Ebookstep 250

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 69

Yeni Emperyalizm 1st Edition David

Harvey
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/yeni-emperyalizm-1st-edition-david-harvey/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Chroniques anticapitalistes 1st Edition Harvey David

https://ebookstep.com/product/chroniques-anticapitalistes-1st-
edition-harvey-david/

Kent Deneyimi 1st Edition David Harvey

https://ebookstep.com/product/kent-deneyimi-1st-edition-david-
harvey/

Neoliberalizmin K■sa Tarihi 2nd Edition David Harvey

https://ebookstep.com/product/neoliberalizmin-kisa-tarihi-2nd-
edition-david-harvey/

Emperyalizm Teori ve Güncel Tart■■malar 1st Edition


Kolektif

https://ebookstep.com/product/emperyalizm-teori-ve-guncel-
tartismalar-1st-edition-kolektif/
Yeni Öyküler 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/yeni-oykuler-1st-edition-kolektif/

Yeni Fa■izm 1st Edition Ergin Y■ld■zo■lu

https://ebookstep.com/product/yeni-fasizm-1st-edition-ergin-
yildizoglu/

Kod Ad■ Küreselle■me 21 Yüzy■lda Emperyalizm 3rd


Edition Sungur Savran

https://ebookstep.com/product/kod-adi-kuresellesme-21-yuzyilda-
emperyalizm-3rd-edition-sungur-savran/

L Étrange été de Tom Harvey Mikel Santiago

https://ebookstep.com/product/l-etrange-ete-de-tom-harvey-mikel-
santiago/

Yeni Bir Hamlet Osamu Dazai

https://ebookstep.com/product/yeni-bir-hamlet-osamu-dazai/
YENİ EMPERYALİZM*

DAVID HARVEY, 1935, İngiltere doğumlu. 196l'de Camb­


ridge Üniversitesi'nde coğrafya alanında doktorasını tamamla­
dı. Bristol Üniversitesi'ndeki çalışmalarının ardından 1969'da
ABD, Baltimore'daki Johns Hopkins Üniversitesi'ne geçti. Sa­
yısız makalesi ve birçok dile çevrilen kitaplarının yanı sıra ver­
diği konferanslarla da bilinen Harvey, beşeri bilimler alanında
dünyada en çok atıf yapılan 20 yazar arasında yer almaktadır.
200 l 'de City University of N ew York'ta çalışmaya başlayan Har­
vey, özellikle "mekan" konusundaki çalışmaları ve bu konuda
Marksist kurama katkılarıyla dikkat çeker.

Başlıca yapıtları: Postmodernliğin Durumu (1989; Metis, 1997)


Sosyal Adalet ve Şehir (1973; Metis, 2003), Sermayenin Sınır­
ları (1982; Tan, 2000), Kent Deneyimi (1989; Sel, 2016), Umut
Mekanları (2002; Metis, 2008), Marx'ın Kapital'i İçin Kılavuz
(2011; Metis 2012), Paris Modernitenin Başkenti (2005; Sel,
2012), Sermaye Muamması - Kapitalizmin Krizleri (2011; Sel,
2012), Dünyanın Halleri (2016; Sel, 2019), On Yedi Çelişki ve
Kapitalizmin Sonu (2014; Sel, 2015), Neoliberalizmin Kısa Ta­
rihi (2005; Sel, 2015), Sermayenin Mekanları (2011; Sel, 2012),
Marx, Sermaye ve İktisadi Aklın Cinneti (Sel, 2017).

fustice, Nature and the Geography of Difference ve Ways of the


World ise yayın programımızdadır.

*sELYAYI NCI LI K/DÜŞÜNSEL


*SEL YAYINCILIK
Kuloğlu Mahallesi, Turnacıbaşı Caddesi,
No: 17, Beyoğlu - İstanbul
Tel. (0212) 516 96 85
http://www.selyayincilik .com
e-posta: halklaıliskiler@sel yayincilik.com

SATIŞ - DAGITIM:
Çatalçeşme Sokak, No: 19/1
Cağaloğlu - İstanbul
e-posta: siparis@selyayincilik.com
Tel. (0212) 522 96 72 Faks: (0212) 516 97 26

•SEL YAYINCILIK 993


DÜŞÜNSEL: 43
ISBN 978-605-772-805-0

YENi EMPERYALiZM
David Harvey

Türkçesi: A Nüvit Bingöl

Özgün Adı:
The New lmperialism, Fim Edition

© David Harvey, 2003


© Oxford University Press aracılığıyla Sel Yayıncılık, 2016

Genel Yayın Yönetmeni: İrfan Sancı


Editör: Ahmet Birsen
Kapak görseli: Kazimir Maleviç, Peasant Woman, kesit, 1912
Kapak tasanmı: Aslı Sezer
Sayfa tasanmı: İklime Yılmaz

Birind Baskı: Ekim, 2019

Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaası


Fatih Sanayi Sitesi, 12/197-203
Topkapı-İstanbul, 567 80 03

S ertifika No: 44865


David Harvey

Yeni Emperyalizm

Türkçesi: A. Nüvit Bingöl


İÇİNDEKİLER

Önsöz ............................................................................................... 7

l.BÖLÜM
Her Şey Petrolle İlgili . . .
.................................. ... ... ..... .. . ... ... ..... 9
... .. . .

2.BÖLÜM
Amerika'nın Gücü NasılBüyüdü ................................................ 31

3.BÖLÜM
SermayeBağımlılığı .. . . . . ... . . . .. ... .. ... ............... 8 1
... ............ . .. .. .. . . . ... . .. .

4.BÖLÜM
Mülksüzleştirme YoluylaBirikim ............................................. 1 2 3

5.BÖLÜM
Baskıya Razı Olma ........................................ ... ... .. . . . .. .. .. ....... 1 6 1
.. . ..

Ek Okuma Listesi .. ... ... .. . . .. ... .


. . . . .. ... . ... . .. ..... .... .. .. ... ... 1 85
. ...... .. .. .. . . . . .

Kaynakça . . .
........................ ....... .......... ........... .. . . ..
. .... .. .... .. .. ... ... 1 87
.. .
Ön söz

Clarendon Konferansları 5, 6 ve 7 Şubat 2003 tarihlerinde Oxford


Üniversitesi'ndeki Coğrafya ve Çevre Fakültesi'nde gerçekleşti.
Konferansların zamanlaması manidardı. Irak Savaşı eli kulağında
olsa da henüz başlamamıştı ve durdurulabileceğine dair zayıf da
olsa hala bir umut vardı. Bu umut 1 5 Şubat'ta Londra ve Barselo­
na'daki sokaklarda bir milyona yakın kişiyle ve ABD dahil dünyanın
dört bir yanındaki diğer şehirlerde büyük kalabalıklarla gerçekleş­
tirilen dev global gösterilerle güçlenmişti. Birleşmiş Milletler Gü­
venlik Konseyi'ndeki ruh hali, barbar ve despot olduğu konusun­
da herkesin hemfikir olduğu bir rejimin tehditlerinin diplomatik
araçlarla halledilebileceği görüşünü büyük ölçüde destekliyordu.
Bu muhalefete rağmen ABD'nin emriyle ve en önde Britanya ve
İspanya'nın desteğiyle Irak'a karşı askeri harekat 20 Mart'ta başla­
tıldı. Bu kitabın yazımı sırasında savaşın akıbeti -kuşkusuz askeri
sonucu değil- hala belirsiz. Sonunda bir sömürge işgali mi olacak
-veya öyleymiş gibi mi görünecek-, ABD tarafından dayatılan bir
kayırmacılık rejimi mi tesis edilecek, yoksa hakiki bir özgürleşme
mi gerçekleşecek?
Bir yandan bu hızla gelişen olaylar "yeni emperyalizm" konu­
sunda bir dizi konferans düzenlemeyi çok güçleştirdi. Fakat öte
yandan, bu olayların bizzat doğası ve global güvenliğe yönelttiği
ekonomik, siyasi ve askeri tehditler bir tür derinlemesine analizi
mecburi hale getirdi. Dolayısıyla dünyanın tarihsel coğrafyasının
oluşumundaki -böylesine tehlikeli ve zorlu bir konjonktüre nasıl

7
Y E N i E M P E RYALiZM

ulaştığımız konusunda da bizi biraz aydınlatabilecek- kimi daha


derin akımları sezmek amacıyla, yüzey akıntısının altına nüfuz et­
mek için elimden geleni yapmaya karar verdim.
Bu amacın peşinden giderken Neil Smith ve Omar Dahbour'un
CUNY Graduate Center'daki Yer, Kültür ve Siyaset Merkezi'nde
"Emperyalizm" konusunda düzenlediği bir yıllık seminere katıl­
mak bana çok şey kazandırdı. Neil, Omar ve söz konusu semine­
re katılanların kavrayışımı şekillendirme hususundaki yardımları
için teşekkür etmek isterim. Benzer şekilde CUNY'deki Antropo­
loji Programı'ndaki birçok meslektaşım çalışmamla ilgili ihtiyari
yorumlarda bulundular. Louise Lennihan, Don Robotham, Ida
Susser, Jane Schneider, Talal Assad ve özel olarak Michael Blim'e ve
"Land, Labor, and Capital" hakkındaki müşterek seminerimize ka­
tılan öğrencilere düşünceleri için teşekkür ederim. Burada inşa et­
tiğime benzer bir tür girişim fikri ilk kez Johns Hopkins'te Giovan -
ni Arrighi ile birlikte ders verirken aklıma gelmişti. Giovanni'ye
özel olarak minnettarım. Eski yuvama dönüp oldukça uygun bir
an ve yerde bu konferansları vermek üzere beni davet ettikleri için
Oxford Coğrafya Fakültesi'ndeki meslektaşlarıma müteşekkirim.
Özellikle Maria Kaika, Jack Langton ve Erik Swyngedouw'a sıcak
karşılamaları ve konuya gösterdikleri yoğun ilgi nedeniyle teşek­
kür etmek isterim. Oxford University Press'ten Anne Ashby'nin
büyük yardımları oldu ve her zamanki gibi Jan Burke beni hareke­
te geçirmede paha biçilmez bir rol oynadı. Yıllar boyunca burada
belirtemeyeceğim kadar çok insanla etkileşimimden çok şey ka­
zandım. Umuyorum ki bu konferanslarda bu kişilerin bireysel ve
kolektif bilgeliği ve anlayışını iyi değerlendirmişimdir.
D.H.

8
1. BÖLÜM

Her Şey Petrolle İlgili

Amacım global kapitalizmin mevcut durumuna ve bu kapita­


lizmde 'yeni' bir emperyalizmin oynuyor olabileceği role, longue
dureee* perspektifinden ve tarihsel-coğrafi materyalizm olarak ad­
landırdığım mercek üzerinden bakmak. Yüzeydeki tüm çalkantılar
ve dalgalanmalar altında vuku bulan daha derin dönüşümlerden
bazılarını su yüzüne çıkarmaya ve böylelikle mevcut durumumu­
zu en iyi şekilde nasıl yorumlayabileceğimiz ve bu duruma nasıl
tepki verebileceğimiz konusunda bir tartışma alanı açmaya çaba­
lıyorum.
Her birimizin fiili olarak deneyimleyebileceği en uzun süre el­
bette bir ömürdür. Dünyaya dair ilk kavrayışlarını İkinci Dünya
Savaşı sırasında ve hemen sonrasında oluşmuştu. O dönemde Bri­
tanya İmparatorluğu'nun hala bir önemi ve anlamı vardı. Dünya
haritası üzerindeki birçok yer, güneşin asla batmadığı bir impara­
torluğun kırmızı rengiyle işaretli olduğu için dünya önümde açık
görünüyordu. Mülkiyet hakkına dair başka bir kanıta ihtiyacım
olsa pul koleksiyonuma bakmam yetiyordu - Hindistan, Saravak,
Rodezya, Nyasaland, Nijerya, Seylan, Jamaika'dan gelen pulların
üzerinde Britanya hükümdarının başı vardı. . . Fakat kısa zaman
içinde Britanya'nın iktidarının düşüşte olduğunu kabullenmem

Fransız Annales Okulu'nun tarih çalışmalarında, olayların gerisinde uzun dönem


tarihsel yapılara öncelik veren tarihyazımı yaklaşımını ifade eden kavram. (ç.n.)

9
Y E N İ E M P E RYAL İ Z M

gerekmişti. İmparatorluk ürkütücü bir hızla parçalanıyordu. Bri­


tanya global iktidarı ABD'ye teslim etmişti ve sömürgecilik hızla
son bulurken dünya haritasının rengi değişiyordu. Hindistan'ın
bağımsızlığının travmatik yankıları 1 947'deki bölünme sonun baş­
langıcının işaretiydi. İlk başta bu travmanın, 'makul' ve 'adil' Bri­
tanya egemenliğinin yerine irrasyonel yerel tutkular ve kadim ön­
yargılar hakim kılındığında yaşanacak gelişmelerin tipik bir örneği
olduğuna inandırılmıştım (Britanya'yla sınırlanmamış ve şu anda
da sınırlı olmayan dünyayı anlamak için fevkalade uzun ömürlü
olmuş bir çerçeveydi bu). Fakat sömürgeciliği bitirme mücadelele­
ri hiddetlendikçe imparatorluk egemenliğinin daha çirkin ve alçak
yüzü göze çarpmaya başlamıştı. İngiliz ve Fransızların 1 956 yılında
Süveyş Kanalı'nı alma girişiminde benim için ve benim neslimden
birçok başkası için bu çirkinlik doruğa ulaşmıştı. Bu vakada, Batı­
lılara göre en az Saddam Hüseyin'in günümüzde yansıtıldığı kadar
'kötü' ve tehditkar olan bir Arap liderini, Nasır'ı devirmek amacıy­
la savaşa başvurduğu için Britanya ve Fransa'yı azarlayan Amerika
Birleşik Devletleri olmuştu. Eisenhower barışçıl çevreleme poli­
tikasını savaşa yeğlemişti; ayrıca liderlik bakımından Britanya ve
Fransa'nın global itibarı aniden dibi bulurken ABD'nin itibarının
yükseldiğini söylemek gayet yerinde olur. Britanya emperyalizmi­
nin, Süveyş olayı sonrasında hızla solan apaçık şekilde çıkarcı ve
kalleş çehresini inkar etmem artık mümkün değildi.
l 960'ların başında Bronx'tan Oxford'a gelen genç bir öğrenci

için meseleler çok farklı görünüyordu. Marshall Berman "Genel­


de içinde uyunmuş gibi görünen smokinleriyle hımbıl hımbıl yü­
rüyen, Brideshead'e Son Gidiş romanından fırlamış figüranlar gibi
duran, babaları Britanya İmparatorluğu ve dünyanın sahibiyken ot
gibi büyüyen ruhsuz genç erkekler"e nasıl katlanamadığını kaydet­
miştir: "Ya da en azından babaları dünyanın sahibiymiş gibi dav­
ranıyorlardı. Bunların ne kadarının aslında rol kesmek olduğunu
biliyordum: İmparatorluk sizlere ömürdü; imparatorluğun yönetici

10
HER ŞEY PETROLLE i LG i L İ

sınıfının çocukları her geçen yıl daha da değersizleşen vakıf fon­


larıyla yaşamını sürdürüyor ve iflasa doğru giden şirketleri miras
alıyordu . . . en azından ben dünyada yükseldiğimi biliyordum:'1
Amerika manzarasını darmadağın eden tüm o başarısız 'dot.com'
şirketleri, muhasebecilik skandalları, borsalarda herkesin emekli­
lik aylığının büyük bir kısmını yok eden feci düşüş, beklenmedik
ve saldırgan hak iddialarıyla birlikte Berman'ın şimdi nasıl hisset­
tiğini merak ediyorum. Bu iddiaların en iyi örneğini New York Ti­
mes dergisinin 5 Ocak 2003 tarihli kapağında görmek mümkün:
''Amerikan İmparatorluğu: Alışsanız İyi Olur:'2 Bir imparatorluk
geçip giderken dünyanın bilincine varmak ve bir diğerinin resmi
doğumuna dair böyle uluorta duyurular yapıldığı anda emeklilik
yaşına varmak benim için tuhaftan da öte bir his.
New York Times'taki makalenin yazarı Michael Ignatieff
''Amerika'nın teröre karşı topyekun savaşının bir emperyalizm
alıştırması" olduğuna dair eski bir beyanı (28 Temmuz 2002 tarihli
New York Times dergisi) coşkuyla tekrarlıyor: "Bu, ülkelerini bir
imparatorluk olarak görmek istemeyen Amerikalıları şok edebilir.
Fakat Amerikanın yerkürenin her bir yanında bulunan asker, casus
ve özel kuvvet ordularını başka ne olarak adlandırabilirsiniz ki?"
Ignatieff ABD'nin artık 'hafif' imparatorluğu tercih edemeyeceği­
ni veya bu işi ucuza yapmayı bekleyemeyeceğini ileri sürer. Büyük
dönüşümsel hedefleri gerçekleştirmek için daha ciddi ve kalıcı bir
rol üstlenmeye, uzun süre bulunduğu yerde kalmaya hazır olmalı­
dır. Böylesi bir anaakım yayının Amerikan İmparatorluğu fikrini
bu kadar ön plana çıkarması manidar. Üstelik Ignatieff bu savlarda
yalnız da değil. Wall Street Journal'de bir editör olan Max Boot "bir
parça ABD emperyalizminin terörizme en iyi yanıt" olabileceğini

M. Herman, 'Justice/just Us: Rap and Social justice in America', A. Merrifıeld ve


E. Swyngedouw (ed.), Ihe Urbanization of lnjustice içinde (New York: New York
University Press, 1 997), 148.
2 M. lgnatielf, 'The Burden', New York Times, 5 Ocak 2003, Sunday Magazine, s.
22-54, tekrar basım 'Empire Lite', Prospect içinde (Şubat 2003), 36-43. Ayrıca bkz.
a.y., 'How to Keep Afghanistan from Falling Apart: The Case for a Committed
American lmperialism', New York Times, 26 Temmuz 2002, Sunday Magazine, s.
26-58.

11
Y E N İ E M P E RYA L i Z M

söyler. Boot'a göre Amerika daha da yayılmalıdır: "Bugün Afga­


nistan ve diğer sorunlu ülkeler, zamanında potur ve güneş kaskları
içinde kendine güvenen İngilizlerin sağladığı türde bir aydınlan­
mış yabancı idaresine büyük bir gereksinim duymaktadır:' İhti­
şamlı imparatorluk gelenekleri özlemle betimlenen Britanyalılar
da furyaya katılır. Muhafazakar tarihçi Niall Ferguson (televiz­
yon dizisi ve diziye eşlik eden kitabı, katıksız bir vatanperverlikle,
yalnızca Britanya'nın imparatorluk kurucularının kahramanca
amellerini değil, aynı zamanda bu imparatorluğun güya dünyaya
sağladığı barış, refah ve esenliği de belgeler) ABD'nin kararlılığı­
nı pekiştirmesi, parayı sökülmesi ve "gayriresmi imparatorluk­
tan resmi imparatorluğa geçişi gerçekleştirmesi" gerektiğini salık
verir. Birçoğuna göre "yeni bir emperyalizm" zaten yürürlükte­
dir, fakat dünyaya 1 9 . yüzyılın son yarısında Britanya Barışı'nın
sağladığı faydaları verebilecek bir Amerikan Barışı kurulacaksa
eğer, bu emperyalizm daha açık bir tanınmaya ve daha katı bir
adanmışlığa gereksinim duymaktadır. 3
Her ne kadar West Point'te* yaptığı bir konuşmada "Amerika'nın
genişleteceği bir imparatorluğu veya kuracağı bir Ütopya yok" de­
miş olsa da bu, Başkan Bush'un kendini adamak istediği bir taah­
hüt gibi görünüyor. New York Times'taki serbest kürsü köşesinde
1 1 Eylül'ün yıldönümünde kaleme aldığı bir yazıda bu trajedinin
Amerika'nın dünyadaki rolünü netleştirdiğini ve büyük fırsatlar
yarattığını yazmıştı. "Birçok ulusta ilerleme ve özgürlüğün yeşe­
rebileceği uluslararası bir düzen ve açıklık atmosferi oluşturmak
için benzersiz gücümüzü ve etkimizi kullanacağız. Özgürlüğün
arttığı barışçıl bir dünya Amerikanın uzun vadeli çıkarlarıyla
uyumludur, ebedi Amerikan ideallerini yansıtır ve Amerikanın
müttefiklerini birleştirir. . ." Savaşa girmeye hazırlanırken "Baskı,

3 Bu alıntıların birçoğunun bir araya getirildiği derleme için bkz. B. Bowden, 'Re­
inventing Imperialism in the Wake of September 1 1 Alternatives: Turkish four­
",

rıal of lrıternatiorıal Relatiorıs, 1 /2 (Yaz 2002). Çevrimiçi erişim için bkz. <http://
alternatives.journal.fatih.edu.tr/Bowden.htm>.
• West Point'teki ABD Askeri Akademisi. (ç.n.)

12
HER ŞEY PETROLLE i LG İ L İ

kin ve yoksulluğun yerini demokrasi, kalkınma, serbest pazar ve


serbest ticaret umudunun aldığı adil bir barış istiyoruz" diye ya­
zar. Serbest pazar ve ticaret "toplumları yoksulluktan kurtarma
güçlerini" kanıtlamışlardır. ABD "itidal, hoşgörü ve pazarlık ko­
nusu olamayacak insanlık onuru taleplerini -hukukun üstünlüğü,
devlet iktidarının kısıtlanması ve kadın haklarına, özel mülkiyete,
konuşma özgürlüğüne ve adalet eşitliğine saygı- tesis edecektir:'
"Bugün;' diye sonlandırıyordu Bush sözlerini, "insanlık tüm eski
düşmanları karşısında özgürlüğün zaferini sunma fırsatını elinde
tutuyor. ABD bu muazzam görevin önderliğini yapma sorumlulu­
ğunu memnuniyetle kabul etmektedir:' Aynı dil kısa bir süre sonra
yayımlanan Ulusal Savunma Stratejisi belgelerinin önsözünde de
belirmişti.4 Bu, resmi bir imparatorluk ilanı sayılmasa da kesinlikle
emperyal niyetlerle yüklü bir beyandır.
Roma, Osmanlı, Çin, Rusya, Sovyet, Avusturya-Macaristan,
Napolyon, Britanya, Fransız, vb. bir sürü farklı türde imparator­
luklar geldi geçti. Bu karma gruba bakarak, bir imparatorluğun na­
sıl yorumlanması, idare edilmesi ve fiilen inşa edilmesi gerektiğine
dair büyük bir hareket alanı olduğu sonucunu kolaylıkla çıkarabi­
liriz. Farklı ve bazen rakip imparatorluk anlayışları aynı uzamda
bile benimsenebilirler. Çin İmparatorluğu okyanuslarda keşiflerle
güçlü bir yayılmacı safhadan geçtikten sonra aniden ve gizemli bir
şekilde kendi içine çekilmişti. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana
Amerikan emperyalizmi bulanık (çünkü hep tartışılmadan bir
kenara bırakılmıştır) bir imparatorluk anlayışından bir başkası­
na istikrarsız bir şekilde salınıp durmuştur. Oğul Bush Bağdat'a,
sonra da belki Tahran'a (yönetimdeki şahinlerin bir kısmına göre
"gerçek erkekler"in ait olduğu yer) ilerleme isteğiyle Napolyonva­
ri bir dürtüyü ele verirken, Clinton'un yaklaşımı (ilginç bir şekil­
de Bush yönetimi tarafından "kadınsı" olarak adlandırılır) daha
çok Osmanlı İmparatorluğu'nun zirve dönemindeki yaklaşımı-

4 G. W. Bush, 'Securing Freedom's Triumph', New York Times, ı 1 Eylül 2002, s.


A33. The National Security Strategy of the United State of America www.white­
house.gov/nsc/nss websitesinde bulunabilir. Ignatielf, 'The Burden', argümanını
Bush'un West Point konuşmasını tartışarak açar (s. 22).

13
Y E N İ E M P E RYA L İ Z M

n a benzer. Rubin ve daha sonra Summers'ın komuta ettiği ABD


Hazinesi içinde yüksek düzeyde merkezileştirilmiş yumuşak güç
kaba güce tercih ediliyordu ve dünyanın geri kalanına hatırı sa­
yılır bir çokkültürlü hoşgörüyle davranılıyordu. Siyaset tek taraflı
değil çok taraflı yürütülüyordu. Öte yandan Roosevelt, Truman
ve Eisenhower'd an Nixon'a kadar Amerikan emperyal iktidarının
inşası her şeyden çok Sovyetlerin bağımlı uydu devlet anlayışını
yansıtıyordu; bunun tek istisnası, Macaristan veya Polonya'dan
farklı olarak, ABD'nin siyasi ve askeri isteklerine itaat ettiği süre­
ce kendi ekonomisini geliştirmekte serbest bırakılan Japonya'ydı.
Ignatieff'in ileri sürdüğüne göre mevcut Amerikan imparatorlu­
ğu (Britanyalıların iddia etmeyi sevdiği gibi) bir dalgınlıkla değil,
bir inkar haliyle elde edilmişti: ABD'nin emperyal hareketlerinden
emperyal hareketler olarak söz edilmezdi, ayrıca bunların ülke
içinde bir soruna yol açmalarına izin verilmezdi. Katı, uzun vadeli
bir adanmışlık gerektiren bir imparatorluk yerine "hafif" impara­
torluğu üreten işte buydu.5
"Geleneksel sol" olarak adlandırılabilecek grupta, ABD'nin en
az bir asır veya daha fazla bir süredir emperyal bir güç olduğu­
nu savunan birçok insan vardır. Amerikan emperyalizmine dair,
özellikle de ABD'nin Latin Amerika, Güneydoğu Asya'daki rolüne
odaklanan geniş analizler daha 1 960'larda mevcuttu. O dönem yeni
çıkmış bağımlılık teorisyenleriyle (Frank gibi) Hobson, Hilferding,
Lenin, Luxemburg ve diğer yüzyıl-başı teorisyenlerinin sözüne
inanmaya daha meyilli olanlar arasında önemli tartışmalar vardı.
Mao ise kuşkusuz ABD emperyalizminin mücadele edilmesi gere­
ken temel çelişki olduğunu düşünüyordu. Fakat Hardt ve Negri'nin
İmparatorluk kitabının 2000 yılında yayımlanması ve kitabı çevre­
leyen ihtilaf geleneksel tartışmalara meydan okudu ve birçok yeni,
postmodern niteliğe sahip merkezi olmayan bir imparatorluk ya-

5 M. W. Doyle, Empires (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1 986), imparator­


luklara dair ilginç bir karşılaştırmalı inceleme sağlar. ABD vakası için ayrıca bkz.
W. A. Williams, Empire as a Way of Life (New York: Oxford Univcrsity Press,
1 980).

14
HER ŞEY PETROLLE İ LG i Li

pılanmasıyla ilintili olarak, sol muhalefet üzerine tekrar düşünül­


mesi gerektiğini öne sürdü. Bu düşünüş tarzına karşı eleştirel olsa
da, soldaki birçok başkası globalleşme kuvvetlerinin (bunlar nasıl
yorumlanırsa yorumlansın) yeni bir analiz çerçevesi gerektiren
yeni bir durum yarattığını kabul etmeye başlamıştı.6 Dolayısıyla
sağcıların ve liberal görüşlülerin imparatorluk ve emperyalizmi
açıkça kabul etmesi, uzun zamandır bilinen durumun memnuni­
yetle tasdik edilmesi anlamına geliyordu. Fakat bu, emperyalizmin
şimdi daha farklı bir cazibeyle sarmalanmış olabileceğine de işaret
ediyordu. Tüm bunların imparatorluk ve emperyalizm meselele­
rini siyasi yelpazede açık tartışma konularına dönüştürmek gibi
etkileri oldu ( Hardt ve Negri'nin çalışmasının anaakım medyada
dikkat çekmiş olması kayda değerdir). Gelgelelim bu da başka bir
soruyu getirir: Tüm bunlarda, şayet varsa, yeni olan ne?
Bu soruya ilk önce güncel olayları inceleyerek yaklaşıyorum.
Britanya, İspanya ve Avustralya tarafından desteklenen ve birçok
başka devletin onayını alan ABD Irak'la bir savaşa girdi. Fakat
bunu başta Fransa ve Almanya olmak üzere birçok geleneksel müt­
tefikinden ve aynca başta Rusya ve Çin olmak üzere ezeli hasım­
larından gelen sert muhalefetle kuşatılmış halde yaptı. Dünyanın
dört bir yanında halklar savaş karşısında seferber oldu; ayrıca Bush
yönetiminin böyle bir davranış biçiminde takıntılı hale gelmesi
birçok insanda şaşkınlık hissi yarattı. Eldeki bulgular derinlerde
başka bir şeyin söz konusu olduğunu akla getiriyor. Fakat ne oldu­
ğunu görmek güç. Daha derindeki bu anlamların, yanlış yönlendi­
rici retorik ve yanlış bilgilendirmelerden oluşan akla hayale sığmaz
yüzeysel köpük tabakasının altından kazılıp çıkarılması gerekiyor.

6 Solda "yeni emperyalizm" konusunu açanlar L. Panitch, 'The New lmperial Sta­
te', New Left Review, 1 1 / 1 (2000}, 5-20; ayrıca bkz. P. Gowan, L. Panitch ve M.
Shaw, 'The State, Globalization and the New lmperialism: A Round Table Dis­
cussion', Historical Materialism, 9 (200 1 }, 3-38. Diğer ilgili yorumlar için bkz. ).
Petras ve H . Veltmeyer, Globalization Unmasked: lmperialism in the 2lst Century
(Londra: Zed Books, 200 1 } ; R. Went, 'Globalization in the Perspective of lmpe­
rialism', Science and Society. 6614 (2002-3), 473-97; S. Amin, 'Imperialism and
Globalization', Montlıly Review (Haziran 200 1 }, 1 1 0; ve M. Hardı ve A. Negri,
-

Empire (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2000}.

15
Y E N İ E M P E R YA L İ Z M

İ ki Petrol Ü reticisinin Hikayesi

Nisan 2002'de Venezuela Başkanı Chavez'i deviren darbe


Washington'd a coşkuyla karşılanmıştı. Bir işadamı olan yeni baş­
kan hemen tanındı ve ülkeye istikrar ve düzenin geri geleceği ve
böylelikle gelecekte sağlam bir kalkınma için temel atılacağı umu­
du ifade edildi. New York Times da haberleri yorumlarken benzer
bir dil kullanıyordu. Fakat Latin Amerika'daki birçok kişi CIA'in
darbedeki parmağını hemen fark etmiş ve (Şilililerin şimdi iro­
nik bir şekilde "yerli 1 1 Eylül" olarak adlandırdığı) 1 973 yılında
General Augusto Pinochet'nin demokratik olarak seçilen sosya­
list Salvador Allende'yi kanlı bir darbeyle devirdiği olayları hatır­
lamıştı. Bu olaya dair Dışişleri B akanlığı'ndaki arşivde CIA'in bir
telgrafında şöyle yazar: "Allende'nin bir darbeyle devrilmesi kati
ve süregiden bir politikadır. . . Bu amaç için her türlü uygun kaynağı
kullanarak maksimum baskıyı üretmeye devam etmeliyiz. Bu faa­
liyetlerin, Amerika Birleşik Devletleri'nin rolü ortaya çıkmayacak
şekilde gizlice ve emniyetle yapılması bir mecburiyettir:'7 İleride
Venezuela'ya ilişkin benzer bir telgrafın Dışişleri Bakanlığı'nın
web sitesinde yer alacağını hayal etmek pek de güç değildir.
Darbe üç gün sonra ters yöne döndü ve Chavez iktidara geri
döndü. Dışişleri Bakanlığı bunun Venezuela'nın iç meselesi oldu­
ğunu söyleyerek herhangi bir şey hakkında önceden bilgisi oldu­
ğunu temkinli bir şekilde inkar etti. Güçlüklere barışçıl, demok­
ratik ve anayasal bir çözüm bulunması yönündeki umutlarını dile
getirdi. New York Times yazı işleri de devletin izinden gitti; tek ek­
lediği şey, Amerika'nın temel değerlerinden biri demokrasiyi des­
teklemekse, ne kadar kötü olursa olsun demokratik olarak seçilmiş
bir rejimin devrilmesini seve seve kabullenmenin o kadar da iyi bir
fikir olmadığıydı.
Irak'la -tesadüfe bakın ki OPEC'in bir başka ana üyesi- olan
paralellik aydınlatıcıdır. Irak vakasında ABD demokrasiyi kur­
makla ilgilendiğini iddia eder. Elbette daha önce 1 953 yılında

7 Alıntılayan C. )ohnson, Blowback: 1he Costs arıd Corısequerıces of A mericarı Em­


pire (New York: Henry Holt, 2000), 18.

16
HER ŞEY PET R O L L E İ LG İ Lİ

İran'da demokratik seçimle gelen Musaddık'ı devirmiş ve bir dikta­


tör olan şahı tahta geçirmişti. Öyleyse herhalde demokratik olarak
seçilmiş hükümetlerden sadece belirli türde olanlarına hoşgörüyle
yaklaşılacaktır. Fakat Irak ve bütün bölgeyi demokratikleştirme is­
teği, savaşa girmeye hazırlanmanın neden önemli olduğuna dair
bi rbiriyle çelişen açıklamalar karmaşası içinde iddialardan sadece
biriydi. Savaşı destekleyenler de dahil birçok kişinin bu gerekçeler
nedeniyle kafası karışmış ve şaşkına dönmüştü. Yanlış bilgiler ve
sürekli değişen argümanlardan oluşan yığının gerisine ulaşmanın
güç olduğu ortaya çıkmıştı. Irak'ı ABD'deki şarbon saldırılarıyla
ilişkilendirme yönündeki ilk girişim sefilce başarısız oldu. Her ne
kadar Irak'ın tüyler ürpertici bir biyolojik ve kimyasal silah kullan­
ma geçmişi olsa da bunların çoğu, İran karşısında ABD Irak'ı des­
tekliyorken ve Dışişleri Bakanlığı tek kabahatlinin Irak olduğunu
çok iyi bildiği halde her iki tarafın da böyle iğrenç yöntemlere baş­
vurduğu konusunda dünyayı kasten yanlış yönlendiriyorken ger­
çekleşmişti. 8 Irak'ın insan hakları konusundaki eşit düzeyde tüyler
ürpertici geçmişi incelenmeyi hak ediyor, fakat ABD hükümeti
Cezayir'e -İslamcı muhalefeti bastırmak için insan hakları ihlal­
leri bakımından Irak'la aşık atan bir ülke (son sekiz yılda tahmini
1 20.000 ölüm)- askeri yardım elini uzatırken politika bakımından
bu hiç mantıklı görünmüyor. ABD'nin Ortadoğu Dışişleri Müste­
şarı William Burns "terörü kontrol altına almak konusunda Ceza­
yirlilerden öğreneceğimiz çok şey var" diyecek kadar ileri gitmişti.9
Bu, işkencenin ne zaman meşru olabileceği meselesinin neden ani­
den ABD'de toplumsal bir tartışma konusu haline geldiğini açıkla­
yabilir (yine bu konu da New York Times'ta ön plana çıkarılmıştı).
Sonra bir de kitle imha silahları meselesi var. Irak'ın elinde ne
olduğunu bilmek çok güç, fakat Körfez Savaşı sırasında ve sonra­
sında Irak'ın askeri kapasitesi o kadar küçüldü ki CIA değerlendir­
melerinde bile bölge barışına gerçek bir tehdit oluşturduğu düşü­
nülmüyordu. Bu da Irak'ın ABD için bir tehdit olduğu iddialarının

8 J. Hilterman, 'Haİabja: America Didn't Seem to Mind Poison Gas', lnternational


Hcrald Tribunc, 17 Ocak 2003, s. 8.
9 Bildiren R. Fisk, 'The Case Against War: A Conllict Driven by the Self-interest of
America', Independcnl, 15 Şubat 2003, s. 20.

17
Y E N İ E M P E RYA L İ Z M

komik kaçmasına neden oldu (Başkan Bush ABD'ye bir Irak saldı­
rısının ABD ekonomisine büyük hasar vereceğini ileri sürecek ka­
dar tuhaf bir raddeye vardırmıştı meseleyi). CIA Saddam'ın -şayet
varsa- biyoloj ik ve kimyasal silahları ancak kışkırtılırsa kullanacağı
sonucuna vardı. Bu da ABD'nin Irak'ı kışkırtmakta neden bu kadar
kararlı olduğunu açıklamayı iki kat güçleştiriyordu. Irak kuvvetle
muhtemel nükleer silah elde etmeye çalışıyor; iyi de birçok ülke­
den pek farklı değil bu, hatta Kuzey Kore bunu açıkça beyan da
ediyor. Sonunda izin verildiğinde ülkeye giren silah denetçileri pek
bir şey bulamadı. Her koşulda rejim değişimi asıl hedefti ve BM
Tüzüğü önleyici saldırılara izin vermediği için silahsızlandırma
sadece Birleşmiş Milletler'in otoritesine başvurmak için bir neden
olarak ön plana çıkmıştı. Tüm bunlar da işe yaramazsa Saddam
yine gitmeliydi çünkü bir yalancıydı (öyle çok politikacıya uyan bir
sıfattı ki bu, kısa zamanda şakaya dönüştü), zalimdi (ama Sharon
da öyle), pervasızdı (bu kanıtlanmamıştı) veya sanki Ortadoğu'd a­
ki savaş uzun soluklu bir ortaçağ ahlaki dramıymış gibi (Mordor
rolünde Saddam, cesur Frodo rolünde George Bush ve yanında
da sadık Sam'i olarak Blair) kötülüğün savaşılması gereken teces­
sümüydü. Nihayetinde her şey, ABD ve Britanya ne olursa olsun
Irak'ı kurtarmak ve Ortadoğu'ya Amerikan tarzı bir aydınlanma
nakletmek için görkemli bir ahlaki misyona kendilerini adamışlar
izlenimi uyandırıyordu.
Tüm bunlarda, koca bir sis perdeleri dizisi arkasında çok önem­
li bir şeylerin gizlendiği intibamı edinmek çok kolaydı. İlk başta
ifşa edilemeyecek gizli bilgiler olduğu akla yatkın görünüyordu,
fakat ne zaman gizli arşivden bir şey açıklamaya kalksalar bu ya
çok önemsiz görünüyor ve kolaylıkla yalanlanabiliyor ya da, beş
yıl önceki bir doktora tezinden (bu tezin bir kısmı Foreign Affairs'te
zaten önceden yayımlanmıştı) onay almadan intihal edilen Britan­
ya ifşaatları durumunda olduğu gibi, ciddiye alınamayacak kadar
uyduruk bir şekilde araştırılmış oluyordu. ABD'deki istihbarat ca­
miasından gelen sızıntılara göre, istihbarat servisindeki bazı kişiler
bilgilerin hükümetçe tahrif edilme tarzından memnun değildi. Sa­
vaş çığırtkanı bir basına (Murdoch'un dünyanın dört bir yanında

18
HER ŞEY PET ROLLE İ LG i Li

sahip olduğu, güya tarafsızlıklarına binaen seçilmiş editörlerin ça­


lıştığı 1 75 gazetenin hepsi oybirliğiyle savaşın iyi bir şey olduğunu
ilan etmişti; keza medya kodamanlarının sahip olduğu diğer bir­
çok gazete de öyle) ve politikacıların göz korkutmalarına rağmen
dünyanın kanaatinin, bütünüyle savaş karşıtı olmasa da son derece
kuşkucu kalması hiç şaşırtıcı değil.
Öyleyse gerçekte ne olup bitiyor? Beyan edilen gerekçeler kim­
seyi ikna edemiyor; kesinlikle inandırıcı bir argüman oluşturamı­
yorlar. Öyleyse beyan edilmemiş gerekçeler ne olabilir? Burada söz
konusu gerekçelerin bu oyundaki ana aktörler tarafından bile çok
iyi anlaşılmıyor olabileceği veya anlaşılıyorsa da aktif olarak bastı­
rıldığı veya inkar edildiği gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekebilir.

A B D S i v i l Top l u m u n u n İç D i y a lektiği

2002 yılında Almanya'daki seçimlerden kısa süre önce Almanya


Adalet Bakanı, Bush yönetiminin yurtdışındaki maceraperestliği­
nin evindeki güçlüklerden dikkati saptırmak için planlandığını ile­
ri sürerek bir sansasyon yaratmıştı. Bakanın hatası bunun Hitler'in
de taktiği olduğunu eklemekti; bu nedenle de görevinden ayrılmak
zorunda kaldı. Ne yazık ki bunun sonucuysa iddiasının ilk kısmı
hakkında her türlü ciddi tartışmanın sümen altı edilmesiydi.
Gerçekten de tarih boyunca içeride sorun yaşayan devletler ya
dışarıda maceralara atılarak ya da dayanışmayı pekiştirmek ama­
cıyla dış tehditler uydurarak sorunlarını çözmeye çalışmıştır. 2002
yılı boyunca ABD'deki iç koşullar, önceki yıllara kıyasla birçok ba­
kımdan çok daha endişe verici olduğu için bu görüşün çok cid­
diye alınması gerekir. 200 l 'in başlarında başlayan (ve 1 1 Eylül'ün
şokuyla ileri atılan) ekonomik daralmadan kurtulmak mümkün
değildi. İşsizlik artıyordu ve ekonomik güvensizlik aşikardı. Şir­
ketlerde artarda skandallar patlak vermişti ve sağlam görünen
şirket imparatorlukları bir gecede yitip gidiyordu. Muhasebe ba­
şarısızlıkları (ayrıca doğrudan yolsuzluk) ve piyasa düzenlemesin­
deki başarısızlıklar Wall Street'i itibarsızlaştırmıştı ve hisseler ve

19
Y E N İ E M P E RYA L İ Z M

diğer aktif değerler dibi bulmuştu. Emeklilik fonları dörtte bir ila
üçte bir arasında değer kaybetmişti (tabii şayet Enron çalışanla­
rının fonlarında olduğu gibi tamamen sıfırlanmadılarsa) ve orta
sınıfın emeklilik beklentileri ciddi bir darbe almıştı. Sağlık bakı­
mı darmadağındı, federal, eyalet ve yerel hükümet ihtiyat akçele­
ri hızla buharlaşıyordu ve bütçe açıkları gitgide büyüyordu. ABD
gelmiş geçmiş en büyük borçlu devlet haline geldiği için dünyanın
geri kalanıyla cari işlemler dengesi gitgide kötü bir hal alıyordu.
Toplumsal eşitsizlik uzun süredir artıyordu, ama yönetimin ver­
gi kesintisi saplantısı bunu daha da artıracağa benziyordu. Çevre
korumasının içi boşaltılmıştı ve piyasanın çöktüğüne dair bariz
deliller karşısında bile herhangi bir düzenleyici çerçeve dayatmak
konusunda büyük bir isteksizlik vardı. Üstüne üstlük başkan halkı
tarafından değil Yüce Divan'ın beşe karşı dört oyuyla seçilmişti. 1 1
Eylül arifesinde başkanın meşruluğu halkın en azından yarısı tara­
fından sorgulanıyordu. Cumhuriyetçilerin siyasi olarak tamamen
imha edilmesini engelleyen tek şey, 1 1 Eylül olayları ve şarbon sal­
dırılarının (tuhaftır, bu olay hala çözülmedi ve sadece Saddam'ın
yapabileceği türde bir şeyin alameti olması haricinde büyük ölçüde
unutuldu) yarattığı korku nedeniyle oluşan ve neredeyse milliyetçi
bir dirilişe varan yoğun dayanışmaydı. Afganistan ABD gücü kar­
şısında çabucak ve Amerikalılar açısından kansız bir şekilde diz
çökerken Usame "ölü veya diri" bulunamamış ve terörizme savaş
pek ahım şahım sonuçlar getirmemişti. Öyleyse Körfez Savaşı'nın
bir sonuca bağlanmamış sonundan beri Bush yönetiminin şa­
hin üyelerinin askeri olarak peşinden gitmek istediği "kötülük
ekseni"ndeki temel ayaklardan biri, yani Irak'a odağı kaydırmak
için bundan daha iyi bir zaman olabilir miydi? En azından kısa va­
dede şaşırtma taktiğinin işe yaramış olup olmadığı tarihin konusu.
Amerikan halkı genel olarak El Kaide ile Saddam rejimi arasında
bir tür bağlantı olduğu ve her koşulda Saddam'ın, onu yerinden
etmeyi hedefleyen bir askeri harekata izin verecek kadar tehlikeli

20
HER ŞEY PETROLLE i LG i Li

ve kötü bir düşman olduğu görüşünü kabul etti. Ayrıca bu esnada


Cumhuriyetçiler Kongre seçimleriyle siyasi güçlerini sağlamlaştı­
rabildi ve başkan Bush, başkan seçilmesiyle oluşan gayrimeşruluk
havasını dağıtabildi.
Fakat burada, sığ siyasi oportünizm olarak görünen şeyi
ABD'nin jeopolitik tarihi içinde etkili ve baki bir kuvvete dönüş­
türen çok daha derin bir şey söz konusu olabilir. İlkin Irak'ın gü­
cünden ve potansiyel olarak yıkıcı bir Arap birliği hareketinden
duyulan korku, peşi sıra gelen ABD yönetimlerinde uzun zaman­
dır pusuda yatıyordu. Calin Powell birinci Körfez Savaşı'ndan önce
Irak'ın üstesinden gelmek üzere askeri acil eylem planları tasar­
lamıştı. Bush'un Savunma Bakanı Yardımcısı olan Paul Wolfowitz
1 992 gibi erken bir tarihten beri Irak'ta rej im değişikliğini açıkça
savunmuş ve 1 990'1ar boyunca bunu uluorta beyan etmişti. Clin­
ton yönetiminde rej im değişikliği makul politika haline gelmişti.
1 997 yılında Yeni Amerikan Asrı Projesi başlığı altında bir araya
getirilen neo-muhafazakar bir grup, bunun üzerinde temel hedef
olarak ısrar ediyor ve rejim değişikliğinin askeri yollarla gerçek­
leştirilmesi gerektiği konusunda baskı yapıyordu. Bu grup içinde
Rumsfeld, Wolfowitz, Armitage, Perle ve Bush'un savunma ve dış
politika ekibinin çekirdeğini oluşturacak birçok başka kişi bulu­
nuyordu. Öyleyse bu grup uzun zamandır jeostratejik bakımdan
Irak'ı gözüne kestirmişti. Fakat 1 999 tarihli bir raporda askeri
bir saldırıyı içeride ve dışarıda makul kılmak için "yeni bir Pearl
Harbor benzeri yıkıcı ve harekete geçirici bir olay" gerektiğini tes­
lim ediyorlardı. 1 1 Eylül bu fırsatı sağlamıştı; bir de Saddam ile
El Kaide arasında bağlantı kurabilseler her şey tamamdı.10 Ame­
rikan halkının büyük bir kısmının coğrafi meselelerin neredeyse
tamamında umursamaz ve bilgisiz olması sayesinde terörist avını
Saddam'ı avlama ve indirme kampanyasına yönlendirmek oldukça
kolay oldu. Dünyanın geri kalanıysa o kadar ikna olmuş değildi.

10 Bildiren R. Fisk, 'This Looming War isn't about Chemical Warheads or Human
Rights: It's about Oil', Indeperıdent, 18 Ocak 2003, s. 1 8. Ayrıca www.newamcri­
cancentury.org adresindeki websitesini de inceleyebilirsiniz.

21
Y E Nİ E M P E RYALİZM

Bu iç dinamiğin yine de anlaşılması gereken başka bir boyutu


daha var. ABD toplumsal, ekonomik ve siyasi yaşamı mütemadi­
yen değiştiren sert bir rekabetçi bireyciliğin yönlendirdiği fevkala­
de çokkültürlü bir göçmen toplumudur. Bu kuvvetler demokrasiyi
kronik olarak istikrarsız, -finansal iktidarın yozlaşması yoluyla
hariç- kumanda edilmesi imkansız değilse de güç hale getirir. Bü­
tün ülkenin yönetilemeyecek kadar zapt edilemez göründüğü za­
manlar olur. Hannah Arendt böyle bir sivil toplumun neye benze­
diğini tam olarak resmeder:
"Güç, özünde sadece bir amaç için araç olduğundan, salt güce
dayanan bir topluluğun, düzenin ve istikrarın yarattığı dingin or­
tamda çürümesi gerekir; tam güvenlik içinde olması, zayıf temeller
üzerine kurulduğunu ifşa eder. Ancak daha fazla güç elde ederek
statükoyu garanti edilebilir; ancak otoritesini sürekli genişleterek
ve güç birikimi süreciyle istikrarı korunabilir. Hobbes'un Toplum­
sal Ortak Varlığı ( Commonwealth), sallantılı bir yapıdır; her zaman
kendine dışarıdan yeni destekler bulmak zorundadır. Aksi halde
bir gecede, zuhur ettiği özel çıkarların amaçsız, anlamsız kargaşa­
sına geri sürüklenmesi işten değildir. [ . ] Her daim savaş olasılığı,
. .

devletin gücünü başka devletler pahasına arttırmasına olanak ver­


diği için, Toplumsal Ortak Varlık'ın kalıcı olmasını sağlar." 11
Soğuk savaş bitmişti ve Kanada boyunca postallarında karla
ağır ağır ilerleyen Rus tehdidi artık inandırıcı değildi. l 990'lar bo­
yunca net bir düşman yoktu ve ABD'de gelişen ekonomi, imkanları
en kısıtlı olanlar ve en dışlanmışlar hariç sivil toplumdaki herkes
için eşi benzeri görülmemiş bir memnuniyet ve tatmin düzeyi
sağlamış olmalıydı. Gelgelelim Arendt'in tahmin edebileceği gibi
1 99 ü'lar ABD tarihindeki en nahoş dönemlerden biri oldu. Reka­
bet korkunçtu, "yeni ekonomi"nin simgeleri bir gecede milyoner
olmuştu ve zenginlikleriyle gösteriş yapıyorlardı, sahtekarlıklar ve
dalavereler çoğalmıştı, her yerde (hem gerçek hem hayali) skan­
dallar hevesle kucaklanıyordu, Beyaz Saray'da planlanan suikast-

11 Han nah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2, Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şe­
ner, İletişim Yayınları, s. 4 1 , 42. Çeviride bazı değişikliklerle.

22
HER ŞEY PETROLLE İ L G İ L İ

lar hakkında kötü söylentiler dolaşıyordu, başkanı suçlamak için


bir girişim olmuştu, sohbet programı sunucuları Howard Stern
ve Rush Limbaugh tamamen kontrolden çıkmış bir medyanın
simgesi haline gelmişti, Los Angeles ayaklanmalarla kaynıyordu,
Waco ve Oklahoma uzun zamandır gizil kalmış iç muhalefet ve
şiddet eğilimini simgeliyordu, Columbine'de ergen yaştakiler sınıf
arkadaşlarını silahla öldürmüştü, irrasyonel taşkınlık sağduyuya
baskın çıkmıştı ve siyasi sürecin kurumsal yozlaşması apaçıktı.
Kısacası medeni toplum medenilikten çok uzaktı. Toplum sanki
ürkütücü bir hızla parçalanıyor ve dağılıyordu. Arendt'in söyleye­
bileceği gibi, özel çıkarların amaçsız, anlamsız karmaşasına geri
sürüklenme sürecinde gibiydi.
2000'de George Bush'un seçim cazibesinin bir kısmı bana göre
kontrolden çıkan bir sivil topluma iradeli ve katı bir ahlaki pusu­
la sağlama vaadiydi. Başsavcı olarak John Ashcroft gibi Bush'un
tüm anahtar atamaları otoriter devlet faaliyetlerine meyilli yeni­
muhafazakfırlardan geliyordu. Yeni-muhafazakarlık, Clinton'ın
savunduğu türde neoliberalizmi yerinden etmişti. Fakat l 990'1a­
rın uçarı yöntemleriyle tüm ilişkileri koparmak için gereken saikı
sağlayan elbette 1 1 Eylül'dü. 1 1 Eylül sadece ulusal bir amaç ortaya
koymak ve ulusal dayanışma ilan etmek için değil, aynı zaman­
da içeride sivil toplum üzerinde düzen ve istikrarı dayatmak için
de siyasi bir pencere açmıştı. Devletin daha fazla güç toplamasına
olanak veren, terörle savaş ve bunu çabucak takip eden Irak'la sa­
vaş olasılığıydı. Irak'la çatışma dikkati evdeki güçlüklerden başka
yere saptırmaktan çok daha fazlasıydı; içeride yeni bir toplumsal
düzen hissi dayatmak ve toplumsal ortak varlığı (commonwealth)
dize getirmek için dev bir fırsattı. Eleştiriler vatanperverliğe aykırı
diye susturulmuştu. Dışarıdaki kötü düşman, içeride pusuya yat­
mış şeytanları çıkarmak veya terbiye etmek için kullanılacak ana
güç haline geldi. Siyasal iktidarın iç ve dış koşulları arasındaki bu
ilişki, Irak'la çatışmayı tetikleyen dinamiklerde büyük oranda gizli
de olsa önemli bir rol oynamıştır. Aşağıda bu durumu defalarca
tekrar ele alma fırsatımız olacak.

23
Y E N İ E M P E RYA L İZM

Her Şey Petrolle İlgili

Irak'la savaşa karşı çıkanlar sıklıkla bu çatışmayı sırf bir petrol


meselesi olarak resmeder. ABD devleti bu iddiayı ya hemen abes
addederek ciddiye almaz ya da soruyu tümden görmezden gelir.
Petrolün hayati önemde olduğuna şüphe yok. Fakat tam olarak na­
sıl ve ne anlamda önemli olduğunu belirlemek o kadar kolay değil.
Dar görüşlü bir komplo teorisi, Washington'daki hükümetin
kamu alanını gasp etmiş bir petrol mafyasından ibaret olduğu dü ­
şüncesine dayanır. Bu görüş, Bush ve Cheney'in petrol çıkar grup­
larıyla yakın bağlantılarıyla ve Başkan Yardımcısı Cheney'in eski
şirketi Halliburton'ın savaşın hemen sonrasında petrol hizmetleri
için yaklaşık bir milyar dolarlık sözleşme hakkı kazanabileceğine
dair raporlarla desteklenir.12 Bu görüşlerde hiçbir sakınca olmasa
da, bir bütün olarak siyasi-askeri müessesenin veya genel olarak
kurumsal çıkarların böyle gerekçelerle savaşa göz yumacağını
hayal edemiyorum. ABD ve Britanya petrol şirketlerinin Irak'a
alınmadığı ve Fransız, Rus ve Çin şirketlerinin kayırıldığı elbet­
te doğrudur. Barışçıl silahsızlandırma yerine savaşın seçilmesi­
ne muhalefet en şiddetle zaten imtiyaz sahibi olan ülkelerce dile
getirilmişti. Silahsızlanma tasdiklenmiş olsaydı BM yaptırımları
kaldırılacaktı ve mevcut imtiyaz sahipleri bundan faydalanacaktı.
Savaşla rej im değişikliği imtiyazların neredeyse kesin bir şekilde
tekrar müzakere edileceği anlamına geliyor. Fakat petrolün sahi­
bi Irak'tır ve rej im değişikliği sonrasında bile petrol şirketleri için
ihtimaller o kadar da toz pembe değildir. İşe yarayabilecek tek
senaryo, savaş sonrası bir ABD yönetiminin Irak petrol şirketini
devralması veya petrolün işletilmesi ve kullanılmasını yönetmek
için bir paravan şirket -ABD'nin, İMF'de olduğu gibi, veto yetki­
sinin olacağı uluslararası bir kurul- kurması olacaktır. Fakat hem
Irak içinde hem de kapitalist güçler arasında şiddetli karşıtlıkları
körüklemeden bunları müzakere etmek çok güç olacaktır.
Bununla birlikte petrol meselesini anlamak için daha da geniş
bir perspektif bulunmaktadır. Bu şöyle bir cümleyle ifade edile-

12 N. Banerjee, 'Energy Companies Weigh their Possible Future in lraq', New York
Times, 26 Ekim 2002, s. C3.

24
HER ŞEY PET ROLLE İ LGİLİ

bilir: Ortadoğu'yu kontrol eden, global petrolün musluğunu da


kontrol eder ve global petrolün musluğunu kontrol eden global
ekonomiyi kontrol eder; en azından yakın gelecekte bu böyledir.13
Dolayısıyla sadece Irak'ı değil aynı zamanda global kapitalizm­
le ilişki içinde bir bütün olarak Ortadoğu'nun jeopolitik durumu­
nu ve önemini düşünmeliyiz. Ayrıca resmi söylemde de bu hususa
temas edilir. Irak'taki rejim değişikliği planı demokratik ve ABD
yanlısı bir hükümetin tüm bölgeye fayda getireceğini, hatta belki
de başka yerlerde de (burada en aşikar hedefler İran ve Suriye'yi Su­
udi Arabistan takip eder) benzer rejim değişikliklerine neden ola­
cağını alenen ifade eder. Bush hükümetinde, bölgedeki büyük bir
yangının tüm Ortadoğu haritasını baştan çizmek (Sovyetler Birliği
ve Yugoslavya'da olanlara benzer şekilde) için bir fırsat sağlayaca­
ğını düşünecek kadar kibirli olanlar bile vardır. Sonuçta bölgedeki
devlet oluşumunun büyük kısmı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra
imzalanan Versailles anlaşmasının ek protokolleriyle gerçekleş­
mişti. Bu anlaşmanın Arap çıkarlarına ihanet etmiş ve Britanya ve
Fransa'nın emperyal çıkarlarını yansıtan bir devlet yapılandırma­
sını dayatmış olduğu genelde teslim edilir. Bu yapılandırma çağdışı
ve işlevsiz olarak görülebilir. Kapsamlı bir anlaşma bazı ayrılıkçı
çıkarlara yarayabilir (örneğin Irak'taki Kürtler için federal statü
ve muhtemelen Irak'ın parçalanarak Basra merkezli bir güney Şii
devleti kurulması). Hepsinden önemlisi Ürdün ve muhtemelen
Suudi Arabistan'ın bir kısmını içeren daha büyük bir Filistin devle­
tinin kurulmasıyla İsrail-Filistin meselesinin çözülmesine olanak
verebilir. Bu fikre karşı BM'de Irak'ın toprak bütünlüğünün aynen
korunmasının her türlü savaş sonrası anlaşmada temel bir hedef
olması gerektiği yönündeki kanaat çok güçlüydü ve ABD en azın­
dan bunu sözde kabul etmişti.
ABD'nin bölgeye jeopolitik ilgisinin uzun bir geçmişi vardır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında geliştirildiği haliyle tüm global kont­
rol kavramı için hayati önemdeki mesele;

13 M. Klare, Resource Wars: The New Landscape of Global Conflict (New York:
Henry Holt, 2001) petrolün jeopolitiğine dair mükemmel bir genel bakış sunar.

25
Y E N i E M P E RYA L i Z M

... eski Britanya İmparatorluğu'nun bir parçası olarak düşünülen ve


dünyanın ekonomik, askeri ve siyasi kontrolü için kesinlikle elzem
olarak görülen Ortadoğu'nun kontrolüydü; çünkü dünyanın tespit
edilmiş petrol rezervlerinin çoğu orada bulunuyordu. Dolayısıyla
ABD l 950'lerde bölgede bir dizi açık ve gizli operasyona başladı,
bunların en önemlisi de İran'da demokratik olarak seçilmiş olan
ve yabancıların mülkiyetindeki petrol şirketlerini kamulaştıran
Musaddık hükümetinin 1953'te devrilmesiydi. ABD'nin hamlesi­
nin başarısı açık ve netti. 1940-1967 arasında ABD şirketleri Orta­
doğu'daki petrol rezervleri üzerindeki kontrollerini yüzde 1 O'dan
yaklaşık yüzde 60'a çıkarırken, Britanya'nın l 940'ta yüzde 72 olan
kontrolü l 967'de yüzde 30'a düştü. 14

1 960'ların sonunda Britanya Süveyş'teki tüm askeri varlığını son­


landırarak, bütün kontrolü ABD'ye verdi. ABD Vietnam nedeniyle,
bölgede artan çıkarlarıyla ilgilenmesi için İran ve Suudi Arabistan
vekil devletlerini kullanmayı tercih etti. Ayrıca bölgede güçlü bir
Amerikan ileri karakolu yaratmak için İsrail'e yoğun ve neredeyse
kayıtsız desteğine özellikle önem veriyordu. Fakat ilk önce OPEC
üzerinden düzenlenen 1 973 yılındaki petrol boykotu ve fiyat artışı
ve daha sonra 1 979'da İran'da Şah'ın düşmesi uzaktaki vekiller ara­
cılığıyla dolaylı yönetim çözümünü savunulamaz hale getirmişti.
Başkan Carter ABD'nin Körfez petrolünün akışının sekteye uğ­
ramasına hiçbir koşulda izin vermeyeceği doktrinini açıkça ifade
etti. Bu, Hürmüz Boğazı'nı açık tutma taahhüdü (zira sevkiyat ve
dağıtım sistemleri de en az petrol sahaları kadar önemliydi), böl­
gede kalıcı bir askeri varlık ve ayrıca acil durumlarla ilgilenmek
üzere bir Acil Müdahale Kuvveti kurulması anlamına geliyordu.
ABD üstü örtülü şekilde Irak'ın İran'la gaddar ve ölümcül savaşı­
nı teşvik etmiş ve desteklemişti, ama Irak'ın büyüyen gücü Kuveyt
işgal edilmeden çok önce Irak'la (Colin Powell tarafından başlatı­
lan) bir çatışma planı hazırlanmasını gündeme getirdi. ABD'nin
Irak elçisinin, Irak'ın Kuveyt'e girmesine askeri olarak müdahale

14 The Editors, 'U.S. lmperial Ambitions and lraq', Monthly Review, SMI (2002),
J. 1 3 .

26
HER ŞEY PETROLLE i LG i Li

edilmeyeceği sinyalini neden verdiği hala çok tartışmalı bir konu­


dur ve basit ama yıkıcı bir yanlış anlamadan ziyade, Irak'ın tuzağa
düşürülmüş olması daha akla yatkın bir ihtimaldir.
Körfez savaşı, Irak'a dair kesin bir sonuca bağlanamasa da,
bölgede ABD'nin askeri varlığını daha güçlü hale getirdi. Clinton
yönetimi boyunca da bu durum hafiflemeden devam etti. "Uçuşa
yasak bölge"lerde Britanya'yla birlikte ortak devriyeler düzenlen­
mesi, Irak askeri tesislerini hedefleyen kesintisiz bir düşük düzeyli
hava savaşını ve füze saldırılarını da beraberinde getirdi. Clinton
yönetiminde görev alan ve genelde "yumuşak güç" taraftarı olarak
bilinen Joseph Nye, ABD'nin Körfez bölgesinde askeri kuvvet kul­
lanmaktan çekinmeyeceğini ve gerekirse, ABD çıkarları herhangi
bir şekilde tehdit edilirse tek taraflı olarak güç kullanılacağını kati
surette beyan etmişti. 1 5 Irak'ın silahsızlandırılmasına ilişkin barış
anlaşmasının koşullarına uyulduğunu belgelemek amacıyla ilk tur
silah denetçilerini Irak'a sokmak için l 997- l 998'te ABD'nin yük­
sek düzeyde kuvvet yığması gerekmişti. Füze saldırıları ve hava
savaşı kızıştı. ABD, çabalarını desteklemek için Suudi Arabistan,
Kuveyt ve diğer devletlerle Körfez İşbirliği Konseyi'ni kurdu ve bu
devletlere bölgedeki ABD kuvvetlerine destek olmak üzere askeri
ekipmanlar sattı ( l 990'larda net 42 milyar dolarlık silah transferi
gerçekleşti ve bunun 23 milyar doları sadece Suudi Arabis tan'ay­
dı). l 990'lar boyunca ABD kuvvetleri savaş öncesinde bölgeye yer­
leştiriliyordu ve Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan'da büyük askeri
malzeme depoları kurulmuştu; bu da ABD'nin anında hareket et­
mesine imkan veriyordu. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle askeri planla­
ma aynı anda iki bölgesel savaş yürütebilecek şekilde değiştirilmiş
ve planlama alıştırması olarak da Irak ve Kuzey Kore seçilmişti.
1 990'ların sonlarında yılda 4-5 milyar dolar maliyetle bölgede
20.000 askeri personel mevzilendirilmişti.
Bu tarihi burada kısaca gözden geçirmemin nedeni iki temel
hususa parmak basmak. l 945'ten sonra ABD'nin bölgedeki mü-

15 J. Nye, The Paradox of American Power: Why the World's Only Super-Power Can­
not Go it Alone (Oxford: Oxford University Press, 2003).

27
Y E N i E M P E RYA L İZM

dahalesinde sürekli bir artış olmuştu, ama müdahale gitgide daha


fazla doğrudan askeri mevcudiyeti gerektirdiği için 1 980 sonrasın -
da bu artışta büyük bir kırılma yaşandı. İkincisi, Irak'la çatışmanın
uzun bir geçmişi vardı ve bir tür askeri çözüm planı son Körfez Sa­
vaşı başlamadan önce bile yürürlükteydi. Clinton yılları ile şimdi
arasındaki tek fark maskenin düşmüş olması ve savaşçı tavırların
belirli bir suskunluğun yerini almış olmasıdır; bunun nedeni kıs­
men 1 1 Eylül sonrasında ABD'deki atmosferin açık ve tek taraflı
askeri harekatı siyasi olarak daha kabul edilebilir bir şey haline
getirmesidir. Jeopolitik bakımdan ve uzun vadeli bakıldığında, Su­
udi Arabistan gibi ABD'nin uydu devleti haline gelmediği sürece
Irak'la bir çatışma kaçınılmaz görünüyordu. Fakat bu jeopolitik
hamle niye? Yine bunun yanıtı tamamen petrolle ilgilidir.
Herhangi bir anda global petrol rezervlerinin durumu bir
tahmin meselesidir. Petrol şirketleri bildiklerini söylemek konu­
sundaki ketumluklarıyla ünlüdürler ve bazen yanlış yönlendirir­
ler. Rezervlere dair tahminler büyük düzeyde farklılık gösterir.
Bununla birlikte birçok hesap, yaklaşık 1 980 sonrasında petrol
rezervi kullanım oranının keşif oranını aştığını gösteriyor. Petrol
gitgide daha zor bulunur hale geliyor. Birçok petrol sahasının tepe
noktasını geride bırakıp düşüşe geçtiğini ve on yıl kadar bir süre
içinde dünyanın mevcut petrol sahalarının çoğunun kuruyacağı­
nı biliyoruz. ABD'deki yerel üretim, Kuzey Denizi, Kanada, Rus
ve (daha kaygı verici olanı) Çin üretimi için durum böyle. Diğer
petrol sahalarının ömrü daha uzun olsa da elli yıl veya daha uzun
süre içinde bitmemesi beklenenler İran, Irak, Suudi Arabistan,
Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt'tekilerdir. Yeni petrol sahala­
rının keşfedilmesi bu manzarayı değiştirebilir değiştirmesine, ama
stratej ik düşünenler zaman içinde ana petrol tedarikçisi olarak
Ortadoğu'nun artan önemiyle yüzleşmek zorundadır. Talep açı­
sından ABD'nin gitgide ithalata bağımlı hale geldiğini, Doğu ve
Güneydoğu Asya'daki ekonomik büyümenin dinamik merkezle­
rinin (Çin'deki talep inanılmaz bir hızla artarken) önemli petrol
rezervlerinden neredeyse yoksun olduğunu ve (Britanya ve Norveç
hariç) Avrupa'nın benzer şekilde tamamen ithal petrole bağımlı

28
HER ŞEY PETROLLE İ L G İ L İ

olduğunu görüyoruz. Petrole alternatifler araştırılıyor, fakat (pet­


rol şirketleri ve diğer çıkar gruplarının oluşturduğu engeller dü­
şünüldüğünde) bunların onlarca yıl ciddi rakip olması çok düşük
ihtimal gibi görünüyor. Dolayısıyla Ortadoğu petrolüne erişim şu
an, bir bütün olarak global ekonomi için olduğu gibi, ABD için de
hayati önemde bir güvenlik sorunudur.
Bu da ABD'nin, gerekirse tek taraflı olarak, daha sıkı bir askeri
ve stratejik kontrol uygulama arayışı sorununu doğuruyor. Tho­
mas Friedman örneğin "kötü, megaloman bir diktatörün dünya­
nın sanayi tabanına enerji sağlayan doğal kaynak üzerinde aşırı
bir nüfuz kazanmasından ABD'nin kaygı duymasında gayrimeşru
veya ahlaksız hiçbir şey olmadığı"nı ileri sürüyor. Fakat niyetin
kendimizi şımartmak değil de "dünyanın ekonomik beka hakkını
korumak" olduğunu, ABD'nin "sırf Amerika'nın aşırılıklarını kö­
rüklemek için değil, gezegenin faydası adına hareket ettiğini" ka­
muya iletmek ve dünyaya güvence vermek konusunda çok dikkat­
li olmalıyız. "Irak'ı işgal eder ve Irak Petrol istasyonunu işletmek
üzere (diğer Arap petrol devletlerinde yaptığımız gibi) daha ABD
taraftarı bir otokrat yerleştirmekle yetinirsek, kısmen petrol için
yapılan bu savaş ahlaksız olacaktır:' 16 Kısacası ABD rızayla herke­
sin çıkarı adına mı Ortadoğu petrolünün kullanımını denetlemeyi
istiyor ve liderliği üstleniyor? Yoksa kendi çok daha dar stratej ik çı­
karlarını gerçekleştirmek için mi tahakküm kurmak istiyor? Fried­
man ilk seçeneğe inanmak istiyor, ama ya ikinci seçenek doğruysa?
ABD hem Chavez hem de Saddam'ı devirmeyi başarırsa, oto­
riter hükümranlığın değişken koşulları üzerine kurulu, tepeden
tırnağa silahlı (ve tekrar radikal İslam'ın ellerine düşmesi an me­
selesi olan) bir Suudi rejimini istikrarlı hale getirebilir veya ıslah
edebilirse, Irak'tan İran'a (yapmak istiyor gibi göründüğü üzere)
geçip orta Asya devletlerinde stratej ik bir askeri varlığı pekiştire­
bilir ve böylelikle Hazar Havzası petrol rezervlerine hakim olabi­
lirse, bu durumda global petrol musluğunun sıkı kontrolüyle son­
raki elli yıl boyunca global ekonomi üzerinde etkili bir hakimiyete

16 T. Friedman, 'A War for Oil?', New York Tirnes, 5 Ocak 2003, Week in Review
bölümü, s. 1 1 .

29
Y E N İ E M P E RYA L İZM

sahip olmayı umabilir. Avrupa, Japonya, ayrıca Doğu ve (şimdi


en önemlisi Çin de dahil) Güneydoğu Asya yoğun şekilde Körfez
petrolüne bağımlılar; bunlar, aynı zamanda üretim ve finans dün­
yasında ABD'nin global hegemonyasına meydan okuyan bölgesel
siyasi-ekonomik güç yapılanmalarıdır. ABD'nin bu rekabeti savuş­
turmasının ve kendi hegemonyacı konumunu sağlama almasının,
söz konusu rakiplerin bel bağladığı ana ekonomik kaynağın fiyatı­
nı, koşullarını ve dağıtımını kontrol etmekten daha iyi bir yolu ola­
bilir mi? Ve bunu yapmanın da, ABD'nin hala mutlak güce sahip
olduğu tek kuvvet hattını, askeri gücünü kullanmaktan daha iyi
bir yolu olabilir mi? Bu argümanın bir de askeri yönü vardır. Ordu
petrolle çalışan bir kurumdur. Kuzey Kore'nin çok ileri bir hava
kuvvetleri olabilir, fakat yakıt sıkıntısı nedeniyle bunu çok fazla
kullanamaz. ABD petrole sadece kendi askeri gereçleri için ihtiyaç
duymaz, aynı zamanda örneğin Çin'le gelecekte yaşanabilecek bir
askeri ihtilafta, şayet ABD'nin düşmanına giden petrol akışını kes­
me gücü varsa Çin baştan kaybedecektir. Fakat bütün bu argüman­
lar ancak ABD'nin global kapitalizm içindeki baskın konumunun
tehdit altında olduğundan korkmak için nedeni varsa anlamlıdır.
Araştırmanın 2. bölümünde askeri boyuttan ziyade meselenin bu
ekonomik boyutuna eğileceğim.

30
2. BÖLÜM

Amerika' nın Gücü Nasıl Büyüdü

Emperyalizm söylenmesi kolay bir kelimedir. Gelgelelim o ka­


dar farklı anlamlara gelir ki, polemikçi bir kelime olarak değil de
analitik bir kelime olarak netleştirmeden kullanmak çok güçtür.
Emperyalizmin o özel "kapitalist emperyalizm" olarak adlandırı­
lan türünü burada "devlet ve imparatorluk siyaseti" (gücü mülki
bir bölgenin hakimiyetine ve insani ve doğal kaynaklarını siyasi,
ekonomik ve askeri amaçlarla seferber etme kapasitesine dayanan
aktörler bakımından ayırıcı bir şekilde siyasi bir proje olarak em­
peryalizm) ile "zaman ve uzamda sermaye birikiminin moleküler
hareketleri"nin (sermaye üzerinde hakimiyetin ve sermaye kulla­
nımı nın öncelik kazandığı, zaman ve uzamda yayılmış siyasi-eko­
nomik bir hareket olarak emperyalizm) tezat kaynaşması olarak
tanımlıyorum. Birincisiyle, dünya bütününde çıkarlarını ortaya
koymak ve amaçlarını elde etmek üzere çabalarken bir devletin
(veya siyasi bir güç bloğu olarak işleyen bir devletler topluluğu­
nun) başvurduğu ve kullandığı siyasal, diplomatik ve askeri strate­
jileri vurgulamak istiyorum. İkincisiyle de, gündelik üretim pratik­
leri, ticaret, alım satım, sermaye akışı, para transferleri, emekgücü
göçü, teknoloji transferi, döviz spekülasyonu, bilgi akışı, kültürel
itkiler üzerinden ekonomik gücün mülki varlıklara (devletler veya
bölgesel güç blokları gibi) veya mülki varlıklardan başka yerlere
sürekli uzam boyunca ve üzerinden nasıl aktığına odaklanıyorum.

31
Y E N i E M P E RYA LİZM

Arrighi'nin "mülki" ( territorial) ve "kapitalist" iktidar mantığı


olarak adlandırdığı şey birbirinden oldukça farklıdır. 1 7 Öncelikle
bu faillerin güdüleri ve çıkarları farklıdır. Elinde para sermayesi
olan kapitalist, sermayeyi nerede kar elde edilebiliyorsa oraya ya­
tırmak ister ve genelde daha fazla sermaye biriktirmeye çabalar.
Siyasetçiler ve devlet adamlarıysa tipik olarak başka devletler kar­
şısında kendi devletlerinin gücünü artıran veya koruyan sonuçlar
için çabalarlar. Kapitalist bireysel fayda peşindedir ve (genelde ya­
salarla kısıtlanıyor olsa da) yalnızca en yakınındaki toplumsal çev­
reye karşı sorumludur; devlet adamıysa kolektif bir fayda peşin­
dedir, devletin siyasal ve askeri durumuyla kısıtlıdır ve şu veya bu
şekilde bütün vatandaşlara veya daha çok elit bir gruba, bir sınıfa,
bir akrabalık yapısına veya başka bir toplumsal gruba karşı sorum­
ludur. Kapitalist sürekli bir zaman ve uzamda faaliyet gösterirken
siyasetçi bölgeselleştirilmiş bir uzamda ve en azından demokrasi­
lerde seçim döngüsünün belirlediği bir süre içinde faaliyet gösterir.
Öte yandan kapitalist şirketler gelip giderken, yer değiştirir, birle­
şir veya kepenk kapatırken devletler uzun süreli varlıklardır, göç
edemezler ve coğrafi fetih gibi istisnai koşullar dışında sabit mülki
sınırlarla kısıtlanmışlardır.
Bu iki mantık başka yönlerden de birbirine zıttır. Kamunun da­
hiliyetinin derecesi ve şekli büyük oranda değişiklik gösterse de
bizim deneyimlediğimiz türde devlet ve imparatorluk siyaseti tar­
tışmaya ve müzakereye açıktır. Irak'la savaşa girme veya girmeme,
bunu tek taraflı yapma veya yapmama, savaş sonrası güçlüklerin
nasıl değerlendirileceği gibi özel kararların alınması gerekir. Dış
politika kurumları ve siyasal/askeri uzmanlar bu sorunları tartışır
ve bu tartışmalarda ihtilaf olmaması aslında ender bir durumdur.
Fakat her türlü sonuç göz önüne alınarak net kararlar verilmelidir.
Bazen çeşitli çıkarlar ve kanaatlerin (hatta bazen iktidardakilerin
şahsi inançları veya karizmalarına ya da tesir sahibi oyuncular ara­
sındaki şahsi çatışmaların sonucuna dayanan kanaatlerin) çarpış-

17 G. Arrighi, The Long Twentieth Century: Money, Power, and the Origins of our
Times (l.ondra: Verso, 1 994), 33-4.

32
A M E R İ K A' N ! N G Ü C Ü N A S I L B Ü Y Ü D Ü

tığı siyasal işleyişin arbedesinde muazzam önemde (ve bazen de


beklenmeyen, ürkütücü sonuçlar doğuran) stratejik kararlar alınır
ve uygulanır.
Diğer yandan sermaye birikiminin coğrafi işleyişi daha dağı­
nıktır ve bu şekilde sarih siyasi karar alma mekanizmasına daha az
uygundur. Bireysel (çoğunlukla ticari, finansal ve kurumsal) failler
her yerde işler haldedir ve moleküler biçim birbiriyle karşılaşan,
kah birbirini etkisizleştiren kah belirli toplu eğilimleri pekiştiren
çoklu kuvvetleri doğurur. Bu süreçlerin dolaysız olarak yönetil­
mesi çok güçtür; dolaylı olarak yönetilmesi de çoğunlukla ancak
trendler oturduktan sonra mümkün olur. Göreceğimiz gibi devlet
içinde tümleşik olan kurumsal düzenlemeler sermaye birikimine
sahneyi hazırlamakta önemli bir rol oynar. Ayrıca devleti açıkça
başlı başına güçlü bir ekonomik fail olarak konumlandıran mali ve
parasal vasıtalar ve dizginler (Alan Greenspan'in Merkez Bankası
başkanı olarak ustalıkla kullandığı türde araçlar) ve ayrıca bir dizi
mali ve parasal müdahale yöntemleri (vergilendirme düzenlemele­
ri, gelirin yeniden bölüşümü politikaları, devletin kamu mallarını
tedarik etmesi ve doğrudan planlama dahil) bulunmaktadır. Fakat
devlet politikaları, finans ve endüstriyel kalkınma arasındaki güç­
lü iç bağları nedeniyle otoriter devletler veya "kalkınmakta olan"
devletler diye adlandırılan devletlerde bile moleküler süreçlerin
sıklıkla kontrolden kaçtığı görülür. Bir Ford yerine Toyota almaya
karar verirsem veya Bollywood yerine bir Hollywood filmi görür­
sem bunun, ABD'nin ödeme dengesine etkisi nedir? New York'tan
Lübnan veya Meksika'daki ihtiyaç halindeki akrabalarıma para
aktardığımda bu, devletler arasındaki mali dengeleri nasıl etkiler?
Kredi sisteminin kestirilemeyen davranışları üzerinden sermaye
ve para akışlarının öngörülmesi imkansız, hatta takip edilmesi bile
çok güç görünmektedir. Yatırımcı veya tüketici güveni gibi birçok
psikolojik soyut etken belirleyici kuvvetler olarak resme dahil olur.
Dolayısıyla (gizlice Marx'tan faydalanan) Keynes, girişimcinin
"ekonomik morali"ni ve yatırımcıların beklentilerini kapitalizmin
zindeliği ve yaşama gücü için hayati önemde saymıştır. Yapabile­
ceğimiz en iyi şey olay sonrasında, trendleri tespit etmeyi, pazarın

33
Y E N i E M P E R YA L İ Z M

bir sonraki hamlesini kestirebilmeyi umut ederek verileri endişey­


le izlemek ve sistemi makul düzeyde istikrarlı bir durumda tutmak
için bazı düzeltici adımlar atmaktır.
Buradaki temel nokta, mülki ve kapitalist iktidar mantığını bir­
birinden ayrı olarak görmektir. Yine de her iki mantığın karmaşık
ve bazen çelişkili şekillerde iç içe geçtiği inkar edilemez. Emperya­
lizm ve imparatorluğa dair literatür sıklıkla bunlar arasında kolay
bir uyum varsayar: Buna göre siyasi-ekonomik süreçleri devlet ve
imparatorluk stratej ileri yönlendirir ve devletler ve imparatorluk­
lar da daima kapitalist güdülerle hareket ederler. Pratikte iki man­
tık sık sık, bazen dosdoğru karşıtlık noktasına varıncaya kadar bir­
birlerini karşı uçlara çekerler. Örneğin Vietnam Savaşı veya Irak'ın
işgalini sırf ani sermaye birikimi gereksinimi açısından anlam­
landırmak çok güç olacaktır. Aslına bakılırsa böyle teşebbüslerin
sermayenin servetini artırmaktan ziyade engellediği mantıklı bir
şekilde savunulabilir. Fakat aynı sebeple, ABD'deki iş dünyasının,
dünyanın mümkün olan en çok kısmının ticaret, alışveriş ve ya­
bancı yatırım fırsatlarının genişlemesi yoluyla sermaye birikimine
açık olmasını sağlama zorunluluğu hissettiğini görmeden, İkinci
Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin Sovyet gücünün çevrelenmesi
yönündeki genel mülki stratejisine -ABD'nin Vietnam'a müda­
halesini hazırlayan stratejiye- anlam vermek çok güçtür. Dolayı­
sıyla bu iki mantık arasındaki ilişki işlevsel veya tek taraflı olarak
değil, daha ziyade sorunlu ve çoğunlukla çelişik (yani diyalektik)
olarak görülmelidir. Söz konusu diyalektik ilişki, bu iki ayrık ama
birbirine dolanmış iktidar mantığının kesişimi bakımından kapi­
talist emperyalizmin bir analizine zemin hazırlar. Fiili durumların
somut analizlerindeki güçlük, bu diyalektiğin iki tarafını hareket
halinde tutmak ve sırf siyasi veya ağırlıklı olarak ekonomik argü­
mantasyon tarzına gömülmemektir.
Toplumsal ve siyasal değişim üretmede bu iki mantığın göre­
ce önemini belirlemek her zaman kolay değildir. Sovyetler Birliği,
Reagan yönetiminin yoğun bir silahlanma yarışı başlatarak ekono­
misini çökertme yönündeki stratejik kararıyla mı yıkılmıştı? Yoksa
Sovyet sisteminin siyasi gövdesindeki moleküler değişikliklerle mi
devrilmişti (örneğin parasal iktidarın veya dışarıdan gizlice ülkeye

34
A M E R İ K A' N ! N G Ü C Ü N A S I L B Ü Y Ü D Ü

giren kapitalist kültür biçimlerinin yozlaştırıcı etkisiyle)? Ekono­


mik güç ve hatta kültürel ve ahlaki tesir akışı kendi kıyılarından
çekilip daha yaygın (örneğin Asya ve Avrupa merkezli) bölgesel
güç bloklarına gittiği bir anda, ABD içinde imparatorluk ve impa­
ratorluğun eşlikçisi olan emperyalizm hakkında siyasal ve mülki
düzeyde aleni siyasi taleplere mi şahit oluyoruz? ABD itaat edilme­
si gereken tek süper güç olarak davransa da, global sistemde ABD
hegemonyasının çözüldüğünü ve siyasal-ekonomik iktidara "yeni
bir bölgeselciliğin" geldiğini mi görüyoruz? En son hakim olduğu
dönem 1 930'lar olduğu ve bunun da ekonomik ve siyasi baskılar
altında global savaşla çöktüğü düşünülürse bu bölgeselleşmenin
işaret ettiği tehlikeler nelerdir? ABD'nin böyle bölgesel parçalan­
maları tersine çevirme veya kontrol altına alma gücü var mıdır?
Ele almaya çalışacağım büyük sorular işte bunlar.
Sermaye birikiminin moleküler süreçlerinin tam olarak nasıl
işlediğini 3. bölümde daha yakından inceleyeceğim. Mülki iktidar
mantığının hangi kısıtlamalar içinde işlediğini daha net olarak be­
lirtebilmek için bunlar hakkında yine de burada bir şeyler söyle­
mem gerekiyor. Kapitalist mantığın perspektifinden emperyalist
uygulamalar tipik olarak sermaye birikiminin gerçekleştiği düzen­
siz coğrafi koşulları sömürmek ve ayrıca uzamsal mübadele ilişki­
lerinden kaçınılmaz olarak doğan "asimetriler" diye adlandırdığım
şeyden faydalanmakla ilgilidir. Bu asimetriler adaletsiz ve eşitliksiz
mübadele, uzamsal olarak eklemlenmiş tekelci güçler, kısıtlı ser­
maye akışına bağlı tefecilik pratikleri ve tekelci rant elde edilmesi
üzerinden kendini gösterir. Mükemmelen işleyen pazarlarda ço­
ğunlukla varsayılan eşitlik koşulu ihlal edilir ve ortaya çıkan eşit­
sizlikler özel bir uzamsal ve coğrafi görünüm kazanır. Belirli mülki
bölgelerin zenginliği ve refahı başkalarının pahasına artar. Düzen -
siz coğrafi koşullar yalnızca doğa kaynaklarının ve yerel avantajla­
rın düzensiz dağılımından kaynaklanmaz; daha önemlisi asimet­
rik mübadele ilişkileri nedeniyle bazı yerlerde bizzat zenginlik ve
gücün yüksek düzeyde yoğunlaşmasından da kaynaklanır. Siyasal
boyut işte burada tekrar resme dahil olur. Devletin temel görevle­
rinden biri uzam üzerinden mübadelelerdeki bu asimetriler dağı-

35
Y E N i E M P E RYA L İ Z M

lımını kendi yararına olacak şekilde korumaya çalışmaktır. Örne­


ğin ABD kuvvetleri İMF'nin (Uluslararası Para Fonu) ve DTÖ'nün
(Dünya Ticaret Örgütü) faaliyetleri üzerinden dünyanın dört bir
yanında sermaye pazarları açıyorsa, nedeni ABD mali kuruluşları­
na özel faydaların geleceğinin düşünülmesidir. Kısacası devlet bu
süreçleri organize etmeye en uygun siyasal varlık, siyasal yapıdır.
Bunda başarısızlık muhtemelen devletin zenginliğinin ve gücünün
azalmasına mal olacaktır.
Elbette kısmen devlet içindeki asimetrik mübadele ilişkilerine
dayanan düzensiz birçok coğrafi gelişim bulunur. Metropol veya
bölgesel yönetimler gibi ulus-altı siyasal varlıklar bu süreçlere kri­
tik düzeyde dahil olurlar. Fakat bu genelde emperyalizm olarak
adlandırılmaz. Her ne kadar bazı kişiler haklı gerekçelerle iç neo­
sömürgecilik veya hatta metropol emperyalizminden (New York
veya San Francisco tarafından) bahsetmekten hoşnut olsa da ulus­
altı bölgesel varlıkların emperyalizmle ilişkili rolünün incelenme­
sini düzensiz coğrafi gelişime dair daha genel bir teoriye bırakmayı
tercih ederim. Bunun sonucunda emperyalizm terimi en azından
geçici olarak global bir sermaye birikimi sistemi içinde devletler
arası ilişkilerin ve güç akışlarının bir özelliğini adlandırmak için
tahsis edilecektir. Sermaye birikiminin bakış açısından emperyalist
politikalar asgari düzeyde devlet gücüyle toplanabilen tüm asimet­
rik ve kaynaksal avantajları sürdürmeyi ve sömürmeyi gerektirir.

M ü lki Bölge M a ntığı ve Sermaye M a ntı ğı

Belirli bir tarihsel-coğrafi anda bu iki mantıktan biri veya diğeri


baskın olabilir. Kendi içinde bir amaç olarak mülki bölge üzerin­
de kontrol birikiminin ekonomik sonuçları bulunur. Haraç kesme,
sermaye, emekgücü, meta, vb. akışının bakış açısına göre bunlar
olumlu veya olumsuz olabilir. Fakat mülki bölgesel kontrolün (bu,
mülki bölgenin fiili olarak ele geçirilmesi ve idaresini gerektirebilir
veya gerektirmeyebilir) sermaye birikiminin zorunlu bir aracı ola-

36
A M E R İ K A' N I N G Ü C Ü N A S I L B Ü Y Ü D Ü

rak görüldüğü bir durumda b u tamamen farklı görünür. Kapitalist


türde emperyalizmi diğer imparatorluk anlayışlarından ayrı kılan
şey tipik olarak baskın olanın kapitalist mantık olmasıdır; gerçi
mülki mantığın ön plana geçtiği zamanlar olduğunu da göreceğiz.
Fakat bu da çok önemli bir meseleyi doğurur: Uzamda sabitlenme­
ye meyilli olan mülki iktidar mantığı nasıl olur da sonsuz sermaye
birikiminin açık uzamsal dinamiklerini karşılayabilir? Ve sonsuz
sermaye birikimi mülki iktidar mantığı için ne ifade eder? Tersine,
dünya sistemi içindeki hegemonya bir devletin veya devletler top­
luluğunun bir özelliğiyse, kapitalist mantık hegemonu sürdürecek
şekilde nasıl yönetilebilir?
Hannah Arendt'in yaptığı zekice bir gözlem bu meseleyi biraz
aydınlatır: "Ancak sınırsız bir güç birikimi, sınırsız mülkiyet biri­
kimini gerçekleştirebilir. . . Sınırsız sermaye birikim süreci, sürek­
li daha güçlü hale gelerek artan mülkiyeti koruyabilecek düzeyde
'gücün sınırlanmadığı' bir siyasi yapı gerektirir:' Arendt'e göre
bundan "emperyalizmin yükselişini önceden haber veren 1 9 . yüz­
yıl sonlarının 'ilerlemeci' ideolojisi" türemiştir. 1 8 Fakat şayet güç
birikimi illa sermaye birikimine eşlik etmeliyse o halde burjuva
tarihi, gitgide daha büyüyen ve genişleyen gücü dışa vuran bir he­
gemonlar tarihi olmalıdır. Ve bu, global hegemonyanın İtalyan şe­
hir-devletlerinden Flemenk, Britanya ve şimdi de ABD safhalarına
geçişine dair karşılaştırmalı tarihinde tam da Arrighi'nin kaydet­
tiği şeydir:

Nasıl on yedinci yüzyıl sonlarında ve on sekizinci yüzyıl başların­


daki egemenlik rolü Birleşik Eyaletler' in [Hollanda Cumhuriyeti]
ölçeğine ve kaynaklarına sahip bir devlete çok büyük gelmişse, yir­
minci yüzyıl başlarında da dünya egemenliği rolü Birleşik Krallık
ölçeğine ve kaynaklarına sahip bir devlete çok büyük gelmişti. Her
iki durumda da egemenlik rolü, önemli bir "korunma rantı"ndan,
yani mutlak ya da göreli bir biçimde jeostratejik bir yalıtılmışlık-

18 Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları 2. Emperyalizm, çev. Bahadır Sina Şe­


ner, İ letişim Yayınları, s. 33, 43. Çeviride bazı değişikliklerle.

37
Y E N İ E M P E R YA L İ Z M

l a ilişkili özel maliyet avantajlarından yararlanan bir devletin -on


sekizinci yüzyılda İngiltere'nin, yirminci yüzyılda da Amerika Bir­
leşik Devletleri'nin- üzerinde kalmıştır. . . Fakat aynı zamanda her
iki durumda da, kapitalist dünya-ekonomisinde rakip devletler
arasındaki güç dengesini istediği yönde değiştirebilecek ağırlığa
da sahipti bu devlet. Dahası, kapitalist dünya ekonomisi on do­
kuzuncu yüzyılda oldukça genişlediğinden yirminci yüzyıl başla­
rında egemen olmak için gerekli toprak ve kaynaklar, on sekizinci
yüzyılda gerekli olandan çok daha fazlaydı.19

Fakat Arendt haklıysa, bu durumda her hegemon, sınırsız sermaye


birikimiyle ilişkili olarak konumunu korumak istiyorsa, sınırsızca
iktidarını genişletmeye, artırmaya ve yoğunlaştırmaya çalışmalı­
dır. Fakat bunda daima bir tehlike bulunur, zira Paul Kennedy'nin
The Rise and Fail of Great Powers kitabında uyardığı gibi, aşırı ge­
nişleme (overextension) ve gücünü aşmanın (overreach) egemen
devletler ve imparatorlukların (Roma, Venedik, Hollanda, Bri­
tanya) zayıf noktası olduğu defalarca görülmüştür.2° Kennedy'nin
1 990 yılında bizzat ABD'nin tehlike altında olduğu uyarısına al­
dırış edilmemişti (tabii eğer işitildiyse), nitekim çalışmasının ya­
yımlanmasından sonraki on yılda ABD gücünü aşma tehlikeleri­
nin somut hale geldiği noktaya kadar hem askeri hem siyasi olarak
iktidarını genişletti. Bu da başka bir soruyu akla getirir: Şayet ABD
kendi içinde artık yirmi birinci yüzyılın oldukça genişlemiş dün­
ya ekonomisini yönetecek kadar büyük ve zengin kaynaklı değilse,
dünyanın hala sınırsız sermaye birikimine kendisini adadığı dü­
şünüldüğünde, ne tür bir siyasal düzenleme dahilinde ne tür bir
siyasi iktidar birikimi onun yerini alacaktır? Bu soruya ileride geri
döneceğim. Fakat bu noktada bile bazı ilginç olanaklar görebiliriz.
Bazıları dünya devletinin arzulanabilir bir şeyden ziyade kaçınıl­
maz olduğunu ileri sürüyor. Başkaları birbiriyle işbirliği içinde ça-

19 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, çev.
Recep Boztemur, İ mge Kitabevi, s. 105. Çeviride bazı değişikliklerle.
20 P. Kennedy, 'Jhe Rise and Fail of the Great Powers: Economic Change and Military
Conflict from 1 500 to 2000 (New York: Fon tana Press, 1990).

38
A M E R I K A' N I N G Ü C Ü N A S I L B Ü Y Ü D Ü

lışan bir devletler topluluğunun ( Kautsky'nin ultra-emperyalizm


teorisinde ileri sürdüğüne benzeyen ve G7 veya şimdiki GB benze­
ri örgütlenmelerin toplantılarının işaret ettiği gibi) meseleleri çö­
zebileceğini iddia ediyor. Biz de bu seçeneklere daha karamsar bir
fikir ekleyebiliriz; daha da geniş olan bu siyasi iktidar birikimini
inşa etmenin bir nedenle imkansız olduğu ortaya çıkarsa, sonsuz
sermaye birikimi muhtemelen kaosa sürüklenecek ve devrimci bir
darbeyle değil azaplı bir anarşiyle sermaye çağı son bulacaktır.

H egemonya

Öyleyse her şeyden önce hegemonyayı oluşturan nedir? Gram­


sci'nin bu kavramı kullanımı birden fazla yoruma elverecek kadar
bulanıktı. Bazen, cebirle hakimiyet kurarak tatbik edilen siyasal
iktidarın karşıtı olarak, sadece liderlik ve yönetilenlerin rızasıyla
tatbik edilen siyasi iktidar anlamına gelir. Başka yerlerde siyasi
iktidarın tatbikinde belirli bir cebir ve rıza karışımı kastediliyor­
muş gibidir. Zaman zaman ikinci anlamı kastedecek olsam da,
hegemonyayı büyük ölçüde ilk anlamıyla yorumlayacağım. Ayrıca
Arrighi'nin bu kavramı devletler arası ilişkilere uyarlamasından da
faydalanacağım: "Bir grubun veya bu durumda bir ulus devletin
üstünlüğü . . . iki şekilde ortaya çıkar: 'egemenlik' ve 'entelektüel ve
ahlaki liderlik'. Toplumsal bir grup, belki silahlı kuvvetlerle 'tas­
fiye etmek' veya boyun eğdirmek eğiliminde olduğu zıt gruplara
egemen olur; hısımlara veya müttefik gruplara liderlik eder:' Fa­
kat iki ayrı yöntemle liderlik edebilir. Başarıları sayesinde "egemen
bir devlet diğer devletler için öykünülecek bir 'model'e dönüşür ve
böylelikle onları kendi gelişme yoluna çeker. . . Bu, egemen devle­
tin prestijini ve dolayısıyla da iktidarını geliştirebilir. . . fakat öy­
künmenin başarılı olması ölçüsünde rakiplere yol açarak ve ege­
menin 'özel yanı'nı azaltarak iktidarını dengeleme ve dolayısıyla
artırmaktan ziyade azaltma eğiliminde olur:' Öte yandan liderlik
"egemen bir devletin devletler sistemini istenilen yöne yönlendir­
diği ve böylelikle yaygın bir şekilde genel çıkar peşindeymiş gibi

39
Y E N İ E M P E RYA L İ Z M

algılandığı gerçeğine işaret eder. B u anlamda liderlik, egemen dev­


letin iktidarını artırır."2 1
Bu argümanın önemli bir sonucu "dağılımsal" ile "kolektif" ik­
tidar arasındaki ayrımdır. Dağılımsal iktidar, başkalarının iktida­
rını alarak veya bir bölgeye daha büyük faydalar getirmek için bir
şekilde bölgesel bir koalisyona liderlik ederek rekabetin hegemo­
nun konumunu iyileştirebildiği sıfır toplamlı bir oyun karakterine
sahiptir. Son zamanlarda bölgesel hegemonlara ilginin canlanma­
sı ( Japonya'nın Asya'nın geri kalanına liderlik ettiği Japon "uçan
kaz modeli" veya Fransız-Alman ittifakının lider olduğu Avrupa
modeli), iktidarın bu yeniden bölüşümünün global kapitalizmin
yeniden yapılanmasında genel "globalleşme" kelimesinin muhte­
melen ima ettiğinden daha güçlü bir rol oynadığına işaret eder.22
Fakat global anlamda gerçekten hegemon olmak, ya etkileşimle­
rinden (ticaret gibi) karşılıklı kazançlar dolayısıyla ya da örneğin
yeni teknoloj iler, örgütlenme biçimleri ve altyapı düzenlemeleri­
nin (iletişim ağları ve uluslararası hukuk yapıları gibi) yaratılması
ve aktarımıyla, doğa karşısında gelişmiş kolektif güçleri üzerinden
tüm tarafların kazançlı çıktığı sıfır toplamlı olmayan bir oyun ya­
ratmak üzere liderliğin kullanılmasını gerektirir. Arrighi global
sistem içinde hegemonya için tek sağlam temelin kolektif iktidar
birikimi olduğunu vurgular. Bununla birlikte hegemonun iktidarı
cebir ile mutabakat arasında sürekli değişen bir denge üzerinden
biçimlenir ve ifade edilir.
Son elli yılda bu kategorilerin ABD vakasında nasıl vuku bul­
duğunu düşünün bir an. ABD sık sık tahakküm ve cebire bel bağ­
lamış ve muhalefetin tasfiyesinden kaçınmamıştır. İçeride bile
anayasasına ve hukukun üstünlüğüne bağlılığını yalanlayan bir
gaddarlık geçmişine sahiptir. McCarthycilik, Kara Panter lider­
lerinin öldürülmesi veya tutuklanması, İkinci Dünya Savaşı'nda

21 G. Arrighi ve B. Silver, Chaos and Governance in the Modern World System (Min­
neapolis: U niversity of Minnesota Press, 1999), 26-8.
22 J. Mittelman, The Globalization Syndrome: Transformation and Resistance (Prin­
ceton: Princeton University Press, 2000), özellikle bölüm il; Mittelman bölgesel­
leşme (regionalization) tezini ciddiye alan birçok yazardan biridir.

40
A M E R I K A' N I N G Ü C Ü N A S I L B Ü Y Ü D Ü

Japonların esir kampına kapatılması, her tür muhalif grupların


gözetlenmesi ve bu grupların içine sızılması ve şimdi de Vatanse­
verlik Kanunu ve İç Güvenlik Kanunu'nu geçirerek İnsan Hakları
Beyannamesini ilga etmek için yapılan ayan beyan hazırlıklar...
Sadece birkaçını saymak gerekirse İran, Irak, Guatemala, Şili, En­
donezya, Vietnam'da on binlerce insanın öldüğü darbeleri finanse
ederek dışarıda daha da gaddar olmuştur. Dünyanın elverişli olan
her yerinde devlet terörünü desteklemiştir. CIA ve özel birlikler
sayısız ülkede faaliyet göstermektedir. Bu sicilin incelenmesi bir­
çok kişiyi ABD'yi dünya üzerindeki en "haydut devlet" olarak res­
metmeye sevk etmiştir. Başta Chomsky, Blum, Pilger, Johnson, vb.
olmak üzere btam da bunu söyleyen güçlü bir eğilim bulunmakta­
dır.23 Belki sadece yarısını biliyor olsak da ABD hakkındaki şaşırtı­
cı şey, resmi ve yarı resmi kaynaklarca belgelenen suçların boyutu
ve bu sicilin ne kadar korkunç, alçak ve rahatsız edici olduğudur.
Tasfiye birçok şekillerde gerçekleşebilir. Ekonomik egemenlik kur­
ma gücü (Irak veya Küba üzerindeki ticari ambargo veya ABD
Hazinesinin emriyle uygulanan İMF tasarruf programları gibi), en
az fiziksel kuvvet kadar yıkıcı bir sonuç verecek şekilde kullanıla­
bilir. İMF destekli ABD finansal kuruluşlarının ve ABD Hazinesi­
nin Doğu ve Güneydoğu Asya boyunca kitlesel işsizlik doğurarak
ve bölgedeki kalabalık popülasyonlar için toplumsal ve ekonomik
ilerlemeyi yıllarca geriye çekerek varlıkların sert değer kaybında­
ki belirleyici rolü tipik bir örnektir. Gelgelelim ABD nüfusunun
büyük bir kısmı ya inkar içindedir ve böyle şeyleri duymayı bile
reddeder ya da duyuyorsa bile pasif bir şekilde tasfiyeleri ve cebir
kullanımını hayatın gerçeği, kirli bir dünyada temelinde dürüst bir
iş gerçekleştirmenin olağan bedeli olarak kabul eder.
Fakat ABD'nin dünyadaki davranışının sırf bu yönüne odakla­
nan eleştirmenlerin çoğunlukla göremediği şey, cebir ve düşmanın
tasfiyesinin ABD'nin iktidarı için sadece kısmi ve bazen ters tepen
bir temel sağladığıdır. Rıza ve işbirliği de bir o kadar önemlidir.

23 Johnson, Blowback; J. Pilger, The New Rulers of the World (Londra: Verso, 2002):
W. Blum, Rogue State: A Guide to the World's Only Superpower (Londra: Zed
Books, 2002); ve elbette N. Chomsky, 9- 1 1 (New York: Seven Stories Press, 200 1 ) .

41
Y E N i E M P E RYA L İZM

Şayet bunlar uluslararası düzeyde seferber edilemeseydi ve liderlik


kolektif fayda üretecek şekilde tatbik edilemeseydi ABD'nin hege­
mon konumu uzun zaman önce sonlanmış olurdu. ABD, birço­
ğunun şüphelendiği gibi sadece kendi çıkarıyla hareket ediyorken
bile en azından genel çıkar adına hareket ettiği iddiasını başkaları
için inandırıcı hale getirecek şekilde davranmalıdır. Rızayla lider­
lik tatbik etmek bundan ibarettir.
Bu bakımdan Soğuk Savaş elbette ABD'ye harikulade bir fırsat
sunmuştu. Kendisi sınırsız sermaye birikimine adanmış olan ABD,
komünist tehdide karşı dünyanın dört bir yanında bu süreci sa­
vunacak ve teşvik edecek siyasi ve askeri gücü biriktirmeye hazır­
dı. Dünyadaki özel mülk sahipleri, uluslararası sosyalizm olasılığı
karşısında bu güç arkasında birleşebilir, barınabilir ve ona destek
sağlayabilirdi. Özel mülkiyet hakları evrensel değer olarak savunu­
luyor ve BM İnsan Hakları Beyannamesi'nde böyle ilan ediliyordu.
ABD Avrupa demokrasilerinin güvenliğini güvence altına alıyor ve
Japonya ve Batı Almanya'nın savaşla yıpranmış ekonomilerini ha­
yırseverlikle baştan inşa etmeye yardım ediyordu. "Çevreleme" po­
litikasını kullanarak üstü kapalı bir şekilde kendi gayriresmi impa­
ratorluğunun sınırlarını (özellikle Asya'd a) koydu ve aynı zamanda
kendini büyük rakibi Sovyet imparatorluğunun gücünü mümkün
olan her yola başvurarak zayıflatmaya adadı. Roosevelt-Truman
yıllarından bu yana dış politika müessesindeki karar alma meka­
nizması hakkında ABD'nin her zaman kendi çıkarlarını ilk plana
koyduğu sonucuna varmamıza yetecek kadar bilgimiz olsa da, ye­
terli sayıda ülkedeki varlıklı sınıflara ABD'nin evrensel ("varlıklı"
diye de okunabilir) çıkar adına hareket ettiği iddialarını inandırıcı
kılacak ve madun grupları (ve bağımlı devletleri) hizada tutacak
kadar yardım akmıştı. Bu "hayırseverlik", cebre dayalı haydut dev­
let imgesini öne sürenlere karşı yanıt olarak ABD'nin savunucuları
tarafından oldukça inandırıcı bir şekilde sunuldu. Ayrıca, her ne
kadar burada doğrular kadar uydurma mitler de olsa bile, bu ha­
yırseverlik ABD'nin tipik olarak kendini görme ve dünyanın geri
kalanına yansıtma tarzında da yoğun şekilde vurgulanır. Örneğin
ABD, Avrupa'yı Nazi boyunduruğundan sadece ve sadece kendi­
sinin kurtardığına inanmaya bayılır ve İkinci Dünya Savaşı'nda

42
A M E R İ K A' N ! N G Ü C Ü N A S I L R Ü Y Ü D Ü

olayların akışını tersine çevirmekte Kızıl Ordu ve Stalingrad kuşat­


masının çok daha önemli rolünü tamamen siler. Daha genel ola­
rak, ABD'nin hem cebri hem de hegemonyacı uygulamalara baş­
vurduğu, ama güç tatbikinde bunlar arasındaki dengenin dönem
dönem ve yönetimden yönetime değişebildiği doğrudur.
ABD yıllar boyunca dünyanın sonsuz sermaye birikimine ken­
dini adamış o kısmının liderliğini yapmış ve sonuç olarak iş yapma
yöntemlerini dünyanın dört bir yanına yaymıştı. Elbette Soğuk Sa­
vaş yılları boyunca gerçek bir global hegemonya tatbik etmemişti.
Komünizm tehdidinin artık fiilen ortadan kalkmasıyla ABD'nin li­
derlik rolünü tanımlamak ve sürdürmek daha güçtür. ABD emper­
yalizminin ve imparatorluğunun geleceğini 2 1 . yüzyıla yansıtmak
isteyenlerin pek de incelikli olmayan bir şekilde tartıştığı mesele
budur. Ayrıca iktidarın bölgesel bir paylaşımını neoliberal global­
leşmenin genel kuralları içinde siyasi düzenlemelerin alternatif bir
yapılanması olarak düşünenlerin de sorduğu sorudur.
Global meselelerde öykünümün önemli bir rol oynadığı da
şüphe götürmez. Dünyanın geri kalanının büyük bir kısmı glo­
balleşmeye siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Amerikanlaşma
üzerinden sürüklenmiştir. Fakat öykünümün her zaman rekabet
getirdiğini ve daima sıfır toplamlı bir oyun olduğunu düşünme­
diğim için burada Arrighi'den bir parça ayrılıyorum. ABD tüke­
ticiliğine, yaşam tarzlarına, kültürel biçimlerine ve siyasi ve mali
kurumlarına öykünme sonsuz sermaye birikimi sürecine global
olarak katkıda bulunmuştur. Öykünmenin gerçekten de bilenmiş
rekabete yol açtığı durumlar ortaya çıkabilir (örneğin Tayvan bir
üretim sektörünü ABD'nin elinden aldığında) ; ve bunun ABD'deki
yurtiçi durum üzerinde büyük tesiri olabilir (ABD'deki çelik, gemi
inşaatı ve tekstil gibi alanlardaki sanayisizleşmenin uzun tarihi de
bunun örneğidir). Fakat bununla öykünmenin daha büyük kolek­
tif güçlerin oluşumuna fiilen katkı yapan diğer yönlerini birbirin­
den ayırmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Siyasi iktidar daima gelgeç bir baskılar, öykünmeler ve rıza
oluşturma üzerinden liderlik tatbiki karışımından meydana gelir.

43
Y E N İ E M P E R YA L i Z M

Bunlar araçlardır. Peki çıkarlarını gerçekleştirebilmesini sağlamak


için mülki mantık içinde toplanması gereken iktidar biçimleri ne­
lerdir? İtibar, statü, saygı, otorite ve diplomatik nüfuz gibi soyut
değerler maddi olarak bir şeye dayandırılmalıdır. Para, üretim
kapasitesi ve askeri kuvvet kapitalizmde hegemonyanın üzerinde
durduğu üç ayaktır. Fakat burada da değişken ve istikrarsız yapı -
!anmalar buluruz. Örnek olarak 1 9. yüzyıl sonundan bu yana ABD
hegemonyasının değişken maddi kaidelerini düşünün.

B u rj u va E m p e ry a l i z m l e r i n i n Y ü kselişi, 1 87 0 - 1 945

Arendt 1 9 . yüzyıl sonuna doğru ortaya çıkan emperyalizmin


"kapitalizmin son evresi olmaktan çok, burjuvazinin siyasi
hakimiyetinin ilk evresi" olduğunu ileri sürer.24 Bunun kanıtı ol­
dukça sağlamdır. Kapitalist aşırı birikimin (temel olarak karlı is­
tihdam araçlarından yoksun artık-sermaye diye tanımlanır -ama
daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. 3. bölüm) ilk büyük
krizi, tüm Avrupa'da devrimci burjuva hareketlerini (işçi sınıfının
azımsanmayacak düzeyde katılımıyla) tetiklemiş olan 1 846- 1 850
yılları arasında gerçekleşen Avrupa çapındaki ekonomik çöküştü.
Burjuvazinin devlet aygıtı içine kısmi katılımı daha sonra Avrupa
boyunca eşit olmayan bir şekilde gelişti. Bu ilk kapitalist krizden
çıkış ikili bir hamleyle mümkün olmuştu: uzun vadeli altyapı ya­
tırımları (Haussmann'ın Paris'i dönüştürmesinin ve diğer birçok
Avrupa ülkesinde ulaşım, su ve kanalizasyon programlarına ve
konut ve kamu tesislerine yoğun şekilde odaklanmanın temelinde
olan "üretken devlet harcamaları" teorisinde açıklanan türde) ve
özellikle Atlas Okyanusu ticaretine (ana satış kanalı ABD olmak
üzere) odaklanan coğrafi genişlemeler. Fakat 1 860'ların ortasında
bu araçlarla artık-sermaye ve emeği soğurma kapasitesi tükeniyor­
du. Atlas Okyanusu ticaretinin Amerikan İç Savaşı'yla kesintiye
uğramasının çok ciddi bir etkisi olmuştu ve iç siyasal hareketler

24 Arendt, Emperyalizm, s. 35.

44
Another random document with
no related content on Scribd:
ihr Angst wurde — sie w o l l t e nicht ängstlich sein. Im selben
Augenblick bereute sie, daß sie eine Bewegung gemacht hatte, als
wollte sie sich aus seiner harten Umarmung befreien. Aber da hatte
er sie schon freigegeben.
„Nein. Nein. Ich weiß ja, daß es unmöglich ist.“
„Ich will ja so gern,“ flüsterte sie gedemütigt.
„Ja, ja.“ Er küßte sie. „Ich weiß, daß du ... aber ich weiß auch,
daß ich nicht darf —.“
„Dank, Jenny! Hab Dank für alles! Jenny, Jenny — Dank für
deine Liebe! Gute Nacht.“ —
Die Tränen rannen kalt über ihre Wangen, als sie in ihrem Bett
lag. Sie versuchte sich selbst klarzumachen, daß es sinnlos sei, zu
liegen und so zu weinen als wäre irgend etwas Schönes zu Ende
gegangen, irgend ein Glück zersprungen.
Zweites Buch
I.
Als Jenny in Fredrikshald über den Bahnsteig lief, um im
Warteraum ein wenig Kaffee zu sich zu nehmen, hielt sie einen
Augenblick inne. Irgendwo über ihr tirilierte eine Lerche.
Sie schloß die Augen, als sie dann am Abteilfenster saß. Die
Sehnsucht nach dem Süden war schon erwacht.
Der Zug sauste an kleinen, mutwillig zerrissenen und
geborstenen Bergkuppen aus rotem Granit vorbei. Der Fjord
schimmerte stellenweise in ungebrochenem, leuchtendem Azurblau
hindurch. An den Felsen hinan klammerte sich die Föhre fest. Die
Nachmittagssonne lag auf roten, erzen schimmernden Stämmen und
tiefgrünen, metallblanken Kronen; es war, als glänzte alles vom
Bade nach der Schneeschmelze. Bächlein gurgelten den
Bahnkörper entlang, und die nackten Kronen der Laubbäume
leuchteten in der klaren Luft.
Es war hier so anders als im Lenz des Südens. Sie aber sehnte
sich nach ihm — seinem langsamen, gesunden Atem, seiner Farben
milder Freude. Diese Farbenorgien hier erinnerten sie an andere
Lenztage — mit wilder Sehnsucht nach heißen Freuden, die ihrem
jetzigen ruhigen Glück nicht eigen waren.
Oh, der Frühling dort unten mit dem leise sprießenden Grün auf
der endlosen Ebene! Das Gebirge umgab sie mit strengen, festen
Linien. Die Menschen hatten den Wald gerodet und ihre
mauergekrönten steingrauen Städte auf den Felsspitzen errichtet,
ihre silberfarbenen Olivenhaine an den Hängen aufgepflanzt. Das
Leben hatte sich Jahrtausende über in den Felsen geregt, und die
Berge trugen geduldig die kleine Welt auf ihren Schultern, dennoch
in ewiger Einsamkeit und Ruhe ihre Scheitel gen Himmel hebend.
Diese stolzen, strengen Linien, der Farben gedämpftes Silbergrau,
Graublau und Grüngrau, diese uralten Städte und der langsam
vorwärtsschreitende Frühling! Wie viel man auch erzählte von des
Südens schäumendem Leben, so schien dort doch der Lebensodem
in ruhigem, gesünderem Zeitmaß die Menschen zu durchströmen als
hier im Norden. Trotz des Lenzes mutwilliger Gewalt im Süden war
es dort leichter, die Frühlingswoge vorüberbrausen zu lassen.
Ach Helge! Könnte ich doch bei dir sein! Ihr schien die Zeit, die
sie mit ihm verlebt, so unendlich fern. Kaum eine Woche war
vergangen, seit sie sich getrennt hatten, und doch war ihr alles wie
ein Traum, als sei sie nie von der Heimat fortgewesen.
Wie dankte sie dem Schicksal, das sie von hier geführt. So hatte
sie nicht zu sehen und zu fühlen brauchen, wie der weiße, ruhevolle,
frostklare Winter wich, wie die klingende, stärkende, lichtblaue Luft,
von silberreinem, feuchtem Dunst durchtränkt, über den braunen
Erdschollen zitterte. Die Luft flimmerte, alle Linien lösten sich auf,
während die Farben scharf und brennend, gleichsam nackt,
hervortraten, bis der Abend kam, und alles unter einer Flut
blaßgrünen, zehrenden Lichtes erschauerte, das nicht weichen
wollte.
Mein kleiner Junge, was du wohl jetzt treibst. Ich sehne mich ja
so nach dir — ich kann es fast nicht glauben, daß du mir gehörst. Ich
will bei dir sein, ich will nicht allein hier umhergehen und mich den
ganzen langen, unheimlich hellen Frühling hindurch nach dir
verzehren. —
Weiter hinauf in Smaalene lagen schmelzende Schneestreifen
am Waldessaum und unter den Steinwällen. Die welkbraunen
Erdschollen und umgepflügten Aecker breiteten sich in milden
Farben aus, und hier, wo die Himmelskuppel sich höher wölben
konnte, erblaßte das blendend starke Blau nach dem Horizonte zu
allmählich. Die niedrige wellige Kette der bewaldeten Bergkuppen
lag weit drüben, während das feine Geäst der einzelnen
freistehenden Baumgruppen draußen im Lande sich wie
Spitzenwerk in der Luft abzeichnete.
Altersgraue Gehöfte gleißten wie Silber, und neue rote
Nebengebäude glühten tief auf. Der Föhrenwald leuchtete
olivengrün, Birkendickicht und Espenstämme hoben sich rotviolett
und lichtgrün dagegen ab.
Ja, es war Frühling. Die hitzigen Farben brennen eine Weile, bis
alles gelbgrün schimmert und vor Lebensfreude eine Zeitlang strahlt,
um ein paar Wochen später zu dunkeln und zu reifen und dem
Sommer zu weichen.
Der Frühling des Nordens ist unersättlich — kein Glück ist ihm
strahlend genug! —
Der Abend fiel hernieder, während der Zug gen Norden brauste.
Die letzten langen, roten Sonnenstrahlen blitzten über eine
Felskuppe. Dann blieb nur ein güldener Schein am wolkenlosen
Himmel zurück, der unendlich langsam hinstarb.
Als der Zug Moß verließ, ragten die Berge kohlschwarz zum
grünlichklaren Himmel auf. Die Spiegelung lag noch tiefdunkler,
durchsichtig schwarz auf dem grasgrünen Fjord. Ein einziger großer
Stern stand über der Bergspitze, sein Bild drunten auf dem Wasser
zitterte wie ein dünner Strahl Goldes.
Jenny mußte an Franziskas Nachtbilder denken. Das Leben der
Farben nach Sonnenuntergang war das, was Cesca am liebsten
festzuhalten suchte. Gott weiß, wie es ihr eigentlich ging. Sie
arbeitete übrigens fleißig in der letzten Zeit. Jenny hatte
Gewissensbisse. Die beiden letzten Monate hatte sie Cesca kaum
gesehen und doch durchfuhr sie oftmals der Gedanke, daß Cesca
es wohl schwer hatte. Aber alle guten Vorsätze Jennys, sich einmal
mit Cesca auszusprechen, waren umsonst gewesen.

Es war Nacht, als sie in Kristiania einfuhr. Mutter, Bodil und Nils
nahmen sie auf dem Bahnhof in Empfang.
Ihr war, als hätte sie die Mutter erst vor einer Woche gesehen.
Frau Berner weinte, als sie die Tochter küßte: „Willkommen daheim,
mein liebes Kind — Gott segne dich!“
Bodil aber war groß geworden. Sie sah fesch und elegant aus in
dem fußfreien Straßenkostüm. Kalfatrus begrüßte sie ein wenig
fremd.
Diese Luft auf dem Bahnhofsmarkt war etwas für sich, die gab es
in der ganzen Welt nicht wieder — Geruch von Seewasser und
Kohlenruß und Heringslauge.
Die Droschke holperte über die Carl Johannstraße, an den
bekannten Häusern vorüber. Die Mutter fragte sie nach der Reise. —
Jenny überkam ein seltsam alltägliches Gefühl. Es war ihr, als sei sie
niemals fort gewesen. Die Kinder auf dem Rücksitz sprachen kein
Wort.
Oben auf dem Wergelandswege, vor einer Gartentür, standen
zwei junge Menschen und küßten sich unter einer Gaslaterne. Ueber
den nackten Baumkronen des Schloßparkes wölbte sich der Himmel
tiefblau und klar mit wenigen mattschimmernden Sternen. Jenny
spürte einen Hauch wie von moderndem Laub durch die Nacht,
einen Hauch aus vergangenen sehnsuchtsschweren Tagen.
Der Wagen hielt vor dem Tore daheim, ein großer ummauerter
Hof zog sich hinter dem Hause den Haegdehaug hinauf. Im
Milchladen des Erdgeschosses war Licht und die „Delikatesse“
guckte heraus, als sie den Wagen halten hörte, rief Guten Tag und
bot Jenny ein Willkommen.
Ingeborg kam die Treppe herabgestürmt und umfing Jenny. Dann
lief sie mit dem Handkoffer der Schwester wieder nach oben.
Im Wohnzimmer war der Teetisch gedeckt. Jenny erblickte ihre
Serviette mit dem alten Silberring, der noch vom Vater stammte, auf
ihrem alten Platz, neben Kalfatrus auf dem Sofa.
Ingeborg stürzte in die Küche hinaus, während Bodil Jenny in ihr
Kämmerchen führte, das nach dem Hofe hinausging. Ingeborg hatte
es bewohnt, während Jenny im Auslande war, sie hatte noch nicht
alle ihre Sachen beiseite geräumt. An den Wänden hingen
Schauspielerkarten; Napoléon und Madame Recamier in
Mahagonirahmen waren an jeder Seite von Jennys altem
Empirespiegel über der Kommode angebracht.
Jenny wusch sich und ordnete ihr Haar. Sie hatte das Gefühl, als
sei ihre Haut schwarz von der Reise, und fuhr sich mit der
Puderquaste ein paar Mal über das Gesicht. Bodil schnupperte am
Puder — ob er parfümiert sei.
Sie gingen hinein zum Tee. Ingeborg hatte ein warmes
Fischgericht zubereitet, sie war in diesem Winter auf der Kochschule
gewesen. Hier drinnen unter der Lampe sah Jenny, daß beide
Schwestern die dicken krausen Flechten im Nacken mit weißer
Seidenschleife hochgebunden trugen. Ingeborgs kleines
Mulattenfrätzchen war ein wenig schmaler und bleicher geworden,
sie hustete aber jetzt nicht.
Und nun sah Jenny auch, daß die Mutter älter geworden war.
Oder täuschte sie sich? Hatte sie vielleicht damals, während sie
daheim war und sie jahrelang Tag für Tag sah, nur nicht bemerkt,
daß der feinen Fältchen in Mutters blondem Antlitz mehr und mehr,
daß die Schultern spitzer wurden, die hohe, mädchenhaft schlanke
Gestalt gebeugter? Seit Jenny erwachsen war, hatte sie hören
müssen, daß Mama aussah wie ihre etwas ältere, schönere
Schwester.
Es wurde von allem gesprochen, was sich im verflossenen Jahre
daheim zugetragen hatte.
„Warum nahmen wir eigentlich kein Automobil für den Heimweg?“
fragte Nils plötzlich. „Das wäre doch das Praktischste gewesen.“
„Du kommst nun allerdings reichlich spät mit deinem Vorschlag,
Junge.“ Jenny mußte lachen.
Das Gepäck kam, und Mutter wie Schwestern folgten atemlos
dem Auspacken. Ingeborg und Bodil trugen die Sachen ins
Kämmerchen und verstauten sie in den Kommodeschiebladen. Sie
befühlten fast mit Andacht die gestickte Wäsche, die, wie Jenny
erklärte, in Paris gekauft war. Ueber die Geschenke jubelten sie —
Rohseide für Sommerkostüme und venetianische Perlenketten. Sie
standen vor dem Spiegel, warfen die Seide prüfend über die
Schulter und legten die Halsketten um die Stirn.
Nur Kalfatrus fragte nach ihren Bildern und lüftete die
Blechtrommel mit der Leinwand.
„Wieviel hast du da, Jenny?“
„Sechsundzwanzig. Es sind aber meistens kleine Bilder.“
„Wirst du eine Separatausstellung veranstalten?“
„Ich weiß noch nicht recht, gedacht habe ich daran.“

Die Mädels hatten aufgewaschen, Nils hatte sein Bett auf dem
Sofa in der Wohnstube zurechtgemacht. Frau Berner und Jenny
saßen im Zimmer der Tochter bei einer zweiten Tasse Tee und einer
Zigarette.
„Wie findest du Ingeborg?“ fragte die Mutter ängstlich.
„Sie ist frisch und lebhaft, sieht auch nicht schlecht aus. Aber
natürlich, in ihrem Alter ist nicht damit zu spaßen. Wir müssen
sehen, daß wir sie aufs Land hinausschicken, bis sie wieder ganz
frisch ist, Mama.“
„Ingeborg ist immer so lieb und gut, munter und vergnügt. Und so
tüchtig im Haushalt. Ich bange mich so um ihretwillen, Jenny. Ich
glaube, sie hat diesen Winter zu viel getanzt, ist allzu viel draußen
gewesen und zu spät ins Bett gekommen. Aber ich brachte es nicht
übers Herz, es ihr zu verbieten. Du hattest es so trübselig, Jenny,
und ich sah sehr wohl, daß du Vergnügen und Freude entbehrtest.
— Ich war überzeugt, sowohl du wie Papa würden mir Recht geben,
wenn ich dem Kinde sein Vergnügen ließe, solange es sich bot.“
Frau Berner seufzte. „Meine armen kleinen Mädels — Mühsal und
Arbeit, das ist es nur, was sie erwartet. Was soll werden, Jenny,
wenn ihr mir noch obendrein krank werdet? Ich kann so wenig für
euch tun, meine Kinder.“
Jenny beugte sich zu ihr hinüber und küßte ihr die Tränen von
den schönen, kindergroßen Augen. Sie schmiegte sich an die Mutter
und die Sehnsucht, Zärtlichkeit zu erweisen und selber zu
empfangen, die Erinnerung an vergangene Tage der Kindheit und
das Bewußtsein, daß ihre Mutter der Tochter Leben mit seinen
früheren Sorgen und seiner jetzigen Glückseligkeit nicht gekannt
hatte, flossen zusammen zu dem Gefühl schützender Liebe. Frau
Berner legte ihren Kopf an der Tochter Brust.
„Nicht weinen, Mama — das wird alles schon werden, du sollst
nur sehen. Nun bleibe ich ja vorläufig zu Hause. Und dann haben wir
doch Gott sei Dank noch etwas von Tante Katharines Geld übrig.“
„Aber Jenny, das brauchst du doch für deine Ausbildung. Ich
habe ja nach und nach eingesehen, daß du an deiner Ausbildung
nicht gehindert werden darfst. Es war eine solche Freude für uns
alle, als du das Bild im letzten Herbst verkauftest.“
Jenny lächelte ein wenig. Jenes Bild, das verkauft wurde, und die
wenigen Worte in der Zeitung über sie — es war, als sähe ihre
ganze Familie danach mit ganz anderen Augen auf ihre Malerei.
„Das renkt sich noch alles ein, Mama. Alles. Ich kann etwas
nebenher verdienen, wenn ich zu Hause bin. Ein Atelier m u ß ich
haben,“ sagte sie einen Augenblick darauf. Und sie fügte hinzu,
hastig, erläuternd: „Denn ich muß meine Bilder im Atelier vollenden.“
„Ja aber,“ die Mutter sah ganz entsetzt aus. „Du wohnst doch zu
Hause, Jenny?“
Jenny antwortete nicht gleich.
„Ich finde, es geht nicht anders, mein Kind,“ fuhr die Mutter fort.
„Ein junges Mädchen kann nicht allein im Atelier wohnen.“
„Nein, gewiß, w o h n e n kann ich hier,“ entgegnete Jenny. —
Sie holte Helges Photographie hervor, als sie allein war. Dann
setzte sie sich hin, um an ihn zu schreiben.
Erst ein paar Stunden war sie jetzt zu Hause. Aber alles, was sie
dort unten erlebt hatte, schien ihr so grenzenlos fern und fremd. So
ohne Zusammenhang mit ihrem Leben hier zu Hause — früher und
jetzt.
Der Brief wurde zu einer einzigen sehnsüchtigen Klage.
II.
Jenny hatte ein Atelier gemietet. Sie ging umher und räumte ein.
Nachmittags kam Kalfatrus, um ihr zu helfen.
„Du bist ein gefährliches Langbein geworden, Kalfatrus. Ich war
nahe daran, Sie zu dir zu sagen, Bengel, als ich dich das erste Mal
sah.“
Der Junge lachte.
Jenny erkundigte sich nach all seinem Tun und Lassen während
ihrer Abwesenheit, und Nils erzählte. Er und Jakop und Bruseten —
zwei neue Jungen, die im vergangenen Herbst in die Klasse
gekommen waren — hatten eine Zeitlang oben in Nordmarken in
den Holzhauerkojen als Wilde gelebt, und ihrer Abenteuer waren
unzählige. Jenny fragte sich, während sie ihm zuhörte, ob wohl je
wieder Zeit bliebe zu Nordmarksfahrten für sie und Kalfatrus. —
An den Vormittagen streifte sie in der Gegend von Bygdö umher
— allein in dem weißen Sonnenschein. Bleich lag die Erde mit dem
toten, gelblichweißen Gras da. Am Waldrande nach Norden zu fand
sich noch immer alter Schnee unter den stahlschwarzen Nadeln.
Aber an den Südhängen schimmerten die nackten Zweige der
Laubbäume in der sonnengetränkten Luft, und unter dem alten,
wärmenden Laub lugten weiche Blauanemonenknöspchen hervor.
Dort draußen war die Luft schon von Vogelgezwitscher erfüllt. —
Helges Briefe las sie wieder und wieder — sie trug sie bei sich.
Sie sehnte sich nach ihm, krankhaft, ungeduldig, sehnte sich, ihn zu
schauen, ihn zu berühren, zu fühlen, daß sie ihn auch wirklich
besaß.

Zwölf Tage war sie nun daheim, und noch war sie nicht dazu
gekommen, zu seinen Eltern zu gehen. Als er schließlich zum dritten
Male in einem Briefe fragte, raffte sie sich auf. Morgen sollte es
Wahrheit werden.
Das Wetter war im Laufe der Nacht umgeschlagen. Ein
beißender Nordwind fegte daher — stechende Sonnenglut und
wirbelnde Wolken von Staub und Papier in den Straßen — und
plötzlich ein Hagelschauer, so heftig, daß sie in einem Torweg
Schutz suchen mußte. Die harten weißen Körner spritzten rings um
ihre niedrigen Schuhe und dünnen Sommerstrümpfe von den
Pflastersteinen auf.
Dann kam die Sonne wieder hervor.
Grams wohnten in der Welthavensstraße. Jenny stand einen
Augenblick an der Ecke still. Der Schatten lag klamm und eiskalt
zwischen den beiden Reihen schmutziggrauer Häuser. Nur auf der
einen Seite fiel hoch oben ein Sonnenstreifchen hinein. Sie wurde
froh, sie wußte, daß Helges Eltern im vierten Stock wohnten.
Diese Straße war vier Jahre hindurch ihr Schulweg gewesen. Da
waren sie wieder, die winzig kleinen dunklen Kaufläden, die Fenster
mit Blumentöpfen in zerrissenem Seidenpapier und farbigen
Majolikakrügen und die vergilbten Modenzeitungen an den Fenstern
der Näherinnen, die Torwege, die auf kohlschwarze Hinterhöfe
hinausstarrten. Noch immer lagen hier Haufen schmutzigen Schnees
und machten die Luft in den Hofräumen rauh. Die Straßenbahnen
fuhren mit schwerem Getöse die hügelige Straße hinauf.
Gleich daneben, an der Pilengasse, lag eine von den rußigen,
grauen Mietskasernen mit einem Hofplatz, der einer dunklen Höhle
glich. Dort hatten sie gewohnt, als der Stiefvater starb.
Sie verweilte ein wenig draußen vor der Eingangstür mit dem
Messingschilde G. Gram. Sie hatte Herzklopfen und versuchte, über
sich selbst zu lachen. Immer ging es ihr so; sinnlos beklommen war
sie, wenn sie in eine Lage kam, die sie sich nicht Jahre im voraus
hatte ausmalen können. Herrgott — ein Paar zukünftiger
Schwiegereltern waren doch keine besonders wichtigen
Persönlichkeiten für sie. Auffressen würden sie sie jedenfalls kaum
können. Sie läutete.
Drinnen hörte sie jemanden durch einen langen Korridor
kommen, und gleich darauf wurde die Tür geöffnet. Helges Mutter.
Jenny erkannte sie von der Photographie her.
„Frau Gram? — Mein Name ist Winge.“
„Ah so — bitte sehr, wollen Sie nicht nähertreten?“
Sie ging vor Jenny her durch einen langen, engen Gang, der
angefüllt war mit Schränken, Kisten und Mänteln.
„Bitte schön,“ sagte Frau Gram wieder und öffnete die Tür zum
Wohnzimmer. Helles Sonnenlicht lag auf den schweren moosgrünen
Plüschmöbeln; der Raum war nicht groß und gestopft voll von
Nippes und Photographien. Auf dem Fußboden lag ein Teppich in
schillernden Farben, vor allen Türen hingen Plüschportieren.
„Entschuldigen Sie die Unordnung, ich habe hier so lange nicht
Staub wischen können,“ sagte Frau Gram. „Wir sind an Werktagen
nämlich nie in diesem Zimmer, und ich bin augenblicklich ohne
Mädchen. Das letzte mußte ich wegjagen — die ärgste
Schmutzliese, und dann konnte sie ihren Mund nie halten. So sagte
ich ihr denn, sie sollte machen, daß sie fortkäme. Aber eine neue zu
bekommen — das ist unmöglich, und schließlich sind sie eine wie
die andere. Nein, Hausfrau, das ist der schlimmste Beruf, den es
gibt. — Ja, Helge hatte uns ja auf Ihren Besuch vorbereitet, jetzt
hatten wir aber die Hoffnung wahrhaftig aufgegeben, daß Sie uns die
Ehre geben würden.“
Während sie lächelte und sprach, zeigte sie eine Reihe großer,
weißer Vorderzähne. An beiden Seiten fehlten die Augenzähne und
hatten eine dunkle Lücke hinterlassen.
Jenny betrachtete sie, Helges Mutter.
Sie hatte sich dies alles so ganz anders gedacht.
Nach seinen Erzählungen hatte sie sich ein Bild von seinem
Heim und seiner Mutter gemacht. Die Mutter mit dem schönen
Antlitz, das auf der Photographie Helge ähnlich war, mochte sie
gern. Sie, die der Mann nicht liebte, die aber ihre Kinder so geliebt
hatte, daß sie sich dagegen auflehnten und rebellierten, hinaus
wollten, fort von dieser tyrannischen Mutterliebe, die es nicht ertrug,
daß sie etwas anderes seien als nur ihre Kinder. In ihrem Herzen
hatte Jenny Partei ergriffen für diese Mutter. Männer konnten kaum
verstehen, wie eine Frau werden mußte, die Liebe gab und niemals
Liebe zurück empfing, außer der Kindesliebe der ersten Jahre. Die
Kinder begriffen ja die Gefühle einer Mutter nicht, wenn sie sie
heranwachsen und sich von ihr abwenden sah, begriffen nicht, daß
eine Mutter sich in Trotz und Zorn gegen das unerbittliche Leben
auflehnte, das daran Schuld war, daß die Kinder groß wurden und
nicht mehr ihr Ein und Alles in der Mutter sahen, für die doch bis in
alle Ewigkeit die Kinder das Höchste bedeuteten.
Jenny hatte Helges Mutter lieben wollen.
Und nun empfand sie eine rein physische Abneigung gegen
diese Frau Gram, die da vor ihr saß und unaufhörlich redete.
Es waren wohl Helges Züge wie auf dem Bilde. Diese hohe, ein
wenig schmale Stirn, die fein gebogene Nase und die gradlinigen,
dunklen Brauen, der kleine Mund mit den feinen schmalen Lippen
und das spitze Kinn.
Um ihren Mund lag aber ein Ausdruck, als ob alles, was sie
sprach, nur Spott sei. Ein spöttischer und bösartiger Zug war in all
den feinen Runzeln des Gesichts. Die großen Augen, selten schön
geschnitten mit ganz emailleblauem Weiß im Apfel, hatten einen
harten, stechenden Blick, diese großen, tiefbraunen Augen, die viel
dunkler waren als die Helges.
Schön mußte sie gewesen sein, selten schön. Und dennoch
wußte Jenny ganz bestimmt, was ihr früher schon einmal eingefallen
war, daß Gert Gram diese Frau kaum aus Liebe geheiratet hatte.
Dame war sie auch durchaus nicht — weder in Sprache noch
Wesen. Es gab ja so viele nette junge Mädchen im Mittelstande, die
zu Vetteln wurden, sobald sie eine Weile verheiratet waren und sich
in der Enge des Hauses mit Dienstmädchen- und Wirtschaftssorgen
einige Jahre abgeplagt hatten.
„Kandidat Gram bat mich, zu Ihnen zu gehen und Sie von ihm zu
grüßen,“ sagte Jenny. Sie empfand es plötzlich als eine
Unmöglichkeit, Helge bei seinem Namen zu nennen.
„Ja, er war in der letzten Zeit nur mit Ihnen zusammen, in den
letzten Briefen erwähnt er jedenfalls niemand anderes. Uebrigens
schwärmte er im Anfang wohl ein bißchen für ein kleines Fräulein
Jahrmann, glaube ich?“
„Meine Freundin, Franziska — ja, im Anfang waren wir eine
ganze Schar, die sich oft zusammenfand. Aber jetzt zuletzt war
Fräulein Jahrmann mit einer größeren Arbeit beschäftigt.“
„Sie ist wohl die Tochter von Oberstleutnant Jahrmann in
Tegneby? Hat sie nicht Geld?“
„Nein. Ihre Ausbildung bestreitet sie von dem Wenigen, was sie
von ihrer Mutter geerbt hat, sie steht nicht eben auf gutem Fuße mit
ihrem Vater, d. h. er wünschte nicht, daß sie Malerin wurde, und
dann wollte sie nichts von ihm annehmen.“
„Wie töricht. — Meine Tochter, Frau Kaplan Arnesen,“ sagte Frau
Gram, „kennt sie flüchtig, sie war hier zu Weihnachten. Sie meinte
übrigens, da spielten andere Gründe mit, weshalb Oberstleutnant
Jahrmann nichts mit ihr zu tun haben wollte; sie soll ja so hübsch
sein, aber einen recht schlechten Ruf haben.“
„Das ist durchaus unwahr,“ sagte Jenny steif.
„Ja, Sie Künstlerinnen haben es gut,“ Frau Gram seufzte. „Aber
ich begreife nicht, wie Helge arbeiten konnte. Ich fand, er schrieb nie
von etwas anderem, als daß er mit Ihnen hier und dort in der
Campagna herumgestreift sei.“
„Oh — oh,“ sagte Jenny. — Es war peinlich über das Leben dort
unten aus Frau Grams Munde zu hören. „Kandidat Gram war sehr
fleißig, fand ich. Einen Feiertag muß man doch hin und wieder
haben.“
„Ja. Wir Hausfrauen müssen freilich ohne solche auskommen.
Warten Sie, bis Sie verheiratet sind, Fräulein Winge. Aber auch
andere Menschen sollen ihre freien Tage haben. Ich habe eine
Nichte, die eben Volksschullehrerin geworden ist. Sie sollte Medizin
studieren, konnte es aber nicht aushalten, sie mußte aufhören und
aufs Seminar gehen. Ja, ich finde, die hat immer frei. Du wirst dich
doch wahrhaftig nicht überanstrengen, Aagot, sage ich zu ihr.“
Frau Gram verschwand durch eine Tür auf den Korridor hinaus.
Jenny erhob sich und betrachtete die Malereien.
Ueber dem Sofa hing eine große Campagnalandschaft. Man
konnte wohl sehen, daß Helges Vater in Kopenhagen gelernt hatte.
Das Bild war gut und solide gezeichnet, aber dünn und trocken in
der Farbe. Besonders der Vordergrund mit den beiden Italienerinnen
in Nationaltracht und den miniaturartig gemalten Pflanzen an einer
umgestürzten Säule waren langweilig. Die Modellstudie eines jungen
Mädchens darunter war besser.
Sie mußte lächeln. — Man konnte beim Anblick dieser
italienischen Romantik verstehen, daß es Helge im Anfang schwer
gefallen war, sich in Rom zurechtzufinden, und daß es ihn enttäuscht
hatte.
Da waren viele kleine braune, zierlich gezeichnete Landschaften
von Italien mit Ruinen und Nationaltrachten. Aber die Studie des
Priesters dort war gut.
Einige Kopien dagegen — Corregios Danaë und Guido Renis
Aurora — oh Gott! Außerdem fanden sich noch einige andere
Kopien von barocken Bildern, die sie kaum kannte.
Dann hing an der einen Seite noch eine große hellgrüne
Sommerlandschaft. Gram hatte versucht, impressionistisch zu
malen. Das Bild war aber dünn und häßlich in den Farben. Das dort
über dem Klavier war besser. Sonnenglut über den Felsspitzen, die
Luft war entzückend wiedergegeben.
Daneben hing ein Porträt der Frau des Hauses. Das war das
beste. Tatsächlich, es war gut. Die Gestalt plastisch modelliert.
Ebenso die Hände. Dann das hellrote Kleid mit den Verzierungen,
die durchbrochenen schwarzen Halbhandschuhe. Das olivenbleiche
Gesicht mit den dunklen Augen unter den Stirnlocken und der hohe,
spitze schwarze Hut mit roter Feder. Sie stand aber leider wie an
den Hintergrund geklebt, der mit einem säuerlichen Graublau
übermalt war.
Und dort noch ein Kinderbild „Bamse vier Jahre“, stand oben auf
dem Rahmen. Nein, Herrgott — war das Helge, der kleine
schmollende Kerl im weißen Hemdchen? O, wie lieb er aussah!
Frau Gram brachte ein Tablett mit Rhabarberwein und Kakes
herein. Jenny murmelte etwas von Umstände machen:
„Ich habe mir die Bilder Ihres Gatten angesehen, Frau Gram.“
„Ja, ich verstehe mich ja nicht sonderlich darauf, aber ich finde
sie großartig. Mein Mann behauptet freilich, es wäre nichts an ihnen
dran, aber das ist wohl nur so hingesagt. Nein,“ sie lachte etwas
bitter. „Mein Mann ist so sonderbar. Von der Malerei konnten wir
nicht leben, als wir heirateten und Kinder bekamen, so daß er
daneben etwas Nützliches betreiben mußte. Dann hatte er aber
keine Lust, so nur nebenher zu malen, und darum behauptete er
eines schönen Tages, er hätte kein Talent. Ich finde ja seine Bilder
schöner als die modernen Sachen, aber Sie sind wohl anderer
Meinung, Fräulein Winge?“
„Ja, die Bilder Ihres Gatten sind sehr schön,“ entgegnete Jenny.
„Besonders das Bildnis von Ihnen, Frau Gram. Das ist wirklich
reizvoll.“
„O ja. Aber es hat freilich nicht viel Aehnlichkeit — geschmeichelt
hat Gram mich nicht.“ Sie lachte wieder ihr kleines, bitteres, böses
Lachen. „Nein, das kann man nicht gerade behaupten. I c h finde ja,
er malte viel netter, ehe er begann, all das nachzuäffen, was damals
plötzlich modern wurde — Sie wissen, Thaulow und Krogh und
Konsorten.“
Jenny trank ihren Rhabarberwein schweigend aus, während Frau
Gram sprach.
„Ich würde Sie gern zu Mittag einladen, Fräulein Winge. Aber ich
mache die Wirtschaft allein und dann ist man ja nicht auf Gäste
vorbereitet, das können Sie sich wohl vorstellen. Ich kann also leider
nicht. Aber das nächste Mal, hoffe ich.“
Jenny verstand, daß Frau Gram sie gern los sein wollte. Das war
ja auch begreiflich, wenn sie kein Mädchen hatte. Sie war wohl
gerade beim Mittagkochen. So verabschiedete sie sich denn.
Auf der Treppe traf sie Gram. Er mußte es sein. Sie empfing so
im Vorbeigehen den Eindruck, als sähe er sehr jugendlich aus und
hätte leuchtend blaue Augen.
III.
Zwei Tage später, als Jenny des Nachmittags arbeitete, bekam
sie Besuch von Helges Vater.
Jetzt, als er dastand, mit dem Hute in der Hand, sah sie, daß sein
Haar ganz grau war, so grau, daß man nicht mehr unterscheiden
konnte, welche Farbe es ursprünglich gehabt hatte. Jung sah er aber
trotzdem aus. Die Gestalt war schlank, ein wenig gebeugt, aber nicht
wie bei einem alten Manne, eher, als sei er ein wenig zu schmächtig
für seine Größe. Seine Augen waren jung, obgleich sie trüb und
müde aus dem mageren, glattrasierten Antlitz blickten. Sie waren
aber so groß und so leuchtend blau, daß sie einen merkwürdig
offenen Eindruck machten, verwundert und grüblerisch zugleich.
„Ja, Sie werden begreifen, daß es mich danach verlangt, Sie zu
begrüßen, Fräulein Winge,“ sagte er und reichte ihr die Hand. „Nein
— ich bitte Sie, legen Sie die Schürze nicht ab. Und sagen Sie’s mir,
wenn ich Sie störe.“
„Nein, lieber Herr Gram,“ sagte Jenny fröhlich; seine Stimme und
sein Lächeln gefielen ihr. Sie warf die Malerschürze auf den
Kohlenkasten. „Es wird sowieso bald dunkel. Wie liebenswürdig von
Ihnen, mich zu besuchen!“
„Es ist eine Ewigkeit her, daß ich in einem Atelier war,“ sagte
Gram und blickte umher. Dann setzte er sich aufs Sofa.
„Verkehren Sie mit keinem anderen der Maler — irgend
jemandem aus Ihrer Zeit?“ fragte Jenny.
„Nein, mit niemandem,“ antwortete er kurz.
„Aber.“ Jenny überlegte. „Aber wie in aller Welt haben sie hierher
gefunden? Haben Sie sich bei mir zu Hause erkundigt — oder im
Künstlerbund?“
Gram lachte.
„Nein. Ich sah Sie ja vorgestern auf der Treppe. Dann gestern,
als ich in mein Geschäft ging, sah ich Sie wieder. Ich ging ein Stück
hinter Ihnen her, da ich die Absicht hatte, Sie anzuhalten und mich
Ihnen vorzustellen. Sie gingen hier hinein, und ich wußte, daß in
diesem Hause ein Atelier war. Nun ja, so bekam ich die Idee, zu
Ihnen hinaufzusteigen und Ihnen eine Visite zu machen.“
„Wissen Sie,“ Jenny lächelte vergnügt, „Helge lief auch auf der
Straße hinter mir her, einer Freundin und mir. Er hatte sich allerdings
verlaufen, unten in den alten Straßen am Flohmarkt. Dann kam er
eben auf uns zu und sprach uns an — bändelte an, wie der feine
Ausdruck dafür heißt. So wurden wir bekannt. Wir fanden zuerst,
daß er ein wenig dreist war. Aber es scheint so, daß er von Ihnen
seinen Mut geerbt hat.“
Gram runzelte die Stirn und schwieg einen Augenblick. In Jenny
stieg ein unbehagliches Gefühl auf, als hätte sie etwas Dummes
gesagt. Sie überlegte, wie sie fortfahren sollte.
„Dürfte ich Ihnen eine Tasse Tee anbieten, während Sie hier
sind?“
Sie zündete ohne weiteres den Apparat an und setzte Wasser
auf.
„Ja, ja, Fräulein Winge — Sie brauchen nicht zu fürchten, daß
Helge mir sonst irgendwie ähnelt. Ich glaube, daß er
glücklicherweise nicht das Geringste mit seinem Vater gemein hat.“
Er lachte.
Jenny wußte nicht recht, was sie darauf erwidern sollte. Sie
beschäftigte sich damit, Teetassen herbeizuholen:
„Ja, hier ist es recht leer, wie Sie sehen. Aber ich wohne zu Haus
bei meiner Mutter.“
„Ah so, Sie wohnen zu Hause? — Das Atelier ist sicher sehr gut
— nicht wahr?“
„O ja, ich glaube.“
Er schwieg wieder und blickte geradeaus.

You might also like