PDF of Zamanimizin Koleligi 1St Edition Lev Tolstoy Full Chapter Ebook

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Zaman■m■z■n Köleli■i 1st Edition Lev

Tolstoy
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/zamanimizin-koleligi-1st-edition-lev-tolstoy/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

■■■■■ ■■■ First Edition ■■ ■■■■ Lev Nikolaevich Tolstoy

https://ebookstep.com/download/ebook-54987162/

Ressurreição Portuguese Edition Lev Tolstoi

https://ebookstep.com/product/ressurreicao-portuguese-edition-
lev-tolstoi/

■■■ ■■■■■■ Leo Tolstoy

https://ebookstep.com/download/ebook-48768810/

■■■ ■■■■■■■ Leo Tolstoy

https://ebookstep.com/download/ebook-48768808/
■■■■■■■■■ Polikushka Leo Tolstoy

https://ebookstep.com/download/ebook-48976068/

■■■■ ■■■■■■ Father Sergius Leo Tolstoy

https://ebookstep.com/download/ebook-48779978/

Sinemada Zaman Yolculu■u 1st Edition Gökçen Ard■ç

https://ebookstep.com/product/sinemada-zaman-yolculugu-1st-
edition-gokcen-ardic/

Güzel ■eyler Zaman Al■r 1st Edition Seda Ero■lu

https://ebookstep.com/product/guzel-seyler-zaman-alir-1st-
edition-seda-eroglu/

La mente umana Cinque saggi Lev S Vygotskij

https://ebookstep.com/product/la-mente-umana-cinque-saggi-lev-s-
vygotskij/
�-
ÖTE Ki YAYINEVİ
(1teki
FELSEf"E KÜLTÜR
-

Çeviri
Yankı Yeniçeri

Düzelti
M:1zlum Hann

Kapak ve Sayfa Düzenleme


Özgür Yurttaş

1. Baskı
Kasım 2016

© Öteki Yayınevi
Sertifika No: 34460

Baskı ve Cilt
Ceylan Matbaası
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad.
Güven İs Merkezi B Blok Na:

318
Tel: (0212) 613 10 79

Yön etim Yeri

Eğitim Mah. Saygı Sok. Selimoğlu Sitesi

17 A Kadıköy/ İstanbul
Tel: 0216 405 25 22
kitap@otekiyayinevi.com

ISBN: 978-605-83055-5-7
ZAMANIMIZIN
KÖLELiGi

Lev Tolstoy

Ceviren

Yankı Yeniçeri

�-
ÖTE Ki YAYINEYİ
Lev Nikolayeviç Tolstoy, 9 Eylül 1828'de Rusy.ı'nın Tula şehrinde, sDylu Vt.' varlıklı
ailesinin Yasnaya Polyana adlı konağında d..,ğdu. Çok küçük yaşlarında önı:t• an·
nesini, sonra babasını kaybetti, yakınlarının elinde büyüdü. 1854'J"' suhay olarak
Kırım Savaşı'na katıldı. Petersburg, Almanya, Fransa ve İsviçre'de ka ldı ktan sonra
köyüne geri döndü, serflik sistemin kaldırılmasıyla aynı zamanlarda, ı;o<.·uklar i�·in
on üç tane okul kurdu ve 1862'de evlendi. Karısı, Sophie Bers eserlerini yazmasın·
da en büyük yardımcısıydı. Avrupa gezisinde şahit olduğu bir idam ve Vicror Hugll
ve Pierre-Joseph Proudhon'la tanışması, onun edebi ve politik gelişiminde çok et·
kili oldu. Tüm zamanların en büyük romancılarından biri olmasının y;ını sıra, çok
sayıda anlamı derin, politik, ahlaki ve vicdani mesajlar içeren makale ve kitaplar
yazmıştır. Mülkiyet ve insanlar arasındaki eşitsizlik hakkındaki fikirlt:'riyle bütün
varlığını köylülere dağıtıp, onlar gibi yaşamaya başlamıştır. Aynı zamanda, "Tanrı·
nın Egemenliği İçimizdedir" kitabı yüzünden, Ortodoks kilisesi tarafından aforoz
ed i l miştir. 82 yaşındayken bir kış gecesi kansından gizlice evini rerketti. Ertesi gün
Astapovo tren istasyonunda zatürreden dolayı ölü bulundu.
ZAMANIMIZIN

KÖLELiGi

Lev Tolstoy

�-
öTEKi YAYlNEVl
.
İCİNDEKİLER

Aylmer Maude'un Ônsözü / 9


Yazarın Önsözü / 21
BÖLÜM 1
Otuz Yedi Saat Çalışan Yükleyiciler / 25
BÖLÜM 2
Toplumun İnsanların Harcanmasına Tepkisizliği / 30
BÖLÜM 3
Süregelen Durumun Bilim Tarafından Haklı Gösterilmesi / 34
BÖLÜM 4
Ekonomi Biliminin Taşra Emekçilerini Fabrika Sistemine
Girmeye Zorlaması / 38
BÖLÜM5
Eğitimli Ekonomistler Neden Yanlışta Israr Ediyorlar / 44
BÖLÜM 6
Sosyalist İdealin İflası / 47
BÖLÜM 7
Özgürlük Kültürü /52
BÖLÜM 8
Kölelik Aramızda Yaşıyor /56
BÖLÜM 9
Kölelik Nedir? / 61
BÖLÜM 10
Vergiler, Toprak Ve Mülk Hakkındaki Kanunlar / 64
BÖLÜM 11
Köleliğe Sebep Olan Kanunlar / 70
BÖLÜM 12
Yasamanın Özü Örgütlü Şiddettir / 74
BÖLÜM 13
Devlet Nedir? Devletler Olmadan Yaşamak Mümkün Müdür? / 78
BÖLÜM 14
Devletler Nasıl Feshedilebilir? / 86
BÖLÜM 15
Her Bir İnsan Ne Yapmalıdır? / 95
Sonsöz / 102
Aylmer Maude Hakkında

Aylmer Maude ve eşi Louise Maude, Tolsto:y'un yapıtlarının İngilizce çevimıen·


!eridir. Aylm.er, Tolstoy'la 1888'de tanıştı, tıe ondan sonra Tolstoy'u sık sık ziyaret
eden bir hayranı \lf arkadaşı oldu. Beraber tenis \lf satranç oynarlardı ve utun tartış­
malar yaparlardı ve Maude'un fikirleri, kendinde.n otuz yaş büyük olan yazarla her
zaman uyu.şmazdn. Aylmer aynı :ı:amanda arkadaşı olan Tolsto:y'un biyografisini de
yazdı. Maude ailesi u:ı:un süre Rusya 'da yaşadıktan sonra, hayatlarının geri kala..
nını İngiltere'de, Tolsto:y'un eserlerini çevirerek ve halkın onlara ilgisini arttırmak
için tanıtımlar yaparak geçirdiler. İngiltere'ye taşındıktan sonra da Tolstoy'l.a sık sık
birbirlerini ziyaret ettiler. Ayrıca Aylmer, 20. yü:oılın başlarında birçok ilerici ve

idealist hareketin içinde rol aldı.

..

Aylmer Maude'un Onsözü

Bu kısa kitap, Tolstoy'un hakkında çok fazla yazdığı "Dire­


nişsizlik" kavramının ekonomik ve siyasal hayatla bağlantılı ol­
duğunu kısa, net ve sistematik bir şekilde gösteriyor.
İnsanlığın büyük çoğunluğu, neden olduğunu bilmeden,
hoşlarına ginneyen uzun mesailere ve genellikle sağlıksız koşul­
larda yaşamaya zorlanıyorlar. Bu, insanlığın doğa üzerinde çok
az güce sahip olmasından dolayı hayatta kalabilmek için bu ko­
şullarda ·çalışması gerektiğinden değil; insanlar toprak, vergiler
ve mülkiyet hakkında yasalar yarattıkları için olmaktadır. Bu ya­

salar, insanların büyük çoğunluğunu bu şekilde çalışmaya ya da


düşkünler evine gitmeye ya da açlıktan ölmeye mecbur ediyorlar.

9
LevTolstoy

İnsan doğasının çok kötü olduğu s avıyla, bu yasalar olmasay­


dı çok daha kötü bir durumda yaşayacağımızı, yarattığımız ve
takip ettiğimiz kuralların, içe doğru ruhsal bir utancın -kötülü­
ğün gerçek kökeni olan insanın açgözlülüğü- açık ve görülür dış
belirtileri olduğunu ileri sürenler olabilir. Fakat bunun bir an­
lamda doğru olabileceğini kabul etsek bile, bu demek değildir
ki, insan doğası değişmezdir ve hiçbir şekilde gelişme mümkün
değildir. Ayrıca gelişimi, kendi kendine işleyen, etkilerini sadece
bir yolcunun geminin motorlarını izlediği gibi izleyebildiğimiz
bir evrimin ellerine bırakmayı görev haline getirmemiz anlamı·
na da gelmez. Yarattığımız kanunların etkilerini düşünebiliriz,
onların lehinde ya da aleyhinde olabiliriz, ilerlemenin müm­
kün olduğu doğrulnıyu algılayabiliriz ve bu ilerlemeye destek ya
da köstek olabiliriz.
Yasalar devletler tarafından yaratılırlar ve fiziksel şiddet kul­
lanılarak uygulanırlar. Bizlere, bazı insanların diğerleri için ya·
salar yaratmalarının iyi olduğu uzun zamandır öğretildi, tıpkı
"asil" insanların toptan satışı destekleyip, perakendeciliğe bu­
run kıvırmaları gibi. Yani insanlar genelde, hırsızlık ve cinayeti
küçük ölçüde yapıldıklarında onaylamazken, organize bir şekil­
de yapıldıklarında ve kırk milyonun yaşaması gereken araziyi
birkaç bin kişiye paylaştırdıklarında ve periyodik olarak binlerce
insanı ölmeye ve öldürmeye gönderdiklerinde, onlara hayranlık
duyarlar. Aynı şekilde, sorumluluğun Kraliçe, cellat, yargıç, jüri
ve memurlar tarafından bölüşüldüğü m ünferit cinayetlerden de
dehşete kapılmazlar.
Tolstoy'a göre, insanın insana uyguladığı şiddet yanlıştır. Bu
yanlışlıktan, onu büyüterek veya sorumluluğu dağıtarak kurnı­
lamayız.
Ama bu suça ortak olmayı durdurursak ne olur?
Güç kullanarak insana karşı güç kullanılmasını engellemek

10
/;1111;11111111:111 l\ı ılı-lıı:ı

ıni'ıınkün ıılsaydı, şi'ıphl'si: ki llH'�l'lı·ııiıı ll'lltl'lindl' y;ıt;ııı lıt·ıı·


cillik )'l'lli hir hi,·iındl· ıırtay;ı ,ıkardı. A ... l1111l;ı ııl;ııı ':>ı·y dl' a)aı.(ı
yukarı huylhı: Kavgalardan \'l' ki�İ�l·I k:ııı ılavalarıııdan lııtkin
düşt'n insanlar, şiddl'r kull:ınııııını dl'vlt·tll'rl' lıır:ıknıayı kahııl
rttikr. Şa h ıs la r ın arasında yi'ı:l·y�l'l lıir lı:ırı� ıııt·yd:ın;ı gel-.l' dl',
Slıpayla \'t'ya kılıı;la ıni'ınakaşaııııı yt·riııi, l'll ;ız ıı k:ıd:ır v:ıh':>i
olan h u k u ki \'t' ricari hir kavga ıırraya aldı; Tııl.,tııy'un :ırztl'>ll,
insanları Zlırlayarak şiddt•t kullanıınını lııraktırınak değil, )iJ­
detin o nla ra tiksinti verici gdn1csini ve insanların Jiğcrlcrini
ikna etınck için ınantık ve iyi niyet JışınJa ba�ka araçlar kul­
lann1ak isten1en1elerini sağlamaktır. Bu haşarılJığınJa iyilikten
iyilik doğacağına güvenebiliriz. Şu an ise kötülükten kiJtülük
doğmaktadır. Tolstoy'un da gösterdiği gibi, herhangi bir biçim·
de, başka bir ilerleme yolu yoktur. Şiddet kullanımının, krallara
ait tanrısal bir hak olarak görüldüğü inanışa dönemeyiz, ne de
bunun, çoğunluğun tanrısal bir hakkı olarak görüldüğü güncel
inanışı koruyabiliriz. Razı olmadığımız bir kurala güç kullanı­
mıyla tabi olmak kölelikten başka bir şey değildir ve toplumu­
muz şiddeti temel aldığı sürece, hepimiz ya köleleriz ya da köle
sahipleri (bazen ikisi birden).
Fakat şiddet kullanımını ortadan kaldırıp, kardeşlerimizi
mahkum etmeyi ve öldürmeyi kesmemiz mümkün mü?
Tolstoy'un bu konu hakkındaki söylediklerini en azından
dikkate alabilir, organize şiddetin bizim rızamızla var olduğu­
nu farkedebiliriz. Buna rıza göstermememiz de mümkündür.
Şiddeti ortadan kaldırmaya gelince, bu, bizim için bir evet ya
da hayır sorusu değildir, daha az ya da daha çok sorusudur.
Uygulanan şiddetin miktarı, şiddeti uygulayanların gördüğü
desteğe doğrudan bağlıdır. Şu anda, kimsenin cellat olabil­
mesinin mümkün olmadığı yerler var; hatta İngiltere'de bile,
nispeten gaddar sayılsak dahi, 111. George'un, 160 farklı suçun
11
\.'llün1h.· (e:alandırıldığı ı:e:a )'as;\sını tt>krar uygulan1ak iınkan­
sı:dır. Eğt'r şehit ı.)lınaya taınaınc.:-n hazır d1..�ğilsek, kendin1izi
şiddetten taınaınen arındırınak ınün1kün gt) rünn1 eyebili r ve öy­
lt.>Jir 1..lt.>. T1..) lstoy un kendisi de, ş iddet kul lan ara k vergi to pl ayan
'

devlet tarafından \·ıkanlan pl)sta pullarını ya da bakımı yapılan


yolları kullann1aktan vazgeçtiğin i ileri sürınez; aına refi..1rınlar,
insanların ellerinden geln1eyeni değil, gelenleri yapmalarıyla
ortaya çıkar. İsa'nın öğretisine: "O, bize mükemmel olmamızı
öğütlüyor ama biz müken1n1el olamayız, bu yüzden de O'nun
öğretisinden hiçbir şey alamayız," diye cevap vermek çok kolay
ve ahn1akça olur. Aynı şekilde, makul olmadan mannklı olmaya
çalışan bir kimse, Tolstoy bizlere şiddetin her türlüsünden uzak
durmamızı söylüyor, bunu yapamayacağımız için onun rehber­
liği faydasızdır diyebilir. Tolstoy, okuyucularının sağduyularını
kullanmalarına güvenir ve bu konu genelinde sağduyulu yakla­
şım şöyle olmalıdır: Şiddete dayalı bir sistemin bu derece ağına
düştüysek ve şiddet kullanımına taraf olmaktan tamamen kaça·
mıyorsak bile elimizden geldiği kadar kaçınmalıyız.
Zihin, bedenden daha özgürdür, en azından meselenin ger·
çeğini anlamaya çalışalım ve kendimizi korumak için vahşi bir
sistemi bahane olarak kullanmayalım. Meseleyi anladıktan son·
ra, hakkında konuşmaktan korkmayalım ve görüşlerimizi itiraf
ettikten sonra, hayatlarımızı görüşlerimizle gitgide daha fazla
uyumlu hale getirelim.
Sadece, yasallık ve doğruluk kavramlarının çifte standardın·
dan oluşan kafa karışıklığını gidermemiz bile devasa bir kazanç
olacaktır. Örneğin, İngiltere'deki alkol ticaretini ele alalım; bu
konu üzerinde yasalar oluşturmak' için ne kadar fazla güç sür·

1 İngiltere'de 1850'Jen sonra alkol yasaları birçok kere değişmiş ve alkolün


yasaklanmasını isteyen hareketler güçlenmiştir. Fiili olarak hiçbir zaman alkol
yasağı uygulanmasa da, barların çalışma saatleri kısıtlanmış, halka açık alan·

12
Zamanımızın Köleliği

tüşmesi ve ziyanı yaşanmıştır. Bırahaneler, içki imalathaneleri


ve dağıtımcılar, meslekleri doğru_ olmasa bile yasal olduğu için
ne kadar fazla kazanç elde etmişlerdir. İçki ticareti gibi kötülük­
lerin üstesinden yasalarla gelinemeyeceği her geçen gün daha da
açık hale gelmekte değil midir?
Bize, insanların çok düşüncesiz ve yanlış fikirli oldukları ve
kanunun güçlü kollarından başka hiçbir şeyin onları kısıtlama­
yacağı söylenir ve onların, kanuna olan saygılarının aksine dav­
ranmaları tehlikelidir.
Tabi ki tehlikelidir! Bütün büyük ahlaki hareketlerin ve
bütün güçlü reform hareketlerinin kendi ciddi tehlikeleri var­
dır. Assisili Francesco1, ke nd i n d en tamamen feragat edip ve
kend ini başkalarının hizmetine adayıp Avrupa'yı sarstıktan
bir buçuk asır sonra, çalışmanın angaryasından kaç ınan, arsız
dilenciler2 ordusu, toplum içinde onun adına dile niyorlardı,
o kadar ki Wycliffe1 onları, eli ayağı tutan dilenciler ordusu
olarak tanımladı ve "i nsanların d il enc i kes işlerc sadaka verme­
lerini" ya s a kl a dı .

Tarih, kendini hu konularda tl'krar t•tn1eyl' eğilimlidir ve hiç


kuşku yok ki, Tolstlly1un gi"ırüşll·ri, ona layık olınayan takipçi­
leri taraftndan istismar l'dilt·cı:ktir. Fakat kl"ıtü olan, iyi olana

l.ırda ,,ırh,ı� )!.::mt.>k }�ı�ıkl.ınmı�. , ._l:ı. \'\: kişisd ü:gürlüklt."ri kısırlandı(:ı için
in,:ınbr, ;l\•ıklanmaLır \·tkJrmıştır. {Ç.N.)
İt.ılya'nın Assi·ü �··hrindt:"n oLın St. Fran.:is (l liH-1226), fr;ınsisk.:n °f;ırikatı'nın
kuru•u,uJur. �tint.ınınJ.ın l:ıa�ka l:ıir Şe\i olmayan, in'>;ınların \-erdi(:i yiyt."<".:k·
lt."rl<· 1:-ı.·slt-n.:n ı:c:ı:ın bir vai:di. Tarik.ıtın kilise" tarafınJan <lnaylanmasıyla hir­
liktt.' fa:Lıc;ı müriJı ,,IJu \'\: müritlt:"rinin Çl•ı'..'ll rüm A\TUpa'y.ı JağılJı.(Ç.N.)
l
Fran,·is'in t;ırıkatın,bn l>l.ın Jil.:n.:i kt:"si�lt:"r (Ç.N.)
J<•hn Wydıtt� O '31-1384), İngıli: skolastik hlo:oi, ilahiyatçı, vai:, çevirmen,
rrfornKu \'t' ()xfonf Ja seminer rr,>tesörü. Katolik Kilist:"si'ne ilk karşı çıkan·
hır&ın '� re:.>h•rmun önı.:ült.>rinJen hiridir. (Ç.N.)

13
Ll'\' Tolstoy

bu kadar kolay bulaştığı için insanlık yerinde mi saymalıdır?


Düşünmek ve ha rekete geçmek tehlikeli olabilir ama yerinde
saymak ölmektir ve şiddet yolunda yürümek -tıpkı Babil, Asur,
Mısır, Roma, İspanya ve birçok diğer ıncdeniyetlerin gösterdiği
gibi- yıkım yolunda ilerlemektir.
Çoğu iyi insan, Tolstoy'un "Kanunlar, or gan i ze şiJdet ara­
cıyla yöneten insanlar tarafından yaratılırlar," ifades inden
sarsılacaktır tabi ki. Modern devletlerde, idari faaliyetlerin gi­
derek baskın hale geldiğini ve güç kulla nımıyla ilgili olanların
gü n geçtikçe azaldığını iddia edeceklerdir. Buna cevap şöyle
verilebilir: Devletler bu azalan ve ikinci planda olan faaliyet­
leri, sadece kendilerine yönelik eleştirilerden kaçınmak için
azaltmaktadır. Kendi hizmetlerjnin kabulü için üstelemeden
toplumu gönüllülük esaslarıyl a düzenlemekle yeti nen -kimseyi
öldürmeden, kimseyi mahkum etmeden ve kararlarının uygu­
lanması için sadece sağduyuyu ve iknayı kullanan- devletlere,
burada saldırılmıyor.
Ve iyi huylu insanlar devletler hakkında neye inanmak ister­
lerse istesinler, gerçek şudur: Var olan devletler şiddete dayan­
maktadırlar ve şiddete dayanmadıkları takdirde onları devlet
olarak değilr gönüllü kurumlar olarak adlandırıyoruz.
Diğerlerini yönetmekle ilgilenen insanlar bunu biliyor, tarih
boyunca tekrarlandı ve daha geçenlerde Güney Afrika' da tekrar
gördük. Kruger ve onun partisi olan Boer Reform Partisi'nin si­
lahlı gücü olduğu sürece, madenciler ve hatta Alfred Beit, Cedi
Rhodes ve BSAC (İngiliz Güney Afrika Maden Şirketi)1 boyun

1 30 Aralık 1895- 2 Ocak 1896 arasında olan J ameson Baskını'ndan söz ediliyor;
BSAC 'nin kurucusu ve Ümit Burnu'ndaki İngiliz kolonisinin başbakanı Cecil
Rhodes ve BSAC'nin başkanı Alfred Beit'in destekleriyle, Güney Afrika Cum­
huriyeti(Transvaal) başkanı Paul Kruger'a karşı yapılan ayaklanma. Başarısız
sonuçlandı ve birkaç sene sonra 2. Boer Savaşı' na neden oldu. (Ç.N.)

14
Zaınanın11zın Kö leliği

eğınek zorundalardı. Baskın sırasında, gelecekte kanunları kimin


yapacağı sorusu muallaktaydı, Kruger veya Rhodes veya başka bi­
risi olabilirdi; ama her kim olursa olsun, karşı gelenlere, açık,
sistematik ve utanmaz bir şekilde şiddet uygulama avantajını
elde edecekti. Bir gün korsanları organize eden kişiler, ileride bir
"Devlet" haline gelebilirler. Aslında, tıpkı Sparta'da hırsızlığın
değil, çalarken yakalanmanın ahlaksız olarak kabul edildiği gibi,
bugün de modern ahlakçılar (Paley gibi) arasında, güç sahiplerine
karşı şiddet kullanmanın ahlak dışılığının tamamen bu müdahe-·
lenin başarılı olma şansına bağlı olduğu ciddi biçimde tartışılıyor.
Tolstoy, toplumumuzun muzdarip olduğu bütün kötülük­
lerin temelinde, organize şiddetin sistematik kullanımının
yattığını söylüyor. Sosyalizmin mevcut sisteme olan suçlama­
larına katılsa da, sosyalist bir devlet kurulmasının, yeni bir
tür köleliğin -işgücüne doğrudan katılım zorunluluğu- daya­
tılmasına yol açacağını belirtiyor. Ve sosyalistlerle tamamen
aynı görüşte olmadığı gibi, İ ngiltere'de "Nihilistler" olarak
bilinen, Rus anarşistlerin devrimci partisiyle de aynı görüşte
değildir. Elbette ki onlar, Tolstoy'a karşı keskin suçlamalarda
bulu nmaktadırlar; çünkü Tolstoy'un etkisi, onların suikast
politikalarına yönelik ahlaki karşıtlığı arttırmıştır. Onların,
Tolstoy'un despotizme saf metafizikle karşı koymayı istediğine
dair suçlamaları, bu çalışmada, vicdanlı insanlara yapılan, pa­
rayı, şiddeti ve cinayeti organize etmek için kullanan devletlere
gönüllü olarak vergi ödememeleri için yapılan açık ve doğru­
dan bir çağrıyla çürütülmektedir.
Bireylerin devletlere karşı olan görevlerine dair bu görüşle­
rin türevlerine, İngilizce'de de rastlanabilir. Aziz Quaker John
Woolman1 1757'de günlüğüne şöyle yazmıştır:

1 Kuzey Amerika'lı Quaker tarikanrun üyesi, tüccar, terzi ve gazeteci (1720..


1772). Sömürge döneminde bile kölelik karşıtıydı. (Ç.N.)

15
levTolstoy

"Birkaç yıl önce, savaşları sürdürmek için eyaletimizde para


toplanmasından ve tekrar vergilendirilip vatanşlardan geri alın­
masından dolayı aklım bu vergileri ödemeyle ilgili düşüncelerle
doluydu... Aklımın derinliklerinde, üstesinden gelemediğim
bir vicdan muhasebesi vardı ve belirli zamanlarda bu konudan
dolayı oldukça sıkıntılı oluyordunı. Bu vergileri ödeyen, bazı
iyi kalpli insanlar olduğuna da inanırdım ama yine de onların
bana örnek teşkil etmeleri için bir neden göremedim; çünkü
doğruluğun ruhunun, benden, aktif olarak vergi ödeme yerine,
bir birey olarak iyilerin sıkıntılarından dolayı sessiz bir şekilde
acı çekmemi istediğine inanıyorum."
Bu konuyla ilgili düşüncelerinde yalnız olmadığını farketti.
Neredeyse bir yüzyıl sonra Henry Thoreau "Sivil İtaatsizlik"
adlı takdire değer makalesinde şöyle yazdı:
"En iyi devlet, en az yönetendir," düşüncesini yürekten ka·
bul ediyorum ve bunun daha seri ve sistematik olarak uygulan·
masını görmek istiyorum. Uygulanmasıyla beraber sonunda
şuna dönüşecektir: "En iyi devlet, hiç yönetmeyendir" ve in·
sanlar bunun için hazır olduklarında, sahip olacakları devlet de
böyle olacaktır.

Kendini, en zararlı meselenin kökünü kazımaya adamak


bile hiçbir insanın görevi değildir, ilgilenmesi gereken başka
sorunları da olabilir; ama kendi ellerini temiz tutması ve zih­
nini onunla meşgul etmese bile ona destek vermemesi insanlık
görevidir.
. . . . .

Kendini kölelik karsın olarak adlandıranların Mas.sachusetts Hü·


kümeti'nden desteklerini, şahsi ve mülki olarak, bir an önce


çekmeleri gerektiğini söylemekten tereddüt etmiyorum. Ço·

16
Z:ıııı:ıııııııızın Kı·ılt"lıgı

ğunluğu tılu�tıırııp, onların i"ızc.·rindc hakirniyet kurmayı l:ck­


ll'llH.'lll1.'Iİllirl1.·r. T anrı ' nın onların ya nı n d a ıılma'>ı yctcrlıJır, 1-:ır
ba;;kasını b1.·klcn11.·k·rinc ger1.·k yo k t ı ır . Ayrıca, kom)ularınJ::ın
daha doğru ulan bir insan zaten hali h a zırd a hir ç<ığunlu�u
1.) 1 uşturur.
il

Bu görüşlere sahip olan Henry Thorcau, ke lle vcrgi<:.ini (�de­


n1eyi reddetti ve hir geceliğine hapse atılJı, ta ki, h e r ne kadar
hoşuna git ıne se de birisi onun içi n vergiyi ü<leyene kadar.
Bundan dolayı, Tolstoy, devletlere gönüllü olarak istedikle­
rini ve an1acının dışında kullandıklarını vermek yerine, onlara
karşı pasif direniş gösterme fikrinde yalnız değildir ve değerli
destekçileri vardır. Bu tarz reddedişler Thoreau'nun bahsettiği
kansız devrimi getirebilir:
"Eğer bu sene bin kişi vergisini ödemezse, bu şiddetli veya
kanlı bir davranış olmaz; onları ödeyip devletin şiddet uygu­
lamasına ve masum kanı dökmesine izin vermelerinin aksine.
Aslında bu, barışçıl bir devrimin tanımıdır, öyle bir şey müm­
künse. Daha önce birisinin yaptığı gibi, bir vergi memuru �<l
da başka bir devlet memuru bana "Fakat ne yapmalıyım?'' diye
sorarsa, cevabım "Herhangi bir şey yapmak istiyorsan, istifa et"
olacaktır. O biat etmeyi bırakıp istifa ederse, işte o zaman dev­
rim tamamlanmıstır." •

Fakat Tolstoy'un bu konuda yalnız olmadığını hanrlarken \'e


o, burada bazı insanların özlediği şeyleri -yapılmasına karar ve­

rilen, kesin ya da reddedilmesi gereken bir şey- sunarken, eserin


asıl niyeti ve sürükleyici gücü ile bu tarz bir pratik tavsiyeyi ayırt
edemezsek acıklı bir hata yapmış oluruz.
Eserin asıl niyeti ve sürükleyici gücü başlıca şunlardır: İn­
sanların refahını geliştirebilmenin tek yolu, sağduyuya ve ,;c.
dana gitgide daha çok ve insan yapımı yasalara gitgide daha a:

17
Ll'V Tolstoy

güvenmektir. Böyle bir adaletsi zlik ve eşitsizliğe şimJi açıkça


ya p tı ğın1 ı z gi bi razı olmak yerine, çok yük�ek değe r vermeyi
öğretildiğimiz maddi gelişimi kurban etmeye hazır olmalıyız.
İyilik ve hakikatin yüceliğini arzuluyoruz. Ve s o nu ç olarak da
yüksek m akam larda da olsa, kenar ma ha lleleri n gölgelerinde
de olsa, insanın insana uyguladığı şiddeti gitgide daha fazla
bir şekilde kötülük olarak görmeliyiz ve kendimizi, devletin
bütün cübbelerine yapışan cinayet lekesinden günbegün öz...
gürleştirmeliyiz.
Bütün bunlar, bana göre kesinlikle doğru gözüküyor; bunla­
rın aksini savunmak İsa'nın dinine sırtımızı dönmek olur.
Fakat iş bunları yapmak veya yapmamak için herhangi bir
belirli talimata ya da dış emre gelirse, karşı cevap hakkı doğar.
Asıl gereken ve Tolstoy'un da hedeflediği, insanoğlunun mü­
kemmelliğe doğru istikrarlı bir şekilde ilerlemesidir. Ve hiçbir
hareket, dünyanın her yerindeki bütün insanların bir sonraki
adımı olamaz. Vergi ödememe kararına geldiğimizde, İ ncil'den
İsa'nın Petrus'a balık tutup ikisinin birden vergisini vermesi­
ni söylediği bölümü (Matta XVll. 24-27) hatırlayabiliriz. Bu
bölümde anlatılan bana göre şudur: "Hiçbir şekilde ödemeye
mecbur değiliz ama senden vergi talep ediyorlarsa, ver gitsin,
herhangi bir zorlama altında olduğun için değil, kötüye karşı
direnmememiz gerektiği için, eğer birisi senden mintanı isterse,
ona abanı da ver." Ve Tolstoy'da, O, Dört İncil'i yazdığında bun­
ları ifade ettiğini düşünüyor.
Bu çalışmada, İncil'leri yeniden yorumlamıyor, fakat mevcut
sorunlarlı hukukcular ve ekonomistlerin düsünce düzleminde
' '

ele alıyor.. Ve "bu dünyanın prensinin"1 otoritesini aşağılamak


için en iyi yöntem ne olursa olsun, İsa'nın onu kınaması ve

1 Dördüncü İncilde, lsa'nın şeytan için birkaç kere kullandığı bir isim. (Ç.N.)

18
Zamanımızın Köleliği

eleştirnlt�si, Thoreau'nun Sivil İtaatsizlik kitabıyla ve Tolstoy'un


"Direnişsizlik" teorisiyle aynı doğrultudadır. Hepsi kendi bi­
çimleriyle şunları söylediler: "Ulusların kralları, kendi ulusla­
rına egemen kesilirler. İleri gelenleri de kendilerine iyiliksever
unvanını yakıştırırlar. Ama siz böyle olmayacaksınız. Aranızda
en büyük olan, en küçük gibi olsun; yöneten, hizmet eden gibi
olsun." (Luka, XXII. 25-26)
Bu dünyanın prensi yargılandı, -değişimin belirtileri muaz­
zamdır ve ancak her bir insanın içsel değişimiyle başlayabilir.
Fakat bunun dış göstergeleri aynı yağmur ve aynı güneşle besle­
nen tarladaki cicekler kadar cesitli olabilir.
' ' , '

Great Baddow, Chelmsford,


Ekim 1900.

19
Yazarın Önsözii

"Kılıcı kullananların sıınu, kılıç tarafından ıılacaktır."


Yaklaşık 15 yıl i"ını:c Mııskııva'daki genci nüfus sayımı beni
hir takı ın düşünc e Vl' duygulara yündtti. Bunları " O Ha!Je
Nl• Yapn1alıyız?" isi111li kitahıında en iyi şekilJc ifade etmiştim.
Cie �·tiğiıniz se nl· nin ( 1899) sonlarına doğru, aynı soruları tekrar
dü ş ünJün1 Vl' vardığın1 sonu�lar ki r aptakih :rlc aynı o!Ju. Fakat,
J.:l'ıitiC:in1iz on sl'lll' hııyııncı "l) haldl· nl' yapn1alıyız?" daki soru­
ları günümi'ızi'ın l'ığrL·tilL·rinL' lLılıa llL·taylıca yans ıtar ak, okuyu­
nıyu aynı CL'Vap lara çıkan YL'llİ surııbrLı karşı karşıya bıraktım.
Rana gC:irL' hu surular, toplunıdaki yl·rini :11; 1 k lan1 aya çalışan ve
hundan dulayı i'ı:l·rlL·rinl· diı' �l'll alıl.ıki soruınluhıkları tanımla­
n1aya ,·alış an insanlara faydalı oLll'aktır. Bu sdıeplc onları yayın­
l:ıınaya karar \'L'rJiın.
Ru kitabın ve ınakalL·nin ten1l·I Jü�ünı:esi; şiJJetin reJJiJir.
Bl·nim İsa'nın liC:n·tilL·rinJl'll C:iğrendi)!im hu reddi, en açık bir
Şl'kilJc şu L·üınldL·rdl· ı,:C:in.'bilirsiniz: "(li.ıze gliz, Jiş e diş Jcndi­
ğini duyllunu: ... Si:L' ;-iJdl'll' �illJctlc karşılık vermek ôğretildi.
An1a lıL·n si:l" '-liyorun1 ki, klitüyc karş ı direnmeyin. Siz e sağ
,

yanağını:a bir tokat atana c:·ıhür yanağınızı Çl'\'İrmcnizi üğretiyo­


ruın; yani şiJdl·t giirscniz hile si: onu kullanmayın." Biliyorum
ki, bu harika sii:leri kullandığıın için hu konuda aynı fikirJe
l•lan l iberal lt:'r \'L' din adamlarının a l akasız ye sa pk ı nca yoru m -

21
Lcv Tolstoy

lamaları yüzünden, çoğu sözde kültürlü insan bu makaleyi oku­


mamaya veya ona karşı önyargılı olmaya karar verecektir ya da
ona karşı önyargılı olacaktır. Her şeye rağmen bu sözleri, bu
makalenin teması olarak belirliyorum.
İsa'nın öğretilerini hayata dair modası geçmiş bir rehber ola­
rak görüp, kendini aydınlanmış olarak düşünen insanları engelle­
yemem; insanlık tarihine kıyasla çok daha yeni bir rehber olsa da.
Fakat, benim bilincimi kazanmamı sağlayan gerçeğin; insanların
anlamaktan uzak oldukları ve onları kendi çektikleri çilelerden
kurtarabilecek tek şey olan gerçeğin kaynağını belirtebilirim.
11 Temmuz, 1900.

Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. (Matta V.38; Ex.


xxı. 24)
Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yana­
ğınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. (Matta V.39)
Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da
verin. (Matta V.40)
Sizden bir şey dileyen herkese verin, malınızı alandan onu
geri istemeyin. (Luka VI. 30)
İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız siz de onlara
öyle davranın. (Luka VI. 31)
İmanlıların tümü bir arada bulunuyor, her şeyi ortaklaşa
kullanıyoTlardı. (Elçilerin İşleri 11. 44)
İ sa onlara şu karşılığı verdi: "Akşam, 'Gökyüzü kızıl olduğu­
na göre hava iyi olacak,' dersiniz. (Matta XVI.2)
Sabah, 'Bugün gök kızıl ve bulutlu, hava bozacak,' dersiniz.
Gökyüzünün görünümünü yorumlayabiliyorsunuz da zamanın
belirtilerini yorumlayamıyor musunuz? (Matta XVI.3)

22
bmanımızırı Ki,ldı�ı

"Dünyanın bütün ülkelerinin kullaJıj,-J;,rı ·,ı;tcrrı �ı•Jy•ıv lıir


aldatmaya, büyük bir cahilliğe ya Ja ikisinin bir k:ırı·:ırnırıa da­
yalıdır. Sonuçta, temelde yatan pren\iplerin herharı!{i bir degı-:
kesi bile insanlığa iyilik getirmez, aksine, pratik uyg1Jlam:ıda .,, ,..

nuçlan her zaman aralıksız bir şekilJe ktJtülük üretmek üzerine


olmaktadır." (Robert Owen)

"Son zamanlarda, uygarlığın en büyük icadı olan İ? b<ilümü­


nün üzerine bolca düsündük
.
ve onu mükemmclle;tirdik,
.
faka t
ona yanlış bir isim verdik. Açık konuşmak gerckir;c, b<:ılüncn i?
değildir, sadece insanlar ufacık hayat kırıntılarına ve parçalarına
bölünüyor -ve daha çok insan sınıfına- ve inc;anlarda kalan ufak
zeka parçalan iğne veya çivi yapmaya hile yeterli ıılamıy<Jr. Ak­
sine, iğne veya çivinin başını yaparken kcnJini tüketiycır. Tabi
ki bir günde bolca iğne yapmak arzulanan bir )t:Y cıl'>a Ja, o

iğnelerin ucunun cam zımpara ile (in�,ın ruhunun zımpara.,ı)


keskinleştirildiğini gürchilseyJik, lıu .,i.,temJc kayıplarımızın Ja
olduğunu Ja fark eJehilirJik.
İnsanlar düvülebilir, zincirlcnchilir, i�kcnccyc uğrayabilir,
çiftlik hayvanları gihi hoyunJunık takılabilir, '>İnekler gibi
katliama uğrayabilirler fakat yine Jc hir hi.,.,e ve en iyi hi'>'>t:;
lizgürlük hissine bağlı kalırlar. Fakat ruhlarını boğarak, ze­
kalarının tili:lenen dallarını budayarak, etlerini ve Jerilcrini
makineleri çalıştırmak için deri kayı;lara dc:ınüştürmck tam
anlamıyla klileliktir. Ulusların JoQasını kenJilcrinin Jc açık­
layamadığı hu çaresiz, yıkıcı ve kafa31 karı?ık iizgürlük arayı�ı
da aslında operatörün makineye dönü�ümünden dolayıJır.
Zenginliğe ve soyluluğa karşı bu evrt:nsel tepkileri açlıktan ya
da aşağılanmaktan kaynaklanmamaktadır. Tabiki hunların et­
kileri büyüktür, bütün çağlar boyunca da etkili olmu�lardır

23
Lev Tolstoy

fakat toplumun temelleri hiçbir zaman bügünki kadar sarsıl­


mamıstır.

İnsanların yetersiz beslenmemelerinden dolayı değil de ek-


meklerini kazandıkları işten hiçbir zevk almamaları, zenginlik
özleminin tek zevk olmasına sebep olmuştur.
İnsanlar, üst sınıfın kendilerini küçük görmelerinden dola­
yı değil,· kendi yapmak zorunda oldukları işi aşağılayıcı olarak
görüp, yaptıkları işin kendilerini insandan daha aşağılık hisset­
tird.iğini düşündük�eri için acı çekiyorlar. Bugüne kadar hiçbir
zaman üst sınıf, alt sınıfa bu kadar sempati duymamıştır ve alt
sınıf da onlardan bu kadar nefret etmemiştir."
John Ruskin, The Stones of Yenice, 2. Cilt, 6. Bölüm 13-16

24
BÖLÜM 1

Otuz Yedi Saat Çalışan Yükleyiciler

Moskova-Kursk demiryolunda kantarcı olarak çalışan bir ta­


nıdığım, bir konuşmamızda bana yükleri kantara yükleyen ve
37 saat aralıksız çalışan insanlardan bahsetmişti.
Tanıdığımın dürüstlüğünden şüphe etmesem de, ona inana­
mamıştım. Bir hata yaptığını, abarttığını ya da yanlış anladığımı
düşünmüştüm.
Fakat bu tan1Jığın1 çalışma koşullarını tamamen anlattıktan
sonra, şüphe etmem için bir sebep kalmamıştı. Bana, Mosko­
va'Jaki Kursk istasyonunda bu şekilde çalışan 250 tane yükle­
yici olduğunu anlattı. Beşer kişilik gruplara bölünmüşlerdi ve
yüklenen veya boşaltılan yaklaşık 16 ton yük için 1 ile 1.15 ruble
arası para alıyorlardı (siz deyin ki iki ila iki şilin dört pence ya da
kırk yedi cent ila elli altı cent).
Sabah işe başlayıp, o gün ve gece boyunca kamyonları boşal­
tıyorlar ve bir sonraki gün tekrar yüklemeye başlıyorlardı. İki
gün ve bir gece boyunca çalıştıktan sonra, iki günde sadece bir
gece uyuyabiliyorlardı.

25
Ll·v Tı ılstı ıy

İşleri, 100, 130 ve 150 ki lo lu k halyaları yükleyip hu�altnıak­


t a n ibarett i. İki kişi bu ba lya ları taşı ın aları iı;in gruptaki Jigcr
üç kişinin sırtlarına yüklüyorlardı. Bu işi yaparak günde bir ruh.
leden daha az bir ıniktar para a lıyo rlardı Ve hL·rhangi bir tatil
.

olmadan aralıksız çalışıyorlardı.


Bu kadar detaylıca a n la t ı la n bir işten şüphe etmek ne ka­
dar güç olsa da, kendi gözlerimle gö n neye karar verdim ve
yüklen1e istasyonuna gittim. Yükleme istasyonunda tanıdığı·
mı bulduktan sonra ona, anlattığı işçileri görmeye geldiğimi
söyledim.
"Kime anlattıysam bana inanmadılar," dedim.
Bana cevap vermeden, bir barakaya doğru seslendi. "Nikita,
buraya gel."
Kapıdan uzun, sıska ve yırtık montlu bir işçi gözüktü.
"Ne zaman çalışmaya başladın?"
"Ne zaman mı? Dün sabah."
"Dün gece neredeydin?"
"Yük boşaltıyordum tabii ki."
"Gece boyunca çalıştın mı?" diye sordum.
''Tabii ki calıstık."
• •

"Peki, bugün ne zaman çalışmaya başladınız?"


"Ne zaman olacak, sabah başladık."
"Peki, ne zaman mesainiz bitecek?"
"Bizi ne zaman bırakırlarsa o zaman biter!"
Grubundaki diğer dört işçi bize doğru geldiler. Hepsinin yır­
tık montları vardı ve paltoları yoktu, hava ise eksi 13 dereceydi.
Onlara iş koşullanyla ilgili sorular sormaya başladım ve hep­
si de onlara göre gayet doğal olan 37 saatlik mesaileriyle bu ka­
dar ilgilenmeme şaşırdılar.
Hepsi de taşralıydı; çoğu benim hemşerirn sayılırdı -Tula'lı-
26
lardı, hazıları ()rla\landı, lıazıları İSl' Vıınınl'zh\ll·ndi. Mıısko­
va'da tl·k odalı llairl'll'rdl· ya�ıy(lrlanlı, lıazıları aill'll'riyk· birlik­
te, çoğu ise tl•k haşına. Tl'k ha�ına yaşayanlar k azan �· ları n ı ki"ıyk-­
rine gl'ındcriyorlardı.
Taşeron olarak çalışıyıırlardı, Yl'llll'k ınasratları aylık 10 ruh­
leydi. Hep et Yl'r Vl' uru�· tııtınazlanlı. hk·ri ıınları �·alışma saat­
leri nden daha fazla süre ınl·�gul cJcrJi; dairl'll'rinJcn i�c gid i p
gelmeleri yanın saatten fazla sü rerd i ve gencldl' fazla mesai yap­
n1ak zorunda bırakılırlardı.
Yen1ek masraflarını düştükten sonra, bu 37 saat lik mesailer-
den aylık 25 ruble civarında para kazanıyorlardı.
"Neden bu hükümlülerin yapacağı işi yapıyorsunuz?" soruma,
"Başka nereye gidebiliriz ki?"diye cevap verdiler.
"Ama neden 37 saat aralıksız çalışıyorsunuz ki ? Bu iş vardiya­
lı bir sekilde düzenlenemez mi?"

"Bize ne söyleniyorsa onu yapıyoruz."


''Tamam, ama neden bunu kabulleniyorsunuz?"
"Bunu kabulleniyoruz çünkü karnımızı doyurmak zorunda­
yız. Beğenmiyorsan, ayrıl! Biri, bir saat bile geç kalsa ve işten
atılsa onun yerini almak için bekleyen onlarca kişi var."
İşçilerin hepsi gençti, sadece bir tanesi birazcık yaşlı gibiy­
di, belki kırk yaş civarında. Hepsinin suratı çökmüştü, yorgun
gözleri vardı, sanki hepsi sarhoş gibi gözüküyordu. Özellikle ilk
konuştuğum işçi bitkin görüntüsüyle beni çok etkilemişti. Ona
bugün içki içip içmediğini sordum.
"Ben içki içmiyorum," diye cevap verdi, gerçekten alkol kul-
lanmayan insanlarla aynı tonlamayla.
"Sigara da içmiyorum" diye ekledi.
"Diğerleri içer mi?" diye sordum.
" Evet, buraya içki getirilir"

27
Lev Tolstuy

"İş kolay değil, alkol insanı daha güçlü yapar," diye cevap
verdi yaşlı olan işçi.
Yaşlı işçi bütün gün boyunca içki içiyordu ama görüntüsün­
den anlaşılmıyordu.
İşçilerle bir süre daha konuştuktan sonra, işi izlemeye gittim.
Her türden yükten oluşan uzun sıraları geçtikten sonra,
yüklü bir vagonu iten bir grup işçiyle karşılaştım. Sonradan öğ­
rendim ki, işçiler herhangi bir ekstra ücret almadan vagonları
itmek ve platformu kardan temiz tutmakla yükümlüydü. "Kont­
ratlarında" böyle yazılıydı. Bu işçiler de konuştuklarım kadar
bitkin ve çelimsiz durumdalardı. Vagonu itmeleri bittikten son­
ra yanlarına gittim ve ne zaman mesaiye başladıklarını ve ne
zaman yemek yediklerini sordum.
Bana mesaiye saat yedide başladıklarını ve biraz önce yemek
yediklerini söylediler. İş yüzünden yemek saatlerini geçirmişlerdi.
"Peki, ne zaman ara veriyorsunuz?"
"Bazen saat IO'a kadar uzadığı oluyor," diye cevap verdiler,
sanki dayanıklılıklarıyla pvünüyorlarmış gibi. Onların hallerine
olan ilgimi görünce etrafımı sardılar, büyük ihtimalle. bir de­
netçi olduğumu düşünerek hep birlikte benimle konuşmaya
başladılar. Asıl şikayet konularıyla ilgili beni bilgilendirdiler.
Gündüz ve gece vardiyaları arasında birazcık ısınıp belki bir
saat uyuyabildikleri dairenin kalabalıklığından yakındılar. Bu
kalabalıktan dolayı hepsi oldukça mutsuzdu.
"Belki içeride 100 kişi var ve yatacak hiçbir yer yok, rafların
altı bile kalabalık," dedi şikayetçi sesler. "Gidin kendiniz görün,
buraya oldukça yakın."
Oda kesinlikle yeterince büyük değildi. 12 metrelik odada,
belki 40 kişi rafların üstünde ·yatacak yer bulabilirdi.
İşçilerin bazıları benimle birlikte odaya girdi ve odanın kü­
çüklüğüyle ilgili şikayetlerinde birbirleriyle yarıştılar.

28
Zaıııanııııızııı Ki"ıll'li�i

"Rafların altında bik yatarak yt•r yuk," 1.kdilc.. •r.


Eksi 20 tlc..• rcre soğukta, paltosuz, sırtlarında 100 ki lo yük
taşıyan, acıktıkları zaınan değil Jc aınirlcri izin verdiği zaınan
ycn1t·k yiyt•hilen, yük arabası atlarından daha kiitü koşul larda
yaşayan bu işçilc.. ·rin sad1.·r1.· ısındıkları odanın yeterince büyük
olınaınasından şikayet 1.·tn1dcri han a oldukça garip geldi. Her
n1.• kada r başta gari p gözükse de, bu insanları yakınJan görüp,
kcnJimi onların yerine koyunca, uykusuz, yarı donmuş bu
insanların dinlenip ısınmaları gereken zamanJa havasız bir
ortamda, pis zeminin üzerinde sürünerek rafların altlarına gir­
mek zorunda kalıp daha da küçük bir duruma düştüklerini fark
edince, çektikleri işkenceyi anladım.
Belki de, acı bir şekilde dinlenmeye çalıştıkları o bir saatlik
zamanda, hayatlarını mahveden 37 saatlik mesainin korkunçlu­
ğunu kavrıyorlar ve bu yüzden de yaşadıklarına kıyasla önemsiz
sayılabilecek bir detay olan odalarının kalabalıklığından bu ka­
dar rahatsız oluyorlardı.
Başka grupları da çalışırken izleyip, diğer işçilerle de konu­
şup aynı hikayeleri duyduktan sonra tanıdığımın anlattığına
inanmış olarak eve döndüm.
SaJece hayatlarını en düşük seviyede idame ettirebilecek
para için, kendini özgür olarak düşünen insanlar bu tür işleri
yapmaya gönüllü olabiliyorlardı. Öyle işler ki, serflik dönemin­
de bile ancak en acımasız köle sahiplerinin serflerine yaptıracağı
cinsten işler. Köle sahiplerini geçin, at arabacıları bile atlarını
bu şekilde çalıştırmaz çünkü atların maddi bir değeri vardır ve
37 saatlik bu aşırı çalışma, maddi değeri olan bu hayvanın yaşa­
mını kısaltır.

29
BÖLÜM 2

Toplumun insanların Harcanmasına


Tepkisizliği

İnsanları 37 saat uykusuz .olarak çalıştırmak, acımasız olma­


sının yanı sıra aynı zamanda ekonomik de değildir. Buna rağ­
men, insan hayatlarının bu şekilde ekonomik olmayan bir şekil­
de harcanması, sürekli etrafımızda gerçekleşmeye devam ediyor.
Yaşadığım evin1 karşısında son teknoloji makinelerle dona­
tılmış bir ipek ürünleri fabrikası var. Fabrikada yaklaşık 3000
kadın ve 700 erkek çalışıyor ve yaşıyor. Şu anda odamda oturup,
makinelerin gürültüsünü işitirken, daha önce fabrikada bulun­
duğum için bu gürültünün ne anlama geldiğini biliyorum. 3000
kadın günde 12 saat ayakta durarak, bu sağır edici gürültüde,
ipek ürünleri üretilmesi için ipek yumaklarını sarıyorlar, açıyor­
lar ve düzenliyorlar. Bütün kadınlar (taşradan yeni gelmiş olan­
lar hariç) sağlıksız bir görüntüye sahipler. Çoğunluğu düşkün ve
ahlaksız bir yaşam sürdürüyorlar. Hemen hemen hepsi, evli ya
da bekar olsalar da, bir çocukları olduğu anda, çocuğu derhal
1 Tolstoy'un kışları geçirdiği Moskova'daki eşinin evinden bahsediliyor.

30
/.1111.11111111:111 l\ıılı-lı.l!I

'·'ı.,,, knıh' ,.,, ,l.ı \Ü:,ll' �l''ınin \ l h ıg i ı l)ksü:kr Hastanl'Sİ1nl'


ı ,

�,,n,l\'l'I\'\ ,,-ı., r. l�l\·r in ı k .ıvl'\'lll\l' kıııl ıısu ıı\lan d\ ılayı, duğu n1

varır ,\\",l�;ı 1-.,ılkrıkl.ırının l'rll'Sİ ,l!Ülli'ı ya \la eı,·i'ııırü güııi'ı i�ll'rİ·


!'\\' \.!l'rİ ,!, \ntİ\\ ,rf.\T.
Hl·niın t;ınıl-. \'l\luğunı yirıni Sl'lll' buyunca, kadit\: \'l' İpl'k
ürünk·ri ür1.·tnl l·k i,·in \'il binll·rcl' /.!l'll\' \'l' sağlıklı kadın, anne,
k�·ndilı..·rinin v1.· ,.\,\·ukbrının ,.,,ş.unlarıııı ınahv1·. ttill'r Vl' mahvet­
n1eY1.' d1.•\-,\ ın 1.·,I İ\'\ 'ılır.
Dün bir ,fil1.·ncivk· tanı şt ıın , kl,ltuk d1·. ğnekleri olan bir genç·
ti ,.e iri y:.trılıydı takat 1.·ng1.·lliydi. Bir d1.·n1iryolu işçisi ol arak çalı­
Şl\'\'rn1uş. e l �1rabasıvla yük taşıy1.,rn1uş fi,kat ;,1yağı kay ı p d üş n1 üş
\"e sakatlannuş. Bütün varlığını, şifacı ka dınla ra ve doktorlara
harcan1ış ve seki: yıldır evs i: nı iş, ekn1ek için dil e niyormuş ve
Tann 'dan canını aln1adığı için şikayetçiydi.
Errafımı:da haberimi:in oln1adığı ya da olsa bile kaçınılmaz
olduğunu düşünerek zorlukla fark edebildiğin1iz kaç tane mah­
\ulmuş hayat var.
Tula demir dökümhanesinin maden eritme ocaklarında
çahşan insanlar tanıyorum. Bu insanlar, iki haftada bir pazar
günü serbest olmak için 24 saat çalışıyorlar yani gün boyunca
çalıştıktan sonra uyumadan gece de çalışıyorlar. Bu insanları
bizzat gördüm. Hepsi enerjilerini yüksek tutn1ak için votka içer
ve doğal olarak demiryolundaki yükleyiciler gibi, hayatlarının
faizini değil sermayesini hızlıca tüketirler.
Peki ya hayatlarını, zararı kabul edilmiş işlerde harcayanlara
ne demeli; ayna, kartuş, şeker, kibrit, tütün ve cam fabrikaların­
da, madenlerde ya da yaldızcı olarak çalışanlara?
Üst sınıfların ortalama ömürlerinin 55 yıl ve sağlıksı::: işlerde
çalışanların ortalama ömürlerinin 29 yıl olduğuna dair İ ngili:
istatistikleri var.

31
Bunıı hilip Jc (ki farkında <1lmamamız mümkün <leğil), in­
<,anların ya�amlarına mal olan i�lcrc.len fayda g<:ıren bizlerin
bir an için hile huzur içine.le olmamamız gerekir. Fakat gerçek
şu ki, bizler -varlıklı insanlar, liberaller \'e iyilik <; everler sac.lece
in'>anların değil, hayvanların acılarına <la oldukça hassas olan­
lar- ara vermeksizin bu işgücün<l en fayda sağlıyoruz,daha fazla
zengin olmaya çalı�ıyoruz, diğer bir deyişle bu işgücünü daha
fazla sömürmeye çalışıyoruz ve huzur içinde yaşamaya devam
ediyoruz.
Örneğin, mal taşıyan hamalların otuz yedi saatlik mesaile­
rini ve küçük dinlenme odalarını öğrendikten sonra derhal
oraya dolgun maaşlı bir denetçi gönderdik ve insanları 12
saatten fazla çalıştırmayı yasakladık. çalışma saatleri azaldığı
için, maaşlarının üçte birini kaybeden işçileri karınlarını nasıl
doyurabileceklerini düşünmeden bıraktık. Ve demiryolu şir­
ketini işçilerin dinlenmesi için büyük ve uygun bir oda tahsis
etmeye zorladık. Ondan sonra huzurlu vicdanımızla demir­
yolunu yükleme ve tahliye için kullanmaya, maaşlarımızı ve
ikramiyelerimizi almaya, kiralarımızı toplamaya devam ettik.
İpek fabrikasındaki kadınlardan, ailelerinden uzak yaşadıkla­
rından, kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını mahvettikle­
rinden, kolalı gömleklerimizi ütüleyen çamaşırcı kadınlardan,
zamanımızı geçirmemizi sağlayan kitapları ve gazeteleri basan
dizgicilerden haberimiz oldu ve sadece omuzlarımızı silkerek,
bulundukları durum için üzgün olduğumuzu ama bunu değiş­
tirmek için bir şey yapamayacağımızı söyledik. Ve yine huzurlu
vicdanımızla ipek ürünleri almaya, kolalı gömlekler giymeye
ve sabah gazetemizi okumaya devam ettik. Tezgahtarların uzun
çalışma saatlerinden dolayı tasa duyuyoruz, çocuklarımızın
okulda uzun kalmalarından daha çok endişeliyiz, arabacıla-
32
Zamanımızın Köleliği

ra atlarına ağır yükleri çektirmeyi kesinlikle yasakladık, hat­


ta mezbahalarda hayvanların öldürülmesini düzenliyoruz ki,
hayvanlar mümkün olduğunca az acı çeksin. Fakat ürettikleri
malları, kendi zevklerimiz ve rahatımız için tükettiğimiz, etra­
fımızda yavaşça ve genelde acı dolu bir şekilde harcanan bu
milyonlarca işçiyi ilgilendiren bir soruyla karşılaşınca nasıl da
mükemmel bir şekilde körleşiyoruz!

33
BÖLÜM 3

Süregelen Durumun Bilim Tarafından


Haklı Gösterilmesi

Çevremizdeki insanların yaşadığı bu mükemmel körlük, sade­


ce, insanların kötü davrandıklarında kendi kötü da\.Tanışlarının
aslında kötü olmadığını fakat kontrol edemeJikleri yasaların so­
nucu olduğunu açıklayan bir yaşam felsefesi üretmeleriyle açıkla­
nabilir. Önceki zamanlarda bunu şöyle bir teoriyle açıklamışlardı,
Tanrı'nın anlaşılamaz ve değiştirilemez bir iradesi vardır ve bazı
insanları mütevazı bir pozisyonda ve ağır işlerde çalışmak üzere,
bazılarını ise yüksek bir pozisyon ve hayattaki güzel şeylerde n zevk
almak için yaratmıştır.
Bu konuya dair, inanılmaz fazla sayıda kitap yazılmışnr ve
bir o kadar fazla vaaz verilmiştir. Bu tema, olabilecek her şekilde
açıklanmıştır. Tanrı'nın değişik sınıflarda insanlar yaratnğı söy­
lenmiştir: Köleler ve efendiler, her iki tarafta kendi durumundan
tatmin olmalıdır. Daha sonra, kölelerin ölümden sonra daha
iyi bir durumda o lacağı söylenmiştir; ondan sonra ise kölelerin
köle olarak yaratıldıkları ve köle olarak kalacakları fakat efendi­
ler onlara karşı iyi davranırlarsa durumlarının kötü olmayacağı
34
Zam a n ı m ızın Klild iği

anlatılınıştır. En son açıklaına ise, kölelerin ku rtuluşunJan 1


sonra, zenginliğin Ta nrı tarafından bazı insanlara JağıtılJ ığı
ve bu insanların zenginlikleri nin bir kısmını iyili k yapmak
için kullanacakları, yani bazılarının zengin bazıları n ı n fakir
olmasında bir sakınca oln1ad ığıydı.
Bu açıklan1alar zenginleri ve fakirleri (özellikle zenginleri)
uzun bir süre tatn1in etti. Fakat bu açıklamaların, özellikle du­
rumlarını anlamaya başlayan fakirler için tatminkar olmadığı
bir gün geldi. Artık yeni açıklamalara ihtiyaç vardı. Ve açıkla­
malar tam zamanında üretildi.2 Bu yeni açıklamalar bilimsel
formdaydı: Politik ekonomi, iş bölümünün ve üretilen ürün­
lerin paylaşımının kanunlarını keşfettiğini iddia ediyordu. Bu
kanunlar, bu bilime göre şöyle açıklanıyordu: İş bölümü ve üre­
tilenlerin paylaşımı arz ve talebe, sermayeye, kiraya, maaşlara,
değerlere, karla:ra ve bunun gibi insanların ekonomik aktivitele­
rini yöneten değiştirilemez kanunlara bağlıydı.
Çok geçmeden bu konu hakkında birçok kitap ve broşür
yayınlandı ve konferanslar verildi, tıpkı önceki teori hakkında
birçok makalenin yazıldığı ve sayısız vaazın verildiği gibi. Hala
yayınlanmaya devam eden bu sayısız kitap ve broşürler ve veri­
len konferanslar da, teolojik makaleler ve vaazlar kadar muğlak
ve anlasılmaz oldukları kadar, o makalelerden farksız olarak

görevlerini başarıyla gerçekleştiriyorlar; süregelen düzeni bu şe-


kilde açıklayıp, bazı insanların huzurlu bir şekilde çalışmaktan
uzak durup, başkalarının emeklerinden faydalanmalarını haklı
gösteriyorlar.
Gerçek şu ki; bu şahte bilimin araştırmaları, genel düzeni

1 Rusya'daki serfler ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki köleler aynı zamanlar·


da özgürleşmişlerdir 1861-64.
2 Kari Marx'ın Kapital'i ilk defa 1867'de basılmıştır.

35
Le,· Tolstoy

açıklamak için bütün tarih boyunca dünyanın her yerindeki in­


sanların yaşayışlarına odaklanmamıştır, sadece küçük bir ülke­
de, istisnai şartlar altında yaşayan insanlara odaklanmıştır ( 18.
yy sonu, 19. yy başı İngiltere'si1). Bu sebepten dolayı, bu bilimle
ilgilenenler kira, kar marj ı, kazanç ve benzeri kavramların an­
lamları üzerine sonu gelmeyen tartışmalara girip bir anlaşmaya
varamamaktadır. Buna rağmen, araştırmacılar bir sonuçta fikir
birliğine varmışlardır. Bilimle ilgilenen herkes tarafından kabul
edilen tek temel gerçek şudur: İnsanlar arasındaki ilişkiler in­
sanların doğru ya da yanlış davranışlar olarak düşündüklerine
göre değil, avantajlı pozisyonda olanların çıkarlarına göre dü­
zenlenmiştir.
Toplumda işçilerin emeklerinin meyvelerini çalan birçok
hırsızın ortaya çıktığı, fakat bunun hırsızların kötü niyetli olma­
larından dolayı değil, kaçınılmaz ekonomik kanunlardan dolayı
olduğu ve bu kanunların sadece bilimin belirttiği yavaş bir ev­
rim süreciyle değişebileceği tartışılmaz bir gerçek olarak kabul
edilmektedir. Yani bilime göre, hırsızlar sınıfına giren insanlar,
hırsızlıkla ele geçirdikleri mallardan sessizce yararlanmaya de­
vam edebilirler.
Dünyamızdaki insanların çoğunluğu -tıpkı önceden konum­
larını açıklamak için yapılan teolojik açıklamalar gibi bu yatıştı·
rıcı bilimsel açıklamaların detaylarını bilmeseler de- bir açıkla­
manın va� olduğunu biliyorlar. Akıllı insanlar, bilim adamları,
süregelen düzenin olması gerektiği gibi olduğunu ve bu yüzden

l Walter Bagehot'un sözleriyle kıyaslayın : "Politik ekonomistler dünyayı ol­


dukça kısıtlı ve kendine has bir şekilde ele alırlar. Genelde okuduk.lannın
bütün toplumlarda eşit bir şekide geçerli olduğuna inanırlar, fakat okuduk­
ları aslında sadece ticaretin geliştiği, gelişmenin kendisi haline geldiği ya da
İngiltere' dekine yakın bir durumda olduğu toplumlarda geçerlidir ve kanıt·
lanmışnr." 1lıe Posrulares of Polirical Economy

36
Zamanımızın Köleliği

bir şeyleri değiştirmek için herhangi bir çaba göstermeden sessiz


bir şekilde yaşamamız gerektiğini ikna edici şekillerde kanıtladı­
lar ve kanıtlamaya devam edecekler.
Hayvanların refahını samimi bir şekilde düşünen fakat hem­
cinslerinin hayatlarını sessiz sonuçlarla sindirmeye devam eden
toplumumuzdaki iyi insanların bu kusursuz körlüğünü, ancak
-bu şekilde açıklayabilirim.

37
BÖLÜM 4

Ekonomi Biliminin Tasra Emekcilerini Fabrika


• •

Sistemine Girmeye Zorlaması

Bazı insanların diğerlerinin sahibi olmasının Tanrı'nın ira­


desi olduğu teorisi uzun bir süre insanları tatınin etti. Fakat
bu teori, zulümü haklı göstererek çok fazla acıya neden oldu ve
direnişi tetikledi ve en sonunda teorinin doğruluğu hakkında
şüphelere yol açtı.
Şimdi geçerli olan teori, yani kaçınılmaz yasalar tarafından
belirlenmiş ekonomik evrimin gelişmekte olduğu ve sonuç ola­
rak bazı insanların sermaye toplaması gerektiği, diğerlerinin ise
bütün hayatları boyunca çalışarak bu sermayeyi arttırmaları ve
bir yandan da kendilerini söz verilmiş olan üretim araçlarının
toplumsallaştırılmasına hazırlamalarına dair teori; bazı insanla­
rın, diğerlerine, geçmişe kıyasla daha da fazla acımasız davran­
malarına sebep oluyor ve (özellikle bilim tarafından aptallaştırıl­
mamış insanlarda) bazı şüpheler uyandırmaya başlıyor.
Örneğin, hayatlarını 37 saatlik vardiyalarla mahveden yükle­
yicileri, fabrikalardaki kadınları, çamaşırcıları, ditgicileri ya da
zorlu, doğal olmayan koşullarda yaşayan, monoton, aptallaştıran

38
Zamanımızın Köleliği

ve köleliğe benzer işlerle uğraşan milyonlarca insanı görüyorsu­


nuz ve doğal olarak soruyorsunuz: Bu insanları bu duruma ne
getirdi? Ve bu durumdan nasıl kurtulabilirler? Ve bilim bu so­
rulara şöyle yanıt veriyor: İnsanların bu durumda olmalarının
sebebi, demiryolunun o şirkete ait olması, ipek fabrikasının o
adama, bütün dökümhanelerin, fabrikaların, matbaaların ve ça­
maşırhanelerin kapitalistlere ait olmasıdır. Ve bu durumu işçi­
ler ancak sendikalar ve kooperatifler kurup, grevler düzenleyip
ve devlette etkili olup patronların üzerinde baskı yaparak, önce
daha kısa çalışma saatleri ve daha yüksek maaşlar elde etmeyle
ve son olarak da üretim araçlarını ele geçirerek düzeltebilirler.
Ve bundan sonra da her şey güzel olacaktır. Bu sırada ise, dü­
zen bu şekilde devam etmelidir ve hiçbir şeyi değiştirmeye gerek
yoktur.
Bu cevap eği timsiz bir adama, özellikle bizim Rus köylüsüne
çok şaşırtıcı gelecektir. İlk olarak kapitalistlerin üretim araçları­
na sahip olmaları, yükleyicilere, fabrika kadınlarına ya da diğer
ağır, sağlıksız, aptallaştıran işlerle uğraşan milyonlara hiçbir şey
açıklamamaktadır. Şu an demiryolunda çalışan bu adamların
tarımsal üretim araçları kapitalistler tarafından .ele geçirilme­
miştir; toprağa, atlara, sahanlara, sürgülere ve toprağı sürmek
için gereken her şeye sahiptirler. Fabrikada çalışan kadınlar da
üretim araçları ellerinden alınarak buna zorlanmamışlardır,
aksine (çoğu zaman ailelerinin yaşlı üyelerinin itirazlarına rağ­
men) işgüçlerine muhtaç olan ve üretim araçlarına sahip olan
köylerini bırakıp gelmişlerdir.
Rusya'da ve diğer ülkelerdeki milyonlarca işçi aynı durum­
dadır. İşçilerin bu perişan şartlarının sebebi üretim araçlarının
kapitalistler tarafından ele geçirilmesinde aranmamalıdır. İlk
olarak, sebep, onları köylerinden göç ettiren nedenlerde yat-
Lev Tolstoy

maktadır. İkinci olarak, işçilerin şu anki şartlardan kurtulmaları


(uzak gelecekte bilim onlara özgürlük vaat etse de) ne çalışma sa­
atlerini kısaltarak, ne maasları arttırarak ne de söz verilmis olan
• •

üretim araçlarının toplumsallaştırılması ile mümkün değildir.


Bunların hiçbiri durumlarını düzeltemez. Demiryolunda,
ipek fabrikasında ya da diğer fabrikalardaki işçilerin mutsuzlu­
ğu, ne mesailerinin uzunluğundan (Çiftçiler bazen günde 18
saat, bazen 36 saat aralıksız çalışırlar fakat yaşamlarından mem­
nundurlar), ne maaşlarının düşüklüğünden ne de fabrikanın ya
da demiryolunun kendilerine ait olmamasından dolayı değildir.
Mutsuzluklarının sebebi, zararlı, doğal olmayan ve çoğunlukla
hayatları için tehlikeli ve yıkıcı koşullarda çalışmaları, şehirlerde
bir baraka hayatı yaşamaları -baştan çıkarmalar ve ahlaksızlıkla
dolu bir hayat· ve başkaları için zorunlu olarak çalışmalarıdır.
Son zamanlarda mesai saatleri azaldı ve maaşlar arttı. Tabii
zincirli saatler, ipek mendiller, tütün, votka, et, bira gibi lüks
alışkanlıklarını değil de sağlık, ahlak ve en haşta özgürlük gibi
gerçek refah sebeplerini göz ününe alırsak bunlar işçilerin du­
rumunu iyileştirmedi.
Bahsettiğim ipek fabrikasını güz ününe alırsak, 20 sene önce
iş genelde günde 14 saat çalışan erkekler tarafından yapılıyordu
ve ortalama ayda 1 S ruble kazan ıyorlardı. Bu paranın çoğunu
küylerdeki ailelerine yolluyorlardı. Şimdi ise bütün iş günde 1 1
saat çalışan kadınlar tarafından yapılıyor, bazıları ayda 25 rub­
leye kadar kazanıyor (ortalama 1 S rubleden fazla) ve kazandık­
larının çoğunu eve yollamayıp, onun yerine giysiler, alkol vb.
şeylere harcıyorlar. Mesai saatlerindeki azalma, meyhanelerde
harcadıkları saatlerin artışına neden oluyor.
Benzer şeyler az ya da çok bütün fabrika ve işyerlerinde geçer-
li. Mesai saatlerinin düşmesine ve maaşların artmasına rağmen
40
Zama nı mızın Kı·ı(cliı!i

her yerde işçilerin sağlığı taşra i�çilt:rinc giirc ki'ı ti·ı , orta lama
yaşam süresi daha kısa ve a h la k k u rba n l'J i l n1 i � J ıı r ı ı n1 d a k i ,
erden1liliğe neden ola n aile hayatı ve ö zg ü r, Jcğ i � i k ve an la71-
lır zirai çalışmadan koparı ldıklarını düşünü nce sıınuç oldukça
norn1al.
Ekonomistlerin iddia ettikleri gihi atl"ılydcrdc ve fa brikalar­
daki işçilerin mesaileri azaltılınca, maaşları arttırılınca ya Ja �ağ­
lık koşulları iyileştirilince, işçilerin sağl ıklarının ve ahlaklarının
önceki durumlarından daha iyi olacağı büyük ihtimalle doğru­
dur. Hatta bazı yerlerde fabrika işçilerinin dış koşulları nın taşra
nüfusuna göre daha iyi olduğu da doğru olabilir. Ancak bu nun
tek sebebi (ve sadece bazı yerlerde geçerli olması), devletin ve
toplumun, bilimin doğrulamasından etkilenerek, fa,brika işçile­
rinin konumlarını iyileştirmek için taşra nüfusunun koşullarını
kötüleştirme pahasına ellerinden gelen her şeyi yapmalarıdır.
Eğer bazı yerlerde fabrika işçilerinin koşulları köylülerden
iyiyse (sadece dış koşullar), bu sadece en iyi dış koşullarda bile
hayatın her türlü engellemelerle perişan bir hale getirilebilece­
ğini ve ne kadar anormal veya kötü de olsa insanların birkaç
kuşak boyunca maruz kalıp adapte olamayacağı hiçbir pozisyon
olmadığını gösterir.
Fabrika işçilerinin ya da genel olarak şehir emekçilerinin
mutsuzluğu, uzun mesai saatleri veya düşük maaşlardan dolayı
değil de, hayatın doğal koşullarından uzak kalmaları, doğayla
temas halinde olamamaları, özgürlükten mahrum olmaları ve
başka insanların iradesinde zorunlu ve monoton işlerde çalış-­
maya mecbur olmaları yüzündendir.
Yani, fabrika ve şehir işçilerinin neden bu perişan koşullar­
da olduğu sorusunun cevabı, bunun kapitalistlerin üretim araç­
larına sahip olmalarından dolayı olduğu ve koşulların mesaileri

41
Lev Tolstoy

kısaltarak, maaşları yükselterek ve üretim araçlarını toplumsal­


laştırarak iyileştirileceği olamaz. Bu soruları ancak işçileri doğa­
dan koparan ve onları fabrika esaretine zo rlayan nedenleri ve
onları taşradaki özgür hayatlarından ayrılmak zorunda bırakıp
fabrikalarda kölelik yapmaktan kurtarman ı n yollarını belirleye­
rek cevaplayabiliriz.
Bundan dolayı, işçilerin neden bu kadar perişan koşullarda
olduğunu sorusu öncelikle şu soruyu içermelidir: Hangi sebep­
lerden ötürü kendilerinin ve atalarının yaşadığı ve yaşayacağı
ve Rusya' da benzer insanların yaşad ığı köylerinden uzaklaştılar?
Onları özgür iradelerine rağmen fabrikalara ve atölyelere iten
neden nedir?
İ ngiltere, Belçika ve Almanya' daki gibi birkaç kuşaktır fab­
rika işleriyle geçinen işçiler olsa bile bunun sebebi bu yaşamı
kendi özgür iradeleriyle seçtikleri için değil de babalarının, de­
delerinin ve büyük dedelerinin sevdikleri tarımsal hayatı, on­
lara zor gelen şehir ve fabrika hayatına bir şekilde değişmiş ol­
malarıdır. Karl Marx'a göre önce taşra insanları topraklarından
şiddet kullanılarak koparıldı ve evsiz bırakıldı ve ondan sonra
da kerpetenlerle, kızgın demirlerle ve kırbaçlanarak işkencelere
uğratılarak, kiralık işçiler olmaya mecbur bırakıldılar. Yani, işçi­
lerin bu sefil koşullardan nasıl kurtulacağı sorusu doğal olarak
köylüleri evlerinden ve iyi olarak değerlendirdikleri koşullardan
uzaklaştırıp memnun olmadıkları koşullara itmiş olan, itmeye
devam eden ve gelecekte de itme tehdidi olan bu sebepleri nasıl
ortadan kaldırabiliriz sorusunu akla getirmelidir.
Ekonomi bilimi, köylüleri, köylerinden süren sebepleri göz
ardı etme eğiliminde olarak, bu sebepleri ortadan kaldırmayla
ilgilenmez ama bütün dikkatini var olan fabrikalarda çalışan
işçilerin koşullarını iyileştirmeye odaklar. Bütün bedellere rağ·

42
Zamanımızın Köleliği

men işçilerin fabrikada ve atölyelerde çalışmasını ve hala köy­


lerinden ayrılmamış veya tarımla uğraşmakta olan işçilerin de
fabrika hayatına çekilmesini ön lenemez bir şey olarak görür.
Ayrıca, bütün bilge insanların ve şairlerin ideal insan mutlu­
luğunu tarımsal emekte göstermelerine rağmen, ekonomi bili­
mi bütün köylülerin şehirlere göç edip fabrika işçileri olacağını
yadsınamaz bir gerçek olarak gösterir. Alışkanlıkları sapkınlaş­
mamış işçiler geçmişte ve günümüzde zirai işçiliği tercih ediyor
olsa da, tarım işçiliği sağlıklı ve çeşitli olup fabrika işçiliği her
zaman sağlıksız ve monoton olsa da, tarım işçiliği özgür1 olsa
da, yani köylü kendi iradesine göre çalışıp dinlenirken, fabrika
işçisi -fabrika işçilere ait olsa dahi· makinelere bağlı olduğu için
çalışmak zorunda olsa da, tarımsal işçilik gerekli ve onsuz fabri­
kaların var olması mümkün değilken fabrika işi türetilmiş olsa
da; ekonomi bilimi taşra insanlarının, taşradan şehire dönü­
şümden zarar gördüklerini kabul etmemekle kalmayıp, onların
bunu arzuladığını ve buna eğilimli olduğunu onaylar.

1 Diğer birçok ülkede ve Rusya' da, tarımın büyük bölümü kendi topraklarına
sahip olan ve kendi hesaplarına çalışan köylüler tarafından yapılmaktadır. ,

43
BÖLÜM 5

Eğitimli Ekonomistler Neden


Yanlışta Israr Ediyorlar

Bilim adamlarının, insanlığın refahının insan duygularına


tamamen ters olan bir şeye- monoton, zorunlu fabrika işçili­
ği- bağlı olduğunu iddia etmeleri açıkça adaletsiz olsa da, tıpkı
geçmişin ilahiyatçıların ın, aynı, açıkça adaletsiz biçimde köle­
lerin ve efendilerin farklı yarauklar olduğunu ve bu dünyadaki
esitsizliklerinin öteki dünyada telafi edileceğini iddia ettikleri
. .

gibi bilim adamları da kaçınılmaz bir şekilde bu açıkça adalet-


siz savı öne sürmüslerdir.

Bu adaletsiz savı n öne sürülmesinin nedeni ise, bilimin ka-


nunlarını öne sürmüş olanların ve sürenlerin varlıklı sınıfların
mensubu olmaları, kendilerine avantaj sağlayan koşullarda yaşa­
maya alışmış olmaları ve toplumun başka bir şekilde var olabile­
ceğini kabul edememeleridir.
Varlıklı sınıflardan olan insanların alıştığı yaşam koşullarını
sürdürmeleri için kendi konforları ve zevkleri için farklı metalar
bolca üretilmelidir ve bu ancak fabrikaların ve çalışma düzeni·
nin şu anki gibi organize edilmesiyle mümkündür. Ve bundan

44
Another random document with
no related content on Scribd:
Down the ninety-mile rapids
Of the Heaven Dragon River,
He came,
With his bowmen,
And his spearmen,
Borne in a gilded palanquin,
To pass the Winter in Yedo
By the Shōgun's decree.
To pass the Winter idling in the Yoshiwara,
While his bowmen and spearmen
Gamble away their rusted weapons
Every evening
At the Hour of the Cock.

Her Britannic Majesty's frigate Cleopatra salutes the Mississippi as she


sails into the harbour of Singapore. Vessels galore choke the wharves. From
China, Siam, Malaya; Sumatra, Europe, America. This is the bargain
counter of the East. Goods—Goods, dumped ashore to change boats and
sail on again. Oaths and cupidity; greasy clothes and greasy dollars wound
into turbans. Opium and birds'-nests exchanged for teas, cassia, nankeens;
gold thread bartered for Brummagem buttons. Pocket knives told off against
teapots. Lots and lots of cheap damaged porcelains, and trains of silken
bales awaiting advantageous sales to Yankee merchantmen. The figure-head
of the Mississippi should be a beneficent angel. With her guns to persuade,
she should lay the foundation of such a market on the shores of Japan. "We
will do what we can," writes the Commodore, in his cabin.

Outside the drapery shop of Taketani Sabai,


Strips of dyed cloth are hanging out to dry.
Fine Arimitsu cloth,
Fine blue and white cloth,
Falling from a high staging,
Falling like falling water,
Like blue and white unbroken water
Sliding over a high cliff,
Like the Ono Fall on the Kisokaido Road.
Outside the shop of Taketani Sabai,
They have hung the fine dyed cloth
In strips out to dry.

Romance and heroism; and all to make one dollar two. Through grey fog
and fresh blue breezes, through heat, and sleet, and sheeted rain. For
centuries men have pursued the will-o'-the-wisp—trade. And they have got
—what? All civilization weighed in twopenny scales and fastened with
string. A sailing planet packed in a dry-goods box. Knocks, and shocks, and
blocks of extended knowledge, contended for and won. Cloves and
nutmegs, and science stowed among the grains. Your gains are not in silver,
mariners, but in the songs of violins, and the thin voices whispering through
printed books.

"It looks like a dinner-plate," thinks the officer of the watch, as the
Mississippi sails up the muddy river to Canton, with the Dragon's Cave Fort
on one side, and the Girl's Shoe Fort on the other.

The Great Gate looms in a distant mist, and the anchored squadron waits
and rests, but its coming is as certain as the equinoxes, and the lightning
bolts of its guns are ready to tear off centuries like husks of corn.

The Commodore sips bottled water from Saratoga, and makes out a
report for the State Department. The men play pitch-and-toss, and the
officers poker, and the betting gives heavy odds against the little monkey-
men.

On the floor of the reception room of the Palace


They have laid a white quilt,
And on the quilt, two red rugs;
And they have set up two screens of white paper
To hide that which should not be seen.
At the four corners, they have placed lanterns,
And now they come.
Six attendants,
Three to sit on either side of the condemned man,
Walking slowly.
Three to the right,
Three to the left,
And he between them
In his dress of ceremony
With the great wings.
Shadow wings, thrown by the lantern light,
Trail over the red rugs to the polished floor,
Trail away unnoticed,
For there is a sharp glitter from a dagger
Borne past the lanterns on a silver tray.
"O my Master,
I would borrow your sword,
For it may be a consolation to you
To perish by a sword to which you are accustomed."
Stone, the face of the condemned man,
Stone, the face of the executioner,
And yet before this moment
These were master and pupil,
Honoured and according homage,
And this is an act of honourable devotion.
Each face is passive,
Hewed as out of strong stone,
Cold as a statue above a temple porch.
Down slips the dress of ceremony to the girdle.
Plunge the dagger to its hilt.
A trickle of blood runs along the white flesh
And soaks into the girdle silk.
Slowly across from left to right,
Slowly, upcutting at the end,
But the executioner leaps to his feet,
Poises the sword—
Did it flash, hover, descend?
There is a thud, a horrible rolling,
And the heavy sound of a loosened, falling body,
Then only the throbbing of blood
Spurting into the red rugs.
For he who was a man is that thing
Crumpled up on the floor,
Broken, and crushed into the red rugs.
The friend wipes the sword,
And his face is calm and frozen
As a stone statue on a Winter night
Above a temple gateway.

PART II

Four vessels giving easily to the low-running waves and cat's-paw


breezes of a Summer sea. July, 1853, Mid-Century, but just on the turn.
Mid-Century, with the vanishing half fluttering behind on a foam-bubbled
wake. Four war ships steering for the "Land of Great Peace," caparisoned in
state, cleaving a jewelled ocean to a Dragon Gate. Behind it, the quiet of
afternoon. Golden light reflecting from the inner sides of shut portals. War
is an old wives' tale, a frail beautiful embroidery of other ages. The panoply
of battle fades. Arrows rust in arsenals, spears stand useless on their butts in
vestibules. Cannon lie unmounted in castle yards, and rats and snakes make
nests in them and rear their young in unmolested satisfaction.

The sun of Mid-Summer lies over the "Land of Great Peace," and behind
the shut gate they do not hear the paddle-wheels of distant vessels
unceasingly turning and advancing, through the jewelled scintillations of
the encircling sea.

Susquehanna and Mississippi, steamers, towing Saratoga and Plymouth,


sloops of war. Moving on in the very eye of the wind, with not a snip of
canvas upon their slim yards. Fugi!—a point above nothing, for there is a
haze. Stop gazing, that is the bugle to clear decks and shot guns. We must
be prepared, as we run up the coast straight to the Bay of Yedo. "I say,
fellows, those boats think they can catch us, they don't know that this is
Yankee steam." Bang! The shore guns are at work. And that smoke-ball
would be a rocket at night, but we cannot see the gleam in this sunshine.

Black with people are the bluffs of Uraga, watching the "fire-ships,"
lipping windless up the bay. Say all the prayers you know, priests of Shinto
and Buddha. Ah! The great splashing of the wheels stops, a chain rattles.
The anchor drops at the Hour of the Ape.

A clock on the Commodore's chest of drawers strikes five with a silvery


tinkle.

Boats are coming from all directions. Beautiful boats of unpainted wood,
broad of beam, with tapering sterns, and clean runs. Swiftly they come,
with shouting rowers standing to their oars. The shore glitters with spears
and lacquered hats. Compactly the boats advance, and each carries a flag—
white-black-white—and the stripes break and blow. But the tow-lines are
cast loose when the rowers would make them fast to the "black ships," and
those who would climb the chains slip back dismayed, checked by a show
of cutlasses, pistols, pikes. "Naru Hodo!" This is amazing, unprecedented!
Even the Vice-Governor, though he boards the Susquehanna, cannot see the
Commodore. "His High Mighty Mysteriousness, Lord of the Forbidden
Interior," remains in his cabin. Extraordinary! Horrible!

Rockets rise from the forts, and their trails of sparks glitter faintly now,
and their bombs break in faded colours as the sun goes down.

Bolt the gate, monkey-men, but it is late to begin turning locks so rusty
and worn.

Darkness over rice-fields and hills. The Gold Gate hides in shadow.
Upon the indigo-dark water, millions of white jelly-fish drift, like lotus-
petals over an inland lake. The land buzzes with prayer, low, dim smoke
hanging in air; and every hill gashes and glares with shooting fires. The
fire-bells are ringing in double time, and a heavy swinging boom clashes
from the great bells of temples. Couriers lash their horses, riding furiously
to Yedo; junks and scull-boats arrive hourly at Shinagawa with news;
runners, bearing dispatches, pant in government offices. The hollow doors
of the Great Gate beat with alarms. The charmed Dragon Country shakes
and trembles, Iyéyoshi, twelfth Shōgun of the Tokugawa line, sits in his
city. Sits in the midst of one million, two hundred thousand trembling souls,
and his mind rolls forward and back like a ball on a circular runway, and
finds no goal. Roll, poor distracted mind of a sick man. What can you do
but wait, trusting in your Dragon Gate, for how should you know that it is
rusted.

But there is a sign over the "black ships." A wedge-shaped tail of blue
sparklets, edged with red, trails above them as though a Dragon were
pouring violet sulphurous spume from steaming nostrils, and the hulls and
rigging are pale, quivering, bright as Taira ghosts on the sea of Nagato.

Up and down walk sentinels, fore and aft, and at the side gangways.
There is a pile of round shot and four stands of grape beside each gun; and
carbines, and pistols, and cutlasses, are laid in the boats. Floating arsenals—
floating sample-rooms for the wares of a continent; shop-counters, flanked
with weapons, adrift among the jelly-fishes.

Eight bells, and the meteor washes away before the wet, white wisps of
dawn.

Through the countrysides of the "Land of Great Peace," flowers are


blooming. The greenish-white, sterile blossoms of hydrangeas boom faintly,
like distant inaudible bombs of colour exploding in the woods. Weigelias
prick the pink of their slender trumpets against green backgrounds. The fan-
shaped leaves of ladies' slippers rustle under cryptomerias.

Midsummer heat curls about the cinnamon-red tree-boles along the


Tokaido. The road ripples and glints with the passing to and fro, and
beyond, in the roadstead, the "black ships" swing at their anchors and wait.

All up and down the Eastern shore of the bay is a feverish digging,
patting, plastering. Forts to be built in an hour to resist the barbarians, if,
peradventure, they can. Japan turned to, what will it not do! Fishermen and
palanquin-bearers, pack-horse-leaders and farm-labourers, even women and
children, pat and plaster. Disaster batters at the Dragon Gate. Batters at the
doors of Yedo, where Samurai unpack their armour, and whet and feather
their arrows.

Daimios smoke innumerable pipes, and drink unnumbered cups of tea,


discussing—discussing—"What is to be done?" The Shōgun is no Emperor.
What shall they do if the "hairy devils" take a notion to go to Kiōto! Then
indeed would the Tokugawa fall. The prisons are crammed with those who
advise opening the Gate. Open the Gate, and let the State scatter like dust to
the winds! Absurd! Unthinkable! Suppress the "brocade pictures" of the
floating monsters with which book-sellers and picture-shop keepers are
delighting and affrighting the populace. Place a ban on speech. Preach, inert
Daimios—the Commodore will not go to Nagasaki, and the roar of his guns
will drown the clattering fall of your Dragon Doors if you do not open them
in time. East and West, and trade shaded by heroism. Hokusai is dead, but
his pupils are lampooning your carpet soldiers. Spare the dynasty—parley,
procrastinate. Appoint two Princes to receive the Commodore, at once,
since he will not wait over long. At Kurihama, for he must not come to
Yedo.

Flip—flap—flutter—flags in front of the Conference House. Built over


night, it seems, with unpainted peaked summits of roofs gleaming like ricks
of grain. Flip—flutter—flap—variously-tinted flags, in a crescent about
nine tall standards whose long scarlet pennons brush the ground. Beat—tap
—fill and relapse—the wind pushing against taut white cloth screens,
bellying out the Shōgun's crest of heart-shaped Asarum leaves in the panels,
crumpling them to indefinite figures of scarlet spotting white. Flip—ripple
—brighten—over serried ranks of soldiers on the beach. Sword-bearers,
spear-bearers, archers, lancers, and those who carry heavy, antiquated
matchlocks. The block of them five thousand armed men, drawn up in front
of a cracking golden door. But behind their bristling spears, the cracks are
hidden.

Braying, blasting blares from two brass bands, approaching in glittering


boats over glittering water. One is playing the "Overture" from "William
Tell," the other, "The Last Rose of Summer," and the way the notes clash,
and shock, and shatter, and dissolve, is wonderful to hear. Queer barbarian
music, and the monkey-soldiers stand stock still, listening to its
reverberation humming in the folded doors of the Great Gate.

Stuff your ears, monkey-soldiers, screw your faces, shudder up and


down your spines. Cannon! Cannon! from one of the "black ships."
Thirteen thudding explosions, thirteen red dragon tongues, thirteen clouds
of smoke like the breath of the mountain gods. Thirteen hammer strokes
shaking the Great Gate, and the seams in the metal widen. Open Sesame,
shotless guns; and "The Only, High, Grand and Mighty, Invisible
Mysteriousness, Chief Barbarian" reveals himself, and steps into his barge.

Up, oars, down; drip—sun-spray—rowlock-rattle. To shore! To shore!


Set foot upon the sacred soil of the "Land of Great Peace," with its five
thousand armed men doing nothing with their spears and matchlocks,
because of the genii in the black guns aboard the "black ships."

One hundred marines in a line up the wharf. One hundred sailors, man to
man, opposite them. Officers, two deep; and, up the centre—the Procession.
Bands together now: "Hail Columbia." Marines in file, sailors after, a staff
with the American flag borne by seamen, another with the Commodore's
broad pennant. Two boys, dressed for ceremony, carrying the President's
letter and credentials in golden boxes. Tall, blue-black negroes on either
side of—THE COMMODORE! Walking slowly, gold, blue, steel-glitter, up
to the Conference House, walking in state up to an ancient tottering Gate,
lately closed securely, but now gaping. Bands, ram your music against this
golden barrier, harry the ears of the monkey-men. The doors are ajar, and
the Commodore has entered.
Prince of Idzu—Prince of Iwami—in winged dresses of gold brocade, at
the end of a red carpet, under violet, silken hangings, under crests of scarlet
heart-shaped Asarum leaves, guardians of a scarlet lacquered box,
guardians of golden doors, worn thin and bending.

In silence the blue-black negroes advance and take the golden boxes
from the page boys; in silence they open them and unwrap blue velvet
coverings. Silently they display the documents to the Prince of Idzu—the
Prince of Iwami—motionless, inscrutable—beyond the red carpet.

The vellum crackles as it is unfolded, and the long silk-gold cords of the
seals drop their gold tassels to straight glistening inches and swing slowly—
gold tassels clock-ticking before a doomed, burnished gate.

The negroes lay the vellum documents upon the scarlet lacquered box;
bow, and retire.

"I am desirous that our two countries should trade with each other."
Careful letters, carefully traced on rich parchment, and the low sun casts the
shadow of the Gate far inland over high hills.

"The letter of the President of the United States will be delivered to the
Emperor. Therefore you can now go."

The Commodore, rising: "I will return for the answer during the coming
Spring."

But ships are frail, and seas are fickle, one can nail fresh plating over the
thin gate before Spring. Prince of Idzu—Prince of Iwami—inscrutable
statesmen, insensate idiots, trusting blithely to a lock when the key-guns are
trained even now upon it.

Withdraw, Procession. Dip oars back to the "black ships." Slip cables
and depart, for day after day will lapse and nothing can retard a coming
Spring.
Panic Winter throughout the "Land of Great Peace." Panic, and haste,
wasting energies and accomplishing nothing. Kiōto has heard, and prays,
trembling. Priests at the shrine of Isé whine long, slow supplications from
dawn to dawn, and through days dropping down again from morning.
Iyéyoshi is dead, and Iyésada rules in Yedo; thirteenth Shōgun of the
Tokugawa. Rules and struggles, rescinds laws, urges reforms; breathless,
agitated endeavours to patch and polish where is only corroding and puffed
particles of dust.

It is Winter still in the Bay of Yedo, though the plum-trees of Kamata


and Kinagawa are white and fluttering.

Winter, with green, high, angular seas. But over the water, far toward
China, are burning the furnaces of three great steamers, and four sailing
vessels heel over, with decks slanted and sails full and pulling.

"There's a bit of a lop, this morning. Mr. Jones, you'd better take in those
royals."

"Ay, ay, Sir. Tumble up here, men! Tumble up! Lay aloft and stow
royals. Haul out to leeward."

"To my,
Ay,
And we'll furl
Ay,
And pay Paddy Doyle for his boots."

"Taut band—knot away."

Chug! Chug! go the wheels of the consorts, salting smoke-stacks with


whirled spray.

The Commodore lights a cigar, and paces up and down the quarter-deck
of the Powhatan. "I wonder what the old yellow devils will do," he muses.
Forty feet high, the camellia trees, with hard, green buds unburst. It is
early yet for camellias, and the green buds and the glazed green leaves toss
frantically in a blustering March wind. Sheltered behind the forty feet high
camellia trees, on the hills of Idzu, stand watchmen straining their eyes over
a broken dazzle of sea.

Just at the edge of moonlight and sunlight—moon setting; sun rising—


they come. Seven war ships heeled over and flashing, dashing through
heaped waves, sleeping a moment in hollows, leaping over ridges, sweeping
forward in a strain of canvas and a train of red-black smoke.

"The fire-ships! The fire-ships!"

Slip the bridles of your horses, messengers, and clatter down the
Tokaido; scatter pedestrians, palanquins, slow moving cattle, right and left
into the cryptomerias; rattle over bridges, spatter dust into shop-windows.
To Yedo! To Yedo! For Spring is here, and the fire-ships have come!

Seven vessels, flying the stars and stripes, three more shortly to join
them, with ripe, fruit-bearing guns pointed inland.

Princes evince doubt, distrust. Learning must beat learning. Appoint a


Professor of the University. Delay, prevaricate. How long can the play
continue? Hayashi, learned scholar of Confucius and Mencius—he shall
confer with the barbarians at Uraga. Shall he! Word comes that the Mighty
Chief of Ships will not go to Uraga. Steam is up, and—Horror!
Consternation! The squadron moves toward Yedo! Sailors, midshipmen,
lieutenants, pack yards and cross-trees, seeing temple gates, castle towers,
flowered pagodas, and look-outs looming distantly clear, and the
Commodore on deck can hear the slow booming of the bells from the
temples of Shiba and Asakusa.

You must capitulate, great Princes of a quivering gate. Say Yokohama,


and the Commodore will agree, for they must not come to Yedo.
Rows of japonicas in full bloom outside the Conference House. Flags,
and streamers, and musicians, and pikemen. Five hundred officers, seamen,
marines, and the Commodore following in his white-painted gig. A jig of
fortune indeed, with a sailor and a professor manoeuvring for terms, chess-
playing each other in a game of future centuries.

The Americans bring presents. Presents now, to be bought hereafter.


Good will, to head long bills of imports. Occidental mechanisms to push the
Orient into limbo. Fox-moves of interpreters, and Pandora's box with a
contents rated far too low.

Round and round goes the little train on its circular railroad, at twenty
miles an hour, with grave dignitaries seated on its roof. Smiles, gestures, at
messages running over wire, a mile away. Touch the harrows, the ploughs,
the flails, and shudder at the "spirit pictures" of the daguerreotype machine.
These Barbarians have harnessed gods and dragons. They build boats which
will not sink, and tinker little gold wheels till they follow the swinging of
the sun.

Run to the Conference House. See, feel, listen. And shrug deprecating
shoulders at the glisten of silk and lacquer given in return. What are cups
cut out of conch-shells, and red-dyed figured crêpe, to railroads, and
burning engines!

Go on board the "black ships" and drink mint juleps and brandy
smashes, and click your tongues over sweet puddings. Offer the strangers
pickled plums, sugared fruits, candied walnuts. Bruit the news far inland
through the mouths of countrymen. Who thinks of the Great Gate! Its
portals are pushed so far back that the shining edges of them can scarcely
be observed. The Commodore has never swerved a moment from his
purpose, and the dragon mouths of his guns have conquered without the
need of a single powder-horn.

The Commodore writes in his cabin. Writes an account of what he has


done.
The sands of centuries run fast, one slides, and another, each falling into
a smother of dust.

A locomotive in pay for a Whistler; telegraph wires buying a revolution;


weights and measures and Audubon's birds in exchange for fear. Yellow
monkey-men leaping out of Pandora's box, shaking the rocks of the Western
coastline. Golden California bartering panic for prints. The dressing-gowns
of a continent won at the cost of security. Artists and philosophers lost in
the hour-glass sand pouring through an open Gate.

Ten ships sailing for China on a fair May wind. Ten ships sailing from
one world into another, but never again into the one they left. Two years
and a tip-turn is accomplished. Over the globe and back, Rip Van Winkle
ships. Slip into your docks in Newport, in Norfolk, in Charlestown. You
have blown off the locks of the East, and what is coming will come.

POSTLUDE

In the Castle moat, lotus flowers are blooming,


They shine with the light of an early moon
Brightening above the Castle towers.
They shine in the dark circles of their unreflecting leaves.
Pale blossoms,
Pale towers,
Pale moon,
Deserted ancient moat
About an ancient stronghold,
Your bowmen are departed,
Your strong walls are silent,
Their only echo
A croaking of frogs.
Frogs croaking at the moon
In the ancient moat
Of an ancient, crumbling Castle.

1903. JAPAN

The high cliff of the Kegon waterfall, and a young man carving words on
the trunk of a tree. He finishes, pauses an instant, and then leaps into the
foam-cloud rising from below. But, on the tree-trunk, the newly-cut words
blaze white and hard as though set with diamonds:

"How mightily and steadily go Heaven and Earth! How infinite the
duration of Past and Present! Try to measure this vastness with five feet. A
word explains the Truth of the whole Universe—unknowable. To cure my
agony I have decided to die. Now, as I stand on the crest of this rock, no
uneasiness is left in me. For the first time I know that extreme pessimism
and extreme optimism are one."

1903. AMERICA

"Nocturne—Blue and Silver—Battersea Bridge.


Nocturne—Grey and Silver—Chelsea Embankment.
Variations in Violet and Green."

Pictures in a glass-roofed gallery, and all day long the throng of people is
so great that one can scarcely see them. Debits—credits? Flux and flow
through a wide gateway. Occident—Orient—after fifty years.

HEDGE ISLAND

A RETROSPECT AND A PROPHECY


Hedges of England, peppered with sloes; hedges of England, rows and
rows of thorn and brier raying out from the fire where London burns with
its steaming lights, throwing a glare on the sky o' nights. Hedges of
England, road after road, lane after lane, and on again to the sea at the
North, to the sea at the East, blackberry hedges, and man and beast plod and
trot and gallop between hedges of England, clipped and clean; beech, and
laurel, and hornbeam, and yew, wheels whirl under, and circle through,
tunnels of green to the sea at the South; wind-blown hedges to mark the
mouth of Thames or Humber, the Western rim. Star-point hedges, smooth
and trim.

Star-point indeed, with all His Majesty's mails agog every night for the
provinces. Twenty-seven fine crimson coaches drawn up in double file in
Lombard Street. Great gold-starred coaches, blazing with royal insignia,
waiting in line at the Post-Office. Eight of a Summer's evening, and the sun
only just gone down. "Lincoln," "Winchester," "Portsmouth," shouted from
the Post-Office steps; and the Portsmouth chestnuts come up to the collar
with a jolt, and stop again, dancing, as the bags are hoisted up.
"Gloucester," "Oxford," "Bristol," "York," "Norwich." Rein in those bays of
the Norwich team, they shy badly at the fan-gleam of the lamp over the
Post-Office door. "All in. No more." The stones of St. Martin's-le-Grand
sparkle under the slap of iron shoes. Off you go, bays, and the greys of the
Dover mail start forward, twitching, hitching, champing, stamping, their
little feet pat the ground in patterns and their bits fleck foam. "Whoa!
Steady!" with a rush they are gone. But Glasgow is ready with a team of
piebalds and sorrels, driven chess-board fashion. Bang down, lids of mail-
boxes—thunder-lids, making the horses start. They part and pull, push each
other sideways, sprawl on the slippery pavement, and gather wave-like and
crashing to a leap. Spicey tits those! Tootle-too! A nice calculation for the
gate, not a minute to spare, with the wheelers well up in the bit and the
leaders carrying bar. Forty-two hours to Scotland, and we have a coachman
who keeps his horses like clock-work. Whips flick, buckles click, and
wheels turn faster and faster till the spokes blur. "Sound your horn, Walter."
Make it echo back and forth from the fronts of houses. Good-night, London,
we are carrying the mails to the North. Big, burning light which is London,
we dip over Highgate hill and leave you. The air is steady, the night is
bright, the roads are firm. The wheels hum like a gigantic spinning-jenny.
Up North, where the hedges bloom with roses. Through Whetstone Gate to
Alconbury Hill. Stop at the Wheatsheaf one minute for the change. They
always have an eye open here, it takes thirty seconds to drink a pot of beer,
even the post-boys sleep in their spurs. The wheels purr over the gravel.
"Give the off-hand leader a cut on the cheek." Whip! Whew! This is the
first night of three. Three nights to Glasgow; hedges—hedges—shoot and
flow. Eleven miles an hour, and the hedges are showered with glow-worms.
The hedges and the glow-worms are very still, but we make a prodigious
clatter. What does it matter? It is good for these yokels to be waked up.
Tootle-toot! The diamond-paned lattice of a cottage flies open. Post-office
here. Throw them on their haunches. Bag up—bag down—and the village
has grown indistinct behind. The old moon is racing us, she slices through
trees like a knife through cheese. Distant clocks strike midnight. The coach
rocks—this is a galloping stage. We have a roan near-wheel and a grey off-
wheel and our leaders are chestnuts, "quick as light, clever as cats."

The sickle-flame of our lamps cuts past sequences of trees and well-
plashed quickset hedges—hedges of England, long shafts of the nimbus of
London. Hurdles here and there. Park palings. Reflections in windows. On
—on—through the night to the North. Over stretched roads, with a soft,
continuous motion like slipping water. Nights and days unwinding down
long roads.

In the green dawn, spires and bell-towers start up and stare at us. Hoary
old woods nod and beckon. A castle turret glitters through trees. There is a
perfume of wild-rose and honey-bine, twining in the hedges—Northerly
hedges, sliding away behind us. The pole-chains tinkle tunes and play a
saraband with sheep-bells beyond the hedges. Wedges of fields—square,
flat, slatted green with corn, purple with cabbages. The stable clocks of
Gayhurst and Tyringham chime from either side of the road. The Ouse
twinkles blue among smooth meadows. Go! Go! News of the World!
Perhaps a victory! the "Nile" or "Salamanca"! Perhaps a proclamation, or a
fall in the rate of consols. Whatever it is, the hedges of England hear it first.
Hear it, and flick and flutter their leaves, and catch the dust of it on their
shining backs. Bear it over the dumpling hills and the hump-backed bridges.
Start it down the rivers: Eden, Eshe, Sark, Milk, Driff, and Clyde. Shout it
to the sculptured corbels of old churches. Lurch round corners with it, and
stop with a snap before the claret-coloured brick front of the Bell at Derby,
and call it to the ostler as he runs out with fresh horses. The twenty
Corinthian columns of pale primrose alabaster at Keddleston Hall tremble
with its importance. Even the runaway couples bound for Gretna Green
cheer and wave. Laurels, and ribbons, and a red flag on our roof. "Wellesley
forever!"

Dust dims the hedges. A light travelling chariot running sixteen miles an
hour with four blood mares doing their bravest. Whip, bound, and cut again.
Loose rein, quick spur. He stands up in the chariot and shakes a bag full of
broad guineas, you can hear them—clinking, chinking—even above the
roar of wheels. "Go it! Go it! We are getting away from them. Fifty guineas
to each of you if we get there in time." Quietly wait, grey hedges, it will all
happen again: quick whip, spur, strain. Two purple-faced gentlemen in
another chariot, black geldings smoking hot, blood and froth flipped over
the hedges. They hail the coach: "How far ahead? Can we catch them?"
"Ten minutes gone by. Not more." The post-boys wale their lunging horses.
Rattle, reel, and plunge.

But the runaways have Jack Ainslee from the Bush, Carlisle. He rides in
a yellow jacket, and he knows every by-lane and wood between here and
the border. In an hour he will have them at Gretna, and to-night the lady
will write to her family at Doncaster, and the down mail will carry the letter,
with tenpence halfpenny to pay for news that nobody wishes to hear.

"Buy a pottle of plums, Good Sir." "Cherries, fine, ripe cherries O." Get
your plums and cherries, and hurry into the White Horse Cellar for a last
rum and milk. You are a poet, bound to Dover over Westminster Bridge.
Ah, well, all the same. You are an Essex farmer, grown fat by selling your
peas at Covent Garden Market at four guineas a pint. Certainly; as you
please. You are a prebend of Exeter or Wells, timing your journey to the
Cathedral Close. If you choose. You are a Corinthian Buck going down to
Brighton by the Age which runs "with a fury." Mercury on a box seat.
Get up, beavers and top-boots. Shoot the last parcel in. Now—"Let 'em
go. I have 'em." That was a jerk, but the coachman lets fly his whip and
quirks his off-wheeler on the thigh. Out and under the archway of the
coach-yard, with the guard playing "Sally in our Alley" on his key-bugle.
White with sun, the streets of London. Cloud-shadows run ahead of us
along the streets. Morning. Summer. England. "Have a light, Sir? Tobacco
tastes well in this fresh air."

Hedges of England, how many wheels spatter you in a day? How many
coaches roll between you on their star-point way? What rainbow colours
slide past you with the fluency of water? Crimson mails rumble and glide
the night through, but the Cambridge Telegraph is a brilliant blue. The Bull
and Mouth coaches are buttercup yellow, those of the Bull are painted red,
while the Bell and Crown sports a dark maroon with light red wheels. They
whirl by in a flurry of dust and colours. Soon all this will drop asunder like
the broken glass of a kaleidoscope. Hedges, you will see other pictures.
New colours will flow beside you. New shapes will intersect you. Tut! Tut!
Have you not hawthorn blossoms and the hips and haws of roses?

Trundle between your sharp-shorn hedges, old Tally-hoes, and Comets,


and Regents. Stop at the George, and turn with a flourish into the yard,
where a strapper is washing a mud-splashed chaise, and the horsekeeper is
putting a "point" on that best whip of yours. "Coach stops here half an hour,
Gentlemen: dinner quite ready." A long oak corridor. Then a burst of
sunshine through leaded windows, spangling a floor, iris-tinting rounds of
beef, and flaked veal pies, and rose-marbled hams, and great succulent
cheeses. Wine-glasses take it and break it, and it quivers away over the
table-cloth in faint rainbows; or, straight and sudden, stamps a startling
silver whorl on the polished side of a teapot of hot bohea. A tortoise-shell
cat naps between red geraniums, and myrtle sprigs tap the stuccoed wall,
gently blowing to and fro.

Ah, hedges of England, have you led to this? Do you always conduct to
galleried inns, snug bars, beds hung with flowered chintz, sheets smelling
of lavender?

What of the target practice off Spithead? What of the rocking seventy-
fours, flocking like gulls about the harbour entrances? Hedges of England,
can they root you in the sea?

Your leaves rustle to the quick breeze of wheels incessantly turning. This
island might be a treadmill kept floating right side up by galloping hoofs.

Gabled roofs of Green Dragons, and Catherine Wheels, and Crowns,


ivy-covered walls, cool cellars holding bins and bins of old port, and claret,
and burgundy. You cannot hear the din of passing chaises, underground,
there is only the sound of beer running into a jug as the landlord turns the
spiggot of a barrel. Green sponge of England, your heart is red with wine.
"Fine spirits and brandies." Ha! Ha! Good old England, drinking, blinking,
dreading new ideas. Queer, bluff, burly England. You have Nelsons, and
Wellesleys, and Tom Cribbs, but you have also Wordsworths and Romneys,
and (a whisper in your ear) Arkwrights and Stevensons. "Time's up,
Gentlemen; take your places, please!" The horn rings out, the bars rattle, the
horses sidle and paw and swing; swish—clip—with the long whip, and
away to the hedges again. The high, bordering hedges, leading to Salisbury,
and Bath, and Exeter.

Christmas weather with a hard frost. Hips and haws sparkle in the
hedges, garnets and carnelians scattered on green baize. The edges of the
coachman's hat are notched with icicles. The horses slip on the frozen
roads. Loads are heavy at this time of year, with rabbits and pheasants tied
under the coach, but it is all hearty Christmas cheer, rushing between the
hedges to get there in time for the plum-pudding. Old England forever! And
coach-horns, and waits, and Cathedral organs hail the Star of Bethlehem.
But our star, our London, gutters with fog. The Thames rolls like smoke
under charcoal. The dome of St. Paul's is gone, so is the spire of St.
Martin's-in-the-Fields, only the fires of torches are brisk and tossing.
Tossing torches; tossing heads of horses. Eight mails following each other
out of London by torchlight. Scarcely can we see the red flare of the horn
lantern in the hand of the ostler at the Peacock, but his voice blocks
squarely into the fog: "York Highflyer," "Leeds Union," "Stamford Regent."
Coach lamps stream and stare, and key-bugles play fugues with each other;
"Oh, Dear, What Can the Matter Be?" and "The Flaxen Headed Plough-
boy" canon and catch as the mails take the road. There will be no
"springing" the horses over the "hospital ground" on a day like this; we
cannot make more than three miles an hour in such a fog. Hedges of
England, you are only ledges from which water drips back to the sea. The
rain is so heavy the coach sways. There will be floods farther on. Floods
over the river Mole, with apples, and trees, and hurdles floating. Have a
care with your leaders there, they have lost the road, and the wheelers have
toppled into a ditch of swirling, curling water. The wheelers flounder and
squeal and drown, but the coach is hung up on the stump of a willow-tree,
and the passengers have only a broken leg or two among them.

Double thong your team, Coachman, that creaking gibbet on the top of
Hindhead is an awesome sight at the fall of night, with the wind roaring and
squeaking over the heather. The murder, they say, was done at this spot.
Give it to them on the flank, good and hot. "Lord, I wish I had a nip of
cherry-brandy." "What was that; down in the bowl!" "Drop my arm, Damn
you! or you will roll the coach over!" Teeth chatter, bony castanets—click
—click—to a ghastly tune, click—click—on the gallows-tree, where it
blows so windily. Blows the caged bones all about, one or two of them have
dropped out. The up coach will see them lying on the ground like snow-
flakes to-morrow. But we shall be floundering in a drift, and shifting the
mailbags to one of the horses so that the guard can carry them on.

Hedges of England, smothered in snow. Hedges of England, row after


row, flat and obliterate down to the sea; but the chains are choked on the
gallows-tree. Round about England the toothed waves snarl, gnarling her

You might also like