları belirtiliyordu. Heykelciklerle ilgili ekibin çalışma­
sı bu yorumu tamamen çürütmüştür. Aslında titiz bir nicel
değerlendirmeyle heykelciklerden sadece birkaçının dişi ol­
duğu görülür. Ayrıca bulundukları dolgu birikiminin koşul­
ları incelendiğinde, nesnelerin "özel" yerlere bırakılmayıp
çoğu zaman süprüntülere atıldıkları görülmektedir. Chris
Doherty'nin heykelciklerin dokusunda yaptığı inceleme,
yöredeki marn toprağından meydana getirildiklerine ama
pişirilmediklerine ya da düşük ısıda pişirildiklerine işaret
eder (kaynak: kişisel yazışmalar). Çoğunun bugüne dek gel­
mesi, kazara ocakta ve ateşte yanmaları sayesinde mümkün
olmuştur. Demek ki bütün bulgular bu nesnelerin bağımsız
dinsel alanda yer almadıklarını akla getirmektedir. Oysa
önemli olan dinsel semboller olarak düşünülmeleri değil, on­
ların günlük üretim süreciydi. Hayal edilmesine yardım et­
tikleri öznelliklere ve sosyal dünyaya etkisi az da olsa günlük
anlam kazandırırlardı.
Aynı sözler Çatalhöyük'te yürüttüğümüz çalışmaların
tamamı için söylenebilir. Projenin daha ilk aşamalarında

30
ÇATA L H ÖY Ü K ' TE D İ N İ N CELEMES i : D I S I P L İ N LE R A R A S I B İ R DENEY

Mellaart'ın binaları "kutsal alanlar" ve "evler" olarak grup­


landırmasının yanlış olduğunu saptamıştık. Binaların hepsi
hem ritüel hem sıradan faaliyetlere ilişkin bol miktarda ka­
nıt sunmaktadır. Hatta bu iki alanı birbirinden ayırmak ola­
naksız hale gelmiştir. Önceden "kirli" ev işlerinin görüldüğü,
evlerin güneye bakan cephelerini sanat, ölü gömme ve ayin­
lerin gerçekleştiği kuzey cephelerinden ayırmanın mümkün
olduğunu savunmuştum (Hodder 2006). Yaptığımız son ka­
zılar ve analizler bu ayrımın eksikliklerini ortaya koydu. Her
ne kadar evlerin güney (ocak) ve kuzey (gömüt) cepheleri
arasında farklılıklar olsa da, bu fark ev işleriyle ritüel etkin­
liklerin ayrı tutulmasından kaynaklanmaz. Binaların güney
kesimlerinde düzenli olarak gömütlerle, özellikle çocuklar
gömütleriyle karşılaşmış bulunuyoruz . Ocaklarla fırınların
da bazen kuzeyde konumlandığı görülmektedir. Ama genel­
likle, gözleyebildiğimiz her etkinlikte gündelik, kutsal ya da
özel arasındaki sınırların birbirine karıştığı görülür. Buradan
hareketle Wendy Matthews ile Ana Spasojevic tarafından yü­
rütülen mikro-morfolojik ve mikro-atıklar üzerinde yapılan
ayrıntılı incelemeler, en kirli "ev" döşemelerinde bile temel
atma ve terk etme davranışlarına uygun şekilde bilerek yer­
leştirildiği anlaşılan bir eşya bulunabileceğini göstermekte­
dir. Fırın inşa edilirken insanlar geçmiş olayları çağrıştıran
malzemeler kullanırlardı (örn. kırık, boyalı sıva veya hey­
kelcik parçalarının çok belirgin olması önemli sayıldıkları­
nın ve bilerek oraya konulduklarının işaretidir) . Obsidiyen,
döşemelerin altına yerleştirilirken insanlar yalnızca yararlı
eşyaları saklamakla kalmayıp, döşemelerin altındaki ölüle­
re gönderme yapıyor da olabilirlerdi. Duvarlar resimlerinde
semboller kullanırlardı, ama aynı zamanda resimleri işlevsel
kabul etmiş, ölülerle etkileşime geçmenin yolu olarak gör­
müş olabilirlerdi.
İleriki bölümlerde, Çatalhöyük'teki dinsel ve günlük ya­
şamın iç içe geçmişliğini gözler önüne seren pek çok örnek

31
U Y G A R L I G I N D O G U S U N DA D i N

bulunmaktadır. Fakat saha çalışmalarında ve laboratuvar


analizlerinde, giderek belli olayların öne çıktığını görece­
ğiz. Bunlaı- daha geniş kapsamlı yüksek uyarılma deneyimi­
ni ve daha geniş gruplaşmaları gerektiren mit temaları�a
işaret ediyordu. En açık örnek yaban hayvanlarını kışkırtıp
kızdırmaya, ardından şölenlerde tüketmeye, evlerin duvar­
larına kafataslarını, dişlerini ve pençelerini yerleştirilerek
onları hatırlamaya odaklanılmasıdır (bkz. Bölüm 2). Biz de
büyük hayvan parçalarının görüldüğü yoğun yığınlarda, ev­
cilleşmiş koyunlarla keçilerin kemikleri gibi, kırık olmayan,
dahası temel atma ve terk etme etkinliklerini akla getiren
mekanlar içerisinde yer alan bol miktarda yaban hayvanı
kemikleri bulduk. Bu etkinlikler bir evden diğerine yapı­
lan değişiklikleri belirler ve Göbekli ile Ortadoğu genelin­
de yaygın görülen sembolizm türleriyle (özellikle tehlikeli
yaban hayvanları ve hayvan parçalarıyla; bkz. Bölüm 2) il­
gilidir. Dolayısıyla böyle etkinlikler ve nesneler ufku geniş
imgelemlere işaret eder, dikkati toplar, ilgi uyandırır. Ama
aynı zamanda bunlar sosyal topluluk yaratmanın, çok mik­
tarda eti dağıtmanın, olasılıkla değiş tokuş etmenin ve et­
kileşime girmenin elverişli yollarıdır. Öyleyse bu olayların
dinsel bileşeni, Çatalhöyük sakinlerinin özel anlam kattık­
ları yaşamın yönlerini belirlemenin bir parçasıdır.
Başka bir örnek vermek gerekirse, Bina 42'de bir ka­
dının, erkek başını tuttuğu bir gömüt bulduk (Hodder
2004b). Erkeğin başı, yüz hatları sıvanarak belirginleştiril­
miş ve kırmızıya boyanmış; hatta birkaç kez yeniden sıvan­
mıştı; bu da sıvanmış kafatasının gömülmeden önce de bu
kadın tarafından alıkonduğunu akla getiriyordu. Epey he­
yecan verici bir buluntuydu, ne de olsa yerleşmede bulunan
sıvanmış kafatasının tek örneğiydi, dahası bu, Türkiye'nin
herhangi bir yerinde keşfedilmiş yegane örnektir. Gömüt
temel çukurunda bulunmuştu: Evin içindeki döşemelerin
arasına konmamış, evin döşemeleri oyuğun üstüne inşa

32
CATA L HÖY Ü K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N E Y

edilmişti. Dolayısıyla bu heyecan uyandıran olayın sosyal


bir anlam taşıyordu; yeni bir evin temeliydi. Bu etkinliğin
hem kullanışlı hem de dinsel önemi vardı. Mezara yerleş­
tirilmiş dikkat çekici bir başka nesne -leopar pençesi- din­
sel önemini artırıyordu. Leoparın Çatalhöyük sakinlerinde
mite dayalı nasıl karmaşık çağrışımlar uyandırdığına başka
bir çalışmada değinmiştim (2006). Şimdilik bu gömütün
bir dönüm noktasına işaret ettiği açık; dinsel olduğu söy­
lenebilir ancak bunun nedeni günlük yaşantıdan bağımsız
olması değil; dikkati toplaması, heyecan uyandırması, sı­
nırsız imgelemler çağrıştırması ve benlik ile topluluk ara­
sındaki ilişkiyi ele almasıdır.
Çatalhöyük'teki evler ve içlerinde yerine getirilen bütün
faaliyetler örtüşmüş bir şekilde dinsel, toplumsal ve kulla­
nışlı özellikler gösterirdi. İçinde yaşanan evlerin dinselliği,
eski evlerle içlerinde yaşamış olanların tahayyül edilmesi,
hatırlanması ve onlarla etkileşime geçilmesinden ileri ge­
lirdi. Aşağıdaki bölümlerde aktarılan ve On İkinci Bölümde
özetlenen tartışmalarla fikir alışverişleri, dinsel ve günlük
yaşam arasındaki bu bağlantının daha iyi anlaşılmasını sağ­
lamıştır. Bu da dinin belli faaliyetleri öne çıkarıp benlik ile
topluluk arasındaki sosyal ilişkileri ele alırken dünyadaki
belli başlı anlayışlarla nasıl kenetlendiklerini irdelemeyi
olanaklı kılar.

2. Spiritüel yafantı ve dinsel törenlerdeki değifiklik­


ler "uygarlık" yolundaki sosyal ve ekonomik değifik­
likler için gerekli bir bqlangıç mıdır?
Güneydoğu Türkiye, Suriye ve Doğu Akdeniz'de yapılan son
arkeolojik keşifler, yerleşik "kasabalar" ile tanın hayatının
gelişmesi sürecinde çok erken görülmüş büyük törensel yapı­
ları ortaya çıkarmıştır. Örneğin Göbekli Tepe MÖ 9. binyılda
başlamak üzere, kamusal tören ve anıtsal heykellerin varlığı­
na ilişkin açık bulgular üretmektedir. Diğer yerleşmeler ara-

33
U Y GA R u a ı N o o a u s u N DA D i N

sında Cerfu'l Ahmer, Çayönü ve Nevalı Çori sayılabilir. Bun­


lardan bazısı, son biyo-moleküler çalışmaların işaret ettiği
üzere, Doğu Akdeniz'in tersine, küçük kızıl buğdayın ilk ev­
cilleştirildiği yere, Türkiye'nin güneydoğusunda Karacadağ
dolaylarına yakındır (Huel vd 1997; Jones 2001). Steve Mit­
hen'ın ortaya attığı gibi, (2003: 67), ilk evcil buğday Göbekli
Tepe gibi, civardaki yerleşmelerle bağlantılı olabilir. Aslında
büyük ritüel merkezleri nedeniyle bir araya toplanmış insan
kalabalıklarının "kazara" bitkilerle hayvanları evcilleştirmiş
olmaları da muhtemel görünüyor (bkz. Wason, Bölüm 10).
İnsanlar büyük kalabalıklar halinde toplaşmaları sonucunda
giderek daha yoğun miktarlarda toplanması gereken geniş
yerel kaynaklara bağımlı olmuşlardı (çünkü aynı çevre koşul­
larından yararlanan insanlar çoğalmıştı). Yoğunluğun bir bö­
lümü de tahılların saklanması ve yeniden ekilmesiyle ilgiliydi.
Göbekli Tepede ha.la evcil hayvanlarla bitkilerin bulunmadığı
tartışılmaktadır (Schmidt 2001). Öte yandan yoğunlaşma,
evcilleştirmenin bölgedeki bazı yerleşmelerde görülmesini
sağlayan seçici çevre koşullarını yaratmış da olabilirdi. Şim­
dilerde pek çokları insanların toplaşmaya ve yerleşik hayat
kurmaya başlamalarının sebebinin dinsel törenler olduğunu
savunmaktadır (Cauvin 1994; Mithen 2003). Çatalhöyük bu
tartışmaya doğrudan katkıda bulunmak için çok geç kalmış­
tır, ancak yerleşmenin konuşlandığı yere ilişkin ayrıntılı ça­
lışmalarımız sembolik yerleştirmeler için kil ve sıva arayışı­
nın bunda büyük önem taşıyabileceğini akla getirir (Hodder
2006). Buna ek olarak zengin sembolizm de, hiç kuşkusuz,
insanları yerleşmeye çeken bir etmen olabilirdi.
Yerleşik hayat ve evcilleştirme için dinde ve spiritüel ya­
şantıda değişiklikler gerektiğine ilişkin tartışmaların iki bile­
şeni vardır. İlki Ortadoğu genelinden gelen kanıtlarla ilgile­
nir, MÖ 11. binyıldan itibaren yerleşik köylerin oluşumuna
ilişkin etmenleri ve MÖ 9. binyıla gelindiğinde bunların bit­
kilerin ve hayvanların tamamen evcilleştirilmesiyle bağlantı-

34
ÇATA L H ÖY Ü K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E RA R A S I B i R D E N EY

sını ele alır. İkincisiyse MÖ 7. binyılda bizzat Çatalhöyük'te


sığırların evcilleştirilmesine ilişkin etmenlere eğilir.
Daha genel olan ilk soruyla ilişkili olarak arkeologlar uzun
süredir yerleşik tarım düzenine geçişin, Holosen'in başlangı­
cındaki iklim değişikliğiyle nüfus artışına bağlı olduğunu sa­
vunmaktadırlar (Flannery 1973). Kaynaklara erişim olanak­
larının artması ve nüfus baskısı tarımın benimsenmesine,
köylerin oluşmasına yol açmıştı. Daha yakın tarihte birçok
yazar, bu etmenlerin oynadığı rolden başka, tarım ekonomi­
sini destekleyen uzun süreli ittifaklar kurulması için sosyal
yapıda da değişiklikler olması gerektiği fikrini ortaya attı
(Bender 1978; Kuijt 2000). Aynı zamanda, yeni sosyal biçim­
ler ve çevreyle kurulan yeni ilişkilerin, insanların atalar ve
hayvan ruhlarıyla kurdukları etkileşimde görülen değişiklik­
ler de dahil kavramsal geçişlere yol açtığı savunulur (Cauvin
1994; Hodder 2006).
Doğu Akdeniz'in güneyinde, Natuf yerleşimleri olan Wadi
Hammeh 27 ile Rosh Zin'deki monolitler gibi, Çanak Çöm­
leksiz Neolitik dönemin ritüel yapıları ortaya çıkarılmıştır
(Goring-Morris ve Belfer-Cohen 202:72). Ancak köklü top­
lumsal ve ekonomik değişiklikleri hayatın dinsel ve ruhsal
boyutları önceden haber verir fikrinin temeli Göbekli Tepe­
dir. Üstüne türlü yabanıl ve tehlikeli hayvan figürleri oyul­
muş 4-6 m yüksekliğindeki steliyle bu etkileyici yerleşme din
ve ritüelin önemini güçlü bir şekilde vurgular. Yerleşmede ele
geçirilen dirlik kanıtları yabanıl kaynak tüketimine dayalı bir
ekonomiye işaret etmektedir. Öyleyse burası toplaşmanın
evcilleştirmeden önce yaşandığını gösteren geniş, yerleşik
bir höyüktü; ancak kalıcı bir yerleşim değil de, bölgesel bir
kült merkezi işlevi görmüş olabilirdi (Schmidt 2006). Bu­
nunla birlikte inşa edilmesi için harcanan ortaklaşa çaba ve
uzun süre kullanılmış olması, yerleşik tarım köylerinin olu­
şumunda gerekli uzun süreli sosyal ilişkileri ve nüfus yoğun­
laşmasını akla getirmektedir. Ek olarak büyük taş dikmeler

35
U Y GA R L I G I N O o G U S U N DA D i N

üstündeki kendine özgü sembolizm (bkz. Bölüm 2 ) yaban


hayvanları dünyasına egemen olan ve onu küçülten insan fi­
gürünün önemine işaret eder. İnsanın bu önemli failliği belki
de bizim "evcilleştirme" terimiyle karşıladığımız, hayvanlar­
la ilişkide gerekli ilk adımdı (bkz. Soru 4).
Çatalhöyük'te tarımdan yerleşik düzene geçişi gözleye­
meyiz, çünkü burası Ortadoğu'nun genelindeki ardıl kat­
manların içinde görece geç kurulmuş bir yerleşmedir. An­
cak projenin amacı, evcil sığırlara bağımlılığı getiren daha
özel değişiklikler dizisine ilişkin ikinci bir soru sormaktı.
Daha önce de belirtildiği gibi, Çatalhöyük'teki son kazı
Neolitik Doğu Höyüğü ile onu takip eden Batı Höyüğünün
(Neolitik-Kalkolitik nehrin karşı kıyısında) üst seviyelerine
odaklanmıştır. Batı Höyüğünden gelen hayvansal kalıntılar
üstünde yapılan çalışma sığırların MÖ GOOO'e kadar evcil­
leştirilmiş olduğunu gösterir. Öte yandan, Neolitik Doğu
Höyüğünün en üstünde sığırın bundan önceki sembolik
kullanımına göre değişiklikler yaşanmışa benzer. Mellaart,
Doğu Höyüğünün üst seviyelerinde birkaç büyük yabanıl
boğa yerleştirmesi ve bukranium bulunduğunu belirtmiş­
ti. Bunu biz de bulduk. Aynı zamanda hayvan kemikleri­
nin birikiminde dikkat çekici değişiklikler fark ettik. TP
kazı alanında (Doğu Höyüğünün en üst seviyeleri) ilk defa
insan ve hayvan kemiklerinin bir arada atıldığını görmüş
bulunuyoruz. Neolitik Doğu Höyüğünün ana ardıllığında
hayvan kemikleri gömütlerde asla insan kemikleriyle bir
arada görülmezler. İnsan ile hayvan arasında kesin ayrım
vardır. Pek çoklarının savunduğu üzere, hayvanların evcil­
leştirilmesi insanlarla hayvanlar arasında yeni, daha yakın
bir ilişki gerektirir. Dolayısıyla Doğu Çatalhöyük'teki üst ta­
bakalarda sığırlarla insanların gömütlere birlikte bırakıldık­
larını görmeye başlamamız çok ilgi çekmiştir. Ayrıca Doğu
Höyüğünün üst seviyelerinde sığır ve diğer hayvan başları
yemek dağıtmakta kullanılan seramik kapların saplarında

36
CATA L H ÖY Ü K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N E Y

görülmeye başlar. Yazının kaleme alındığı sıralarda, evcil­


leştirmeye bağlı olarak sığırlardaki fiziksel değişikliklerin
hangi noktada görülmeye başladığı sorusuna hala yanıtsız
kalmıştır, bunun yanı sıra evcil sığırların başka yerlerde de
görülme olasılığı söz konusudur. Bu değişim, Batı Höyü­
ğündeki sığırların evcilleştirilmesine yönelik daha açık bul­
gular elde edilmeden önce Doğu Höyüğünün üst tabakala­
rında yaşanmış olabilir. Şimdilik, sığırlarla ilişkili sembolik
değişikliklerin evcilleşmelerinin fiziksel kanıtlarından önce
görülmesi veya onlarla çağdaş gelişmesi de mümkündür.

3. insan figürleri erken Holosen çağda ruhlar dünya­


sında merkezi rol mü oynar, öyleyse bu durum bitki­
lerle hayvanlan evcillettirme olanağı sağlayan insa­
mn failliğine yeni anlayıflar mı getirir?
Modern insanlar 140.000 yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak
yaşamıştı, etnografik bulgular incelendiğinde onlar yaşa­
dıkları çevrenin verici olduğunu ve karşılığını aldığını gör­
düklerini, ruh dünyalarının da büyük ölçüde şaman benzeri
figürlerin aracılığında hayvanlarla doğal özelliklerden mey­
dana geldiğini akla getirmektedir (Bölüm 2). Gerek Paleolitik
resimlerde, gerek Fransa, İspanya ve başka yerlerdeki "Venüs
heykelcikleri"nde insan figürleri görülse de, bu insan tas­
virleri hayvanlar üstünde egemenlik kurarken gösterilmez.
Böyle imgeler insanların ruhlar dünyasına aracılık etmiş ola­
bileceğini düşündürmekle birlikte, insanların hayvanlar kar­
şısında üstünlüğüne ilişkin bir bulgu yoktur.
Derken MÖ 9. binyılda Göbekli Tepede ve arkasından
Türkiye'nin güneydoğusundaki Nevalı Çori'de törensel ya­
pılar ve/ya ortaklaşa kullanılan evlerin içerisinde anıtsal
monolitler ortaya çıkar. Bu büyük taşlarda çeşit çeşit yaba­
nıl hayvan oymaları görülür. Hayvan ruhlarının sembolik
dünyası burada insan figürlerinin egemenliğindedir. Paleo­
litik sanatın tam aksine, Çatalhöyük sanatında insanlar iri

37
U Y G A R L I G I N D O G U S U N DA D i N

boğalara sataşırken, kızdırırken ve onlar üzerinde egemen­


lik kurarken gösterilir (Şekil 2:1). Cauvin (1994) hayvanları
evcilleştirmede gerektiği üzere hayvanlar üstünde egemen­
lik kurulmasıyla ilgili olarak insanların artan önemini ele
alıyordu; Helms (2003) de evcilleştirmeyle ilişkili olarak
insan üstünlüğünün ortaya çıkışı hakkında daha geniş bir
tartışma başlatmıştı.
Bu soru da yine iki bileşenden oluşmaktadır. İlki Avrupa
ve Ortadoğu'dan gelen genel bulguları ele alır. İkinci bileşen
ise Çatalhöyük'e özgü bulgularla ilgilenir.
Bu sorunun ille ve daha genel bileşeni bakımından, Gö­
bekli'deki olağanüstü dikmelerin insanları temsil ettiğinden
neredeyse kuşku duyulmaz. İnsan figürlerine yabanıl hay­
vanlara "egemen" veya "üstünde" bir konumda yer verilmesi,
hayvanların evcilleştirilmesinin habercisi ya da doğal sonucu
olması akla yatkın görünür. İnsanlar ile hayvanlar arasında­
ki bu yeni, daha yakın ilişki İkinci Soru kapsamında tartışıl­
mıştır. Ancak Çatalhöyük sembolizminde insanın egemenlik
kurma özelliği, hayvanlar ve hayvan ruhlarıyla denge ve de­
ğiş tokuşa dayalı olmaktan çok, müdahale ve denetime ağır­
lık veren yeni bir ilişki biçimi getirmesi bakımından önem
taşımaktadır.
Sorunun ikinci ve daha özel bileşenine gelince, ruhlar
dünyasında insanın odak noktasına gelmesi "şamanlar" veya
aracıların öneminin artmasına mı bağlıydı? Yoksa ataların
öneminin artmasından mı ileri geliyordu? İkinci yorumu
akla getirecek nedenler var elbet, öte yandan atalarla ilişki
kurmaya aracılık eden ve "şamanik" güçlere sahip yaşlılardan
da söz edilebilir. İkinci Bölümde Hodder ile Meskell "hileci"
bir figürün olası rolünü tartışıyorlar. Ataların rolüne ilişkin
Çatalhöyük'te son yapılan kazılar başların yerinden çıkarıl­
ması ve dolaşması gibi, özel uygulamalara yönelik daha çok
bulguyu ortaya koymaktadır. Gömüldükten sonra hem er­
keklerin hem de kadınlarının başlarının çıkarıldığı belli; an-

38
ÇATA L HÖYÜ K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N E Y

cak bu nadir bir işlemdi ve daha ince işlenmiş "tarih evleri"


ile ilişkiliydi (bu konuyu daha sonra tartışacağız). Gömülme­
sinin ardından başları çıkarılmış erişkin erkek ve kadınlar
bulduk; bunlardan birinde kadın, doğum kanalına girecek
kadar büyümüş bir cenin taşıyordu. Bir örnekte de erişkin is­
keletinden baş değil, uzuvlar çıkarılmıştı. Ayrıca temel atma
ve terk etme bağlamlarında kafataslarının özel bir şekilde
yerleştirildiği örnekler bulmaya devam ediyoruz; erişkin bir
kadının kollarında sıvanmış bir erkek kafatası bulduğumuzu
yukarıda belirtilmiştik. Bununla, benzersiz leopar pençesi
arasındaki çağrışım, başları çıkarılmış bütün insanların özel
bir konumda olduğuna ve elden ele dolaştırılıp nesilden nes­
le aktarılan kafataslarının belli bir önem taşıdığını genel bul­
guları öne çıkarmaktadır.
Çatalhöyük'teki heykelcikler üstünde yapılan ayrıntılı
incelemeler, yerlerinden çıkarılabilen başların ve başları tut­
sun diye gövdelere ağaç çivilerle açılan deliklerin sanıldığın­
dan çok daha yaygın olduğunu göstermektedir. Resimlerde
de başsız vücutlar akbabalarla ilişkilidir. Göbekli'deki sanat­
ta da kuşları çağrıştıran, penisi sertleşmiş başsız bir vücut
sergilenir. Genele bakıldığında, yırtıcı kuşların çıkardıkları
kafaları gökyüzüne götürdüklerine ilişkin ortada dolaşan
mitlerden söz edilebilir (bkz. Bölüm 2). Bu işlem başların
yerlerinden çıkarılarak heykelciklere yerleştirilmesiyle yeni­
den sahneleniyor olabilirdi. İnsan başlarının çıkarılması ve
dolaştırılması, ataların, hayvan ruhları dünyasıyla iletişim
kurabilmesine (tıpkı Çatalhöyük'te büyük hayvanlarla etki­
leşime giren insanların sanatsal tasvirleri gibi) ve aynı za­
manda (kafataslarının bakımı ve yeniden sıvanması yoluyla
başların çıkarılmasını heykelcikler üstünde yeniden canlan­
dıran) insanlar tarafından iletişime geçilmesine olanak sağ­
lanmış olabilir.
Heykelcikler üstünde çalışanlar giderek vücudun uzuvla­
rına, kalçalara, göğüslere, göbeklere vb hayranlık duyulduğu-

39
U Y G A R L I Ö I N D O Ö U S U N DA D i N

nu fark etmektedirler. Dahası bulduğumuz sanat örnekleri


arttıkça, insan figürlerine odaklanmanın da arttığını görü­
rüz. Örneğin Mellaart'ın ana tannça diye tanımladığı (1967)
geniş ve yayvan figürler aslında ayıdır (Hodder 2006); ancak
çıkık göbekleriyle insan biçimindedirler. Bu çıkık göbek mo­
tifine Çatalhöyük'te ortaya çıkarılmış bütün baskı mühür­
lerinde rastlanır. Ama burada göbek duvarlara kazınmış ya
da boyanmış sarmal kıvrımlarla ilişkilidir. Bu açıdan bakıldı­
ğında insan figürü yerleşmenin her yerinde vardır. İnsanın
failliğinde daha az karşılıklı, semboller, içerikler ve mitler
dünyasında daha egemen yeni bir anlayışı akla getiren yeni
bir konuma kavuşmuştur.

4. Ortadoğu'cla erken Holosen çajm geçit dönemle­


ri ıırumcla fİddet ve ölüm atlan din deneyimin odak
noktası iflevi mi görür, ayrıca bu temalar inaanlaruı
ilk büyük topl&fmalarıncla ıoıyal J&f&IDID kurulması
açısından bathca rolü mü üstlenmiftir?
Bu soruda şiddet ile ölüm tartışmalarını birbirinden ayrı tut­
manın önemi anlaşılmıştır.
(a) Şiddete ilişkin olarak Ortadoğu'daki erken köy yerleş­
melerinde görülen sembolizmin başlıca odak noktasının, do­
ğum ve yeniden doğuş kavramlarını barındıran "ana tannça"
olgusunu beslediği varsayımı uzun zamandır kabul görmek­
tedir (bkz. Bölüm 2). Ancak gerek Göbekli'de, gerek Çatal­
höyük'teki son buluntular, doğum ve yeniden doğuş kadar
ölüm ve şiddete de uzanır (Bölüm 2). Templeton tartışma­
larının odak noktası, ilk büyük toplaşmalarda bu bambaşka
sembolik vurguyu anlamaya yönelikti.
Çatalhöyük'teki son buluntular arasında, dolgun göğüs­
leri ve yaygın karnıyla önden tipik bir "ana tannça," ama ar­
kadan kaburgaları, omurgası, kürek ve leğen kemikleri açık­
ça görülen bir iskelet (bkz. Şekil 2.9) yer alır. Aynca 2004
yılında bir kadının kollarında sıvanmış bir erkek kafatasım

40
ÇATA L H ÖY Ü K ' T E D l N I N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I 8 1 R D E N E Y

tuttuğu bir mezar bulundu; aynı kadının yanında duran pen­


çeden kolye ucu, yerleşmede ortaya çıkardığımız tek leopar
kemiğiydi. Doğrusu Çatalhöyük'te ölüm ve şiddet imgeleri
ile sembolizmi çoktur. Duvarlara sabitlanmiş boğa kafalan,
yabandomuzu dişleri, akbaba kafataslan, tilki ve samur diş­
leri gibi, duvarların üstünde veya içinde başka yerleştirmeler
de görülür. Anadolu'nun güneydoğusundaki Göbekli Tepe
ve Nevalı Çori erken yerleşmelerinden gelen yeni buluntular
tehlikeli yaban hayvanlanna bu denli yoğun ilginin ilk kuru­
lan köylerin ve yerleşik hayatın gelişiminde ana tema oldu­
ğuna işaret etmektedir.
Hayvan kurban edilmesinin rolüne ilişkin, hayvansal ka­
lıntılar üstünde çalışan arkeolojik ekibin üyeleri arasında
titiz bir tartışma yürütüldüğünden söz etmiştik. Arkeolojik
bulgularla ilişkili "kurban" terimini kullanmak epey güçlük
yaratabilir. Yaban hayvanlan öldürülür, yenir ve bina temel­
lerine bırakılırdı, ancak bu, adanan armağanların ille de "sa­
hip" olunan bir şeyin verilmesi veya belirli bir varlığa, ruha
ya da tannya sunulması anlamına gelmez. Diğer yandan ev­
lerdeki yerleştirmelerde yaban hayvanlannın keskin ve tehli­
keli parçalanndan yararlanıldığına dair pek çok bulgu vardı.
Bu nesnelerin ağırlıklı olarak şiddete yönelik olduğunu var­
sayarken dikkatli olmalıyız; çünkü sembolik odak noktası ya­
ban hayvanlarının gücü veya enerjisi olabilir, fakat sanattaki
anlatı sahneleri, hiç kuşkusuz insanlar ile hayvanlar arasın­
daki tehlikeli etkileşimi göstermektedir.
(b) Şiddetin rolüne ilişkin ne gibi, savlar ileri sürülürse
sürülsün, yaptığımız tartışmalarda, Ortadoğu'daki erken
Holosen çağına geçiş dönemlerinde ölümün deneyüstü (aş­
kın) dinsel deneyime odaklanma işlevi gördüğü ve insanların
ilk büyük toplaşmaları sırasında sosyal hayatı kurarken can
alıcı bir öneme sahip olduğu konusunda daha çok uzlaşma
sağlanmıştır. Bunun nedeni, "evler" kurulurken ölü atalann
oynadığı roldür.

41
U Y GA R L l � I N D O � U Ş U N DA D i N

Bu bölümün başlarında, evlerde zemin altında bulunan


gömütlerde ele geçirilmiş insan vücudu parçalarının dolaşı­
mına ilişkin bulgular tartışılmıştı. Hem insanların hem ya­
banboğalarının sıvanmış kafatasları, bir evin temelinin atıl­
ması veya terk edilmesi gibi, önemli olaylar sırasında oraya
bırakılırdı.
Çatalhöyük'teki belirli evlerde, orada yaşamış insanlar­
dan belki daha çok sayıda eksiksiz iskelet bulunurdu. Örne­
ğin sadece 40 yıl aile ölçülerinde bir grup tarafından ikamet
edilmiş Bina 1 içinde döşemelerin altında 62 gömüt vardı.
Başka evlerdeki insanların bu eve gömüldükleri açıkça gö­
rülüyordu. Öyleyse bazı evlerin içerisinde hiç gömüt bulun­
mazken, ortalama gömüt sayısı 5 ila 8 arasındadır. Az sayıda
evde 30-62 gömüt ortaya çıkarılmıştır, dolayısıyla bunların
özel bir niteliği olduğu düşünülebilir.
Templeton grubunun üyeleri bu özel evlere epey ilgi gös­
terdiler. Aynı zamanda Çatalhöyük'te insanların bukranium
(sıvanmış boğa başı) gibi, heykelleri çıkarmak için tabanı
kazarak daha önceki evlere ulaştıkları örnekler saptadılar.
Diğer evlere göre özel evlerin çoğunlukla yeniden inşa edil­
mesinin daha uzun sürdüğü ve daha ince işlenmiş semboliz­
me yer verildiği görülmektedir (Düring 2006). Grubumuz­
daki antropologlar bir evin bazen uzun bir zaman sürecinde
terk edilmiş evin üstüne nasıl tekrar tekrar inşa edildiğini
gözlediler. Onlara göre, bütün bulgular zaman içerisinde
hakların ve kaynakların aynı "hane" üyelerine aktarıldığı
bir "ev toplumu" ile karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor­
du ("ev toplumları" hakkında daha ayrıntılı tartışmalar için
bkz. Bölüm 6-9).
Böylece proje çalışmaları sırasında arkeologlardan evlerin
ömrüne ilişkin veriler getirmeleri istendi. Bazı evler kurulur
ve yıkılır mıydı, bazıları yüzlerce yıl üst üste yeniden inşa
edilmeyi başarırken, diğerleri neden yalnızca bir kuşak daya­
nırdı? Bu gibi, sorulara yanıt aramak üzere Yedinci Bölümde

42
CATA L HÖYÜ K ' T E D i N i N C E L E M E S i : D I S I P L I N L E R A R A S I B i R D E N EY

ortaya konan veriler toplandı. İçinde pek çok gömüt bulunan


evlerin defalarca -dört kez ve üstü- yeniden inşa edildiğine
yönelik bulgular vardı ve bu da yüzlerce yıl demekti. Bazı
evlerin tekrar kurulması uzun dönemlere yayılmıştı. Bunlar
aynı zamanda sanat ve iç mimari düzenlemesi bakımından
daha çok ayrıntıya sahipti. İçlerine yerleştirilen semboller­
den bazıları daha önceki evlerden alınmıştı. Yapıldıkları mal­
zemeleri yakından inceleyen insan kalıntılarından sorumlu
ekip (Dr. Başak Boz) daha önceki gömütlerden alınan diş­
lerin, aynı evin yeniden inşa edilirken açılmış daha sonra­
ki gömütlerinde bulunan çenelere yerleştirildiği örneklerle
karşılaştı. Bu evlerin bir tarih inşa ettiğini savunmak artık
mümkündü. Peter Pels "tarih evleri" terimini türetti, biz de
bu kullanışlı terimden yararlanmayı sürdürüyoruz.
Böylelikle tarih evleri çok gömütlü ve en az dört yeniden
inşa geçmişine sahip binalar şeklinde tanımlanır. Aynı za­
manda daha çok sanat ürünü ve ince ayrıntı barındırmaya
yatkındırlar (Düring 2006). Tarih evlerinin başka yönle­
riyle de araştırılması gerekmektedir. Tuğla ve kil üstünde­
ki çalışmalarda elde edilen bazı bulgular bu evlerin belir­
li kaynaklara erişim ayrıcalığına sahip olduklarına işaret
eder (S. Love, kişisel yazışma). Ancak diğer evlerle karşı­
laştırıldığında tarih evlerinde ne depolama ne üretim daha
fazladır; hatta daha az olduğu söylenebilir. Tarihi, dini ve
atalara erişim olanaklarını denetim altına almalarına göre
konumlarının belirlendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca mitlere
ve ruhlara ilişkin bileşenler taşıyan, yabanboğası şölenle­
rine malzeme sağlama bakımından odak noktasına gelmiş
olabilirler. Ama görebildiğimiz kadarıyla ne üretimin ne
depolamanın denetimi onlardaydı. Dolayısıyla sosyal yapı
(ev toplumu yapısı) ile sosyal egemenlik (tarih evleri aracı­
lığıyla) yaratılırken üretimin denetlenmesi değil, ritüellerin
sergilenmesi, atalarla ve hayvan ruhlarıyla bağ kurulması
ve aşkın deneyime katılımın etkili olduğunu savunmak akla

43
U Y G A R L I O I N D 0 0 U $ U N DA D i N

yatkındır. Öyleyse Çatalhöyük'teki din ve spiritüellik evle


ve yaban hayvanlarının tehlikeli parçalarının dolaşımıyla
yakından bağlantılıydı.
Tartışmalarımız boyunca ortaya çıkan bir başka tema da
zaman içindeki değişime ilişkindi. Boğa boynuzu yerleştir­
meleri ve ince işlenmiş iç donanımlarıyla erken ve orta sevi­
yelerdeki (Mellaart'ın tanımıyla Seviye XIl-öncesi ile Seviye
VI arasında) "klasik" Çatalhöyük, höyüğün üst tabakalarına
doğru (Seviye V ve üstü) değişim göstermektedir. Bu üst
tabakalardaki evlerde daha az sayıda yerleştirme, daha çok
sayıda bezeli çanak çömlek, duvarlarda daha az sıva, daha
az sayıda gömüt vb vardır. Halen sürmekte olan çalışma­
da irdelenen olası bir yorum da üst seviyelerde eve dayalı,
daha bütünleşmiş ekonominin giderek daha ağırlıklı olarak
ortaya çıktığıdır. Bu da yabansığırları yerine daha çok evcil­
leşmiş hayvana (koyun ve keçi) ve onların yan ürünlerine
odaklanılması demektir. Yine bu üst seviyelerde bulunan
heykelciklerde kadın tasvirleri artar. Yerleşmenin erken
dönemindeki sosyal konum, şölenler ve erkek üstünlüğüy­
le ilişkili yaban hayvanlarına yönelmiş görünürken, daha
yukarı seviyelerde evin başarısı büyüklüğü, ocağa verilen
önem ve kadın tasvirleriyle temsil edilirdi. Pels'in ortaya
attığı başka yorumlara Dokuzuncu Bölümde yer verilmek·
tedir.

SONUÇ

Bundan sonraki bölümlerde, burada belirlenen dört soruya di­


siplinlerarası bilim insanlanmn verdiği yanıtlar yer alıyor. Bazı
bölümler bilhassa bu dört soruya ayrılmışken, diğerleri üç yılı
aşkın tartışmalarımızdan doğan daha geniş kapsamlı ya da il­
gili temalara kayıyor. Bu projeye katılan bilimcilerin gözünde
din bağımsız bir etki alanı olmadığından ev toplumları, hane
sakinleri, siyasal ve sosyal ekonomiler, zaman içinde değişim,

44
Another random document with
no related content on Scribd:
My cosmopolitan host was a prominent and powerful figure on the
Bosphorus. I knew what he had said was the truth, and I smoked the
delicious cigarette with intense enjoyment.
“Dinner, sir!” announced the smooth, round-faced man.
Crossing the hall I found myself in a long, sumptuously furnished
dining room with shaded pink lights and at a small table set in the big
window covers were laid for two.
A big dining table of polished rosewood, which could seat a dozen
persons or more, stood in the middle of the room. In its centre was
an oblong piece of Chinese embroidery and upon it was set a great
apricot-colored bowl of autumn flowers.
“I eat at this little table,” he laughed as we sat down. “One has to
have a larger table, but I shall only use it when I have guests.”
The room was a very handsome one with several fine old portraits
on the green-painted walls, while a cozy wood fire burned upon huge
old-fashioned “dogs,” sending out a fragrant scent and a glowing
warmth which was comforting on that chilly autumn night.
“It is most artistic,” I declared when I was seated.
“Yes, but somehow I miss the oriental sumptuousness of my house
at Therapia, down on the Bosphorus. Still, when one is forced to live
in London, one must adopt London’s ways.”
The man had served us with excellent clear soup and had left the
room when my host suddenly looked up at me and said:—
“Oh, by the way, what is the latest concerning your little friend of
Mürren and her husband?”
“Well, Mr. Humphreys,” I said, “the fact is she’s disappeared. That is
what I want to consult you about.”
“Disappeared!” he exclaimed, staring at me. “Then she’s followed
her husband into oblivion—eh?”
“It certainly appears so,” I said.
“Very curious! I didn’t see it in the paper,” he declared. “Tell me what
you know.”
“Well—what I know only puzzles me the more,” was my reply. “She
simply left her mother at Bexhill, saying she was going to London,
and disappeared. But one very curious fact I’ve discovered is that a
few days ago she and her husband called upon Doctor Feng.”
“Called on Feng!” he cried, starting up. “You—you’re mistaken,
surely! Audley has called on Feng—impossible!”
“Why?” I asked, surprised to see how perturbed he was. He saw my
surprise and the next instant concealed his keen anxiety. But it had
struck me as very unusual. I knew that Feng and he were close
friends. I suspected the former of knowing more than he had
revealed to me, and it seemed now that old Mr. Humphreys was
equally annoyed that his friend had concealed Audley’s visit from
him.
“It seems incredible that the missing husband and his wife should
call upon Feng,” he said. “How do you know this, Yelverton? I am
much interested—so tell me. The whole affair has certainly been
amazing. You say they saw Feng a few days ago?”
“Yes, at his house at Castlenau,” I said. “But I thought the Doctor
would certainly tell you, as you and he are such friends.”
“He’s told me nothing. I saw him only two days ago and we spoke of
you. He was going to Paris. He declared the whole affair to be a
romantic mystery—and the unfortunate feature of it was—well, that
you had fallen in love with Audley’s wife.”
“I believed that Audley was dead,” I said, in haste to excuse myself.
The old man stroked his scraggy beard with his thin hand, and
smiled.
“Ah! my dear Yelverton, you’re young yet,” he said. “Nobody will
blame you. She’s uncommonly good-looking, and in her distress you,
no doubt, pitied her and then the usual thing happened. It always
does. She was alone and unprotected, and you stood as her
champion—eh?”
I only laughed. I suppose his words accurately described the
situation. But I could see that what I had told him concerning this visit
of the missing man to Feng had somehow disturbed him deeply.
Indeed, his very countenance had changed. He was no longer the
well-preserved, hale and hearty old man he usually looked. He had
suddenly become pale and wan, and he questioned me, with
obvious anxiety, as to how I had gained knowledge of what I alleged.
Quite frankly I repeated almost word for word what I have already
told concerning my visit to Castlenau and what old Mrs. Martin, the
Cockney housekeeper, had revealed to me.
Humphreys only frowned, grunted in dissatisfaction and remarked:
“I can’t think that Feng would have seen the missing young fellow
and say nothing to me.”
“Why?” I asked, perhaps unwisely.
“Why—well, that’s my own affair,” he snapped. “I have reasons for
saying so,” he almost snarled.
At that moment the man-servant came to take our soup plates and
served the fish with almost religious ceremony—“sole Morny” it was.
Suddenly my host laughed, a deep, rippling laugh.
“Well, after all, Yelverton, you’ve been badly bamboozled, haven’t
you? You thought young Audley was dead, and that dainty little
woman was free to marry you. But he’s evidently turned up again.
Yes—I realize the disappointing situation from your point of view.
Absolutely rotten!” and he laughed merrily. He had apparently
recovered his usual self-possession.
But the change I had noted had set every nerve in my body keenly
on the alert. I remembered how his face had changed, the sudden,
sullen contraction of his brows, his anxiety that was obvious no
matter how he tried to hide it. Of course I could not understand his
sudden mistrust of his friend, Feng. Perhaps, after all, the old doctor
had some hidden motive for concealing the fact that bride and
bridegroom had met again after those many months of inexplicable
separation, and that his silence was not merely accidental. Still, it
was clear Humphreys did not think so.
“I thought that the doctor would certainly have told you of Audley’s
reappearance,” I remarked. “Indeed, when you rang me up I was at
once extremely anxious to see you and hear your opinion of the
whole situation.”
“You want my opinion,” he said in a hard tone—a voice quite
changed. “Well, as you know, I thought you a fool from the first. You
ought never to have had anything to do with the affair. It was far too
dangerous.”
“But why dangerous? Tell me.”
“Well—it was—that’s all. You told me of the warning and of the
attempt upon you. But tell me more of Feng—of what his
housekeeper told you,” he urged, rising, taking a bottle of white wine
from the big carved side-board and pouring out a glass for me and
for himself. “This is very interesting.”
I described my telephone chat with Mrs. Shaylor and my call at
Castlenau in further detail.
“Strange!” he remarked, reflecting deeply. “Really, I had no idea that
Audley had ventured to be seen again.”
“Ventured!” I echoed. “Why did he disappear?” His remark betrayed
certain knowledge that he had never divulged to me.
“My dear fellow,” he laughed. “He disappeared, as you know, but I
assure you I haven’t the slightest knowledge of either his motive or
his intention. I believed Feng to be as much in the dark as I am. But
it is evident that he knows and has held back his knowledge from
me. I can’t understand it,” he added, his countenance clouding
again.
Then, after a moment’s reflection he said with a smile:
“But, after all, why should I, or you worry, my dear Yelverton? You
have surely cut the little woman out of your heart. If you haven’t—
you’re a fool.”
“I haven’t,” I replied frankly.
“You still love her?” he asked, looking keenly at me as I sipped my
wine.
I nodded.
“Then you are still a fool! I should have thought that after all your
experience of being misled, duped and ridiculed, you would have
seen how impossible it was.”
“Why impossible?” I asked. “Mr. Humphreys, I believe you know far
more than ever you will reveal to me,” I said earnestly. “Do tell me
what you know. I don’t conceal the fact from you that I love Thelma.”
“You needn’t. I’ve known that all along. So has Feng. You’ve worn
your heart on your sleeve for everybody to see. Ah! how very foolish
you have been, my boy. But tell me—are you still determined to
solve the mystery concerning Audley’s disappearance?” And again
he looked straight into my eyes.
“I am,” I replied, “nothing will deter me from seeking the truth.”
“Nothing?” he asked, with an inscrutable smile.
“No,” I said firmly. “I love Thelma and I mean to clear this mystery up
at all hazards.”
The man seated before me drew a long sigh, and I saw that his
brows were knit.
“Ah!” he exclaimed. “I repeat that you have been foolish—very
foolish, my dear young fellow, and I am afraid that you will regret it
when—when too late.”
What I had told him regarding Audley’s meeting with Feng had
evidently caused him great anxiety, and I noticed that he had left his
wine untouched.
Again he spoke, but his words sounded so faint that I did not catch
them. At the same moment I thought I heard in the distance a shrill
scream—the scream of a woman!
I listened. The scream was repeated!
I saw Humphreys spring from his chair in sudden alarm.
“Hark!” I cried, breathlessly. “What was that?”
But as I spoke the room seemed suddenly to revolve about me
rapidly. Then everything faded from my sight: and I felt paralyzed.
Again that shrill scream of terror fell upon my ears with increased
distinctness.
Next second consciousness left me and everything was abruptly
blotted out.
CHAPTER XX
THE CHILD’S AIR-BALL

When at last I regained consciousness, after an interval I could not


measure, my half-opened eyes fell upon a strange scene, one which
at first seemed to be fantastic and unreal.
The room was unfamiliar, of good size and well-furnished but dimly
lit, only one light showing in the electrolier in the centre. Even by that
light I recognized that it was neglected and evidently had been long
closed, for a strange close smell greeted my nostrils and I saw that
dust lay thickly upon the round polished table in the centre.
Upon the table a small piece of candle was set upon a plate.
I tried to make out where I was and what had happened. But all I
could tell was that I was seated in a cramped position, tied hand and
foot. My limbs ached intolerably as though I had remained there
many hours.
Suddenly I heard a movement in the shadow, the opening and
closing of a door, and a moment later I saw silhouetted before me
the figure of old Humphreys.
“Well?” he asked in a hard, sarcastic voice, “and how are you getting
on now—eh?”
“I—I don’t know,” I replied so faintly that I could scarcely hear my
own voice. “Where am I?”
“You are in my hands at last, Rex Yelverton,” he snarled. “You chose
to interfere in matters that did not concern you. You have had plenty
of warning. But as you refused to heed them I have decided to act.”
“What do you mean?” I cried in dismay. “What harm have I done
you?”
The old man merely chuckled exultantly at the way I had fallen into
the trap he had so cunningly prepared—with Feng’s aid, no doubt, I
thought. I had all along believed the old cosmopolitan financier to be
my friend. I sat aghast at the astounding discovery that he was my
enemy. For a few seconds I remained speechless.
“Now,” he said in a deep vindictive voice, “there is but little time left.
Look over yonder.”
He turned the switch and the room was instantly flooded with light,
and as I gazed, dazzled by the sudden brightness, I saw seated in a
chair within a few feet of me, a woman’s figure.
It was Thelma!
I shrieked her name, but only a faint sound escaped my lips, for my
throat was dry and sore, and I could scarcely raise my voice above a
hoarse whisper.
Her hair was dishevelled, her eyes were closed, her face was white
as marble, and her head hung inertly on one side. She was clearly
unconscious.
It must have been her scream of terror that I had heard while we sat
at dinner!
“What does this mean?” I demanded trying to rise. But my hands
were secured tightly behind my back with a piece of rope, which had
been passed through a hole in the wall behind me and secured upon
the opposite side.
I was powerless to move more than six inches from the wall!
“It means that you have only five minutes more to live!” the old man
answered slowly, with diabolical grin. “You escaped once by a
miracle—but I have taken good care not to fail this time.”
“You assassin!” I cried, glaring at him and yet entirely powerless.
“That’s enough!” he cried, striking me a blow upon the cheek with his
open hand.
“But I can’t understand!” I cried. “What harm have I done—or what
has Thelma done?”
“It does not matter to either of you,” he laughed. “You love her.
You’ve told me so. Well—in five minutes’ time you will be married to
her—in death!”
My brain was clearing rapidly as the effect of the drug I had taken
wore off and I was cool enough to think keenly to desire some
means of escape. But, try as I would, I was powerless. The more I
strained at my bonds the more cruelly the rope cut into my tortured
wrists.
A flood of questions poured through my mind. What could have
happened? Where was Stanley Audley? Was he in the hands of
Feng, whom I now looked upon as Humphreys’ fellow conspirator?
But, above all, what had I done—what had Thelma done to arouse
Humphrey’s diabolical hatred?
Despite the pain I was suffering I made another furious effort to
break loose. I strained, till I felt my very wrists must give way, to go
to Thelma’s assistance. But I was held in a vise.
Thelma lay white as death. Was she, indeed, dead already at the
hands of the bearded fiend who, I now thought, must be a lunatic.
My attention was diverted to Humphreys’ proceedings. I watched him
closely, puzzled by what he was doing and utterly unable to
comprehend his purpose.
From a cupboard in the room he brought out a tin of petrol. From his
pocket he drew a large toy balloon of the kind which enterprising
firms use to advertise their goods. It was not inflated, but limp and I
remember that even in my bewilderment, I noticed that it was a
bright yellow and bore painted upon it the name of a famous West
End firm.
Using a small funnel he began very carefully to fill the balloon with
petrol. I was surprised at the amount it held. The tin, which had been
full, was nearly empty before he had finished.
Then, suddenly, like a flash of lightning, understanding of his horrible
purpose burst upon my mind.
“My God!” I gasped, “you surely do not intend to burn us alive.”
“My dear young fellow, you have had every chance to escape, and
yet you have refused, because of your silly love for Audley’s wife,”
he said in hard, metallic tones. “This house, I may tell you, is ‘to let
furnished.’ The board is now hidden in the shrubbery. The dinner
served you was provided by a well-known firm of caterers who sent
their man, whom I have dismissed. In a few moments this place will
be a roaring furnace and a mystery-house to the Fire Brigade of the
London County Council.”
Then with diabolical coolness he went on with his preparations.
Above the table was a handsome electrolier. To this, by means of a
piece of string, he hung the petrol filled balloon so that it was
suspended about a foot above the candle I had noticed on the table.
“You see,” he explained with a grin, “I light the candle and put it just
below the balloon. You can spend the time—it might be half-an-hour
perhaps—in imagining what is about to happen. The heat from this
little candle will cause the petrol slowly to expand until it bursts the
balloon. Then down comes the petrol on the candle and the whole
house will be a roaring furnace in a couple of minutes. Do you
understand?” and he laughed in my face.
I ground my teeth, but made no reply.
“Well, good-bye, Yelverton,” he said in a voice of affected
cheeriness, and yet in triumph. “I wish you both a merry journey into
the next world. Perhaps you’ll find her your soul-mate there. Who
knows?”
Next instant he had switched off all the lights and left us alone.
Only that fatal candle flickered as gradually its heat was causing the
fragile yellow balloon to expand to bursting point.
Soon it would explode and then we should both be burned alive.
Nothing could possibly save us!
My heart sank. Once again, however, hope revived within me. I
strove to tear myself free from my bonds. But it was useless.
I heard the front door close with a bang and then knew that the man
who had entrapped us had left. No doubt he would be lurking in the
vicinity in order to make sure of the result of his devilish handiwork.
I tried to rouse Thelma by calling to her. Apparently Humphreys had
not troubled to bind her and if I could only awaken her she might be
able to get help before it was too late. But I could not raise my voice
above a hoarse whisper: no shrieks of mine could call assistance.
And, I reflected, Thelma, even if she were not dead, must have been
heavily drugged and would no doubt remain unconscious for some
time. Humphreys would never have run the risk of leaving her free to
move if she came to herself.
My brain whirling I gave up the struggle after one more ineffectual
attempt to free myself and resigned myself to my fate.
Horror froze the blood in my veins as I gazed in agony first at
Thelma, helpless and unconscious in her loveliness, and then at that
innocent-looking toy balloon, charged with the deadliest menace,
hanging only a few inches above the flickering candle. To my
distorted imagination it appeared to be swelling monstrously and
hideously. I felt myself stupidly wondering how much larger it would
grow until it split and let loose a flood of fire in that silent room.
I realized the devilish ingenuity of the scheme. It was clear that once
the balloon burst and the volatile spirit became ignited, the furniture
and hangings of the room would burn with terrific violence. The fire
could not be seen through the shuttered windows until practically the
entire house was ablaze, even if at that late hour a chance passerby
should come along. And before help could possibly reach the spot,
the house would be a furnace. Every trace of the cause of the fire
would be consumed: only our bodies, charred beyond all possible
identification, would be found beneath the ruins. Our fate would
remain unsolved and the fire would be relegated to the ever-growing
list of London’s unsolved mysteries. I found myself dully speculating
as to the insurance, realizing that the owner of the house would be
duly recompensed, and that the assassin whom I had never even
suspected would go scot free.
And above all, even in those swiftly flying moments, I still speculated
as to Humphreys’ possible motive in a plot which, I was now
convinced, must have been originally formed amid the snows of
Switzerland—a plot between the mysterious doctor and the
cosmopolitan financier who had posed as my friend. How could
Hartley Humphreys, reputed millionaire, benefit by the extinction of
two such humble lives as Thelma’s and my own? Murder is seldom
or never motiveless, except it be committed by the homicidal maniac.
Was Humphreys really insane or was he a cool, calculating, ruthless
criminal, working out to its logical end some plan to which I had not
the key?
At any rate, so far as we were concerned, we were faced by instant
peril. Humphreys had laid his plans well. We had no possible
loophole for escape. I was pinned and could not budge from the wall
against which I was held. If I had been handcuffed—and handcuffs
can be bought of many gun-makers in London—they would have
remained as tell-tale evidence amid the débris of the fire. That length
of rope showed how cleverly the plot had been devised so that all
evidence of the murders would be effaced by the roaring flames.
By the faint light of the candle I could scarcely discern more than the
marble face of the girl I had grown to love. My eyes ever and anon
wandered to that yellow globe suspended above the table.
At any second it might burst. Then the flames would run rioting
through the room and in a moment we should be enveloped.
Again I tried to shout for assistance.
All was silent. The candle flickered and then again grew brighter.
“Thelma!” I shrieked in my agony, but my voice was only a whisper.
“Thelma! Thelma! My God! Thelma!” I cried, trying in vain to arouse
her.
But she still remained there with her beautiful head drooped in a
manner which showed that either death or unconsciousness had
overtaken her.
I realized that death was very close to both of us. For myself I cared
little. I could face it. But Thelma! Must I, loving her as I did, watch her
die before my eyes?
Those moments of agony seemed like hours. Outside the circle of
light thrown by the candle the room seemed dark and cavernous.
The smell of motor-spirit hung heavily on the air and the silence was
absolute. I could even hear my watch ticking in my pocket. Unless a
miracle happened we were doomed. I had become too weak to
make more than feeble efforts to free myself and these, of course,
were futile.
“How much longer?” I caught myself asking. How long would it be
before that innocent-looking globe splits asunder and lets loose its
flood of fire. As the slow moments passed the pressure of the vapor
within caused the thin film of rubber which held the inflammable spirit
to swell larger and larger.
At first, I had noticed, it sagged heavily, dragged down by the weight
of the liquid. Now the bright yellow globe was distended until it
seemed on the very point of bursting. The white printed words of the
advertisement on its sides danced mockingly before my eyes.
Now and again the flame of the candle flickered, caught by some
stray breath of air. Then it steadied and grew bright. I noticed that the
wax had begun to gutter into the plate. The evil flame fascinated me:
held my eyes fixed on it in helpless horror.
By this time the balloon had become distended to twice its original
size.
Suddenly the end came. The balloon split apart. A blaze of flame
momentarily lit up the room and in its lurid glow I caught a glimpse of
Thelma. At the same instant I heard a door open.
Then all was blackness and I knew no more.
CHAPTER XXI
WHO WAS DOCTOR FENG?

I fancied that I heard my name spoken. My ears were strained—


“Rex! Rex! Listen; can’t you hear?” I seemed to hear faintly afar off.
The voice sounded unusual, like a child’s, weak and high-pitched.
Surely I was in a dream.
“Rex! Rex! Listen! Can’t you hear?” the voice continued. It seemed
like the shrill voice of a tiny girl.
I listened stupidly: in my lethargy I had not the power to reply.
For a long time I listened, in a sort of delirium, I suppose, but did not
hear the voice repeated.
Suddenly, how long afterwards I cannot tell, I distinctly saw Doctor
Feng’s face grinning into mine. Upon his white-bearded countenance
was a look of exultant triumph. His eyes danced with glee. The sight
angered and horrified me. I closed my eyes to shut out the features
that seemed to me sinister and mysterious.
A strange sense of oppression, of being deprived of air and of my
body being benumbed, overcame me. I could not stir a muscle. In
my ears there sounded a strange singing like the song of a thousand
birds. At the same time I experienced considerable difficulty in
moving, for I seemed to be enveloped in something which, weighing
upon my limbs, kept them powerless, as though I were still
manacled.
I remember that both my wrists pained me very badly, where the
rope had cut into them so cruelly. Then, like a flash, came back a
hideous memory of those moments of horror and those darting red
tongues of flame. The terror of those moments when I faced a
horrible death I now lived over again. I lay appalled.
I must have shrieked in my befogged agony, and in shouting I again
opened my eyes.
An eager face peered into mine; it was that of a woman in a white
linen head-dress—a hospital nurse evidently. She uttered some
words that I did not comprehend. I tried to grasp them, but my
hearing was so dull that I only heard high-pitched sounds.
No wonder! After a few moments of blank bewilderment I realized
that from head to foot I was swathed in oil-soaked cotton wool. There
were small openings for my eyes and another small aperture lower
which enabled me to breathe.
Now memory surged back upon me in full flood and again the horror
of those dreadful moments at Heathermoor Gardens fell upon me.
I recollected everything in detail. But I was alive—alive! after passing
through the valley of the shadow of death, through the flames that
had licked my face!
But where was Thelma?
I tried to ask. But the calm-faced nurse only shook her head. Was it
that she could not understand my muffled words; or was it that
Thelma was dead?
Once more I implored her to explain, but she again shook her head,
placing her fore-finger upon her lips to enjoin silence.
Then she put some medicine to my lips, and speaking soothingly,
compelled me to swallow it.
I lay there stretched upon the bed, my wondering eyes seeing only
the whitewashed ceiling of the narrow room. The atmosphere
seemed heavily laden with some disinfectant and I noticed, with idle
curiosity, how very closely the nurse watched over me.
I believed it to be about mid-day. But my bewildered brain was
obsessed by thoughts of those two devilish plotters—Feng and
Humphreys—who had been my friends amid the Alpine snows and
had later conspired to kill me.
The full purport of what had actually happened I could not
understand: I remembered nothing after the flash of flame and the
noise of the opening door. Closing my eyes I racked my brain in
useless conjecture. Why should the hateful old doctor, of all men,
have shot that triumphant glance at me, while I lay there inert and
helpless?
After that I must have lapsed into unconsciousness. The injuries I
had suffered, coupled with the awful mental agony I had undergone,
had brought about, as I learned afterwards, complete loss of memory
and many weeks elapsed before I was able to understand what was
going on around me.
My awakening to consciousness was a curious experience.
I was utterly unaware of anything that was passing until suddenly, I
heard, as from a vast distance, a thin voice calling my name:—
“Rex! Rex! Rex Yelverton!” It came again. Then I seemed suddenly
to wake up. There was a blaze of sunlight round me. And there
before me, radiant and beautiful in a flimsy white summer gown,
stood Thelma, her face positively shining with happiness and tears of
joy running down her beautiful face.
I held my breath, scarcely believing I could be awake. Was it a
vision? Memory rushed back to me. Again I saw Thelma, limp and
helpless, in that hateful room at Hampstead. Was I alive? Had she
indeed escaped the awful fate that had threatened her.
There she stood against a background of high feathery palms.
Beyond her was a sapphire, sunlit sea, while around were orange
trees heavily laden with fruit and a wealth of climbing geraniums and
crimson rambler roses.
As my brain slowly cleared I looked around. To my surprise I found
myself seated in a low cane lounge-chair upon a well-kept lawn—
seemingly a hotel-garden. Not far away some people were
strenuously playing tennis; others were seated beneath great orange
and emerald colored umbrellas, taking tea.
“Thelma!” I gasped, my burning eyes staring and bewildered.
“Rex! Thank God! At last! At last you know me!” she said, springing
forward and grasping both my hands. “You’ve been very ill, my dear,
devoted friend.”
I stared at her and saw that she was very pale and worn. But the soft
hands that I held were real!
So surprised, so utterly perplexed was I, that I could hardly find my
tongue. But after a few moments of silence, the chords of by
unbalanced brain, at first unable fully to realize my whereabouts,
were touched.
I heard her speak. “You do know me now, Rex—you do, don’t you?”
she demanded in tense eagerness.
“Yes,” I replied.
“And you can really recollect?” she asked, softly, bending over me.
“Everything,” was my answer, as I sat there like one dreaming. But,
indeed, at that moment, I doubted the reality of it all, for the evil
faces of both Feng and Humphreys overshadowed that fair scene of
feathery palms and tranquil sea.
“Ah! The doctors were right after all!” she cried joyously. “They
advised us to bring you here—to Cannes.”
“What? Am I in Cannes?” I asked astounded.
“Yes,” she said, “This is The Beau Site Hotel. Do you feel well
enough to know what has happened?”
I nodded—weakly, I am afraid. I felt well enough physically, but
shaken and overwrought.
“Can I have some tea?” I asked limply.
Thelma burst out laughing. “Now, I’m sure you are better,” she
bubbled. “Wait a moment and I will have it sent out.”
She disappeared into the hotel and in a few moments a waiter
appeared with tea things. He glanced at me and bowed. “I’m glad
monsieur is better,” he said simply.
How good that tea tasted! It was glorious to be alive again and I ate
and drank with good appetite. I felt better every moment: it was clear
I was well on the way to recovery.
“And now, Thelma,” I asked when we had finished. “Tell me what
happened. I remember nothing after the fire. Have I been ill long?”
“You must be prepared for a surprise, Rex,” she said gently. “Do you
know—of course you cannot—that that was five months ago?”
“Five months!” I echoed stupidly. “Have I been ill all that time?”
“You have been very ill indeed, Rex, and for a time we had very little
hope that you would ever recover. You got over the burns fairly
quickly in the Hampstead Hospital but your memory gave way. But
don’t worry now, the doctors all said you would probably recover
yourself quite suddenly and be absolutely yourself again. But they
could not say how long it would be and it has been weary waiting.”
“How long have I been here?” I asked.
“About a month. Doctor Feng will be here soon: he will be delighted.”
“Doctor Feng!” I flared out. “Why should he be pleased? Perhaps
Humphreys will be pleased too. He was a great friend of Feng’s.”
“Humphreys is dead,” Thelma said gently. “I can’t tell you the full
story yet—you are not well enough—but he was traced from the
house in Hampstead to some rooms he had in secret in Earl’s Court
Road and he shot himself there when the detectives went to arrest
him. Now be quiet and don’t bother your head about things.
Everything is all right and you shall learn all from Doctor Feng. You
can recognize me now and you will soon be yourself.”
“But, Thelma,” I cried, “how did you escape? Were you hurt?”
“Now, don’t trouble about me,” she said lightly. “You will see Doctor
Feng soon.”
“I don’t want to see him,” I said snappishly. “He was a friend of
Humphreys’ and I believe was in league with him.”
Thelma looked at me, a soft light in her eyes. “No,” she said simply.
“You are making a great mistake. You never had a better friend, nor
Humphreys a more deadly enemy than Doctor Feng.”
I sat up in amazement. Feng my friend! Had I distrusted the old
doctor without reason?
“Here he is!” cried Thelma joyously and I looked up to see Doctor
Feng, in a gray summer suit and white felt hat striding briskly across
the lawn towards us.
A glance at me was sufficient to tell him the good news; there was
no need for Thelma’s excited outburst. The old doctor silently held
out his hand, his seamed face alight with obvious pleasure.
I took it in silence and wrung it hard. The scales had fallen from my
eyes and I felt thoroughly ashamed of my lack of faith. I had ignored
my real friend and had put my trust in the scoundrel who had
planned, happily in vain, to send Thelma and myself to a horrible
death. At that moment my confidence in my knowledge of men, on
which I had been apt to pride myself in bygone days, sank to zero.
Feng was the first to break the silence.
“By jove, Yelverton,” he said, “I’m glad to see you all right again.
You’ve had an infernally narrow squeak of it. And it was all my fault. I
ought to have been more wary.”
“Your fault!” I stammered. “How?”
“Well, your narrow escape from being burned to death with Thelma,
was due in part to me. Owing to my belief in my own foresight I
made a big error of judgment.”
“How? I don’t understand. All I know is that Thelma and I were
entrapped by your friend Humphreys in that house in Heathermoor
Gardens. A most diabolical plot was laid for us both. What
happened?”
“Then you recollect it all—eh? Well, that’s an excellent sign,” he said.
“You both escaped death by a hair’s breath. The damnable plot was
well devised and the plotters never dreamed for an instant that it
could fail. Every precaution had been taken, even to the cutting of
the wires of the fire-alarm outside Hampstead Station! Yes, you can
both thank Providence that you are alive today. But, do rest, my dear
fellow,” he added. “You must not tax your brains too quickly. In an
hour’s time I’ll tell you more. Till then, I’ll leave you both together. But
remember, your conversation must not concern the affair in the least.
I forbid it, Thelma! Please recollect that,” he added very seriously.
“Very well,” she said. “We’ll go for a stroll down to the Casino and
back,” and I rose and accompanied her.
Thelma chatted as we strolled along. But in obedience to Doctor
Feng she would not refer to what had passed. For my own part I felt
utterly mystified. Where was Stanley Audley? Why was Feng my
friend and Humphreys’ enemy? What was Thelma doing here away
from her husband? How had we been saved? These and a hundred
other puzzling questions darted through my mind, and I fear my
attempts at conversation were poor and spiritless.
But one thing she told me roused my keen interest.
Day after day, she said, she had sat by my side, many times every
day, softly calling my name. Doctor Feng was responsible. He had
an idea—perhaps because he knew my love for Thelma—that her
voice might be the means of rousing me from my stupor. And, thank
God, the experiment had succeeded, though Thelma confessed she
had almost given up hope after many weary weeks. At last, after
hundreds of failures, her call had reached my subconscious mind,
the dormant cells of memory had suddenly awakened, my
unbalanced mind once again returned to its normal state.
As I looked into her great grey eyes, I saw how filled she was with
anxiety concerning me. I gazed at her in silence. The suffering she
had undergone seemed to have had no power to mar her great
personal beauty. Though her face was colorless it was calm, and her
eyes were full of sadness.
One subject alone was uppermost in both our hearts, but old Feng
had forbidden us to mention it. Therefore as we strolled along
together through the gay streets of Cannes with its well-dressed
merry-making throngs, our conversation was but a stilted one.
To me that passing hour seemed a year. Soon I was to learn the
truth so long hidden—the secret of the great mystery was to be

You might also like