Professional Documents
Culture Documents
Aile Hukuku - Ders Notları
Aile Hukuku - Ders Notları
Hukuku
Ders Notları
Birinci Bölüm
AİLE HUKUKU
§ 1. Giriş
I. Aile Kavramı
Aile bir Tabiî Hukuk kurumudur. Tabiî Hukuk’un normları ile düzenlenmesinden önce,
birçok hayvan topluluğunda olduğu gibi, belki de tek eşli bir aile hayatı içgüdülerin
yönlendirmesi ile ortaya çıkmıştır.
Tabiî Hukukçu olmamasına rağmen Engels üretim araçlarının üretimi ile bizzat insanın
üretimini toplumsal gelişme açısından iki belirleyici unsur sayar.
Bir “aile”den söz edebilmek için ’karşı cins’lere mensup iki kişinin, bir kadın ve
erkeğin bir araya gelmeleri gerekir (Evlilik birliği) (TMK. 185/1). Bu birliğin tüzel kişiliği
yoktur. Eşler arasında “hısımlık” da doğmaz. Ne var ki bu birlikteliğin dünyaya gelmelerine
vesile olduğu kişiler (altsoy) arasında ve bu altsoy ile bir araya gelen erkek ve kadın arasında
hısımlık doğar. Bu birliğin kurulmuş sayılabilmesi için de Pozitif Hukuk sistemlerine göre
belirlenen bir şekil, bir alenîleşme unsura aranır (TMK. 185/1’de “evlenme” terimi).
En dar anlamı ile aile, “evlilik birliği” demektir (TMK. 185/1).
Eşlerin ortak çocukları da bu aileye dahil olurlar. Aile bir de daha geniş anlamda
kullanılır: Bir “ev” çerçevesinde birlikte yaşayanlar, kanunun deyimi ile: “ev halkı olarak
birlikte yaşayanlar”, geniş anlamda aileye dahil sayılırlar. MK. 367’de bu birlikte yaşamaya
ilişkin olarak “aile halinde yaşama” ve bir de “ev halkı olarak bir arada yaşama” şeklinde
iki ifade kullanılmıştır.
İsviçre Medenî Kanunu’nun 331. maddesinde tek ifade vardır: “in gemeinsamen
Haushalte leben” (ZGB. 331). Fransızca metinde “menage commun” terimi vardır
(CCS. 331). Ne var ki İsviçre Medenî Kanunu’nun -bu maddenin de dahil olduğu-
dokuzuncu babının başlığı “Aile”dir (bkz: Türk Medenî Kanunu, ikinci kısım, ikinci bölüm
başlığı. Bu başlık da “aile”dir).
“Aile” ve “ev düzeni” kavranılan üzerinde, Aile Hukuku’nun ikinci bölümünde tekrar
duracağız. Şimdilik şunu belirtelim: Ailenin dar anlamda kullanılışı yanında bir de geniş anlamı
vardır. Hatta “aile” terimi bazen Hukuk dilinde bir arada yaşamasalar bile üstsoy, altsoy ve
kardeşleri de kapsayacak şekilde kullanılmış olabilir (bkz: “İkinci bölüm: Aile” başlığından
sonra gelen “nafaka yükümlülüğü” maddesi: m. 364). Nitekim İsviçre Medenî Kanunu’nda da
“Aile birliği, topluluğu” başlığından sonra birinci fasıl olarak “destek olma (nafaka verme)
yükümü” alt başlığı gelir (ZGB/CCS. 328). Halk dilinde “Aile”nin bir de bütün kan hısımlarını
içeren bir anlamda kullanılabildiğini görüyoruz.
§ 2. Nişanlanma
1. Kavram ve Terim
1. “Nişanlanma”nın Yokluğu:
Bütün sözleşmelerde olduğu gibi; nişanlanma sözleşmesinde de, kurucu unsur olan
“irade beyanı”nın yokluğu “nişanlanma” sözleşmesinin yokluğu demektir. Hukukî muamele
hukukî sonuç doğurmaya yönelen “irade beyanı”dır. Nişanlanma tek taraflı bir hukukî
muamele değildir. Şu halde taraflardan sadece birisinin irade beyanı dahi yoksa, nişanlanma
da yoktur. Nişanlanma, “Medenî Hukuka Giriş” derslerinde gördüğümüz gibi; “kişilik işlemi
hakkı” kapsamına girer. Evlenme işlemi gibi nişanlanma işleminde de “kişilik işlemi hakkı”
niteliği güçlüdür ve bu işlemler sadece kanunî (yasal) temsilci değil iradî temsilci vasıtası ile
de yapılmaya elverişli değildirler. Evlenme ile nişanlanmanın farkı burada sadece şu açıdandır:
Nişanlanmada “beyan aracısı” kullanılabilir, fakat evlenmede bu da olmaz. Beyan aracısı,
beyan aktarıcısı ile mümessil arasında ne fark vardır? “Aracı” veya “vasıta” mümessil
değildir. Mümessil (temsilci), bizzat irade beyanında bulunur, fakat (T)’nin verdiği temsil
yetkisi dolayısı ile, (Ü) ile yaptığı işlemi (T) adına ve hesabına yapar. Vasıta (aracı) ise (A)’nın
irade beyanını, kendi beyan fiilleri ile (B)’ye aktaran kişidir. Meselâ (T), (M)’ye “beni dilediğin
birisi ile nişanlayabilirsin, seni yetkilendiriyorum” demiş ve (M) de (T)’yi kendi seçtiği (Ü) ile
nişanlamış ise bu nişanlanma “yok” hükmündedir, çünkü (T)’nin irade beyanı yoktur. Buna
karşılık (N), (V)’ye “ortak arkadaşımız (S)’ye giderek benim nişanlanma önerimi ilet!” der ve
(V) bunu yapar, (S) de kabul ederse geçerli bir nişanlanma vardır.
Temsilin caiz olduğu alanlarda (T)’nin temsil yetkisi vermediği (YM), bir üçüncü kişi
ile bir hukukî işlem yapar ve bu işlemi (T)’nin adına ve hesabına yaptığını (Ü)’ye bildirirse, bu
işlem “yetkisiz temsilci”nin yaptığı işlem olarak icazetle düzelebilen bir işlem olur (Askıda
hükümsüz). Nişanlanma işlemi askıda hükümsüz olmaz, yetki verilse dahî nazarî olarak “yok”
sayılır.
Evlenme işleminde aynı cinsten olanların evlenmesinin de “yok” sayıldığını ileride
göreceğiz. “Nişanlanma” da evlenme vaadidir. Şu halde aynı cinsten olanların nişanlanmasını
da “yok” saymalımıyız? “Yok” sayılmalarında Hukuk’un ahlâka dayanan emredici yargısının
önemini vurgulama açısından nazarî bir yarar vardır. Fakat burada “imkânsızlık” dolayısı ile
ve MK. 5 delâletiyle göz önünde tutulması gereken TBK. 27’nin uygulanması ile butlan (kesin
hükümsüzlük) olduğunu söylemek de hukukî sonuçları bakımından yeterli görülebilir. Çünkü,
“evlenme” işleminden farklı olarak, “nişanlanma” işleminde butlan yaptırımı kendiliğinden ve
işlemin yapıldığı andan itibaren sonuç doğuracak, bu işlem icazetle veya bir süre geçmesi ile
düzelmeyecek, hakim tarafından re’sen (görevinden ötürü) göz önünde tutulacaktır. Hakimin
butlanı “tesbit” hükmü vermesi yeterli olacak, bozucu yenilik doğuran bir hüküm verilmesine
gerek görülmeyecektir. Yine de aynı cinsten olanların nişanlanmasını -meselâ Batı’daki
“gelişmelerin” Türkiye’de de görüleceği ümidi ile, “evlenme”nin ileride yapılacağı
düşünülerek nişanlanılmış olduğu iddiası halinde- “yok” saymada Hukuk’un “kınaması”nı
vurgulama özelliği olacağı için, evlenme gibi, nişanlanmayı da “yok” saymak daha uygun olur.
b) Şekil şartı:
Nişanlanma -evlenmeden farklı olarak- şekil şartına bağlanmış değildir. Ancak,
taraflardan birisi “nişanlanmanın yokluğu”nu ileri sürüyorsa, nişanlanmanın varlığını iddia
eden taraf, “isbat şekli”ne de bağlı olmaksızın, nişanlanmanın varlığını kanıtlamalıdır.
[Malvarlığı alanına ilişkin işlemlerde, işlem konusunun değeri mevzuatda belirtilen bir haddi
aştığı takdirde (HUMK. 200) senetle (veya kanunî delilde) kanıtlanması, isbat edilmesi gerekir.
Nişanlanma kişilik işlemi hakkının kullanılması aracı olan işlemlerdendir. Nişanlanma (hakkı)
bir kişilik işlemi hakkıdır. Evlenme de böyledir, ne var ki evlenmede kurucu unsur sayılan
esaslı bir şekil kuralı; evlenmenin resmî me’mur önünde yapılması gereği vardır. Nişanlanma
için böyle bir şart aranmamıştır. Nişan töreni yapma, nişan yüzüğü takma, nişan hediyesi verme
v.s. gibi olguların varlığı kanıtlandığı takdirde, bunlar, nişanlanmanın varlığına delil olur. Fakat
nişanlanmanın kurucu veya tamamlayıcı unsuru değildirler. Meselâ evlenme vaadleri sözlü
olarak açıklanmış ve sonra taraflar biribirini “nişanlı” olarak takdim etmiş ise, tanık beyanı ile
nişanlanmanın kanıtlanması mümkündür.
Nişanlı iken başkası ile de nişanlanan bir kimsenin bu davranışı; birinci nişanlanmanın
sona ermesi veya sona ermemesi geciktirici veya bozucu şart kılınsa veya kılınmasa bile, her
halde birinci nişanlanmanın sona erdirildiği, ikinci nişanlanmanın da Hukuka aykırılık dolayısı
ile bâtıl olduğu anlamında yorumlanmalıdır (Karşılaştırınız: Koç, Nişanlanma Sözleşmesi, § 4,
s. 41-45). Bundan sonra, tarafları isterlerse, birinci veya ikinci sözleşmeyi yeniden yapabilirler.
Somut olayın özelliklerine göre de “culpa in contrahendo” dolayısı ile sorumluluk (ikinci
nişanlanma) veya akdi sorumluluk (birinci nişanlanma) söz konusu olabilir.
İMK. (ZGB) 91/2’de: “nişanın ihlâli hali için kararlaştırılmış olan akit cezası dava
edilemez” kuralı yer almakta idi. Birinci fıkrada da “nişanlılıktan evlenmenin akdini talep
davası doğmayacağı” belirtildiği için, dolayısı ile zorlama da söz konusu olmasın diye böyle
bir düzenlemeye gidilmiştir. 1 Ocak 2000’de yürürlüğe giren ZGB. 90/3’ün değişik metninde
sadece eski ZGB. 91/1 muhafaza edilmiş, cezai şart konusuna değinilmemiştir. Acaba bu
değişikliğin anlamı nedir? Nişanın bir tarafın veya her iki taraftan birinin kusuru ile veya bu
tarafça haklı sebep olmaksızın bozulması halinde, “cayma akçası” anlamında veya cezai şart
anlamında bir miktar paranın peşin verilmesine İsviçre’de rastlanmadığı, peşin para verilmemiş
de sadece sözleşme ile kararlaştırılmış ise, bunun da esasen bâtıl olup dava edilebilir bir alacak
doğmayacağı, bir miktar para verilmiş ise, “ahlâkî vazife ifası” (TBK. 78/2) kapsamına
girmiyorsa bu paranın geri istenebileceği mi düşünülmüştür? Yoksa, “hukuka veya ahlâka
aykırılık” dolayısı ile, geri istemenin mümkün olmayacağı mı? (TBK. 81 (OR. 66).
Bu kuralın kaldırılması ile; “akit cezası” (sözleşme cezası) kararlaştırılamayacağı
kuralının açıkça kanunda yer alması gereksiz görülmüştür.
Verilmiş, ödenmiş paranın da TBK. 78/1 şartları içinde, kendisini borçlu zannederek
verilmiş ise veya rıza ile ödenmemiş ise, geri istenebileceğinin (borç olmayan şeyin ifası,
condictio indebiti) kabul edildiği söylenebilir (bkz: Basler Kommentar, Zivilgesetz- buch I,
Art. 1-456 ZGB, 2. Bası, Art. 90, N 62-65’de Bruno Huwiler, s. 605 (606).
Bizde farklı bir gelişme görülmektedir. Herhalde “başlık” kurumunun etkisi ile, önceki
MK. 83/son’a “evlenmeden kaçınma hali için öngörülen cayma tazminatı veya ceza şartı
dava edilemez” cümlesinden sonra “ancak yapılan ödemeler de geri istenemez” cümleciği
eklenmiştir (14.11.1990 gün ve 3678 Sayılı Kanun).
Yeni Medenî Kanun m.119/2’de 1990’da önceki Medenî Kanun’a getirilen bu kural
aynen yer almaktadır.
Bizde TMK. 119/2 kuralı nasıl yonımlanmalıdır? “Yapılan ödemeler” niçin “geri
istenemez?” “Ahlâkî vazife” görüşü mü benimsenmiştir? Yoksa TBK. 78/2’de değil de TBK.
81’de mi bu “geri alınamazlık” kuralının temeli aranmalıdır? Yani “ahlâkî vazife” mi söz
konusudur, yoksa “Hukuka veya ahlâka aykırı” bir “verme” durumunda geri isteme talebinin
göz önünde tutulmayacağı kuralı mı (TBK. 81) devreye girmektedir? Yahut, Kanunkoyucu
burada “borçlanılmayan şeyin ifası”nı bir “varsayım” olarak kabul etmektedir de TBK. 78/1
gereğince mi iadeyi engellemektedir? (TBK. 77).
Demek oluyor ki; bizde önce birinci Medenî Kanun’a ve ardından da yeni Medenî
Kanun’a giren bu TMK. 119/son cümle kuralı, sağlam bir nazarî temele dayanmamaktadır.
Birinci kısım Kanun’da bırakılsa bile, “ancak yapılan ödemeler de geri istenemez” kuralı, kız
babalarına ödenen “başlık”lar için genel bir koruyucu ve güvence verici kural olarak
düşünülmüştür.
Oysa bu kural Kanun’dan çıkarılırsa somut olay adaleti daha iyi sağlanır. “Borç
olmayan şeyin ifası” (condictio indebiti) durumunda, esasen verilen şey borçlu olmadığını
bilerek ödenmiş ise geri istenemez (TBK. 78/1). Somut olayda “ahlâkî vazifenin ifası” durumu
varsa yine geri isteme kabul edilmez (TBK. 78/2). Buna karşılık, bu kural kaldırıldığı takdirde,
gerçek anlamda bir “başlık” söz konusu ise, diğer bir deyişle kız babası kızın yabancı bir aileye
giderek onlara iktisadî katkıda bulunacağı düşüncesi ile kızım âdeta arttırmaya çıkarıyorsa,
“ortak amaç” değil sadece kız babasının amacı ahlâka aykırı olacağı için, TBK. 81 uygulanmaz
ve verilen başlık geri alınabilir. Tarafların kullandıkları terimlere değil “ortak amaç”a
bakılacağına ve sözleşmeler böylece güven kuramına uygun olarak yorumlanacağına göre
(TBK. 19/1), burada sadece kız babasının amacı ahlâka aykırıdır.
Şu halde karşı tarafın “cayma tazminatı” adı ardında gizlenen “başlık” olgusunu
ortaya koyarak ve ifadaki iradesinin de “özgür” olmadığını, “töre”nin ve kız babasının baskısı
ile “cayma tazminatı” adı altında ödediğini ileri sürerek, ödediği başlığı geri isteyebilmelidir.
TBK. 78/1 ’e göre borç olmayan şeyin ifası halinde verilenin geri istenebilmesi için ya
borçlu olmadığını bilmeyerek (hatâen) ödeme yapılmış olması; veya borçlu olmadığını bilse
dahi özgür iradesi ile vermemiş olması aranır.
Yardığımız sonuç, TMK. 119/son cümledeki iadeyi engelleyici kuralın kanundan
tamamen çıkarılması, çıkarılıncaya kadar da bu maddenin -örtülü boşluğun var olduğu kabul
edilerek- dar yorumlanması, ancak iki tarafın da amacı ahlâka aykırı ise iade talebinin
reddedilmesidir. Buna karşılık; başlık kelimesi kullanılmış olsun olmasın, alışılmış hediye
kapsamına girmeyen hediyeler verilmiş ise verilen hediyenin nişanın bozulması halinde iadesi
behemehal talep edilebilmelidir (sona eren sebep).
a) Nişanlılar, birbirleri ile ilgili davada tanıklıktan çekinebilirler. (HMK. 248/1, a).
b) Nişanlılardan birinin haksız fiil sonucunda ölümü halinde, sağ kalan nişanlı da “yakın”
kavramınm kapsamına girer ve manevî tazminat talep edebilir. Eski BK. 47’de sadece “ölüm”
halinde yakınlara (eski metinde: aile) manevi tazminat talebi hakkı tanırken, yeni metin “ağır
bedensel zarar” halinde de yakınlar manevi tazminat talebi hakkını tanımaktadır. “Ağır
bedensel zarar”a maruz kalan nişanlısıyla artık evlenmekten vazgeçen nişanlı da bu talebi ileri
sürebilecek midir? Kanaatimizce somut olay şartlarına göre hüküm verilmelidir.
IV- Nişanlanma Sözleşmesinin Meydana Getirdiği Nişanlılık Durumunun Sona
Ermesi
a) Evlenme ile artık evlilik durumu başladığı için, evlendirme memuru önünde irade
beyanlarının yapılması ile nişanlılık sona erer ve evlilik başlamış olur. Artık taraflar “eş
adayı” değil “eş” olurlar.
b) Ölüm, nişanlılık ilişkisine son verir. Intuitu personae yapılan, kişisel nitelikler ve kişiliğe
önem verilmiş olarak meydana getirilen bu sözleşmede “taraf sıfatı; nişanlılardan hiçbirinin
“münasip” bir mirasçı veya akrabasına halefıyet yolu ile geçemez. Vasiyet (ölüme bağlı
tasarruf) yolu ile de nişanlılık sıfatı başkasına bırakılamaz.
c) Gaiplik (TMK. 32-35): Gaiplik halinde de, artık gaip ile gıyabında evlenme mümkün
olmadığına göre, evliliğin feshi gibi bir “nişanlanmanın feshi” işlemine de gerek
olmaksızın, sona ermiş sayılır (Karşılaştırınız: Evliliğin gaiplik durumunda feshi: m. 131).
d) Evlenmenin sonradan imkânsızlaşması: Evlenme ehliyetinin sonradan kaybı,
nişanlılardan birinin sonradan cinsiyet değiştirmesi, nişanlılardan birisinin başkası ile
evlenmesi gibi hallerde de nişanlanma sona erer. Bu son halde, nişanın, evlenen nişanlı
tarafından bozulmuş sayılması, öncelikli sona erme sebebi olur. Başkası ile evlenen
nişanlının, evli kimsenin başkası ile de evlenemeyeceğini bilmemesi istisnaî olgusu var
olsa bile, imkânsızlığı bilmemek nişanlanma ilişkisinin sona ermesini engelleyemez.
Ancak, bu imkânsızlık evlenen nişanlının iradî bir eylemi sonucunda doğduğu için, evlenen
nişanlı, nişanın bozulması dolayısı ile -aşağıda inceleyeceğimiz- giderim taleplerine
muhatap ve giderimle yükümlü olabilir.
e) Tarafların anlaşarak bir “nişanlılığı ortadan kaldırma” (ikale) sözleşmesi ile nişanlılığa son
vermeleri.
f) Taraflardan birisinin bozucu yenilik doğuran “nişanı bozma beyanı”nın (cayma) diğer
nişanlıya varması:
Kanunda “nişanın bozulması” terimi kullanılmaktadır (TMK. 53 120-121). TMK.
119/2’deki “cayma tazminatı” ibaresi dolayısı ile, “cayma” terimi de kullanılmıştır.
Aslında “cayma” teriminin kanaatimce sadece giderim dahi ödenmesi gerekli olmaksızın
bir sözleşmeden dönülebilmesi imkânının varlığı halinde kullanılması daha doğru olur.
Tek taraflı hukukî muamelenin Sözleşmelerdeki irade beyanının
irade beyanını yine tek taraflı tek taraflı ortadan
ortadan kaldırma kaldırılması
(Geri alma, Widerruf) (Dönme, Rücu, Rücktritt)
TMK. 122/1 gereğince “nişanlılık evlenme (tarafların evlenmesi -H.H.) dışındaki bir
sebeple sona ererse”, hediyeler geri istenebilir. Oysa önceki Medenî Kanun’da
gerçekleştirilmiş 1990 değişikliğinden önce -İsviçre Medenî Kanunu’na da uygun olarak- ölüm
halinde hediyelerin geri istenemeyeceği kuralı vardı. İsviçre’de durum yine aynıdır: Ölüm
halinde, hediyeler geri istenemez (ZGB 91/1). Yeni Medenî Kanun’da da 1990 değişikliği ile
gelen düzenleme korunmuştur: Ölüm halinde de hediyeler geri istenebilir. Ayrıca yeni
TMK. 122’nin kapsamına -yine 1990 değişikliğinden sonraki eski TMK. 86’da da olduğu gibi-
ana-baba veya onlar gibi davrananların da verdikleri hediyeler dahildir.
İki tarafın yakınlan arasında -nişanlılardan birine verilmeyip- birbirlerine verilen
hediyeler maddenin kapsamı dışında bırakılmıştır. Bunlann geri istenmesi genel hükümlere
tâbi olmak gerekir. Fakat TBK. 295’deki “bağışlamadan dönme” sebepleri, somut olayda iki
tarafın yakınlannın birbirine verdiği hediyelerin iadesi talebine dayanak olabilecek nitelikte
değildir. Nişanlılığın sona ermesi durumunda, “bağışlanan” açısından düşünülen dönme
sebepleri, nişanlılardan birinin yakım olan “bağışlanan” için söz konusu olmayabilir. Şu halde
bu gibi hediyeler açısmdan, bağışlamalım tarafları arasındaki sözleşmenin “işlem temelinin
çöktüğü” kabul edilerek bağışlayana yine “dönme hakkı” tanınmalıdır. TBK. 295’deki
dönme sebeplerinin “tahdidi” olduğu, dolayısı ile “numerus clausus” söz konusu olan
durumlarda ve şu halde “menfî çözüm” bulunduğu yorumuna gidilmemelidir. (Ayrıca, TBK.
295 metninde -kanaatimizce- bağışlamanın geri alınması” değil, “bağışlamadan dönme”
denmeli idi).
Belki de burada kanunda bir boşluk bulunduğu ve bu boşluğun, iki tarafın yakınlarının
birbirine verdikleri hediyelerin de “nişan hediyesi” kapsamına alınarak doldurulması
gerektiğini söylemek,
TBK. 244’e yollama yapmaktan daha uygun olacaktır. Yahut şöyle de diyebiliriz:
Nişanlıların yakınlarına karşılıklı verilen hediyeler, tarafların evleneceği düşünülerek
verildiğine göre, burada “sona eren sebep” dolayısı ile değil “gerçekleşmeyen sebep” dolayısı
ile “sebepsiz iktisap” vardır. Şu halde TBK. 77/2 gereğince hediyelerin iadesi istenmeli, ne var
ki burada da TBK. 82’deki zamanaşımı değil, TMK. 123'deki özel zamanaşımı uygulanmalıdır.
Nişan hediyelerinin geri istenebilmesi için “alışılmışın dışında” olmaları gerekir.
Önceki Medenî Kanun’da “mutad dışı hediye” denmektedir. “Alışılmış” veya “mutad”
ölçütü, tereddütleri bertaraf etmeye yeterli değildir. Esasen nişan dolayısı ile “hediye”
verilmesi geleneği vardır. “Önemsiz-önemli hediye” ayırımı yapılması daha doğru
görünmektedir.
Hediye, geri verilemiyorsa, sebepsiz iktisap hükümleri uygulanacaktır (TMK. 122
dolayısı ile TBK. 77-82).
Mektup, saç telleri vs. gibi maddî değeri olmayan veya maddî değeri -bazı somut
olaylarda- olsa bile kişiliğin korunması alanına giren nesnelerin iadesi talebi; TMK. 122 değil,
TMK. 24-25 çerçevesinde ele alınmalıdır. (Kişilik hakkının korunması çerçevesinde)
Hediyelerin iadesi talebi, nişanlılığın sona ermesi tarihinden itibaren (1) yıllık
zamanaşımı süresine bağlıdır (TMK. 123).
2. Giderim Talebi:
Kusursuz: Kusurlu:
Giderim istenemez. Giderim istenebilir.
Akdî zarar ikiye ayrılır: Beklenen ifa (akit) menfaatinin kaybı dolayısı ile talep edilen
giderime “müsbet zarar giderimi”, akdin hükümsüz sayılması veya sonradan hükümsüz
kalması durumunda istenecek olan akde güvenden dolayı yapılan harcamaların veya akde
güvenden dolayı uğranılan (maruz kalınan) zararın telâfisi talebine “menfî zarar giderimi”
denir.
Nişanlılığın ortadan kalkması veya bir tarafa kusur isnad edilebilecek şekilde hiç
doğmaması durumunda talep edilebilecek tazminat (giderim), müsbet değil, menfî zarar
giderimidir. TMK. 120’ye göre: “Evlenme amacı ile yapılan harcamalar ve katlanılan
maddi fedakârlıkların giderimi istenebilir. “Nişan giderleri” de nişanlılık durumunun
doğmasından sonra evlenme amacı ile yapılan harcamalar gibi maddi tazminat kapsamına girer
(TMK. 120/1, son’u okuyunuz).
Nişanlanma sözleşmesinin tarafı olmayan “ana ve baba veya onlar gibi davranan
kimseler” ile, diğer nişanlı arasında da TMK. 2 gereğince kanundan doğan bir “özen gösterme
yükümlülüğü borç ilişkisi” (culpa in contrahendo sorumluluğa yol açacak olan borç ilişkisi)
doğduğu kabul edilir ve bu kimseler de kusurlu olan diğer nişanlıdan “menfî zarar giderimi”
talep edebilirler (TMK. 120/2).
Buradaki giderimin gerek şartlarının oluşup oluşmadığı, gerek mikdarı konusunda
hakime takdir yetkisi tanınmıştır (TMK. 41, TMK. 120/1).
“Dürüstlük kuralı (ilkesi) çerçevesinde yapılan harcamalar” istenebilecek ve hakim
“uygun tazminat”a hükmedecektir (TMK. 120/1 ’i okuyunuz). Süre için bkz: TMK. 123
(Nişanlılığın sona ermesinden itibaren bir yıl).
TMK. 121’de “nişanın bozulması yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf,
kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini
isteyebilir” kuralı yer alır.
Burada da “maddi tazminat”ta söz konusu olduğu gibi şartlarda ve tazminat miktarının
belirlenmesinde hakime takdir yetkisi tanınmıştır.
“Nişanın bozulması” ile birlikte esasen bir de kişilik hakkının koruduğu değerlerin
ihlâli dolayısı ile bir “haksız fiil borç ilişkisi” doğmuş ise manevi giderim istenebileceği
tabiîdir. Meselâ bir nişanlı, diğer nişanlıyı bir şiddet eylemine maruz kılarak veya sövgü sözleri
kullanarak nişanı bozmuş veya bu eylem veya sözler dolayısı ile karşı taraf nişanı bozmuş ise,
kusurlu taraftan haksız fiil borç ilişkisi dolayısı ile de giderim istenebilir.
TMK. 121’de sözü edilen “kişilik hakkının saldırıya uğraması”ndan amaç yalnızca
bu gibi haller midir?
BGB’de (§1300), nişanın bozulmasında manevî tazminat talebi esasen sadece
nişanlanma dolayısı ile cinsî ilişki kurmaya razı olan kadın için tanınmakta idi. Bugün bu
düzenleme BGB’den çıkarılmıştır. İsviçre Medenî Kanunu’nda nişanın bozulması dolayısı ile
manevî giderim talebi her iki tarafa da tanınmış iken bugün yürürlükte olan metinde artık
nişanın bozulması dolayısı ile manevî tazminat talebi yer almayıp kanundan çıkarılmıştır.
Bizde, yeni Medenî Kanun’da kadın veya erkek her iki taraf için bu talep muhafaza edilirken,
önceki Medenî Kanun’un; evlilik dışı çocuk dünyaya getiren anaya “evlenme vaadi, cinsî
ilişkinin nüfuzun kötüye kullanılması veya bir suç eylemi dolayısı ile sağlanması”, ananın
cinsî ilişki sırasında küçük yaşta olması (ergin olmaması) hallerinde tanıdığı manevî tazminat
talebi kuralı (Eski MK. 305) Kanun’dan çıkarılmıştır. Yürürlüğü ertelenen yeni Ceza
Kanunu’nda da artık “evlenme vaadi ile kandırıp kızlık bozma suçu” (eski TCK. 423) yer
almamaktadır. Şu halde küçük olmayan bir kızın evlenme vaadine güvenerek “bikr”ini
(bâkireliğini) yitirmesi halinde, “menfî zarar” kapsamında ele alınması gereken bir “manevî
zarar”ın varlığı artık kabul edilmeyecek, “volenti non fit iniuria” (rıza halinde haksız fiil
olmaz) özdeyişi bu alanda geçerli olacaktır.
Bugün artık “bikr” (bâkirelik) başlıbaşına bir kişilik değeri olarak görülmemesi
eğiliminin Batı’da hakim olduğu açıktır. Bizde “evlenme vaadi ile kandırıp kızlık bozma” suçu
yeni Ceza Kanunu’ndan çıkarılmış olmasına rağmen, kadın nişanlı, TMK. 121 dolayısı ile bu
durumda mutlak olarak manevî tazminat isteyebilecek midir?
Suç ortadan kaldırıldığına göre, kadın nişanlı tam veya sınırlı ehliyetsiz değil ise artık
kanaatimizce kural olarak manevî tazminat talep edilemeyecektir. Ancak, “evlenme vaadi”
bâkire bir kıza yapılmış ve onun güveni kötüye kullanılmış ise, suç söz konusu olmasa bile,
TBK. 49/2 gereğince bir “ahlâka aykırı fiille başkasına zarar verme olgusu” kabul edilmesi
bizim toplumumuzun ihtiyaçlarına daha uygun olur. Haksız fiil borç ilişkisinin kurulmasına
yol açan bir haksız fiil eylemi varsa, esasen TBK. K. 77/82 dolayısı ile -MK. 121 kanunda yer
almamış olsaydı dahi- manevî tazminat talep edilebilecekti. Şu halde MK. 121’in ancak bu gibi
durumlarda istenebilecek haksız fiil giderimi için özel bir zamanaşımı kuralı (MK. 123)
getirmiş olduğu mu söylenmelidir?
Yoksa burada sırf nişanlanma akdinin ihlâli dolayısı ile istenebilecek bir akit temelli
manevî tazminat mı söz konusudur?
Kanaatimizce bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz: Bir kişilik hakkı ihlâli varsa -ki
burada MK. 121. metninde olduğu gibi “saldırı”dan söz etme yerine, kasden olmayan ihlâlleri
de daha tereddütsüz içerecek şekilde “ihlâl”den söz etmek daha doğru olur- mutlaka esasen
bir “haksız fiil” de vardır. “Manevî tazminat” terimi dar ve gerçek anlamında kullanılmış ve
manevî zarar da akdin (burada: nişanlanma akdinin) ihlâlinden doğmuş ise, “yarışma” (te-
lâhuk, concours, Konkurrenz) dan söz edilebilir. Ne var ki “haksız fiil”, bir şiddet veya hakaret
eylemi tarzında esasen bağımsız bir haksız fiil tarzında ortaya çıkmış ise, bu durumda telâhuk
(yarışma) genel kurallara göre sonuç doğurmalı, MK. 123'deki zamanaşımı süresine uymak
gerekmeksizin doğrudan doğruya haksız fiil kurallarına da başvurulabilmelidir (TBK. 77-82).
Buna karşılık, sadece -evlenmeye zorlama imkânı vermeyen- nişanlanma sözleşmesinin haklı
bir sebep olmaksızın bozulması veya meselâ sadakat yükümünün ihlâli dolayısı ile karşı tarafa
nişanın bozulması için haklı sebep verilmesi durumu varsa, manevî tazminat istenebilmesi için,
Kanunkoyucunun bir varsayımı söz konusu olduğu ve sırf nişanın bozulması veya bozulmasına
sebebiyet verilmesi eyleminin, kişilik değeri ihlâli aranmaksızın manevî tazminat ödeme
yükümü doğurduğu söylenemez. Bir sövgü veya hakaret, şiddet eylemi, özel hayatın
mahremiyetinin ihlâli beyanı gibi başka bir haksız fiil eylemi söz konusu değil ise, sırf
nişanlanma sözleşmesinin bozulması veya bozulmasına sebebiyet verilmesi dolayısı ile
manevî tazminat istenebilmesi için, hiç değilse doğrudan doğruya bu kusurlu akit ihlâli
dolayısı ile somut olayda diğer nişanlının manevî bütünlüğünün, iç huzurunun ağır bir şekilde
ihlâl edilmiş sayılması aranmalı idi. Nitekim önceki Medenî Kanun’da “ağır manevî zarar”
(şahsen fâhiş bir surette mutazarrır olma) aranırdı (Eski MK. 85). Sırf akit ihlâli eyleminin
manevi zarar doğurmuş sayılması için manevi bütünlüğün, karşı tarafın iç huzurunun ağır
ihlâlinin aranacağının belirtilmesi yerinde olurdu. Eğer manevî bütünlüğün, iç huzurunun ihlâli
dışında esasen bir başka kişilik değeri de ihlâl edilmiş ise haksız fiil zamanaşımı da göz önünde
tutulmalı, fakat “yarışma” daha dar anlamda sadece “akit ihlâli” eyleminin aynı zamanda
manevî bütünlük değerinin ihlâline yol açmış olmasından ileri geliyorsa, artık sadece TMK.
123 kuralı uygulanmalıdır.
Zarar (Geniş Anlamda)
Akdî zarar +
Haksız fiil zararı Müsbet Menfi
zarar zarar .
Akit (Akde güvenden
Menfaatinin doğan zararı (zarar)
kaybı zararı.
Bizde ayrı bir kilise örgütü yoktur. Evlenecek olanların her ikisi de istediği
takdirde, yine Devlet memuru olan müftüler önünde nikâh yapma imkânının tanınmasının
da sakıncası yok yararı vardır. Bu imkânın tanınması ile tek eşlilik ilkesi ihlâl edilecek
değildir. Müftü önünde nikâh ilkesinin kabul edilmesi ile eşlere Hukuk seçme değil sadece
nikâh memuru seçme imkânı tanınacaktır. Nitekim Kilise nikâhını seçimlik bir imkân
olarak tanıyan Batı ülkelerinde durum böyledir. Maalesef bizde bu konuda gereksiz bir
duyarlılık gösterilmektedir. (bkz: Hatemi, Aile Hukuku, Sınav Hazırlık Kitabı, İstanbul
1999, § 3, N. 4, s. 24/25)
Evlenme de nişanlanma gibi bir kişivarlığı alanı sözleşmesidir. “Gerçek Kişiler
Hukuku” ve “Medenî Hukuk’a Giriş” alanlarında da görmüş ve belirtmiş olduğumuz gibi;
evlenme sözleşmesi için yapılan irade açıklaması da bir “kişilik işlemi hakkı”nın (kişiye
sıkıca bağlı hak, münhasnan şahsa bağlı hak, MK. 16’daki ifade ile: kişiye sıkı sıkıya bağlı
hak) kullanılması sayılır. Bu sözleşme; evlenecek olanların, müstakbel eşlerin iradelerinin
açıklanması ile kurulur, evlendirme memurunun “evlenme işleminin tamamlandığı”
beyanı; izharî (bildirici) bir beyandır, kurucu (ihdasî) bir beyan değildir. 14.06.1965 tarihli
ve 3/3 sayılı içtihadı birleştirme kararı, memur önündeki beyanların yeterli olduğunu,
defteri imzalamanın da kurucu şart olmadığını belirtmekte idi (RG. 12049).
Yeni Medenî Kanun’un 142. maddesinde bu husus açıkça ve bir kanun kuralı
olarak belirtilmektedir: Evlendirme memuru, evleneceklerden herbirine birbiriyle
evlenmek isteyip istemediklerini sorar. Evlenme, tarafların olumlu sözlü cevaplarını
verdikleri anda oluşur. Memur, evlenmenin tarafların karşılıklı rızası ile kanuna
uygun olarak yapılmış olduğunu açıklar.
1. Genel Açıklama
Hukukî muamelenin “hukukî sonuç doğurmaya yönelen irade beyanı” olduğunu
biliyoruz. Tek taraflı hukukî muamele değil de “evlenme” gibi bir “akit” söz konusu ise,
karşılıklı irade beyanları vardır ve her ikisi de kurucu unsurdur. Borçlar Hukuku
sözleşmelerinde nasıl “icap” veya “kabul” somut olaydaki olgular bütünü içinde yer
almaksızın bir akdin varlığından bahsedilemez ve sonuçta “yokluk” söz konusu olursa,
evlenme sözleşmesinde de evlenecek olanlardan sadece birisinin olumlu irade beyanının
bulunmayışı ile her iki irade beyanının yokluğunun karşılaştığı sonuç farksızdır ve bu da
“yokluk”tur.
Evlenme sözleşmesinde birisi Tabiî Hukuk’tan, diğeri Pozitif Hukuk’tan gelen iki
yokluk sebebi daha vardır: Tabiî Hukuk’tan gelen yokluk sebebi, olumlu irade beyanları var
olmasına rağmen, evlenme sözleşmesinin tarafları arasında cinsiyet farkının bulunmayışıdır.
Pozitif Hukuk’tan gelen yokluk sebebi de: evlenme sözleşmesinin yetkili evlendirme memuru
önünde yapılmamış olmasıdır.
b) Hiç değilse bir irade açıklamasının var, ne var ki olumsuz yönde olması,
c) Temsilci veya aracı vasıtası ile irade açıklanması:
Kişilik işlemi hakkının kullanılması anlamında olan irade beyanı, evlenme
sözleşmesinde mutlaka eşler tarafından bizzat açıklanmalıdır. Bu da Tabiî Hukuk’tan değil
Pozitif Hukuk’tan gelen bir kuraldır. Bazı Pozitif Hukuk sistemlerinde ve bu arada İslâm
Hukuku’nda, bu kişilik işlemi hakkının kullanılmasında sadece “kanunî temsil düşmanlığı”
kabul edilir ve “iradî temsil”e cevaz verilir. Aslında burada “iradî temsil”e değil de “beyan
aracısı” kullanmaya izin verilmektedir. Medenî Hukukta evlenme kişilik hakkının
kullanılmasında “iradî temsil’e de, “beyan aracısı” kullanılmasına da cevaz verilmez.
Evlendirme Yönetmehği m.27/3.’de: “Vekâletle evlendirme yapılamaz” denmektedir.
TMK.142’de de “evlendirme memuru evleneceklerden her birine birbiriyle evlenmek
isteyip istemediklerini sorar” dendiğine ve evleneceklerin temsilcilerinden söz edilmediğine
göre bu maddeyi Yönetmelik m. 27/3 kuralının dayanağı olan üst kural olarak görebiliriz.
Buna karşılık; sağır ve dilsizler için “işaret dili”ni sesli dile çevirecek kimsenin
aracılığı; beyan aracılığı olarak değil yalnızca “çevirmenlik” olarak kabul edilir. Türkçe
bilmeyen yabancılar da tercüman kullanabilirler (Evlendirme Yönetmeliği, m. 27/son).
Yabancı dilde olumlu beyanını açıklayan veya işaret dilini kullanan kimse; irade beyanını
bizzat ve evlendirme memuru huzurunda yapmakla, “beyan aracısı” kullanmamış olmaktadır.
Çevirmen (tercüman), hazır bulunmayan bir kimsenin kendisine yapmış olduğu beyanı
nakleden bir kimse değil, evlendirme memurunun huzurunda bizzat yapılan bir beyanı
nakleden bir kimsedir. Beyan; olumlu bir beyan değil ise, çevirmen olumlu bir beyan şeklinde
çevirse dahi, bu olumsuz irade açıklaması ile yine bir evlilik birliği kurulmuş olmayacaktır. Şu
halde tanıkların ve evlendirme memurunun hiçbirisinin bilmediği bir dil kullanılacak ise, bu
dili kullanan “evlenme adayı”nın da “işaret dili”nden veya “beden dili”nden olumlu bir
beyanda bulunmadığı şüphesi doğuyorsa, evlendirme memurunun evlenme törenini ertelemesi
doğru olur (Yönetmelik m. 29’a bakınız).
Cinsiyet değiştirmiş olan kimse, sadece kendisini sakatlama sonucunu elde etmiş, bu
değişiklik sadece görünürde kalmış ve nüfus kayıtlarında gerçekleşmiş ise, cinsiyetini sadece
görünürde değiştirebilmiş olan bir kimse de ardından “önceki” ve gerçekte aynı zamanda
şimdiki cinsiyetine mensup bir kimse ile evlenmiş ise, bu evlilik yine “yok” sayılmalıdır. Bu
gibi durumlarda, diğer “eş”in görünüşe güveninin korunması dolayısı ile evliliğin geçerli
sayılması söz konusu olamaz. Sadece diğer “eş”e - o da görünüşe güvenmekte somut olayda
haklı ise - “culpa in contrahendo” sorumluluk dolayısı ile, evlenme hukukî işleminin “yok”
kalmasından dolayı bu akde güvenmesi yüzünden uğradığı menfî zarar tazmin edilir.
Eşitlik ilkesinin yanlış yorumlanması dolayısı ile, eşcinsel evlilikler veya “evlilik
benzeri birliktelikler” de sözde “eşler”e bir de “evlat edinme” veya “yapay döllenme” yolu ile
bir “çocuk edinme” imkânının tanınması büsbütün meş’um sonuçlar doğuracak bir
düzenlemedir. Çocuk yararı ve esenliği ilkesine tamamen aykırı olduğu gibi, gelecek nesillere
de zarar verme, toplumu -toplumun temeli aileyi dinamitleyerek- tahrib etme anlamındadır.
10.07.1985 tarihli ve 85/9747 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe konan
Evlendirme Yönetmeliği’nin 7. ve 8. maddeleri evlendirme memurluğu sıfat ve yetkisinin
kimlere verilebileceği konusuna ilişkindir. Yeni Medenî Kanun, evlendirme memurluğu
sıfatının başka Devlet görevlilerine de verilebileceğine ilişkin özel düzenlemeye
değinmeksizin yukarıda aktardığımız kuralı koymuştur (TMK. 134/2). Sonradan çıkarılan
genel kanun, önceki tarihli Özel Kanun’u mutlak olarak yürürlükten kaldırmış sayılamaz. Şu
halde eski Nüfus Kanunu düzenlemesinin yürürlüğe konma imkânı ve dolayısı ile: Evlendirme
Yönetmeliği’nin 7 ve 8. maddeleri, yürürlükte idi. 29 Nisan 2006 tarihinde yeni Nüfus
Hizmetleri Kanunu yürürlüğe girmiş ve Nüfus Kanunu’nu yürürlükten kaldırmıştır. Ne var ki
NHK. m. 22/2 de de “Bakanlık İçişleri Bakanlığı’nın, nüfus müdürlüklerine ve “dış
temsilcilikler”e evlendirme memurluğu görev ve yetkisini verebileceği belirtilmiştir.
Devletler Hususî Hukuku alanında yürürlükte olan: “Hukukî işlemin biçimini yerel
kanun düzenler” (Locus regit actum) ilkesine Evlendirme Yönetmeliği’nin 11. maddesinde
yer verilmiştir. Yabancı ülkenin evlendirmeye yetkili makamı önünde evlenme, Türk
mevzuatına aykırı olmamak şartı ile, -ki bu ibare ile herhalde “dînî” nikâh kasdedilmiştir-
Türkiye’de de geçerlidir. Esasen bu konudaki Türk Devletler Hususî Hukuku kuralları
(Milletlerarası Özel Hukuk); Evlendirme Yönetmeliği’nden değil MÖHUHK’dan kaynaklanır
(1982-2675 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usûl Hukuku Hakkında Kanun) MÖHUHK.
12/1, ikinci ve üçüncü cümleler: “Evlenmenin şekli yapıldığı yer Kanunu’na tabidir.
Milletlerarası sözleşmeler hükümlerine uygun olarak konsolosluklarda yapılan
evlenmeler geçerlidir” düzenlemesini içermektedir.
Yukarıda N. 24’de sözü geçen MÖHUHK yerine yeni kanun yürürlüğe girmiştir. Yeni
Kanun’un 13/2 kuralı: “evliliğin şekline yapıldığı ülke hukuku uygulanır” demektedir.
Konsolosların evlendirme yetkisi için N. 23’de sözü edilen NHK. m. 22/2’ye bakılmalıdır.
Türk konsolosları önünde yabancı ülkede akdedilen evlenme; tarafları yabancı olsa
dahi yok sayılmaz. Buna karşılık, Türkiye’deki yabancı konsoloslar sadece kendi
vatandaşlarının evlenme merasimini düzenleyebilirler. Bir Türk vatandaşı, yabancı bir
ülkede, üçüncü bir Devlet konsolosluğu’nda evlenebilir mi? Bu konunun
ayrıntılarını Milletlerarası Özel Hukuk (Devletler Özel Hukuku) Dersleri’ne bırakıyoruz.
Ancak, TBMM’nin onayladığı uluslararası anlaşma Kanun hükmünde olacağı için, böyle
bir anlaşmanın geçerli saydığı evlilikleri yok saymamak gerekir (Anayasa, m. 90). İkili
konsolosluk anlaşmalarınla Kanun hükmünde olan uluslararası ve onaylanmış anlaşma
kuralı değişmiş sayılamaz. Evliliğin butlanı sebepleri sınırlı olduğu için de; onaylı
uluslararası Anlaşma’ya uygun konsolosluk evlilikleri, Maddî Hukuk açısından topal
evlilik olarak nitelendirilemez.
Hiç değilse, daha önce evlendirme memura sıfatını haiz olup da azledilmiş veya
emekliye ayrılmış evlendirme memura’nun, hatta sahte evlendirme memurunun, evlenme
kütüğünü de eline geçirerek tescil edebildiği evliliklerin geçersizliği ileri sürülememelidir.
Azledilmiş evlendirme memura önünde evlenme adaylarının iyi niyetlerinin (hukukî
görünüşe güvenlerinin) korunması konusunda burada yapılan atıflara da bakınız- İsviçre
Hukuku’nda, İsviçre’de yabancı Devlet konsoloslarına evlendirme yetkisi tanınmadığı için,
ülkede yabancı konsoloslar önündeki evlilikler de kural olarak yok sayılmaktadır (Nichtehe,
Matrimonium non existens). Ancak, bu yargı tartışmasız değildir.
Bizde de bazı kimselerde hukukî temeli olmayan bir kanaat hakimdir: Deniz
yolculuğunda, kaptanların, evlendirme memura görevini üstlenebileceği düşünülür. Her ne
kadar yeni Medenî Kanun’da sözlü vasiyet için vasiyet eden “ülke sınırları dışında seyreden
bir ulaşım aracında bulunuyorsa, o aracın sorumlu yöneticisi; sağlık kurallarında tedavi
edilmekte ise, sağlık kurumunun en yetkili yöneticisi hakim yerine geçer” kuralına yer verilmiş
ise de (MK. 540/3) ulaşım aracının sorumlu yöneticisine “evlendirme memura” yetkisi veren
bir kural yoktur.
Kaldı ki MK. 540/3 düzenlemesi de yerinde değildir. Bu sebeple;
Hegnauer/Breitschmid, evlenmeye kaptanın resmiyet vermesi durumunda yokluk söz konusu
olacağını belirtmektedirler.
BGB 1310/2’de, aslında bizde de Kanunkoyucunun örnek alması iyi olacak şekilde,
yetkili evlendirme memuru önünde yapılmamış evlenmenin hangi durumlarda “yok”
sayılmayacağı belirtilmektedir. Bunlardan birisi, evlendirme memurunun bu sıfatı
haiz olmamasına rağmen evlenmeye alenî olarak resmiyet vermesi
ve evlenme kütüğünde de işlemesi halidir (1310/2).
Bizde ve İsviçre’de de bu durumda hukukî görünüşe güvenin korunması gerektiği kabul
edilmektedir.
İrade beyanları yetkili evlendirme memuru önünde açıklanmamış olmasına
rağmen, taraflar (eşler) evlenme iradelerini açıklamış iseler ve yetkili evlendirme memuru
da daha sonra “kütüğe” bu “yok” hükmündeki birlikteliği kaydetmiş ise, yahut müşterek
çocuğun doğum kütüğünde bu birlikteliğe “evlilik” olarak atıfta bulunulmuş ise, yahut -
şahsi hal memuru olan- evlendirme memuru, geçerli olması için evli eşler tarafından
verilmiş olması gereken bir beyanname almış ve kanunî mesnedi olan bir belge vermiş, bu
olgulardan sonra (on) yıl veya “eşlerden” birisinin ölümüne kadar en az (5) yıl birlikte
yaşamış iseler, “yok” hükmündeki görünüşteki evlilik artık geçerli evlilik sayılır.
Bizde, önceki Medenî Kanun yürürlüğe girdikten sonra, evlilik dışı çocuk sayısının
endişe verici boyutlara ulaşması üzerine, uygulamada “Af Kanunu” olarak adlandırılan süreli
kanunlar çıkarılmış, bu kanunlar ile de, kadın başkası ile resmen evli değilse, evlilik varmış
gibi birlikte yaşayanların müşterek çocukları, evlenme akdi veya hakim kararı aranmaksızın
“evlilik içi çocuk” gibi tescil edilmiştir. BGB 1310/2’yi çağrıştırır şekilde: bununla da
yetinilmemiş ve bu kez sadece ananın değil, babanın da başkası ile evli olmaması şartı
aranarak, bu şart varsa yine idari karar ile çocuğun doğumuna yol açan birlikteliğin evlilik gibi
tescil edileceği de belirtilmiştir. Yeni Medenî Kanun’dan önce başlayan: evlilik dışı çocuğun
hukukî durumunun evlilik içi çocuğa eş kılınması sürecinin bugün vardığı aşama dolayısı ile,
artık bu gibi kanunların çıkarılmasına gerek görülmeyeceğini tahmin ediyorum.
Daha önce de değindiğimiz gibi; yirmi yıldan az bir süre önce Kuzey’den başlayıp
2001’de Almanya’ya kadar inen ve Almanya’daki Tabiî Hukuk bilincini ağır ölçüde tahrip
eden akım, eşcinsel birliktelikleri düzenleyen Lebenspartnerschaftsgesetz’in çıkarılması ile
sonuçlanmıştır (2001). Schlüter’in bu kanuna atıf yapmayarak, yokluk hallerini sayarken
“tarafların aynı cinsten oluşu”nu zikretmesi ve “tahvil” (Konversion, Umdeutung, Conver-
sion, Çevirme) ihtimalinden de söz etmemesi ilgi çekicidir (Schlü- ter, BGB-
Familienrecht, § 3, N. 26).
I- Evlenme Ehliyeti
1. Hak ehliyeti:
Evlenme işlemine Hak ehliyeti açısından tabiî bir sınır, bir yaş şartı getirilmiştir. Önceki
Medenî Kanun’un ilk şeklinde İsviçre’den iktibas edilirken daha aşağıya indirilen yaş şartı, o
sıradaki Türk toplumunda epeyce yüksek görülmüş ve 1926 Medenî Kanunu oniki yıl sonra
(1938) değiştirilerek (önceki MK.88) olağan evlenme yaşı erkek için (17), kadın için (15);
olağanüstü evlenme yaşı da erkek için (15), kadın için (14)’e indirilmişti.
Yeni Medenî Kanun’da evlenme yaşı tekrar yükseltilmiş, kadın ve erkek için de farklı
evlenme yaşları düzenlenmesinden de vaz geçilmiştir. Yeni Medenî Kanun’da olağan evlenme
yaşı erkek ve kadın için aynı olmak üzere, tamamlanmış (17). yaştır.
Olağanüstü evlenme yaşı da kadın ve erkek için, tamamlanmış onaltı yaştır.
ZGB/CCS. 94’ün yeni metninde evlenme yaşı, tamamlanmış onsekiz yaştır. Olağanüstü
evlenme yaşı kaldırılmıştır. BGB ’de de olağan evlenme yaşı onsekiz olmakla birlikte, 16.
yaşın bitirilmesi ve müstakbel eşinin de ergin (eski deyimle reşit) olması halinde aile
mahkemesi izni ile evlenme akdinin yapılması imkânı tanınmıştır (BGB § 1303). Kanaatimizce
İsviçre örneğinin izlenmeyerek “olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple” (TMK.
124/2) evlenme izninin onaltı yaşını doldurmuş bir kimseye verilmesi yerindedir.
“Olağanüstü durum ve pek önemli bir sebep”in varlığını hakim takdir edecektir
(TMK. 124/2, MK. 4). Küçük velayet altında ise ana ve babanın, vesayet altında ise vasinin
muvafakati (oluru) artık bu gibi “olağanüstü durum ve pek önemli sebep” durumunda
aranmayıp (bkz. ve karşılaştırınız: TMK. 126 ve MK. 154) ana-baba ve vasi sadece “dinlenir”.
ZGB’nin (İMK) eski şeklinde (ZGB/CCS. 96/2), onsekiz yaşın tamamlanmış olması
halinde -olağan evlenme yaşı kadın için 18, erkek için 20 idi- “ebeveyn”in (ana ve baba)
muvafakati aranırdı.
Vasinin de muvafakati aranmakta idi. Bizde ise “karardan önce ana baba veya vasinin
dinlenmesi şarttır” denmekte idi (Önceki MK. 124/son). Yeni MK. 124’de (son cümle)
“olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir” denmektedir.
Hak ehliyeti yokluğu; başlıbaşına bir “butlan” sebebi yapılmamıştır. İleride butlan
sebeplerini göreceğiz. Burada şunu belirtelim: Evlenmede yaş şartına uyulmamış ve
evlendirme memuru önünde -buna rağmen- evlenilebilmiş ise, butlan sebepleri sınırlı sayı
ilkesine (numerus clausus) uygun olarak belirtilmiş olduğu için, yaş şartına uyulmamış olması
halinde, mutlak veya nisbî butlan sebeplerinden birisine uyan bir durum bulunup bulunmadığı
araştırılmalıdır. Hangi mutlak butlan sebebi söz konusu olabilir? Yaş küçüklüğü ayırd etme
gücü (temyiz kudreti) yokluğunu da gösteriyorsa, meselâ eşlerden birisi (9) veya (10) yaşında
ise, sürekli olarak ayırd etme gücü yoksunluğu dolayısı ile mutlak butlan söz konusu olacaktır.
Bilindiği gibi, bizde ayırd etme gücüne sahip sayılmak için bir “yaş” sınırı karine olarak kabul
edilmiş değildir. Ayırd etme gücü; her somut olayda yapılan işlem ve somut olayın özellikleri
göz önünde tutularak araştırılmalıdır. Genel olarak diyebiliriz ki, büluğ çağma ermiş olmak,
evlenme işlemi söz konusu olduğunda, ayırd etme gücünün varlığından söz edilebilmek için en
alt sınır olarak aranmalıdır. Ne var ki özellikle kız çocuklarda büluğ çağı daha erken bir yaşta
başlamış olsa bile, ayırd etme gücünün varlığının kabul edilmesine elverişli yaş büluğ çağının
üzerinde olmalıdır. Eski olağanüstü evlenme yaşı olan erkekler için (15) ve kızlar için (14) yaş,
ayırd etme gücünün kabulü için alt sınır olarak kabul edilebilirdi. Bugün de belki diyebiliriz
ki; olağanüstü evlenme yaşı ayırd etme gücünün kabulü için en küçük yaş olarak kabul edilmesi
uygun olacaktır. Ancak, bu takdirde, meselâ (15) yaşını bitirip de (16) yaşını henüz
tamamlamamış olan eş, ayırd etme gücünden yoksunluktan kurtulmuş olarak diğer eşe karşı
butlan davası açabilecek midir (TMK. 147/2’ye bakınız). Bu sonucu uygun görmüyorsak,
tekrar “ayırd etme gücünün varlığı” karinesi için her somut olayda ilgilinin büluğa (cinsî
olgunluğa) erişmiş olması mı belirleyici olmalıdır? Yoksa “ergin kılınma” (eski deyimle:
kazaî rüşd) (TMK. 12) ve vasiyet ehliyeti yaşı olan (15) yaşın doldurulmasını ayırd etme gücü
karinesinin varlığı için alt sınır olmalıdır? Kanaatimizce kadın ve erkek eş için ortak bir yaş
sınırı olarak en uygunu (15) yaşın tamamlanmasıdır. Fakat ayırd etme gücünün varlığı
araştmlmasında hakimin takdir yetkisinin böyle bir alt sınır ile kayıtlanabilmesi için, bu konuda
bir kanun kuralı olması gerekecektir.
Küçükler olağan evlenme yaşı olan (17) yaşlarını tamamlamış olsalar bile “yasal
temsilci”lerinin izni olmadan evlenemezler (TMK. 126).
Şu halde mutlak butlan sebebi olan “ayırd etme gücü” yokluğu; yaş şartına (Hak ehliyeti
sınırı) riayet edilmemiş olan bir somut olayda tesbit edilemese, ayırd etme gücü var sayılsa
dahi, küçüğün yasal temsilcisinin izninin bulunmaması dolayısı ile yasal temsilci nisbî butlan
davası açabilecektir (TMK. 153). TMK. 153/2’de belirtilen hallerde nisbî butlan davası açma
hakkı düşmüş ise, artık hak ehliyeti sınırı olan yaş şartına riayet edilmemiş olan bu evlilik için
söz konusu olabilecek bir yaptırım yoktur.
Hak ehliyetinin bir diğer sınırı sayılması gereken “akıl hastalığı”nı, evlenme
engellerinde ele alacağız.
2. Fiil ehliyeti
Fiil ehliyeti açısından; ister sınırlı, ister tam ehliyetli bir kimse söz konusu olsun,
“ehliyetli” diyorsak, daha açık bir deyişle: bu kimse ayırd edebilen, ergin ve kısıtlı da olmayan
bir kimse ise, yasal danışmanı olsun olmasın, evlenme ehliyetine sahiptir. Yasal danışmanın
görüşü (oluru) alınmak gereken konular MK. 429’da belirtilmiştir. Bunlar arasında evlenme
işlemi yoktur. Şu halde ehliyetli olan bir kimse, sınırlı ehliyetli olsa dahi evlenme konusunda
fiil ehliyeti sınırlanmış değildir.
Tam ehliyetsiz olan “ayırd edemez” durumda olanların evlenme konusunda fiil
ehliyetleri yoktur (TMK. 125). Ne var ki Borçlar Hukuku alanından farklı olarak burada ayırd
etme gücü yoksunluğunun sürekli veya geçici olması; yaptırımın mutlak butlan veya nisbî
butlan olmasına yol açar. Oysa Borçlar Hukuku alanında bu ayrım yapılmaz ve ayırd etme gücü
yoksunluğunun sonucu, yaptırımı “butlan” olur. Bu butlan da mahkeme ilâmı gerekmeksizin
kendiliğinden ve işlemin yapılmasından itibaren ortaya çıkar. Evlenme işleminde bir mutlak
butlan veya nisbî butlan sebebi varsa, bu butlan ancak hakim kararı ile, kesinleşen mahkeme
ilâmı ile ortaya çıkmış olur. İleride evlenmede mutlak ve nisbî butlan sebeplerini ve yaptırımın
özelliklerini ayrıca ele alacağız.
Mahdut (sınırlı) ehliyetsizlerin, ayırd etme gücü olan küçük veya kısıtlının evlenme fiil
ehliyeti açısından durumuna gelince: bu kimseler yasal temsilcinin izni olmadıkça
evlenemezler (TMK. 126, TMK. 127).
Küçüğün yasal temsilcileri kural olarak velileri, ana ve babasıdır. Yeni MK. 126.
metninde “ana ve baba”nın değil “yasal temsilci”nin rızasından (izninden) söz edilmektedir.
Böyle olunca da önceki TMK. 90’da yer alan: “...ana ve babadan yalnız biri velayeti haiz
ise onun rızası kâfidir” cümlesine yeni Medenî Kanun’da yer verilmemiştir.
İsviçre Medenî Kanunu’nda artık erginlik yaşı ile evlenme yaşı birleştiği için (18)
yasal temsilcinin rızasının aranmasına gerek kalmamıştır.
Yasal temsilci evlenmeye -haklı bir sebep olmaksızın- izin vermiyorsa, küçük veya
kısıtlı evlenme konusundaki kişilik işlemi hakkının korunması için tek başına mahkemeye
başvurma ve aile mahkemesinden evlenme izni talep etme imkânına sahiptir (TMK. 128).
İsviçre Medenî Kanunu’nda bu imkân -küçüğe evlenme hak ehliyeti tanınmadığı
için- sadece kısıtlıya tanınmaktadır (ZGB/ CCS. 94/son).
(Yaş şartı)
1) Olağan: 17.yaşın tamamlanması Ehliyetliler Ehliyetsizler
2) Olağanüstü: 16. yaşın tamamlanması (sınırlı ve tam)
(+)
Tam Sınırlı
ehliyetsiz ehliyetsiz
(-) (Ayırd edebilen
Butlan hakim küçük ve kısıtlı)
hükmüyle Yasal temsilci
ortaya çıkar. izin vermiş
olmalıdır.
1. Genel Açıklama
Evlenme işlemi açısından hak ve fiil ehliyeti şartlarını inceledikten sonra, evlenme
engelleri bahsine geçiyoruz. “Evlenme engelleri”nden amaç, ehliyet şartının bulunmasına
rağmen, evlenmenin yapılmasını engelleyen olgulardır. Kanun bu olgulara iki tür yaptırım
bağlamıştır. Bazı evlenme engelleri; evlenmenin yapılmasını engellediği, evlendirme
memuruna bu gibi evlenmelere resmiyet vermemesini bir yasaklayıcı kanun kuralının emretmiş
olduğu gibi, evlendirme memuru bu olguları gözden kaçırarak resmiyet verse bile butlan davası
yaptırımının devreye girebileceği engellerdir. Bunlara “kesin evlenme engelleri” denir. Bir
kısmı ise sadece evlendirme memurunun evlenmeye resmiyet vermeyi reddetmesi sonucunu
doğurur. Evlendirme memuru resmiyet verdiği takdirde artık butlan yaptırımı söz konusu
olmaz. Bunlar da kesin olmayan evlenme engelleridir. Kesin olmayan evlenme engellerine
evlenmenin -esaslı olmayan- usûl ve şekil şartlarını da dahil edebiliriz.
Evlenme Engelleri
Yeniden evlenmek isteyen kimse, önceki evliliğin sona ermiş olduğunu kanıtlayarak
evlenebilir (TMK. 130). Nüfus kayıtlarında ölüm veya boşanma ilâmına ilişkin kayıt
görünmüyorsa evlendirme memuru evlendirmeyi yapmaz (yapmamalıdır). Yaparsa ve
gerçekten de önceki evlilik devam etmekte ise, ikinci evlilik mutlak butlan davası ile sona
erdirilebilir. ^
İslâm’da “tek karılılık ilkesi” (monogami) vardır. Çok karılılık uygulamasına
ancak olağanüstü şartlarda, gözeticisiz kalmış, eşi ölmüş dul kadınlara onurlarını
kırmaksızın sosyal güvence sağlama amacı ile, sadece dul kadın almak üzere cevaz
verilmektedir.
Maalesef Kur’an-ı Kerîm, Nisâ, 4/3 amacına ve sözüne tamamen aykırı olarak
yorumlanmaktadır.
Gaipliğine karar verilen kimsenin esinin evlenebilmesi için mahkeme evliliğin feshine
hükmetmiş olmalıdır (TMK. 131). Gaiplik başvurusu ile birlikte veya daha sonra açılacak bir
dava ile evliliğin gaiplik dolayısı ile feshi istenebilir (TMK. 131/2).
Yeni TMK. 131 düzenlemesi ile önceki Medenî Kanun’un 1988 önceki düzenlemesine
(önceki MK. 94) dönülmüş olmaktadır. Şu halde sicile ölü kaydı düşürülmüş ise, öldüğü
sanılan kimse çıkagelirse, eşinin evliliği butlan yaptırımına maruz kalacak, buna karşılık
gaiplik halinde, evlilik feshedilmedikçe butlan yaptırımı yine söz konusu olup, buna karşılık
feshedilmiş bulunuyorsa çıkagelen gaibin eşinin evliliği bâtıl sayılmayacaktır.
Çıkagelme durumunda
eşin evliliğinin “âkıbeti”
Kan hısımlığı
Batı’da bu alandaki gelişme hayret ve esef vericidir: “Tabu” olmayıp Tabiî Hukuk’tan
kaynaklanan: amca, dayı, hala, teyze ile ve kayınvalide ve kayın peder ile evlenme yasağı
kaldırılırken, Tabiî Hukuk’ta olmayan: evlatlık sözleşmesine dayanan yasaklar getirilmiştir
(BGB § 1307/2 ve ZGB/CCS. 95/1). Bizde de, yeni Medenî Kanun’da “Hısımlık” kavramı
altında sadece “kan ve kayın hısımlığı” düzenlendiği halde; evlenme yasağı konusunda durum
değişmektedir. İsviçre’de hiç değilse kanun şeklen bu aykırı düzenlemeye uydurulmuş,
TMK.17’yi karşılayan ZGB/CCS. 20. maddedeki “kan hısımlığı” yerine sadece “hısımlık”
terimi konmuştur. Bizde, TMK. 17’de “kan hısımlığı” denerek kan hısmı olmayan evlatlık
dışarıda bırakılırken, evlenme yasağına ilişkin 129. maddede “hısımlık”tan söz edilerek bu üst
başlık altında evlat edinmeden doğan evlenme yasaklarına da yer verilmektedir. Oysa önceki
Medenî Kanun’da ve İsviçre Medenî Kanunu’nun önceki şeklinde çok daha makul ve Tabiî
Hukuk’a uygun olarak: “Evlatlık ile evlat edinen ve bunlardan birisi ile diğerinin eşi
arasında” evlenme engeli belirtilmekte, ne var ki bu engel butlana yol açacak kesin bir
evlenme engeli olarak düzenlenmemekte idi. Önceki Medenî Kanun’un 121. maddesinde: evlat
edinmeden doğan evlenme engellerinin var olmasına rağmen evlenme yapılmış ise,
evlenmenin iptaline gidilemeyeceği, sadece: evlenme yapılmış ise, evlatlık ilişkisinin “hükmü
kalmayacağı” belirtilmekte idi. Bu maddeye kaynak olan ZGB/CCS. 129’da aynı düzenlemeyi
içermekte idi.
Bu düzenleme çok daha mantıki ve ihtiyaçlara uygundur: Evlatlık ile evlat edinen
arasında kan hısımlığı yok idiyse esasen bunların evlenmelerindeki ahlaka aykırılığın
temelinde bir “biyolojik endişe” yoktur. Buradaki ahlaka aykırılığın temeli; topluma baba- kız,
ana-oğul gibi bir ilişki kurduklarını ilân eden kimselerin, bu ilişkinin devam ettiğini ileri
sürmekle birlikte, bu ilişkiye rağmen, baba ile kızın, ana ile oğulun veya baba ile gelininin, ana
ile damadının evlendiği görünümünü de vermeleridir. Şu halde ahlâka aykırılık, “kan
hısımlığına rağmen evlenme” değil, “sözleşmedeki zımnî evlenmeme yükümüne rağmen
evlenme” olgusundan kaynaklanmaktadır. Evlenme ile, evlat edinme sözleşmesinin işlem
temeli çökmüştür. Medenî Kanun da bu tesbiti yaparak: buradaki kesin olmayan evlenme
engeline uymamanın sonucunun, işlem temeli çökmüş olan evlat edinme sözleşmesinin
hükümden düştüğünü ilân etmekte idi.
Oysa bugünkü düzenleme; evlat edinme sözleşmesi var olmasaydı ahlâka
aykırılığından, yasaklığından söz edilemeyecek olan evlenmeyi mutlak butlan yaptırımına
maruz bırakmakta, buna karşılık, “canlı”yı öldürürken, işlem temeli çöken ve dolayısı ile “ölü”
olan evlat edinme ilişkisini diriltmeye kalkışmaktadır. Tabiî Hukuk’a aykırı bütün
düzenlemelerde olduğu gibi, doğru ve temel, evrensel ahlak kurallarının yerine yapay ve sanal
bir ahlak ikame etmeye çalışan bu girişimin sonucunun da hüsran olması kaçınılmazdır. Çünkü
sonuçta insanlar ahlaksızlığa sevkedilmekte, evlenmek isteyen evlat edinen ve evlatlık; evlatlık
ilişkisine son vererek evlenecekleri yerde, evlenmelerinin butlan yaptırımına maruz kalacağım
düşünerek, asü bu durumda ahlaksızlığa itilmektedirler: Baba-kız, ana-oğul görünüşünü
ortadan kaldıramayıp bu görünüşe rağmen de evli gibi birlikte yaşama olgusunu sürdürmeyi
tercih edeceklerdir.
Üstelik yeni Medenî Kanun, önceki Medenî Kanun’daki “kesin olmayan evlenme
engeli”nin kapsamını genişleterek, kesin evlenme engeli haline getirmiştir. Önceki Medenî
Kanun’da evlatlık ve evlat edinenin altsoyları zikredilmiyordu. Yeni Medenî Kanun’da ise,
kesin evlenme yasağı şu şekilde ifade edilmektedir: “Evlat edinen ile evlatlığın veya
bunlardan biri ile diğerinin altsoyu ve eşi arasında” evlenme yasaktır (TMK. 129/b. 3),
(ZGB/CCS. 95/1).
c) Akıl hastalığı:
Önceki MK. 89/2’de: “Akıl hastalıklarından birine mübtelâ olan kimse asla
evlenemez” kuralı yer almaktaydı.
ZGB/CCS. 97’deki kural da bir hak ehliyeti sınırı olarak şu kuralı koymakta idi:
Akıl hastaları her halde evlenme ehliyetinden yoksundurlar (Geisteskranke sind in
keinem Falle ehefâhig). Fransızca metin: Akıl hastalığına maruz kimseler mutlak olarak
evlenme akdetme ehliyetinden yoksundurlar (Les personnes atteintes de maladies
mentales sont absolument incapables de contracter mariage).
Akıl hastalıkları gelecek nesillere de kalıtım yolu ile aktarılacağı ve birçok durumda da
diğer eşi tehlikeye maruz bırakacağı için, bu hak ehliyeti sınırının ve kesin evlenme engelinin
bir gerekçesi vardı. Bugün, İsviçre Medenî Kanunu’nda temyiz kudreti (ayırd etme gücü)
yoksunluğu butlan sebebinden bağımsız olarak -hak ehliyetinin eşitlik ve genellik ilkesine
aykırı görülen- bu evlenme engeli yer almamaktadır. Bizde de kesin ve mutlak ifade
yumuşatılmış, yeni MK. 133’de şöyle bir kurala yer verilmiştir: Akıl hastaları,
evlenmelerinde tıbbî bir sakınca bulunmadığı resmî sağlık kurulu raporuyla
anlaşılmadıkça, evlenemezler.
Bu maddeye yer verilmesi, kuralın kanundan çıkarılmasından daha iyidir. Ancak,
“resmî sağlık kurulu raporu”nun sadece bir “formalite gereği” olarak görülmeyip ciddî ve
güvenilir bir muayeneden sonra verilmesi zorunludur. Diğer eş için tehlike doğurmasa bile,
akıl hastalığının gelecek nesillere intikal etmesi özelliğinin de “tıbbî sakınca” sayılması
halinde, “gelecek nesillere intikal etmeyecek akıl hastalığı var mıdır?” sorusu, bu konuda
uzman olmayanların aklına gelebilecek bir sorudur. Bu evlenme engeli üzerinde
düşünülmelidir.
Evlenme; sıfatı haiz evlendirme memuru önünde gerçekleşmiş ise bu esaslı sayılmayan
usûl ve şekil şartlarına uyulmamış olması; evlenmenin butlanına yol açmaz. Şu halde bunları
da kesin olmayan evlenme engeli sayabiliriz.
§ 5. Evlenme Başvurusu, Evlenme İzni Belgesi, Evlenme Töreni
I- Genel Açıklama
Yukarıda, § 4 sonunda belirtildiği üzere; evlendirme memuru sıfatını haiz bir kimse,
evlenmeye resmiyet vermiş ise, evlenme izni belgesi alınması ve sonra törenin yapılması için
gerekli usulî ve şeklî şartların yerine getirilmemesi butlan sebebi değildir.
Başvuru yazılı veya sözlü yapılabilir (TMK. 135). Demek oluyor ki özel bir şekil şartına
bağlı değildir.
Bu başvuru ile, nüfus cüzdanı ve nüfus kayıt örneği, önceki evliliğinin (varsa) sona erdiğini
gösteren belge, küçük veya kısıtlı ise yasal temsilcinin imzası onaylanmış yazılı izin belgesi,
sağlık raporu evlendirme memurluğuna verilir. Bu ‘sağlık raporu’ kapsamına “akıl hastası
olmadığını veya evlenmesinde tıbbi sakınca bulunmadığını” belgeleyen bir resmî sağlık
kurulu raporu da girer mi? Evlendirme memuru, belgelerden veya belgeler dışından
kaynaklanan bir tereddüt ile, resmî sağlık kurulu raporunun getirilmesini ve belgelere
eklenmesini isteyebilmelidir (TMK. 137). Ancak, herkesten başlangıçta resmî sağlık kumlu
raporu ile; evlenmeye engel bir akıl hastalığı bulunmadığını belgelemesi istenmemelidir.
2. Başvurunun Reddi
Evlenme ehliyeti bulunmadığı veya evlenmeye kesin veya kesin olmayan bir engel
bulunduğu gerekçesi ile evlenme başvurusu reddedilebilir. Bu red evleneceklere yazılı olarak
vakit geçirmeksizin bildirilin (TMK. 137).
3. Redde İtiraz
Evlenme adaylarından (nişanlılar) her biri -veya Kanunda belirtilmemiş olsa bile her
ikisi birlikte- oturdukları yer aile mahkemesine veya ayrı yerlerde oturuyor iseler iki
mahkemeden birine başvurarak “itiraz” edebilirler (TMK. 138/1, c. 1). Bu itiraz; belgeler
üzerinde incelenip kesin karara bağlanır (TMK. 138/1, c. 2).
Ancak, mutlak butlan sebeplerinden birisi bulunduğu gerekçesi ile red kararı verilmiş
ise evrak üzerinde inceleme sonucunda değil, basit yargılama usulüyle karar verilir. TMK.
138’in ilk metninde, mutlak butlan sebeplerinden birisi varsa, Cumhuriyet Savcısının da hazır
bulunması gerekiyordu. 31.03.2011 tarihli ve 6217 S. K. ile Cumhuriyet Savcısının hazır
bulunması gereği artık kaldırılmıştır.
Bu karar ile izin belgesi verilmesi ve evlenmenin yapılması; mutlak butlan sebebi var
idiyse, evlenmenin yapılmasından sonra mutlak butlan davası açılmasını engellemez. Özel
durumlarda, itiraz etmiş ve izin belgesi almış olan eşin açtığı butlan davası hakkın kötüye
kullanılması sebebiyle reddedilebilecek midir? Kanaatimizce bu husus “yan sonuçlar”a ilişkin
olarak verilen hükümde değerlendirilmeli, kural olarak butlan davasını ikame etme hakkını
etkilememelidir.
4. İzin Belgesi
Başvurulan evlendirme memurluğunda evlenilecek ise, “izin belgesi”ne de gerek
yoktur. Nişanlılara evlenme gün ve saati bildirilir.
İzin belgesi isterlerse, verildiği tarihten başlayarak altı ay içinde, evleneceklere
herhangi bir evlendirme memuru önünde evlenebilme hakkı sağlayan “evlenme izni belgesi”
verilir (MK. 139/2).
Evlenme izin belgesinin tarihi üzerinden altı aylık süre geçmiş ise, başvurulan
evlendirme memuru evlendirmeyi yapmamalıdır. Fakat bu engel de kesin olmayan bir evlenme
engelidir. MK. 140; evlendirme memuruna hitap eden bir “düzen kuralı” getirmekte, yoksa
maddî hukuka ilişkin bir yaptırım getirmemektedir. Altı ay geçmiş olmasına rağmen evlenme
yapılmış ise, bu düzen kuralının ihlâl edilmiş olması gerekçesi ile evlenmenin butlanına
hükmedilemez.
5. “Evlenmenin Önlenmesi” Davası Açılabilir mi?
Önceki Medenî Kanun’da, evlendirmeyi red kararına karşı mahkemeye itiraz imkânı
düzenlenmemiş idi (bkz: Hatemi, Aile Hukuku, 1999, § 4, N. 53, s. 44). Yeni Medenî Kanun’da
düzenlenen itiraz imkânını yukarıda inceledik. Buna karşılık; önceki Medenî Kanun’da
düzenlenen “Evlenmeye itiraz davası”na da yeni Medenî Kanun’da yer verilmemiştir (Önceki
MK. 100-104). Şu halde Evlendirme Yönetmeliği’nin “Evlenmeye itiraz” maddelerinin artık
kanuni dayanağı kalmamıştır. Evlendirme Memurluğu’na evlenme engelleri bildirilebilir. Buna
rağmen izin belgesi verilmiş veya evlenmeye resmiyet verilmesi kabul edilerek gün verilmiş
ise, evlenmeye itiraz davası açılmamalıdır. Daha sonra, mutlak butlan veya nisbî butlan
sebeplerinden birisi varsa, sıfatı olanlar dava açabilirler.
Evlenme, nişanlıların olumlu sözlü beyanları ile oluşur (TMK. 15 142/C. 2). Bundan
sonra, memurun açıklaması; kurucu etkisi olan bir beyan değildir (TMK. 142/son cümle).
Evlenme töreninde “ayırt etme gücüne sahip iki ergin tanık” da hazır bulunmalıdır.
Ancak, tanıkların bu niteliklere sahip olmaması, tek tanık bulunması veya hiç tanık olmaması,
ileride butlana yol açacak bir eksiklik değildir. Dolayısı ile de geniş anlamda kesin olmayan
bir evlenme engeli sayılabilir.
§ 6. Evlenmenin Geçersizliği
I- Genel Açıklama
(1)
Evlenme akdinin geçersizliği
(Geçersizlik türleri)
Butlan hükmü; özellikle çocukların soybağı durumu bakımından geçmişe etkili olmaz.
Evlenmenin yapıldığı tarihten itibaren değil, butlan ilâmının kesinleşmesi tarihinden itibaren
hüküm doğurur. Ancak, sağ kalan eş, eşinin ölümünden sonra butlanına hükmedilen evliliğinde
butlan sebebi olduğunu bilmiyorsa ve bilecek durumda değilse, butlan ilâmı mirasçılık
bakımından da geçmişe etkili olmaz. Kötü niyetli ise sonradan verilen butlan ilâmı ölüm anına
kadar geriye yürür ve mirasçılığa engel olur (TMK. 159/son).
Evlenme dolayısı ile ergin olan eş, bu evliliğin butlanına hükmedilmesi halinde, ergin
sayılmamalı mıdır?
Kanaatimizce varılan sonuç şu olmalıdır: aa) İyi niyetli olmasa bile; evlenme ile ergin
olan eşin üçüncü kişilerle butlan ilâmından önce yaptığı işlemler geçerli sayılmalıdır. Ancak
üçüncü kişinin butlan sebebini bildiği veya bilmesi gerektiği durumlarda, hukukî görünüşe
korunmaya değer güveni söz konusu olmadığı için durum değişmelidir, bb) Ancak; butlan
ilâmının kesinleşmesi ile, bu evlenmeyle erginliğini kazanan eş iyi niyetli ise erginliği devam
etmeli, değil ise erginliği de artık ortadan kalkmalıdır.
a) Butlan davasının, sona ermiş bir evlilik için ikame edilmesi (TMK. 147/1):
Sona ermiş evlilikte savcının dava açma hakkı ortadan kalkar. Sona ermemiş bir evlilik
için butlan davasını savcı açmış, fakat bu davanın sonuçlanmasından önce evlilik ölüm veya
boşanma gibi bir sebeple sona ermiş ise, yine artık savcının açtığı davaya devam edilmemeli,
ancak, mesela evlilik boşanma ile sona ermeyip ölüm ile sona ermiş ise, miras menfaati olan
ilgililerin dava açma hakkı devam etmeli, savcının açtığı davaya müdahil olmuş iseler davayı
sürdürebilmelidirler. Evlilik boşanma ile sona ermiş ise davada menfaat bulunduğunu ileri
sürmek kolay değildir. Ancak, somut olayda butlan davasına devamda veya dava açılmasında
bir menfaat bulunuyorsa ilgililerin dava açma hakkının devam ettiği kabul edilmelidir.
Burada “ilgili” (TMK. 147/1) kavramı dar yorumlanmamalı, butlan kararının
alınmasında “miras menfaati” değil, manevi menfaati bulunan kimsenin de davası kabul
edilmelidir. Maalesef bu konuda gerekli titizlik gösterilmemektedir.
Burada da TMK. 147/2’ye bakılırsa aynı sonuca varılmaktadır: Mutlak butlan davası,
sadece “iyileşen eş”in açacağı bir nisbî butlan davasına dönüşmüştür. Böylece, nisbî butlan
sebeplerine, bu durumda bir sebep daha eklenmiştir!
Oysa, kuralın bu şekilde düzenlenmesinin makul bir gerekçesi yoktur. Bu akıl
hastalığının sürekli olarak temyiz kudretini ortadan kaldıran bir akıl hastalığı olduğu, bu
özellikte olmayan akıl hastalıklarının evlenmeye de engel olmayacağı düşünülüyorsa, bu
takdirde İsviçre’de yapıldığı gibi akıl hastalığı evlenme engelinin artık kanundan tamamen
çıkarılması gerekirdi. Böyle değil de evlenmeye engel akıl hastalığının ayırdetme gücünü
sürekli olarak ortadan kaldıran bir akıl hastalığı olmayabileceği de kabul ediliyorsa, bu takdirde
de, esasen evlenen akıl hastası ayırdetme gücünü kazandıktan sonra niçin TMK. 148 ve TMK.
152 gereğince hak düşürücü süre içinde dava açmamıştır? “Evlenme sırasında ayırdetme
gücüne sahip idiyse MK. 148’den yararlanamazdı” cevabı verilebilir. Bu takdirde de,
“iyileşme” halinde ona dava açma hakkı tanınmış olmasına anlam vermek yine güçleşir.
İyileşmesi halinde, ayırdetme gücünü haiz olarak evlendiği eşe karşı dava açma imkânını
vermekle ödüllendirilmesinin anlamı nedir?
Şu halde “akıl hastalığının iyileşmesi halinde mutlak butlan davası ortadan kalkar”
denmesi daha doğru olmaz mıydı?
Kanaatimizce yapılması gereken de budur. Böyle bir kural getirilirse, TMK. 147/2
kuralı sadece ayırdetme gücünden sürekli yoksun akıl hastaları için, ayırdetme gücü
yoksunluğu halinin kapsamında uygulanacaktır. “Akıl hastalığının iyileşmesi” hali de
TMK.147/2’de bırakılacak ise, bu takdirde de “evlenme sırasında ayırdetme gücünün geçici
yoksunluğuna yol açmış olup da sonradan dava açmayı da engelleyen akıl hastalığının
iyileşmesi halinde” ibaresinin, kanundaki ibarenin yerini alması gerekir.
Örnek: Macit Bey (M), birinci eşi (B) Berin Hanım’la evli iken Semra Hanım (S)’dan
bu evliliği gizlemeye ve onunla da evlenmeye muvaffak olmuştur. Bu evlilikten bir ay sonra
da bir kazada ölmüştür.
Görüş şudur: Butlanın sonuçları bahsinde yukarıda gördüğümüz gibi, (S)’nin miras
menfaati esasen korunacaktır. İyi niyetli olduğuna göre, o da eş sıfatı ile, (M)’den miras
alacaktır. (M) değil (B) ölmüş olsa idi, (M) ile (S)’nin evlilikleri de sürecek idi, çünkü (S) iyi
niyetlidir. Fakat hadisemizde (M) öldüğüne göre bu kez (B)’nin, bu evliliği iptal ettirmedeki
manevi menfaati kabul edilmeli ve MK. 147/1 gereğince ona bu evliliğin butlanı için dava
açma hakkı tanınmalıdır.
Birinci evlilik boşanma ile son bulmuş, bu arada davacı eş evlenmiş, ardından davalı eş
yargılamanın iadesi ile boşanma ilâmını kaldırmış ise, ikinci evliliğin butlanına “mevcut
evlilik, önceki evlilik, mükerrer evlenme” (üstüste evlenme, Doppelehe) gerekçesi ile
gidilebilecek midir? Bu gibi durumlarda, birinci evlilik sonra dan son bulmamış, aksine:
mahkeme kararı ile son bulmuş iken, yargılamanın iadesi sonucunda verilen ilâm ile tekrar
ortaya çıkmıştır. Kanaatimizce, ikinci eş iyi niyetli ise, bu durumda birinci evlilik son bulmuş
sayılmalı, kötü niyetli ise, kendisine karşı da mutlak butlan sebebi ileri sürülebilmelidir.
a) Genel açıklama
Borçlar Hukuku alanında, ayırdetme gücünün geçici veya sürekli sebeple yokluğu,
yapılan işlemin karşılaşacağı yaptırım bakımından fark doğurmaz. İster geçici, ister sürekli
sebeple ayırdetme gücü yokluğu söz konusu olsun, ayırdetme gücü olmayan tam ehliyetsizdir
ve yaptığı işlem de bâtıldır. Medenî Hukuka Giriş derslerinden de bildiğimiz gibi bu butlan
(kesin hükümsüzlük) kendiliğinden ve işlemin yapıldığı andan itibaren (ipso jure ve ab initio)
ortaya çıkar, bir süre geçmekle düzelmez, icazet ile düzelmez, hakimin görevinden ötürü
(re’sen) nazara alacağı bir “itiraz” oluşturan Hakim işlemin bâtıl olduğunu “tesbit” eder, yoksa
bozucu yenilik doğuran bir ilâm ile butlan ortaya çıkmaz. Tam ehliyetsizlik (geçici veya sürekli
ayırdetme gücü yoksunluğu) (MK. 15), kanuna ve ahlâka aykırılık (TBK. 27), geçerlik şekline
uymama (TBK. 12) hallerinde bu yaptırım söz konusu olur. Oysa Aile Hukuku alanında
görüyoruz ki: mutlak butlan ve nisbî butlan terimleri kullanılmakta ve her iki yaptırımda da
butlan ancak bozucu yenilik doğuran ilâm ile ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, ayırdetme gücünün
yoksunluğu geçici ise nisbî butlan, sürekli ise mutlak butlan söz konusu olmaktadır.
Evlenmede
yanılma nisbî butlan sebebi
İç irade-beyan İç iradenin
uyuşmazlığı oluşumunda
bozukluk
İşlemin Evlendiği Kişide değil
niteliğinde kişinin kişisel niteliklerde
yanılma kimliğinde yanılma
TMK. 149/1 yanılma (TMK. 149/b. 2)
Fizik=maddî Kimlikte
kişide yanılma (Hüviyet)
(TMK. 149/b.1, yanılma
c’nin ikinci bölümü) (MK. 149/b.1,son)
aaa) İşlemde yanılma: “Başka bir işlem yaptığını veya mesela çevrilen bir filmde rol
aldığını sanırken evlenmiş olma” gibi (TMK. 149/1).
bbb) Kişide yanılma: Bu da iki şekilde olabilir: Maddî şahısta yanılma, mesela ikiz
kardeşlerden (A) ile nişanlı olan (C)’nin, evlenme töreni sırasında diğer ikiz kardeş (B) ile
evlendiğinin farkında olmaması gibi, ikinci tür kişide yanılma ise, evlendiği kişiyi, benzerlik
veya ad benzerliği dolayısı ile bir başka ve belirli kimlikli biri ile karıştırarak evlenmektir.
Evlenme işlemi de tabiatiyle sözleşmenin diğer tarafının kişiliğinin önemli olduğu bir işlemdir.
Bu sebeple, kişide yanılma, evlenmenin iptali için dava açma hakkı verir.
ccc) Kişisel nitelikte (şahsî vasıfta) yanılma: TMK. 149/2’de belirtildiği üzere, bir eş,
“eşinde bulunmaması, onunla birlikte yaşamayı kendisi için çekilmez bir duruma
sokacak derecede önemli bir nitelikte yanılarak evlenmiş ise” bu da nisbî butlan sebebidir.
Burada “beyan hatası” yoktur, evlenmeyi ve diğer eşle evlenmeyi istemiş ve bu yönde beyanda
bulunmuştur, ne var ki iç iradesi diğer eşte -var olmaması birlikte yaşamayı çekilmez kılacak-
bir niteliğin var olduğunu sandığı için evlenme yönünde oluşmuştur. Şahsî vasıfta (kişisel
nitelikte) hata dolayısı ile nisbî butlan davası açılabilmesi için, karşı tarafta var olmadığı
anlaşılan vasfın (niteliğin) yokluğunun, evlilik birliğini çekilmez kılmış olması ve nesnel bakış
açısından da evlilik birliğine katlanmanın beklenemez olması gerekir. Önemsiz nitelik
eksiklikleri, evlilik birliğini “çekilmez ve katlanması beklenemez” kılmış değilse, nisbî butlan
davası reddedilir.
Bazı Batı kaynaklarında ileri sürülen: “bâkirelik niteliğinin bugün artık önemini
yitirmiş olduğu görüşü” Türk Hukuk uygulamasında kabul edilemez. Ancak, öznel
(sübjektif) açıdan, bu niteliğin ortak hayatı çekilmez kılmadığı tesbit edilirse, butlana
hükmedilmez. Buna karşılık; sübjektif açıdan bâkirelik önem taşıyorsa, “katlanması
beklenemezlik” nesnel şartının gerçekleşmediği ve dava açan eşin bu duruma katlanması
gerektiği de söylenemez.
Önem taşıyan vasıflar; bedenî biyolojik, ruhî vasıflar olabileceği gibi, eğitim durumuna
ve mesleğe ilişkin vasıflar da olabilir. Yeter ki objektif ve sübjektif bakımdan önemli olsunlar.
İsviçre Medenî Kanunu’nun yeni metninde artık “kişisel nitelikte hata”ya butlan
sebebi olarak yer verilmemekte, dolayısı ile: bu sebeple evliliğe son vermek isteyen bir eşin
nisbî butlan davası değil, boşanma davası açması gerektiği düşünülmektedir (ZGB/ CCS.
107/b. 2). Kişisel nitelik eksikliği önemli ise, ancak “aldatma” dolayısı ile evlenme yapıldığı
takdirde nisbî butlan sebebi olmaktadır (ZGB/CCS. 107/3). Diğer hata (yanılma) sebepleri
muhafaza edilmiştir (ZGB/CCS. 107/2).
Artık erginlik yaşı (18)’e indirildiğine ve (18) yaşından küçük olanın eklenmesine
de imkân verilmediğine göre, “yasal temsilcinin izni olmaması” butlan sebebi de
kaldırılmıştır. Ne var ki ergin kısıtlı da evlenmek için izne muhtaçtır (ZGB/CCS. 94/2).
Fakat bu iznin bulunmayışı da artık İsviçre Hukuku’nda butlan sebebi olmaktan çıkmıştır.
Kesin olmayan evlenme engeli konumuna gelmiştir (Basler Kommentar,
Artd.94,HI,4,N.4).
Evlenmede Hile
Meselâ genelevde çalışan bir kadın veya “cinsî aracılık” yapan bir erkek, diğer eşten bu
niteliğini gizlemiş veya onun bilgisi ile üçüncü kişi bu nitelikleri gizleyerek evlenmeyi
sağlamıştır.
bbb) Davacının veya altsoyunun sağlığı için ağır tehlike oluşturan bir hastalık
gizlenmiştir
Hilenin her iki halinde de, iç irade ile beyan arasındaki uyuşmazlık değil, kişisel
nitelikte hatada olduğu gibi, iç iradenin oluşumunda -hile dolayısı ile meydana gelmiş- irade
bozukluğu söz konusudur.
Kesin olmayan evlenme engeli oluşturan hastalıklar “gizlenmiş” ise, hile dolayısı ile
nisbî butlan sebebi olabilirler. Hasta olan eş de evlenme sırasında hasta olduğunu bilmiyorsa
“hile” sebebiyle değil “kişisel nitelikte hata” dolayısı ile nisbî butlan davası açılabilir. Hasta
eş, evlenme sırasında hasta olduğunu bilmemesine rağmen, bilen bir üçüncü kişi hastalığı
gizlemiş ise, yine kişisel nitelikte yanılma dolayısı ile dava açılması yerinde olur. Üçüncü
kişinin hile yapması halinde hile sebebine dayanılabilmesi için, diğer eşin, üçüncü kişinin
hilesini bilmese dahi, kendi hastalığını bilmesine rağmen susması aranmalıdır.
ccc) “Pek yakın ve ağır tehlike” söz konusu olmalıdır (Tehdit ciddî görünmelidir).
Malvarlığına yönelik tehditler de -bir kimsenin bütün geçim imkânlarım yok etme gibi-
bazı somut olaylarda hayata ve sağlığa yönelik bir tehdit sayılabilmeli mi idi? (Mal canın
yongasıdır).
Bu konu üzerinde düşünmek gerekir.
2. Nisbî Butlan Yaptırımının Özellikleri
a) Nisbî butlan davasını ancak bu davayı açma hakkı (sıfatı) kendisine tanınmış olan kimse,
bir kişilik işlemi hakkı (kişiye sıkı sıkıya bağlı hak TMK. 16, münhasıran şahsa bağlı hak)
olarak açar. Ayırdetme gücünün geçici yoksunluğunda, yoksun olup da ayırdetme gücünü
tekrar kazanan eş, irade bozukluklarında irade bozukluğuna uğrayan eş, yasal temsilcinin
izni olmaması halinde: izni alınmamış olan yasal temsilci davayı açmalıdır (TMK. 159).
b) Dava açılmış değilse, dava hakkına sahip eşin ölümünden sonra davayı başka bir kimse
açamaz. Ancak, açılan davaya mirasçılar devam edebilir (TMK. 159). TMK. 159 genel bir
ifade taşıdığı için, mutlak butlan davasını savcı dışında bir ilgili açmış ise, onun davasını
da mirasçıları sürdürebilir.
İkrah (korkutma) ortadan kalkmadan davacı sıfatını haiz eş ölmüş ise,
mirasçılarına dava açma hakkı tanınması veya hiç değilse miras yararı için ikrah ile
evliliğe sevkedilmiş eşin terekesinden ikrah yapan eşin bir şey alamayacağının
belirtilmesi yerinde olur. Bir örnek verelim: Zengin bir ailenin yakında ölümle
sonuçlanacak bir hastalığa yakalanmış kızı kaçırılarak “korkutma” yoluyla evlenmeye
zorlanmış ve tabiî şekilde ölümüne kadar eşine “özen ve sevgi” göstermiş eş, bu ölümü
kızın ailesine bildirerek hemen ardından da mirasçılık belgesi almak üzere başvuruda
bulunursa, eş sıfatına nisbî butlan davası ile son verilmemeli mi, veya hiç değilse
“mirastan yoksunluk” (mahrumiyet) sebeplerine bir bend daha eklenerek, sadece
korkutma yolu ve ölüme bağlı tasarrufu veya tasarruftan dönmeyi engelleyenler değil,
korkutma yolu ile kendilerini kanuni veya iradi mirasçı kılanlar da mirastan yoksun
kılınmamak mıdır?(bkz: TMK. 578/b. 3) Korkutma yolu ile yapılan ölüme bağlı
tasarrufun iptali ile yetinmek isteniyorsa, hiç değilse “korkutma” yolu ile kanunî
mirasçı olma hali için de bir tedbir alınmamalı mıdır?
d) Mutlak butlan yaptırımı “icazet” ile önlenemeyeceği halde, nisbî butlan yaptırımının
“icazet” ile ortadan kaldırılacağı kabul edilmelidir.
e) Mutlak butlan yaptırımı hak düşürücü süre ile kayıtlı olmadığı halde, eşin açacağı nisbî
butlan davaları; butlan sebebinin öğrenilmesinden itibaren ve korkutmada korkunun
etkisinin ortadan kalktığı tarihten itibaren (altı ay); evlenme tarihinden itibaren de (beş
yıllık) hak düşürücü süreye tabi tutulmuştur.
Hak düşürücü süre oldukları için, bu süreler kesilmez ve durmaz. Hakim tarafından da
görevinden ötürü (re’sen) göz önünde tutulur.
Yasal temsilcinin açacağı dava, MK. 152’deki altı aylık ve beş yıllık hak düşürücü
süreye bağlı değildir. MK. 153’de bu dava için özel bir sınır getirilmiştir:
aa) Yasal temsilcinin iznini almaksızın evlenen küçük bu arada ergin olmuş ise,
bb) yahut kısıtlı ise kısıtlı olmaktan çıkmış ise,
cc) veya evlilikte eş hamile kalırsa artık bu evlenmenin “iptaline” karar verilemez
(TMK. 153).
Nisbî butlan ilâmının sonuçları da mutlak butlan ilâmının sonuçlan ile aynıdır. Bu
paragraf, II, 3, N. 9-15’e bakınız.
§ 7. Evlilik Birliğinin Hükümleri
I- Genel açıklama:
Evlenmeyle eşler arasında -tüzel kişiliği olmayan- evlilik birliği kurulur (TMK. 185/1).
En dar anlamda “evlilik birliği”nden söz edilebilmesi için “eşler”in varlığı gerekir. Ortak
çocuklar ve eşlerden birinin onunla birlikte yaşayan küçük çocuğu veya çocukları da bu birliğe
dahil sayılır (TMK. 185/2’deki “çocuklar” deyimine bakınız).
Bu evlilik birliğinin kurulması ile, eşler arasında karşılıklı aile hukuku ödevleri
(kişivarlığı nisbî hakları) doğar: Eşler bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve
çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler
(TMK. 185/2).
Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar
(TMK. 185/3).
Önceki TMK. 151/son’daki ifadeden yararlanarak eşler arasında “sadakat ve
yardımlaşma yükümü” doğduğundan söz edilirdi. Yeni Medenî Kanun’da da bu yükümlere
yine atıf yapılmaktadır. Memnuniyetle görüyoruz ki İsviçre MK’da da “sadakat ve
yardımlaşma” yükümleri muhafaza edilmiştir. Esasen, evlilik birliğinden bu yükümlerin
doğduğunun kabul edilmemesi Tabiî Hukuk kurumu ve toplumun temeli olan Ailenin (burada:
çekirdek aile) temelden inkârı demek olurdu.
Şu halde kanun bir “ehliyet” tahdidi mi getirmiştir? Yoksa, kanundan doğan bir
harcama sınırlaması mı söz konusudur?
Kanaatimizce, durum şöyle nitelenebilir: Burada bir ehliyet veya harcama yetkisi
(tasarruf salâhiyeti) tahdidi değil, sadece emredici kural ile getirilmiş, diğer “eşin açık rızasını
alma yükümü” vardır. Eşin açık rızasını almaksızın maddede sayılan işlemler yapılırsa, bu
işlemler, “yasak işlem” olur ve burada, işin niteliği gereği, eşin rızası alınmayan işlemler
“bâtıl” değil “askıda hükümsüz” olur. Böyle olunca da, taşınmazı (aile konutu) ilk devralan
kişi, aile konutu şerhi (beyanı) yapılmış (verilmiş) olmasa dahi, iyi niyetli olup olmadığına
bakılmaksızın, işlemin yasak kuralına aykırı olmasından dolayı, malik olamaz. Ne var ki, aile
konutu şerhi verilmiş değil ise, ondan devralan (Ü), (M)’den ilk devralan (A)’yı tapu kütüğünde
malik olarak gördüğü için, tescile güveni korunacak ve devraldığı anda malik olacaktır. İlk
devralan ise, aile konutu şerhi bulunmasa bile, kendisi ile (M) arasındaki işlem yasak işlem
olduğu için, malik olamayacaktır.
Bu konuda tereddüt ve tartışmalar devam etmektedir. Türk Hukuku’nda “Aile
Konutu” konusuna ilişkin ve yeni Medenî Kanun döneminde yayımlanmış bir monografi
için bkz: Ş.Şıpka, Aile konutu ile ilgili işlemlerde Diğer Eşin Rızası, (TMK. m. 194), 2.
bası, Haziran 2004.
ZGB/CCS. 169’da “aile konutu”na ilişkin bir şerh veya beyan getirilmiş değildir.
Aile konutu üzerinde maddede sayılan işlemleri yapmak isteyen eş, haklı ve makul bir
sebep olmaksızın rıza verilmediği kanısında ise, hakim müdahalesini isteyebilir (TMK. 194/2).
Kiralık aile konutlarında, “kiracı” değil “kullanma yardımcısı” konumunda olan eşe,
bir de “yenilik doğuran hak” tanınmıştır: Aile konutu olarak özgülenen taşınmazın maliki
olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir ve bildirimde
bulunan eş diğeri ile müteselsilen (dayanışmalı olarak) sorumlu olur (TMK. 194/6).
Sözleşmede “kiracı” sıfatı olmayan eş, kiraya verene “kendisinin de taraf olma
iradesi”ni açıkladığı ve beyan karşı tarafa vardığı andan itibaren “birlikte kiracı” olmaktadır.
Kiraya verenin kabulüne ihtiyaç yoktur. Ne var ki “birlikte kiracı” olduğu andan itibaren de
dayanışmalı (müteselsil) sorumluluğu başlayacaktır.
TBK. 349 da kira sözleşmesi düzenlemesi açısından aile konutuna ilişkin bir kural yer
almaktadır. (TMK. 194’ü ve bu maddeyi okuyunuz.)
AİHM’de açılan bir dava Türkiye aleyhine kazanılmış, bu karardan sonra verilen
Anayasa mahkemesi kararı; evlilik soyadının erkeğin soyadı olması kuralını Anayasaya aykırı
görmemiştir. (Bkz: age, § 7, N. 28). Ne var ki 7 Ocak 2014 tarihli RG. de yayınlanan ve bireysel
başvuru sonucu verilen 2013/2187 başvuru sayılı ve 19.12.2013 tarihli kararda, bu kez Anayasa
mahkemesi “başvurucunun Anayasa’ nın 17. maddesinde güvence altına alınan manevi
varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlâl edildiği kanaatiyle", dosyanın yeniden
yargılama yapılmak üzere ilgili mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir. Kanaatimizce
kadın eş önceki soyadını da taşıyabildiğine göre, o’nun manevi varlığını geliştirmesini
engelleyecek hiçbir şey yoktur. Bu gereksiz tartışmalara son vermek için kadının -kendisi
istemedikçe- kızlık soyadını, dilediği takdirde de eşinin soyadını taşıyacağı şeklinde bir
düzenlemeyi de uygun görebiliriz. Ancak çocuklar babanın soyadını taşımalıdırlar.
30.09.2015 tarihinden önce evlenen kadın, sadece Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda
bulunması halinde kocasının soyadını kullanmaksızın yalnızca kendi soyadını
kullanabilmekteydi. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.09.2015 tarihinde vermiş
olduğu karar ile evli kadının sadece bekarlık soyadını kullanabilmesinin yolu açıldı. Evli
kadınlar, aile mahkemelerine dava açarak sadece kendi soyadlarını kullanabilecek. Daha önce
mahkemeler vize verse bile Yargıtay, Medeni Kanun'u gerekçe göstererek evli kadınların
sadece bekârlık soyadlarını kullanmalarına onay vermiyordu (Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun Kararını inceleyiniz).
Bugün, artık eşlerin evlilik birliğini temsili’nden söz edilerek sonuçta erkek eşin (koca)
de borçlanmalarından kadın eşin “müteselsilen” sorumlu olduğu, alacaklıların doğrudan
doğruya ona da başvurabilecekleri kuralı getirilerek, kadın erkek eşitsizliğinin bu “esef verici”
görünümü ortadan kaldırılmış, kadına, kocası tarafından borçlandırılabilme ve icra takibine
maruz kalabilme “onur ve kıvancı” sağlanmıştır. Haksızlık etmemek için belirtelim ki bu
düzenlemenin temelinde de İsviçre Medenî Kanunu’nun sonradan değiştirilen örneği vardır.
Evlilik birliğinin bu anlamda “temsili”; iki şekilde görünür:
a) ortak yaşamın devamı süresince,
b) ailenin sürekli ihtiyaçları için, eşlerin yaptıkları borçlanma işlemleri, diğer eşi de
dayanışmalı (müteselsil) olarak sorumlu kılar.
Buna karşılık; “sürekli ihtiyaçlar” kapsamına girmeyen bir borçlandırıcı işlem varsa,
diğer eşin de dayanışmalı olarak sorumlu olabilmesi için, diğer eşin veya haklı sebeplerle
hakimin, işlemi yapan eşe, bu işlemi yapma konusunda yetki tanımış olması gerekir. Şu halde
burada diğer eşin yapılacak işlemden müteselsil sorumlu olacağını önceden kabul etmesi, diğer
eşe ya bu işlemi yapma konusunda iradî temsil yetkisi veya hiç değilse kendisini
borçlandırabilme izni vermiş olması gerekir. Dolayısı ile temsilli vekâlet (bir hukuki işlemin
yapılması konusunda temsilsiz vekâlet) de verilmiş olabilir. “Diğer ihtiyaçlar” için verilen
temsil yetkisi; evlilik birliğini koruma tedbirleri çerçevesinde hakim tarafından da verilmiş
olabilir (TMK. 188/b. 1).
İradî temsil, hakim veya diğer eşin izni, diğer eşin vekâleti söz konusu olmaksızın
“sürekli ihtiyaç” kavramını aşan bir işlemin yapılabilmesi için, bu işlemin yapılmasının
gecikmesinde evlilik birliğinin yararı açısından sakınca bulunması ve diğer eşin hastalığı,
başka bir yerde olması veya benzeri sebeplerle rızasının alınamaması aranır.
“Temsil”in buradaki anlamı ve sonucu, diğer eşin de işlemi bizzat yapan eş ile birlikte
“üçüncü kişilere karşı dayanışmalı sorumlu” olmasıdır (TMK. 189/1).
Birliğin ‘temsili’
Mahkemelerin, özellikle erkek eşin birliğin “sürekli ihtiyaçları” perdesi altında kendi
“sürekli ihtiyaçları”nın malî yükünü eşine yükletmesi, mesela rakı, sigara vs. alışverişini
karısının hesabına yazdırması gibi işlemlerde bu gibi borçlanmaları “sürekli ihtiyaç”
saymamaları yerinde olur.
Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, eşlerden biri birliği temsil yetkisini kötüye
kullanıyor veya düşüncesizliği, tecrübesizliği gibi bir sebeple, diğer eşi ve birliğin esenlik ve
huzurunu gölgeleyecek şekilde, kasden olmasa bile, bu yetkiyi iyi kullanamıyorsa, bu eşin
temsil yetkisinin kaldırılması veya sınırlandırılması için hakime başvurabilir (TMK. 190/1).
Diğer eşin alışveriş yaptığı kişilere; istemde bulunan eş sadece “kişisel duyuru” yapabilir ve
bu “duyuru”yu kanıtlarsa diğer eşin (yetkisi sınırlanan eşin) işlemlerinden artık sorumlu
olmaz. TMK. 189/son’daki “hukuki görünüşe güvenin korunması” ihtimali bertaraf edilmiş
olur. Çünkü artık “hukuki görünüşe haklı ve korunmaya değer güven” iddiası varit değildir.
Temsil yetkisinin sınırlanmasını talep eden eşin kendisinin basın yoluyla duyuru yapması;
diğer eşin kişilik hakkını ihlâl edebileceği ve evlilik birliğinin geleceğini de tehlikeye
sokabileceği için uygun görülmemiştir.
İstemde bulunan eşin “kişisel duyuru” yapmadığı üçüncü kişilerin “hukuki görünüşe
güvenlerinin bertaraf edilebilmesi” için, mahkeme vasıtası ile ilân yapılmış olması gerekirr
TMK. 190/ son).
Koşullar (şartlar, hal şartları) değişmiş ise, sadece kaldırma veya sınırlandırma (ref
veya tahdid) isteminde bulunan eş değil, “yetkisi” kaldınları veya sınırlanan eş de, hakimden
bu kararının değiştirilmesini isteyebilir. Bu durumda, değiştirme kararı verilmiş ise, değişikliğe
ilişkin karar da ilân olunur (TMK. 191).
Bu dava yendik doğuran bir hakkın dava yolu ile kullanılması gerektiğine işaret
eden bir “yenilik doğuran dava” değildir, fakat “kurucu” bir karar söz konusudur.
Dayanışmalı sorumluluk sonucunun doğması hakim kararı ile önlenmiş iken, bu engel veya
sınırlama kaldırılmaktadır.
“Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden herbiri diğeri ve üçüncü kişilerle her
türlü hukukî işlemi yapabilir” (TMK. 193).
Yukarıda incelediğimiz, “aile konutu”na ilişkin bazı işlemlerin, diğer eşin açık rızası
bulunmadıkça, “yasak işlem” olacağı istisnasını hatırlayalım.
“Borçlar Kanunu Tasarısı” değişiklik yapılmaksızın kanunlaştığı takdirde, İsviçre
Borçlar Kanunu’nun sonradan değiştirilen metnine uygun olarak, eşlerin üçüncü kişi
(alacaklı)ler yararına kefalet sözleşmeleri akdetmeleri de diğerinin iznine bağlı olacaktır.
I- Genel Açıklama
Önceki Medenî Kanun döneminde yayımladığını (1999) Aile Hukuku, Kısa Ders
Kitabı’nda tedbirlerin uygulanabilmesi için Aile Mahkemeleri’nin gerekli olduğunu
söylemiştik. Medenî Kanun yürürlüğe girdikten sonra, Aile Mahkemeleri de kurulmuş
bulunmaktadır.
MK. 195’de, eşlerin ayrı ayrı veya birlikte, birliğin korunması için hakim müdahalesine
başvurma imkânı düzenlenmektedir.
Hakim bunun üzerine TMK. 195/2’de belirtilen şekilde uyan, tavsiye ve uzman
yardımını isteme tedbirlerini yerine getirir. Eşlerden birinin istemi üzerine de “kanunda
öngörülen önlemleri alır” .
“Eşlerden biri, ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzuru
ciddî biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir.”
Önceki TMK’da da “ayrı yaşama hakkı” TMK. 162’de düzenlenmiş idi.
Ayrı yaşama haklı sebebe dayanıyorsa, eşlerden birinin istemi üzerine malî ilişkiler ve
ergin olmayan çocuklar ile ilişkiler konusunda gereken önlemler alınır (TMK. 197/2-3).
“Eşlerden biri, birliğin giderlerine katılma yükümünü yerine getirmezse, hakim onun
borçlularına ödemeyi tamamen veya kısmen diğer eşe yapmalarını emredebilir.”
Fakat şartlar değiştiğinde, artık tedbirin (önlemin) aynı şekilde devamına veya -mutlak
olarak- devamına gerek kalmamış ise yine istem üzerine kararında değişiklik yapar veya alınan
önlemi (tedbiri) kaldırır (TMK. 200).
Üçüncü tür şerh “geçici tescil şerhi”dir. “Harcama yetkisi kısıtlanması” şerhinde
“çekişmeli hak” (TMK. 1010/1), “aynî hak” iddiası ileri sürülmeksizin, bir “alacak
hakkı” ifa davası dolayısı ile çekişmelidir. Oysa TMK. 1011 ’de bir “aynî hak” iddiası
vardır ve bu şerh ile aynî bir hak güvence altına alınmak istenmektedir.
Daha önce değindiğimiz “aile konutu şerhi”nde ise, kanaatimizce gerçek anlamda bir
“şerh” değil bir “beyan” vardır. Aile konutu üzerinde diğer eşin açık rızası olmaksızın harcama
işlemi yapılması, “yasaklanmıştır”. Şu halde burada “kurucu şerh” söz konusu değildir.
“Bildirici şerh” de aslında gerçek anlamda “şerh” değil “beyan” demektir.
Maddede (199) “tasarruf yetkisi kısıtlaması” terimi yer almaktadır. Şu halde eşin
borç altına girmesinin değil de bu borçların ifası dolayısı ile yapacağı harcama (tasarruf)
işlemlerinin yasaklanması gerekir (Krş: Kılıçoğlu, a.g.e., s. 32).
4320 sayılı Ailenin Korunması Kanunu’nun yerini, 20 Mart 2012 tarih ve 28239 sayılı
R.G.de yayımlanan “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair” 6284
S.K. almıştır. Yeni Kanun öncekine oranla çok daha tatmin edici olmakla birlikte, özellikle
kolluk görevlilerinin kadının korunması konusunda gerekli duyarlığı göstermemeleri
dolayısıyla kadına karşı ölümle sonuçlanan şiddet olayları önlenemeyip artış göstermektedir.
Bu kanun kapsamındaki şiddet fiilleri sonucunda kadın öldürülmüşse katile “ağırlaştırılmış
müebbet hapis” cezası verilmeli, görevini yapmayan kolluk görevlileri de meslekten
çıkarılmalı ve ayrıca cezalandırılmalıdır.
“Edinilmiş mallara katılma” sisteminin yasal mal rejimi oluşu, hiç değilse “paylaşmalı
mal ayrılığı”na oranla, somut olay adaletini sağlamaya daha elverişli bir sistemdir. Ne var ki,
yine kurnaz ve tedbirli davranan ve iradesini evlilik öncesi dayatabilen eş, “mal ayrılığını
seçmedikçe bu evlenmenin olmayacağı” dayatması ile, bu sistem yerine mal ayrılığının
seçilmesine yol açabilir.
Kanaatimizce, “yasal mal rejimi” ne kadar iyi düzenlenirse düzenlensin, somut olay
adaletinden kaçmak için bazı kapıları açık bırakma imkânı bir kez tanınmış ise, kaçmak
isteyenin bu fırsatı kaçırmayacağı da âşikârdır.
Şu halde, kanaatimizce, de lege ferenda, “mal ayrılığı” esas olmalıdır. Eşler arasında
“inançlı” olarak birbirleri üzerine mal kaydettirmiş olmalarından doğan ihtilâflar da
benimsenmiş görünen görevsizlik temayülü açık bir kanun kuralı ile önlenerek aile
mahkemelerinde görülmelidir.
Bundan sonra da —seçimle bertaraf edilebilen— bir mal rejimi hükümleri ile “eşler”e
birbirinin kazancı üzerinde talep hakkı tanımak yerine, evliliğin süresi ve kadın eşin durumu
göz önünde tutularak: sadece kadın eşe ve erkek eşin -sadece edinilmiş mallan üzerinde değil-
bütün malvarlığı üzerinde bir boşanma tazminatı alacağı tanınmalıdır. Bu boşanma tazminatı
oranı, evlilik 1-3 yıl sürmüş ise (l/20)’den başlayarak (20) yıl ve daha uzun sürmüş evliliklerde,
erkeğin malvarlığının (l/5)’ine çıkanlabilir.
Bu şekilde bir düzenleme, somut olay adaletinden kaçma girişimlerini önleyecektir.
Ölüm halinde, kadın ve erkek eşin miras payları eşitlenmiş olduğu için, artık böyle bir
denkleştirme bedeline kanaatimizce gerek yoktur. (Ancak, yukarıda N. 9 da teklif edilen
düzenleme kabul edilmedikçe, katılma değil, katkı payı talep edilebilmelidir).
1. Genel Açıklama:
Seçimlik mal rejimlerinden birinin seçilmiş sayılabilmesi için, eşlerin “mal rejimi
sözleşmesi” yapmış olmaları gerekir (TMK. 202/2).
a) Genel olarak: Mal rejimi sözleşmesi evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Fakat bu
sözleşme ile seçilen mal rejimlerini düzenleyen kurallar tamamen irade özgürlüğü ile, serbestçe
değiştirilemezler (TMK. 203/2. cümleyi okuyunuz).
b) Sözleşme ehliyeti (m. 204): Tam ehliyetsizlerin mal rejimi sözleşmesi açısından fiil
ehliyetleri yoktur (TMK. 204/1). Ayırdetme gücü olmayan bir kimse tarafından yapılan
sözleşme bâtıl olur (TMK. 15, BK. 20).
Evlenmeden önce, yasal temsilci tarafından sözleşme yapılması mümkün müdür?
Sürekli sebeple ayırdetme gücü olmayan kimsenin evlenmesinde kesin bir evlenme engeli
olduğuna göre, yasal temsilcinin de evlenme sözleşmesi yapmasına imkân yoktur.
Evlilik birliği kurulduktan sonra ayırdetme gücü sürekli olarak yitirilmiş ise, yasal
temsilcinin mal rejimi sözleşmesi yapması mümkün görülebilecek midir?
Eşlerden birinin ayırdetme gücünden sürekli yoksun olması; 19 TMK. 206/2, b. 5’de,
yasal temsilciye de “mal ayrılığına dönüşmeyi talep hakkı” vermektedir. Bunun dışında,
yasal temsilciye mal rejimi sözleşmesi yapma yetkisi açıkça tanınmış değildir. “Mal rejimi
sözleşmesi” yapma, “kişilik işlemi hakkı” olarak görüldüğü için (münhasıran şahsa bağlı hak,
kişiye sıkısıkıya bağlı hak) yasal temsilcinin bu işlemi yapamaycağı ileri sürülmektedir (bkz:
Basler Kommentar, Zivilgesetzbuch I, Art. 1-456 ZGB 2. bası içinde, Art. 183 (Hausheer), N.
3). Bir de MK. 206’da sayılan diğer haklı sebepler ile de “olağanüstü mal rejimi”ne dönüş
talebini yasal temsilciye tanımak gerekir (Hausheer).
Ayırdetme gücü olan küçüğün yasal temsilcinin rızası ile mal rejimi sözleşmesi
yapabilmesi; ancak evlenmeden önce olabilir (MK. 205/2). Evlenmeden sonra artık evlenme
ile erginliğini kazanmış olacaktır. Ayırdetme gücü olan kısıtlı, yasal temsilcinin rızasını almak
zorundadır.
Ehliyetsizler Ehliyetliler
Şekil Şartı
Bir ara yasal mal rejimi olarak Tasarı’da yer alan bu sistemde, TMK. 250’de belirtilen
“aileye özgülenen mallar”, eşler arasında eşit olarak paylaştırılır. Paylaştırma MK. 253’de
belirtilen yöntem ile yapılır. Zina veya hayata kasd nedeni ile boşanma halinde hakim kusurlu
eşin payının hakkaniyete uygun olarak azaltılmasına veya kaldırılmasına karar verebilir (TMK.
252).
Mal ortaklığı sisteminde, ortaklığa giren mallar üzerinde özel olarak düzenlenmiş bir
“elbirliği mülkiyeti” olduğunu söyleyebiliriz (TMK. 257/2 ve TMK. 701 ’i karşılaştırarak
okuyunuz).
Bu kısa ders notunda bu seçimlik sistemin de ayrıntılarına girmiyoruz.
Sona erme
aa) Her eş, diğer eşte bulunan mallarını geri alır (TMK. 226/1).
Şu halde mal rejiminin tasfiyesi alanında bu “geri alma” ihtilâflarına bakan mahkeme, mal
rejimi konusunda da görevli olan aile mahkemesi iken, bu ihtilâfları aile mahkemesi dışına
sürmek doğru değildir. Sağlıklı bir tasfiyeyi ve yan sonuç düzenlemesini de engeller.
bb) Paylı mülkiyet, aynen taksim ve satış sonucunda satıştan elde edilen paranın paylaştırılması
şeklinde değil de, MK. 226/2’de belirtilen yöntem ile, üstün yararını ispat eden eşin diğerine
bedel ödeyerek bütün malı alması tarzında tasfiye edilebilir.
cc) Diğerine ait malın değer artışı için katkısı olan eş, katkısı oranında alacak hakkına sahip
olur (Değer artış payı) (TMK. 227’yi okuyunuz).
dd) Eşlerin kişisel mallan ile edinilmiş malları aynlır (TMK. 228).
c) Edinilmiş Mallara Katılma Alacağının Belirlenmesi
aa) Edinilmiş mallara, TMK. 229’da belirtilen değerler eklenir (MK. 229). Kişisel mallar ile
edinilmiş mallar arasında denkleştirme sağlanır (TMK. 230)
bb) Her eşin edinilmiş mallarının toplam değerinden bu mallara ilişkin borçlar çıkarıldıktan
sonra kalan miktar (artık değer) bulunur (TMK. 231).
“Artık değer” terimi yanlış çağrışımlara yol açabilir. “Değer artış payı” ile
karıştınlabilir. Bu terim yerine, “edinim” gibi bir terim kullanılabilirdi.
cc) Her eş veya -ölümü halinde- mirasçıları, diğer eşe ait artık değerin yarısı üzerinde alacak
hakkı sahibi olur. Mesela (A)’nın alacak hakkı, diğer eşin “edinim”inin (200 diyelim) yansı,
(100) iken, (B)’nin alacak hakkı, diğer eş olan (A)’nın ediniminin (20 diyelim) yarısı, (10) ise:
(100-10=90) (A)’nın (B)’den isteyebileceği miktar olur (Alacaklar takas edilir - TMK.
236/1, son cümle).
dd) Zina veya hayata kast nedeniyle boşanma halinde, artık değer üzerindeki alacak
hakkaniyete uygun olarak -mahkemenazaltılabilir veya kaldınlabilir (TMK. 236/2). Boşanma
halinde katılma payının azaltılması veya kaldırılması imkânı, eşin diğer eşi öldürmesi
dolayısıyla evliliğin son bulması halinde de uygulanabilecek midir? Yoksa, mirasdan yoksun
kalan eş, katılma payını tam olarak talep edebilecek midir? Kanaatimce burada kanun boşluğu
yoktur, çünkü TMK. 236/2 kuralı evleviyyetle (e Fortiori) bu halde de uygulanmalıdır. Ancak,
katkı payı alacağı üzerinde ayrıca düşünülmelidir. Belki de katkı payı alacağı için ancak ölenin
mirasçılarının tazminat talebinden indirim imkânı tanınması, katkı payı alacağının da doğrudan
talep edilmemesi -de lege ferenda- daha doğru olur.
ee) Sağ kalan eşin, aile konutu ve ev eşyası üzerindeki talepleri için bkz: TMK. 240.
IV- Edinilmiş mallara katılma rejiminde tasfiye, katılma alacağı ve katkı payının
belirlenmesi:
1) Edinilmiş malların ve değerlerin belirlenmesi
a) Edinilmiş mallar, TMK. 219’da belirtilmiştir. Kişisel mallar da MK 220 de belirtilmiştir,
sözleşmeyle kişisel mal gelirlerinin (m. 219/4) edinilmiş mallara dahil olmayacağı (m. 221/2)
belirtilebilir veya bazı edinilmiş malların kişisel mal sayılacağı kabul edilebilir, (m. 221/1):
Ancak bu malların bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti ile ilgili olması gerekir.
b) Karine olarak, bir eşin bütün mallan edinilmiş mal sayılır. Kişisel mal olduğunu eşin
kendisi ispat etmelidir. (TMK 221/son)
c) Paylı mülkiyet iddiası varsa ve malın eşlerden birinin mülkiyetinde olduğu ispat
edilemiyorsa -taşınırlarda bu durum söz konusu olabilir- Paylı mülkiyet kabul edilir, (kesin
karine). (TMK 232/2)
d) Eşlerden birine sosyal güvenlik veya sosyal yardım kuruluşlarının yaptığı ödemeler ve
iş gücü kaybı tazminatı edinilmiş mal sayıldığı halde (m. 219/2), (TMK 2129/3), evlilik
boşanma ile sona ermiş ise, bu toptan ödeme veya tazminatın mal rejiminin sona ermesinden
sonraki tarihe ilişkin peşin sermayeye çevrilmiş değeri, edinilmiş malların toplam değerinden
kişisel mal olarak düşülür.
4) Edinilmiş mallara ilişkin borçlar edinilmiş mallar değerinde düşülür (m. 231)
5) Bir eşin, diğer eşin bir malının edinilmesine, iyileştirilmesine veya
korunmasına, “causa donandi” (karşılıksız kazandırma, bağış) iradesiyle yapmadığı katkı da,
katkı yapan eşin alacağı olarak göz önünde tutulur. Katkı alacağı (değer artış payı alacağı),
malın tasfiye sonrasındaki değerine göre, değer kaybı söz konusu ise, katkının başlangıçtaki
değerine göre hesaplanır.
Katkı payı alacağının katılma payı alacağından ayrı olarak ve 1/2 oranına tabi
olmayarak hesaplanması gerekir. Bu sebeple de, edinilmiş mala katkı yapılmış ise, katkı payı
borcunun, edinilmiş malların toplam değerinden düşülmesi gerekmektedir. Kişisel mala katkı
yapılmış ise, katkı payı alacağı edinilmiş mallar değerinden düşülmez.
Eşin 40.000 TL. değerindeki katkı payı alacağı edinilmiş mallar değer toplamından borç
olarak düşüldüğünde, katılma payı alacağı da 50.000 TL değil, 30.000 TL olarak hesaplanmış
olur. Kişisel mala katkı yapılmış ise, esasen katılma payı istenemez ve sadece 40.000 TL
değerinde bir katkı payı alacağı söz konusu olur.
6) Eşlerin edinilmiş mallarının ve eklenecek değerlerin toplam değeri ayrı ayrı
hesaplanıp edinilmiş mallara ilişkin borçlan düşüldükten sonra, bu tutara “artık değer” denir ve
diğer eş, bu artık değer üzerinde 1/2 oranında katılma payı alacağına sahip olur. Mesela erkek
eşin artık değerinin 50.000 (elli bin) TL olduğunu düşünelim; Bu iki alacaktan yüksek olanının
değerinden daha düşük olanı düşülerek, Kadın eşin 950.000 (dokuz yüz elli bin) TL katkı payı
olduğu sonucuna varılır (MK 236).
Ayrıca katkı payı alacağı da olabilir.. Karşılıklı katkı payı varsa bunlanrı da “mahsup”
edilerek sonuçta hangi eşin diğer eşten ne kadar alacağı olduğu belirlenir.
Zina ve hayata kasd sebebiyle boşanma halinde katılma alacağının azaltılması veya
kaldırılması konusunda bkz: TMK.
7) Katılma payı alacağının kanunda belirtilen oranı 1/2 dir. (TMK. 236/1)
Sözleşme ile başka bir oran kabul edilebilir. (TMK. 237/1) ancak, TMK. 237/2 nin de
göz önünde tutulması gerekir.
8) MK. 232 gereğince tasfiyede malların sürüm değerleri esas alınır.
MK. 233 de belirtilen hallerde gelir değeri göz önünde tutularak hesaplanır. MK. 232-
234 de yer alan ve sürüm değeri ve gelir değer ile hesaplanmaya ilişkin kuralları hukuk
uygulamalacıları göz önünde tutmakla birlikte hangi değere göre hesaplandığı belirtildikten
sonra değer hesabını uzman bilirkişi yapmalıdır. Ayrıntılara girmiyoruz. Esasen bu konunun
ayrıntıları birinci sınıf hukuk öğrencisi için gerekli değildir.
I- Genel Açıklama
Evliliğin; ölüm, ölüm karinesi, gaiplik dolayısı ile fesih ve mutlak butlan, nisbî butlan
sebepleri ile sona ermesini gördük. Bu paragrafta “boşanma ile sona erme”yi inceleyeceğiz.
Butlan davasında olduğu gibi, boşanma davası da bozucu yenilik doğuran bir davadır.
Boşanma hakkı, dava yolu ile kullanılması gereken, bozucu yenilik doğuran bir haktır.
Bu bozucu yenilik doğuran hak; aynı zamanda “kişilik işlemi hakkı”dır.
“Kişilik işlemi hakkı” olması dolayısı ile, “kanunî temsil düşmanlığı” nitelik ve özelliği
burada da söz konusudur. İradî temsil de ancak özel ve belirli yetki verildiği takdirde söz
konusu olur. Mesela “dilediği zaman eşime karşı benim adıma boşanma davası açabilmek
üzere” tarzında, özel olarak boşanma iradesi olmaksızın bir avukata yetki verilemez. Eşinden
boşanma iradesini bizzat açıklayan bir kimse, boşanma davasının açılması ve buna ilişkin
işlemler için bir avukata vekâlet verebilir.
Ayırt etme gücü olmayan kimse adına -kanunî temsil düşmanlığına rağmen- somut olay
şartları haklı gösteriyorsa boşanma davası açılabilmesi, özellikle Merhum Hocamız A.Ataay
tarafından savunulmuştur.
Bünyesinde -evlenme akdi sırasında var olan- bir geçersizlik sebebi bulunan evlenme
sözleşmeleri için, daha önce gördüğümüz mutlak veya nisbî butlan davaları açılabilir. Bu gibi
durumlarda boşanma davası açılması mümkün değil midir? Mutlaka butlan davası mı açılmak
gerekir?
Butlan kararı verilinceye kadar, geçerli bir evliliğin bütün sonuçları doğduğuna göre;
bünyesinde butlan sebebi bulunsa dahi, evliliğe karşı boşanma davası da açılabilecektir.
Boşanma Sebepleri
Zina, günlük dildeki kullanılışından farklı olarak, evli bir kimsenin eşi dışında ve karşı
cinsten birisi ile iradî cinsi ilsikisi demektir, iradî olmayan, mesela tecavüz sonucu ilişki, karşı
cinsten olmayan kimse ile ilişki, zina kapsamına girmez. Eşcinsel ilişkiler, sürekli ise,
kanaatimizce “haysiyetsiz hayat sürme” (TMK. 163) boşanma sebebi, süreksiz ve münferit ise,
genel boşanma sebebi çerçevesinde ele alınır.
Zina eyleminin tek bir eylem olması da boşanma sebebi olması için -iradî olması şartı
ile- yeterlidir.
Af halinde dava hakkı düşer (TMK. 161/son). Önceden muvafakatin, İsviçre Medenî
Kanununun eski şeklinden alınarak maddede açıkça belirtilmesi uygun görülmemiştir. Ne var
ki önceden muvafakat eden, hele eşini zinaya zorlayıp onun fuhuş kazancından geçinen bir
kimsenin zina sebebiyle boşanma davası; MK. 2/2’ye aykırılık dolayısı ile redde mahkûm
sayılmalıdır.
Zina davası ayrıca hak düşürücü sürelere bağlıdır. Boşanma sebebinin öğrenilmesinden
itibaren (altı) ay ve her halde zina eyleminin üzerinden (beş) yıl geçmekle dava hakkı düşer
(MK. 161/2).
2) Hayata Kasd, Pek Kötü veya Onur Kırıcı Davranış (MK. 162)
Önceki Medenî Kanun’da (m. 130), sadece “pek fena muamele” deyimi vardı. Fakat
İsviçre Medenî Kanunu’nun o sırada yürürlükte olan me’haz metnine uygun olarak, bu ibarenin
kapsamının “ağır sövgü ve hakaret”i de içine alacak şekilde geniş yorumlanacağı kabul
ediliyordu. Yeni Medenî Kanun’da “onur kırıcı davranış” ibaresi de eklenmiştir. Böylece
ağır sövgü sözlerinin de onur kırıcı davranış olarak maddenin kapsamına girmesi sağlanmıştır.
“Hayata kasd” için kasdî eylem aranır. “Ölüme yol açabilecek tedbirsiz davranışlar”,
“hayata kasd” yoksa, bu özel boşanma sebebine girmez.
Burada da af, altı ay veya beş yıllık hak düşürücü sürelerin dolmuş olması —zinada
olduğu gibi— dava hakkını düşürmektedir (MK. 162/2 ve 3’ü okuyunuz).
a) Terk boşanma sebebi: Eşlerden birinin ortak hayata haklı bir sebep
bulunmaksızın son vermesi durumunda söz konusu olur. Askerlik görevi ceza mahkûmiyeti
gibi zorunlu ayrılıklar “terk” sayılmaz.
Eşler:
a)Eşit derecede kusurlu a)Eşlerden biri kusursuz
b) İkisi de kusursuz: b)Eşlerden birisi daha ağır kusurlu
Eşlerden her biri dava açabilir. (TMK. 166/1) c)Kusur söz konusu değil.
Ancak, kısırlık gibi, eşlerden birinden
kaynaklanan “olgu” var
1) Terk boşanma sebebinde ve akıl hastalığı boşanma sebebinde olduğu gibi, özel
boşanma sebebinde dava hakkının doğması için ayrıca şifasızlık veya özel süre şartları konmuş
ise, bu özel şartlar gerçekleşmediği takdirde, sırf bu boşanma sebeplerinin olgularına
dayanılarak genel boşanma davası açılamamalıdır.
2) Özel boşanma sebebinin şartları gerçekleşmiş ise, davacı genel boşanma
sebebine de dayanabilir. Her iki boşanma sebebini yarışmalı veya terditli olarak da ileri
sürebilir.
3) Özel boşanma sebebine dayanan dava hakkı, doğmuş, fakat hak düşürücü
sürenin geçmiş olması dolayısı ile düşmüş ise, özel boşanma sebebine dayanılamasa dahi
çekilmezlik=beklenemezlik şartı varsa, genel boşanma sebebine gidilebilir (A, eşi E’nin
kendisini öldürmeye teşebbüs ettiğini beş yıl sonra öğrenmiştir).
4) Özel boşanma davası af ile düşmüş ise, artık genel boşanma davasının
“beklenemezlik” şartının da gerçekleşemeyeceği söylenebilir. Ancak genel boşanma davası bu
sebeple reddedilmiş olsa bile, reddin kesinleşmesinden sonra (3) yıl ortak hayat kurulamamış
ise TMK. 166/son’a göre açılan boşanma davasının kabulü gerekecektir.
1. Görev ve Yetki
Yetkili mahkeme için TMK. 168’e bakınız. Görev bakımından da artık Aile
Mahkemeleri görevli olacaktır .
Davacı ayrılık istemiş ise, hakim boşanmaya hükmedemez (MK. 170/2). Davacı
boşanma istemiş ise ve özel boşanma sebepleri varsa, kanaatimizce hakim boşanmaya
hükmetmeli, ayrılığa hükmedememelidir.
Ayrılığa belirli süre ile hükmedilebilir. İsviçre Medenî Kanunu’nun ilk şeklinde olup
da bize alınmamış olan “sürekli ayrılık”, Türk Hukuku’nda mümkün değildir (Separatio
mensa, tori et habitationis).
Ayrılığa (1) yıldan (3) yıla kadar karar verilebilir (TMK. 171). Süre bitince, ayrılık
durumu kendiliğinden sona erer (TMK. 172/1).
Ortak hayat kurulamamış ise, eşlerden her biri (TMK. 166/ son’daki durama benzer
şekilde) boşanma davası açabilir. Bu boşanma davasında boşanmaya hükmedilmesi gerektiği
açıkça belirtilmiş değildir (TMK. 166/son’dan farklı). Fakat, bu boşanma davasında da artık
boşanmaya hükmedileceğinin açık bir kanun hükmü ile belirtilmesi yerinde olurdu.
Kadın, evlenmeden önceki soyadını, evlenmeden önce dul idiyse ölen eşinin,
mahkemeden izin aldı ise bekârlık soyadını taşıyacaktır.
Boşandığı kocasının soyadını kullanmakta menfaati olduğu gerekçesi ile ve bunun
“kocaya zarar vermeyeceği” kanıtlanırsa, kadının, hakimden boşandığı kocasının soyadını
taşıma izni alabilir. Kişiler Hukuku alanında Soyadı, Ticaret Hukuku alanında Firma veya
Marka adı vs. gibi değildir. Fakat, kocanın izni olmadıkça bu izin hakim tarafından boşanan
kadına verilememelidir.
VIII- Boşanmanın “Yan Sonuçları” Arasında: Bir Eşin Diğer Eşe İleri
Sürebileceği Talepler
1. Genel açıklama: Anlaşmalı boşanmada yan sonuç sözleşmesinin zorunlu
olduğunu (TMK. 166/3), diğer hallerde (TMK. 184/b.5) zorunlu olmadığını biliyoruz. Her
halde yan sonuç sözleşmesi hakimin onayı ile hüküm doğurur (TMK. 184/5, TMK. 166/3).
Ekim 1926’ dan sonra, borçlanma iradesi ile, ciddî bir “mehr-i müeccel” anlaşması
yapılmış, kadın eşe boşanma ve ölüm halinde “mehr” (mihr, sadak) ödeneceği kararlaştırılmış
ise, ölüm halinde bu “mehr”in hükmü BK. 240’a, boşanma halinde MK. 184/5’e tabi olmalıdır
2. Eşler arasında fer’î sonuç sözleşmesi yoksa, hakimin hükme bağlayacağı nafaka
ve tazminat talepleri:
aa) Talep edenin kusursuz veya hiç değilse diğer eşten daha hafif kusurlu olması
gerekir.
bb) Talep edenin boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek olması gerekir.
cc) Nafaka yükümlüsünün kusurlu olup olmaması önemli değildir (kusur aranmaz).
dd) Nafaka yükümlüsü kadın veya erkek eş olabilir.
(bb) Taraflardan birinin ölümü. Bu iki halde nafaka borcu ipso iure (kendiliğinden) kalkmış
olur (TMK. 176/3),
(cc) Alacaklının evli gibi birlikte yaşaması,
SOYBAĞI HUKUKU
I- Kavram ve Terim
Soybağı terimi, 2002 yılı başında yürürlüğe giren ikinci Medenî Kanun’umuzda, önceki
Medeni Kanun’un kullandığı ve önceki Hukukumuz’dan gelen “neseb” teriminin karşılığı olan
bir terimdir. Üstsoy-altsoy hısımlığı olarak adlandırılan (MK. 17/2), eski terimle (usûl-furu’
hısımlığı denen, “biri diğerinden gelen kişiler” arasındaki hısımlığın birinci derecesi, çocuğun
anası ve babasıyla hısımlık bağı “neseb” olarak ifade edilirdi. Bir ara “soydanlık” karşılığı
önerilmiş ise de yeni Medenî Kanunda “soybağı terimi tercih edilmiştir.
1. Genel Açıklama
Soybağı: Ana ve babaya karşı söz konusu olmasına ve çocuğun evlilik içinde doğmuş
olup olmamasına göre ayrılabilir. Çocuğun evlilik içinde veya dışında doğmuş olması ana ile
soybağı ilişkisini etkilemez. MK. 282/1’de bu husus “çocuk ile ana arasında soybağı doğum
ile kurulur” denerek ifade edilmektedir. Önceki Medenî Kanunumuzda “nesebi sahîh
olmayan çocuğun anası doğuran kadındır” denmekte idi. Oysa “nesebi sahîh olan”,
bugünkü deyimle “evlilik için doğan” çocuğun anası da doğuran kadındır. Ayrıca, artık
“illegitime,” “nesebi gayrisahih” çocuk gibi deyimler çocuk için ayrımcılık sayılacağı için terk
edilmiş veya terk edilmektedir. Yeni Medenî Kanun’un 282. Maddesindeki ifade de İsviçre’de
yeni metni 1978 yılı başından itibaren yürürlüğe girmiş olan ZGB. 252/1 ’e uygundur.
Baba ile soybağı, ana ile evlilik (kocanın baba sayılması), yahut tanıma veya hakim
hükmüyle (babalığa hüküm) kurulur. (TMK. 282/2, ZGB 252/2)
Ayrıca, “evlat edinme” ile de soybağı (Kindesverhaeltnis) kurulacağı; TMK. 282/son
(ZGB. 252/son’da belirtilmektedir. Evlât edinmeden doğan ilişkiyi aşağıda inceleyeceğiz.
2. Ana ile Soybağı
Yukarıda belirtildiği üzere, doğum olgusuyla kurulur. Ancak, ana belli değilse, çocuk
terk edilmiş ise, deprem gibi bir felâket’den sonra anası belli olmayan bir çocuk bulunmuş ise,
çocuk ana olmayan bir kadın üzerine kaydedilmiş ise, meselâ “imam nikâhlı” kadının
doğurduğu çocuğun anası; babanın resmî nikâhlı eşi olarak Nüfus Kütüğü’nde gösterilmiş ise,
ananın belirlenmesi bir tesbit davası konusu olabilir.
Çocuğun nüfusdaki ana kaydının düzeltilmesi; baba kaydının da düzeltilmesine -talep
olmadıkça- yol açmamalıdır. Meselâ “imam nikâhlı” veya düpedüz evlilik dışı ilişki kurduğu
bir kadından dünyaya gelen çocuğunu nikâhlı eşi üzerinde kaydettiren bir babanın çocuk ile
soybağı ilişkisi; ananın başka bir kadın olduğu tesbit edildikten sonra, Soybağının ortadan
kalkmasına değil, sadece evlilik içi soybağı iken, “tanıma” ile kurulmuş soybağına
dönüşmelidir. Çocuk ile baba arasındaki ilişkinin bu gibi durumlarda ortadan kalkabilmesi için,
Soybağının gerçeğe aykırı olarak nüfusa geçirildiği iddiası ile açılan menfî tesbit davasının
sadece ana için değil, baba için de ikame edilmiş ve “ana” ile “baba”nın evli olmadıklarının
isbatı ile yetinilmeyip -ileride göreceğimiz- “tanımanın iptali” davasının açılmış olması
gerekir. Çünkü baba, evlilik içi çocuğunu Nüfus İdaresi ’ne başvurma yolu ile tanıyabilir.
(TMK. 295/1) Şu halde çocuğu evlilik içi doğmuş çocuğu gibi kadın eş üzerine kaydettirmesi,
tanıma sayılır.
Bu durumda, doğmuş bir kimsenin çocuğu eşi üzerine kaydettirdiği ve eşinin de gerçek
anne olmadığı sabit olursa, TMK. 300’deki hak düşürücü süreler göz önünde tutularak TMK.
298’deki “tanımanın iptali” davası açılabilir. Herhalde tanıma üzerinden beş yıl geçmemiş
olmalıdır. (TMK. 300/1)
Bu dava, Soybağının reddi davası değildir. Çünkü yine aşağıda göreceğimiz üzere,
gerek ana ile baba hiçbir zaman evli değil idiyseler, “kocanın babalığı bu karinenin çürütülmesi
gereği doğmaz. Çocuğun doğduğu veya ana rahmine düştüğü sırada gerçek ana olduğu isbat
edilen kadın ile baba olduğu kaydedilen erkek evli idiyseler veya sonradan evlenmiş idiyseler,
birinci ihtimâlde ancak soybağının reddi davası açılması gerekli olur, ikinci ihtimalde de yine
ileride göreceğimiz: “evlenme yoluyla soybağının kurulmasına itiraz” davası ikame
edilmelidir. (TMK. 294) Bu davayı da aşağıda çocuğun soybağının sonradan evlilik içi hale
gelmesinde, ananın doğumdan sonra “baba olduğu” bildiriminde bulunan bir erkekle
evlenmesinde de göreceğiz. Bu durumda çocuk evlilik içinde doğmuş veya ana rahmine
düşmüş olmadığına göre, “Soybağının reddi” değil, evlilik dışında doğmuş çocuğun babasının,
ananın sonradan evlendiği erkek olmadığı itirazı söz konusudur.
3. “Yumurta veren” kadın ile “doğuran kadın” aynı kadın olmadığı
takdirde, hangisi ana sayılacaktır?
“Üremeye yardımcı teknikler”in; yirminci yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru
gelişmesi; yirminci yüzyılın başında söz konusu olmayan “biyoetik” soranları ortaya
çıkarmıştır. Mukayeseli (Karşılaştırmalı) Hukuk açısından konuyu ele alırsak; bazı ülkelerde
“yumurta veren kadın”ın kocası veya evli olmadığı bir kişinin spermiyle döllenmiş
yumurtasının (embriyo) başka bir rahme yerleştirilerek çocuk dünyaya gelmesine cevaz
verildiğini görürüz. Biyoteknolojik gelişmelerin ivme kazandığı günümüzde yumurta veren
kadın ve doğuran kadın ayrımının yanında bir de yumurta hücresinin çekirdeğini veren bir
üçüncü kadın da devreye girebilmektedir. Hatta bir kadının yumurtasının hücresi çıkartılarak
bir ikinci kadının hücresi alınmış yumurtasının içerisine e yerleştirilirse bu yumurta, bir erkeğin
spermiyle döllendikten sonra bir üçüncü kadının rahmine yerleştirilse ve doğumdan sonra
birinci kadının genetik mirasını taşıyan çocuk dördüncü bir kadına aradaki kiralık annelik
sözleşmesi gereğince verilse; dört anne adayı olacaktır. Bu durum yeni teknolojik gelişmelerle
hiç de zor değildir. Hatta biyoteknolojik gelişmeler artık spermsiz döllenmeyi başarmışlardır.
Böylece sadece tek bir kişinin genetik mirasına sahip çocuklar dünyaya gelecektir.
Kanaatimizce bu gibi uygulamalara cevaz verilmemelidir. Türk Hukuku’nda temel
maddî hukuk kurallarında açık yasaklayıcı bir kural -olması gerekirken- olmasa bile, Ceza
Kanunu’nun çocuğun soybağının değiştirilmesinin yasaklayan ve suç haline getiren kuralını bu
gibi uygulamaları tereddütsüz kapsayacak bir hale getirdikten sonra, ceza kuralı ihlâl edilip
“kiralık anne” (taşıyıcı anne) uygulamasına gidildiği takdirde “yumurta annesi” ile “doğuran
an- ne”nin her ikisi de hukuken anne sayılıp, ne var ki “çocuk yararı ilkesi”ni göz önünde
tutarak, velayet ve bakım ve gözetim açısından doğuran anneye öncelik tanımak gerekir.
Doğuran ana ve yumurta veren ananın her ikisi de bir sözleşmeyle bir başka kadının
analığını tanıyacaklarını taahhüt etmiş iseler bu borçlanma bağlayıcı olmalı mıdır?
Kanaatimizce bu taahhüt ancak çocuk yararı ilkesine somut olayda uygun düşüyorsa evlât
edinmeye izin sayılmalıdır. Düşmüyorsa, meselâ “sözleşme anası” eşcinsel bir birlikteliğin
tarafı olan bir kimse ise veya herhangi bir diğer sakınca varsa, “Bu sözleşme evlat edinmeye
izin verme” anlamında dahi alınmayıp geçersiz sayılmalıdır
4. Evlilik içinde doğan veya ana rahmine düşen çocuğun soybağının,
“kocanın babalığı karinesi” ile babaya bağlanması
Evlilik içinde doğan çocuk; asgarî, (en az), gebelik süresi olan (180) gün geçmeksizin
doğmuş olsa bile, yine kocanın babalığı karinesi kapsamına girer. (180) gün önce doğmuş
olmanın etkisi, soybağınnı reddi davası açılmış ise görülür. (180) günden önce doğmuş olan
çocuğun doğumuna yol açan cinsel ilişki evlilikten önce gerçekleşmiş demek olur. Aksi
takdirde, çocuğun evlilik akdinden itibaren en az (180) gün geçtikten sonra doğmuş olması
gerekirdi.
a) Bir evlilik devam ederken ana -mutlak butlan sebebi olan- ikinci bir evlilik
yapmayı başarmıştır.
b) Veya birinci evlilik sona ermiş, kadın eş üçyüz günlük ekleme süresini (TMK.
132) doldurmaksızın evlenmeyi başarmıştır.
Bu ikinci hal için, önceki Medenî Kanun’da olmayan bir düzenleme -ZGB. 257 örnek
alınarak- ikinci Medenî Kanun’a getirilmiştir. Çocuk evliliğin sona ermesinden başlayarak
üçyüz gün içinde doğmuş ve ana da bu arada yeniden evlenmiş olursa ikinci evlilikteki koca
baba sayılır. / Bu karine çürütülürse ilk evlilikteki koca baba sayılır.
ZGB 257’de bu karine çakışması sadece birinci evliliğin ölümle sona ermesi halinde
söz konusu olmaktadır. Yukarıda değindiğimiz gibi, kocanın babalığı karinesinin kapsamı
daraltılmıştır. Bizde evliliğin boşanma ile sona ermesi halinde de söz konusu olabilir.
Kanaatimizce, de lege ferenda, boşanma halinde üçyüz günlük süre boşanma davasının
açılması tarihinden başlatılmalıdır.
TMK. 290’daki karinelerin çakışması kuralı evlilik devam ederken kadının ikinci bir
evlilik yapmayı başarmış olması halinde de uygulanabilir, (bkz: Baygın, s. 25). Kanaatimizce
bu düzenleme isabetli ve yerinde bir düzenleme değildir. Karinelerin çakışması halinde birinci
evlilikteki kocaya ve ölmüşse annesi, babası ve altsoyuna ikinci kocanın soybağına itiraz hakkı
tanınmalıdır.
7. Evlât edinme:
TMK. 282/son’da “soybağı ayrıca evlat edinme yoluyla da kurulur” denmektedir. Bu
kural da ZGB. 252/son’un 2000 yılı basında yürürlüğe giren metninden iktibas edilmiştir. Evlât
edinme hükümlerini aşağıda ele alacağız.
Soybağı
Üçüncü kişiler ve özellikle -büyük ana ve baba gibi- diğer hısımlar da TMK. 325
şartlarıyla kişisel ilişki kurulmasını isteyebilirler.
3. Çocuğun giderleri
(ana ve baba, çocuk ergin oluncaya kadar ve eğitimi devam ediyorsa bu sürece karşılar.
Dava hakkı: m. 329. Mikdar - m. 330. uyarlama ve kaldırma - m. 331)
1. Davanın niteliği:
2. Davacılar
Soybağının reddi davasının aslî davacıları a) koca ve b) çocuktur. (TMK. 286) Bir de
“diğer ilgililer” varadır.
a) Diğer ilgililerin dava açma haklarının söz konusu olabilmesi için aranan
kanunî şart:
Diğer ilgililerin dava açabilmeleri için; kocanın dava açması konusunda kabul edilen
hak düşürücü sürenin dolmamış olması (TMK. 289’daki bir yıllık süre) kocanın ölümü,
gaipliğine karar verilmesi, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi ihtimallerinden birisi
söz konusu olduğu için kocanın dava açamayacak durumda bulunması gerekir.
Baba olduğunu iddia eden kişiye -kocanın dava açma imkânı olmadığı durumlarda
soybağının reddi davası açma imkânının tanınması son derece sakıncalı bir düzenlemedir.
Ancak aşağıda belirteceğimiz gibi dar yorumlanırsa kanunda varlığı anlam kazanabilir ve
sakıncalı olmaktan çıkıp adalet duygusunda da uygun olur.
Şu halde bir halk deyişinden ilham alarak söyle diyebiliriz: Soybağının reddi davasını
gerçek baba olduğu iddiasıyla açabilmek, “her kişinin kârı” değil, karinelerin çakışması
halinde “önceki er kişinin (önceki kocanın) kârıdır.
TMK. 291’de “baba olduğunu iddia eden kişi” ibaresi mutlaka bu şekilde dar
yorumlanmak gerekmektedir. Madde bu şekilde düzeltildikten sonra, karinelerin çakışması
halinde, birinci kocaya da soybağının reddi davası hak düşürücü süre içinde mutlak olarak
tanınmalı, karinesine üstünlük tanınan ikinci kocanın dava açamaz durumda olması şartı da
kaldırılmalıdır. Evli iken ikinci evlilik yapmayı başarmış ve bir çocuk dünyaya getirmiş olan
kadın örneğinde de (mutlak butlan), ikinci evlilikteki kocanın karinesine üstünlük tanınacak
ise, ilk evlilikteki kocaya da aynı hak tanınmalıdır.
Soybağının reddi davası, ana ve çocuğa karşı açılır. Diğer ilgilileri dava açmaları
halinde de TMK. 286/1’e kıyasen; davanın ana ve çocuğa karşı açılacağı kabul edilebilir.
(TMK. 291/1 son). Ancak, çocuğa kayyım atanmış ise, kayyımın açacağı dava, çocuğun ergin
olduğu tarihten itibaren açacağı dava gibi (TMK. 289/2) ana ve kocaya karşı açılmalıdır.
(TMK. 286/2).
a) Kocanın davasının bağlı olduğu hak düşürücü süre, kocanın; ve baba olmadığını veya ananın
kritik dönemde başka bir erkekle cinsel ilişkisini öğrendiği tarihden itibaren bir yıldır. ZGB.
256/c’deki (5) yıllık ve doğumdan itibaren başlayan hak düşürücü süre bize de nakledilmiş iken
Anayasa Mahkemesi ’nin 25.06.2009 gün ve E. 2008/30, K. 2008/26 sayılı kararıyla bu beş
yıllık süre iptal edilmiştir. Bu iptal kararı kanaatimce yerindedir.
Kocanın davasının bağlı bulunduğu hak düşürücü süre; haklı bir sebebe dayanılarak
kaçınldığı takdirde bir yıllık süre sebebin ortadan kalktığı tarihden itibaren işlemeye
başlayacaktır. (TMK. 289/son).
Şu halde bu haklı sebebin sürenin başlangıcından beri var olan ve sürenin dolmasına
kadar da ortadan kalkmamış olan bir sebep mi olması gerekir? Kanaatimizce “süre haklı bir
sebep dolayısıyla kaçırılmış ise, dava açma imkânının doğuşundan itibaren münasip
(uygun) bir süre içinde dava açılmalıdır” gibi bir kural, daha uygun bir düzenleme olabilirdi.
b) Çocuk soybağının reddi davasını ergin olduğu tarihden başlayarak en geç bir yıl içinde
açmak zorundadır. (TMK. 289/2). Burada da MK. 289/3 kuralı yürürlükte olmak gerekir.
c) Koca ve çocuk dışındaki “diğer ilgililerin” kocanın dava açamaz olması durumunda,
doğumu ve kocanın dava açamaması sebebini öğrendikleri tarihden itibaren bir yıl içinde
soybağının reddi davasını açmalıdırlar.
d) Çocuğa, savunma için değil, onun adına soybağının reddi ‘davası açılabilmesi için -benim
kanaatimizce sadece ananın başvurusu üzerine- kayyımın açacağı dava da atama kararının
kendisine tebliğinden başlayarak bir yıl, doğumdan başlayarak da beş yıl içinde açmalıdır.
(TMK. 291) Anayasa Mahkemesi’nin zikredilen karamdan sonra bu beş yıllık sürenin
uygulanmasına herhalde devam edilecektir. Bu madde iptal edilmemiştir. Kanaatimizce
yukarıda değindiğimiz gerekçelerle ergin olmayan çocuğa kayyım atanması uygulaması ancak
ananın talebi üzerine ve kısa bir süre içinde kullanılması gereken bir hak olarak
düzenlenmelidir.
I- Genel Açıklama
Önceki Medenî Kanun döneminde, sonradan ana ve babanm evlenmesi ve bir de
nişanlılardan dünyaya gelen çocuk varsa, nişanlılardan birinin ölümü veya evlenme ehliyetini
kaybetmesi halinde “soybağının düzeltilmesi” kabul ediliyordu.
Bu durumda “hakimin hükmü ile soybağının düzeltilmesi”ne ve idari yoldan
soybağının düzeltilmesi” düzenlemelerine gerek görülmedi ve “düzgün soybağı” (sahih
nesep) gibi terimlerde de “ayrımcılık” görüldüğü için, artık sadece “sonradan evlenme”yle
evlilik dışı çocuğun evlilik içinde doğan çocuklarla eşit konumda olacağını belirten TMK.
292’ye yer verildi.
Ana ve babanın “evlilik dışında doğmuş ortak çocuklarının evlilik içinde doğmuş
konumuna gelmesi için sadece ana ve babanın evlenmesi yeterlidir. (TMK. 293/2).
Ne var ki ileride çocuğun evlilik içi çocuk konumunda olduğunun isbat edilebilmesi
için, eşlerin, evlilik dışında doğmuş ortak çocuklarını yerleşim yerlerindeki veya evlenmenin
yapıldığı yerdeki nüfus memurlarına bildirme yükümü getirilmiştir. Esasen daha
önce tanıma veya babalığa hüküm yoluyla çocuk babaya bağlanmış idiyse, nüfus me’muru
çocuğun evlilik içinde doğmuş çocuk konumuna geldiğini de nüfus kaydmda belirtir. Böylece,
baba ve ananın -çocuk küçükse- birlikte veli konumuna geldikleri de belli olur.
II- Sonradan Evlenme Yoluyla Soybağı Kurulmasına İtiraz Davası
3. Davalılar:
TMK. 298/2’de göz önünde tutularak: bu itiraz davasını koca ve anaya karşı
yöneltilmesi gerekir. Çocuk ergin değil ise kanaatimizce çocuk veya altsoyu tarafından açılmış
davanın çocuğa karşı da yöneltilmesine gerek yoktur. (Karşılaştırınız: Baygın s. 57.) Ancak
hâkim TMK. 284/b.l gereğince, davacı ve davalıların muvazaalı uyuşmaları ihtimalinde çocuk
yararı ilkesini gözden uzak tutmamalı, “olguları re’sen araştırıp delilleri serbestçe takdir
etmelidir”.
4. Davacıların isbat yükü:
Davacılar, irade bozukluğu dolayısıyla itiraz davası dışında, kocanın baba olmadığını
isbatla yükümlüdürler. İrade bozukluğu dolayısıyla diğer eşe ve ergin olması durumunda
çocuğa karşı da yöneltilen davada buna ek olarak “irade bozukluğu”da kanıtlanmalıdır.
b) Çocuğun dava hakkı ergin olmasından itibaren bir yıl geçmekle düşer.
Böylece; sağlıkta hüküm doğuran tanıma beyanının ya adî yazılı şekilde veya noterde
resmî şekilde yapılması geremektedir.
Ancak; tanıma ölüme bağlı (mortis causa) olarak da yapılabilmektedir. TMK. 295’de:
tanımanın vasiyetnamede yapılacak bir beyanla olabileceği belirtilir. Vasiyetname terimi, artık
“sözlü vasiyet” kapsamına almamakla birlikte, burada vasiyetname terimini “sözlü vasiyet”i
de kapsayacak şekilde geniş yorumlamak gerekir.
Önceki Medenî Kanun’da; tek taraflı ölüme bağlı tasarrufun adı “vasiyetname” idi.
Vasiyetname elle yazılı veya resmî şekilde yapılabilir, yahut Özel Kanunî şartların bulunması
durumunda “sözlü” olarak yapılabilir, sonra tanıklar bîr tarafından yazıya geçirilebilir ve
mahkemeye verilebilir, yahut mahkemeye tanıkların yapacakları beyan tutanağa geçirilirdi.
“Vasiyet” terimi, şeklî anlamda ölüme bağlı tasarrufların (Vasiyetname ve miras sözleşmesi)
içeriği olan maddî anlamda ölüme bağlı tasarrufların bir türü anlamında kullandırdı.
İkinci Medenî Kanun’da -kanaatimce doğru olmayarak- bu alışılmış kullanım
terkedildi ve vasiyetname terimi sadece elle yazdı ve resmî vasiyetname için kullanılır
oldu. “Vasiyet” terimi; “sözlü vasiyet” şeklinde eski “sözlü vasiyetname” için kullanıldı.
Maddî anlamda ölüme bağlı kazandırma olan “muayyen mal vasiyeti” veya kısaca
“vasiyet’e de “belirli mal bırakma” dendi. Ne var ki tutarlılık sağlanamadı ve “belirli mal
bırakma alacaklısına da “vasiyet alacaklısı” denmeye devam edildi. Bu kullanış şu
gerekçeyle savunulabilir: Vasiyet terimi artık üst kavram olduğuna göre, niçin “Vasiyet
içinde alacaklı olduğu belirtilmiş kişi”ye “vasiyet alacaklısı” denemesin? -Ne var ki bu
savunmada da, “belirli mal bırakma” ölümü bağlı kazandırmasının sadece “vasiyet”
içeriğinde değil, “miras sözleşmesi” içeriğinde de yer alabileceği unutulmuş olmaktadır.
3) De lege lata (mevcut düzenleme açısından), tanıma beyanı yenilik doğuran bir
hukukî muamele midir? Yoksa Hukuk’un sonuç bağladığı, hukukî sonuç doğuran bir bilgi
açıklaması mıdır? (bkz: Hatemi, Aile Hukuku, Smava Hazırlık Kitabı, 1999, N. 49- 50) Aslında
tanıma bir “bilgi açıklaması” niteliğinde görünmektedir. Bu bilgi açıklamasına Hukuk düzeni
çocuğun babasının tanıyan kişi olarak kabul edilmesi sonucunu bağlamıştır. Ne var ki
tanımanın iptali davası, alelade bir tesbit davası olarak değil hak düşürücü süreye bağlı bir
“bozucu yenilik doğuran dava” olarak düzenlenmektedir. Çoğunluk; tanıma beyanının bir
yenilik doğuran hakkın kullanılması işlemi olduğu görüşündedir. Artık kişisel sonuçlarıyla
babalık davası ve mali sonuçlarıyla babalık davası ayrımına yeni Medeni Kanun’da yer
verilmediğine ve babalık davası da yenilik doğuran bir dava değil temelinde “tesbit” niteliği
olan bir dava niteliğinde olduğunu da kabul etmemiz doğru olmaz mı? Düşünülmelidir.
1. Davacılar:
a) Ana: Ananın iptal davası açması halinde çocuk yararının korunması için
hakimin çocuğa bir kayyım tayin etmesi ve kayyımın ananın davasını mesnedli gördüğü
takdirde ana yanında, görmediği takdirde davalı yanında davaya katılması; (de lege ferenda
teklif!) daha uygun olurdu. (TMK. 294/1)
b) Çocuk: Tanıma teklif ettiğimiz gibi bir tesbit davası açılarak yapılsa idi,
sorunlar doğmasına yer kalmazdı. Çocuk ergin ise, soybağının reddi davasında olduğu gibi bir
yıl içinde tanımanın iptali davasını açabilecektir. Kanaatimizce ergin olmayan çocuklar için
tanımanın çocuğun yerleşim yeri aile mahkemesine bildirilmesi yükümü getirebilir. Aile
mahkemesi de ergin olmayan çocuklar için kayyum tayin ederek, çocuk yararı ilkesi gereğince
kayyımın dava açıp açmama kararı vermesi yolunu açabilir. Tekrar ediyorum: “Sonradan
evlenme” ve “tanıma” hallerinde, çocuk ile baba arasında soybağının kurulması için bildirim
değil, tesbit ilamı istenmesi; bu tereddütlere son verebilecektir.
c) Çocuğun altsoyu: Çocuğun ölmüş olması halinde çocuğun alt soyu da iptal
davası açabilir. (TMK.298/1)
Çocuğun ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksunluğu durumunda da ölüm halinde
olduğu gibi, yine çocuğun altsoyuna da iptal davası açma hakkı tanınabilir, sonradan evlenme
yoluyla babaya soybağı kurulmasına itiraz davasında bu imkan tanınmıştır.
Şu halde TMK. 298/1 TMK.5 delaletiyle uygulanarak tanımanın iptali davasında da
çocuğun altsoyuna dava açma hakkı tanınması mümkündür.
d) Hazine: Hazine saklı paylı mirasçısı olmadığı halde ona da dava hakkı
tanınmıştır. (TMK 298/1)
e) Savcı: Savcıya dava hakkı tanınması; herhalde MK. 294/1 de de olduğu gibi,
soybağının gerçeğe aykırı olarak değiştirilmesini önlemek içindir. (TMK. 298/1)
f) Diğer ilgililer: Bu kavramın kapsamına da herhalde özellikle babanın
mirasçıları girmektedir.
2. Davalı:
TMK.298/son gereğince dava tanıyana karşı, tanıyan ölmüş ise mirasçılarına karşı
açılacaktır.
a) Tanıyanın davası için: Tanıyanın dava hakkı; iptal sebebinin öğrenildiği, korkutma
söz konusu ise korkunun etkisinin ortadan kalktığı tarihten itibaren bir (1) yıl, herhalde
tanımanın üzerinden (5) yıl geçmekle düşer. (TMK.300/1)
b) Diğer ilgililerin dava hakkı için: İlgililerin dava hakkı, davacının tanımayı
tanıyanın baba olamayacağını öğrendiği tarihten itibaren (1) yıl ve herhalde tanımanın
üzerinden (5) yıl geçmekle düşer.
c) Çocuğun dava hakkı, ergin olmasından başlayarak (1) yıl geçmekle düşer.
5. İspat Yükü:
Tanıyanın irade bozukluğu hukuki sebebiyle kendi tanıma işleminin iptali için açtığı
davada, bu irade bozukluklarının varlığı ispat edilmelidir. (Kendisi baba olmadığı halde irade
bozukluğu ile tanıma beyanında bulunmuş)
Diğer davacıların açtıkları iptal davalarında; tanıyanın baba olmadığı isbat edilmelidir.
Ancak önce davalı “gebe kalma dönem”inde (kritik dönem) ana ile cinsel ilişkide
bulunduğuna ilişkin inandırıcı kanıtları göstermelidir. Bundan sonra, bu cinsel ilişki
gerçekleşmiş olsa bile tanıyanın baba olması ihtimalinin bulunmadığı kanıtlanmalıdır. (TMK.
299/2)
Önceki Medeni Kanun’da, ana veya çocuğun tanımaya itirazı halinde, bu davacıların,
“tanımanın çocuk için zararlı olduğu iddiası ile dava açma imkanları vardı. (Önceki MK.293)
“Fücur mahsûlü çocuklar” için eski Medeni Kanun’da tanıma yasağı getirildiği halde, acaba
tanıma bu ihtimal dışında hangi hallerde çocuk için “zararlı” sayılabilirdi? Tanıyan’ın alkol
veya uyuşturucu bağımlısı olması, yüz kızartıcı suçtan mahkum olması, anaya tecavüz edilmesi
gibi hallerde mi? Bugün artık fücur mahsûlü çocuğun tanınması yasağı kaldırıldığına
ve”tanıma”nın çocuğa zararlı olması gerekçesiyle tanımaya itiraz da kaldırıldığına göre, “baba”
olduğunu kanıtlayan bir kimsenin tanımam işlemi çocuk esenliği ilkesine aykırı olsa bile nüfus
kütüğüne “baba” kaydı düşürtebilmesi hiçbir şekilde önlenemeyecek midir? Bu konu da
düşünülmeli, fücur mahsûlü çocuk için teklif ettiğimiz: kayda geçirmeyip “belgeler” arasında
muhafaza edilme ve “baba”yı tazminata mahkûm edip kamu haklarından yoksun kılma
düzenlemesi; hiç değilse anaya tecavüz hali için de söz konusu olabilmelidir.
I- Genel Açıklama
Önceki Medeni Kanun’un iktibasından itibaren 80’li yıllara kadar “meşru ailenin
korunması” mülahazaları hakim oldu. Çocuk zina mahsûlü ise tanınmasına ve kişisel
sonuçlarıyla babalığa hükmedilmesine imkan verilmedi. Medeni Kanun açısından durum böyle
iken bizde imam nikahı ve poligami (çok kadın eşlilik) kurumları özellikle bazı yörelerde
varlığını sürdürdüğü için, özel kanunlarla idari yoldan soybağı düzeltilmesi yoluna gidilmiştir.
Bu arada İsviçre’de ve genel olarak Batı’da da “meşru ailenin korunması” mülahazalarının
yerine; gittikçe “çocuk esenliği ilkesi (Kindeswohl)” geçmiş ve bu da tanıma ve babalığa
hüküm yasaklarının zayıflamasına ve ortadan kalkmasına yol açmıştır. Yirminci yüzyılın
sonunda Batı’da hakim ahlak telakkileri kökten bir değişiklik görünümünü arz etmeye
başlamış, evlenme yasakları daraltılmış, “yok” sayılan (matrimonium non existens) aynı
cinsden kimselerin her nasılsa yetkili makamların önünde evlenmeyi sağlamalarına bakış açısı
değişmiş, bu gibi birlikteliklere “evlilik” denmese bile, evliliğe benzer bir statü tanıyan
düzenlemeler; 90’lı yılların başlarında İskandinav yarımadasından güneye yayılmaya başlamış,
nihayet Almanya ve İsviçre’de de kabul edilmiştir. Yakın bir geçmişte Fransa’da da kabul
edilmiştir. Bir yandan da “üremeye yardımcı teknikler”in gelişmesiyle, ayrı cinsden olmayan
hayat ortaklarının da çocuk sahibi olma hakkına sahip oldukları ileri sürülerek, gelecek
nesillerin ve bu birlikteliklere tanık olan gençlerin ve küçük çocukların ruh sağlıkları da büyük
bir tehlikeye maruz bırakılmaktadır.
Bizde 1 Ocak 2002’de yürürlüğe giren yeni Medenî Kanun bu gibi Aile Hukuku
sorunlarında İsviçre Medeni Kanunu’ndaki değişiklikleri tam olarak aktarmamakta ise de,
esasen 80’li yıllarda bizde de Anayasa Mahkemesinin iptal kararlanyla gerçekleşen
değişiklikler (miras payında eşitlik, tanıma yasaklarının kaldırılması...) yeni Kanun’a aktarıldı.
Bazı çevrelerde Aile Hukuku ve cinsi Ahlak alanındaki her gelişmenin Türk Hukuku’na da
derhal aktarılması gerektiği savunulsa dahi, Anayasa’da belirtildiği gibi, Aile toplumun
temelidir ve Devlet’in bireylerin ruh sağlıklarının korunması için de gereken tedbirleri alma
görevi vardır. Akıntıya tabi olmak hüsranla sonuçlanabilir. Mesela, “çocuk yararı ilkesi’nden
her fırsatta söz edilmesine rağmen, sperm bankasından sperm alınarak çocuk dünyaya
getirilmesinin, aynı cinsden iki erkek veya iki kadından birisini “baba”, diğerini “anne” olarak
tanımanın çocuğun ruh sağlığındaki tahribatının zaran bahis konusu edildiğinde niçin çocuk
esenliği ilkesi kolaylıkla unutulmaktadır?
1. Davanın niteliği:
Medeni Kanun’da kişisel sonuçlu babalık davasına yer verilmediği için; ananın açtığı
babalık davasını bütün ifa davaları gibi önce bir tesbite dayanan bir dava niteliğinde görmek
gerekir. Çocuğun davasında da aynı nitelemeyi yapabiliriz.
2. Davacılar:
Ana ve çocuktur. (TMK. 301/1) Ana kendi mali talepleri için açtığı (tesbit) ifa
davasında çocuğu da temsil edemez. Çocuğa bir kayyım atanmak gerekir. Ananın davası
reddedilmiş ise, kesinleşmiş red ilamı çocuk aleyhine kesin yargı oluşturamamalıdır.
Çocuk ölmüş ise; çocuğun alt soyuna dava hakkının kıyasen tanınması görüşü
kanaatimizce yerindedir, (bkz.: Baygın, Soybağı Hukuku, s.76 vd.). (Kıyasa esas alınacak
madde: TMK 294/2)
Ana ölmüş ise, ananın ifa davası kabilinden olan davasının mirasçıları tarafından
açılamayacağı görüşünde tereddüt ediyorum. (bkz: Baygın, s.75 ve dn. 193 ve 194)
Kanaatimizce ana ölmüş ise üstsoy ve altsoyu varsa, onlara da dava hakkı -hiç değilse de lege
ferenda- tanınmalıdır.
3. Davalılar:
Dava babaya ve baba öldüğü takdirde mirasçılarına karşı açılır. (TMK. 301/2)
Dava; Cumhuriyet Savcısına ve Hazine’ye, ana tarafından açılmışsa kayyım tarafından
açılmış ise anaya ihbar edilir (TMK. 301/ son).
Ananın dava hakkı doğumdan bir yıl geçmesiyle düşmektedir. (Mk. 303/2).
Çocuğa doğumdan sonra kayyım atanmışsa bu bir yıllık süre çocuk için atamanın
kayyıma tebliği tarihinden başlamakta idi. (TMK. 303/2). Çocuğun ergin olmasından önce
kayyımın ihmali dolayısıyla babalık davası açma hakkından yoksun kalması doğru
görülmüyordu. Bu hak düşürücü sürenin kanundan çıkarılması teklif ediliyordu (bkz: Baygın,
s. 80). Doğumdan önce kayyımın ihmali çocuk aleyhine hak düşürücü sürenin kabulüne yol
açmamalıdır. Anayasa Mahkemesi çocuk için bir yıllık süreyi iptal etmiştir. (27.10.2011 tarihli
ve E. 71/K. 143 sayılı kararı). Bu karar 07.02.2012 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir.
Çocuk ile başka bir erkek arasında soy bağı ilişkisi varsa, bir yıllık süre bu ilişkinin
ortadan kalktığı tarihte işlemeye başlayacaktır. (TMK. 303/3)
Bir yıllık hak düşürücü sürenin dolmasından sonra, gecikmeyi haklı kılan sebepler
varsa, sebebin ortadan kalkmasından itibaren “bir ay” içinde dava açılabilir. (TMK. 303/4)
Kritik dönemde (TMK. 302/1 ’e bakınız), ana ile cinsel ilişki ispat edilen davalı için
babalık karinesi doğar. (TMK. 302/1) (ikinci fıkrayı da okuyunuz).
Böylece; ispat yükü davalıya geçmiş olur. Davalı da baba olmasının olanaksızlığını
veya bir üçüncü kişinin baba olma olasılığının kendisinden daha fazla olduğunu ispat ederse,
babalık karinesi bertaraf edilmiş olur. (TMK. 302/3)
Kanaatimizce bu son “olasılık isbatı” yerinde değildir. Babalık karinesi doğmuş, cinsi
ilişki ispat edilmiş ise, Davalı sadece baba olmasına imkân olmadığını ispat etmelidir. Ancak
Davalının baba olamayacağının anlaşılmasından sonradır ki “baba olma olasılığı olan kimse”ye
ana dava açabilir. Önceki Medenî Kanun”da, “Kritik dönem”de ananın başkasıyla da ilişkide
bulunduğu def’i (çokluk def’i) ileri sürülebilirdi. “Kritik dönem”de kadının belirlenemeyecek
kadar çok erkekle ilişkide bulunduğu -meselâ fuhuş icra ettiği için- kanıtlanırsa dava
reddedilirdi. Bugün yeni yöntemler davalının baba olup olmadığını kesinlikle ortaya
koyabileceğine göre, “bir başka kişinin baba olması ihtimali daha fazla varittir” iddiası ile
çokluk defi (exceptio plurium) canlandırılmamalı, davayı uzatma ve üçüncü bir kişiyi davaya
çekme tertiplerine mahal verilmemelidir.
1. Çocuk lehine:
Çocuk ile baba arasında evllilik dışında doğum tespit edilmiş olsa dahi soybağı ilişkisi
kurulur. Çocuk; babaya mirasçı olur. Anayasa Mahkemesi’nin TMK. 321’e ilişkin 02.07.2009
tarihli iptal kararından sonra babanın soyadını taşır. TMK. 337/1 gereğince velayet anada kalır
ise de TMK 37/2 şartları varsa baba da velayetin kendisine verilmesini talep edebilir
2. Ana lehine:
Ana, TMK 304’de belirtilen doğum, geçim ve diğer masraflarını babalığına hükmedilen
davalıdan isteyebilir.
Eski Medeni Kanunda, belirli kanuni şartlarda, ana manevi tazminat da talep
edebilirken yeni Medeni Kanunda manevi tazminat konusu genel hükümlere bırakılmıştır.
Hattâ bu atıf da açıkça yapılmaksızın “menfî çözüm” iddialarına da açık kapı bırakılmıştır.
Oysa hiç değilse genel hükümler gereğince manevî tazminat istenebileceği açıkça belirtilmeli
idi.
Kanaatimizce doğru olmayan bir düzenleme de “Ananın mali hakları”ndan söz eden
TMK. 304/son’da yer almaktadır. Ancak Davalıya rücu edilerek ondan istenebilecek sosyal
ödemelerin, Davalı aleyhine hükmedilen “tazminat”dan düşülmesi, denkleştirme yapılması
gerekirken bu kural Yeni Borçlar Kanunu’nun denkleştirme ilkesine aykırı olarak üçüncü
kişilerin anaya yaptıkları hayrî kazandırmaların dahi “hakkaniyet ölçüsünde” tazminattan
indirilebileceğini söylemektedir.
Ahlâkî kayıtsızlık ve bencilce bir çapkınlığa prim veren bir kuralda hakkaniyete
gönderme yapılması gariptir. Yanılıp yanılmadığınıı tesbit için bu sorun üzerinde daha fazla
düşünmek gerekir.
§ 16. Evlât Edinmeden Doğan Soybağı İlişkisi
I- Genel Açıklama
Yine, evlât edinmeyle, ana ve babanın mirastan yoksun kalması da doğru değildir. Ana
ve baba torunlanyla birlikte mirasçı da olamazlar, ne var ki torunlarından nafaka talep
edebilecekleri halde, çocuklarının evlâtlığından isteyemezler. Şu halde bu açıdan da evlât
edinme sözleşmesi adalet hislerine uygun sonuç doğurmamaktadır. Sorumsuz, bir çocuk,
nafakasına muhtaç ana ve babasını ölümünden sonra tamamen ortada bırakabilmeli midir?
II- Evlât Edinmenin Hukukî Niteliği
d) Vesayet altında (kısıtlı) ergin, ayırd etme gücüne sahip ise, TMK. 463/1 şartlarıyla,
vesayet makamı ve denetim makamının izniyle evlat edinebilir. Evlât edinme, kişilik işlemi
hakkıdır. Ayırt etme gücüne sahip, ve (30) yaşını bitiren (hak ehliyeti şartı) kimse evlât
edinebilir. Ne var ki kısıtlı ise TMK. 463/1 şartına uymak gerekir.
e) Evli kimse kural olarak ancak eşiyle birlikte evlât edinebilir. Ancak TMK. 307’deki
şartlar varsa, tek basına da evlât edinmesi mümkündür. (Diğer eş ayırt etme gücünden yoksun,
veya en az iki yıldır nerede olduğu bilinmiyor veya ayrı yaşıyorsa, tek başına evlât edinme yine
mümkün olur.
f) Evli kişinin, eşiyle birlikte evlât edinmeleri halinde, en az beş yıldan beri evli olma
veya her iki eşin de otuz yaşını doldurmuş olmaları gerekir. (TMK. 306/2) kanaatimizce, evli
kimselerin birlikte evlât edinebilmeleri için, en az beş yıldan beri evli olmalaro şartıyla
yetinilmesi uygun değildir. Eşlerin 17 yaşlarını tamamladıkları sırada evlendiklerini, şimdi (22)
yaşında olduklarını düşünelim. Kanaatimizce, bu kadar genç yaşta olan kimseler, sokaktan bir
hayvancağız alıp da çocukları olduktan sonra sokağa terk edenlerin tutumunu kendi çocukları
olduktan sonra evlât edinilen çocuğa da takınabilirler. Ancak eşlerin müşterek çocuk dünyaya
getirmelerinin mümkün olmadığını belgelenmesi halinde beş yıldır evli olma şartıyla
yetinilebilmeli idi.
Eşlerden biri, en az iki yıldan beri evli olması ve kendisinin otuz yaşını doldurmuş
olması şartıyla diğerinin çocuğunu evlat edinebilir. (TMK. 406/son) -Kanaatimizce diğerinin
çocuğunu evlat edinen bir eşe, eşinin ağır kusuru dolayısıyla evlilik sona ermiş ise, evlat
edinilenin velayeti de evlat edinen eşe verilmiş değil ise- miras avcılıklarının önlenmesi için-
evlatlık ilişkisinin kaldırılmasını mahkemeden talep etme hakkı tanınmalı idi.
g) Evlât edinilen ergin bir kimse ise, evlât edinenin altsoyunun açık rızası aranır.
(TMK. 313/1)
Ancak, evlât edinenin altsoyu ehliyetsiz (tam veya sınırlı) ne olacaktır? Kayyım
atanması mı gerekecektir? Yoksa ergin olmayan veya daha geniş bir ifadeyle, sınırlı
ehliyetsiz olan altsoy varsa, “ergin”in evlat edinilmesi mümkün olmayacak mıdır?
Düşünmek gerekir. Burada da bir “örtülü” Kanun boşluğu kalmıştır. Evlat edinenin
altsoyu tam veya sınırlı ehliyetsiz ise ne olacaktır? “Ergin”in evlât edinilmesi mümkün
olmayacak mıdır? Yoksa kayyım mı atanacaktır? Burada da bir örtülü kanun boşluğu
kalmıştır.
2. Evlât edinilende aranan şartlar
a) Evlât edinilenin evlât edinenden en az onsekiz yaş küçük olması şartını yukarıda
gördük. (TMK. 308)
b) Evlât edinilen ayırt etme gücüne sahip küçük ise, rızası olmadıkça evlât edinilemez.
(TMK. 308/1). Bu rıza beyanı da “kişilik işlemi hakkı” sayılır. Ancak, çocuk yararı ilkesi
gereğince, küçük ayırt etme gücüne sahip değil ise, ana ve babasının rızasıyla yetinilir.. Kanun
metninde “veli” değil “ana ve baba” dendiğine göre, kural olarak ana ve babanın her ikisinin
rızası aranır. İstisnası için TMK. 3/1 deki şartlardan birinin bulunması aranır:
aaa) İzni alınmayan ana veya baba belli değil, uzun süreden beri yeri belli değil, yahut
ayırt etme gücünden yoksun ise,
bbb) Küçüğe karşı özen yükümlülüğünü yerine getirmiyorsa. (TMK. 311)
Evlât edinilenin ayırt etme gücü varsa -TMK. 308/3’ün tereddüt uyandıran ifadesine
rağmen- vesayet altında da olsa rızası alınmalıdır.
ccc) Ergin ve ayırt etme gücüne sahip olan kimsenin de rızası 2aranacağı tabiîdir.
(TMK. 313/son’a bkz) Ayırt edemeyen erginin kendi rızası aranmaz. (TMK. 313/son)
c) Evlat edinilen dışında, evlât edinilmeye muvafakati ve izni aranan kimseler:
aa) Küçük için ana ve baba (TMK. 309-312). Rıza, mahkemece tutanağa geçirildikten
sonra altı hafta içinde ve bir defaya mahsus geri alınabilir (TMK. 310/2,3)
bb) Vesayet altındaki küçük veya kısıtlı için, vasî, vesayet makamı ve denetim
makamının izni. (TMK. 463/1, TMK. 308/son)
cc) Evlât edinilen ergin evli ise, eşinin de rızası aranır. (TMK. 313/3,
2) Evlâtlık (TMK. 314, 2) ve altsoyu (TMK. 500/1) evlât edinene kan hısımı gibi
birinci zümre mirasçısı olur. Evlât edinen ve hısımları evlâtlığa mirasçı olamaz (TMK. 500/2)
3) Evlâtlık küçük ise evlât edinenin soyadını alır. (TMK. 314/3). Ergin olan
evlâtlık, isterse evlât edinenin soyadını alır.
4) Eşlerin birlikte evlat edindiği ayırt etme gücü olmayan küçüğün kaydına ana
baba adı olarak eşlerin adı yazılır. (TMK. 314/5 ile bağdaşmayan bu TMK. 314/3 kuralı
düzeltilmeli, evlât edinen; küçüğün adını sırf nüfusa başvuruyla değiştirememelidir bkz: TMK.
314/3, 2. cümle).
§ 17. Velayet
I- Genel Açıklama
Velayet; etimolojik köken itibariyle Arapça kökenli olup, başkaca anlamları da olmakla
birlikte, konumuz itibariyle “otorite, egemenlik, yetki” anlamlarına gelmektedir. Başka ifade
ile velayet; evlilik birliği içerisinde çocuk adına anne babaya tanınan bir egemenlik türü olması
itibariyle, birlikte kullanılan bir yetki, etkin bir güçtür. Sosyolojik anlamda evlilik birliğinin
başlangıcı ile oluşan aile kurumuna çocuğun katılımı ile birlikte, kendiliğinden var olan anne-
babanın egemenliğinin hukuki tanımı “velayet hakkıdır”. Aynı bakış açısı ile velayet hakkı en
genel tanımı ile aile yapısı içerisinde henüz ergin olmayan çocuğun anne babasının egemenliği
altında olmasını ifade eder. (Ayrıntılı tanımlama için bakınız: İsmail, Özmen, Velayet Hukuku
Davaları, Çocuk Hakları, Aile ve Çocuk Mahkemeleri, 3. Baskı, Adalet Yaymevi, 2013, s. 12
vd.).
Velayet; küçüklerin bazı hallerde de ergin kısıtlı çocukların mallarına ve kendilerine ve
bu çocuklan temsil etmek hususunda gösterilmesi gereken özeni göstermek adına anne ve
babaya yüklenen görevlerle, bu görevlerin çocuk menfaati ilkesine uygun olarak yani çocuğun
yararına yerine getirilmesini sağlayan yetkileri içeren ve sadece aslında çocuğun korunmasını
hedef alan bir kurumdur. Bu açıdan aile hukukun en temel kurumlarından biridir.
Türk Medeni Hukuk sistemimizde velayet, ergin olmayan çocukların ve bazı hallerde
ergin olan kısıtlanmış çocukların kişilik ve mallarının korunması açısından ve onların temsili
yönünden anne ve babanın sahip olduğu hak ve yükümlülüklerle donatılmış yetkiyi
tanımlamak için kullanılan hukuki bir terimdir. Bu anlamda velayet hem bir güç hem de bir
haktır. Toplumsal düzeni önemli derecede ilgilendirir, aile içinde doğal soybağı ilişkisine
dayanır ve anne-babaya birlikte tanınır. Toplumun temeli olan aile, ailenin bütünlüğünün
korunması ve devamı niteliğindeki çocukların maddi ve manevi bütünlüklerinin sağlıklı bir
şekilde devamı ve onların korunması açısından velayet hakkının doğru bir biçimde
kullanılması çok önemlidir. Devlet anayasal bir görev olarak ailenin korunması yönünden bu
hakkın anne ve baba tarafından kullanılamadığı ya da kötüye kullanıldığı hallerde duruma
müdahale ederek bu hakların çocuğa vasi atanması suretiyle kullanılmasına devam edilmesini
sağlar.
Velayet hakkı anne ve baba için bir görev olduğu gibi aynı zamanda da bir haktır. Anne
ve baba bu hakkı birlikte kullanırlar, sorumlu bir biçimde bu hakkı birlikte kullanan anne ve
baba kendilerinden bu hakkın alınmasını talep edemeyecekleri gibi, bu hakkı kötüye de
kullanamazlar.
İnsan olarak herkes hak ehliyetine sahiptir. Ancak herkes kendisini koruyup gözetecek
durumda olmayabilir. Bu sebeple küçükler, ergin oluncaya kadar hukuk nezdinde bakım ve
gözetime muhtaç sayılırlar. Nitekim, anne ve baba ergin olmayan çocuğun ve aşağıda
inceleyeceğimiz üzere bazı hallerde kısıtlıların “velisi”dirler. (Bakınız: Hüseyin, Hatemi, Aile
Hukuku (Sınava Hazırlık Kitabı), Filiz Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 124.)
Velayet hakkı küçüklerin ve bazı hallerde kısıtlıların bakım ve korunmalarının
sağlanması amacıyla anne ve babanın onların şahıs ve malvarlığı değerleri üzerindeki hak ve
yükümlülüklerinin tümüdür. (TMK. m 335: “Ergin olmayan çocuk, ana ve babasının velayeti
altındadır. Yasal sebep olmadıkça velayet ana ve babadan alınamaz. Hâkim vasi atanmasına
gerek görmedikçe, kısıtlanan ergin çocuklar da ana ve babanın velayeti altında kalırlar”).
Velayet hakkı önceleri mutlak bir hak olarak değerlendirilirken, daha sonraları anne ve
babaya çocuğun malvarlığına ve kişiliğine özen gösterme yükümü yükleyen ve bunların en iyi
şekilde yerine getirilmesi için onlara yetkiler sağlayan bir “görev-yetki hakkı” olarak kabul
edilmiştir. Velayet hakkı bu bakımdan çift yönlüdür. Anne ve babaya bir taraftan çocuğun şahıs
ve malvarlığı değerleri üzerinde yetkiler sağlarken, diğer taraftan onlara bir takım
yükümlülükler yükler. Velayet hakkına sahip olmak için, çocuğun genetik anne ve babası
olmak yeterli değildir, şüphesiz çocukla anne ve baba arasında kanunun öngördüğü şekilde
soybağı ilişkisinin de kurulmuş olması gerekmektedir. Ayrıca bu soybağı ilişkisinin kurulmuş
olması dahi yetmemekte, anne ve babanın da ayırt etme gücüne sahip, ergin ve kısıtlanmamış
olması yani fiil ehliyetine tam olarak sahip olması gerekmektedir. (Bakınız, Baygın, a.g.e.,
s.261- 262).
Velayet hakkı kullanılırken çocuğun maddi ve manevi bütünlüğünün geliştirilmesi ve
çocuğun güvenliğinin sağlanarak ona bağımsız bir kişilik kazandırılmasına yönelik bir faaliyet
yürütüldüğünden, velayet hakkı, bir başka deyişle, bunu kullanan taraf yararına değil, bizzat
çocuğun yararına ana babaya tanınan bir “yüküm-hak” olarak da nitelendirilebilir. Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi 3. maddede de düzenlendiği üzere, çocuğu ilgilendiren
tüm faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir. Aynı Sözleşmenin 18. maddesinde de
çocuğun yetiştirilmesi ve geliştirilmesi sorumluluğunun öncelikle anne ve babaya ait olduğu
ve bu görevin çocuğun üstün yararı gözetilerek yerine getirilmesi gerekliliği açıkça
vurgulanmıştn. Türk Medeni Kanunu m. 337/2 ve 339/1 hükümlerinde de “çocuğun menfaati”
esas alınmıştır. Velayet hakkı kullanılırken çocuğun menfaatinin gözetilmesinin yanısıra,
çocuğun da kendisini ilgilendiren konularda görüşlerine saygı gösterilmesi gerekmektedir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi 12. maddede görüşlerini oluşturma yeteneğini
haiz olan çocuğa kendisini ilgilendiren her konuda görüşlerini açıklaması ve serbestçe
açıkladığı görüşlerine gereken önemin verilmesini isteme hakkı tanınmıştır. Buna paralel
olarak da TMK. m. 339/3’de “Ana ve baba, olgunluğu ölçüsünde çocuğa hayatını düzenleme
olanağı tanırlar; önemli konularda olabildiğince onun düşüncesini göz önünde tutarlar” hükmü
yer almaktadır. Çocuğun şahıs varlığını yakından ilgilendiren işlemlerde ise sadece görüşünün
değil, olurunun da alınması gerekmektedir. Örneğin cerrahi müdahelelerde hem velayet
hakkına sahip anne ve babanın, hem de çocuğun rızasının alınması gerekmektedir. Nişanlanma,
evlenme, evlat edinilme gibi kişiliği yakından ilgilendiren bir başka deyişle kişiliğe sıkı surette
bağlı hakların kullanılmasında da çocuğun rızasının alınması gerekmektedir. (TMK. m. 118,
m. 142, m. 308) (Ayrıntılı değerlendirme için bakınız: Baygın, a.g.e., s. 273- 274).
Çocuğun kişiliğine saygı gösterilmesi, çocuğun menfaatinin gözetilmesi ve onun
katılımının yanı sıra velayet hakkının kullanımının sınırlarını belirleyen bir diğer önemli
ilkedir. Zira TMK. m. 322’ye göre de; ana, baba ve çocuk, ailenin huzur ve bütünlüğünün
gerektirdiği şekilde birbirlerine yardım etmek, saygı ve anlayış göstermek ve aile onurunu
gözetmekle yükümlüdürler. Ailenin toplumun temeli olması ve önemi itibariyle de anne baba
ve çocuk arasındaki ilişkiler tüm toplum için büyük öneme sahiptir. Velayet anne ve babaya
tanınmış alelade bir hak olmayıp, onlar için bir yükümlülüktür. Söz konusu bu yükümlülük
çocuğun tüm menfaatleri gözetilerek onun yararına kullanılırsa, bundan tüm toplum yarar
görecektir. Huzurlu, sağlıklı ve güven ortamında büyüyen bireyler, toplum için üretken, değer
katan ve fayda sağlayan bireyler olacaktır. Bu açıdan velayet hakkının gereği gibi
kullanılmasında “toplumsal fayda” söz konusudur. Bu nedenlerle, velayet hakkının gereği gibi
yerine getirilip getirilmediğinin tesbiti ve sınırlarının belirlenmesi devlet kontrolünde
olmalıdır. Anne babanın velayet hakkını kullanmaya muktedir olup olmadıkları ya da velayet
hakkını kötü kullanmaları durumunda, devlet kamu yararı ve kamu düzeni düşüncesiyle
müdahale etmelidir. Velayet hakkı, kişiye sıkı surette bağlı haklardandır, sağlararası bir
kazandırma ile başkasına devredilemeyeceği gibi ölüme bağlı tasarrufa konu olmaz ve ölüm
ile birlikte mirasçılara geçmez. Velayet hakkından feragat edilemeyeceği gibi, hakkın konusu
herhangi bir hukuki işlem ile sınırlandırılamaz. Süreye bağlı bir hak olan velayet hakkı çocuğun
ergin olması ile sona erer. Ayırt etme gücüne sahip kısıtlanmamış ve onsekiz yaşını doldurmuş
olan çocuk üzerindeki velayet hakkı bu şartların gerçekleşmesi ile kendiliğinden sona erer.
Çocuğun evlenmesi ya da mahkeme kararı ile ergin olması da aynı sonucu doğurur. Ancak,
TMK. m. 335/2 gereğince, ergin çocuğun kısıtlanmasına karar verilirse, hakim vasi atanmasına
gerek görmedikçe, anne ve babanın velayeti devam eder. Anne ve babanın ölmesi ya da
velayetin kullanılması konusundaki yetersizlik veya sorumsuzlukları yüzünden velayet hakkı
sona ererse, çocuk vesayet altına alınarak kendisine vasi tayin edilir. Velayet hakkı TMK. m.
336/1 gereğince; “bölünemez niteliktedir”. Yani, velayeti evlilik devam etttiği sürece anne ve
baba kural olarak birlikte kullanırlar. Evlilik mevcut iken velayet hakkının bölünmesi söz
konusu olamaz. Velayetin bölünmesi aşağıda göreceğimiz üzere, evliliğin boşanma ile sona
erdiği ya da ayrılık kararı ile ortak yaşama ara verildiği hallerde söz konusu olur. Boşanma ve
ayrılıktan sonra ise velayetin bölünerek bir takım hak ve yükümlülüklerin anneye, diğerlerinin
babaya bırakılıp bırakılamayacağı ise tartışmalıdır. Bazı yazarlar özellikle çocuğun şahıs
varlığı üzerinde mevcut olan hak ve yükümlülüklerin bölünmesinin zor ve ciddi zarar doğurma
tehlikesi altında olduğundan, boşanma halinde de velayetin anne ve babadan sadece birisine
bırakılmasının doğru olacağını savunurken, diğer bazı yazarlar istisnai ve özel durumlarda
çocuğun şahısvarlığına ilişkin yetkilerin bir tarafa, malvarlığına ilişkin yetkilerin de diğer
tarafa bırakılabileceğini savunmaktadırlar, aynı sebeple Alman Medeni Kanunu BGB § 1671
hükmü; çocuğun güvenliğinin gerektirmesi durumunda, çocuğun bakım ve eğitimi ile ilgili
görev ve yetkileri taraflardan birine, çocuk mallarını yönetme görevini de diğer tarafa
bırakılabileceğini düzenlemektedir. TMK. m. 336/3 gereğince; boşanma halinde velayetin
çocuğun bırakıldığı tarafa ait olacağı açıkça düzenlendiğinden, bizim hukukumuz açısından
velayetin bölünebileceğini ileri sürmek mümkün gözükmemektedir. (Ayrıntılı bilgi için
balanız: (Baygın, a.g.e., s. 275- 280).
Anne ve baba velayet hakkını birlikte kullanırlar. Eski Medeni Kanun düzenlemesinden
farklı olarak velayet hakkının kullanılmasında anne ve baba arasında anlaşmazlık çıkması
halinde babanın reyine-oyuna üstünlük tanıyan düzenleme yeni Medeni Kanun
düzenlemesinde yoktur. Örneğin; çocuğun reşit olmadan önce nişanlanmasına karar verilmesi,
çocuğun reşit olmadan evlenmesi, kazai rüşt istenmesi, çocuğun evlat edinilmesine verilen
rızada aranan babanın oyuna üstünlük artık söz konusu değildir. Anne ve baba velayet hakkının
kullanılması açısından eşittirler. Annenin ya da babanın oyu alınmadan velayet hakkının
kullanılmasına ilişkin bir hukuki işlem yapılmışsa, diğer ebeveynin oyu almana kadar kişiler
hukuku derslerinden de hatırlanacağı üzere “askıda hükümsüzlük” yaptırımı söz konusu olur.
Temsil yetkisi eksikliğinde olduğu gibi bu askıda olma hali daha sonra hukuki işleme verilecek
icazet ile ortadan kalkar, hukuki işlem sıhhat kazanır ya da icazet verilmez işlem tam olarak
“kesin hükümsüz” hale gelir. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Özmen, a.g.e., s. 14- 15.).
Ancak anne ve babanın herhangi birinin hastalığı, akıl zayıflığı, kötü hali, aileden uzak
kalması gibi sebepler velayet hakkının kullanılmasını önemli derecede etkiliyorsa ve
aksatıyorsa; anne ya da baba bu hakkını tek başına kullanır, böylece temsil yetkisi aslında bir
diğerine -anneye ya da babaya- geçmiş olur. Böylece velayet yetkisi kendisinden alınan tarafın
çocuk üzerinde karar verme yetkisi ortadan kalkar. Anne ve baba velayet hakkını kullanırken,
kendi işlemlerinde gösterdikleri gerekli dikkat, titizlik ve özeni göstermek zorundadırlar. Aksi
durum velayet hakkının kötüye kullanılması demek olacağından, sorumluluğu gerektirecektir.
Veli özellikle çocuğa dair karar vermesi gereken durumlarda doktor, avukat gibi belirli mesleki
guruplara dair kimselerden gerekli görüşleri almak zorunda kalırsa sorumluluktan
kurtulabilmesi için, bu kişileri seçmede gerekli özen ve dikkat gösterdiğini kanıtlamak zorunda
kalacaktır. Aksi bir durum TMK. 346. Maddenin ve koşulları varsa cezai sorumluluğun
uygulanmasına yol açabilir. Anne ve baba velayet hakkını kullanırken gerekli dikkat, özen,
ihtimama ve titizliği göstermekle birlikte, bu hakkı daime çocuğun yararına ve iyiliğine
kullanmak durumundadırlar. Çocuğun ruhsal ve fiziksel gelişimi hususunda tüm önlemleri
almakla yükümlüdürler, velayet hakkının özünde bu yer alır ve amaç budur. Çocuğun
kişiliğinin sağlıklı bir şeklide gelişmesi, aile ve toplum için büyük önem arz eder, tedip ve
terbiyede de asıl amaç çocuğun gelişimine ancak katkı sağlamak olmalıdır. Zira çocuk anne ve
babanın eşyası ya da üzerinde mülkiyet hakkı sahibi oldukları bir mal- nesne değildir. Çocuğun
kişiliğinin sağ ve tam doğum şartıyla başladığını kişiler hukuku derslerinden hatırlamaktayız.
Çocuk kişiliğinin başlamasından reşit oluncaya kadar anne ve babasından bakım ve
korunmasını istemek hakkına sahiptir. Bu açıdan velayet altında olduğu için onun kişilik hakkı,
anne ve babasının kişilik hakkından farklı nitelikte ve daha az önemli değildir. Velayet
hakkının bu açıdan geniş yetkiler vermesi, sağlıklı bireyler yetişmesi ve sonuçta ailenin sağlıklı
olmasıdır. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Özmen, a.g.e., s. 16- 17.).
Velayet hakkı sadece ana ve babaya tanınmıştır. Bir başka deyişle velayet hakkını ana
ve babadan başka birisi kullanamaz. Büyük anne, büyük baba, çocuğun yanına yerleştirildiği
aile, üvey ana ya da babanın velayet hakkı yoktur, ancak bu kişilerin velayet hakkına sahip olan
eşe yardım etme yükümlülükleri vardır. Zira TMK. m. 338 gereğince; “Eşler, ergin olmayan
üvey çocuklarına da özen ve ilgi göstermekle yükümlüdürler. Kendi çocuğu üzerinde velayeti
kullanan eşe diğer eş uygun bir şekilde yardımcı olur; durum ve koşullar zorunlu kıldığı ölçüde
çocuğun ihtiyaçları için onu temsil eder. Bu kuralın tek istisnası “evlat edinme”dir. Evlat
edinme ile birlikte, ana ve babaya ait hak ve yükümlükler evlat edinene geçer. (Baygın, a.g.e.,
s. 261- 262).
1- ANA VE BABANIN EVLİ OLDUĞU HALLER
Çocuğun doğduğu ya da anne rahmine düştüğü sırada anne ve baba evli ise, doğumla
birlikte velayet hakkı doğar. Kural olarak TMK. m. 336 hükmüne göre; ana ve baba, evlilik
devam ettiği sürece velayet hakkını birlikte kullanırlar. Evlilik devam etmekle beraber, ortak
hayata ara verilmişse veya ayrılık hali gerçekleşmişse, velayet hakkı hakim tarafından eşlerden
birisine verilir. (TMK. m. 336/2). TMK. m. 336/3 hükmü gereğince de; velayet hakkı evliliğin
ölüm ile sona ermesi halinde sağ kalan eşe, boşanmada ise çocuk kendisine bırakılana aittir.
Velayet hakkının birlikte kullanılması ana ve babanın her durumda ve koşulda birlikte
hareket etme zorunluklarının olduğu anlamına gelmemelidir. Ana veya babadan her biri
münferit işlemlerde diğer eşin açık ya da örtülü rızasına dayanarak bu hakkı tek basına
kullanabilir. Bu rıza işlemden önce izin şeklinde olabileceği gibi, sonradan verilen icazet-onay
şeklinde de olabilir. Yeni Medeni Kanunumuz, eski Medeni Kanun 263. maddede yer alan
velayetin kullanılması hususunda ana ve baba arasındaki anlaşmazlıkta babanın oyuna üstünlük
tanıyan hükmüne yer vermemiştir. Yeni düzenlemeye göre; bu konuda eşler arasında çıkacak
bir anlaşmazlıkta hakimin müdahalesi talep edilebilir, evliliğin genel hükümlerinde öngörülen
düzenlemeler ve çocuğun korunmasına ilişkin koruyucu hükümler çerçevesinde anlaşmazlık
çözülmelidir. Kural ana ve babanın velayeti evlilik devam ederken birlikte kullanmaları
olmakla birlikte, eşlerin birlikte yaşamaya ara vermesi ya da hakim hükmü ile eşlerin ayrılığına
karar verilmesi hallerinde velayet hakkının birlikte kullanılmasının istisnaları olacaktır. Eşler
aralarında anlaşarak birlikte yaşamaya ara verebilirler. TMK. m. 197’de yer alan hükme göre;
“ Eşlerden biri, ortak hayat sebebiyle kişiliği, ekonomik güvenliği veya ailenin huzuru ciddî
biçimde tehlikeye düştüğü sürece ayrı yaşama hakkına sahiptir.” Eşlerin birlikte yaşamaya ara
vermesi için hakimden izin almalarına gerek yoktur, birlikte yaşama ara verilmesi halinde
velayet hakkı kendiliğinden ortadan kalkamaz. Ancak bu durumda aynı hükmün 4. fıkrasına
göre; “Eşlerin ergin olmayan çocukları varsa hâkim, ana ve baba ile çocuklar arasındaki
ilişkileri düzenleyen hükümlere göre gereken önlemleri alır”. Yani hakim, ergin olmayan
çocuklar varsa birlikte yaşama ara verilmesi durumunda çocukların eşlerden hangisinin
yanında kalacağmı, diğer eş ile olan kişisel ilişkilerini ve çocuk kendisine bırakılmayan eşin
çocuğun giderlerine olan katkısmı belirler. TMK. m. 170 hükümlerine göre eşlerden her biri
boşanma sebeplerine dayanarak ayrılığa ya da boşanmaya hükmedilmesini hakimden
isteyebilirler. Boşanma talebinde bulunulmuş olsa bile, hakim, eşler arasında ortak hayatın
yeniden tesis edileceğine dair bir kanaate varırsa, boşanmaya değil bir yıldan üç yıla kadar
ayrılığa hükmedebilir. Ayrılık kararında hakim, çocuğun kimin yanında kalacağına karar
verebilir. Ancak ayrılık süresince velayet hakkı birlikte kullanılır. Hakim bu durumda da çocuk
yararı ilkesi gerektiriyorsa, velayet hakkını eşlerden birine bırakabilir. Boşanma durumunda
ise velayet hakkı, TMK. m. 336/3’e göre; çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir. Kanuni
düzenlemenin emredici bir hüküm olduğu göz önüne alınırsa, boşanma halinde hakim velayeti
eşlerden birisine vermek zorundadır. Doktrideki baskın görüş ve Yargıtay yerleşmiş içtihadı
da bu yöndedir. Yargıtay, boşanma halinde çocuğun üstün menfaati gözetilerek çocuğa
velayetinin ana veya babadan birisine verileceğine ya da durum gerketiriyorsa çocuğa bir vasi
atanması gerekliliğine karar vermektedir. Bu sebeple, boşanma halinde eşlerin velayeti birlikte
kullanmaları hususunda yapacakları anlaşma da geçersiz olacaktır. Doktirindeki diğer görüş
ise boşanma halinde bile velayetin ane ve babaya birlikte verilmesinin çocuğun üstün yararı
ilkesine uygun olduğunu, MK. m. 336/3 hükmünde bir boşluk olduğunun ve boşanma halinde
velayeti ortak kullanmaya istekli ana ve bayan çocuk yararı ilkesi de bunu gerektiriyorsa,
hakim tarafından birlikte velayet hakkının verileceğini ve böylece hükmün amaca göre
yorumlanabileceğini savunmaktadırlar. 2000 tarihinde yürülüğe giren İsviçre Medeni Kanun
değişikliği ile boşanma halinde şartlar gerektiriyorsa birlikte talep ve çocuk yararı mevcutsa,
ana ve babanın birlikte velayet hakkına sahip olabilecekleri hükmü getirilmiştir. Evliliğin
butlanına karar verilmesi durumunda ise TMK. m. 157/2 hükmü gereğince boşanmaya ilişkin
hükümler kıyas yoluyla uygulanacaktır. Dolayısıyla hakim butlan kararı verinken olanak varsa
ana ve babayı dinleyecek, çocuk vesayet altında ise vesayet makamının düşüncesini alacak ve
ana baba ile çocuk arasındaki kişisel ilişkiyi düzenleyecektir, bu durumda da çocuk yararı ilkesi
temel dayanak noktasıdır. Ana babası evli iken eşlerden birinin ölümü halinde, çocuğun
velayeti sağ kalan eşe ait olur. Eşlerden birinin gaipliğine karar verilmesi durumunda da çözüm
aynıdır. Boşanma veya butlan halinde velayet hakkı kendisine bırakılan eşin ölümü halinde,
velayet hakkı otomatik olark sağ kalan ancak velayet hakkına sahip olmayan eşe geçmez.
Hakim talep üzerine veya resen harekete geçerek velayeti sağ kalan eşe verir ya da çocuğa
uygun görürse bir vasi tayin eder. (Bakınız: Baygın, a.g.e., s. 262- 270).
TMK. m. 337/1 hükmü ana ve babnm evli olmaması halinde velayet hakkının kimin
olacağını düzenler; “Ana ve baba evli değilse velayet anaya aittir”. Velayet hakkı kendiliğinden
doğum ile birlikte anaya ait olur. Ancak “Ana küçük, kısıtlı veya ölmüş ya da velayet
kendisinden alınmışsa hâkim, çocuğun menfaatine göre, vasi atar veya velayeti babaya verir”
(TMK. m. 337/2). Evlilik dışı doğmuş bir çocuk varsa, baba ile tanıma ya da mahkeme kararı
ile soybağı kurulmuşsa, velayet babaya verilebilir. Ancak baba belli değilse ya da baba ile
soybağı ilişkisi kurulmasına rağmen çocuğun menfaati gerektiriyorsa, hakim çocuğa bir vasi
atanmasına karar verebilir.
TMK m. 339 velayet hakkına sahip ana babanın yetki ve görevleri ile çocuğun ana
babasına karşı olan yükümlülüklerini genel olarak düzenler. TMK m. 339 ve devamındaki
hükümler incelendiğinde velayet hakkının içeriğinde aşağıda inceleyeceğimiz yükümlülükler
yer almaktadır.
“Ana ve baba, çocuğun bakım ve eğitimi konusunda onun menfaatini göz önünde
tutarak gerekli kararları alır ve uygularlar. (TMK m. 339/1)
Çocuk, ana ve babasının sözünü dinlemekle yükümlüdür. (TMK m. 339/2)
Ana ve baba, olgunluğu ölçüsünde çocuğa hayatını düzenleme olanağı tanırlar; önemli
konularda olabildiğince onun düşüncesini göz önünde tutarlar. (TMK m. 339/3)”.
Bu hüküm uyarınca çocuğun eğitimi, bakım ve gözetimi, sosyal yaşamının
düzenlenmesi ve bu gibi konularda ana ve baba, velayet hakkını kullanırken ayırt etme gücüne
sahip çocuğun görüşünü almalıdır. Böylece çocuk olgunluğu ölçüsünde kendi hayatı ile alınan
kararlarda söz sahibi olacak ve kendi kişiliğini geliştirme fırsatı bularak, topluma daha sağlıklı
ve üretken bir birey olarak katılacaktır.
Yine TMK. m. 339/2 hükmü uyarınca çocuk, ana ve babasının sözünü dinlemekle
yükümlüdür. Zira velayet tek yönlü bir ilişki değildir. Ana ve babanın çocuğun eğitimini ve
bakımı sağlama yükümlülüğünün karşısında çocuğun da ana babasının sözünü dinleme ödevi
vardır. Ancak bu ödev velayetten doğan görevlerinin amacı ve çocuğun kişilik hakları ile
sınırlıdır. Çocuk ana ve babasının hukuka ve ahlaka aykırı istekleri ve bedensel ve ruhsal
gelişimini tehlikeye sokan isteklerine uymakla yükümlü değildir. (Bakınız: Baygm, a.g.e., s.
292- 293. ; Mustafa, Dural/ Tufan, Öğüz/ Mustafa Alper, Gümüş, Türk Özel Hukuku, Cilt III,
Aile Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2013, s. 342- 343).
TMK. m. 339/5’e göre; “çocuğun adını ana ve babası koyar”. Velayete sahip ana ve
baba için çocuğun adının konulması hem bir hak hem de bir yükümlülüktür. Hiçbir çocuk
isimsiz kalamaz. Velayete sahip ana ve baba çocuğa isim koyma hususunda anlaşamazlarsa,
bir görüşe göre her iki eşin de istediği isim konulur, diğer bir görüşe göre ise hakimin
müdahalesi talep edilmelidir. (Baygm, a.g.e., s. 280- 281)
TMK m. 339/4’e göre; “Çocuk, ana ve babasının rızası dışında evi terkedemez ve yasal
sebep olmaksızın onlardan alınamaz”. Velayet hakkına sahip olan ana ve baba çocuk ile birlikte
yaşamak ve çocuğu kendi denetim ve gözetimi altında bulundurmak zorundadır. Çocuğun
sağlıklı gelişimi için ana ve babası ile birlikte yaşaması gerekli yaşamsal bir ihtiyaçtır. Çocuk
haklı bir sebep olmaksızın ana ve babasından alınamaz. Çocuğun ana va babasından alınması
durumunda, ana ve babanın zamanaşımına tabi olmayan çocuğun geri verilmesini talep ve dava
etme hakkı vardır. Boşanmadan sonra velayeti kaybetmiş ana veya baba, velayet sahibi olan
tarafın izni olmaksızın çocuğu alıkoyamaz.
TMKm. 340’da çocuğun eğitimi, 341. maddede ise dini eğitimi düzenlenmiştir. Ana ve
baba, çocuğu olanaklarına göre eğitirler ve onun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâkî ve toplumsal
gelişimini sağlar ve korurlar. (TMK. m. 340/1).
Ana ve baba çocuğa, özellikle bedensel ve zihinsel özürlü olanlara, yetenek ve
eğilimlerine uygun düşecek ölçüde, genel ve meslekî bir eğitim sağlarlar. (TMK m. 340/2).
Velayet hakkına sahip olan ana ve baba için çocuğun eğitilmesi hem bir hak hem de bir
görevdir. Bu eğitim genel bir eğitimi kapsadığı gibi, çocuğun mesleki ve dini eğitimini de
kapsar. Çocuğun eğitimi öncelikle ailede başlar. Bu eğitim öncelikle sosyal ve ahlaki açıdan
olmalıdır. Çocuğun ilk eğitimini tamamlamasından sonra ana ve baba, Anayasa ve kanunlar
çerçevesinde çocuğun okul eğitimini almasını sağlamakla yükümlüdürler. Genel eğitim
çocuğun ilk ve orta öğrenimini de kapsar. T.C. Anayasası 42. maddeye göre kimse eğitim
hakkından yoksun bırakılamaz. Ana ve baba aynı şekilde varsa zihinsel özürlü çocuklarının da
bu özelliklerine uygun eğitimi almalarına olanak sağlamakla yükümlüdürler. Bu çocukların
özel bakım ve eğitim görme hakkı kanun tarafından güvence altına alınmıştır. Çocuğun alması
gereken genel eğitimin yanında, ana ve baba çocuğun mesleki eğitimini sağlama yükümlülüğü
altındadır. (Baygın, a.g.e., s. 286 vd.).
TMK 341. maddede çocuğun dini eğitimi düzenlenmiştir. Düzenleme gereğince;
“Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir. Ana ve babanın bu konudaki
haklarını sınırlayacak her türlü sözleşme geçersizdir. Ergin, dinini seçmekte özgürdür”. Kural
olarak kanun koyucu ana ve baba çocuğun dini eğitimini belirleme hakkı verse de bunun
kapsam ve sınırını velayet hakkının amacı belirleyecektir. Bir başka deyişle bu hakkın
kullanımı bu amacın dışına çıkarsa ve ana babanın uygulamalarının çocuk menfaatine aykırı
olması durumunda bir görüşe göre çocuğun kişilik haklarının ihlal edilmesi söz konusu
olacaktır. Bu durumda şartlar gerçekleşirse ana ve babanın velayet hakkı bile kaldırılabilir.
Çocuğun dini eğitiminin Çocuğun dini eğitimini Anayasal güvence altında olan din ve vicdan
özgürlüğü ve çocuğun mutlak hakkı olan kişilik hakkı ile yakından ilgisi olduğundan, ana ve
babanın bu durumu sınırlayacak her türlü sözleşmede kanunun açık hükmü gereğince geçersiz
sayılmaktadır. Bu eğitim ve belirleme hakkı velayet hakkının kapsamında yer aldığından,
velayetin sona ermesi ile yani çocuğun ergin olması ile bu hak sona erecektir, ergin çocuk
dinini seçmekte özgürdür. (Ayrıntılı değerlendirme için bakınız: Dural/ Öğüz/Gümüş, a.g.e., s.
343- 344).
Hak ehliyeti haklara sahip olabilme ve borçlara ehil olma ehliyeti olarak tanımlanırken,
fiil ehliyeti kişinin kendi fiileri ile hak sahibi olabilmesi ve borç altına girebilmesi demektir.
Hak ehliyeti, kişinin iradesinden bağımsız sağ ve tam doğum şartıyla kişiye ana rahmine
düştüğü andan itibaren sadece insan türüne ait bir canlı olmasından dolayı hukuk tarafından
tanınan hak ve özgürlüklerdir. Çocuk da bu anlamda ayırt etme gücünü haiz olsun olmasın hak
ehliyetine sahiptir. TMK m. 8/2’ye göre ise, tüm insanlar hukuk düzeninin çizdiği sırurlar
çerçevesinde haklara sahip olmada ve borçlara ehil olmada eşittirler. Ancak Kişiler Hukuku
derslerinde de ayrıntılı incelendiği üzere hukuk düzeni kişilerin bu ehliyetini belirli şartlara
bağlayabilir. Örneğin evlenme yaşı örneğinde görüldüğü gibi, hukuk düzeni bazı hakların
kazanılmasını belirli bir yaş şartına bağlamış olabilir. Fiil ehliyeti bir kimsenin iradi davranışı
ile hukuki sonuç doğuracak muameleler yapabilmesidir. Bu muamale kişinin hak kazanması
şeklinde olabileceği gibi, borç altına girmesi şeklinde de olabilir.
TMK m. 343/1’de “velayet altındaki çocuğun fiil ehliyeti, vesayet altındaki kişinin
ehliyeti gibidir” hükmü yer alır. Yani tam ehliyetli olmayan velayet altındaki çocuk, kısıtlanmış
vesayet altındaki kısıtlı gibidir. TMK m. 342/3 uyarınca “Vesayet makamlarının iznine bağlı
hususlar dışında kısıtlıların temsiline ilişkin hükümler velayetteki temsilde de uygulanır.”
Sınırlı ehliyetsiz konumunda olan velayet altındaki çocuk adına yapılacak olan işlemlerde
çocuğu temsil açısından, vasinin kısıtlıyı temsil etmesine ilişkin hususlar kıyasen
uygulanacaktır. Ana ve baba, velayetleri çerçevesinde üçüncü kişilere karşı çocuklarının yasal
temsilcisidirler. (TMK m. 342/1). Fiil ehliyetini belirleyen unsurlardan ayırt etme gücü kişinin
hareketlerinin neden ve sonuçlarını düşünerek akla uygun hareket edebilmesidir. Ayırt etme
gücünün varlığı veya yokluğu nisbidir, yani küçüğün bir olay için ayırt etme gücünün varlığı
kabul edilebilirken, diğer bir olay için ayırt etme gücünden yoksun yani tam ehliyetsiz olarak
nitelendirilebilir. Velayet altındaki çocuk eğer ayırt etme gücüne sahipse sınırlı ehliyetsiz, ayırt
etme gücüne sahip değilse tam ehliyetsiz olacaktır. Ana babanın çocuğu temsil yetkisine ilişkin
yetkileri de bu duruma göre tam ehliyetsizlerin temsiline ya da sınırlı ehliyetsizlerin temsiline
ilişkin hükümlere tabi olacaktır. Çocuk tam ehliyetsiz ise MK. m. 15 gereğince hukuki işlemleri
hiçbir hukuki sonuç doğurmaz ve yaptığı haksız fiillerden ve borca aykırı davranışlarından
ötürü de sorumlu tutulamazlar. Bu çocukların hukuki işlemlerim onların yerine yasal
temsilcileri yapar. Ayırt etme gücüne sahip olduğu halde henüz erginliğini kazanmadığı için
sınırlı ehliyetsiz konumundaki küçükler asıl olarak ehliyetsiz kategorisindedirler ancak onların
ehliyetsizlikleri bazı durumlarda sınırlandırılmıştır. Bu gruba giren küçükler karşılıksız
kazandırmada bulunurken ve kişiye sıkı surette bağlı haklarını kullanırken tek başlarına hareket
edebilirler, ayrıca haksız fiillerinden de sorumludurlar (TMK m. 16).
Ana baba birlikte velayet hakkına sahiplerse, çocuğu temsil yetkileri de birliktedir.
Üçüncü kişiler ile yapılacak hukuki işlemlerde her ikisinin de rızasının bulunması şarttır. Kural
bu olmakla birlikte “İyiniyetli üçüncü kişiler, eşlerden her birinin diğerinin rızasıyla işlem
yaptığını varsayabilirler. (TMK 342/2). Veli, velayet hakkına sahip ise çocuğu bütün hukuki
işlemlerinde temsil eder. Çocuk ayırt etme gücünden yoksun ise onun yerine bütün hukuki
işlemlerini bizzat velayet hakkına sahip anası ve babası yapar. Bir başka deyişle küçük, yasal
temsilcileri aracılığıyla hak kazanır veya borç altına girer. İşlemin bizzat yasal temsilci
tarafından yapılması zorunludur, işleme yasal temsilcinin sonradan icazet-onay vermesi ya da
işleme önceden izin vermesi işlemi geçerli bir hukuki işlem haline getirmez. Ayırt etme gücüne
sahip olan çocuklar ise MK.16 gereğince kendilerini borç altına sokmayan işlemleri yasal
temsilcilerinin aracılığı olmaksızın bizzat yapabilirler. Kendilerini borç altına sokan ya da bir
hak kaybına yol açan işlemleri ise yasal temsilcilerinin rızası ile yapabilirler ya da bu işlemleri
onlar adına yasal temsilcileri yapar. Velayete sahip ana veya baba, çocuk yararı ilkesini
gözeterek çocuk adına tasarruf işlemi yapabilir ya da onu borç altına sokan bir hukuki işlemi
yapabilir. Ancak ayırt etme gücüne sahip çocuk adına yapılan bu işlemlerde çocuğun görüşü
ve düşünceleri de göz önüne alınmalıdır. Ayırt etme gücüne sahip küçüğün kendisi de velisinin
açık ya da örtülü izni ya da sonradan vereceği onay ile borç altına girebilir ya da bir haktan
vazgeçebilir. Eğer ayırt etme gücüne sahip küçük, yasal temsilciden izin almadan bir hukuki
işlem yapar ise, işlemin akıbeti askıda hükümsüzlük olacakta Yasal temsilcinin izni alınmadan
yapılan işlem çocuğu bağlamaz; ancak karşı taraf işlemle bağlıdır. Bu durumda bağlı olan taraf
kendisinin vereceği ya da hakimin belirleyeceği uygun bir süre içerisinde yasal temsilcinin
işleme icazet-onay verip vermeyeceğini bildirmeye davet eder. Belirlenen süre içerisinde yasal
temsilci işleme onay veririse işlem baştan itibaren geçerli bir hukuki işlem imiş gibi hukuk
hayatmda varlık kazanır. Yasal temsilci bu sürede onay vermez ya da süreyi susarak geçirirse,
işlem baştan itibaren hükümsüzleşir ve karşı taraf da işlem ile bağlı olmaktan kurtulur. Velinin
onaylamadığı işlemden dolayı taraflardan her biri, diğerine verdiği şeyi geri isteyebilir.
(Ayrıntılı bilgi için bakınız: Baygın, a.g.e., s. 295- 299).
TMK m.344 hükmü çocuğun aileyi temsil etmesini düzenler. Velayet altındaki çocuk,
ayırt etme gücüne sahip ise ana ve babanın rızasıyla aile adına hukukî işlemler yapabilir; bu
işlemlerden dolayı ana ve baba borç altına girer. Burada önemli olan çocuğun ayırt etme gücüne
sahip olması ve ana ve babanın aileyi temsil yetkisini çocuğa vermiş olmalarıdır. Yetki
dahilinde yapılan işlemlerden ana ve baba borç altına girecektir.
TMK m. 345 ise çocuk ile ana ve baba arasındaki hukuki işlemleri düzenler. Çocuk ile
ana veya baba arasında ya da ana ve babanın menfaatine olarak çocuk ile üçüncü kişi arasında
yapılacak bir hukukî işlemle çocuğun borç altına girebilmesi, bir kayyımın katılmasına ve
hâkimin onayına bağlıdır. Bu gibi durumlarda çocuk yararı ilkesi gözetilerek çocuk ile ana ve
baba arasında ya da onlar lehine üçüncü kişi arasında bir menfaat çatışması olduğu
düşünülerek, çocuğa bir kayyım atanması ya da hakimin onayı gerekmektedir. Böyle bir
çatışmanın olmadığı durumlarda bu hükmün uygulanmasına gerek yoktur. Çocuğun
mallarından birinin ana veya babaya satılması ya da çocuğun ana veya babanın borcu için kefil
olması bu duruma örnek teşkil edebilir. (Bakınız: Dural/Öğüz/Gü- müş, a.g.e., s. 346).
Burada kısaca çocuk mallarına da değinmemiz gerekir. Ana ve baba, velayetleri devam
ettiği sürece çocuğun mallarını yönetme hakkına sahip ve bununla yükümlüdürler; kural olarak
hesap ve güvence vermezler. Ana ve babanın yükümlülüklerini yerine getirmedikleri
durumlarda hâkim müdahale eder (TMK. m. 352). Ana ve babanın bu yönetim hakkı sonraki
hükümlerdeki istisnalar bir tarafa bırakılırsa çocuğun doğumundan itibaren sahip olduğu ve
daha sonra sahip olacağı malvarlığını kapsar. Malları yönetme hakkı, malvarlığına ilişkin tüm
hukuki işlemleri yapma hakkını kapsar. Evlilik sona erince velayet kendisinde kalan eş, hâkime
çocuğun malvarlığının dökümünü gösteren bir defter vermek ve bu malvarlığında veya yapılan
yatırımlarda gerçekleşen önemli değişiklikleri bildirmek zorundadır. (TMK m. 353). TMK
m.355’de ise çocuğun gelirlerinin sarfı düzenlenmiştir. Ana ve baba, çocuk mallarının
gelirlerini öncelikle çocuğun bakımı, yetiştirilmesi ve eğitimi için; hakkaniyete uyduğu ölçüde
de aile ihtiyaçlarını karşılamak üzere sarfedebilirler. Gelir fazlası, çocuk mallarına katılır.
Çocuk mallarının kısmen sarfını düzenleyen hüküm ise şöyledir: Olağan ihtiyaçlar gerektirdiği
ölçüde sermaye biçiminde ödemeler, tazminatlar ve benzeri edimler çocuğun bakımı için
kısmen kullanılabilir. Çocuğun bakımı, yetiştirilmesi ve eğitimi için zorunluluk varsa hâkim,
ana ve babaya belirlediği miktarlarda çocuğun diğer mallarına da başvurma yetkisini tanıyabilir
(TMK m. 356).TMK m. 357-359’da çocuğun mallarının bazılarının ana ve babanın yönetim ve
kullanma hakkının kapsamının dışarısına çıkarıldığı hüküm altına alınmıştır. Bunlara “çocuğun
serbest malları” denir. Bu mallar kapsamına kazandırmalar, saklı pay, meslek veya sanat için
verilen mal ve kişisel kazanç girer.
Ana ve baba, faiz getiren yatırım veya tasarruf hesabı açılmak üzere ya da açıkça ana
ve babanın kullanmaması koşuluyla çocuğa yapılan kazandırmaların gelirlerini kendi
menfaatlerine sarfedemezler. Kazandırmada bulunan kişi, kazandırma sırasında açıkça aksini
öngörmedikçe, ana ve baba bunlar üzerinde yönetim hakkına sahiptir. (TMK m. 357).
Ölüme bağlı tasarruf yoluyla çocuğun saklı payı ana ve babanın yönetimi dışında
bırakılabilir. Mirasbırakan yönetimi bir üçüncü kişiye bırakmışsa, tasarrufunda bu kişinin
belirli zamanlarda sulh hâkimine hesap vermesini öngörebilir. (TMK m. 358).
Ana ve baba tarafından bir meslek veya sanat ile uğraşması için çocuğa kendi malından
verilen kısmın veya kendi kişisel kazancının yönetimi ve bunlardan yararlanma hakkı çocuğa
aittir. Çocuğun evde ana ve babasıyla birlikte yaşaması hâlinde, ana ve baba ondan kendisinin
bakımı için uygun bir katkıda bulunmasını isteyebilirler. (TMK m. 359).
Medeni Kanunumuzda çocuğun mallarının doğru kullanılmaması sonucu alınacak
önlemlere de yer verilmiştir. Ana ve baba, çocuğun mallarını yönetmekte her ne sebeple olursa
olsun yeterince özen göstermezlerse hâkim, malların korunması için uygun önlemleri alır.
Hâkim, özellikle malların yönetimi konusunda talimat verebilir; belirli zamanlarda verilen bilgi
ve hesabı yeterli görmezse, malların tevdi edilmesine veya güvence gösterilmesine karar
verebilir. (TMK m. 360). Ayrıca bu önlemler yeterli görülmezse ve çocuğun mallarının
tehlikeye düşmesi başka bir şekilde önlenemiyorsa hâkim, yönetimin bir kayyıma
devredilmesine karar verebilir. Yukarıda da değindiğimiz üzere; çocuğun, yönetimi ana ve
babaya ait olmayan malları tehlikeye düştüğünde hâkim, aynı önlemlerin alınmasını
kararlaştırabilir. Çocuk mallarının gelirlerinin veya bu mallardan ayrılmış belirli miktarların
kanuna uygun şekilde sarfedileceğinden kuşku duyulursa hâkim, bunların da yönetimini bir
kayyıma bırakabilir. (TMK m. 361).
Ana ve baba, velayetleri veya yönetim hakları sona erince, çocuğun mallarını, hesabıyla
birlikte ergin çocuğa, vasisine veya kayyıma devrederler. (TMK m. 362).
Ana ve baba, çocuk mallarının geri verilmesinde vekil gibi sorumludurlar. Dürüstlük
kuralına uygun olarak başkasına devrettikleri malların yerine sadece aldıkları karşılığı geri
vermekle yükümlüdürler. Kanuna uygun olarak çocuk veya aile için yaptıkları harcamalardan
dolayı tazminatla yükümlü tutulmazlar. (TMK m.363).
IV- ÇOCUĞUN KİŞİ VARLIĞININ ANA VE BABASINA KARŞI KORUNMASI
Velayet hakkı öncelikle çocuğun ergin olması ile doğal olarak sona erer. Velinin ölmesi
ile kişiliğinin son bulması hali de velayetin doğal sona erme sebeplerindendir. Boşanmadan
sonra çocuk kendisine bırakılan tarafa tanınan velayet hakkı, diğer eş için velayetin sona ermesi
sebebi olacaktır. Ayrıca âciz ve kötüye kullanma hallerinde de bu durumda bulunan anne ve
babadan velayet hakkı hakim kararı ile alınabilir. Bilhassa diğer eşin ölümü, boşanma, aciz ve
kötüye kullanım hallerinde diğer eş de velayete devam edemeyecek durumda ise, çocuğa vasi
tayin etmek gerekecektir. Küçük kısıtlanmaz, buna ihtiyaç da yoktur, esasen sınırlı
ehliyetsizdir, küçüğün velisi yoksa kısıtlanmaksızın ona bir vasi atanması gerekir. (Bakınız;
Hatemi, Sınava Hazırlık Kitabı, s. 124- 125.)
Velayet hakkından doğan yükümlülüklerini gereği gibi yerine getiremeyen ana ve
babadan bir başka deyişle bu konuda “âciz” olan ana ve babadan velayet hakkı alınabilir.
Bilhassa; çocuğun korunmasına ilişkin diğer önlemlerden sonuç alınamaz ya da bu
önlemlerin yetersiz olacağı önceden anlaşılırsa, hâkim aşağıdaki hâllerde velayetin
kaldırılmasına karar verir:
1. Ana ve babanın deneyimsizliği, hastalığı, özürlü olması, başka bir yerde
bulunması veya benzeri sebeplerden biriyle velayet görevini gereği gibi yerine getirememesi.
2. Ana ve babanın çocuğa yeterli ilgiyi göstermemesi veya ona karşı
yükümlülüklerini ağır biçimde savsaklaması.
Velayet ana ve babanın her ikisinden kaldırılırsa çocuğa bir vasi atanır. Kararda aksi
belirtilmedikçe, velayetin kaldırılması mevcut ve doğacak bütün çocukları kapsar. (TMK m.
348).
Ayrıca TMK m. 349 ana ve babanın yeniden evlenmesi halini düzenlemiştir, velayete
sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi, velayetin kaldırılmasını gerektirmez. Ancak,
çocuğun menfaati gerektirdiğinde velayet sahibi değiştirilebileceği gibi, durum ve koşullara
göre velayet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir.
Velayetin kaldırılması sebeplerinin gerçekleşmesi ile birlikte velayet bu sebebi
gerçekleştiren ana/babadan ya da her ikisinden mahkeme kararı ile alınabilir. Hakim herhangi
bir şikayet bulunmasa bile ortada velayet hakkının kötüye kullanıldığına dair bir kanaate
varırsa, resen hareket ederek velayetin kaldırılması gerektiği sonucuna varabilir.
Kaldırma ile bilikte ana ve babanın çocuk üzerideki velayet hakkından doğan tüm
yükümlülük ve hakları sona erer. Ancak çocukların bakım ve eğitim giderlerinin karşılanması
ve nafaka yükümlülkleri devam eder. Yukarıda değindimiz gibi, bu yükümlülükler
karşılanamaz ise, devlet bu giderleri karşılar.
Velayet hakkı kaldırıldıktan sonra hayatın olağan akışında değişiklikler olabilir.
Durumun değişmesi hâlinde, çocuğun korunmasına ilişkin önlemlerin yeni koşullara
uydurulması gerekir, velayetin kaldırılmasını gerektiren sebep ortadan kalkmışsa hâkim, re’sen
ya da ana veya babanın istemi üzerine velayeti geri verir. (TMK m. 351).
§ 18. Vesayet
Türk Medeni Kanunu Aile Hukuku Kitabının üçüncü kısmı “Vesayet” başlığını
taşımaktadır. Kişinin fiil ehliyeti üzerindeki etkisi bakımından yine bireyi kendinden ve dış
etkilerden korumayı amaçlayan vesayet kurumu, devletin denetimi altında işleyen bir
organizasyondur.
Medeni Kanunumuz vesayeti, kamusal nitelikli geniş anlamı ile yani dar anlamda
vesayet, kayyımlık, yasal danışmanlık ve koruma amaçlı özgürlük kısıtlaması kurumlarını da
kapsayacak şekilde düzenlemiştir. Bu sebeple vesayet kamusal vesayet organları tarafından
yürütülür. TMK aile vesayeti kurumuna ikincil bir şekilde yer verir. Vesayet organı denince
anlaşılması gereken kamusal vesayet organlarıdır. Bunlar vesayet daireleri, vasi, kayyım ve
yasal danışmanlardır. (Bakınız: Dural/Öğüz/Gümüş, a.g.e., s. 392- 393).
Vesayet organları, vesayet daireleri ile vasi ve kayyımlardır. (TMK m. 396).
Kamu vesayeti, vesayet makamı ve denetim makamından oluşan vesayet daireleri
tarafından yürütülür. Vesayet makamı, sulh hukuk mahkemesi; denetim makamı, asliye hukuk
mahkemesidir. (TMK m. 397). Aile vesayeti organları ise, asliye mahkemesi, aile meclisi ve
vasidir. Vesayet altındaki kişinin menfaatinin haklı gösterdiği, özellikle bir işletmenin, bir
ortaklığın veya benzeri işlerin sürdürülmesi gerektiği takdirde vesayet istisnaî olarak bir aileye
verilebilir. Bu durumda vesayet makamının yetki, görev ve sorumluluğu kurulacak aile
meclisine geçer. (TMK m. 398). Görüldüğü üzere kayyım ve sulh hukuk mahkemesi aile
vesayeti organlarına dahil değildir.
Burada önemle ifade edelim ki vesayet kısıtlılıkla aynı kavramları ifade etmez.
Küçüklük hali ve kısıtlama vesayet sebeplerindendir. Örneğin velayet altında olmayan, velisi
olmayan çocuğa kısıtlanmaksızın vasi atanır. Bir başka deyişle velayet altında bulunmayan her
küçük vesayet altına alınır. Görevlerini yaparlarken vesayeti gerektiren böyle bir hâlin varlığını
öğrenen nüfus memurları, İdarî makamlar, noterler ve mahkemeler, bu durumu hemen yetkili
vesayet makamına bildirmek zorundadırlar. (TMK m. 404).
Vesayet sebeplerinden ikincisi “kısıtlanma”dır. Kısıtlanma ergin olan ve velayet altında
olmayan bir kişinin fiil ehliyetinin, hukukun kişiyi kendinden ve başkalarından koruma ihtiyacı
ve amacıyla düzenlediği sebepler yüzünden mahkeme kararı ile sınırlandırılmasını ifade eder.
Kısıtlama kararı ile tam ehliyetli bir kişi sınırlı ehliyetsiz olur. Ayırt etme gücüne sahip
olmayan yani tam ehliyetsiz bir kimse için verilen kısıtlama kararı ise var olan ehliyetsizliğe
ilişkin bir tesbit hükmü iken, ayırt etme gücüne sahip bir kimse için verilen kısıtlama kararı o
kişinin ehliyet biçimini değiştiren, sınırlandıran yenilik doğurucu bir karardır. Ergin bir kişi
aşağıdaki sebeplerle kısıtlanabilir. (Eski Medeni Kanun ifadesi ile hacredile- bilir, mahcur:
kısıtlı olan). (Dural/Öğüz/Gümüş, s. 394)
I- KISITLAMA SEBEPLERİ
Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı sebebiyle işlerini göremeyen veya korunması ve
bakımı için kendisine sürekli yardım gereken ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokan
her ergin kısıtlanır. Görevlerini yaparlarken vesayet altına alınmayı gerekli kılan bir durumun
varlığını öğrenen İdarî makamlar, noterler ve mahkemeler, bu durumu hemen yetkili vesayet
makamına bildirmek zorundadırlar.
2. Savurganlık, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı, kötü
yönetim (TMK m. 406)
Savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı veya
malvarlığını kötü yönetmesi sebebiyle kendisini veya ailesini darlık veya yoksulluğa düşürme
tehlikesine yol açan ve bu yüzden devamlı korunmaya ve bakıma muhtaç olan ya da
başkalarının güvenliğini tehdit eden her ergin kısıtlanır.
Bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm olan her ergin
kısıtlanır.
Cezayı yerine getirmekle görevli makam, böyle bir hükümlünün cezasını çekmeye
başladığını, kendisine vasi atanmak üzere hemen yetkili vesayet makamına bildirmekle
yükümlüdür.
Yaşlılığı, sakatlığı, deneyimsizliği veya ağır hastalığı sebebiyle işlerini gerektiği gibi
yönetemediğini ispat eden her ergin kısıtlanmasını isteyebilir.
Bir kimse dinlenilmeden savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü
yaşama tarzı, kötü yönetimi veya isteği sebebiyle kısıtlanamaz. Akıl hastahğı veya akıl zayıflığı
sebebiyle kısıtlamaya ancak resmî sağlık kumlu raporu üzerine karar verilir. Hâkim, karar
vermeden önce, kural raporunu göz önünde tutarak kısıtlanması istenen kişiyi dinleyebilir.
(TMK m. 409). Kısıtlama kararı, kesinleşince hemen kısıtlının yerleşim yeri ile nüfusa kayıtlı
olduğu yerde ilân olunur. Kısıtlama, iyiniyetli üçüncü kişileri ilândan önce etkilemez. Ayırt
etme gücüne sahip olmamanın sonuçlarına ilişkin hükümler saklıdır. (TMK m. 410). Vesayet
işlerinde yetki küçüğün veya kısıtlının yerleşim yerindeki vesayet dairelerine aittir. Vesayet
makamının izni olmadıkça vesayet altındaki kişi yerleşim yerini değiştiremez. Yerleşim
yerinin değişmesi hâlinde yetki, yeni vesayet dairelerine geçer. Bu takdirde kısıtlama yeni
yerleşim yerinde ilân olunur. (TMK m. 411- 412).
Vesayet makamı, bu görevi yapabilecek yetenekte olan bir ergini vasi olarak atar.
Gereken durumlarda, bu görevi birlikte veya vesayet makamı tarafından belirlenen yetkileri
uyarınca ayrı ayrı yerine getirmek üzere birden çok vasi atanabilir. Rızaları bulunmadıkça
birden çok kimse vesayeti birlikte yürütmekle görevlendinlemez. Haklı sebepler engel
olmadıkça, vesayet makamı, vesayet altına alınacak kişinin öncelikle eşini veya yakın
hısımlarından birini, vasilik koşullarına sahip olmaları kaydıyla bu göreve atar. Bu atamada
yerleşim yerlerinin yakınlığı ve kişisel ilişkiler göz önünde tutulur. Haklı sebepler engel
olmadıkça, vasiliğe, vesayet altına alınacak kişinin ya da ana veya babasının gösterdiği kimse
atanır. (TMK m. 413- 415). Kanunun açık düzenlemesi gereğince Türk hukukunda kural tek
kişinin vasi atanmasıdır. Ancak gereken durumlarda birden çok kimse de bu görevi ifa edebilir.
Örneğin malvarlığının büyüklüğü buna örnek olabilir. Hakim kişinin korunması adına bir
kimseyi, malvarlığını yönetmesi adına bir başka kimseyi vasi atayabilir. Sadece ergin ve gerçek
kişiler vasi olabilir. Yine yukarıdaki kanun maddesinden anlaşılacağı üzere vesayet makamı
ancak bu görevi yapmaya elverişli kimseleri yani bu görevi yapabilecek nitelikte olan kimseleri
vasi atar. Aşağıdaki şartları haiz kimseler açısından vasiliğe elverişli olmadıklan yönünde bir
varsayım vardır: “Aşağıdaki kişiler vasi olamazlar:
1. Kısıtlılar,
2. Kamu hizmetinden yasaklılar veya haysiyetsiz hayat sürenler,
3. Menfaati kendisine vasi atanacak kişinin menfaati ile önemli ölçüde çatışanlar
veya onunla aralarında düşmanlık bulunanlar,
Vasi atanmasında usul, alınacak geçici tedbirler ve türleri, geçici tedbir kararının ilanı,
vasi atanması kararının tebliğ ve ilanı, vasilikten kaçınma ve itiraz, geçici vasilik için TMK.
419- 425. maddeleri okuyunuz.
Vasi, TMK m. 403’e göre; “Vasi, vesayet altındaki küçüğün veya kısıtlının kişiliği ve
malvarlığı ile ilgili bütün menfaatlerini korumak ve hukukî işlemlerde onu temsil etmekle
yükümlüdür”.
Temsil kayyımlığında, yukarıda belirtilen hallerde, bir kişinin geçici olarak bir işinin
görülmesi söz konusudur.
Yönetim kayyımı ise belirli bir malvarlığı değerinin idaresi için atanır. Yönetim
kayyımı da ya kanun gereği ya da istek üzerine atanabilir.
Vesayet makamı, yönetimi kimseye ait olmayan mallar için gereken önlemleri alır ve
özellikle aşağıdaki hâllerde bir yönetim kayyımı atar:
TMK m. 427 hükmü uyarınca;
1. Bir kimse uzun süreden beri bulunamaz ve oturduğu yer de bilinemezse,
2. Vesayet altına alınması için yeterli bir sebep bulunmamakla beraber, bir kişi
malvarlığını kendi başına yönetmek veya bunun için temsilci atamak gücünden yoksunsa,
3. Bir terekede mirasçılık hakları henüz belli değilse veya ceninin menfaatleri gerekli
kılarsa,
4. Bir tüzel kişi gerekli organlardan yoksun kalmış ve yönetimi başka yoldan
sağlanamamışsa,
5. Bir hayır işi veya genel yarar amacı güden başka bir iş için halktan toplanan para
ve sair yardımı yönetme veya harcama yolu sağlanamamışsa.
Ayrıca isteğe bağlı kısıtlama sebeplerinden biri varsa, ergin bir kişiye kendi isteği
üzerine bir kayyım atanabilir. (TMK m. 428).
Kayyım da belirli bir iş ya da malvarlığının yönetimi hususunda “yasal temsilci”
konumundadır.
§ 20. Yasal Danışmanlık
Kişiler Hukuku derslerinde ayrıntılı incelendiği üzere, kişilerin ehliyet durumu “tam
ehliyetli, sınırlı ehliyetli, tam ehliyetsiz ve sınırlı ehliyetsiz” şeklinde dörde ayrılır.
Ehliyetlerinin sınırlandırılması için yeterli sebep olmamasın rağmen, hukukun yine de kişiyi
kendinden ve başkalarından koruması adına o kimseye yasal danışman atanmasını gerekli
gördüğü hallerde, kişi “sınırlı ehliyetli” olacaktır.
Miras Hukuku, bir gerçek kişinin ölmesi veya gaipliğine (ne olduğunun bilinememesi
hâli) karar verilmiş olması hâlinde para ile ölçülebilen bütün hak ve borçlarının yani mal
varlığının ne olacağını düzenleyen hukuk kurallarından ibarettir.
Başka bir deyişle Miras Hukuku, miras bırakanın hayatta iken elde etmiş olduğu taşınır
ve taşınmaz malları ile hak, alacak ve borçlarının kimlere ne oranda ve şekilde geçeceğini
düzenleyen kurallardır. Mal varlığının miras yoluyla intikali ancak gerçek kişilerde söz konusu
olabilir.
Miras Hukuku mülkiyet hakkını kuvvetlendirir. Bir kişini sahip olduğu malların
ölümünden sonra istediği kişilere geçmesini sağlar. Miras Hukuku uygulanmasaydı, mülkiyet
hakkı tam bir hak olamazdı ve hak sahibine yalnızca sağlığında yararlanma hakkı veren bir hak
hâline dönüşürdü.
1.2.1. Miras
Miras, kişilerin sağlığında elde etmiş olduğu taşınır ve taşınmaz malları ile hak, alacak
ve borçlarının mirasçılara geçmesini ifade eder.
Miras yoluyla geçmesi gereken haklar, yalnızca mallara ilişkin haklardır. Kişiye özgü
haklar (velayet, vesayet, dernek üyeliği vb.) mirasa girmez. Ayrıca kişiye özgü yararlanma ve
oturma hakları da miras yoluyla geçmez.
1.2.2. Tereke
Tereke; mirasın konusunu oluşturan taşınır, taşınmaz mallarla hak, alacak ve borçların
toplamına denir. Bunların mirasçılara geçmesine miras denir. O hâlde mirasla tereke az bir
farkla aynı anlamdadır. Kişinin sağlığında elde ettiği hak ve borçlardan oluşan mal varlığı
ölümünde tereke adını alır.
Resim 1.1: Mirasa konu olan taşınmaz mal Resim 1.2: Mirasa konu olan taşınır mal
1.2.3. Muris
Muris (miras bırakan), ölümüyle birlikte mal varlığı mirasçı dediğimiz kişilere geçen
kimsedir. Yani terekeyi bırakan gerçek kişiye denir.
Her insan miras bırakan (muris) olabilir. Zengin, fakir, küçük, büyük vb. arasında
hiçbir fark yoktur. Az ya da çok mal bırakanlar arasında da fark yoktur, aynı kurallar uygulanır.
1.2.4. Mirasçı (Varis) ve Mirasçılık
Mirasçı, ölmüş veya gaipliğine karar verilmiş bir kimsenin mirasının (terekesinin)
intikal ettiği gerçek veya tüzel kişidir.
Mirasçılık ya kanundan doğar veya miras bırakanın iradesinden doğar. Mirasçılık
sıfatını kanun hükümlerine göre kazananlara kanuni mirasçı denir. Murisinden (miras bırakan)
önce ölen kanuni mirasçının yerine varsa füru (alt soyu) geçer.
Miras bırakanın iradesine göre mirasçılık sıfatını kazananlara da iradi mirasçı veya
mansup mirasçı denir. Yani bunlar miras bırakanın yaptığı, ölüme bağlı tasarrufla (vasiyet ve
miras mukavelesiyle) mirasçı tayin edilmiştir. İradi mirasçı muristen evvel ölmüşse miras onun
füruna (alt soyuna) geçmez.
Ferdi sistem:
Hısımların müteveffaya yakınlığı teker teker incelenir (Örnek: İslam Miras Hukuku).
Zümre sistemi:
Mirasçıların zümrelere ayrılarak (4 zümre) her zümreye göre belirli oranlarda
paylarının hesaplandığı sistemdir (Türk, İsviçre, Almanya Miras Hukuku).
Zümre içinde miras bırakana yakın olan hısım, daha uzak hısımları miras dışı bırakır.
Örneğin, miras bırakan öldüğünde çocuğu yaşıyor ise torunları mirasçı olamaz.
Miras, her zümre içinde kanuni mirasçı olan kan hısımları arasında eşit olarak bölünür.
Zümre içinde kan hısımının muristen önce ölmesi hâlinde bunun yerine ölenin
mirasçısı geçer. Örneğin, miras bırakandan önce miras bırakanın çocuğu ölmüş ise ölü çocuğun
mirasçıları diğer kardeşlerle birlikte mirasçı olur (şekil 1.5).
Miras bırakanın çocuğunun mirasçısı yoksa ölen çocuğun miras hakkı yanındaki
mirasçılara geçer. Örneğin, miras bırakandan önce miras bırakanın çocuğu ölmüş ise ölü
çocuğun da hiçbir mirasçısı yoksa miras hakkı diğer kardeşlere geçer.
Şekil 1. 1: Zümredeki kişilerin gösterimi
Bunlar, murisin büyükanne ve büyükbabaları ile bunların füru (alt soyu) dur. Yani hala,
dayı, amca ve teyze ile bunların çocukları, torunlarıdır. Bunlar da eşit olarak miras alırlar.
Murisin en son kanuni mirasçısı devlettir (Hazinedir). Murisin ilk üç parantelde hiç
mirasçısı yoksa, eşi de kendisinden önce ölmüşse ve muris herhangi bir kimseyi mirasçı tayin
etmemişse miras devlete kalır. Kısaca mirasçı bırakmaksızın ölen kimsenin mirası devlete
geçer. Devletin mirasçı olabilmesi için miras bırakanın hiç yasal mirasçısının olmaması ve
ölüme bağlı tasarruflar ile mirasçı tayin edilmemiş olması gerekir.
Miras bırakanın mirasçısı bulunup bulunmadığı veya mirasçıların tamamı bilinmiyorsa
sulh hâkimi, uygun araçlarla ve bir ay ara ile iki defa ilan yapıp hak sahiplerini son ilandan
başlayarak en geç bir yıl içinde mirasçılık sıfatlarını bildirmeye çağırır. İlan süresinde kimse
başvurmazsa ve sulh hâkimi de hiçbir mirasçı tespit edememişse miras sebebiyle istihkak
davası açma hakkı saklı kalmak üzere miras devlete geçer.
Devlet, miras bırakan tarafından atanmış mirasçı da olabilir. Yasal ve atanmış
mirasçılar mirası reddedebilirler. Devlet de mirası reddetme hakkına sahiptir. Devlet mirası
reddedince en yakın mirasçıların tümü tarafından reddedilen tereke, iflas dairesince tasfiye
edileceği için burada da iflas dairesi tasfiye işlemlerine başlayacaktır.
Devlet resmî tasfiyeyi (ayıklama) talep etmiş ise tasfiye yapılacak tasfiyede bir bakiye
kalırsa devlete verilecektir. Devlet resmî tasfiye talep etmemiş ise fakat tereke borca batık ise
ve şartları varsa mirasın devlet tarafından hükmen reddedileceği kabul edilir.
Devlet, diğer mirasçılardan farklı olarak hiçbir zaman mirasçılık sıfatını kaybetmez.
Mirasçılık sıfatının kaybı ya iradidir veya istenmeyen hareketler veyahut da bilgisizlik gibi
sebeplerle gayri iradidir ki bu sebepler Kanun’da gösterilmiştir.
Devlet diğer yasal mirasçıların sahip olduğu haklara sahip olup miras sebebiyle
istihkak ve iptal davaları açabilir.
UYGULAMA FAALİYETİ
Murat, bir ailenin tek çocuğudur. Yüksek öğrenimini tamamlamak için İngiltere’ye
okumaya gitmiş, orada Sarah ile tanışmış ve onunla evlenmiştir.
Murisin iradesinden doğan ve neticesi onun ölümüyle meydana gelen mirasçılığa "iradi
mirasçılık ya da ölüme bağlı tasarruftan doğan mirasçılık" denir.
• Mirasçı atama: Kanunumuz murise ölüme bağlı bir tasarrufla herhangi bir kimseyi
veya kimseleri mirasçı olarak atama imkânı vermiştir. Bu gerçek veya tüzel kişi olabilir.
• Belli mal vasiyeti: Muris, bir kimseyi mirasçı atamaksızın ona terekesinden belli bir
malın bırakılmasını da isteyebilir.
• Ölüme bağlı tasarruflar: Ölüme bağlı tasarruflar, murisin ölümünü düşünerek
yapılmasını istediği hususları bir hukuki muamele ile bildirmesidir. Bunlar; vasiyet ve miras
mukavelesidir.
Ölüme bağlı tasarrufun özelliği, bildirim sahibinin ancak ölümünden sonra sonuç ve
hüküm meydana getirmesidir. Miras bırakanın bir kişiyi mirasçı ataması, bir kişiye bazı
mallarını vasiyet etmesi gibi işlemlerdir.
2.3.1.1. Vasiyetname
Ölüme bağlı tasarrufların en çok başvurulan şeklidir. Tek taraflı bir hukuki işlemdir.
Bu nedenle her zaman cayılabilir. Muris; mahfuz (saklı) hisse kurallarına uyarak bu yolla
(vasiyetname) ölüme bağlı tasarruflarda bulunabilir.
Vasiyetname; tek taraflı bir irade beyanı ile meydana gelen hukuki işlem olduğu için
her zaman cayılabilir. Cayma, açık şekilde imha (yırtmak) suretiyle ve dolaylı bir şekilde yani
sonraki tarihli vasiyetnamede aykırı hükümler bulunması olmak üzere iki türlü olabilir.
Vasiyetname içeriğinin belirlenmesinde vasiyetçi serbesttir. İstediği zaman vasiyetini
değiştirebilir, hatta tamamen yok edebilir.
Bir sonraki bölümde “Tasarrufların Şekli” bahsinde konu ile ilgili detaylı bilgi
bulacaksınız.
Resim 2.2: Vasiyetname (Atatürk’ün el yazılı vasiyetnamesi)
Vasiyet veya miras mukavelesiyle bazı mükellefiyet ve şartlar ileri sürmek sureti ile
ölüme bağlı tasarruflar yapılabilir. Muris, tasarrufta bulunduğu kimselere bir köprü, çeşme
yahut kütüphane vb. Yaptırmalarını mükellefiyet olarak yükleyebilir.
Ölüme bağlı tasarruflar, geciktirici veya bozucu şarta bağlı olarak da yapılabilir.
Geciktirici şarta örnek: Muris, bir kimseyi hukuk tahsili yapmak veya tapulama kursuna girip
teknisyen çıkmak suretiyle mirasçı tayin veya muayyen mal vasiyetinde bulunabilir.
Bozucu şarta örnek: Doktorluğu veya avukatlığı bırakmamak suretiyle mülkiyeti
kendisine ait olan bürosunu vasiyet edebilir.
Mirasçı tayini:
Miras bırakan, ölüme bağlı tasarruf şekillerinden birine uyarak ve tasarruf serbestisi
dâhilinde malının tamamı veya 1/3, 1/4 ve 1/8 gibi kesirli bir oranı için bir kimseyi mirasçı
tayin edebilir. Bu işleme mirasçı tayini denir. Tayin edilen kimseye de mansup mirasçı denir.
Mirasçı tayini ivazlı (karşılıklı) ise miras mukavelesi şeklinde yapılır. Kanuni mirasçısı yoksa
mirasın tamamını alırlar.
• Art mirasçı tayini (Fevkalâde ikame): Murisin tayin edilmiş mirasçıyı veya mal vasiyet
edilen kimseyi kendilerinin ölümünden sonra veya muayyen müddetin sonunda ölüme bağlı
tasarrufla kendilerine verilen malları başka şahıslara devrini istemesidir.
Vakıf kurma:
Vakıf kurulması; sağlar arasında ve resmî senetle olabildiği gibi ölüme bağlı olarak
vasiyet ile de kurulabilir. Ölüme bağlı tasarrufla vakfın kurulması da mirasçı tayini veya
muayyen mal vasiyeti yoluyla olabilir.
Ölüme bağlı tasarruflarla vakıf kurulduğunda vakfa ayrılan mal ve haklar ile vakfın
gayesi vakıf ile ilgili vasiyetnamede tespit edilmelidir. Ayrıca vasiyetnamede vakfın teşkilat
ve organları da belirtilmelidir.
Örneğin; vasiyetçi, “Yeğenim Ali Demir’i mirasçı nasbediyorum.” demiş olup Ali
Demir gerçekte kendisinin kuzeni ise tasarruf düzeltilerek geçerli tutulur.
Ölüme bağlı tasarruflar yorumlanırken tereddüt oluşursa miras bırakan aksini arzu
ettiğini beyan etmedikçe kanuni miras intikali esaslarına bağlı kalmak istediği karine olarak
kabul edilir.
Örneğin; miras bırakan vasiyetnamesinde terekesindeki gayrı menkulü oğlu (A)’ya,
bankadaki nakit parasını oğlu (B)’ye ve diğer menkul mallarını kızı (C)’ye bıraktığını
bildirmiştir. Bu durumda ölüme bağlı tasarruftan aksi anlaşılmadıkça ortada bir vasiyet değil
paylaştırma kuralı var sayılacak; söz konusu malların değerlerinin aynı olmaması dolayısıyla
meydana çıkabilecek eşitsizlik de hissesinden fazla alanın az alana aradaki farkı ödemesi ile
bertaraf edilecektir.
Vasiyetçi, sadece belirli bir malını başkasına bırakmak istemiş fakat ölüme bağlı
tasarruf metninde mirasçı nasbı terimine yer vermişse bu, yapılan tasarrufun vasiyet olarak
yorumlanmasına engel olmayacaktır.
Örneğin; miras bırakan bir vasiyetname yapmış ve evindeki antika halı için (A)‟yı
mirasçı nasbettiğini bildirmiştir. Burada, kural olarak halının (A)‟ya vasiyet olunduğu kabul
edilecektir.
Ölüme bağlı tasarruflar şekil itibariyle vasiyet, miras sözleşmesi ve tasarruf edilebilir
kısmın daralması olarak ifade edilebilir.
Konuyu daha iyi anlayabilmek için bunları biraz daha ayrıntılı açıklayalım:
Vasiyet:
Vasiyet, resmî şekilde veya miras bırakanın el yazısı ile ya da sözlü olarak yapılabilir.
Resmî vasiyetname:
Resmî vasiyetname, iki tanığın katılmasıyla resmî memur tarafından düzenlenir. Resmî
memur, sulh hâkimi, noter veya kanunla kendisine bu yetki verilmiş diğer bir görevli olabilir.
Miras bırakan, arzularını resmî memura bildirir. Bunun üzerine memur, vasiyetnameyi yazar
veya yazdırır ve okuması için miras bırakana verir.
Vasiyetname, miras bırakan tarafından okunup imzalanır. Memur, vasiyetnameyi tarih
koyarak imzalar.
Vasiyetnameye tarih ve imza konulduktan hemen sonra miras bırakan, vasiyetnameyi
okuduğunu, bunun son arzularını içerdiğini memurun huzurunda iki tanığa beyan eder.
Tanıklar, bu beyanın kendi önlerinde yapıldığını ve miras bırakanı tasarrufa ehil
gördüklerini vasiyetnameye yazarak veya yazdırarak altını imzalarlar. Vasiyetname içeriğinin
tanıklara bildirilmesi zorunlu değildir.
El yazılı vasiyetname:
El yazılı vasiyetnamenin yapıldığı yıl, ay ve gün gösterilerek başından sonuna kadar
miras bırakanın el yazısıyla yazılmış ve imzalanmış olması zorunludur.
El yazılı vasiyetname, saklanmak üzere açık veya kapalı olarak notere, sulh hâkimine
veya yetkili memura bırakılabilir.
Sözlü vasiyet:
Miras bırakan; yakın ölüm tehlikesi, ulaşımın kesilmesi, hastalık, savaş gibi olağanüstü
durumlar yüzünden resmî veya el yazılı vasiyetname yapamıyorsa sözlü vasiyet yoluna
başvurabilir. Bunun için miras bırakan, son arzularını iki tanığa anlatır ve onlara bu beyanına
uygun bir vasiyetname yazmaları veya yazdırmaları görevini yükler.
Resmî vasiyetname düzenlenmesinde okuryazar olma koşulu dışında, tanıklara ilişkin
yasaklar, sözlü vasiyetteki tanıklar için de geçerlidir.
Miras bırakan tarafından görevlendirilen tanıklardan biri, kendilerine beyan edilen son
arzuları; yer, yıl, ay ve günü de belirterek hemen yazar, bu belgeyi imzalar ve diğer tanığa
imzalatır. Yazılan belgeyi ikisi birlikte vakit geçirmeksizin bir sulh veya asliye mahkemesine
verirler ve miras bırakanı vasiyetname yapmaya ehil gördüklerini, onun son arzularını
olağanüstü durum içinde kendilerine anlattığını hâkime beyan ederler.
Tanıklar, daha önce bir belge düzenlemek yerine, vakit geçirmeksizin mahkemeye
başvurup yukarıdaki hususları beyan ederek miras bırakanın son arzularını bir tutanağa
geçirtebilirler.
Sözlü vasiyet yoluna başvuran kimse askerlik hizmetinde bulunuyorsa teğmen veya
daha yüksek rütbeli bir subay; ülke sınırları dışında seyreden bir ulaşım aracında bulunuyorsa
o aracın sorumlu yöneticisi; sağlık kurumlarında tedavi edilmekteyse sağlık kurumunun en
yetkili yöneticisi hâkim yerine geçer.
Miras bırakan için sonradan diğer şekillerde vasiyetname yapma olanağı doğarsa bu
tarihin üzerinden bir ay geçince sözlü vasiyet hükümden düşer.
• Vasiyetten dönme:
Miras bırakan, vasiyetname için kanunda öngörülen şekillerden birine uymak suretiyle
yeni bir vasiyetname yaparak önceki vasiyetnameden her zaman dönebilir. Vasiyetnamenin
tamamından veya bir kısmından dönülebilir.
Miras bırakan, yok etmek suretiyle de vasiyetnameden dönebilir.
Kaza sonucunda veya üçüncü kişinin kusuruyla yok olan ve içeriğinin aynen ve
tamamen belirlenmesine olanak bulunmayan vasiyetname hükümsüz kalır. Tazminat isteme
hakkı saklıdır.
• Sonraki tasarruflar:
Miras sözleşmesi:
Miras sözleşmesi, tarafların yazılı anlaşmasıyla her zaman ortadan kaldırılabilir. Miras
sözleşmesiyle mirasçı atanan veya kendisine belirli mal bırakılan kişinin, miras bırakana karşı
miras sözleşmesinin yapılmasından sonra mirasçılıktan çıkarma sebebi oluşturan davranışta
bulunduğu ortaya çıkarsa miras bırakan, miras sözleşmesini tek taraflı olarak ortadan
kaldırabilir.
Tek taraflı ortadan kaldırma, vasiyetnameler için kanunda öngörülen şekillerden
biriyle yapılır.
Miras sözleşmesi gereğince sağlar arası edimleri isteme hakkı bulunan taraf, bu
edimlerin sözleşmeye uygun olarak yerine getirilmemesi veya güvenceye bağlanmaması
hâlinde Borçlar Hukuku kuralları uyarınca sözleşmeden dönebilir.
Mirasçı atanan veya kendisine belirli mal bırakılan kişi, miras bırakanın ölümünde sağ
değilse miras sözleşmesi kendiliğinden ortadan kalkar.
Miras bırakandan önce ölen kişinin mirasçıları, aksi kararlaştırılmış olmadıkça ölüme
bağlı tasarrufta bulunandan miras sözleşmesi uyarınca elde ettiği ölüm tarihindeki
zenginleşmeyi geri isteyebilirler.
Ölüme bağlı tasarrufların iptal edilebilmesi için iptal davası açılması gerekir. Dava ile
ilgili usul ve süreç aşağıda açıklanmıştır.
İptal davası, tasarrufun iptal edilmesinde menfaati bulunan mirasçı veya vasiyet
alacaklısı tarafından açılabilir. Başka bir değişle tasarrufun iptal edilmesinde menfaati bulunan
mirasçı veya vasiyet alacaklısı tarafından açılabilir. Dava, tasarrufun tamamını veya bir kısmını
kapsayabilir.
İptal davası açma hakkı, davacının tasarrufu, iptal sebebini ve kendisinin hak sahibi
olduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl ve her hâlde vasiyetnamelerde açılma tarihinin
diğer tasarruflarda mirasın geçmesi tarihinin üzerinden iyi niyetli davalılara karşı on yıl, iyi
niyetli olmayan davalılara karşı yirmi yıl geçmekle düşer.
2.6.1.4. Hükmün Etkisi
Dava, ölüme bağlı tasarrufun tamamının veya bir kısmının iptaline ilişkin olabilir. İptal
davası, ölüme bağlı tasarrufla kendilerine, eşlerine veya hısımlarına kazandırma yapılanların
tasarrufun düzenlenmesine katılmalarının yol açtığı sakatlığa dayandığı takdirde tasarrufun
tamamı değil yalnız bu kazandırmalar iptal edilir.
Murisin ölüme bağlı tasarruf ehliyetine sahip olması, ona mal varlığı üzerinde dilediği
gibi tasarruf etme imkânını vermez. Eğer murisin füru (alt soyu), eşi, ana ve babası ve
kardeşlerinden birileri var ise ancak bunların saklı payları (mahfuz hisse) dışındaki kısmını
tasarruf edebilir. Bunlardan hiçbiri yoksa mal varlığının tamamını tasarruf edebilir.
Mahfuz hisseli (saklı paylı) mirasçılar ile mahfuz hisseleri (saklı payları):
Murisin füru
Murisin ana ve babası
Murisin kardeşleri
Murisin sağ kalan eşi
Tasarruf nisabı, mirasta saklı payların dışında kalan ve miras bırakanın (muris)
serbestçe tasarruf edebileceği kısımdır. Saklı paylı mirasçısı olan bir kişiye ait malların
üzerinde ölüme bağlı tasarruflar yapılabileceği kısmıdır.
Terekenin net aktifi için murisin ölüm günündeki taşınır ve taşınmaz mallarının satış
bedelleri ile alacakları hesaplanır.
Pasifi içinde murisin borçları, cenaze masrafları, terekeyi mühürlemek ve defterini
tutmak için yapılan masraflar ve miras bırakan ile birlikte yaşayan ve onun tarafından bakılan
kimselerin üç aylık geçim giderleri hesaplanır. Böylece terekenin pasifi bulunur.
Aktifler toplamından pasifler toplamı çıkınca da tasarruf nisabının hesaplanmasına esas
olan safi tereke elde edilir. Ancak safi terekeye bazı değerler ilave edildikten sonra bulunan
değerler, esas alınmak suretiyle tasarruf nisabı hesaplanır.
Arkadaşlarıyla oturduğu bir sırada Fuat’ın okul hayatı boyunca yapacağı tüm
masraflarını geride bırakacağı mallarından karşılamayı vasiyet eder.
Arkadaşları da onun bu isteğini yazarak yerine getirir ve birlikte imzalarlar. Ardından
sulh hukuk mahkemesine iletirler. Mehmet Bey, bir süre sonra bu arzusunu resmî bir sözleşme
Şeklinde yapar.
Yukarıda verilen örnek olay incelemesindeki hukuki durumları inceleyiniz.
Ölüme bağlı tasarrufun olup olmadığını Mehmet Bey’in dileği ve eyleminin hukuki
tespit ediniz. açıdan tanımının nasıl olduğunu inceleyiniz.
Ölüme bağlı tasarrufların iptali sebeplerini Mehmet Bey’in ölüme bağlı yapmış olduğu
belirleyiniz. tasarrufun geçerli olup olmadığını inceleyiniz.
3. MİRASIN AÇILMASI
Miras ölüm ile açılır. Kayıplık kararı verilmiş olması durumunda da miras açılır.
Mirasın açılması ile kimlerin mirasçı olacağı belli olur.
Mirasın intikali için murisin ölmüş veya gaipliğine karar verilmiş olması gerekir.
Mirasın açılması ise ölüm ve gaiplik kararı ile olur. Miras da mirasçılara kendiliğinden intikal
eder. Mirasın açıldığı anın önemi vardır. Çünkü kimlerin mirasçı olacağı bu ana göre tayin
edilir. Keza tasarruf nisabının hesaplanmasına esas alınan safi terekenin değerleri bu ana göre
hesaplanır.
Mirasın geçişi (mirasın intikali), ölüye ait malların, hakların, alacak ve borçların
mirasçılara geçmesi, mirasçılar tarafından edinilmesidir.
• Kasten veya hukuka aykırı bir surette murisi öldüren veya öldürmeye teşebbüs edenler,
• Kasten veya hukuka aykırı bir surette murisi ölüme bağlı bir tasarrufta bulunamayacak
hâle getirenler,
• Hile veya tehdit yahut cebirle murisi ölüme bağlı bir tasarrufta bulunmaya veya böyle
bir tasarruftan rücu etmeye (dönmeye) sevk edenler veya bunları yapmaya engel olanlar,
• Ölüme bağlı tasarrufu, murisin bunları tekrar yapmasına imkân olmayan hâl ve
zamanda kasten veya hukuka aykırı surette gizleyen veya bozanlar, mirastan yararlanamaz.
3.1.1. Ölüm
Ölüm olayı ile miras açılır. Birbirine mirasçı olanlar için ölüm anının önemi vardır. Bir
trafik kazasında olduğu gibi birbirine mirasçı olanların (örneğin, karı kocanın) hangisinin evvel
ve hangisinin sonra öldüğü tespit edilemezse her ikisi de birlikte ölmüş sayılır. Buna ‘birlikte
ölüm karinesi’ denir. Bu gibiler birbirine mirasçı olamazlar ve herkesin mirası kendi
mirasçılarına geçer.
Bu birlikte ölüm karinesinden başka bir de ‘ölüm karinesi’ vardır. Ölümüne muhakkak
nazarla bakılan ve cesedi de bulunmayan kimseler ölmüş sayılır ve ölüm kaydına mahallin en
büyük mülkiye amirinin emriyle ölüm kaydı işlenir (bk. Kişi ve aile hukuku modülü “1.2.4.
Kişiliğin sona ermesi”)
Hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimsenin mirasçıları veya mirasından hak sahibi
olan kişiler, tereke malları kendilerine teslim edilmeden önce bu malları, ileride ortaya
çıkabilecek üstün hak sahiplerine veya gaibin kendisine geri vereceklerine ilişkin güvence
göstermek zorundadırlar. Bu güvence, ölüm tehlikesi içinde kaybolma durumunda 5 yıl, uzun
zamandan beri haber alınamama durumunda 15 yıl ve her hâlde en çok gaibin 100 yaşına
varmasına kadar geçecek süre için gösterilir. 5 yılın hesaplanması tereke mallarının tesliminden
itibaren; 15 yılın hesaplanması ise son haber tarihinden başlar.
Gaip ortaya çıkarsa veya üstün hak sahibi olduklarını ileri sürenler bu sıfatlarını ispat
ederlerse tereke mallarını teslim almış olanlar, aldıkları malları zilyetlik kuralları uyarınca geri
vermekle yükümdürler. İyi niyetli olanların üstün hak sahiplerine geri verme yükümlülükleri,
miras sebebi ile istihkak (hakkı olma) davasına ilişkin zaman aşımı süresine tabidir.
Miras, tüm malları kapsamak üzere murisin son ikametgâhı mahkemesinde açılır.
Ölüme bağlı tasarruflarda iptal, tenkis, mirasın taksimi ve miras sebebiyle istihkak davaları da
bu mahkemede görülür.
Miras bırakanın yerleşim yeri sulh hâkimi, istem üzerine veya resen (kendiliğinden)
tereke mallarının korunması ve hak sahiplerine geçmesini sağlamak üzere gerekli olan bütün
önlemleri alır.
Bu önlemler, özellikle kanunda belirtilen hâllerde terekede bulunan mal ve hakların
yazımına, terekenin mühürlenmesine, terekenin resmen yönetilmesine ve vasiyetnamelerin
açılmasına ilişkindir.
Önlemlerle ilgili giderler, ileride terekeden alınmak üzere başvuran kişi tarafından,
önleme hâkimin resen karar verdiği hâllerde devlet tarafından karşılanır.
Miras bırakan, yerleşim yerinden başka bir yerde ölmüş ise o yerin sulh hâkimi bu
ölümü yerleşim yeri sulh hâkimine gecikmeksizin bildirir ve miras bırakanın ölüm yerinde
bulunan mallarının korunması için gerekli önlemleri alarak bununla ilgili dosyayı ve varsa
vasiyetnameyi yerleşim yeri sulh hâkimine gönderir.
3.4. Mirasın Kazanılması (İktisabı)
Miras ehliyeti için iki şart gereklidir. Bunlar; murisin ölümü anında hayatta olmak ve
mirastan mahrum bulunmamaktır. Bunları kısaca açıklayalım:
Mirasçı olabilmek için murisin ölümü anında hayatta olmak gerekir. Muristen önce
ölenler onun mirasçısı olamazlar. Kanunumuz sağ doğmak şartıyla ceninin mirasçılığını da
kabul etmiştir.
Mirastan mahrum bulunan kimseler, mirastan yararlanamazlar ve sanki muristen önce
ölmüşler gibi hesaba katılmazlar; onların yerin füru (alt soyu) alır.
Mirasın geçmesi (intikali) bahsinde de değindiğimiz gibi mirasçıların, mirasçılık
sıfatını ispata yarayan belgeye “Veraset İlamı” denilmektedir. Veraset ilamı, mahiyeti itibarıyla
“Resmî Senet” niteliğinde olduğundan içeriğinin doğruluğu hakkında adi bir karine geçerlidir
yani aksi ispat edilinceye kadar bu ilamda belirtilen kimselerin mirasçı oldukları kabul edilir.
Terekeye dâhil haklar ve borçlar mirasçılara bir bütün olarak intikal eder. Mirasçılar
sadece terekedeki mal ve hakları kazanmazlar, aynı zamanda murise ait borçları da üstlenmiş
olurlar. Terekenin bir bütün olarak ve kanundan dolayı mirasçılara geçmesine “külli halefiyet
ilkesi” de denir.
Mirasçılar mirası kabul edip etmemekte serbesttirler. Mirasın reddi için mirasçının
murisin ölümünü öğrendiği andan itibaren 3 ay içinde sulh mahkemesine yazılı veya sözlü
olarak mirası reddettiğini açıklaması gerekir. Mirasın reddi kayıtsız ve şartsız olmalıdır.
Mirasçılar murisin borçlarından dolayı terekeye dâhil mallarla değil aynı zamanda
kendi mal varlığıyla da sınırsız ve müteselsil (zincirleme) sorumludurlar. Her mirasçı
terekedeki borçların tamamından sorumludur. Bu sorumluluktan kurtulmanın yolu “mirası red”
veya “mirasın tasfiyesini istemek” tir.
Tereke üzerinde sadece bir talep hakkı elde etmeyi, buna karşılık borçlardan sorumlu
olmamayı ifade eder. Kendisine sadece belirli bir mal bırakılmış şahıs (musaleh) cüzi haleftir.
Çünkü musaleh, kendisine muris tarafından ölüme bağlı bir tasarrufla bırakılan şeyin
devredilmesini mirasçılardan isteme hakkına sahipken murisin borçlarından sorumlu değildir.
Sadece intifa (faydalanma) hakkı olan dördüncü paranteldeki hısımlar ile intifa hakkını
seçmiş olan eş de cüzi haleftir. Sağ kalan eş, intifa yerine mülkiyeti seçerse külli halef
(terekenin bir bütün olarak mirasçılara geçmesi durumu) olur.
Miras kendiliğinden ve bir bütün olarak mirasçıların hepsine birden geçer. Yani birden
fazla mirasçı tereke üzerinde “iştirak hâlinde malik” sıfatıyla hak sahibi olur. Taksim anına
kadar herhangi bir mirasçı, tereke malları üzerinde bir hak iddia edemez, kendi hissesi üzerinde
tasarrufta bulunamaz. Mirası hep birlikte kazanan mirasçıların taksime kadar meydana
getirdikleri topluluğa “miras şirketi” denir.
Belirli mal vasiyeti, miras bırakanın belli bir mal veya hakkı vasiyetname ile bir
başkasına bırakmasıdır. Vasiyette konu olan muayyen mal, ancak vasiyeti yapan kişi öldükten
sonra lehine muayyen mal vasiyet edilen kişinin hayatta olması şartıyla kazanılabilir.
Mal vasiyeti, birden çok kişiye yapılıp da payları belirtilmemişse payların eşit olduğu
kabul edilir. Mal vasiyetinin geçerli olabilmesi için vasiyetnamede öngörülen malın ve
bırakıldığı kişinin belli olması veya hiç değilse belli edilebilir olması gerekir. Eğer vasiyetin
konusu ve bırakıldığı kişi belli değilse ve belli edilemiyorsa vasiyet geçersiz olur.
Vasiyet edilen mal, miras açıldığı zaman terekede çıkmazsa aksi vasiyetnameden
anlaşılmadıkça mirasçıların ifa (yerine getirme) borcu ortadan kalkar. Ancak vasiyetçi
terekesinde olmamakla birlikte mirasçılar veya yerine getirme memuru tarafından satın
alınacak belli bir malı da birine vasiyet edebilir.
Yasal veya atanmış mirasçıya ayrıca belirli bir mal da bırakılabilir. Bu hâlde yasal veya
atanmış mirasçı mirası reddetmiş olsa bile kendi lehine vasiyet edilen şeyi talep edebilir.
Vasiyet eden vasiyet ettiği şeyin cinsini ve diğer niteliklerini belirttiği hâlde bunlardan
bir veya birkaçını seçmek hakkını, lehine vasiyet yapılan kişiye bırakabilir.
Bir kimse intifa (faydalanma) hakkına sahip olduğu şeyin intifa hakkını vasiyet
edemez. Çünkü ölümle intifa hakkı sona erer. Bu nedenle vasiyetnamenin bu bölümü
hükümsüz sayılır.
Mirası reddetmeye hakkı olan her mirasçı, terekenin resmî defterinin tutulmasını
isteyebilir. Defter tutma, mirasın reddine ilişkin usule uyulmak suretiyle bir ay içinde sulh
hâkiminden istenir. Mirasçılardan birinin defter tutma istemi, diğerleri hakkında da etkili olur.
Resmî deftere göre kabul edilen miras, mirasçıya sadece deftere yazılmış borçlarla
geçer. Kural olarak mirasçının deftere yazılmayan borçlardan sorumluluğu yoktur. Bu suretle
mirasın geçmesi, mirasın açıldığı tarihten başlayarak hüküm ifade eder.
Mirasçı, miras bırakanın deftere yazılmış olan borçlarından hem tereke malları hem
kendi mal varlığı ile sorumludur. Alacaklarını süresi içinde yazdırmayan alacaklılara karşı
mirasçı, kendi kişisel mallarıyla sorumlu olmadığı gibi terekeden kendisine geçen mallarla da
sorumlu tutulamaz. Kendi ihmali ile alacağını zamanında yazdırmayan alacaklı, alacağını
mirası tutulan defter gereğince kabul eden mirasçıdan istemek hakkını yitirir. Ancak
alacaklının kusuru olmaksızın deftere yazdıramadığı veya bildirdiği hâlde deftere yazılmamış
alacaklar için mirasçı zenginleşmesi ölçüsünde sorumlu kalır.
Alacağı mukabilinde miras bırakandan rehin veya teminat almış alacaklı, alacağını
deftere kaydettirmemiş olsa bile rehin veya teminattan istifade edebilecektir.
Miras bırakanın kefaletten doğan borçları defterde ayrı bir yere yazılır ve mirasçılar,
mirası kayıtsız ve Şartsız kabul etmiş olsalar bile bu borçlardan terekenin iflas hükümlerine
göre tasfiyesi hâlinde kefalet sebebiyle alacaklı olanlara ne düşecekse ancak o miktarla sorumlu
olurlar.
Terekenin resmî defterinin tutulması açısından kefalet borçlarının dikkate alınmasında
kefaletin değişik şekilleri arasında bir fark gözetilmemiş; müteselsil (zincirleme), adi, tahakkuk
etmiş ya da edecek, resmî veya özel her çeşidi aynı hükme tabi tutulmuştur.
Mirasın devlete geçmesi hâlinde düzenlenecek resmî defterde devlet, deftere yazılan
borçlardan sadece miras yoluyla edindiği değerler ölçüsünde sorumludur.
İştirak hâlinde mülkiyette maliklerin terekeye dâhil bir mal veya mal varlığı üzerinde
bağımsız payları bulunmamakta mirasçıların her birinin bütün mal varlığı üzerinde mülkiyet
hakkı bulunmaktadır. Bu nedenle malikler oy birliği ile hareket ederek tereke mallarını
devredebilirler. Bu kuralın bazı istisnaları vardır. Bunlardan biri miras payının devri
sözleşmeleridir.
Mirasçının veya muhtemel mirasçının miras payını diğer mirasçılardan birine veya
birkaçına ya da üçüncü bir şahsa karşılık veya karşılıksız olarak devretmeyi borçlandığı
sözleşmeye “Miras Payının Devri Sözleşmesi” denir.
Paylaşmanın sadece mirasçıları ilgilendiren bir işlem olması nedeniyle paylaşmaya
ilişkin kurallar çoğunlukla emredici kurallar değildir. Gerek mirasçılar aralarında yapacakları
anlaşmalarla gerekse muris, ölüme bağlı tasarrufla değişik hükümler koyabilir. Bu nedenle
taksime hâkimin müdahalesi istisnai bir durumdur.
Paylaşma tereke malları üzerinde iştirak hâlindeki (el birliği) mülkiyete son veren ve
bu bölümler üzerinde bağımsız mülkiyet hakkı yahut hisseler üzerinde tasarrufa imkân veren
müşterek mülkiyet hakkını tesis eden bir işlemdir.
Payın devri sözleşmesi ile miras payının tamamı ya da bir kısmı üzerinde gerek
mirasçıların birbirlerine gerekse üçüncü kişilere devri mümkündür.
Devreden mirasçı, miras ortaklığından çıkar, miras paylarının muayyen bir mal için
devri de mümkündür. Bu takdirde devreden mirasçı miras ortaklığından çıkmaz, diğer mallar
üzerinde ortaklık devam eder.
Mirasçı veya mirasçılar, miras paylarını hibe, satış veya trampa amacıyla devredebilir.
Yine miras payını devreden mirasçı, kanuni veya mansup mirasçı olabilir.
Mirasçı, miras payının tamamını değil de bir kısmını devretmişse onun kalan mirasçılık
haklarıyla birlikte mirasla ilgili borçlardan sorumluluğu da devam edecektir. Mirasçının diğer
bir mirasçıya miras payının tümünü devretmesi hâlinde miras ortaklığından ayrılacağından
aksine bir sözleşme hükmü yoksa borçlardan sorumlu olmayacaktır. Ancak kendisinde
terekeye ait mallar varsa bunları miras ortaklığına iade edecektir. İade etmediği takdirde
aleyhine miras sebebiyle istihkak davası açılabilecektir.
Miras payının devri zaman açısından ikiye ayrılır. Birincisi mirasın açılmasından
sonra, diğeri ise mirasın açılmasından önce yapılır.
Miras bırakanın birden fazla mirasçısının bulunduğu hallerde bütün mirasçıların tereke
üzerinde el birliği (iştirak hâlinde) mülkiyeti bulunmaktadır.
Mirasın açılmasından önce (miras bırakanın sağlığında) miras payının devri:
Miras bırakan dilerse sözleşmeye katılır; dilerse katılmaz sadece muvafakatini bildirir.
Miras bırakan sözleşmeye katılmamışsa bilahare bildireceği bir muvafakati ile kanaatini
açıklayabilir. Bu kanaatini ya başka bir sözleşmeyle veya bir mektupla da bildirebilir. Bu
muvafakat verilmemişse miras payının devri sözleşmesi geçersiz hâle gelir, taraflar karşılıklı
olarak verdiklerini isteyebilir.
Mirasçılardan her biri, sözleşme veya kanun gereğince ortaklığı sürdürmekle yükümlü
olmadıkça her zaman mirasın paylaşılmasını isteyebilir.
Her mirasçı, terekedeki belirli malların aynen, olanak yoksa satış yoluyla
paylaştırılmasına karar verilmesini sulh mahkemesinden isteyebilir. Mirasçılardan birinin
istemi üzerine hâkim, terekenin tamamını ve terekedeki malların her birini göz önünde tutarak
olanak varsa taşınmazlardan her birinin tamamının bir mirasçıya verilmesi suretiyle
paylaştırmayı yapar. Mirasçılara verilen taşınmazların değerleri arasındaki fark para ödenmesi
yoluyla giderilerek miras payları arasında denkleştirme sağlanır.
Paylaşmanın derhâl yapılması, paylaşım konusu malın veya terekenin değerini önemli
ölçüde azaltacaksa sulh hâkimi, mirasçılardan birinin istemi üzerine bu malın veya terekenin
paylaşılmasının ertelenmesine karar verebilir.
Mirası hep birlikte kazanmış olan mirasçıların taksime kadar meydana getirdikleri
topluluğa “miras şirketi” denir.
Birden çok mirasçı bulunması hâlinde mirasın geçmesiyle birlikte paylaşmaya kadar
mirasçılar arasında terekedeki bütün hak ve borçları kapsayan bir ortaklık meydana gelir.
Mirasçılar, terekeye el birliğiyle sahip olurlar ve sözleşme veya kanundan doğan temsil
ya da yönetim yetkisi saklı kalmak üzere terekeye ait bütün haklar üzerinde birlikte tasarruf
ederler.
Mirasçılardan birinin istemi üzerine sulh mahkemesi, miras ortaklığına paylaşmaya
kadar bir temsilci atayabilir.
Mirasçılardan her biri, terekedeki hakların korunmasını isteyebilir. Sağlanan
korumadan mirasçıların hepsi yararlanır.
Bir mirasçı ödemeden aciz hâlde ise mirasın açılması üzerine diğer mirasçılar,
haklarının korunması için gerekli önlemlerin gecikmeksizin alınmasını sulh mahkemesinden
isteyebilirler.
Mirasçılardan her biri, sözleşme veya kanun gereğince ortaklığı sürdürmekle yükümlü
olmadıkça her zaman mirasın paylaşılmasını isteyebilir.
Her mirasçı, terekedeki belirli malların aynen, olanak yoksa satış yoluyla
paylaştırılmasına karar verilmesini sulh mahkemesinden isteyebilir.
Mirasçılardan birinin istemi üzerine hâkim, terekenin tamamını ve terekedeki malların
her birini göz önünde tutarak olanak varsa taşınmazlardan her birinin tamamının bir mirasçıya
verilmesi suretiyle paylaştırmayı yapar. Mirasçılara verilen taşınmazların değerleri arasındaki
fark, para ödenmesi yoluyla giderilerek miras payları arasında denkleştirme sağlanır.
Paylaşmanın derhâl yapılması, paylaşım konusu malın veya terekenin değerini önemli
ölçüde azaltacaksa sulh hâkimi, mirasçılardan birinin istemi üzerine bu malın veya terekenin
paylaşılmasının ertelenmesine karar verebilir.
Paylaşma isteme (taksim davası açma) hakkı kural olarak paylı mülkiyette paydaşa, el
birliği mülkiyetinde ise mirasçıya tanınmıştır. Malik olmayan kimseye paylaşma isteme ve
paylaşmaya katılma hakkı tanınmamıştır.
Taksim davası; tereke üzerinde iştirak hâlindeki mülkiyeti taksim isteyenin hissesi
bakımından ferdî mülkiyete çeviren davadır. Bu davayı her mirasçı tek başına açabilir; tereke
davayı açmamış olan kanuni mirasçılar arasında yine iştirak hâlinde mülk olarak devam eder.
Terekede iştirak hâlinde mülkiyet devam ettiği müddetçe davayı açmak mümkündür.
Ancak bazı hâllerde mirasçılar taksim davasını açamazlar. Bu hâller şöyle sıralanabilir:
Taksimin ertelenmesine dair sözleşme varsa
Bütün mirasçılar arasında böyle bir mukavele olsa bu mukavele son bulmadan evvel
taksim davası açılamaz. Mirasçılardan sözleşmeye ortak olmayanlar taksim davasını yine
istedikleri her zaman açabilirler.
Mirasçılar arasında cenin varsa
Mirasçılar arasında cenin mevcut ise mahkeme ceninin hissesini ayırır, terekeden
kalanı diğer mirasçılar arasında taksim eder; cenin sağ doğmadığı takdirde ona ayrılmış olan
pay, onunla birlikte mirasçı olan diğer mirasçılara yeniden taksim edilir.
Koşullar taksimin geciktirilmesini gerektiriyorsa.
Yasal mirasçılar, gerek kendi aralarında gerek atanmış mirasçılarla birlikte mirası aynı
kurallara göre paylaşırlar. Aksine düzenleme olmadıkça mirasçılar, paylaşmanın nasıl
yapılacağını serbestçe kararlaştırırlar.
Paylaşma sözleşmesiyle mirasçılar, tereke mallarının tamamı veya bir kısmı üzerindeki
el birliği mülkiyetinin miras payları oranında paylı mülkiyete dönüştürülmesini de kabul
edebilirler. Paylaşma sözleşmesinin geçerliliği yazılı şekilde yapılmasına bağlıdır.
Mirasçılar arasındaki taksim sözleşmesinin yazılı olması yeterlidir, taksimin geçerli ve
tapu siciline tescili için ilgili tapu sicil müdürlüğünde ayrıca resmî senet düzenlenmesi de
gerekli değildir.
Ancak bu taksim şekli mirasçılar için (intikal yapılmış olsun veya olmasın iştirak
hâlinde mülkiyet için) öngörülmüştür. İştirak hâli başka bir sebepten (Örneğin; adi şirket, mal
ortaklığı, aile şirketi malları gibi) doğuyorsa veya müşterek mülkiyete geçilerek paylar
belirlenmişse resmî senet düzenlenmesi gerekir.
Şunu da belirtelim ki miras taksimlerinde adi yazılı şeklin yeterli olması, noterlerin
veya tapu sicil müdürlüklerinin bu sözleşmeyi düzenleyemeyeceği anlamına gelmez.
Miras payı temlikine ilişkin sözleşmeler gibi miras taksimi sözleşmelerinin de terekeye
dâhil bütün taşınmaz malları kapsaması gerekmez. Miras taksiminde iştirakçilerden tümünün
gayrimenkul veya hisse alması şart değildir. Mirasa dâhil menkul mallar veya haklar da
alınarak taksim yapılabilir. İştirakçilerden birine sadece intifa (faydalanma) hakkı düşecek
şekilde taksim yapılması da mümkündür. Genelde sağ kalan eş, intifa (faydalanma) hakkını
seçerek taksime katılmaktadır.
3.10.3. Taksimin Sona Ermesi
Miras taksimi noter tarafından yapılmış ise sözleşme; mirasçılar arasında yazılı olarak
yapılmış olup da mirasçıların imzaları noterce onaylanmamış ise tüm mirasçıların; imzaların
bir kısmı onaylanmış ise imzaları onaylanmamış olanların başvuruları gerekir.
Miras iştirak hâlinde mülkiyet olarak mirasçılara intikal eder. İştirak hâlini ortadan
kaldıran sebeplerden biri de taksimdir. Ortaklar böylece müşterek mülkiyete geçmeden
müstakil mülkiyete geçerler.
Durum bir mülkiyet nakli için söz konusu olduğu için tapu sicil müdürlüğü de miras
taksim sözleşmesini resmî senet şeklinde düzenleyebilir. Bunun için tüm mirasçıların tapu sicil
müdürlüğünden istemde bulunmaları gerekmektedir. Ancak noterce veya mirasçılar arasında
yapılmış bir sözleşme ibraz edilirse artık resmî senet düzenlenmesine gerek yoktur. Tescil
istem belgesi (bk. Aşağıdaki örnek) düzenlenmesi yeterlidir.
Yukarıda niteliği gösterilen taşınmaz mal verasette iştirak hâlinde Cahide ATICI,
Kasım Sefa ATICI, Cezmi Özer ATICI, Turgut ATICI adlarına kayıtlı iken; adı geçenler
tarafından yapılan Ankara 20. Noterince tanzim edilen 01/12/1994 tarih ve 49468 sayılı “Miras
Taksim Sözleşmesi” ile yukarıda yazılı bağımsız bölümler musavatan (eşit olarak) Kasım Sefa
ATICI, Cezmi Özer ATICI ve Turgut ATICI adlarına isabet ettiğinden, adı geçenlerden Cezmi
Özer ATICI‟in Ankara 20.Noterliğinden verildiği …./…./….…. tarih ve …….... sayılı
vekâletname ile ve Turgut ATICI‟nın Ankara 20. Noterliğinden verdiği ..../…./…….. tarih ve
……….. sayılı vekâletnameler ile vekilleri ben Kasım Sefa ATICI bilvekale ve kendi adıma
asaleten hareketle bahsedilen bağımsız bölümlerin beyan edilen değer üzerinden adı geçenler
adına eşit hisselerle, taksim suretiyle tescilinin yapılmasını talep ile 492 sayılı Harçlar
Kanunu‟na göre yukarıda gösterilen değerin emlak vergisi değerine yeniden değerleme oranı
uygulanmak suretiyle bulunacak değerden düŞük olmadığını, aksi hâlde aradaki farkın cezalı
olarak tahsil edileceği hususunun tapu sicil müdürü tarafından tarafıma bildirildiğini beyan
ederim.
Tapuya tescili
Miras taksimi noterce yapılmış ise sözleşmenin tapu sicil müdürlüğüne ibrazı
zorunludur. Bu sözleşmenin tescil istemini de içermesi ve tescil işlemini kimin (veya taşınmaz
kime isabet ettiyse o paydaşın) yaptırabileceğinin sözleşmede açıklanmış olması gerekir. Aksi
hâlde tüm mirasçıların bu sözleşmeyle beraber tapu sicil müdürlüğüne gelerek tescil isteminde
bulunmaları zaruri olacaktır.
Miras taksimi mirasçılar arasında adi yazılı bir sözleşmeyle yapılmış ise bu
sözleşmenin ibrazı ile beraber:
• Mirasçıların imzaları noterce onaylanmamış ise tüm mirasçıların tapu sicil
müdürlüğüne gelerek istemde bulunmaları gerekir.
• Mirasçılardan bir kısmının imzaları noterce onaylanmış diğerlerininki
onaylanmamış ise (ve imzası onaylananlar, onaylanmayanlara tescil isteminde bulunma yetkisi
vermemiş ise) imzası noterce onaylanmamış olanların tümünün bizzat veya vekilleri aracılığı
ile tapu sicil müdürlüğüne gelerek tescil isteminde bulunmaları gerekir.
Tescili isteme yetkisi devredilmiş ise yani bir temsil yetkisi verilmiş ise temsilcinin
istemiyle taksime konu tüm taşınmazların sözleşme uyarınca tescilleri yapılabilir. Tescili
isteme yetkisi verilmiş ise her paydaşın taksim sonucu kendisine düşen parseli adına tescil
ettirmesi mümkündür. Bu hâlde taksim harcının hesabı sadece tescili istenen parselin değeri
üzerinden yapılır.
Ancak tapu sicil müdürlüğünün taksim sözleşmesinde tescili engelleyen bir kayıt olup
olmadığına dikkat etmesi gerekir.
İşbu taşınmaz malın tamamı verasette iştirak hâlinde Cahide ATICI, Kasım Sefa
ATICI, Cezmi ATICI ve Turgut ATICI adlarına kayıtlı iken aralarında yaptıkları miras taksimi
sonucuna göre tesciline istinaden düzenlenmiştir.
Taksim harcının oranı, ortak mülkiyeti oluşturan sebebe göre değişmektedir. Ortak
mülkiyet miras yolu ile oluşuyorsa terekeye dâhil taşınmaz malların iştirak hâlinde mülkiyet
aşamasında iken kanuni veya mansup (atanmış) mirasçılar arasında aynen veya bölünerek
taksiminde, taksime giren parsellerin bildirilen değerleri üzerinden binde 9 oranında harç
tahsili gerekir. Ayrıca döner sermaye işletmesince belirlenen tarifeye göre taksim yevmiyesi
için bir adet ücret tahsil edilir. Taksim işlemine konu olan parsel sayısının önemi yoktur.
UYGULAMA FAALİYETİ
Uzun yıllardır evli olan F ve C’nin çocukları yoktur. Karı koca çocuk sevgisini
arkadaşlarının kızı olan E’de giderdikleri için ona çok düŞkündürler. F, işi icabı sık sık şehir
dışına çıkmaktadır ve başka bir şehirde imam nikâhlı eşi Z vardır.
F’nin iş seyahatine çıktığında araçla seyahat ederken otobanda saldırıya uğrar ve ağır
yaralanır. İki hafta hastanede kalan F kurtarılamayarak hayatını kaybeder.
F, hastanede yoğun narkoz altında yatmakta iken Z’nin annesi D ile bir doktor
huzurunda mallarının yarısını C’ye (E’ye bakması ve okutması karşılığında); diğer yarısını da
Z’ye (evlenmemesi karşılığında) bırakmıştır.
F‟nin Z lehine yaptığı beyanın nasıl bir Koşul, hak ehliyetini kısıtlamaktadır. Bu
hukuki işlem olduğunu tespit ediniz. nedenle hukuka aykırılığını araştırınız.
F‟nin C‟nin lehine yaptığı beyanın nasıl Yüklemenin yerine getirilmemesi ölüme
bir hukuki işlem olduğunu tespit ediniz. bağlı tasarrufun geçerliliğini etkileyip
etkilemediğini tespit ediniz.
F‟nin E lehine yaptığı beyanın nasıl bir Yedek mirasçının atanabileceğini göz önünde
hukuki işlem olduğunu tespit ediniz. bulundurunuz.