Professional Documents
Culture Documents
SÖZLER - Birinci Söz (26-40) - Risale-I Nur Külliyatı Oku
SÖZLER - Birinci Söz (26-40) - Risale-I Nur Külliyatı Oku
26
SÖZLER
27
َو ِبِه َنْس َتِع يُن * َاْلَح ْم ُد ِهّٰلِل َر ِّب اْلٰع اَلِم يَن
ٰۤل
1 * َو الَّص ٰل وُة َو الَّسَالُم َعٰل ى َسِّيِدَنا ُمَحَّم ٍد َو َع ى ٰا ِلِه َو َص ْح ِبِه َاْج َم ِعيَن
Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik
nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç
görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca
nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam [halk] lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim
Birinci Söz
BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu
[varlıklar]
mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl
[hal dili] ile vird-i zebânıdır. [dil ile sürekli tekrarlanan şey] Bismillâh ne büyük, tükenmez
bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî
Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini
alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin [eşkıya, haydut] şerrinden kurtulup hâcâtını
perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar.
Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, [alçakgönüllü] bir reisin
ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarîke
[yolkesen, eşkiya] rast gelse, der: “Ben filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî [eşkıya,
haydut]
def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki
mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer,
İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin, fakrın
28
titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın,
seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip [bağlama] Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli
ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] dergâhında [Allah’ın yüce katı] aczi, fakrı en
makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki,
askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz.
Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.
Başta demiştik: Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hâl [hal dili] ile
Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere
sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla,
kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket
Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce
Allah] namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında
koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç
“Bismillâh” der; hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] meyvelerinden ellerini
Herbir bostan “Bismillâh” der, matbaha-i kudretten [Allah’ın kudret mutfağı] bir kazan
olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der, rahmet
feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah]
takdim ediyorlar.
Herbir nebat [bitki] ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları
“Bismillâh” der, sert taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına”
[boyun eğdirilmiş]
der; herşey ona musahhar olur.
Evet, havada dalların intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve meyve vermesi gibi, o sert
taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] intişar [açığa çıkma,
yayılma] etmesi ve yeraltında yemiş vermesi, hem şiddet-i hararete [sıcaklığın şiddeti]
ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:
tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ
[Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (a.s.) gibi 1 َفُقْلَنا اْض ِر ْب ِبَعَص اَك اْلَحَجَرemrine imtisal [bağlanma,
boyun eğme] ederek taşları şak [ayrılma, bölünme] eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince,
[ince, narin, duyarlı] [ateşe atıldığı halde yanmayan
nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim
Hz. İbrahim’in vücut organları] (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı 2َيا َناُر ُكوِنى َبْر ًدا َو َسَالًم ا
âyetini okuyorlar.
Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip
bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah
namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan
almamalıyız.
[tezgâhtar, sunucu]
SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz.
Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?
ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, [gerçek nimet verici olan Allah] bizden o kıymettar
nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri
fikirdir.
kıymettar harika-i san’at [san’at harikası] olan nimetler Ehad, [bir olan bütün varlıklarda
birliği gözüken Allah] [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç
Samed‘in
olması] mucize-i kudreti [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve hediye-i rahmeti [Allah’ın rahmet
Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını
[aptallık]
öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî
mün’imleri [gerçek nimet verici olan Allah] medih [övgü] ve muhabbet edip Mün’im-i
Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
[aptallık]
Ey nefis! Böyle ebleh [ahmak] olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına
ba
30
İkinci Makamı
İHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan
[bildiri]
göründü. Onu, kendi nefsim için, nota suretinde kaydetmek istedim. Ve
yirmi otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmekle avlamak ve
zaptetmek arzu ettim. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] şimdilik o arzuma tam
“Ey insan!” dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has
iken, ruhen benimle münasebettar [alâkalı, ilgili] ve nefsi nefsimden daha huşyar
[uyanık] zatlara, belki medar-ı istifade [faydalanma vesilesi] olur niyetiyle, On
[parıltı] [dikkatli]
Dördüncü Lem’anın İkinci Makamı olarak, müdakkik kardeşlerimin
tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden
1 * َقاَلْت َۤي ا َاُّيَه ا اْلَم َلُؤا ِاِّنى ُاْلِقَى ِاَلَّى ِك َتاٌب كِر يٌم * ِاَّنُه ِم ْن ُسَلْيٰم َن َو ِاَّنُه ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم
BİRİNCİ SIR
gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği
31
bakıyor.
Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının [genel yapı ve özellik] simasındaki letâif-i re’fet
[şefkat ve merhametin güzellikleri] ve dekaik-ı şefkat [şefkatin incelikleri] ve şuâât-ı
[Cenab-ı Allah’ın merhametinin parıltıları]
merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden sikke-i
ulyâ-yı Rahîmiyettir [rahmeti herşeyi kuşatan Allah’ı gösteren yüce damga] ki,
[şefkati ve merhameti herşeyi kuşatan Allah]
Bismillâhirrahmânirrahîm’deki er-Rahîm ona
bakıyor.
İKİNCİ SIR
bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş
[herşeyi kuşatma] [ışığın
ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki
tamamı] [düşünme, akla getirme]
güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir
tasavvur ve ihatalı [herşeyi kuşatma] bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını
32
hararet ve ziyadaki elvân-ı seb’a [yedi renk] gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi
umum mukabilindeki şeyleri ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Öyle de, 1 َو ِهّٰلِل اْلَم َثُل ْاَالْع ٰل ى
[Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi]
temsilde hata olmasın, ehadiyet ve
samediyet-i İlâhiye, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması] herbir
şeyde, hususan zîhayatta, [canlı] hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün
[Allah’ın birliği] [Allah’ın birliği]
esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet
cihetiyle dahi, mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkadar herbir ismi, bütün
İşte, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ukulü [akıllar] boğmamak ve kalbler Zât-ı
[bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede
Akdesi
yüce olan Allah] unutmamak için, daima vâhidiyetteki [Allah’ın birliği] sikke-i ehadiyeti
[Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] nazara veriyor ki, o sikkenin üç
[düğüm] [gösteren]
mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.
ÜÇÜNCÜ SIR
bu karanlıklı mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ışıklandıran, bilbedâhe, [açık bir şekilde]
müteveccih [yönelen] olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih [yönelen] eden
[yardım] [açık bir
ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe,
şekilde] [boş]
rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâli âlemi dolduran,
nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve bu
fâni insanı ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta
[açık bir şekilde]
muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.
o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve hadsiz
[hüküm ve saltanatı bütün zamanları
ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel
kaplayan Allah] ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle, şefaatiyle ve
birisidir:
33
Ya kâinatın herbir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor,
muavenetine [yardım] koşuyor—bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok
[netice verme] [güçsüzlüğü sınırsız
muhâlâtı intaç ediyor; insan gibi bir âciz-i mutlakta
olan] en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın [herşeye hükmeden, mutlak egemenlik sahibi sultan]
Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ilmiyle bu muavenet
[yardım] [tür]
oluyor. Demek, kâinatın envâı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen
ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı [varlık
Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle
[kesinlikle] [son derece
bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak,
zayıf] âciz-i mutlak, [güçsüzlüğü sınırsız olan] fakir-i mutlak, [sınırsız ihtiyaç sahibi] fâni,
küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar [boyun eğdirilmiş] etmek ve onun
[Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet
imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet
ve huzur veren sıfatı] ve ilim ve kudreti tazammun [içerme, içine alma] eden hakikat-i
Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir
hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan
Bismillâhirrahmânirrahîm’i de, o rahmetin vusulüne [kavuşma, erişme] vesile ve o
[Allah’ın yüce katı]
Rahmân’ın dergâhında şefaatçi yap.
nasıl merkezî bir nakış, [işleme] her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve
vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında [en büyük
34
bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim [hizmetçi] eden ve nebâtî
[bitkilerden olan]
ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne
şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı [canlılar] hayat-ı insaniyeye [insan
hayatı] musahhar [boyun eğdirilmiş] eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün
varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] gayet güzel ve şirin bir nakş-ı
[büyük nakış]
âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini
izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden o Rahmân-ı Zülcemâl, [sonsuz güzellik sahibi ve
kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] elbette kendi
[hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama]
istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı
mutlak [sınırsız ihtiyaç] içindeki zîhayata [canlı] ve insana makbul bir şefaatçi
bul.
[bitkiler]
Evet, zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvânâtın
taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i
intizamla, [tam ve mükemmel düzen] hikmet ve inâyetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp
saadet ve huzur veren sıfatı] terbiye ve idare eden ve küre-i arzın [yer küre, dünya]
simasındaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vücutları kadar kat’î olduğu gibi, o
[var edilenler, varlıklar] [gerçekleşme]
mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var.
Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet [rahmet mührü] ve sikke-i ehadiyet
[Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i
[mânevî nitelik, özellik] [rahmet
mâneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet
mührü] vardır ki, küre-i arz [yer küre, dünya] simasındaki sikke-i merhamet [merhamet
daha aşağı değil. Âdeta bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi [odak
noktası] [kapsayıcılık]
hükmünde bir câmiiyeti var.
Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir
sikke-i rahmeti [rahmet mührü] ve bir hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini
35
bütün kâinatı abes yapsın; hilkat [yaratılış] şeceresini, [ağaç] meyvesi çürük,
bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen
[cihet, yön, taraf]
ve hiçbir vech ile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan
rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!
Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mirac [Allah’ın huzuruna yükselme]
gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde,
DÖRDÜNCÜ SIR
Hadsiz kesret [çokluk] içinde vâhidiyet [Allah’ın birliği] tecellîsi, hitab-ı ِاَّياَك َنْعُبُد
dünya] vüs’atinde [genişlik] bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen,
cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren
mülâhaza [düşünme, akla getirme] ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet [Allah’ın bütün
kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]
[yönelen]
hitap ederek müteveccih olsun.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu sırr-ı
azîmi [büyük sır] ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, [en büyük daire]
36
birden, en küçük bir daireden ve en dakik [derin ve ince] bir cüz’îden [ferdî, küçük]
doğruya bulsun.
[adı geçen]
Meselâ, 1 َو اْخ ِتَالُف َاْلِسَنِتُكْم َو َاْلَو اِنُكْم َو ِم ْن ٰا َياِتِه َخ ْلُق الَّسٰم َو اِت َو ْاَالْر ِضâyeti, mezkûr
[mu’cizeli bir şekilde]
hakikati mucizâne bir surette gösteriyor.
Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette [çokluk] vahdet [Allah’ın birliği]
hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet [Allah’ın birliği] arkasında ehadiyet
[Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesi [mühür] bulunmak lâzımdır—tâ
[çokluk] [bütün
ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese
kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]
parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet [tatlılık] ve gayet sevimli bir cemâl ve
[mühür] [Allah’ın herbir
gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet
varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin
kuvvetidir ki, zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarını celb [çekme] eder, kendine
çeker ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesine [mühür]
[başlangıç]
İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha‘nın fihristesi ve Kur’ân’ın
mücmel [kısa, kısaca] bir hülâsası [esas, öz] olduğu cihetle, bu mezkûr [adı geçen] sırr-
ı azîmin [büyük sır] ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin
[rahmetin içinde
tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti
gizli olan sırlar] öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.
37
BEŞİNCİ SIR
1 (ِاَّن َهللا َخ َلَق ْاِال ْنَساَن َعٰل ى ُص وَر ِة الَّر ْح ٰم ِنev kemâ kàl.) Bu hadis-i şerifi, bir kısım ehl-i
[bir tarikata bağlı olanlar] [iman esasları]
tarikat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen
acip bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, [aşk ehli, Allah
aşıkları] insanın sima-yı mânevîsine [manevî görünüş] bir suret-i Rahmân [Cenab-ı
Allah’ın sureti, görünüşü] nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar]
muhalif telâkkilerinde [anlama, kabul etme] belki mâzurdurlar. Fakat aklı başında
[iman esası] [aykırı]
olanlar, fikren, onların esas-ı akaide münâfi olan mânâlarını
kabul edemez. Etse hata eder.
Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları
benzer] olmadığı gibi, 2 َلْيَس َكِم ْثِلِه َشْى ٌء َو ُهَو الَّسِم يُع اْلَبِص يُرsırrıyla, sureti, misli, [benzer]
[benzer]
misali, şebîhi dahi olamaz. Fakat,
3 * َو َلُه اْلَم َثُل ْاَالْع ٰل ى ِفى الَّسٰم َو اِت َو ْاَالْر ِض َو ُهَو اْلَعِز يُز اْلَح ِك يُم
sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde
Şu mezkûr [adı geçen] hadis-i şerifin çok makàsıdından [gayeler, istenilen şeyler] birisi
şudur ki:
sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, kâinatın simasında bin bir ismin
[Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız
şuâlarından tezahür eden ism-i Rahmân
rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah]
38
edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i
[Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya
Rahmân
ve âhireti dolduran Allah] gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında, [kapsamlı görünüm
ve şekil] küçük bir mikyasta, [ölçü] zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o
ism-i Rahmân‘ın [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin
Hem işarettir ki, Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet,
Zât, Allah] delâletleri kat’î ve vâzıh [açık] ve zâhirdir ki, güneşin timsalini [görüntü]
ve aksini tutan parlak bir âyine [ayna] parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna [açıklık]
[ayna] [Cenab-ı
işareten “O âyine güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân
Allah’ın sureti, görünüşü] var” vuzuh-u delâletine [çok açık bir şekilde delil olma] ve kemâl-i
münasebetine [eksiksiz uyum ve bağlantı] işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i
[“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge
vahdetü’l-vücudun
gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] mutedil [ölçülü, aşırıya
kaçmayan] kısmı Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] bu sırra binaen, bu
demişler.
َالّٰلُهَّم َيا َر ْح ٰم ُن َيا َر ِح يُم ِبَح ِّق ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم ﴾ ِاْر َح ْم َنا َكَم ا َيِليُق ِبَر ِح يِم َّيِتَك َو َفِّه ْم َۤن ا َاْس َر اَر ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم
1 * ﴾ َكَم ا َيِليُق ِبَر ْح َم اِنَّيِتَك ٰا ِم يَن
ALTINCI SIR
kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla
anla ki:
39
Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün
zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir
olmayan bir Ganiyy-i Ale’l-Itlaktır. [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah] Ve bütün
[emir altında]
kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında
nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir. [alçalma]
İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Ale’l-Itlak‘ın [her cihetle sınırsız zenginlik
vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir
Ezel ve Ebede [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı
İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur [nur hazinesi]
ise, sen salâvatı [namazlar, dualar] kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne [âlemlere rahmet
olarak gönderilen] vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın
hadsiz bir kesretle, [çokluk] rahmet mânâsıyla salâvat [namazlar, dualar] getirmeleri,
40
rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye [Allah’ın hediyesi] ve ne kadar geniş
ٰۤل
َالّٰلُهَّم ِبَح ِّق َاْس َر اِر ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم ﴾ َصِّل َو َسِّلْم َعٰل ى َم ْن َاْر َسْلَتُه َر ْح َم ًة ِلْلَعاَلِم يَن َكَم ا َيِليُق ِبَر ْح َم ِتَك َو ِبُحْر َم ِتِه َو َع ى ٰا ِلِه
1 * َو َاْص َح اِبِه َاْج َم ِعيَن َو اْر َح ْم َنا َر ْح َم ًة ُتْغِنيَنا ِبَه ا َعْن َر ْح َم ِة َم ْن ِس َو اَك ِم ْن َخ ْلِقَك ٰا ِم يَن
2 * ُسْبَح اَنَك اَل ِع ْلَم َلَۤن ا ِاَّال َم ا َعَّلْم َتَۤن ا ِاَّنَك َاْنَت اْلَعِليُم اْلَح ِك يُم