Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 18

 GÖSTER

SÖZLER – Birinci Söz (26-40)

26

Risale-i Nur Külliyatından

SÖZLER

Bediüzzaman Said Nursî

27

‫ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم‬

‫َو ِبِه َنْس َتِع يُن * َاْلَح ْم ُد ِهّٰلِل َر ِّب اْلٰع اَلِم يَن‬

‫ٰۤل‬
1 * ‫َو الَّص ٰل وُة َو الَّسَالُم َعٰل ى َسِّيِدَنا ُمَحَّم ٍد َو َع ى ٰا ِلِه َو َص ْح ِبِه َاْج َم ِعيَن‬

Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik

temsilâtıyla, [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati

nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç
görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca

nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam [halk] lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim

isterse beraber dinlesin.

Birinci Söz
BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu
[varlıklar]
mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl
[hal dili] ile vird-i zebânıdır. [dil ile sürekli tekrarlanan şey] Bismillâh ne büyük, tükenmez

bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî

hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:

Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini
alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin [eşkıya, haydut] şerrinden kurtulup hâcâtını

tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı

perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar.
Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, [alçakgönüllü] bir reisin

ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu’t-tarîke
[yolkesen, eşkiya] rast gelse, der: “Ben filân reisin ismiyle gezerim.” Şakî [eşkıya,

haydut]
def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki
mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer,

daima dilencilik ederdi. Hem zelil, [aşağılanan] hem rezil oldu.

İşte, ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin, fakrın

28

hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i


[sahipliği sonsuza kadar süren Allah] [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz
Ebedî ve Hâkim-i Ezelîsinin
olan Allah] ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında

titremeden kurtulasın.

Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın,
seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip [bağlama] Kadîr-i Rahîmin [çok merhametli

ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] dergâhında [Allah’ın yüce katı] aczi, fakrı en

makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki,

askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz.
Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.
Başta demiştik: Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hâl [hal dili] ile

“Bismillâh” der. Öyle mi?

Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere

sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla,

kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket

eder, bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce

Allah] namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında

koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç
“Bismillâh” der; hazine-i rahmet [Allah’ın rahmet hazinesi] meyvelerinden ellerini

dolduruyor, bizlere tablacılık [tezgâhtarlık, sunuculuk] ediyor.

Herbir bostan “Bismillâh” der, matbaha-i kudretten [Allah’ın kudret mutfağı] bir kazan

olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der, rahmet

feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah]

[güzel, hoş] [temiz, pak] [hayat suyu]


namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı

takdim ediyorlar.

Herbir nebat [bitki] ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları

“Bismillâh” der, sert taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına”
[boyun eğdirilmiş]
der; herşey ona musahhar olur.

Evet, havada dalların intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve meyve vermesi gibi, o sert

taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] intişar [açığa çıkma,

yayılma] etmesi ve yeraltında yemiş vermesi, hem şiddet-i hararete [sıcaklığın şiddeti]

[her şeyin tabiatın


karşı aylarca nâzik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun
tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler]
29

ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki:

En güvendiğin salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve hararet dahi emir

tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ
[Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (a.s.) gibi 1 ‫ َفُقْلَنا اْض ِر ْب ِبَعَص اَك اْلَحَجَر‬emrine imtisal [bağlanma,

boyun eğme] ederek taşları şak [ayrılma, bölünme] eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince,
[ince, narin, duyarlı] [ateşe atıldığı halde yanmayan
nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim
Hz. İbrahim’in vücut organları] (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı 2‫َيا َناُر ُكوِنى َبْر ًدا َو َسَالًم ا‬

âyetini okuyorlar.

Madem herşey mânen “Bismillâh” der; Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip

bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillâh” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz, Allah
namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan

almamalıyız.

[tezgâhtar, sunucu]
SUAL: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz.
Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor?

ELCEVAP: Evet, o Mün’im-i Hakikî, [gerçek nimet verici olan Allah] bizden o kıymettar

nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri

fikirdir.

Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdü lillâh” şükürdür. Ortada, bu

kıymettar harika-i san’at [san’at harikası] olan nimetler Ehad, [bir olan bütün varlıklarda

birliği gözüken Allah] [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç
Samed‘in
olması] mucize-i kudreti [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve hediye-i rahmeti [Allah’ın rahmet

hediyesi] olduğunu düşünmek ve derk [anlama, algılama] etmek fikirdir.

Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını
[aptallık]
öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî
mün’imleri [gerçek nimet verici olan Allah] medih [övgü] ve muhabbet edip Mün’im-i
Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.
[aptallık]

Ey nefis! Böyle ebleh [ahmak] olmamak istersen, Allah namına ver, Allah namına

al, Allah namına başla, Allah namına işle, vesselâm.

ba

30

On Dördüncü Lem’anın [parıltı]

İkinci Makamı

(Makam münasebetiyle buraya alınmıştır.)

Bismillâhirrahmânirrahîm’in binler esrarından altı sırrına dairdir.

İHTAR: Besmelenin rahmet noktasında parlak bir nuru, sönük aklıma uzaktan
[bildiri]
göründü. Onu, kendi nefsim için, nota suretinde kaydetmek istedim. Ve
yirmi otuz kadar sırlar ile, o nurun etrafında bir daire çevirmekle avlamak ve

zaptetmek arzu ettim. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] şimdilik o arzuma tam

muvaffak olamadım. Yirmi otuzdan beş altıya indi.

“Ey insan!” dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has

iken, ruhen benimle münasebettar [alâkalı, ilgili] ve nefsi nefsimden daha huşyar
[uyanık] zatlara, belki medar-ı istifade [faydalanma vesilesi] olur niyetiyle, On
[parıltı] [dikkatli]
Dördüncü Lem’anın İkinci Makamı olarak, müdakkik kardeşlerimin
tasviplerine havale ediyorum. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar; delilden

ziyade zevke nâzırdır.


‫ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم‬

1 * ‫َقاَلْت َۤي ا َاُّيَه ا اْلَم َلُؤا ِاِّنى ُاْلِقَى ِاَلَّى ِك َتاٌب كِر يٌم * ِاَّنُه ِم ْن ُسَلْيٰم َن َو ِاَّنُه ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم‬

ŞU MAKAMDA birkaç sır zikredilecektir.

BİRİNCİ SIR

Bismillâhirrahmânirrahîm’in bir cilvesini şöyle gördüm ki:

Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin


nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet [Rablık mührü; Allah’ın herbir varlığa yaratılış

gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği

altında bulundurmasının işareti, mührü]


var.

31

Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] teâvün, [yardımlaşma]

[dayanışma] [birbirine sarılma] [birbirinin ihtiyacına cevap verme]


tesanüd, teânuk, tecâvübden
tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir [Allah’ın ilâhlığının en büyük mührü] ki,

Bismillâh ona bakıyor.

[yer küre, dünya] [bitkiler]


İkincisi, küre-i arz simasında, nebâtat ve hayvanâtın
tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, [birbirine benzeme] tenasüp, [uygunluk]

intizam, insicam, [uyum] lûtuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâ-yı

Rahmâniyettir [Allah’ın merhamet ediciliğinin en büyük işareti] ki, Bismillâhirrahmân ona

bakıyor.

Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının [genel yapı ve özellik] simasındaki letâif-i re’fet
[şefkat ve merhametin güzellikleri] ve dekaik-ı şefkat [şefkatin incelikleri] ve şuâât-ı
[Cenab-ı Allah’ın merhametinin parıltıları]
merhamet-i İlâhiyeden tezahür eden sikke-i
ulyâ-yı Rahîmiyettir [rahmeti herşeyi kuşatan Allah’ı gösteren yüce damga] ki,
[şefkati ve merhameti herşeyi kuşatan Allah]
Bismillâhirrahmânirrahîm’deki er-Rahîm ona
bakıyor.

Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde [kâinat sayfası] bir satır-ı nuranî


[parlak ve nurlu satır] teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini

gösteren mührü] [her türlü kusur ve noksandan uzak]


kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır
[bağ, ip] ve parlak bir hattıdır. Yani, Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl

ile, semere-i kâinat [kâinatın meyvesi] ve âlemin nüsha-i musağğarası [küçültülmüş

nümune] [yer] [insanın


olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa
mânen yükselebileceği en yüce makam] çıkmaya bir yol olur.

İKİNCİ SIR

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hadsiz kesret-i mahlûkatta


[varlıkların çokluğu] [Allah’ın birliği] [akıllar]
tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü
boğmamak için, daima o vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ehadiyet [Allah’ın birliğinin her

bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş
[herşeyi kuşatma] [ışığın
ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki
tamamı] [düşünme, akla getirme]
güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir
tasavvur ve ihatalı [herşeyi kuşatma] bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını

unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla


[zâtın
gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle
görüntüsü] beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey,

güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve

32

hararet ve ziyadaki elvân-ı seb’a [yedi renk] gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi

umum mukabilindeki şeyleri ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Öyle de, 1 ‫َو ِهّٰلِل اْلَم َثُل ْاَالْع ٰل ى‬
[Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi]
temsilde hata olmasın, ehadiyet ve
samediyet-i İlâhiye, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması] herbir
şeyde, hususan zîhayatta, [canlı] hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün
[Allah’ın birliği] [Allah’ın birliği]
esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet
cihetiyle dahi, mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkadar herbir ismi, bütün

mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ihata [herşeyi kuşatma] ediyor.

İşte, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde ukulü [akıllar] boğmamak ve kalbler Zât-ı
[bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede
Akdesi
yüce olan Allah] unutmamak için, daima vâhidiyetteki [Allah’ın birliği] sikke-i ehadiyeti
[Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] nazara veriyor ki, o sikkenin üç
[düğüm] [gösteren]
mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir.

ÜÇÜNCÜ SIR

Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve

bu karanlıklı mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ışıklandıran, bilbedâhe, [açık bir şekilde]

yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden,


bilbedâhe, [açık bir şekilde] yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine

müteveccih [yönelen] olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih [yönelen] eden
[yardım] [açık bir
ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan, bilbedâhe,
şekilde] [boş]
rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve boş ve hâli âlemi dolduran,
nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] rahmettir. Ve bu

fâni insanı ebede namzet [aday] [sonsuzluğa aday] eden ve ezelî ve ebedî bir Zâta
[açık bir şekilde]
muhatap ve dost yapan, bilbedâhe, rahmettir.

Ey insan! Madem rahmet böyle kuvvetli ve cazibedar ve sevimli ve medetkâr


[yardım eden] bir hakikat-i mahbubedir. [sevimli hakikat] Bismillâhirrahmânirrahîm de,

o hakikate yapış ve vahşet-i mutlakadan [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] ve hadsiz
[hüküm ve saltanatı bütün zamanları
ihtiyâcâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultan-ı Ezel
kaplayan Allah] ve Ebedin tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle, şefaatiyle ve

şuââtıyla [ışınlar, parıltılar] o Sultana muhatap ve halil ve dost ol.


Evet, kâinatın envâını [tür] hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp, bütün
[tam ve mükemmel düzen] [Allah’ın herşeyi düzen altına
hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyetle
alıp saadet ve huzur veren sıfatı] koşturmak, bilbedâhe, [açık bir şekilde] iki hâletten [durum]

birisidir:

33

Ya kâinatın herbir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor,

muavenetine [yardım] koşuyor—bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok
[netice verme] [güçsüzlüğü sınırsız
muhâlâtı intaç ediyor; insan gibi bir âciz-i mutlakta
olan] en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın [herşeye hükmeden, mutlak egemenlik sahibi sultan]

kudreti bulunmak lâzım geliyor. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir

Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ilmiyle bu muavenet
[yardım] [tür]
oluyor. Demek, kâinatın envâı, insanı tanıyor değil; belki insanı bilen
ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı [varlık

türleri] [yönelen] [yardım]


sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin
hâcetlerine [ihtiyaç] lebbeyk [“buyurun, emredin efendim”] dedirten Zât-ı Zülcelâl
[büyüklük ve haşmet sahibi Allah] seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle
[kesinlikle] [son derece
bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak,
zayıf] âciz-i mutlak, [güçsüzlüğü sınırsız olan] fakir-i mutlak, [sınırsız ihtiyaç sahibi] fâni,

küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar [boyun eğdirilmiş] etmek ve onun
[Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet
imdadına göndermek, elbette hikmet ve inâyet
ve huzur veren sıfatı] ve ilim ve kudreti tazammun [içerme, içine alma] eden hakikat-i

rahmettir. [rahmet gerçeği]

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir

hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve ünvanı olan
Bismillâhirrahmânirrahîm’i de, o rahmetin vusulüne [kavuşma, erişme] vesile ve o
[Allah’ın yüce katı]
Rahmân’ın dergâhında şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, [gerçekleşme] güneş kadar zâhirdir. Çünkü,

nasıl merkezî bir nakış, [işleme] her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve

vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında [en büyük

daire] [Allah’ın ismi]


bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat
simasında öyle bir sikke-i rahmet [rahmet mührü] içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti
[Allah’ın her bir varlığa şefkatini gösteren mühür] ve bir nakş-ı şefkati [şefkat nakşı] dokuyor
[yardım mührü] [dokuma]
ve öyle bir hâtem-i inâyeti nescediyor ki, güneşten daha
parlak kendini akıllara gösteriyor.

34

[ay] [kâinattaki unsurlar, elementler] [madenler]


Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini,
nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın [büyük nakış] atkı ipleri gibi o bin

bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim [hizmetçi] eden ve nebâtî
[bitkilerden olan]
ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne
şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı [canlılar] hayat-ı insaniyeye [insan

hayatı] musahhar [boyun eğdirilmiş] eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün

varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] gayet güzel ve şirin bir nakş-ı
[büyük nakış]
âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini
izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden o Rahmân-ı Zülcemâl, [sonsuz güzellik sahibi ve

kullarına karşı çok merhametli olan ve rahmet eserleri bütün âlemini kuşatan Allah] elbette kendi
[hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama]
istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı
mutlak [sınırsız ihtiyaç] içindeki zîhayata [canlı] ve insana makbul bir şefaatçi

yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi

bul.

[bitkiler]
Evet, zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvânâtın
taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i

intizamla, [tam ve mükemmel düzen] hikmet ve inâyetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp
saadet ve huzur veren sıfatı] terbiye ve idare eden ve küre-i arzın [yer küre, dünya]

[Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] [koyma,


simasında hâtem-i ehadiyeti vaz’
yerleştirme] eden, bilbedâhe, [açık bir şekilde] belki bilmüşahede, [görerek ve

gözlemleyerek] rahmettir. Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın [yer küre, dünya]

simasındaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vücutları kadar kat’î olduğu gibi, o
[var edilenler, varlıklar] [gerçekleşme]
mevcudat adedince tahakkukunun delilleri var.

Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet [rahmet mührü] ve sikke-i ehadiyet
[Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i
[mânevî nitelik, özellik] [rahmet
mâneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet
mührü] vardır ki, küre-i arz [yer küre, dünya] simasındaki sikke-i merhamet [merhamet

mührü] ve kâinat simasındaki sikke-i uzmâ-yı rahmetten [rahmetin en büyük mührü]

daha aşağı değil. Âdeta bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi [odak

noktası] [kapsayıcılık]
hükmünde bir câmiiyeti var.

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir

sikke-i rahmeti [rahmet mührü] ve bir hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini

gösteren mührü] [koyma, yerleştirme]


vaz’ eden Zât, seni başıboş bıraksın; sana

ehemmiyet vermesin; senin harekâtına dikkat etmesin; sana müteveccih


[yönelen] olan

35

bütün kâinatı abes yapsın; hilkat [yaratılış] şeceresini, [ağaç] meyvesi çürük,

bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen
[cihet, yön, taraf]
ve hiçbir vech ile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan
rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!

Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mirac [Allah’ın huzuruna yükselme]

var. O mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve bu mirac


[Allah’ın huzuruna yükselme]
ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen,
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] yüz on dört
sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidâlarına [başlangıç] ve
[başlangıç]
umum mübarek işlerin mebde‘lerine bak. Ve Besmelenin azamet-i
kadrine [kıymetin büyüklüğü] en kat’î bir hüccet [delil] şudur ki, İmam-ı Şâfiî (r.a.)

gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde,

Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.”1

DÖRDÜNCÜ SIR

Hadsiz kesret [çokluk] içinde vâhidiyet [Allah’ın birliği] tecellîsi, hitab-ı ‫ِاَّياَك َنْعُبُد‬

demekle herkese kâfi [yeterli] gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet


[Allah’ın birliği] [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah]
arkasında Zât-ı Ehadiyeti
mülâhaza [düşünme, akla getirme] edip 2 ‫ ِاَّياَك َنْعُبُد َو ِاَّياَك َنْس َتِع يُن‬demeye, küre-i arz [yer küre,

dünya] vüs’atinde [genişlik] bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen,

cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren

mührü] [Allah’ın her bir varlık üzerinde


gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti
birliğini gösteren mührü] göstermek ve Zât-ı Ehadi [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah]

mülâhaza [düşünme, akla getirme] ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet [Allah’ın bütün

varlıklar üzerinde rahmet ve merhametini gösteren mührü] [Allah’ın


içinde bir sikke-i ehadiyeti
her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü]
gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her
mertebede ‫ ِاَّياَك َنْعُبُد َو ِاَّياَك َنْس َتِع يُن‬deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese [bütün

kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

[yönelen]
hitap ederek müteveccih olsun.

İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu sırr-ı

azîmi [büyük sır] ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, [en büyük daire]

36

meselâ semâvât ve arzın [gökler ve yer] hilkatinden [yaratılış] bahsettiği vakit,

birden, en küçük bir daireden ve en dakik [derin ve ince] bir cüz’îden [ferdî, küçük]

[Allah’ın her bir varlıkta birliğini


bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti
gösteren mührü] göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan [göklerin ve yerin yaratılışı]
bahsi içinde, hilkat-i insandan [insanın yaratılışı] ve insanın sesinden ve simasındaki
[nimet ve hikmet incelikleri]
dekaik-i nimet ve hikmetten bahis açar. Tâ ki fikir
dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu [ibadete layık olan Allah] doğrudan

doğruya bulsun.

[adı geçen]
Meselâ, 1 ‫َو اْخ ِتَالُف َاْلِسَنِتُكْم َو َاْلَو اِنُكْم‬ ‫ َو ِم ْن ٰا َياِتِه َخ ْلُق الَّسٰم َو اِت َو ْاَالْر ِض‬âyeti, mezkûr
[mu’cizeli bir şekilde]
hakikati mucizâne bir surette gösteriyor.

Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette [çokluk] vahdet [Allah’ın birliği]

sikkeleri, [mühür] mütedahil [birbiri içinde] daireler gibi, en büyüğünden en küçük


[mühür] [tür] [Allah’ın
sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet,
birliği] ne kadar olsa, yine kesret [çokluk] içinde bir vahdettir; [Allah’ın birliği] hakikî

hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet [Allah’ın birliği] arkasında ehadiyet
[Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesi [mühür] bulunmak lâzımdır—tâ
[çokluk] [bütün
ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese
kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

karşı kalbe yol açsın.

[Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü]


Hem, sikke-i ehadiyete nazarları
[çekme] [Allah’ın her bir varlık
çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet
üzerinde birliğini gösteren mührü] üstünde gayet cazibedar bir nakış [işleme] ve gayet

parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet [tatlılık] ve gayet sevimli bir cemâl ve
[mühür] [Allah’ın herbir
gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet
varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin

kuvvetidir ki, zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarını celb [çekme] eder, kendine

çeker ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkesine [mühür]

[ulaştırmak] [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah]


isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi
mülâhaza [düşünme, akla getirme] ettirir ve ondan, 2 ‫ ِاَّياَك َنْعُبُد َو ِاَّياَك َنْس َتِع يُن‬deki hakikî

hitaba mazhar [erişme, nail olma] eder.

[başlangıç]
İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha‘nın fihristesi ve Kur’ân’ın
mücmel [kısa, kısaca] bir hülâsası [esas, öz] olduğu cihetle, bu mezkûr [adı geçen] sırr-
ı azîmin [büyük sır] ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin
[rahmetin içinde
tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti
gizli olan sırlar] öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.

37

BEŞİNCİ SIR

Bir hadis-i şerifte vârid [söylenen] olmuş ki:

1 ‫(ِاَّن َهللا َخ َلَق ْاِال ْنَساَن َعٰل ى ُص وَر ِة الَّر ْح ٰم ِن‬ev kemâ kàl.) Bu hadis-i şerifi, bir kısım ehl-i
[bir tarikata bağlı olanlar] [iman esasları]
tarikat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen
acip bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, [aşk ehli, Allah

aşıkları] insanın sima-yı mânevîsine [manevî görünüş] bir suret-i Rahmân [Cenab-ı

Allah’ın sureti, görünüşü] nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar]

[mânâ alemindeki sarhoşluk] [aşk ehli, Allah aşıkları]


ekserinde sekir ve ehl-i aşkın çoğunda
istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] ve iltibas [karıştırma] olduğundan, hakikate

muhalif telâkkilerinde [anlama, kabul etme] belki mâzurdurlar. Fakat aklı başında
[iman esası] [aykırı]
olanlar, fikren, onların esas-ı akaide münâfi olan mânâlarını
kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları

zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı [atomlar] muntazam


[çalıştırma] [her türlü kusur ve
memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin
noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah] şerîki, nazîri, [benzer] zıddı, niddi [denk,

benzer] olmadığı gibi, 2 ‫ َلْيَس َكِم ْثِلِه َشْى ٌء َو ُهَو الَّسِم يُع اْلَبِص يُر‬sırrıyla, sureti, misli, [benzer]

[benzer]
misali, şebîhi dahi olamaz. Fakat,

3 * ‫َو َلُه اْلَم َثُل ْاَالْع ٰل ى ِفى الَّسٰم َو اِت َو ْاَالْر ِض َو ُهَو اْلَعِز يُز اْلَح ِك يُم‬
sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde

bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler]


ve sıfât ve esmâsına bakılır.
Demek, mesel ve temsil, şuûnât nokta-i nazarında [bakış açısı] vardır.

Şu mezkûr [adı geçen] hadis-i şerifin çok makàsıdından [gayeler, istenilen şeyler] birisi

şudur ki:

[Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve


İnsan, ism-i Rahmân‘ı
rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet,

sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, kâinatın simasında bin bir ismin
[Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız
şuâlarından tezahür eden ism-i Rahmân
rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah]

38

göründüğü gibi ve zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlâhiyenin


[Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye

edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i
[Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya
Rahmân
ve âhireti dolduran Allah] gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında, [kapsamlı görünüm

ve şekil] küçük bir mikyasta, [ölçü] zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o

ism-i Rahmân‘ın [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin

eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] [tam yansıma ve görüntü]


cilve-i etemmini gösterir
demektir.

Hem işarettir ki, Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet,

şefkat ve merhametiyle muamele eden Zât, Allah] [canlı]


delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve
insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan

Zât, Allah] delâletleri kat’î ve vâzıh [açık] ve zâhirdir ki, güneşin timsalini [görüntü]

ve aksini tutan parlak bir âyine [ayna] parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna [açıklık]

[ayna] [Cenab-ı
işareten “O âyine güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân
Allah’ın sureti, görünüşü] var” vuzuh-u delâletine [çok açık bir şekilde delil olma] ve kemâl-i
münasebetine [eksiksiz uyum ve bağlantı] işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i
[“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge
vahdetü’l-vücudun
gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] mutedil [ölçülü, aşırıya

kaçmayan] kısmı Lâ mevcude illâ Hû [Ondan başka hiçbir varlık yok] bu sırra binaen, bu

delâletin vuzuhuna [açıklık] ve bu münasebetin kemâline bir ünvan olarak

demişler.

‫َالّٰلُهَّم َيا َر ْح ٰم ُن َيا َر ِح يُم ِبَح ِّق ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم ﴾ ِاْر َح ْم َنا َكَم ا َيِليُق ِبَر ِح يِم َّيِتَك َو َفِّه ْم َۤن ا َاْس َر اَر ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم‬
1 * ‫﴾ َكَم ا َيِليُق ِبَر ْح َم اِنَّيِتَك ٰا ِم يَن‬

ALTINCI SIR

Ey hadsiz acz ve nihayetsiz fakr içinde yuvarlanan biçare insan! Rahmet ne

kadar kıymettar bir vesile ve ne kadar makbul bir şefaatçi olduğunu bununla

anla ki:

[sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Sultan, Allah]


O rahmet, öyle bir Sultan-ı Zülcelâle
vesiledir ki, yıldızlarla zerrat [atomlar] beraber olarak, kemâl-i intizam [tam ve

mükemmel düzen] ve itaatle—beraber—ordusunda hizmet ediyorlar. Ve o

39

Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ve o Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün

zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin istiğnâ-yı zâtîsi [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir

şeye muhtaç olmama] [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama]


var. Ve istiğnâ-yı mutlak
içindedir. Hiçbir cihetle kâinata ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] ihtiyacı

olmayan bir Ganiyy-i Ale’l-Itlaktır. [her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah] Ve bütün
[emir altında]
kâinat taht-ı emir ve idaresinde ve heybet ve azameti altında
nihayet itaatte, celâline karşı tezellüldedir. [alçalma]
İşte rahmet seni, ey insan, o Müstağnî-yi Ale’l-Itlak‘ın [her cihetle sınırsız zenginlik

sahibi olan Allah] [egemenliğinin sonu olmayan Allah]


ve Sultan-ı Sermedînin huzuruna
çıkarır ve Ona dost yapar ve Ona muhatap eder ve sevgili bir abd [köle]

vaziyetini verir. Fakat nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın, hiçbir

cihetle yanaşamıyorsun; fakat güneşin ziyası, güneşin aksini, cilvesini, senin


[bütün kusurlardan,
âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de, o Zât-ı Akdese
çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] ve o Şems-i

Ezel ve Ebede [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı

Hak için bir benzetme olarak kullanılır] [gerçi]


biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız.
Fakat Onun ziya-yı rahmeti [rahmet ışığı] Onu bize yakın ediyor.

İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur [nur hazinesi]

buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve


[temsilci] [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle
mümessili ve o rahmetin en beliğ
anlatabilen] bir lisanı ve dellâlı [davetçi, ilan edici] olan ve Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere

rahmet olarak gönderilen] ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye [isimlendirme] edilen Resul-i


[tabi olma, uyma]
Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu
[âlemlere rahmet olarak gönderilen]
Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye
[cisimleşmiş rahmet] vesile ise, salâvattır. [namazlar, dualar]

Evet, salâvatın [namazlar, dualar] mânâsı rahmettir. Ve o zîhayat [canlı] mücessem


[cisimleşmiş] [namazlar, dualar]
rahmete rahmet duası olan salâvat ise, o Rahmeten
li’l-Âlemînin [âlemlere rahmet olarak gönderilen] vüsulüne [kavuşma, erişme] vesiledir.1 Öyle

ise, sen salâvatı [namazlar, dualar] kendine, o Rahmeten li’l-Âlemîne [âlemlere rahmet

olarak gönderilen] vesile yap ve o zâtı da rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın

şefkat ve merhameti] [edinme, kabullenme]


vesile ittihaz et. Umum ümmetin, Rahmeten
li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olan aleyhissalâtü vesselâm hakkında,

hadsiz bir kesretle, [çokluk] rahmet mânâsıyla salâvat [namazlar, dualar] getirmeleri,

40
rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlâhiye [Allah’ın hediyesi] ve ne kadar geniş

bir dairesi olduğunu parlak bir surette ispat eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] en kıymettar

pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı]

aleyhissalâtü vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi


[namazlar,
Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır.
dualar]

‫ٰۤل‬
‫َالّٰلُهَّم ِبَح ِّق َاْس َر اِر ﴿ ِبْس ِم ِهللا الَّر ْح ٰم ِن الَّر ِح يِم ﴾ َصِّل َو َسِّلْم َعٰل ى َم ْن َاْر َسْلَتُه َر ْح َم ًة ِلْلَعاَلِم يَن َكَم ا َيِليُق ِبَر ْح َم ِتَك َو ِبُحْر َم ِتِه َو َع ى ٰا ِلِه‬
1 * ‫َو َاْص َح اِبِه َاْج َم ِعيَن َو اْر َح ْم َنا َر ْح َم ًة ُتْغِنيَنا ِبَه ا َعْن َر ْح َم ِة َم ْن ِس َو اَك ِم ْن َخ ْلِقَك ٰا ِم يَن‬

2 * ‫ُسْبَح اَنَك اَل ِع ْلَم َلَۤن ا ِاَّال َم ا َعَّلْم َتَۤن ا ِاَّنَك َاْنَت اْلَعِليُم اْلَح ِك يُم‬

SÖZLER içinde yayınlandı.

SONRAKİ: SÖZLER – İkinci Söz (41-43)

You might also like