Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 97

KUDÜS YOLCULU�U

EDİRNE, İSTANBUL, İZMİR, İSKENDERİYE (1868-1869)


KiTAP YAYINEVI - 307

ANI VE YAŞAM - 27

KUDÜS YOLCULUCU: EDiRNE, ISTANBUL, IZMIR, ISKENDERIYE (1868-1869) /MİHAİL MACAROV

ÖZGÜN ADI
NA BOJİ GROB PREDI 60 GOOINI

BU KİTABIN ÇEVİRİSİ
BULGARİSTAN ULUSAL KÜLTÜR FONU
DESTEtİYLE GERÇEKLEŞMİŞTİR

© 2015, KİTAP YAYINEVİ LTD.


TANITIM İÇİN YAPILACAK KISA ALINTILAR DIŞINDA HİÇBİR YÖNTEMLE ÇO�ALTILAMAZ

ÖNSÖZ, GİRİŞ, ÇEVİRİ


HÜSEYİN MEVSİM

KİTAP TASARIMI
YETKİN BAŞARIR, BEK

TASARIM DANIŞMANLl�I
BEK

KAPAK TASAAIMI
DİLEK ÇETİN KAYA

GRAFİK UYGULAMA VE BASKI


MAS MATBAACILIK A.Ş.
KA.�ITHANE BİNASI
HAMİDİYE MAHALLESi, SO�UKSU CADDESİ NO.)
34408 KACITHANE-ISTANBUL
SERTiFiKA NO: 44686
T: (0212) 2941000 F: (0212) 294 90 80
E: INFO@MASMAT.COM.TR

l. BASIM
NiSAN 2015, İSTANBUL
2. RASiM
EKiM 2019, İSTANBUL
ISBN 978-605-105-139-0

YAYIN YÖNFI'MENİ
ÇAtATAY ANADOL

KİTAP YAYINEVİ LTD.


ıc.A(:.rr HANE BİNASI
HAMİDİYE MAHALLESİ, sotUKSU CADDESİ NO. 3/1-A
}4408 KACJTHANE İSTANBUL
SERTİFİKA NO. 44843
T: 212 294 65 55 F: 212 294 65 56
>: kitap@kitapyayinevi.com
w: www.kitapyayinevi.com
Kudüs
Yolculuğu
Edime, İstanbul, İzmir, İskenderiye
1868-1869

MİHAİL MACAROV

HAZIRLAYAN
HÜSEYİN MEVSİM

KitapvAYINEVi
İÇİNDEKİLER
ÔNSÖZ 7
GİRİŞ: BuLGARIN Kuoüs'LE İMTİHANI 16
Kuoüs YOLCULUtu [1868-18§9] 21
1. MISIR ŞİRKETİ23
2. YOL HAZIRLitI 29
3· YOLA ÇIKIŞIMIZ 32
4. FİLİBE'DEN EoİRNE'YE 36
5· İSTANBUL VE KENTTEKİ YAŞANTIMIZ 46
6. MISIR'oA 59
7. KAHİRE'DE 67
8. FİLİSTİN'DE 72
9· MEMLEKETE DÖNÜŞ 87
KAYNAKÇA 93
DİZİN 94
ÖN SÖZ

O
smanlı tebaası Bulgarların 19. yüzyıldaki sosyoekonomik yapısını,
üretim ve ticari faaliyetlerini, isyan hareketlerini ve milliyetçiliğin
kökenlerini, bugün bile aşılamayan (galiba hiçbir zaman da aşılama­
yacak) önyargılann kaynaklarını, merkez-taşra karşılaştırmasını ve daha bir­
çok başka konuyu araştırmak isteyen bir tarihçinin arşiv tozuna bulanmasına,
sayısız veri ve kuru rakam arasında boğulmasına (biçare okuru da boğmasına
ve tarihten bir güzel soğutmasına) hiç gerek olmadığını düşünüyorum.
Bunun yerine, Sofya'nın ıro km doğusunda, Filibe'nin 90 km
kuzeybatısında, Kocabalkan'ın hemen güneyinde, ona paralel uzanan Kara­
cadağ'ın yüksek bir vadisinde konumlu bir yerleşim üzerinde odaklanması
tamamen yeterli olacaktır.
Evet, abartmıyorum. Değil mi ki güneş bir çiy damlasında da yan­
sıyabilir?
Deniz seviyesinden 1060 m yükseklikte bulunan bu bir zamanların
köyü, günümüzün ise 2500 nüfuslu kasabası, yııkanda sadece bir kısmını
saydığım konuların araştırılması için tam anlamıyla bir laboratuvar. Hatta
çok daha fazlası!
Peki, nasıl oluyor da, bir yazarın benzetmesiyle, "kutu gibi, sadece
çavdarın yetiştiği, kış mevsiminin dokuz ay sürdüğü, en işlek yolu iki adım
genişliğinde" olan bu köy İmparatorluğun en uzun yüzyılının araştırılması
ve anlaşılabilmesi açısından paha biçilemez bir laboratuvara dönüşebiliyor?
Yerleşim biriminin, telaffuzu zor ve etimolojisi hakkında birçok
tahmin yürütülen Koprivşitsa şeklindeki adı, Osmanlı döneminde Avrata­
lan olarak geçer. Her iki adla, aynca köyün kuruluşuyla ilgili birçok efsane
anlatılır. Bir görüşe göre, Avratalan'ı, yörenin hayvancılık açısından barın­
dırdığı son derece elverişli şartlardan dolayı çobanlar kurmuştur; hakikaten
dağlık bölgenin engin doğal meraları çok sayıda sürünün bakılmasına
imkan sağlar. Ancak yine de Avratalan'ın, 14. yüzyıl sonu ve 15. yüzyıl baş­
larında, İkinci Bulgar Devleti'nin payitahtı Veliko Tımovo'nun [fırnova)
Osmanlı egemenliğine girmesiyle (1393), dağlarda izole bir sığınak arayan
boyar ve soylu sülalelerce kurulduğu görüşü ağır basar.

Kuoüs YOLCU LU�U 7


Yerleşimin erken tarihindeki ilginç ve büyük ölçüde gelişimini
belirleyen etken, Osmanlı döneminde kendisine tanınan imtiyazdır. Bu
konudaki sayısız efsaneyi bir yana bırakırsak, Kanuni'nin kızı Mihrimah'ın
vakfı olan dağlık köy vergi muafiyeti, ticaret serbestliği gibi bir takım ayrıca­
lıklardan yararlanır. İşte bu imtiyazlı konum Avratalan'ın erken uyanışı ve
iktisadi kalkınmasında, sakinlerinde Bulgarlık şuuru ve ruhunun muhafaza
edilmesinde büyük rol oyrıar.
Karacadağ köyünün, tamamı Bulgar ahalisi, geçimini hayvancılıkla,
daha doğrusu koyunculukla sağlar. Buna bağlı olarak 19. yüzyılda, kurban
bayramına birkaç ay kala Avratalanlı celepler on binlerce koyun ve burma
boyrıuzlu semiz koçu önüne katarak İstanbul'a doğru sürerler; böylece padi­
şah dahil, payitahtın bütün kurbanlık ihtiyacı karşılanır; koyun yününden
aba, şayak ve kaytan gibi kıymetli hammaddeler elde edilir ve işlendikten
sonra bunlardan çeşitli giysiler dikilir veya örülür; bitmedi, bu sayede süt,
yoğurt, peyrıir ve benzer gıda üretimi de gelişir ve yaygınlaşır.
Öyle ki, 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında "Bulgar" ve "aba" sözleri
birbirini çağrıştırır; Bulgar tebaa aba sayesinde adını duyurur, imparatorlu­
ğun öteki unsurları arasında itibar sahibi olur. Abacılık ve abacılar sayesinde
mesela 184o'lara doğru payitahtta organize ve bilinçli bir Bulgar kolonisi
oluşur; böylelikle İstanbul en önemli bir Bulgar iktisadi ve bunun sonucunda
da kültür merkezine dönüşür. Daha somut olarak, bu sürecin başlangıcında,
1826'da yeniçeri ocağının lağvedilmesinin yattığı söylenebilir. Yenilenecek
ordusuna Avrupai üniforma giydirmeyi amaçlayan il. Mahmud'un abacı
ustalara ihtiyacı doğar; böylece Avratalan ve Kocabalkan'ın güney eteklerinde
konumlu öteki köy ve kasabalardan ilk Bulgar terziler İstanbul'a gelir. Sayıla­
n ı,ooo'i aşan abacı ustası, kalfa ve çıraklarıyla beraber, eski bir kervansaray
olan bir ambarın koğuş benzeri odalarına yerleşerek sabahtan akşamın geç
saatine kadar kaba abadan Osmanlı ordusuna üniforma dikerler.
Abacılar çok kısa zamanda sadece payitahta değil, Osmanlı Dev­
leti'nin geniş coğrafyasının en ücra köşesine kadar yayılırlar; girişimci
ruhları sayesinde ticarete atılırlar ve yılın gittikçe daha büyük kısmını
Avrupa, Asya ve Afrika'nın çeşitli merkezlerinde geçirirler. Özellikle de
1853-1855 Kırım Savaşı yıllan Avratalan'ın kalkınmasını adeta tetikler.

8 ÔNSÖZ
İstanbul'a gelen Avrupalı askerlerden dolayı, ürettikleri malların fiyatı iki­
ye, hatta üçe katlanır; İngiliz ve Fransız generaller Avratalanlı kadınların
ördüğü terlik ve çorapları, İstanbul'un dik sokaklarındaki buzlanmadan
korunmak için çizme ve ayakkabılarının üzerine geçirirler. Savaş sayesin­
de Avratalan hayvancılıkla iştigal eden bir köy halinden çıkıp gelişmiş bir
kasabaya dönüşür.
Kasabanın iktisadi kalkınması önce maddi yaşamda yansımasını
bulur. Müzeye dönüştürülerek günümüze dek muhafaza edilen ve belki
de imparatorluğun payitahtında bile görülemeyecek zarafet ve mimari ihti­
şamda ahşap evler yapılır. Giyim kuşam ve modada da Avratalan İstanbul
ve Viyana'dan geri kalmaz. Viyana kundurası ve pantolonu, ipek Lyon fis­
tanı, İstanbul eşarbı ve entarisi, altın ibrişim Mısır kontoşu' ve şalvarı, Ana­
dolu cepkeni Bulgar topraklarında ilk Avratalan'a gelir ve giyilir. Kuşkusuz,
bu iktisadi yükselişte, yılın daha fazla zamanını gurbette geçiren kocasının
yokluğunda boş oturmayıp aktif olarak üretime katılan, evin geçimini sağ­
layan Avratalanlı kadının rolü de yadsınamaz.
Bir Avratalanlı yazarın hatıratında şu satırlar yer alır:

Avratalan Hıristiyan ahlakının, Bulgar özgürlüğünün ve ticare­


tin bir tapınağıydı. Bu ücra diyarda kocalar, şüphelenmeden veya
korkmadan yılın 6-7 ayında ailelerini yalnız bırakabiliyorlardı. Türk
idaresini birkaç zabıtayla bir müdür temsil ediyordu; bunlar genelde
Pomak'tı ve Avratalanlı önde gelenlerin isteği doğrultusunda seçili­
yorlardı; ev sahibinin müsaadesi olmadan Avratalan evine giremi­
yorlardı.

Zahariy Stoyanov da şunları yazar:

Avratalan, asırlarca bir cumhuriyetti; Senatosu ve nazırları, anaya­


sası ve reis-i cumhuru olmayan bir cumhuriyet: Fransa Cumhu­
riyeti'nden on kat daha liberal, Amerika'nınkinden yüz kere daha
demokratik.

Dar kollu kalçaya kadar inen üstlük -e<l.n.

Kuoüs YOLCULU�U 9
Haliyle iktisadi kalkınma eğitime yapılan yatırımlan hızlandım;
daha 19. yüzyıl başlarından itibaren hücre mekteplerinden sınıf mekteple­
rine geçilir; okuma yurtlan açılır, yüksek maaşla en iyi muallimler buraya
çekilir; çağın modem eğitim yöntemleri uygulanır. İlkokuldan sonra Filibe,
İ stanbul, hatta Bükreş, Odesa, Moskova gibi merkezlere eğitime gönderilen
gençler, memleketine birkaç yabancı dil öğrenerek ve dönemin modem
düşünce ve fikir akımlarından etkilenerek dönerler.
19. yüzyıl ortalarına doğru Bulgar topraklarında eğitim seviyesi en
yüksek merkezlerden birine dönüşen Avratalan'da milli kurtuluş fikrinin
tohumları da atılır.
Gençliğinde Edime ve İstanbul'da abacılık yaptıktan sonra eğitim
gördüğü Moskova Üniversitesi'nde Rus devrimci demokrat ve Slavcı çevre­
lerle yakınlaşan, kaleme aldığı uzun öykü ve şiirlerle, folklor ve etnografya
araştırmalarıyla Rus toplumunun dikkatini (ve sempatisini) yabani Balkan­
larda kaderine terk edilmiş bahtsız bir millet olarak gösterdiği Bulgarların
üzerine çeken, Belgrad ve Novi Sad'da geçirdiği yıllarda bu faaliyetlerini
sürdüren, ardından yerleştiği Bükreş'te (1869) Bulgar Merkez İhtilal Komi­
tesi'ni (1872) kuran ve başkanlığını yapan, Romen payitahtında yayınladığı
Svoboda (Hürriyet) ve Nezavisimost (Bağımsızlık) gibi ateşli gazetelerle dev­
rimin sözcülüğünü yapan, Bulgar kurtuluş hareketinin ideoloğu Lyuben
Karavelov (18 34-1879) burada doğmuştur.
Bir müddet Galatasaray Lisesi'nde eğitim gördükten sonra Edir­
ne ve Filibe'de Osmanlı demiryollarında üst düzey görevlerde bulunan,
20 Nisan 187 6'da imzaladığı Kanlı Mekt up 1a, ertesi yıl Osmanlı-Rus
Savaşı'nı tetikleyen Nisan Ayaklanması'nın kıvılcımını çakan Todor
Kableşkov (1851-187 6) ile, Eskişehir, Denizli gibi Anadolu kasabalarında
abacılık yaptıktan sonra devrimcilik hareketine katılan, adı geçen ayak­
lanmanın elebaşlarından bir haline gelen, cılız isyanın bastırılmasından
sonra Kocabalkan'ın eteğinden, "Ben hedefime ulaştım! Tiranın bağrın­
da öyle derin bir yara açtım ki hiçbir zaman kapanmayacak. Rusya artık
buyurabilir!" diye haykıran Georgi Benkovski de (184 3-187 6) burada
doğmuştur.
Sadece bu kadar mı?

10 ÖN SÖZ
Odesa'da eğitim gördükten sonra ilk Bulgar uzun şiiri Stoyan ile
Rada'yı kaleme alan (1845), muallim ve folklor derlemecisi, Rus tebaasına
geçince Filibe Rus Viskonsolosu sıfabyla serbestçe milli uyanış faaliyetle­
rine kablan, ayrıca Bulgarcanın yedi ciltlik ilk lügatini hazırlayan Nayden
Gerov (1823-1900); aydınlanmacı, pedagog, Bulgar talim ve terbiyesinin
temellerini atan Yoakim Gruev (1828-1912); dört kere başbakanlık ve
üç kere bakanlık yaparak Bulgar siyasi tarihinde son derece önemli yer
işgal eden Liberal ve Demokrat Parti lideri. devlet adamı Petko Karavelov
(1843-1903); Robert Kolej mezunu, ilk Bulgar ansiklopedisini derleyen
Luka Kasırov (1854-1916); eğitimci ve siyaset adamı İvan Peev-Plaçkov
(1864-1942) ve 19. yüzyıl Bulgar tarihine yön veren, bağımsızlıktan sonra
da gerek Şarki Rumeli Vilayeti, gerekse Bulgar Prensliği'nin idari yapı­
lanmasında sorumlu görevler üstlenen Georgi Gruev (1832-1899), Dr.
Stoyan Çomakov (1819-1893), Gavril Moravenov (1803-1882) gibi birçok
şahsiyet bu kuş uçmaz kervan geçmez köyde dünyaya gelmiş ve havasını
teneffüs etmiştir.
Bağımsızlıktan sonra Avratalan Şarki Rumeli topraklarına dahil edi­
lir; ne ki 1885'te Bulgar Prensliği sınırlarına girince bir anlamda kasabanın
önlenemez ve kaçınılmaz sert düşüşü de başlar.
Evet, Osmanlıların Balkanlara ayak basmasıyla ortaya çıkan Avra­
talan, imparatorluk buradan elini çekince çöker; girişimcilik ruhu, eriştiği
maddi ve manevi kültürün sadece silik izleri, sağa sola savrulmuş külleri
kalır. İmparatorluğun engin ve zengin pazarlarından yoksun kasaba sıra­
danlaşır, dar hinterlandı içinde nefesi sıkışır.
Avratalan'ın içler acısı halini 1915 tarihli bir mektubunda buralı bir
yazar şöyle anlabr:

Benim için Avratalan artık bir harabeden ibaret. Tabiat haricinde


her şey eskimiş ve dağılmış. Sokaklar boş, hareketsiz. Burada
her şey yıkılıyor; sadece evler değil, insanlar da. iktisat kanunları
savaşlardan ve tabii afetlerden daha acımasız. Bir kasaba boz­
guna uğruyor, evler yıkılıyor, sokaklar boşalıyor, çünkü geçim
kaynağı yok.

Kuoüs YOLCU LU�U il


Bugün, özellikle 1952 yılında kendisine tanınan müze şehir statüsü
sayesinde, sivil mimarinin 19. yüzyılda inşa edilen eşsiz örnekleri yeniden
ayağa kaldınlmış ve kasabada sanki zamanın akışı durmuştur.
19. yüzyılın ikinci ve 20. yüzyılın birinci yansında Bulgar basın,
kültür, siyaset ve diplomasi tarihinin kalburüstü şahsiyetlerinden Mihail
Macarov da Avratalan'da dünyaya gelmiştir. 1854'te varlıklı bir zanaatkar
ve tüccar ailesinde dünyaya gelen Macarov, papaz olan dedesinin güçlü
manevi etkisi altında yetişir. Plovdiv (Filibe) Bulgar Mektebi'ni bitirdikten
sonra ticari faaliyetlerinde babasına yardım eder. İstanbul'da, yılın yansını
Çorapçı Han'da tuttuğu dükkanda geçiren babasının yanında abacı çıraklı­
ğına başlar. 1868'in sonbaharında anne babası ve erkek kardeşiyle İstanbul,
İskenderiye ve Kahire'de belirli bir süre kaldıktan sonra Kudüs'e hacca
gider. Abacı olmak isteğiyle zanaatın bütün inceliklerini öğrenir,2 ancak
yine de seçimini mektep ve eğitimden yana yapar.
Robert Kolej'de eğitime başlar (1873). Burada okuduğu sırada
İstanbul' da çıkartılan Bulgarca gazete ve dergilerde ilk şiir ve yazı deneme­
leri yayınlanır. Mezun olduğunda (1877) Osmanlı-Rus Savaşı başlamıştır;
bu son derece bulanık zamanda, babasıyla memleketine dönmek ister;
valizinde taşıdığı İngilizce kitapları gösterip kendini İngiliz cerrah olarak
tanıtarak Sirkeci'den trene biner. Edime'ye kadar geldikten sonra, demir­
yolunun kapalı olduğunu öğrenir. Otelde geçirilen birkaç sıkıntılı günden
sonra baba oğul yine İstanbul'a, burada da durumun gergin olduğunu

2 "Ben babamın çıra�ydım, dolayısıyla belirli imtiyazlanm vardı, ama işe gelince, öteki çıraklardan
ayrılmamaya gayret ediyordum. Diğer abacılar gibi sabah erken kalkıyor, birkaç saat mum ışığında
çalışıyor, ayaküstü kahvaltı ediyor, aceleyle öğle yemeği yiyor ve akşam gün batımında kancamı
asıyordum. Yortu günü Fener'e gidiyor ve çoğu kez oradan türkülerle dönüyorduk. Babam Galata'da
bulunan ve Yunanca ve Slavca ayin düzenlenen Aya Nikola Kilisesi'ni ziyaret ediyordu. llk başlarda
zanaata çok sadıktım, ama Avratalan'dan Galatasaray Lisesi'ne kaydını yaptıran akranlarım, Noel
izninde Çorapçı Han'a babalarının yanına geldiler ve benimle görüştüler. Onlar üniformalıydı,
Fransızca bir şeyler konuşuyor ve sürekli mektepteki düzenden söz ediyorlardı. llk başlarda onlardan
uzak durmaya çalışıyordum. Sohbetimiz uymadığından değil, bunlar benden ne daha okumuş, ne de
bilgiliydi, ama ben artık mesleğin yuttuğu bir işçiydim; ne iznim ne de cep harçlı�m vardı, onlann ise
keyfi yerindeydi ve serbesttiler. Gittikçe bende bir kıskançlık, kendi durumumdan hoşnutsuzluk hali
hasıl oldu. Arkadaşlanmın bana göre daha parlak bir geleceği vardı. Ben varlıklı bir aileden geliyor
olsam da, her yıl lstanbul'la Avratalan arasında mekik dokuyacak, Çorapçı Han' da altı ay geçirerek yan
cahil abacılarla bel bükecektim. Oysa bu gençler büyük adam olup sefa sürmeye ve ün sahibi olmaya
hazırlanıyorlardı." (Mihail Macarov, Hatırat, 1968, s. 1 54).

12 ÔNSÖZ
görünce Mısır'a, ardından da Avusturya ve Romanya üzerinden memle­
ketine dönerler.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı neticesinde Bulgar Prensliği adıyla
kısmi bağımsızlı�na kavuşan ülkesinin kurucu parlamentosunda mil­
letvekilliği yapar (1879). Daha sonraki yıllarda etkin bir şekilde siyasi ve
toplumsal hayatın içinde yer alır: Birleşimci Parti'nin lideri, Bedin Kong­
resi (1878) kararlarıyla oluşturulan Şarki Rumeli Vilayeti'nin Maliye Nazın
(1882-1885), ayrıca ba�msızlıktan sonra yayınlanmaya başlanan ilk Bulgar­
ca gazetelerden Maritsa'nın (Meriç) genel yayın yönetmeni olarak karşımı­
za çıkar. Milli şair ve yazar İvan Vazov (1850-1921) ile İstanbul üzerinden
İtalya seyahatine çıkar (1884). Ünlü gazeteci, bilim, hukuk ve siyaset adamı
Stefan Bobçev'in kız kardeşiyle evlenir (1885).
Stefan Stambolov'un darbeyle ülkenin idaresini ele geçirmesinin
(1886) ve Rus yandaşlarının kavuşturulmaya başlanmasının ardından İstan­
bul'a sığınmak zorunda kalır. Kaderin garip cilvesiyle o yıllarda Osmanlı
payitahtı "Bulgarın Bulgardan kaçtığı ve sığındığı" bir mekana dönüşür.
Buradan Rusya'ya geçer ve Odesa'ya yerleşir. Karadeniz'in liman kasaba­
sında, hayranlık duyduğu ünlü Rus yazar Lev Tolstoy'un Anna Karenina ve
Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarının ilk Bulgarca çevirilerini yapar.
Bulgaristan'a dönünce (1889), Stefan Bobçev'le ses getiren dergiler
çıkarır Yuridiçeski pregled (Hukuk Dergisi), 1893; Bılgarska sbirka (Bulgar
Dağarı, 1894); uzun yıllar milletvekilliği (1880-1911, 1919-1931); parla­
mento başkanı yardımcılı� (1911) görevlerinde bulunur; bunun yanı sıra
Bulgar Bilimler Akademisi üyeliği (1884-1944), Umumi Binalar ve İmar
(1894-1899), İçişleri ve Sağlık (1913), Savunma (1919), Dışişleri ve Dinişleri
Bakanlığı (1919-1920), Londraı (1912-1913) ve Sankt Petersburg büyükelçili­
ği (1913-1915) yapar. Halkçı Parti'nin etkin üyesi ve Bulgarların Times'ı Mir
(Dünya) gazetesi genel yayın yönetmeni olarak her zaman güncel siyasi
akım ve hadiselerin içinde kalır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Sofya'nın maruz kaldığı yoğun Ame­
rikan ve İngiliz bombardımanında, başkentin merkezinde bulunan evine

3 Londra Büyükelçisi sıfatıyla Osmanlı lmparatorluğu'yla 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Anlaşmasını
imzalar -H.M.

Kuoüs YOLCULUGU 13
bomba isabet eder; ilk oğlu İvan'ı İkinci Balkan Savaşı'nda (1913) kaybeden,
ikinci oğlu Georgi Sofya belediye başkanıyken öldürülen (1925) Mihail
Macarov; kızı Vasilka, iki torunu ve eşiyle enkaz altında kalır ve ağır şekilde
yaralanır; şuurunun açıldığı anlarda bu onulmaz Rus yandaşı, kızı Anna
Kamenova'ya "Kızıl Ordu geldi mi?" diye sorar; 23 Ocak 1944'te de ülkesi­
nin son yüzyılının bu carılı tanığı yaşama gözlerini yumar.
Macarov, çeşitli gazete ve dergi sayfalarında yayırılanmış olan bin­
lerce makale, yorum, köşe, değerlendirme ve araştırma yazısının yam sıra,
yaşamış olduğu çalkantılı dönemin birer aynası haline dönüşen gezi notu
ve hatıratıyla Bulgar edebiyatında kendine seçkin bir yer edinir. Ağdalı
dil kullanmayı yeğlemesine rağmen akıcı üslupla kaleme aldığı eserleri
arasında İztoçna Rumeliya (Şarki Rumeli), 1925; Na Boji grob predi 60 g.
(60 Yıl Önce Kutsal Kabir'de), 1928; Poslednite godini na Konstantin Stoilov
(Konstantin Stoilov'un Son Yılları), 1930; Diplomatiçeskata podgotovka na
naşite voyni (Savaşlarımızın Diplomatik Hazırlığı, 1932; Ot samovlastie kım
svoboda i zakonnost (Mutlakıyetten Özgürlüğe ve Meşruiyete), 1936; Spome­
ni (1854-1878, Hatırat), 1942, özellikle belirtilmeleri gerekir.
Macarov, hatıralarım Balkan Savaşlan'ndan sonra Londra'da büyü­
kelçilik yaptığı sırada yazmaya başlar. Özellikle ı878'e kadarki dönemi
kapsayan ve bugün 19. yüzyıl Osmanlı tarihi açısından da paha biçilmez
bir kaynak niteliği taşıyan Hatırat'ın önsözünde, anılarım ex promto, yani
aklında kaldığı ve hatırladığı kadarıyla kaleme aldığını, mektup veya not
gibi dayanacağı herhangi belge olmadığını itiraf etmekten çekinmez. Bir
diplomat olarak telgraf, evrak ve rapor hazırlamak ve yazmaktan sıkılmıştır
ve gazetecilikten gelen bir alışkanlıkla resmiyetin dışına çıkmak ister. Eser­
de; Kının Savaşı'ndan sonra Rumeli'deki sosyoekonomik durum, Bulgar
aile yapısı, yöre yemekleri, sağlık, din, inanç, kilise kurumu, Mısır, Anado­
lu, Arnavutluk, İstanbul, İskenderiye, Kahire ve Habeşistan'a kadar ticari
uzantıları olan Avratalanlı erkeklerin hayatı, mektep, muallimler, derslerin
içeriği, talebelere uygulanan disiplin cezalan, aba, çorap, şayak ve kaytan
ustaları, celepler, Osmanlı idaresi, esnaf, lonca vs. gibi konularda sadece
milli Bulgar tarihi açısından değil, Osmanlı taşrasında hayatın canlandırıl­
ması bakımından da son derece değerli bilgilere ulaşılır.

ÔNSÖZ
Macarov'un edebi faaliyetiyle ilgili farklı değerlendirmeler de yok
değildir. Sözgelimi, Borislav Gırdev, yazarın bu alandaki çabalarını küçüm­
seyerek bunların "hatırat ve belgesel niteliği taşıyan metinlerin, siyasi ve
diplomasi sahasında yapılan yanlışlardan arınmayı amaçlayan bir sağaltım
yöntemi olduğu, karşıtları önünde birer savunma sözü ve gelecek kuşak­
ların hafızasında siyasi açıdan değilse, en azından yazar olarak kalmak"
arzusundan kaynaklandığı yargısında bulunur.
Çevirisini sunduğum Na Boji grob predi 60 godini (60 Yıl Önce
Kutsal Kabir'de) özgün başlıklı eserini Kudüs Yolculuğu (1868-1869) adıyla
yayınlıyoruz. Bu eser 19. yüzyılda Bulgar toplumunda hac olgusu, Fili­
be'nin yanı sıra Edirne, Tekirdağ, İstanbul. İzmir, İskenderiye, Kahire,
Yafa, Kudüs, Selanik, Serez gibi o dönemde Osmanlı coğrafyasında yer alan
şehirlerle yapılan ticari faaliyetler, ulaşım ve posta hizmetleri, imparator­
luğun tebaası Bulgar ve Rumlar arasındaki gergin ilişkiler, kilise ve eğitim
şartları, gündelik yaşamdan kesitler, Filistin'de Hıristiyan hacıların kutsal
ibadetini rahatlıkla ve emniyet içinde yerine getirmeleri için Osmanlı Dev­
leti'nin oluşturduğu düzen vs. gibi birçok konuda son derece ilginç gözlem
ve tanıklıklar içerir.
İlk olarak 1926'da Duhovna probuda (Manevi Uyanış) adlı derginin
üç sayısında yayınlanan eserin, 19. yüzyılda Osmanlı bünyesindeki Balkan
coğrafyasında gelişen birçok siyasi ve toplumsal sürecin daha iyi anlaşılma­
sına ve çözümlenmesine yardımcı olacağını umuyorum
PROF. DR. HÜSEYİN MEVSİM
Aralık 2014, Ankara

Kuoüs YoLCULueu 15
GİRİŞ

BULGARIN KUDÜS'LE İMTİHANI


ı( ocabalkan geçitlerinde veya Trakya Ovası'ndan Enez, Gelibolu veya
Tekirdağ limanlarına inen yollarda 1 9. yüzyıl başlarından itibaren
en az on at, öküz veya manda arabasıyla, Kının Savaşı'ndan sonra
da talika ve faytonlarla yolculuk eden kervanlara rastlanır. Arabalar, yöresel
giysileriyle her yaştan Bulgar kadın ve erkek yolcunun yanı sıra yorgan,
döşek ve kilim gibi örtü dışında, aylarca yetecek miktarda un, pashrma,
sızdırma ve peksimetten, tulum peyniri, biber ve turşuya kadar her türlü
yiyecek dolu çuval ve torbalar da taşır.
Bu kervanlara özellikle sonbaharda, kasımdan itibaren daha sıkça
rastlanır. Genelde sabah erkenden yola çıkılır, öğle sıcağı bashrınca mola
verilir, akşam olunca hemen yol kenarında uygun bir noktaya kamp kuru­
lur; toplanan çalı çırpıyla ateş yakılır ve yanında taşınan ev yapımı erzaklar
ısıhlır ve yenir; daha sonra nöbetleşe uykuya yahlır, çünkü soyguncu ve eşkı­
yaya karşı tedbirli olunması gerekir; bu arada öküz, manda veya atlar da din­
lenir veya yakın çevrede otlarlar. Yol boyunca birçok badire ve tehlike atlah­
lır, bazen yağmur alhnda kalınır, araba tekerlekleri çamur deryasına batar,
ovalar veya ormanlarda yangın çıkar, ama kimse yılmaz, akıllara kesinlikle
dönmek veya vazgeçmek gelmez; herkes adeta peygamber sabrına bürünür,
çünkü bu gün çoktandır metanetle beklenmiş, kıskançlık ve eleştiri kaygısıy­
la yol hazırlığı büyük gizlilik içinde yapılmışhr; her şeyin ötesinde de, yolun
urunda kutsal bir hedef yatar. Ölmek var, dönmek yoktur; hatta karşılaşılan
bütün tehlikeler bir imtihan olarak kabul edilir ve cesaretle aşılır.
Neyin nesidir bu kervanlar, kimdir bu insanlar?
Geçtikleri yerleşimlerde herkes onları işaret eder: "Hacca gidiyorlar!"
Evet, bu insanlar, kutsal bir vecibeyi yerine getirmek için Kudüs'e
giden Bulgarlardır.
Hareket edilen noktaya bağlı olarak, iki veya üç hafta süren kara
yolculuğundan sonra, gerçek badire başlar. Enez, Gelibolu, Tekirdağ, daha
sonra da İstanbul'dan, vapura binip denizle ilk defa karşılaşan kara insanı
Bulgarlar asıl çileyi Ege ve Akdeniz'in sonbahar ve kışına özgü azgın dal-

16 BuLGAR I N Kuoüs'LE IMTİHA N I


galada boğuşurken yaşayacaktır. Yine de bütün zorluk ve sıkıntılar kutsal
hedeften dolayı kolaylıkla atlatılır.
Biraz geriye dönmek gerekiyorsa; 9. yüzyıl ortalarına doğru Bi­
zans'tan Hıristiyanlığı kabul ederek Ortodoks alemin ayrılmaz bir parçası
olan Bulgarların, Kudüs'e ve genel olarak Kutsal Topraklara ilgisi daha o
çağlara dayanır. Yine o yıllarda, yeni dine hizmet etmesi amacıyla Kiril ile
Metodiy kardeşlerce yaratılan ve bugün birincisinin adıyla bilinen alfabeyle
yazılmaya başlanan Eski Bulgar edebiyatının bazı eserlerinde Hıristiyanlığın
doğduğu yer olan Kudüs'e yapılan seyahatlerin eleştirildiğine şahit oluruz.
Sözgelimi, Papaz Kozma Beseda protiv bogomilite (Bogomiller Aley­
hinde Sohbet) adlı elyazmasında, ıo. yüzyıl sonlarında iyice yaygınlık kaza­
nan gezginliği ve hacca giden papazları şöyle yerer:

Bunlar uzak memleketlerde amaçsızca gezer ve dini yasaların em­


rettiği şekilde saçını sakalını kestirmezler; Kudüs'e, Roma'ya ve öte­
ki şehirlere gider ve yeterince dolaştıktan sonra akılsız çabalarından
pişmanlık duyarak evlerine dönerler.

Buna rağmen Bulgarların Kutsal Topraklara ilgisinin gittikçe arttığı,


oradaki manastır ve kiliselerin bakımı için katkı sağladıkları, hatta 12. yüz­
yılda Kudüs'te kendi kiliselerini kurdukları bazı yabancı seyyahların notla­
rından anlaşılır.
Bizans egemenliği döneminde (1018-n86), Bulgarların Kudüs yolcu­
luklarıyla ilgili somut veriler yoktur. Ancak 14- yüzyılın ortalarına doğru Os­
manlıların Balkan Yarımadası'na geçerek kısa sürede buradaki topraklarını
genişletmesi, birçok ruhani kişinin, dini olmanın ötesinde, kültürel ve edebi
bir merkeze dönüşen Kudüs'e yöneldiğine dair tanıklıklar vardır. Sözgelimi,
15. yüzyıl Bulgar yazarı Konstantin Kosteneçki Pıtuvarıe po Palestirıa (Filis­
tin'de Yolculuk) adlı elyazmasında oraya eğitim amacıyla gittiğini belirtir. Yine
o yıllarda, Balkan hükümdarları veya üst düzey devlet görevlileri Filistin' de ki­
lise ve manastır yapılması için yardım sağlayarak orada dini cemaatlerin oluş­
turulmasına öncülük ederler. 15., 16., 17. ve 18. yüzyıllarda Kutsal Topraklan
ziyaret eden yüzlerce Bulgann adı kilise ve manastır kayıtlarına düşülmüştür.

Kuoüs YoLCULU�u
Bulgar toplumunda hac olgusunun özellikle 18. yüzyılda yaygınlaştı­
ğı ve artık sadece kilise görevlilerinin değil, dünyevi kişilerin de bu yolculu­
ğa katlandıkları gözlenir. Bulgarların belirli ölçüde bir maddi birikim sahibi
olduktan sonra bütün uğraşlarını bir yana bırakarak hacca gittiği görülür.
Hacı adayı, yol boyunca karşılaşacağı bütün zorlukları, daha önce hacca
giden birçok kişinin denizde fırtınaya yakalanarak veya eşkıya saldırısına
uğrayarak yaşamını yitirdiğini çok iyi bilmesine rağmen, Kudüs macerasını
göze almaktan çekinmez. Balkanlar'ın en güvensiz zamanlarında, sözgelimi
18. yüzyıl sonuna denk gelen Kırcaaliler döneminde de hac yolculuğunun
kesilmediği, aynca bunun çeşitli yöntemlerle Kudüs Patrikliğince teşvik
edildiği bilinir. Bulgar topraklarında bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde
bulunan papazlara sıkça rastlanır; hakkında anlatılan efsanelerle Kudüs
kenti de gizemli bir havaya büründürülür.
Bulgar hacılığıyla ilgili kapsamlı bir kitaba imza atan Svetla Gyurova
ve Nadya Danova'ya göre, 16.-18. yüzyıllarda hacılık, Hıristiyanlığın tapın­
ma şekillerinden biri haline gelir. İbadetten manevi arınma eylemi çıkartı­
larak kişiselleştirilen ve maddileştirilen kutsiyetle (azizin mezarı, ikonalar,
nesneler vs.) temas ön plana çıkar. Birçok manastır arşivinde Bulgarların
manevi arınma ve kurtuluşu için dört yüzyıl boyunca bedel ödediği görülür.
Hacda anne babalar kendi ve çocuklarının sağlığı ve uzun ömrü, ruhlarının
arınması ve kurtuluşu, başarı ve bereket, hatta evcil hayvanlar için dua eder
veya dua edilmesi için para, zirai veya zanaat ürünleri bağışlarlar. Birçoğu
kilise ve manastırlar da inşa eder, kutsal metinleri yazarak çoğaltır, ikona
yapar veya haçların yaldızlanması için bağışta bulunur. Bazı hacı adayları
bağışta bulunmak, payını vermek, bedel ödeyerek günahlarından arınmak
amacıyla Kudüs'e, Aynaroz Yarımadası'na veya Rila Manastırı'na gider.
Bulgar hacı, ruhunun arınması ve sağlığı için dua etmeleri ricasıy­
la papazlara verdiği bedeli büyük bir gururla belirtir. Hatta meblağı ticari
defterine işler veya kayıt ettirir. İnsana egemen kötü güçlerden bedel karşı­
lığı arınma şekli olarak değerlendirilince, hacılığın, Ortaçağın son ışıması
olduğu görülür. Bu manada, Bulgar hacılığının gelişiminde bir aykırılık
gözlenir, çünkü Batı Avrupa'da Kudüs ziyareti Ortaçağdan sonra kalkarken,
Bulgar topraklarında yeni canlanmaya başlayan bir ritüel haline gelir.

18 Bu LGARIN Ku oüs'LE iMTİHAN!


Bulgarı hacca özendiren etkenler arasında, kendine bazı hak ve
ayrıcalık sağlatma çabasının yanı sıra, İslamın egemen din olduğu Osmanlı
İmparatorluğu'nda Müslümanlar nezdinde itibar kazanma hedefi de bulu­
nur. Hacı unvanı Bulgara toplumsal itibar ve Avrupa'daki baronluk veya
İngiltere'deki sir ve lady unvanları gibi bir asalet kazandırır: "Kahire'deki
Arap ve Buharalı benim menşeimi ve milletimi bilmez, ama hacı olduğu­
mu anlayınca, bana başka gözle bakar. Unvan; kapıları kolayca açan bir tür
kimliktir" diye itiraf eder bir hacı.
Kıtaları, denizleri ve mevsimleri aşarak meşakkatli Kudüs ziyaretini
tamamlayan hacı, memleketinde bir kahraman olarak karşılanır; bütün
toplumun kahlımıyla onuruna bir tören düzenlenir, el ve giysileri öpülür.
Vasil Aprilov'un (1789-1847) belirttiği gibi, "Kutsal toprağa basan ayaklarını
akrabalar törenle yıkar ve su, bahçedeki çiçek ve meyve ağaçlarının dibine
dökülür. Kendi adı neredeyse kullanımdan kalkar, her yerde ve herkes ona
hacı diye hitap eder; kilisede, toplanhda ve ziyafette en önde yer alır." Hacı
da yolculuğu esnasında gördüğünü ve başından geçeni defalarca ve ayrınh­
ya girmekten kaçınmadan anlahr.
18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında milli ve kültürel düzlem­
de uyanışını yaşayan Bulgar camiasında yeni fikirler şekillenir ve gelişir;
dünyevi eğitime ağırlık verilir. Dini bağnazlığa ve bahla karşı eleştiriler
sertleşir, inanç ve kilise ritüelleri rasyonelleştirilmeye çalışılır. Bundan
dolayı hacılığa karşı olumsuz bir tavır takınılır; dönemin dergi ve gazete
sayfalarında polemikler yürütülür. Haccı kutsal bir vecibe kabul eden şahıs
düşüncesizlik, zamanın ruhuna ve toplumun meselelerine kayıtsız kalmak­
la ve bencillikle eleştirilir. Bu amaç uğruna harcanan paranın Bulgarların
eğitimi için kullanılmasının daha akılcı olacağı düşünülür. Sözgelimi, Vrat­
sa [Vraça] Piskoposu Sofroniy (1739-1813), "Hey, sen, enayi ve akılsız insan
müsveddesi! Niçin paranı olmayacak yere çarçur ediyorsun? Senin kasaban
veya köyünde ibadethane yok mu?" diye sorarken, Neofıt Rilski (1793-1881),
1835'te, "Önce okul, daha sonra kilise ve manashr yapılması lazım. Önce­
likle Bulgarca eğitim için gerekli olan kitaplar, ondan sonra Eski ve Yeni
Ahit basılmalı" fikrini savunur. Neofıt Bozveli de (1785-1848) ruhanilerin
batıl inanç ve cehaletini yerdikten sonra, her şeyi anlayabilmesi için kişinin

Kuoüs YoLcuLu�u 19
aydınlanmasından söz ederek hacılığa karşı çıkar. Bir diğer Uyanış Çağı
kişiliği İvan Seliminski (1799-1867), "Dinin, dincilikten ayrılması, aynca
kutsal nesne kültünden de arındırılması lazım" diye düşünür.
19. yüzyıl ortalarına doğru hacca karşı çıkmanın bir başka boyııtu
daha vardır. Hacının yaptığı bağış ve harcadığı parayla Rum kilisesine hiz­
met ettiği düşüncesi egemendir. Bundan dolayı hacıya halkından kopmuş,
çağın gereklerine yabancılaşmış, Bulgar çıkarlarına karşı irticai hareket
eden bir gerici ve yobaz olarak bakılır. Ayrıca, haccın Bulgar topraklarında­
ki kutsal mekanların ziyaretine yönlendirilmesi fikri benimsenir. Kudüs'e
yapılan yolculuklar böylece son bulur.
Kuşkusuz, hac yolculuğu Bulgarın hayatına yadsınamayacak fayda
katar. "19. yüzyıl başına kadar Bulgarlar coğrafyadan bihaberdi; komşu
ülkeleri falan bilmiyorlardı. Yahu, bırakın komşu ülkeleri, komşu kasaba
bile bilinmiyordu" diye vurgular İvan Seliminski. Dolayısıyla Kudüs yolcu­
luğuyla Bulgar dünyaya açılma imkanı bulur, daha geniş insan çevreleriyle
temasa girerek ufkunu genişletir. İçerdiği bütün zorluk ve tehlikeleriyle bu
yolculuk Bulgar hacıyı olgunlaştırır, güven ve girişkenlik duygusu aşılar,
kendisini öteki milletlerin aynasında görme imkanı verir. Hacıların bıraktı­
ğı tasvir ve notlarla Kudüs'e ve Yakındoğu kültürüne karşı ilgi uyanır.
Hac notları -burada Pandeli Kisimov'un (1832-1905) İstoriçeski spo­
meni (Tarihi Anılar), Dimitır Paniçkov'un (1810-1909) Spomeni (Anılar),
Petır Avramov'un Spomeni (Anılar) adlı eserlerini anmadan geçemeyiz­
Bulgar gezi edebiyatının ilgi çekici, özellikle Osmanlı coğrafyasını kapsadı­
ğından dolayı bizler için değerli bir kısmını oluşturur.
Bulgar hac edebiyatının en başarılı örneği, hiç kuşku yok ki, Mihail
Macarov'un çevirisi sunulan eseridir.

20 BuLGARıN Kuoüs'LE IMTİHA N I


Kuoüs Yoıcuıutu
1868-1869
BİRİNCİ BöıüM

MISIR ŞİRKETİ

B
abam İvan Popmihaylov Macarov, Donço Palaveev ve Tonço ve Dra­
giya Dragiyski kardeşlerin Koprivşitsa'da [Avratalan] kurduğu ticari
ortaklığın adı Mısır Şirketi olarak biliniyordu. Ticaret; İstanbul,
Mısır ve Güney Makedonya'yla yapılıyordu.
İçlerinden en varlıklısı olan babam, İstanbul'da ortaklığı temsil edi­
yordu; geri kalan üç ortak ise, her yıl, birer büyük mağaza ve birer veya ikişer
küçük dükkan açmış oldukları Kahire ve İskenderiye'ye gidiyorlardı. Elde edi­
len kar üçe pay ediliyordu: Babama, Donço Palaveev'e ve Dragiyski kardeşlere.
Sermayesinin daha büyük kısmı için babam yüzde ro faiz alıyordu; Dragiyski
kardeşlere ise, iki kişi bir pay için çalıştıklarından dolayı, maaş şeklinde küçük
bir ek ödeniyordu. Ticaretin ana kalemini abacılık ve çorapçılık oluşturuyor·
du. Daha sonraları İstanbul'dan satın alınan Türk veya Avrupa menşeli mal­
larla, doğrudan Avrupa'dan sipariş edilen mallar da bunlara katılmıştı.
Ortakların Avratalan'daki evleri aynı zamanda abacı dikimhanesiy­
di. Aba T[atar] Pazarcık'ın Maraş Mahallesi'nden satın alınıyor, Avratalan'a
getiriliyor, boyanıyor ve bundan terlik, patik ve üst giysi dikiliyordu. Ortak­
lar aynı zamanda tüccar ve esnaftı; serbest vakitlerinde kalfalarla beraber,
ama daha büyük tecrübe ve kabiliyet gerektiren kesim işinde çalışıyorlardı.
İyi bir kesimci bir abadan, aynı tecrübeye sahip olmayan başkası birine
göre, iki çift daha fazla terlik çıkartabiliyordu. Evde çalışan kalfalara patron
günde üç öğün yemek veriyordu. Bu, patronun ailesine büyük yük oluyor­
du; evde hizmetçi kız tutulmasına rağmen, yemeği patronun hanımı hazır·
lıyor ve kalitesinden de şahsen sorumlu oluyordu. O zamanlarda işçiler pek
kaprisli olmasa da, yine de yemekten şikayet ettikleri oluyordu. Bu yüzden
esnaf, evinde kalfa tutmak ve ona yemek vermektense, işi, parça başı ver­
meyi tercih ediyordu. Parça başı işin kalitesi daha düşük oluyor, böylelikle
zanaatın itibarı da zedeleniyordu, ama hiç değilse daha az baş ağrıyordu.
Patronlar veya o zaman dendiği gibi ustalar, esnaf loncasında orga­
nize olmuşlardı. Türk hükümeti loncayı yasal bir oluşum olarak tanıyor
ve aldığı kararların yerine gelebilmesi için destek veriyordu. Abacılar için

Kuoüs YoLcu Lui:u 23


lonca çok itibarlı bir teşkilattı. Lonca, üyelerinin çıkarını ve zanaatın itibarı­
nı muhafaza etmek amacıyla çalışıyordu. Sadece mesleki değil, adli suçları
da yargılama hakkını almıştı. Lonca; lonca tüzüğünü ve kararlarını yerine
getirmeyene ceza kesiyordu.
O zamanki loncanın sahip olduğu geniş yetkiye örnek olacak bir
hadise hatırlıyorum. Hafif meşrep bir kız, esnaf üyesi bir delikanlının ken­
disini kandırarak bekaretini aldığı şikayetiyle loncaya başvurdu. Meseleyi
açıklığa kavuşturmak için ustalar esnaf salonunda toplandı; taraflar dinlen­
di, davalının şahitleri sorgulandı ve bu beyanlar ışığında, davacının evinde
alemler düzenlendiği, başka gençlerin de kendisiyle aşk ilişkisinde olduğu
ortaya çıktı. Davacı kızın cüretkar sözleri hafızama kazınmış; ustalar dava­
lının evlenme vaadinde bulunduğunu nasıl kanıtlayacağını sorduğunda, o,
karnını kabarttı ve hamile halini göstererek, "İşte benim şahidim; bundan
daha büyük kanıt mı olur?" dedi. Lonca gencin kusurlu olmadığına kanaat
getirdi ve onu akladı. Kamuoyu da davalının tarafındaydı, ama davacı olayı
Filibe kadısına kadar taşıdı. Kadı efendi de her iki taraftan çorba parası
aldıktan sonra, loncanın kararının doğru olduğuna kanaat getirdi.
Daha önceleri abacı ve çorapçı loncasının daha büyük yaptırım gücü
varmış, ama Kırım Savaşı'ndan sonra Türk Devleti'nin yaptığı reformların
yürürlüğe girmesiyle, bu güç zayıflamaya başlamış. Bulgaristan'ın bağım­
sızlığından sonra daha da zayıfladı; Rus işgal kuvvetlerinin' yürürlüğe
soktuğu yeni kanunlarla da esnaf neredeyse her türlü toplumsal önemini
kaybetti. Tek tük eski imtiyazların geri getirilmesi için bazı girişimlerde
bulunulduysa da, nafile. Yeni iktidar bu girişimleri kusurlu Türk düzenini
onarma çabası olarak gördü ve dışladı. Hürriyetle birlikte Bulgaristan'a,
esnafın içyapısını çökerten yeni bir iktisadi düzen yerleşti.
Mısır Şirketi büyük miktarda çorabı bir destede ıo'ar çift şeklinde bağ­
lanmış olarak Avratalan'dan Çanakkale üzerinden İskenderiye'ye ve Kahire'ye
ihraç ediyordu. Her Avratalan evinde çorap örülüyor ve bunlar pazartesi paza­
rında satışa çıkarılıyordu. Daha varlıklı olan ve halkın önüne çorap satıcısı ola­
rak çıkmak istemeyen kadınlar, örülmüş çorapları, satmaları için daha fakir

ı 1 878 Berlin Kongresi'nde alınan kararla, Rusların Bulgaristan'da kalma süresi iki yıldan dokuz aya
indirildi -H.M.

MISIR ŞİRKETİ
bir komşu kadına veya alaabasına veriyorlardı. Avratalan'da bu ev sanayisi
sayesinde geçim masrafının yansını karşılayan birçok aile vardı. Sonbaharda,
gurbete çıkmadan önce, evin erkeği eşine un, odun ve 15-20 okka yün satın
alıyordu; kadın da çorap örerek evin yıllık masrafını çıkarıyordu. Bütün kadın
ve kızlar, yaşa başa bakılmadan, çorap örüyorlardı. Çorap örme işi daha yedi
yaşından itibaren öğrenmeye başlanıyordu. Yetişkin bir kızın çorap örmeyi
bilmemesi hayretle karşılanırdı. Kadınla erkek arasındaki iş bölümü; kadının,
aile masraflarının büyük kısmının karşılanmasındaki olağanüstü katkısı, evin
idaresinde ve her iki cins arasındaki ilişkilerde kadına daha büyük bir bağım­
sızlık veriyordu. Erkek nüfusun büyük bir kısmı, yılın altı veya dokuz ayı, bazı
erkekler ise iki yıl boyunca Avratalan'dan uzak oluyordu. Eve döndüklerinde
de, kocalarının yokluğunda rahatça evi çekip çevirmeye devam eden kanlarına
misafir oluyorlardı. Bu iki husus -kadının evin geçindirilmesindeki katkısı
ve erkeğin yılın altı veya dokuz ayı evden uzak kalması- Avratalanlı kadınları
öteki kadınlardan daha bağımsız kılıyordu. Kocası gurbete gitmeyen kadının
(ki bu kocalara evcil deniyordu), daha hür ve bağımsız olan öteki kadınları
kıskandığını biliyorum. Evcil erkek, evin en ufak işine bumunu sokuyor ve
bu, sık sık kadını canından bezdiriyordu. Erkek ne kadar gezip dolaşıyorsa,
kadın da o ölçüde Avratalan dışına çıkmıyordu. Avratalanlı kadının gittiği en
uzak yer, Rila2 veya Baçkovo Manastını ve Hisar [Hisar Köseleri] veya Krastovo
kaplıcaları oluyordu. Buna rağmen, Avratalan'dan İstanbul'a kadar abacılık
yapılan bütün kasaba ve köyleri, Anadolu'daki başlıca yerleşimleri, Akdeniz
adalarını, hatta Mısır'ın ana şehirlerini biliyorlardı. O zamanda, Kızıldeniz
veya Sudan üzerinden Habeşistan'a kadar ulaşmış olan Avratalanlılar vardı.
Bütün alaabalar bu uzak diyardan bahsediyor ve Avratalanlı kadınlar, erkek­
lerin mektuplarından Afrika'yla ilgili de bir şeyler öğreniyorlardı.
Mısır Şirketi sadece Avratalan çoraplarıyla sınırlı kalmıyordu. Serez'de
Antonaki adında, Bulgarca bilen bir Rum komisyoncu vardı. O, Avratalan
çoraplarından çok daha kaba ve kalın olan Drama çoraplarını Selanik üzerin­
den İskenderiye'ye gönderiyordu. Her bahar babam İstanbul'dan Avratalan'a

2 Rila Manashn: ıo. yüzyılda, Bulgaristan'ın ve Balkanların en yüksek dağı (2925 m) olan Rila'nın bir
vadisinde kurulan en büyük Bulgar manashrı -H.M.
3 Baçkovo Manastırı: ıı . yüzyıl sonunda Gürcüler tarafından Filibe yakınlarında Orta Rodoplara
kurulan bir manashr -H .M.

KUDÜS YOLCULU�U
Selanik üzerinden geliyordu. Oradan öküz arabası veya atla Serez'e, sonra da
Kresna üzerinden Nevrokop'a veya Dupnitsa'ya [Dupniçe] vs. Komisyoncu
Antonaki'nin hesabını gözden geçirmek ve kapatmak için babam Serez'de
5-6 gün kalıyordu. tık başlarda parayı üzerinde, zırhlı gömleği andıran yele­
ğine dikilmiş kemer içinde taşıyordu; daha sonra Selanik bankalarını kullan­
maya başladı. Antonaki babamla Bulgarca yazışıyordu; babamdan Bulgarca
alfabeyi öğrenmişti ve aynen onun yazısını taklit ediyordu; öyle ki yazının
hangisine ait olduğunu ayırt etmek çok zordu. Bu zengin ve eğitimli Rum, o
zamanlarda Filibe ve İstanbul'da baş gösteren bağnazlıktan uzaktı.4 Kurtuluş
Savaşı'na kadar Antonaki komisyonculuğa devam etti.
Avratalan'da hazırlanan mal öküz arabasıyla denize kadar gönderili­
yordu. Bütün bu yolu, arabacılar gibi yaya olarak geçen birkaç kalfa ve çırak
taşınan mala refakat ediyordu. Yolda yiyecek olarak ev yapımı peksimet,
sızdırma ve peynir veriliyordu. Peynir ve sızdırma, etin çok pahalı olduğu
Mısır'a da gönderiliyordu. Öküz arabasıyla yapılan kara yolculuğu yaklaşık

4 Burada kastedilen. bağımsız Bulgar kilisesi mücadelesinden kaynaklanan ve 19. yüzyıl ortasına doıtru
iyice alevlenen Bulgar-Rum kavgasıdır. Metnin daha sonraki sayfalannda da sıkça bu mücadeleden bahse­
dileceğinden, burada işin özünü sunmanın faydalı olacağını düşünüyorum: 1. Boris döneminde Hıristiyan
olan (865) Bulgarlar, kısa süre sonra dini bağımsızlığını ilan ederler (870). Çar 1. Simeon, Bizans'a karşı
kazandığı bir zaferden sonra Bulgar Kilisesi'nin statüsünü patriklik seviyesine yükseltir (919). Ülkenin
Bizans boyunduruğu altına girmesiyle (1018) patriklik kaldınlır. Çar il. lvan-Asen döneminde payitaht
Tımovo'da Bulgar Patrikliği yeniden tesis edilir (1235). Payitaht (1393) ve Bulgar Çarlığı bağımsızlığını yiti­
rip (1396) Osmanlı egemenliğine girince, patrikli!!e son verilir ve Bulgarlar dini açıdan birkaç yüzyıllığına
Fener Rum Patrikliği'ne bağlanırlar. Yabancı egemenlik koşulları altında milli ve kültürel bilinçlenme
sürecini hızlandırdıkları ve olgunlaşan bağımsızlık fikrinin eyleme geçirildiği bir dönem olarak tanımlanan
Uyanış Çağı'nda, Bulgarlann esaslı ve çözümü sıkıntılı talebi, bağlı olduklan Fener Rum Patrikliği'nden
aynlarak bağımsız Bulgar kilisesi temellerinin atılmasıyla ilgilidir. Siyasi koşullann başka hiçbir yerde
payitahttakinden daha uygun olmadığını kavrayan Bulgarlar, bağımsız kilise mücadelesinin kıvılcımını
l84o'ların başında burada çakarlar. Yaklaşık otuz yıl süren ve özellikle ı86o'tan sonra iyice kızışan, aynca
iç ve dış siyasi konjonktürün (sözgelimi; her zaman Bulgarların hamiliğine soyunan Rusya, Osmanlı
lmparatorluğu'nda Ortodoks bütünlü!!ünün muhafazasını istediğinden, ilk başlarda Bulgarlann kilise
bağımsızlığı mücadelesini desteklemez; ancak ı86o'larda bazı Bulgarların Fransa'ya başvurarak Katolikli­
ğe geçeceklerini bildirmeleri, Rusya'nın hadiseye yaklaşımını değiştirir) etkisi altında gelişen bu mücadele
28 Şubat 187o'te Abdiilaziz'in fermanıyla mutlu sona ulaşır. Bulgarlara, Fener Rum Patrikliği bünyesinde
kalarak iç işlerinde özerk olacak Ekzarhlıklannı kurma izni verilir. (Karan be�enmeyen Fener Rum Pat­
rikliği Bulgar Kilisesi'ni aforoz eder (1872); bu karar ı945'te kaldırılır). 187ı'de Ortaköy'de kilise toplantısı
düzenlenir ve oldukça geniş katılımla Bulgar kilisesinin tüzü!!ü kabul edilir. Ertesi yıl, sivil ve ruhanilerden
oluşan Karma Kurul ilk Bulgar Ekzarhı llarion'u seçer. Dört gün sonra yerine Vidin Metropoliti 1. Antim
getirilir. Bulgar Ekzarhlığı, 1. Yosif döneminde Balkan Savaşlan'ndan sonra (1913) lstanbul'dan Sofya'ya
taşınır. Uzun yıllar Ekzarhsız kalan Bulgar Kilisesi yine patriklik düzeyine çıkartılır (1953) -H.M.

26 M ı s ı R ŞİRKETİ
20 gün, vapurla iskenderiye yolculuğu 7-8 gün, lskenderiye'den yelkenli
vapurla Nil üzerinden Kahire'ye yapılan yolculuk ise 9 gün civarında sürü­
yordu. Patron kiralık atlarla İstanbul'a, oradan da vapurla Mısır'a gidiyordu.
Her ilkbahar ve sonbaharda bu uzun yolculuk yapılıyordu. Mısır'ın bağım­
sız bir ülke olmasına ve can ve mal güvenliğinin garanti alhnda bulunması­
na rağmen, Mısır Şirketi'nden hiç kimse ailesini oraya götürmek istemedi.
Bekar olan ve Avratalan'a dönmeyenler, evlenemeden orada kalıyorlardı.
Eğer doğrudan Avratalan'dan götürülen mal erken sahlırsa, babam
İstanbul'dan Avratalanlı abacılardan ve çorapçılardan yeni mal alıyor ve
vapurla İskenderiye'ye, oradan da Kahire'ye gönderiyordu. Ancak Mısır
Avrupa etkisine açıldıkça Avratalan ürünleri için pazar daralıyordu. Ne kadar
da tutucu olsa, Mısır halkı modaya sonuna kadar direnemiyordu. Kadınlar
da, erkekler de bizim aba, terlik ve çoraplarımıza göre daha zarif olan Avrupa
giysilerini tercih etmeye başladılar. O zaman Mısır Şirketi de yeni moda zev­
kine uyum sağladı ve İstanbul üzerinden Mısır'a Avratalan ürünleriyle Avru­
pa ve Türk menşeli mallar ithal etmeye başladı. Avratalan ürünleri Mısır'da,
Süveyş Kanalı'nın kazılması hız kazandığında zirve yaph. O yörede yolculuk
yapan, gündüz yakıcı olan sıcaklığın geceleyin ne kadar düştüğünü iyi bilir.
Süveyş Kanalı'nın kazı çalışmalarında dünyanın her tarafından işçi alınmış.
O zaman bizim kalın abalarımız çok aranmış. Sadece sıradan işçiler değil,
Fransa'dan, Belçika'dan gelen mühendis ve kondüktörler de Avratalan'da
dikilen Bulgar kaputlarını aramaya başlamışlar. Mısır Şirketi oraya götürdü­
ğü mallardan yüzde ıoo kar ediyormuş. Bu büyük kazanç, babamın ve ortağı
olan Donço Palaveev'in (gönlü zengin Bulgar hayırsever Hacı Nenço Palave­
ev'in5 babası) Kudüs'e gitme kararı almalarına neden olmuş. Ne ki Avratalan­
lı bütün dünyayı, bütün manastır ve kutsal yerleri yalnız başına dolaşabilir,
ancak Kudüs söz konusu olunca, eşini almadan gitmez; bu durumda eş yok
sayılamaz. Evli bir erkeğin hanımını almadan hacca gitmesine binde bir rast­
lanır, hatta ben böyle bir olay hahrlamıyorum. Ancak kocasının ölümünden
sonra Kudüs'e giden kadınlar vardı ve buradaki gerekçe, Kutsal Kabir'de [Hz.

5 Nenço Palaveev (1859·1936): Uzun yıllar Mısır' da ve Asya' da ticaret yaptıktan ve efsanevi zenginlik
sahibi olduktan sonra memleketi Avratalan'a dönen ve kurduğu vakıfla kilise, mektep, abide, yurt vs.
yaptıran hayırsever -H.M.

Kuoüs YOLCULU�U
İsa'nın kabrinde] kocanın ruhu için dua etmekti; bu sadece bir bahane değil,
samimi bir arzuydu.
Daha evvel zamanda, Avratalan'dan Kudüs'e gitmek, gerçek bir
kahramanlıktı. Yolculuk, iki gidiş ve iki dönüş olmak üzere yaklaşık dört ay
sürüyordu. Hacı olabilmek için, bir kişinin sekiz veya dokuz ayını feda etmesi
gerekiyordu. Avratalan'ın denizden uzak, ayrıca kara ulaşımının da çok kötü
olmasından dolayı, hacıların sonbahar başında yola çıkmaları ve paskalyadan
sonra, mayıs ortasına doğru dönmeleri gerekiyordu. Kara yolculuğu; pekmez,
tulum peyniri, kavurma gibi her türlü yiyecek stokuyla tıka basa dolu olan öküz
arabalarıyla yapılıyordu. Hacılar kırda yatıyor ve ağırlıkla, yanlarında taşıdıkları
kendi ev yapımı yiyeceklerle idare ediyorlardı. O zamanda bir veya iki arabayla
yolculuk etmek gayet tehlikeliydi. Yük taşırken bile, yolculuk onar arabalık ker­
vanlar halinde yapılıyordu. Kervanın, etrafı kasıp kavuran soyguncu çetelerin
ani saldırısına uğramaması için, akşamları kamp kuruluyor ve gece boyunca
korumalar kervanı bekliyorlardı. Genellikle kervanlar Enez limanına yöneliyor­
du. Düzenli vapur hizmetinin oturtulmasından önce, oradan yelkenli vapurlara
biniliyor ve meçhule doğru yol alınıyordu. O zamanki hacı adaylarının inancı
ve dini duygulan ne denli sağlam olmalı ki, hayatlarında hiç görmedikleri deni­
zin neden olduğu bütün bu çileye usanmadan, hatta sevinçle katlanıyorlarmış.
Tabii ki, denizde fımna çıkınca bir körfeze sığınabilmek için yelkenliler Akde­
niz'in doğu kıyılarını takip ediyor, ama o zamanlarda sözü edilen körfezler bile
bu tarz küçük vapurlar için tam güven sağlamıyordu. Vapurun sallanmasını
kaldıramayan yolcular, özellikle de deniz tutmasından sılantı çeken kadınlar,
haftalarca adeta işkence çekiyorlar ve Kutsal Topraklara varınca gerçekten birer
mazlumu andırıyorlardı. Bundan dolayıdır ki o zamanın hacılığı, gerçek bir
dini kahramanlık olarak değerlendiriliyordu. Bu kişilerin önceki günahlarını
sadece Kudüs Patriği'nin değil, Tann'nın da bağışladığına inanılıyordu.
Kının Savaşı'ndan ı868'e kadar hiçbir Avratalanlı Filistin'e gitmemiş­
ti, çünkü eski beklikçi ve hayvan balacılan neredeyse ortadan kaybolmuştu;
büyük bir hevesle kar elde etmeye girişen yeni abacılann ise maddi olmayan
meseleleri düşünmeye vakti kalmıyordu. Kaldı ki, o zaman Bulgaristan'daki
aydın kesimi kapsayan yeni ruh, özellikle de Rum karşıtı hareket, Yunan
ruhaniliğinin idaresindeki bu kutsal yerlere karşı bir soğukluk uyandırmıştı.

M ı s ı R ŞİRKETİ
İKİNCİ BÖLÜM
"'

YOL HAZIRLIGI

Y
ol hazırlığı daha ı868'in yazında başlamıştı, ancak bu gizli rutulu­
yordu, çünkü büyük kıskançlığa ve sert eleştiriye maruz kalınacaktı.
Yaşlılar kıskanacak, gençler de, niçin bir Bulgar, parasını Yunan
ruhaniliğine kaptırıyor diye eleştirecekti. Yunan karşıtlığı öyle bir hal almış­
tı ki, Yunan manastırına veya Yunan kilisesine yapılacak olan her ziyaret,
bazı coşkulu gençler tarafından düşmanın ekmeğine yağ sürme gibi algıla­
nıyordu. Babam da, kadın ve çocuklarla çıkılacak olan böyle uzak bir yolcu­
luğa bir süre karar veremedi. Ancak Avratalan ve İstanbul'un etkisine daha
az girmiş olan, girişimci kişiliğe sahip, dolayısıyla Bulgar ve Rum kavgasına
daha kayıtsız olan Kahire'deki ortağı D. Palaveev, sadece Filistin'i değil,
İstanbul'u da, İskenderiye'yi de, Kahire'yi de kapsayacak olan bu yolculu­
ğa çıkılmasında ısrar ediyordu. Her üç şehirde de Mısır Şirketi'nin kendi
yazıhane ve dükkanları vardı. Bu şartlarda yapılacak olan bir hac yolculuğu,
herhangi başka bir hacının yolculuğundan çok daha ucuza mal olacaktı.
Mısır'la yapılan ticaret çok iyi gelişiyordu ve bütün yol masrafı sadece bir
yılda kapatılabilecekti. Öyle ki. meselenin mali boyum önceden aşılmıştı;
öteki gerekçeler ise yeterince ciddi bulunmuyordu. Babam, "İngiliz, Rus ve
Fransız Filistin'e gidiyor ve bununla Yunan'ı güçlendirmiyor; biz Kudüs'e,
Yunan Patrikliğini kabul etmeye veya zenginleştirmeye değil, kutsal göre­
vimizi ifa etmeye gidiyoruz" diyerek kendisini avuhıyordu.
Annemle babam dışında evde hiç kimse muhtemel yolculukla ilgili
bir şey bilmiyordu. Biz çocuklar, olağandışı bir şeyin olduğunu görüyor,
ama tam ne olduğunu çözümleyemiyorduk. Başka zamanlara göre daha
fazla yeni gömlek, don ve şayak fanilalar diktiriliyordu, ama bu da, anne
babamızın gerçek niyetini anlayabilmemiz için yeterli olmuyordu. Evvelden
beri Avratalan'da, anne babaların kız çocuklarını Kudüs'e götürmemeleri
adettendi. O zamanlarda erkek hacı ve kadın hacı unvanları, sadece kutsal
bir vecibenin yerine getirildiğinin işareti değil, ama aynı zamanda asalet
nişanıydı. Hacı, Türklerden alınmış Türkçe bir kelimeydi, ancak Bulgar­
larda kendine özgü bir anlam kazanmıştı. Hacı, züğürt olmamalı ve bu

Kuoüs YoLCULu�u
unvanı da alay konusu yapmamalıydı. Erkek çocuklar ailenin mirasçısı
sayıldığından, Kudüs'e gidenler, sadece erkek çocuklarını götürüyorlardı.
Biz iki erkek ve iki kız kardeştik; Palaveevler de keza, ama her iki aile de
yanına sadece erkek çocuklarını aldı; kızlar ise nineleriyle evde kaldılar. O
zamanlarda, uEğer kız iyi bir izdivaç yaparsa, varsın kocası onu hacca götür­
sün, ama bir hacı kadının perişan kılıklı olması da yakışık almıyor" deniyor­
du. Hacı ve hacı kadın unvanı, İngiliz sir ve lady unvanı gibi bir şeydi. Eğer
erkek hacı olmuş, kadın ise hacılığa gitmemişse, o zaman kadın kocasının
unvanını taşıyordu. Sözgelimi, Hacı Mihail'in zevcesi, Hacı İvan'ın zevcesi,
Hacı Petır'ın zevcesi vs. Eğer kadın Kudüs'e gitmişse, kendine özel unvanı
taşıyordu - Hacı Maria, Hacı Ekaterina, Hacı Stefania vs. Eğer erkek değil
de, kadın Kudüs'e gitmişse, erkeğin hacı unvanını taşıma hakkı yoktu. Hacı
olmayan oğlanın hacı kızla evlenmesi pek hoş karşılanmıyordu. Unvanın
kendisinin toplumsal veya maddi hiçbir getirisi olmamasına rağmen, belir­
li bir manevi önemi vardı. Hacıdan, öteki insanlardan daha fazla namuslu,
daha fazla hayırsever, daha fazla dindar olması bekleniyordu. Bundan dola­
yı, eğer bir hacı riyakar davranır, sarhoş gezer veya başkasına borç takarsa,
sanki hacıların ahlaki niteliklerinin ölçüldüğü daha farklı bir kıstas varmış
gibi, ona karşı daha titiz, daha sert bir tavır sergileniyordu. Bir hacı dürüst
davranmamakla veya samimiyetsizlikle suçlanıyorsa, "Hacılığa iki günahla
gitti, yirmi günahla döndü" deniyordu. Başka bir deyişle, doğru yola girmek
bir yana, kendisini daha da bozmuş oluyordu. Unvanını şerefle taşıması
için, hacının her bakımdan kusursuz olması gerekiyordu.
Biz, ikisi erkek ve ikisi kız olmak üzere dört kardeştik. En büyüğü,
14-15 yaşlarında olan bendim; erkek kardeşim ise 6-7 yaşlarındaydı. Şeria
Nehri'nde ıslanacak olduğumuz için annemin dört gömlek hazırlaması
gerekiyordu. Gömlekler yetişkin insan bedenine göre olmalıydı, çünkü
geleneğe göre, Şeria'da ıslatılan gömlekler kişinin hem dini nikahında,
hem de cenazesinde kullanılıyordu. Bunun dışında, annemin 7-8 ay için
başka giysiler de hazırlaması gerekiyordu. O zamanda, kadın elbisesi dışın­
da, bütün giysiler evde, ev dokuması kumaştan ve aynı şekilde evde işlen­
miş şayaktan hazırlanıyordu. İç giysiler için iplik yabancı devletlerden satın
alınıyordu, ama kumaşı evde annem bizzat kendisi veya denetimi altındaki

30 YOL HAZIRLl�I
kiralık dokumacılar işliyordu. El alemden gizlice bütün bu hazırlıkları yap­
mak gerçekten büyük bir gayret gerektiriyordu.
Yola çıkma vakti yaklaşınca, artık niyetimizi açıklamalıydık. Bütün
bir hafta boyunca akraba ve komşularımız bize iyi yolculuklar dilemek ve
adet olduğu üzere hediyeler sunmak için kapımızı aşındırdılar. Avrata­
lan'da değişmeyen bir gelenek vardı: Ticaret için bile olsa, her kim uzun
yola çıkacaksa akrabaları ona hediyeler sunuyordu: Bir çift çorap, börek
veya yağlı ekmek, bir sahan salamura peynir ve armut, elma veya erik gibi
meyveler. Hediyeler bazen öyle çok oluyordu ki, yolcu bunların dörtte
birini yanına alıyor; geri kalan ise evdekilere neredeyse bir haftalık yiyecek
sağlıyordu. Bunun karşılığında, tabii ki, gurbetçi ahlaken onu uğurlamaya
gelenlere uğurlama parası verme ve dönüşünde, ona hediye getiren herkese
armağan getirme zorunluluğunu taşıyordu.
Yol hazırlığına başladığından itibaren annem çok değişti. Önceden
olduğu gibi artık çocuklarına bağırıp çağırmıyor, sabah akşam kiliseye gidi­
yordu, hatta öteki insanlarla ilişkisinde bile sanki daha önce belli etmemiş
olduğu bir yumuşaklık vardı. Çorap sahcısı kadınlarla veya kendi işçileriyle
pazarlık esnasında daha hatırşinas davranıyor; dilencilere daha çok sadaka
veriyordu. Akranlarımın görmediği uzak ve meçhul diyarları görecek olmam,
içimde tanıdık bir gurur ve sevinç oluşturuyordu. Sadece babam, başka
zamana göre daha düşünceliydi, çünkü o planlanan yolculuğa en ciddi tara­
fından bakıyordu. İki aileyi Avratalan'dan Kahire'ye kadar götürmek kolay
bir iş değildi; Palaveev daha önce Mısır'a gitmiş, eşini ve iki oğlunu babama
emanet etmişti. Kudüs'e gitme ve hacı unvanına sahip olma konusunda
Palaveev çok ısrarcıydı. Öteki ulvi gerekçeler yanında, o dünyevi bir gerekçe
de ekliyordu -tanımadığın kişiler arasında hacı unvanı önemliydi. "Kahi­
re'deki Arap ve Buharalı benim menşeimi ve milletimi bilmez, ama hacı
olduğumu duyduğunda, bana başka gözle bakar. Unvan, kapıları daha kolay
açan bir tür kimliktir. Varsın kadınlar da dünya yüzü görsün; parayı nerede
kazandığımızı ve kaybettiğimizi bilsinler. Çocuklarımız da bir nam kazansın,
az şey mi?" diyordu. Öne sürdüğü gerekçeler o zaman için çok geçerliydi.

Kuoüs YoLCULul:u 31
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

YOLA ÇIKIŞIMIZ

A
vratalan'dan Filibe'ye iki yol vardı: Vılk Tepesi'nden geçen at yolu
ve Strelça Köyü'nden araba yolu. Birçok Avratalanlı erkek ve kadın
tarafından uğurlanarak atlarla yola çıktık.1 Filibe'ye yolculuk atla iki,

ı 1 3 yaşındayken lstanbul'a doğru yola çıkan Mihail Macarov, uğurlama sahnesini şöyle anlatır:
"Avratılan'dan törenlerle yola çıkıyorduk. Yakınlanrnız çeşitli hamur işleri hazırlıyor, temiz bir mendil içine
bir çift güzel örgülü çorap, bir tabağa ise seçme elma ve armut koyuyor, bütün bunlar yolcuya yol hediyesi
olarak sunuluyordu. Yola çıkmadan önce, uğurlamaya gelen yakınlann yer aldığı uzun bir sofra kuruluyordu.
Poğaça türleri ve meyveler yol için saklanıyor, geri kalan her şey yeniliyordu. Evdeki sofrada annem, herkesin
ısrar etmesine rağmen, a� yemek koymadı. Ben neşeliydim. Nasıl olmayayım? Önümde, kendi atımla
gideceğim yeni yol duruyordu! Avratılan'da ne kadar çok genç benim yerimde olmak isterdi! Ben bunu
hissediyor ve içim içime sığmıyordu. Annem yaşlı gözlerini benden ayırmıyor ve bir an önce yola çıkmak
istediğimden dolayı üzülüyordu. Diğer Avraıalanlı kadınlar gibi, o da lstınbul'a yolculuk etmenin ne
olduğunu biliyor ve belki lam da bundan, aynlık onu daha da huzursuz ve tedirgin ediyordu. 15 gün Türk
toprağında yolculuk etmek, 15 gün kırda yatmak ne dernekti! Her adımda bir tehlike vardı. Türk zamanında
yolculuk etmeyen biri, bu yolculuğun içerdiği tehlikeleri bilemez. Şimdi Arnerika'ya üç defa gitmek, o
zaman lstınbul'a bir kere gitmekten daha kolay ve tehlikesiz. Herkes daha yemek yerken ben geç kalacağız
diye endişelenmeye başladım ve sofradan kalktım. Hepimiz, geçirmeye gelenlerle dolu avluya çıktık. Atımı
ahırdan çıkardılar ve artık çocuk değil, kendi başına yolculuk etmeye hazır bir delikanlı olduğumu göstermek
için, onu kendim yüklemek istedim. Ancak bazı akrabalar hemen yanaştı ve bana bunu yaptırmadı. Yola
çıkmak için her şey hazır olduğunda, büyük avlu kapısı açıldı. Atı yedeğime aldım ve herkes beni uğurlamaya
çıktı. Annem evdeki son tılimatlanru veriyor ve bazı odalan kilitliyordu. Bir ara kalabalık duraksadı, annem
yetişince yine hareket etti ve avlu kapısının beşiğine çeşmeden yeni getirilmiş bir bakır su döküldü. Bana
bir ekmek, ıtır ve soğan paçası verdiler, bunlan bir yerlere koydum. Avratılan'ın tış döşeli sokaklannda
ses çıkarması için atı daha avluda binmek istiyordum, ama bu hoş olmazdı, çünkü uğurlayanlar yaya
yürüyorlardı. Yolda yakın ve uzak komşu kadınlann, "Yolun açık olsun! işin aksın!" dileklerini alıyordum.
Annem benden ayrılmıyor ve daha sıkça mektup yazayım, kendimi üşütmekten koruyayım, arkadaşlanından
aynlmayayırn, yorgunken su içmeyeyim vs. gibi tavsiyelerde bulunuyordu. Benim kafam ise dağınıktı ve başka
şeyler düşünüyordum. Aynı gün birçok kişi yola çıkacaktı ve o yüzden Avratılan sokaklannda olağanüstü
bir hareketlilik göze çarpıyordu. Yığın yığın, çoğu kadın uğurlayıa bize yetişiyorlardı. Köyün dışındaki (o
zaman Avratalan köydü) çayırda 3o'un üzerinde küme vardı. Bazı kişiler yeşil otlann üzerinde öğle
yemeği yiyor, diğerleri sohbet ediyor, başkalan -türkü söylüyor, ötekiler- havaya ateş ediyordu. Çalgıcı
da vardı, horalar da tepiliyordu. Gülüş ve ağlayış birbirine kanşrnıştı. Anneler ve yakınlannı gönderen
eşler, tabii ki, şenliğe katılmıyorlardı, ama öteki kadın ve erkek uğurlayıcılar, hatta yolculardan
bazılan haralara tutunuyor ve öyle tepiniyorlardı ki sanki hayatında hiçbir zaman oynama şanslan
olmamıştı. Her kümeden birkaç şarap testisi, "Bizimkini de deneyin!" diye elden ele dolaşıyordu. Bazı
yolcular kimsenin hatınnı kıramıyor ve kendinden geçinceye dek içiyorlardı. Orada burada bazı çiftler
öpüşüyor, bazılan ise birbirine sanlıyordu. Bir yerde erkek türkü söylüyor, kadın ise ağlıyordu. Başka
yerde erkek ata binmiş, kansı ise elini bırakmıyor ve o atından inerek biraz daha beraber yürüyorlardı.
Başka biri yüz adım ilerlemiş, ama aklına bir şey gelmiş ve atını geri çevirerek eşine yetişmek istiyor
ve sohbet bitirilemiyordu. iki kişi biçilmiş çayırda yürüyor ve sohbeti bir türlü noktalayarnıyorlardı.
Bizim kafilemiz lorda iki saat kadar kaldı. Annem birkaç kere bana sarıldı, ama ben ağlamaktan
utanıyor ve kendimi zor tutuyordum. En sonunda dayanamadım ve gözlerim doldu, ama hemen

32 YOLA ÇıKIŞI M ız
arabayla da üç gün sürüyordu. Vılk Tepesi'ne ulaştığımızda, babam, Koca­
balkan, Rodoplar ve Karacadağ arasına yayılan ovayı ve ince pusta kaybolan
sonsuz güney uzaklığını işaret etti. Manzara karşısında adeta büyülendim.
Sadece o zaman değil, bu yükseltiye her tırmanışımda, anlaşılması zor bir
heyecan hissediyordum. Babama, niçin güzel ve zengin Avratalan'ın, şu
anda yukarıdan, Karacadağ eteklerinde gördüğümüz yoksul Krastovo'nun
yerinde kurulmadığını sordum. "Eğer ovada kurulmuş olsaydı, Krastovo
gibi olurdu" diye cevap verdi. O zaman bunun anlamını tam olarak kavraya­
madım, ama daha sonra, Türk idaresi altında köylülerin hayatını görünce,
Türk zaptiyesinin Bulgar köylüsünün mülkü ve namusu üzerindeki iktida­
rını anlayınca ve Avratalan evinin özgürlüğünü ve dokunulmazlığını köy
evinin sefaletiyle karşılaştırınca, babamın bu sade sözlerinin ne derin mana
taşıdığının farkına vardım.
1876'ya kadar Avratalan sanki Osmanlı Devleti'ne bağlı değildi.
Türkler buraya; Türk veya genelde Pomak olan kendi temsilcisini gönderi­
yorlardı ama bu kişinin, kasaba büyüklerinin sözü dışına çıktığı görülme­
miştir. Türk zaptiyesi Avratalan evine giremezdi. Herhangi bir görev icabı
gönderildiğinde bile, o, dış avlu kapısını çalıyor, izin almadan avluya bile
giremiyordu. Köylerde ise, Bulgar zengin de olsa, güzel bir ev yaptırmaya
cesaret edemiyordu, çünkü bu ev Türk zaptiyelerinin kalacağı yer olarak
veya başka alemler için kullanılacaktı. Bulgar köyleri o derece sefıl ve pisti
ki, biz Avratalanlılar, sıcak havada, bir han veya evde kalmaktansa, açık
ovada yatmayı tercih ediyorduk. Kiracılar2 da, atların yiyeceği için para ver­
mektense onları otlatmak gerekçesiyle aynı tercihi yapıyorlardı; o yüzden,
Krastovo yakınlarında karanlığın çökmeye başladığını görünce, otu biçilmiş
bir çayırda durduk, atların yükünü aldık ve erkek, kadın ve çocuklardan
yana dönerek gözyaşlarımı sildim. Bu annemi memnun edeceği yerde daha da heyecanlandırdı ve
kendinden geçercesine ağlamaya başladı. Uğurlamaya gelen akrabalarımla vedalaşmaya başladım.
Hali vakti yerinde olanlar bir altın para iliştirdikleri kırmızı ipeğe sanlı bir demet çiçek dermişlerdi.
Daha yoksul akrabalarım birer tutam ıtır veya karanfil uzahyorlardı. Annem kendi demetini, sanının
ötekilerle karışmasın diye, en sona bıraktı. Elini öptüğümde bana demetini verdi, ama sonra geri
aldı, göğsüme koydu ve bana öyle sarıldı ki, sanki bırakmak istemiyordu. Ben kucağından sıyrıldım,
ata bindim, herkese "Elveda!" dedim ve ah koşturdum. Arkamdan veda sözleri duyuyor, ama ardıma
bakmıyordum." (Mihail Macarov, Hatırat, 1968, s. 1 3 4-1 37).
2 Bulgarcaya Türkçeden geçen kiracı sözcüğü "at, öküz veya merkep arabasıyla yolcu veya yük taşıyan
kişi" anlamını taşır -H.M.

Kuoüs YOLCULU�U 33
oluşan bir kamp kurduk. Biz gençler için bu bir yenilikti ve duruma sevi­
niyorduk, ama Türk idaresini bilen daha yaşlı olanlar, bir Türkün veya bir
Bulgann saldınsına uğramamamız için geceyi tedirginlik içinde geçirdiler,
çünkü o zamanlarda Türk ve Bulgar arasında sadece soygunculuk husu­
sunda eşitlik vardı. Henüz yeni şafak sökmüştü ki kiracılar dağılmış atla­
nnı toplamaya başladılar; yola devam etmek için hazırlandık. Geçtiğimiz
köyler hep öyle düzensiz, pis ve yoksuldu. Karma köylerde en iyi tarlalar
Türklerin elindeydi. Neredeyse her köyde meyhanesi olan birer han vardı
ve çoğu kez bunlann sahibi Avratalanlıydı. Sadece Avratalan'dan Filibe'ye
değil, Filibe'den lstanbul'a kadar olan hanlann sahipleri de Avratalanlıydı.
Yaşlı bir Avratalanlı, "Bizim kiracılarımız ta İstanbul'a kadar Bulgar ruhu­
nu yaymaktadır" diyordu. Atlarıyla bu yerlerde yolculuk ederken, han ve
meyhane açılması için hangi köyün elverişli olduğuna bakıyorlardı. Böyle
bir köy bulunca da, atları sahyor ve oraya yerleşiyorlardı. Birkaç yıl sonra da
köyün ileri gelenleri arasına girmeyi başarıyorlardı; böylelikle kiracı hancı
ve nihayet çorbacıı oluyordu. Avratalanlılann göç etmesi sadece Bulgaris­
tan'ın bağımsızlığından bu yana değil, çok daha öncesine dayanıyordu. Ne
var ki göç edenlerin yerine köylerden başkaları yerleşiyordu. Avratalan'ın
göç ve yerleşme sürecinin bir aşaması olduğu söylenebilir. Kır eşkıyala­
n4 baskınları sırasındaki kitlesel göçlerin dışında, başka, kısmi göçler de
olmuş, Avratalan'dan ta İstanbul'a kadar daha büyükçe yolların üzerindeki
hancılar gibi. Avratalan'da kadınların neredeyse tümü okuma ve yazma
bilmezlerdi, ama erkeklerin neredeyse hepsi okuryazardı, çünkü yaphklan
iş okuma ve yazmayı zorunlu kılıyordu.
Atla yolculuk etmenin pek keyifli olduğu söylenemezdi. Eğer yol iyiy­
se, kısa mesafe için öküz arabası tercih ediliyordu. Bazı kiracı atları sadece
yavaş gitmiyor, ama sendeliyor ve ara sıra bir kayalıktan düşüyormuş gibi diz
üzerine çöküyorlardı. Bilhassa kadın biniciler için bütün bunlar tehlikeliydi.
Bu yolculuk sadece kuru sonbaharda tercih ediliyordu. Yağmurlar başla­
yınca, araba yolculuğu çekilmez oluyordu. Bazen çamur, tekerlek başlığına

3 Çorbacı: Osmanlılarda Hıristiyan ileri gelenlerine verilen unvan -H.M.


4 Metinde Kırcaaliler olarak geçen kelimeyle, 18. yüzyıl sonlanna doğru Rumeli coğrafyasını kasıp
kavuran, yol kesen, köy basan ve merkezi hükümetin de bir türlü baş edemediği kır eşkıyalan ifade
edilir -H.M.

34 YOLA ÇIKIŞIMIZ
kadar çıkıyordu. Hayvanların güçten düştüğünü ve yorulduğunu fark eden
arabacılar sinirleniyor ve öküzlerin yükünü hafifletmek için arabadan inme­
yen müşteriyle kavgaya tutuşuyorlardı. Yürüyebilmek için ise diz boyu çamu­
run içinden geçmek gerekiyordu. Bu yoldan 30-40 kereden fazla geçmiş olan
ve her türlü yolculuğun püf noktasını bilen babam, kadın ve çocuklarla daha
eski hacıların izlediği güzergahı izlemeye cesaret edemedi; o yüzden Avra­
talan'dan Filibe'ye at, Filibe'den Rodosto'ya [Tekirdağ) Filibe tali.kası, Rodos­
to'dan İstanbul'a da Marmara' dan vapur yolculuğunu yeğledi.5 En meşakkatli
yolculuk Avratalan'dan Filibe'ye kadar olandı, çünkü atların sırtında semer
vardı ve uzun yolculuğa alışık olmayan kadınların binebilmesi ve yolculuğun
daha cazip kılınması için üzerlerine bir şeyler sermek gerekiyordu. O yüzden
semerin her iki tarafına birer küçük denk, ortasına da yumuşak bir yastık ve
yükün üstüne bir yün örtü konuyordu. Ancak bu şekilde hazırlanmış bir ata
binmek çok zor oluyordu ve yakın bir kişinin yardımı olmadan, kadın ata ne
binebiliyor, ne de inebiliyordu.

5 Meşakkatli hac yolculuğuyla ilgili bir başka tanıklığa, 1844 yılında Kudüs'e giden Pandeli Kisi·
mov'un hatıralannda rastlanır: "Hac yolculuğunun o zaman kendine has özelliği vardı. Yolculuk, hacı
adayı ailelerin sayısına göre, akla gelebilecek her türlü iaşe stokuyla dolu, sanki göç eder gibi, onar
veya daha fazla manda arabalarıyla yapılıyordu. Gerekli olan bütün giysiler, kilim ve örtü haricinde.
o dönemde hacıların, sanki kuşatma altına girecekmiş gibi, birkaç ay yetecek yiyecek de taşımalan
gerekiyordu. Çuvallarla un, kurutulmuş ekmek, pastırma, balık ve tıırşu dolu küpler, tulum peyniri,
tuz, biber ve o dillere destan balık çorbasını ekşitmek için kullanılan Bulgar ev yapımı limontıızu bile
eksik olmuyordu. Bir yere kadar bu tedbirlik haklıydı. Tırnovo'dan Gelibolu'ya kadar yirmi gün manda
arabasıyla gidiyorduk; öğleyin dinleniyor ve geceyi ovada geçiriyorduk. Anında ateş yakılıyor ve birkaç
dakika içinde ilkel bakır ve çömleklerle, gerek arabada taşınan iaşe stokuyla, gerekse yolda köylerden
geçerken satın alınan erzakla sofra hazır oluyordu. Mandalar yeşil çayırda otluyor, hacı adaylan da,
aynı çayıra otıırmuş, öğle veya akşam yemeği yiyorlardı. Bu göçebe hayatı cazibeliydi; kaldı ki ucunda
hacı olmak da vardı. Geçtiğimiz her yerde, parmakla gösteriliyorduk: " Hacca gidiyorlar, hacı olacaklar!"
Dağ ve ovalardan manda arabasıyla, denizden de vapurla yapılan o zamanki Kudüs yolculuğu büyük
riskler içeriyordu. Bizim kara ve deniz yolculuğumuz da tehlikelerle doluydu. Trakya Ovası'ndan sonra
Dimetoka'ya doğru yangın çıktı. Bir gün ve gece alevler ovanın kuru otıınu ve önüne çıkan her şeyi silip
süpürdü; bizim arabalanmız da arada sıkıştı kaldı, az kalsın onlar da tutuşacaktı. Geceyi yanan ovanın
külleri üzerinde, görünür ufku kapsayan yangın alevlerini izleyerek geçirdik. Denizde de başka musibet
çıktı karşımıza: Gelibolu'dan bindiğimiz Trieste vapuru, Kıbns'ın kuzeybatı ucundaki Pafos Burnu'na
oturdu ve boğulma tehlikesi atlattık" (Panddi Kisimov, Hatıratım, 1995· s. 75-76).

Kuoüs YOLCULUl:: U 35
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Ş
FİLİBE'D EN EDİRNE'YE
ehrin kurulu olduğu tepeler çoktan görünmüştü, ama saatlerce dur­
madan gitmemize rağmen, tepeler, öncesinde olduğu gibi, hep öyle
uzakta kalıyordu. Filibe hakkında birçok şey dinlemiş, ama hiçbir
zaman görmemiş olan biz gençler, sabrımızı kaybediyor ve hasadı
toplanmış tarlalarla kaplı, yüksek karaağaç ve dallı budaklı cevizlerin serpiş­
tirildiği ovadan sıkılmaya başlamışhk. Güneş arhk batıya doğru eğildiğinde,
ovanın görünümü değişmeye başladı. Biz, Karşıyaka'daydık.1 Şehre yüzlerce
araba girip çıkıyordu. Türk ve Bulgarlardan oluşan karma bir nüfus sanki
hoşnutsuzca bize bakıyordu. Alışık olmadığımız bir şehir kokusu burnumu­
zun direğini sızlattı. Önlerinde umursamazca oturmuş satıcılarıyla, sırayla
dizilmiş dükkanlar ilgimizi çekiyordu. Sokakta oynayan Türk çocukları bizi
gördüklerinde alay edercesine gülmeye ve anlamadığım kendi dillerinde
bağırmaya başladılar. İlk defa iktidar olan halkın gücünü ve ahlakını tattık.
Türk çocuklarından henüz uzaklaşamamıştık ki, arkamızdan taşlar yağmaya
başladı. Kiracıların Türk dükkancılara seslenmesi sayesinde paçayı kurtardık.
Yaşlı bir Türk, ellerini sağa sola savurarak tehditkar bir şeyler mırıldandı
ve çocuklar taş atmayı bıraktı. Yolumuza devam ettik ve önümüze Meriç'in
uzun köprüsü serildi. Her iki ucunda, ellerinde gusleyle2 Bulgar dilenciler
oturuyor ve Avratalan'da da dinlediğim türküler söylüyorlardı. "Azize Paras­
kevi, Aziz Nikola'nın koynunda uyumuş" diye okuyorlardı.
Köprüyü geçtikten sonra kalabalık daha da arth, ama biz Uzun Çar­
şı'da çok fazla yürümeden, sahibi Avratalanlı olan bir taş handa durduk. Orada
birçok hemşerimizi gördük. Bulgarlar ve Türkler arasındaki ayrışma o kadar
büyüktü ki, bu iki millet bu hususta da ayrışıyordu: Bulgarlar Bulgar hancıya,
Türkler de Türk hancıya gidiyorlardı. O zaman Filibe'de bugünkü manada
otel yoktu. Hancılar, kiracı ve atlarına, yolculardan daha fazla ilgi gösteri­
yorlardı, çünkü yolcular tesadüfi, kiracılar ise daimi müşterilerdi. Hanlarda

Meriç'in sol kıyısında yer alan bir mahalle. Bugün halk arasında adı Kırşiyaka şeklinde geçer -H.M.
2 Gusle: Slav ve Balkan halklarına özgü, kalın at kılından yapılan, şeklen kemençeyi andıran tek telli
yaylı çalgı -H.M.

FiLieE'oEN EoiRNE'YE
yolcular için gerçekten özel odalar ayrılmıştı, ama bu odalarda ne bir yatak,
ne de başka bir hizmet vardı. Tahtakurusu ve pire ürememesi için zemin
ahşap değil, tuğlaydı. Hana vardığımızda hizmetçiler zemini ıslatıp süpürdü
ve her oda için birer veya ikişer hasır serildi. Bu hasırların üstüne, getirdiği­
miz kebe ve yorganları serdik ve yataklarımızı hazırladık. Handa lokanta ve
teşhir için dizilmiş tencereler vardı. Akşam yemeği yemek isteyen herkes bu
tencerelerin üzerine eğiliyor ve yemeğin iyi olduğuna kanaat getirdikten sonra
sipariş ediyordu. Eğer ikinci bir yemek istiyorsa, tencerelerin yanına gidiyor ve
seçiyordu. O akşam lokantaya gitmedik, çünkü torbalarımız açma, börek vs.
Avratalan hediyeleriyle doluydu. Akşam yemeğini kalacağımız odalarda yedik.
İstanbul' a yolumuzu kısaltabilmek için Avratalanlı kiracıları bırak­
mamız ve bizi Rodosto'ya kadar götürecek talikaları bulmamız gerekiyor­
du. Bu amaçla babam, on talika ve talikacıları olan zengin bir Türke gitti,
onunla pazarlık yaptı, ancak atlar başka bir yolculuktan yorgun döndüğün­
den bir gün iki gece Filibe'de kalmamız gerekti. Sabah güzelce giyindik ve
çeşitli zamanlarda Avratalan'dan Filibe'ye göç eden ve bizden daha önde
gelen aileleri ziyarete çıktık. Bu ailelerin Filibe'de hali vakti yerindeydi,
ama buna rağmen Avratalan ve Avratalanlılarla bağlarını koparmamışlar­
dı. Avratalan, Filibe sancağının önemli bir yerleşimiydi. Kasaba, Bulgar
unsurunun özerk Bulgar kilisesi ve eğitimi mücadelesinde yadsınamaz
bir rol oynuyordu. Konak'takiı Hıristiyanlar arasında en çok sözü geçenler
Avratalanlıydı. Bunlar, bütün sancaktaki Bulgar milletinin temsilcileri;
halk mücadelesinin yöneticileriydi. Bu zatların Türk hükümeti önünde
etkisi olmasaydı, birçok milli mesele çözümsüz kalırdı. Filibe'nin bu ileri
gelenlerinin evlerinde gördüğümüz misafirperverliğe rağmen, annem ve
babam hayal kırıklığına uğradılar. Bunların bir kısmının kadınlarının Rum
olmasına ve evlerinde karma diller -Bulgarca ve Rumca, bazen de sadece
Rumca- konuşulmasına rağmen, Bulgar ve Yunan kiliseleri arasındaki
çekişme öyle bir boyuta ulaşmıştı ki, bazıları Kudüs'e gidişimizi Yunan
çıkarına bir hizmet gibi görüyordu. Babam, bu manadaki her imaya, bazı
bağnaz Bulgarların ifade ettiği gibi, Rum papazları doyurmak için değil, bir
iç ihtiyacını karşılamak için Kudüs'e gittiğini açıklıyordu.

Kelime, "yüksek dereceli devlet görevlilerinin resmi konutu" anlamında kullanılmıştır -H.M.

Kuoüs YOLCULU�U 37
Burada tuhaf olan, dini hisleri ve dindarlığıyla tanınan bazı Filibelilerin
de Kudüs'e gitmemize karşı çıkıyor olmalarıydı. Anne ve babama karşı gerçek­
ten de ihtiyatlı davranmaya çalışıyorlardı, ama yine de, her nerede bulunuyor­
sa bulunsun, bütün Yunan ruhbanlığına karşı duydukları derin rahatsızlığı
gizleyemiyorlardı. Eğer kesin kararlı olduğumuzu ve yolculuğumuzun ertele­
nemeyeceğini görmüyor olsalardı, şüphesiz bizi niyetimizden vazgeçirmeye
çalışacaklardı. Filibe'de Bulgar ve Rumlar arasındaki mücadelenin ne kadar
sert olduğunu hissettim. Avratalan'da, mücadele edeceğimiz hiç kimse olma­
dığı için, bağnazlık da bu boyutlara ulaşmamıştı. Filibe'deki Bulgarlar sadece
Türklere değil, Rumlara göre de azınlık konumundaydılar. Sadece Karşıyaka
Mahallesi'nde Rum olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu söylenebilir­
di. Yukarıda, tepelerdeki evlerde, Rumca konuşulmayan haneye neredeyse
rastlanmıyordu. Hatta en bağnaz Bulgarların evinde bile Rumca Bulgarcayla
eşit derecede konuşuluyordu. Sırf Bulgarca konuşulan hanelerin sayısı sadece
Cambaztepe'de azdı. Bütün bunlara rağmen, Rumlara karşı bağnazlık had saf­
hadaydı. Bağnazlık, iki milletin gündelik hayattaki çatışmasından besleniyor­
du. Biz Avratalanlılar, saf Bulgar olmamıza, Bulgar milletinin hamisi kilisede
ve mektepte hep Bulgarca konuşmamıza rağmen, ta Filistin'e kadar uzanan
bu nefreti anlayamıyorduk. Ancak bir-iki yıl sonra, Filibe Piskoposluk Mekte­
bi'nde talebe olduğumda, Rumlaşmış Filibelilerin Bulgarlığa ait olan her şeye
karşı alaylı tavırlarına şahit olunca, Rum talebelerin doğrudan sataşmalarına
muhatap olup, onlarla taşlı çatışmalarımızda kan bile akıtılınca Filibe'deki bağ­
nazlığı anlamakla kalmadım, bizzat kendimi de buna kaptırdım.
Bir kimse imalı konuşmaları tartışmaya çevirdiğinde ve meseleye
milli önem atfettiğinde, babam: "Biz Kudüs'e Avrupalıların gittiği gibi gidi­
yoruz. Birkaç ay İstanbul' da, birkaç ay Mısır' da ve Kurtarıcımız İsa'nın doğ­
duğu ve çarmıha gerildiği toprakları görmek için bir-iki ay Filistin'de kala­
cağız" diye karşılık veriyordu. Böyle bir gerekçe en büyük düşman nezdinde
bile önemli oluyor ve böyle bir güzergah her Filibeli erkek ve kadını kıskan­
dırabiliyordu. Hele İstanbul onlar için adeta bir hayaldi. Benim gibi yabancı
dünyayı görmek için can atan bir genç için, böyle konuşmaların herhangi
bir etkisi olamazdı. 14-15 yaşında İstanbul'a gitmek, 4-5 günde Akdeniz'i
geçmek, Mısır piramitlerini ve Ölüdeniz'i görmek. Şeria Nehri'nde ayak

F i LieE'DEN Eoi RN E'YE


ıslatmak, İsa'nın kabrini ziyaret etmek gençlik hayalimi cezbediyor ve çok
az insanın gittiği ve görebildiği bu yerleri görmek için Rum ruhanilere kar­
şı öne sürülen en güçlü gerekçeleri bile görmezden geliyordum.
Saatte dört kilometre yol kat eden ve sıkça sendeleyen Avratalan
atlarından sonra, kurutulmuş ot serilmiş ve üzerine yumuşak döşek ve
rengarenk bir kilim atılmış Filibe talikasıyla yolculuk etmek, o ana kadar,
sanıyorum, çok az Avratalanlının yaşadığı gerçek bir keyifti. Babam, iki
ortak aile için iki talika kiraladı ve Edirne'ye doğru yola çıktık. Küçük ve
hafif olan talikaların her birini, iyi bakımlı ve güçlü üçer at çekiyordu. Han­
dan çıkarken, atlan süsleyen çanlar çalmaya başladı, kaba kaldırımda araba
tekerlekleri tıkırdadı, ancak sarsıntı bizim arabalarda olduğu gibi rahatsız
edici değildi. Benim için hep yeni olan, ama hepsi birbirine benzeyen yer ve
köylerden geçiyorduk. Harmanlı' dan Edirne'ye kadar uzanan dut bahçeleri
dikkatimi çok çekti. Neredeyse hepsi aynı olan ve düzgün sıralarla dizilmiş
ağaçlardan oluşan ormanın içinden saatlerce gittik. Yöre insanının başlıca
geçim kaynağının ipekböcekçiliği olduğu belliydi.4
Abacılarımızdan, Filibe'den daha büyük olan Edime'nin ticari
açıdan daha az gelişmiş olduğunu dinlemiştim. S ahiden de Edime'ye
varınca, onun daha büyük, ancak ticari hareketlilikten yoksun olduğunu
gördüm. Daha şehre girmeden, Selimiye'nin yüksek minareleri karşısın­
da şaşkınlığımı gizleyemedim. Şehrin girişinde büyük nehir ve üzerine
yapılan taş köprü beni hayrete düşürdü. Bu iki ünlü yapı için verilen kur­
banlarla ilgili Avratalan'da çeşitli efsaneler dinlemiştim: Biri, minarenin
son şerefesinden uçan ve nehre düşen bahtsız mimar; öteki ise erkenden
gelen usta hanımının gölgesinin örülmesi hakkındaydı.5 Her iki efsane de
insanın hayal dünyasını sarsıyor ve bu iki yapıyı sanki esrarengiz kılıyor­
du. Asker, göze çarpan üçüncü şeydi. Osmanlı Devleti Filibe'de hiç asker

4 "Mustafapaşa'ya yaklaşırken dut a!!acı ormanlan gördük. Derli toplu görünümüyle bunlar sıradan
bir ormanı de!!il de, meyve bahçesini andınyordu. Aynı bu ormanları Edirne çeVTesinde de gördük. Bir
saat boyunca dut a!!açları arasından ilerledik. Bu iki şehirde ahalinin geçimini ipekböce!!i yetiştirerek
ve ipek üreterek sa!!ladı!!ı anlahldı. • (Mihail Macarov Hatırat, s. 187).
5 Gölge örülmesi: Çok eskilere dayanan bir Bulgar halk inanışına göre, sa!!lam olması için ev, köprü,
kale, ibadethane vs. gibi bir yapının temeline, kurban edilen insanın (daha sonraları hayvanın) kanı
akıhlması gerekir. Daha sonralan kurban kesilmez, sadece gölgesi temele örülür. Gölgesi örülen kişi
çok geçmeden sararıp solar, hastalanır ve ölür -H.M.

KUDÜS YOLCULU�U 39
bulundurmuyordu, ancak Edirne' de bir kolordu vardı; o yüzden sokaklar­
da neredeyse her adımda subay ve askere rastlamak mümkündü. Bunlar
kibirli ve kabaydı. Kadınlara ve özellikle H ıristiyan çocuklara karşı tavırla­
rının gayet küstah ve kıncı olduğu kanısına kapıldım. İlgimizi uyandıran
dördüncü şey, bazı Bulgar halk türkülerinde de anılan Kapalıçarşı'ydı.
Bütün bu tarihi yerleri ziyaret ettik ve Filibe'ye göre Edirne'nin daha Türk
kimlikli bir şehir olduğuna kanaat getirdik. Her iki şehirde de Bulgarca
epeyce sık duyuluyordu. Civar köylüler sadece aralarında değil, dükkan­
lardaki Bulgar, Rum ve Yahudi tüccarlarla da Bulgarca konuşuyorlardı.6
Filibe'de olduğu gibi. Edirne'de de7 yerleşik ve toplumda yüksek konumları

6 "Edime'de tam bir gün kaldık ve celep ve abacılanmızdan hakkında bunca şey dinlediği m şehri
dolaşma imkanı buldum. Edirne, beklecli!!imden de geri kalmış bir yerdi. Bugün de Edirne'nin, öteki
şehirlerden daha geri kalmış olduğu görülüyor. Sanıyorum ki kabuk değiştirmesi ve ilerlemesi için bu
şehre dışarıdan yardım pompalanması gerekiyor. Ama önce, içinde bulunduğu sınırların düzeltilmesi
lazım. Şimdiki sınırları içinde şehir iktisadi bakımdan sönmüş ve çöküşe gitmektedir. Daha sonra
lstanbul'a doğru aynı çöküş, dural!anlık ve boşluk göze çarpıyordu. Atlarla 12 saat gittik ve ne bir köy,
ne de köylü çıktı karşımıza.· (Mihail Macarov, Hahrat, 1968, s. 144).
7 "Edirne'de bir gün bir gece kaldık ve buradaki kayda de!!er yer ve yapıları görebildim. Selimiye'nin
dört minaresinden birinin üçüncü şerefesine hrmandım. Avludaki insanlar cüce gibi görünüyorlardı.
Yukandan etrafa çok güzel bir manzara açıldı. Burada yaklaşık yanın saat kadar kaldım ve efsaneye
göre, bu camiden daha iyisini yapmaması için öldürülecel!ini öl!rendikten sonra kendine ahşap kanatlar
yapan ve dördüncü minareyi tamamlamadan üçüncü şerefeden uçan, ama kanatlardan biri kenarda asılı
kesere çarph!!ından fazla uzaklaşamayan bu görkemli yapının mimarının nereye konmuş olabilecel!ini
aramaya başladım. Keseri gören mimar inmek istemiş, ama bedeninin aııırlı!!ı iradesini dinlemedi!!in­
den yere çakılmış. Hava rüzgarlıydı ve şerefede dönerken minare sallanıyor gibi geliyordu bana. Rüzgar
hızlandıkça, hayal ettil!im şey sanki gerçel!e dönüşüyordu. Bütün çocuk akılsızlı!!ımla ikinci şerefeye
inmek zorunda kaldım, ama oradan görüntü arhk o denli çarpıcı değildi. Bütün bunlan anne ve babama
anlatınca, çok kızdılar, ama iyi ki hadiseyi sadece bir fırçayla geçiştirdim. Filibe'de olduğu gibi Edirne'de
de çarşıda bizim dilimiz konuşuluyordu. Epey sıkça duyulan Bulgarcayla insan Türklerle bile iletişim
kurabilirdi. Hanlarda da keza. Merkezi mahallelerde Bulgar ruhu kayboluyordu. Avratalan kolonisi bile
yan yanya Rumlaşmışh. Filibe'ye göre, Edirne'deki kilise ba!!ımsızlı!!ı mücadelesi pek cılızdı. Mustafa­
paşa ve Malko Tımovo'yu [Tırnovacık] hesaba katmazsanız, Edime'nin çevresinde Filibe dolaylarında
olduğu gibi, uyanık ve varlıklı, saf Bulgar yerleşimleri yoktu. Gerçekten Edirne'de Bulgarların karşısın­
da güçlü bir Rum aydın sınıfı yoktu, ama Filibe'nin sahip olduğu o uygun koşullar da eksikti. Edirne'nin
çevresinde bir Avratalan, bir Panagyurişte [Otlukbeli], bir Karlovo [Karlıova], bir Sopot [Akça Kilise],
bir Kalofer bulunsaydı, Filibe'den de çok Bulgar ruhu kazanabilirdi. Ama Edirne'deki Bulgar ruhu
sadece Avratalan kolonisine ve aidiyet bilinci olmayan yoksul ve sıradan köylülere bırakıldı. Edirne'ye
daha sonraki gidişlerimde de Bulgar ruhunun söndüğünü görüyor ve öteki halklardan geri kaldı!!ına
tanık oluyordum. Daha sonra, Rus askerinin çekilmesiyle birçok Bulgann Şarki Rumeli Vilayeti'ne göç
etmesi, isyanlar, düzenli kovuşturmalar vs. gibi olumsuz etkenler de kahldı. ( ... ) Filibe'den daha büyük
olmasına raıımen, Edime'de ticari canlılık görünmüyordu. Yollar yolcusuz de!!ildi, ama bunların çoğu
lstanbul'a ve Filibe'ye geçiyorlardı. Filibe'nin işlenmiş ovalanyla Edime'nin çölümsü kırları arasında
büyük bir fark göze çarpıyordu. Köyler çok seyrek, kasabalar küçük ve yoksuldu. Tarla yerine engin

F i LİBE0DEN E D İ R N E'YE
olan Avratalanlı aileler vardı. Bunların bazılarıyla karşılaştık ve kadınların,
Edime'de doğmuş olmalarına rağmen, tam bir Avratalan ağzıyla konuştu­
ğuna şahit oldum. Sadece kelime ve cümleler değil, konuşmaları da tam
Avratalanlı gibiydi. Ancak bu durum sadece bazı haneler için geçerliydi.
Başkalarında ise yerel konuşma özelliklerimiz tamamen silinmişti. Edir­
ne'de sadece bir gün kaldık. Bunu atların dinlenmesi için yaptık, çünkü o
zaman gerek geceleme, gerekse hanlarda molalar, yolculardan çok atların
ihtiyacı düşünülerek veriliyordu. Talikacılar hareket edeceğimiz günü ve
saati bildirdiler, bizim de kabul etmekten başka çaremiz yoktu. Aksi halde
yolda geç kalma riski vardı ve bu bizim açımızdan tehlike içeriyordu.
Edirne çıkışında, karşıdan, bizim mahalle tellallannkine benzer bir
ses duyuldu. Talikacılar hemen bir kenara çekilerek atlan durdurdular. On
civarında at, bazılarına binilmiş, bazılarına denkler yüklenmiş, sık bir kafile
halinde koşuyordu. "Bu, posta!" dedi babam. Atlılarda tüfek ve piştovlar
vardı. Giysileri öteki Türklerin giysilerine benzemiyordu. Babam bunların
Osmanlı postasını İstanbul'dan Niş'e taşıyan tatarlar olduğunu anlattı.
Bunlar iyi para alan üst dereceli memurlar olup yaptıkları görev de olağa­
nüstü ağırmış. Bu posta sadece mektup ve denk değil, ama yolcu da taşı­
yormuş. Bir keresinde babam da menzil postasıyla yolculuk etmiş, ancak
ikinci defa buna cesaret edememiş, çünkü zor dayanabilmiş. Atlar sürekli
dörtnala koştuğundan, alışık olmayan biri iki günlük bu yolculukta yara
içinde kalabiliyormuş. Postanın hızla geçmesi ve onun durmadan hareketi
hakkında babamın anlattıkları beni hayrete düşürdü.
Bizim Avratalan'dan Filibe'ye postamız vardı, ama bizimki, farklı
düzene sahip özel bir postaydı. Her şeyden önce o, biz Avratalanlılara aitti.
Kasabada bir kişi ı kuruş karşılığında mektupları topluyor, haftada bir kere
Avratalan'dan Filibe postanesine veriyor ve oradan aldığı gönderileri de geri
getiriyordu. Ancak bu iş için aldığı ücret çok düşük olduğundan, ikinci bir
meşgalesi de olması gerekiyordu -kiracılık. Sözgelimi, Avratalan'dan salı
sabahı yola çıkıyor ve Filibe'ye perşembe öğleden sonra varıyordu. Atın

otlaklar görüyorduk. Babam, Avratalanlı büyük ve küçükbaş hayvan bakıcılarının kışı, karın neredeyse
yağmadığı ve kuru yiyeceğe ihtiyaç duyulmayan Edirne'yle Ege Denizi arasında geçirdiğini anlahyordu.
Edirne' den Tekirdağ'a kadar, herhangi bir köye veya eve rastlamadan saatlerce yolculuk yaptık. (Mihail
Macarov, Hatırat, 1968, s . 187-189).

Kuoüs YOLCU LU�U 41


yükünü indirdikten ve hana yerleştikten sonra, Avratalan mektuplarını
elden postaneye veriyordu. Genelde bunlar 3-4 paket oluyordu, çünkü Avra­
talanlı her gönderici bunun İ stanbul'da bilmem hangi mahallede, banliyö
veya handa tanınmış bir kişiye nasıl ulaşması gerektiğini bilmiyordu. Zar­
fın Türkçe veya Fransızca yazılmış olması lazımdı, oysa çok az Avratalanlı
bunu yapabilirdi. Avratalan'da yabancı mektuplan toplama ve gönderme
işiyle uğraşan sadece birkaç kişi vardı. Ötekileri bunların yanına gidiyor,
mektup başı ı kuruş ödüyorlardı, toptancı ise 15-20 adet böyle hususi
mektup topluyor, büyük bir zarfın içine koyuyor ve bu zarfı, Filibe'de Türk
postasına götürmesi için postacıya teslim ediyordu. İstanbul'da da böyle
yabancı mektuplan toplayan alıcılar vardı; bunlar 10-20 mektup topluyor,
ortak büyük bir zarfa koyuyor ve Türk postasıyla Filibe'ye gönderiyordu;
mektuplar buradan Avratalan'a götürülmek üzere alınıyordu. Büyük zarf
adrese gelince, mektup sahibi bunu açıyor, kendisine geleni okuyor, geri
kalan özel mektupları da küçük bir masanın üzerine veya iskemleye dizi­
yordu. Ortağından veya akrabasından mektup bekleyen herkes, aracının
yanına gidiyor ve kendisine mektup olup olmadığını soruyordu. Bu düzen
her iki tarafa da fayda sağlıyordu. Aracı, mektup başına aldığı bir kuruşla,
büyük zarfın gönderilmesi için ödediği paranın farkını kazanıyordu. Mek­
tup gönderen de, bunun kaybolmadan alıcıya ulaşhrılacağından şüphe
etmiyordu. Avratalan'da mektup aracılığı yapanlar sadece erkek değildi,
aralarında bazı kadınlar da vardı; bunlar büyük ve sağlam zarflar sahn alı­
yor, Fransızca bilen birine zarfı yazdırıyor ve böylelikle İ stanbul' da bir erke­
ğin, oradaki Avratalanlılar için üstlendiği rolü üstleniyorlardı. Avratalanlı
postacı Filibe'deki Türk postanesine gittiğinde, ayırım yapmaksızın Avra­
talan'a ait bütün mektupları alıyordu. Avratalan postası genelde Filibe ve
İ stanbul hathnda hizmet veriyordu. Bunu en çok İ stanbul' da kalan Avrata­
lanlılar kullanıyordu. Arıadolu'daki abacılar Avratalan'daki eşlerine nadiren
mektup yazıyor ve daha nadir olarak da onlardan mektup alıyorlardı. Bütün
erkeklerin okuryazar olmasına rağmen, mektup yazma işi, hele de eşe, ola­
ğanüstü bir şeydi. Mektup, tanıdık bir kişiyle gönderilebilmesi için özellikle
de birinin Anadolu'dan Avratalan'a yola çıkacağı zaman yazılıyordu, ama
bu da ender oluyordu. Sözgelimi, Ankara'dan, Eskişehir'den, Samsun'dan

42 FiLieE'DEN EoiRNE'YE
vs. çoğu kez şifahen selam yollanıyor, evin geçindirilmesi için para gönde­
rildiği de oluyordu. Şifahi kuru selam çoğu kez gerçeği yansıtmadığından,
gönderilen para kadar makbul sayılmıyordu. Kadın parayı aldığında, koca­
sının sağ salim olduğunu ve evdekileri düşündüğünü anlıyordu, oysa kuru
selam gerçekdışı da olabiliyordu. Sözgelimi, artık topu atmış kişilerden de
çok selam getirildiği oluyordu. Dikkat buyurun ki, Anadolu'daki Avratalanlı
abacılar Avratalan'a 8-9 aylık gurbetten sonra dönüyor ve bütün bu zaman
zarfında evdekilere en çok bir-iki mektup gönderiyorlardı. Evine hiç mek­
tup göndermeyen abacılar da yok değildi.
Avratalan postası bağımsızlığa kadar sürdü; o zaman Avratalan
sancak merkezi oldu ve Şarki Rumeli idaresi buraya düzenli hizmet veren
telgraf ve posta istasyonu kurdu. Türk zamanında Avratalan ve Filibe ara­
sında postayı taşıyanlar, daha sonra da, aile lakabına dönüşen postacı unva­
nını korudular. Avratalan'dan daha büyük komşu şehirler, böyle ilkel, ama
düzenli bir iletişim sistemi kullanmıyordu. Avratalan buna başvurmak ve
sonuna kadar ayakta tutmak zorundaydı, çünkü erkeklerinin daha büyük
kısmı gurbetteydi. Posta, abacıların sayesinde ayakta duruyordu; o abacılar
ki, Kırım Savaşı esnasında ve sonrasında bu kuş uçmaz kervan geçmez ücra
yöreye refah sağlıyor ve eğitime verdikleri önemle Filibe'ye ve onca Balkan
şehrine bunca muallim veriyorlardı.
Edirne'den Tekirdağ'a kadar yol çöle benziyordu. Saatlerce hiç
kimseye rastlamadan ve sağda veya solda herhangi bir yerleşim görmeden
yolculuk ettik. Arada sırada, ata binmiş bir-iki bekçiyle inek ve at sürüleri
görünüyordu. Sonbahar olmasına rağmen, otlar yüksekti, sanki yazın hiç
kimse bunların üstünden geçmemişti. Abacılık dışında inek ve koyun sürü­
leri sahibi olan babam, Avratalanlı hayvan bakıcıların niye kışın hayvanlarını
buraya getirdiğini anlattı. Her şeyden önce burada köyler çok seyrek, diyordu
babam, köylülerin kendi hayvanı yok, kış ise çok kısa sürüyor, kar üç gün
bile kalmıyor. O yüzden bizimkiler kış için, bizim oralarda olduğu gibi ayrıca
yiyecek hazırlamıyor, sadece yarmayla, o da iki haftada bir, yetiniyorlardı. İlk­
baharda koyunlar kuzulayınca ve inekler buzağılayınca, artık taze ot büyüyor
ve yeni doğan kuzu ve buzağılara çok kolay bakılıyor. Filibe dolaylarında,
ova köylerinde bile kuzulandırma olağanüstü zor şartlarda yapılıyordu. Mart

Kuoüs YOLCU LU�U 43


ayında, koyunlar kuzularken, sulu kar yağıyor, bazen de toprak buz tutuyor, o
yüzden kuzu ve annenin kuru yere alınması lazım; bu da ağıl, ot gibi şeylerin
hazırlığını gerektiriyor. "Bu diyarın engin meraları olmasa, bizim Avratalan
hayvancılığı bu ölçüde gelişemezdi. Bizim meralar sadece yaz için uygun,
kış günleri ise hayvanların bu boş, ama zengin yöreye getirilmesi gerekiyor"
diyordu babam. O yıllarda Avratalan hayvancılığı genelde bundan dolayı geli­
şiyor ve iyileşiyordu, çünkü hayvan bakıcıları için gerek kışın, gerekse yazın
engin meralar vardı. Hayvancılar sadece sürülerini kışın güneye, ilkbaharda
kuzeye sürerken güçlükle karşılaşıyorlardı, çünkü Kocabalkan ile Rodoplar
arasında ahali artmaya ve maddeten palazlanmaya başlamıştı. Avratalan
hayvancıları için Edime vilayeti adeta vaat edilmiş bir topraktı. Bu diyarın
çöle benzer özelliği ta denize kadar uzuyordu. Herhangi bir soyguncu saldı­
rısına uğrama korkusuyla ilerliyorduk. Talikacılar Bulgar olmasına rağmen
dış görünüşü ve Türkçeleri açısından Türklerden ayırt edilmiyordu; bu da,
küçük de olsa, soygunculuğa karşı bir teminath.
Filibe'den hareketimizin yedinci gününde artık Marmara Denizi'ne
yaklaştık. Yol bizi bir yükseltiye çıkardığında, talikacı atları durdurdu ve bize
doğru dönerek eliyle güneyi işaret etti: " Denizi görüyor musunuz?" Ben
irkildim ve talikadan aşağıya zıpladım. Önüme, hayahmda ilk defa gördü­
ğüm görkemli bir manzara serildi. Öğleden sonrası güneşiyle ışıklandırılmış
engin bir su yüzeyi gerçek bir ayna gibi parıldıyordu. Orada burada yelkenliler
sallanıyor ve uzaktan bunlar kanatlarını açmış beyaz ördeklere benziyordu.
Ben kendimi bu mucizeye kaptırdım ve uzun zaman kendime gelemedim.
Babam İstanbul'un yakınlığını, deniz yolculuğunun üstünlüğünü anlahyor,
ama bu beni tatmin etmiyordu. Aşağıda, sakin denizin kıyısında, o dönemin
zevkine göre güzel evler kondurulmuştu. Talikacılar atların yorgun olduğu­
nu ve uzun zaman rüzgarda tutulmaması gerektiğini söylediler.
Aşağıya salındık ve yukarıdan bakınca, sandığımızdan çok daha çir­
kin ve pis olan kasabaya girdik. Talikalar deniz kenarında büyük bir hana
girdiler. Hancı bize geniş bir oda verdi, buraya yerleştik ve talikalarda taşı­
dığımız ev eşyalarıyla kendimize yatak yaphk. Kasabayı dolaştık ve onun,
öteki kasabalar gibi pis ve bakımsız olduğuna daha çok kanaat getirdik. Bir­
kaç güzel ev sanki kasabanın çirkinliğini daha çok gözler önüne seriyordu.

44 FiLİBE'DEN EDİRNE'YE
Hanın lokantasında akşam yemeği yedik ve yatmaya döndük, çünkü sabah,
artık kıyıdan 60-70 m açıkta demirlemiş bekleyen gemiye binmek için hazır­
lanmamız gerekiyordu. Tam da yeni uyumuştuk ki, hayatında tahtakurusu
görmeyen annem bir kibrit çakarak mum yaktı. Ben boynumda bir yanma
hissettim ama derin uykumdan uyanamadım. Annem korkudan çığlık atın­
ca, başımı kaldırdım ve ne göreyim! Yastığın üzerinde ve duvarda, ışıktan
kaçan yüzlerce değil, binlerce tahtakurusu. O zaman bütün bedenimin yan­
dığını hissettim. Şimdiye kadar tahtakurusu görmemiştim ve ısırmalaının
ne gibi neticeler doğuracağını bilmiyordum. Ne annem, ne de ben artık
yeniden yatmayı düşünüyorduk. Bütün gece bu korkunç ve insanın en tatlı
ve en gerekli şeyini -uykusunu- çalan haşerelere katlandık. Biz duvarları
kana boyarken, tahtakurularının üzerinde gezdiği, ama ısırmadığı babam
ise deliksiz uyuyordu. Bunların sayısı o denli çoktu ki emeğimiz tamamen
boşa gidiyordu. Geceleyin Rodosto hanında tahtakurulannı temizlemeye
çalışırken, yeni bir şeyden huzursuz olduk. Rüzgarın oluşturduğu dalgaların
vuruşlarını duyduk, bunlar hızla hanın taş duvarına çarpıyordu. Karanlık
gecede bu uğultu en dalgalı deniz görüntüsünden bile daha korkunç ve
etkileyiciydi. Hanın dışındaki dehşetli deniz ertesi gün bizi dalgalan arasına
almaya hazırlanıyordu. Rodosto'ya kadar yolculuk kolay değildi, ancak bura­
da annem hacılığın kaçınılmaz büyük zorluklarını hissetmeye başladı. Ne ki
bizimki, daha önce denize kadar öküz arabasıyla, denizde ise yelkenlilerle
yolculuk yapmak zorunda kalan hacıların yolculuğuna göre bir şey değildi.
Şafak sökmeye başladı. Hepimiz odada, tahtakurularından mus­
tarip olanlar da olmayanlar da deniz yolculuğuna hazırlanmaya başladık.
Döşek, kilim ve yastıklardan sıkıca bağlanmış ve iyice sarılmış denkler
yapmamız gerekiyordu. Deniz güneşin ilk ışınlarını görünce sakinleşmeye
başladı, ama yine de dalgalar duvara çarpıyor ve su sıçratıyordu. Babam,
kıyıya vuran dalgalardan vapurun sallanacağı sonucunu çıkarmamaları için
kadınları ikna etmeye çalışıyordu. Handa, aynı vapura binmeye hazırlanan
başka yolcular da vardı. Onları da tahtakuruları yedi mi bilmiyorum, ama
bagajlarını avluya çıkarmış ve limana götürmesi için hamal bekliyorlardı.

KUDÜS YOLCULU�U 45
BEŞİNCİ BÖLÜM

İSTANBUL VE KENTTEKİ YAŞANTIMIZ


ökyüzü temiz ve açıktı. Dalgalar geceleyin olduğu gibi kıyıya çarp­

G mıyordu, ama vapur oldukça açığa demirlemişti. Etrafında birkaç


mavnanın durduğu bir ahşap iskeleye vardık. Mavnalar sallanıyor,
durmadan yükseliyor ve denizin dalgalanmasına alışmamış olan bizleri
korkutuyordu.' Annem ve Neşa Palaveeva mavnaya binmek istemiyorlardı
ve babam "korkulacak bir şey yok" diye onları ikna edinceye kadar epeyce
dil döktü. Ancak en güçlü kanıt, öteki yolcuların verdiği örnekti. Onlar artık
vapura binmiş ve bizim durduğumuz kıyıya doğru el sallıyorlardı. Marmara,
öteki denizlere göre daha sakin, ama güneyden rüzgar esince, dalgalar epey
kabarıyor. Mavnamız neredeyse vapur kadar büyüktü. Küreklerle sürülüyor
ve ağır ilerliyordu; buna rağmen kıyıyla vapur arasındaki mesafeyi hiç teh­
likesiz geçtik. Sadece güverteye tırmanmak için vapurun aşağıya salınmış
merdivenine geldiğimizde, dalgalar sanki çoğaldı ve tırmanış zorlukla ve
kadın çığlıkları arasında geçti. Büyük olmamasına rağmen vapur dalgalara
direniyordu ve biz onda kendimizi güvende hissettik. O yüzden Tekir­
dağ'dan İstanbul'a yolculuğumuz tam bir sükı1net ve hoş görüntüler eşli­
ğinde geçti. Biz, neredeyse bütün Bulgarların yolculuk yaptığı gibi güverte­
deydik. Güverte üçüncü sınıf, en ucuz tarife demekti. Ancak yazın güvertede
yolculuk etmek pek de fena değildi, özellikle de kaprisli hayata alışmamış,

ı "Bizim dün o denli sakin ve sessiz bulduğumuz deniz artık değişmişti. Dalgalar hanın ön duvannı
dövüyor ve korkunç bir uğulhı çıkarıyordu. Bu ses babamı binlerce haşereden daha çok heyecanlandırı­
yordu. çünkü daha öncede dalgalı deniz görmüştü ve kayıklarla vapura kadar gitmenin ne denli zor ve
tehlikeli olduğunu biliyordu. Sabah iskeleye kadar gittik, buradan denizdeki duman salan vapur görü­
nüyordu. Oraya kadar kayıklara binmemiz gerekiyordu ve vapur, dalgaların vuruşlanyla sallanıyordu.
Büyük ve dar köprünün ucuna yaklaşınca tehlike daha da büyüdü, burada birkaç kayığın kalkıp indiğini
gördük. Kayıklan köprüye yaklaştırma çabalarına rağmen dalgalar yapacağını yapıyor ve biz kayığa atla­
mak, daha doğrusu kayığa koyun gibi atılmak için uygun bir an bekliyorduk. Başımıza ne geleceğini
bilmeden. Kadın dua ve yeminleri duyuluyordu, ama bunlar kayıkçıların umurunda değildi. Onlar için
önemli olan daha çok para almakn, çünkü Osmanlı Devleti'nde idare tarafından tespit edilen tarifeler
olsa da, bunlar pek uygulanmıyordu. Hava iyi ve daha çok yolcu olunca, yolcular tarifede belirlenenden
daha az para ödemek için pazarlık ediyor; hava kötü olduğunda ise, kayıklann sayısı azalıyor ve bu kez
kayıkçılar, tarifede belirtilenden çok daha fazlasını almak için pazarlığa girişiyorlardı. Biz mesela tari­
fenin üç katını ödedik, ama Rodosto'da bir gece daha geçirmektense, beş katına da razıydık." (Mihail
Macarov, Hatırat, 1968, s . 19 1-192).

lsTA N B U L VE KENTTEKİ YAŞA N T ı M ı z


evinde yerde yatan, odada lavabo, yatağında çarşaf aramayanlar için. Biraz
yüksekçe bir yere bir kilim ve üzerine de birkaç yastıkla döşek serdik. Bir
günlük yemeği daha akşamdan Rodosto'da hazırlamıştık. Bu örtünün
üzerine yerleştik ve kendimizi çok keyifli hissettik. Bu ortamda 3-4-5 gün
yolculuk edebilirdik, yeter ki deniz yolcuların midelerini bulandırmasın.
Bütün Balkan Yarımadası'nda olduğu gibi, İstanbul çevresinde de sonbahar
harikadır. Geceler gerçekten serindir, ama güneş insanın hem yüzünü,
hem de gönlünü okşar. Rodosto'dan uzaklaştıkça, denizin yüzeyi daha da
pürüzsüz oluyordu. Biz vapurda olduğumuzu neredeyse hissetmiyorduk.
Etrafımıza kümeler halinde ağırlıkla erkeklerden oluşan çeşitli yolcular
yerleşmişti. Bunların arasında Rumlar, Yahudiler, Türkler ve Ermeniler de
vardı. Herkes kendi dilinde konuşuyor ve sadece konuşması ve dış görünü­
müyle değil, ama belirli nida ve gelenekleriyle de birbirinden ayrılıyorlardı.
Birinci ve ikinci sınıfta çok az yolcu vardı, ama alışılmış geleneğe göre öğle­
yin yemek zili çaldı. Döşeğin üzerine bir bohça serip ve etrafına oturarak biz
de umumi düzene uyduk. Birçok kere hem karada, hem denizde yolculuk
yapan babam, vapurun mütevazı ortamında nasıl yaşanacağını biliyordu.
O yüzden sadece ekmek ve kızarhlmış et değil, ama limon, zeytinyağı ve
salatalık için çeşitli sebzeler almıştı. Bulgar için böyle bir sofra çok şey ifade
eder, özellikle de kendini karadan uzakta ve dünyadan kopmuş hissediyorsa.
Ne ki, çok uzun olunca ve tekdüze gökyüzü ve sudan başka hiçbir
şey görmüyorsanız, yolculuk can sıkıcı olabiliyor. Ancak her iki taraftan da
kıyılar yeni ve o ana kadar görmediğiniz manzaralarla doluysa, vapurun
hareketi bir keyfe dönüşüyor ve zaman fark etmeden geçiyor. Her beş
dakikada bir ilgimizi yeni bir görüntü çekiyordu. Babam gördüklerimiz
hakkında bize bilgi veriyordu, ama üst üste ve birbiriyle örtüşen bu görüntü
ve isimler o denli çoktu ki hafızamızdan hemen siliniyordu. Akşama doğru
izlenimler daha da yoğunlaştı. İ stanbul'a yaklaşmıştık, ama bu devasa şeh­
re yaklaştıkça güçlü bir beyin yorgunluğuna ve şaşkınlığa tutuluyorduk. Bu
ruh halimize üzerimize çöken akşam karanlığı da ekleniyordu. Karşımıza,
sanki binlerce mumla ışıklandırılmış olan Pera [Beyoğlu] ve İstanbul'un
tepeleri çıktı. Vapurların ardı arkası kesilmeyen düdük sesleri kulaklarımızı
sağır ederken köprüye yaklaştık ve İ stanbul'un o meşhur hamalları vapura

Kuoüs YoLcuw�u 47
hücum edince, tamamen kendimden geçtim -arhk ne nerede bulunduğu­
mu, ne de etrafımda olan biteni anlıyordum. Babam bagajımızı Köprüden
geçirmeleri için iki hamalla pazarlık yaphğında ve bunlar bizi koruması
alhna aldığında, herhangi bir olası haydut saldırısından kurtulduk ve rahat
nefes aldık. Köprü üzerinde binlerce kişinin koşuşturması beni şaşkına
çevirdi. H amallar önümüzden, bizse, herhangi birimizin bu insan girda­
bında yitmemesi için, el ele tutunmuş, peşlerinden yürüyorduk. Köprü­
den geçişimiz bize nedense çok uzun geldi. Nihayet babam bizi Fener'e
götürmesi için iki fayton tutunca, çok tehlikeli bir yerden belasız kazasız
geçmişiz gibi rahatladık.2
Avratalan'dan yola çıkmadan önce babam İstanbul'da bir tanıdığı­
na, 4-5 aylığına, ama mutlaka Bulgar kilisesine yakın ve mümkünse Bulgar
mahallesinde birkaç odalık bir ev tutması için mektup yazmıştı. Babamın
"siparişi" ziyadesiyle yerine getirilmişti, çünkü tutulan ev Fener'de, surun
dışında, iskele ve Unkapanı'ndan Bulgar kilisesine giden yolun tam köşe­
sindeydi. Evin sahibi, uzun yıllar Rum mekteplerinde muallimlik yapmış
bir Karamanlıydı. Ev, üç kattı, birinci katta dükkan vardı, ikinci kata biz
yerleştik, üçüncünde de karısıyla kendisi yaşıyordu. Bir Yunan vatanperveri
olmasına rağmen, ev sahibi bize karşı nazik ve saygılıydı. Türkçeyi kendi
ana dili gibi konuşuyor ve babamla sohbetlerinde daima bu dili kullanı­
yordu. Biz ise ne Yunanca, ne de Türkçe biliyorduk, bu yüzden Karamanlı
aileyle pek ilişkimiz yoktu. Akşam eve epeyce geç varmamıza rağmen, ev
sahibi, karşılamak ve kullanacağımız odaları göstermek için bizi bekliyordu.
Çoğu İstanbul evleri gibi, bu da ahşaph ve yukarıdan veya aşağıdan çıkan
en hafif ses bile diğer odalarda duyuluyor, ama bu bizi rahatsız etmiyordu.
Önemli olan, bir refakatçiye gerek duymadan kolayca Bulgar kilisesine
gidebilmemizdi. Çorapçı Han'daı bir dükkan tutan babam gündüzleri evde

2 "Onlarca hamal bağırıp çağırıyor, eşyamızı elimizden kapıyor, aralarında kavga ediyorlardı. Bu
ortamdan soyulmadan çıkması için insanın tecrübeli ve lstanbul'da yaşamış olması gerekiyordu."
(Mihail Macarov, Hatırat, 1968, s. 192).
3 "Çorapçı Han, kervansarayı andıran taş bir binaydı. Ortadaki avlunun etrafında, çıkıntılı küçük
kubbeleri kurşunla örtülü iki katlı bir yapı vardı. Alt katta, sokağa bakan dış ve avluya bakan iç dükkanlar
yer alıyordu. Üst katta, bütün bina boyunca dizili odalar vardı. Bunlara birkaç taş basamakla çıkılıyordu.
Bütün odaların önünden kalın kubbelerle kaplı bir koridor geçiyordu. Işık ve temiz hava girmesi için,
avlu tarafından geniş camsız delikler bırakılmıştı. Koridor döşeme taşıyla, odaların çoğu ise tuğlayla

lsrANBUL vE KENTTEKİ YAŞANTıMız


olmuyordu. Annem ve komşusu Avratalan'da her gün kiliseye giderlerdi.
Öyle ki, burada da kilise için pazarı veya herhangi bir önemli yortunun
gelmesini bekleyemezlerdi. Kudüs yolculuğuna dindarlıklarından dolayı
çıkmışlardı ve her gün kiliseye gitmemek, bu duyguya gölge düşürebilirdi.
Rum kiliselerine gitmeleri mümkün değildi, çünkü Yunanca tek bir kelime
bile bilmiyorlardı; üstelik şimdiye kadar hiçbir zaman yabancı bir ibadetha­
neye girmemişlerdi. Fener'deki Bulgar kilisesinde Bulgaristan'ın dört bir
diyarından kadın ve erkeklerle tanıştılar ve böylece yabancı yerde yaşamaya
kolay alıştılar. O yıllarda İstanbul' da çok Avratalanlı vardı; bunlar kilisedeki
ayinden sonra kahve içmek için bize uğruyorlardı. Daha önde gelen Bulgar
ailelerinin birkaçının yaşadığı Kiremit M ahallesi Fener'e yakındı. Akşam­
lan, yortu öncesi Georgi Gruev,4 Gavrils ve Luka Moravenov kardeşler gibi

örülmüştü. Her odada bir galeri vardı, bu hem yatak odası, hem de depo için kullanılıyordu. Abacı
odaları aynı zamanda dükkan (bunlarda mal satılıyordu), atölye (burada bazen beşten sekize kadar usta
ve çıraklar çalışıyordu) ve yatakhaneydi (burada bütün kiracılar kalıyordu). Tasarruf açısından, daha
güçsüz abacılar birleşiyor ve iki veya üç usta için bir oda tutuyorlardı. Bir çırak da ekleyince, bir odaya
altı kişi düşüyordu. Ancak kubbeli tavanların epeyce yüksek oluşu kolaylık sağlıyordu. Avlunun içinde
dükkanlarla beraber büyükçe bir lokanta ve yanında da kahvehane vardı, ama abacılann çok azı bu veya
herhangi başka bir lokantada öğle veya akşam yemeği yiyordu. Öğlenleri ro-20 paraya tahin helva veya
tulum peyniri alınıyor, akşamları ise odanın önünde mangalda bir şeyler hazırlanıyordu. Et sadece yortu
gününde alınıyor, hafta içinde ise akşam yemeği sadece bir kap yemekten -fasulye, lahana turşusu veya
pırasalı pirinç- oluşuyordu. Abacılann çoğu Avratalan'dan peynir ve kavurma getiriyor ve lstanbul'dan
sadece ekmek ve zerzevat alıyorlardı. Bu, giderlerini çok düşürüyordu. Çorapçı Han' da sadece abacılar
kalmıyordu, bunlar han sakinlerinin sadece dörtte birini teşkil ediyordu. Burada Yahudi, dönme (Türk­
leşen Yahudiler), Gürcü (inanç olarak Musevi ve Ortodoks) vardı. Denilebilir ki, Musevilik üstündü,
o yüzden Çorapçı Han'daki en büyük odanın biri sinagoga dönüştürülmüştü. En mütevazı yaşamı
abacılar sürdürüyorlardı, çünkü bunlar gerçek gurbetçi ve lstanbul'un geçici sakinleriydi. Abacılar eylül
sonuna doğru geliyor ve malını satabildilerse Noel'den sonra Avratalan'a dönmeye başlıyorlardı. Ortıkları
olanlar ve dönüşümlü olarak bütün yıl lstanbul'da kalanlar dışında neredeyse hiçbir abacı paskalyaya,
kalmıyordu. Gürcü ve dönmelerin büyük kısmının aileleri vardı ve bunlar mahallelerde yaşıyor, Çorapçı
Han'daki odaları sadece yazıhane olarak kullanıyorlardı. Ancak Avratalanlılar geceleri mahallelerde kalan
soydaşlarına kötü gözle bakıyorlardı. Bunlar peşinen ahlaksız insan olarak görülüyor ve gerçekler de büyük
ölçüde öngörü ve kaygılarını haklı çıkarıyordu. Herhangi bir abacı mahalleye yaşamaya gidince, önce onun
masrafları ikiye katlanıyor, ardından da ahlakı bozulması, Avratalan'ı unutması vs. başlıyordu. iyi bir abacı­
nın, hava kararınca odasına dönmesi, sabah erkenden kalkması ve lokantalardan uzak durması gerekiyor·
du. Bu hususlar ustalar için geçerliydi. Kalfa ve çırakların koşullan daha da ağırdı. Abacılar çamaşırlarını
çamaşırcı kadınlara veriyorlardı. Bu sadece varlıklılar için geçerliydi, daha yoksullar ise çamaşırlarını handa
yıkamaları için çıraklarına veriyorlardı. (Mihail Macarov, Hatırat, 1968, s. r50-r5r).
4 Georgi Gruev (1832-1899): lstanbul'da bağımsız kilise mücadelesinde yer alan, daha sonra Şarki
Rumeli Vilayeti'nde idari görevler üstlenen toplumcu -H.M.
5 Gavril Moravenov (1803-1882): Bulgar tüccar, lstanbul'da Bulgar cemaatinin oluşmasında ve
bağımsız kilise mücadelesinde aktif rol aldı -H.M.

Kuoüs YOLCULU�U 49
zamanın önde gelen gençleri bizi ziyaret ediyorlardı. Bunların bir Bulgar
aile ortamında bulunmaktan hoşlandığı belli oluyordu. Çoğu Yunancayı
iyi konuşuyordu, ama Rum cemaatine yabancıydılar. Bu gençlerin önemli
bir kısmı bekar kaldı, çünkü Bulgar kolonisinde kadın gayet kıttı. Aslında
gençler Rum kızlarıyla evlenince kimliklerini veya en azından çocukların
benliklerini yitireceklerinden emindiler. Rumlar o zaman çok etkili ve
kibirliydi, kendilerini çok medeni, Bulgarları ise iptidai bir millet sayıyor­
lardı. Gerçekten Rum kızları bir Bulgarla evlenmeye can atıyorlardı, çünkü
Rum erkeklerine göre Bulgarlar daha düzgün, tutumlu ve düzenliydi. Yine
de Rum kızlarında, çok istedikleri bu "iyi" Bulgarların kolayca "iyi" Rum
olacakları ve çocukların da Yunancayı ve Yunan kültürünü benimseye­
cekleri umudu ağır basıyordu. Bulgar gençlerin önünde, zamanında Rum
kızlarına evlenmiş yaşlı Bulgarların örneği vardı ve bunların durumu pek iç
açıcı değildi. Karışık evlilikler Bulgar kimliğinin korunması açısından pek
umut verici değildi. Tabii ki, istisnalar da vardı, ama bunlar az ve genelde
değişen koşullardan kaynaklanıyordu.6
Tuttuğumuz eve yerleşeli iki hafta olmamıştı ki, sokaktan gelen kor­
kunç bir ses hepimizi uyandırdı: "Yangın var!" Bu dehşet verici nara bütün
mahalleyi ayağa kaldırdı. Sokağa fırlayan insanlar yangının nerede çıktığını
soruyorlardı. İ stanbul' da sıkça yangın çıkıyor ve bazen koskoca mahalleleri
yok ediyordu. Yerliler bu korkunç olayı o denli çok kanıksamıştı ki, sadece
yakındaysa ve mülk ve canlarına doğrudan bir tehlike oluşturuyorsa yangın­
la ilgileniyorlardı. Yangının karşı kıyıda veya uzak bir mahallede olduğunu
duyunca rahatça yatıyor ve ertesi gün yanan ev sayısını öğrenmeyi bekli­
yorlardı. Ancak bizler için bu yangın yeni bir şeydi. Kaldı ki, yangının yeri
de kaldığımız evden pek uzakta değildi. Evdekilerden habersiz ben aceleyle

6 "Ne ilginçtir ki, lstanbul Bulgarlarının yüzde biri bile burada ailesiyle yaşamıyordu. Hepsi neredey·
se gurbetteydi ve bu husus onları şehirde yabancı ve geçici kılıyordu. Fener'deki Bulgar mektebindeki
talebelerin büyük kısmının yanında anneleri yoktu. O dönemde lstanbullu kızla evlenen bir genç,
Bulgar milleti ve kendisi açısından yitik sayılıyordu. Bulgarlar Rum aileler hakkında, hak ettiklerinden
çok daha kötü şeyler düşünüyor, Rumların hayatının daha çok olumsuz yönlerini görüyorlardı. Rum
papazların rızasıyla zorla ve hileyle gerçekleştirilen evlilikler hakkında Bulgarlar arasında ne utanç verici
ve şaşırtıcı hadiseler anlatılıyordu! Rumlar, özellikle de Rum kızları, Bulgarları saf, ama daha tutumlu
ve düzgün kocalar olarak görüyor, o yüzden bunları cezbetmek için büyük çaba harcıyorlardı." (Mihail
Macarov, Hatırat, 1968, s. 195)

lsrAN BUL VE KENTTEKİ YAŞANTI M ız


aşağıya indim ve sokakta durdum. Ortalığı hiçbir şey anlayamadığım ses,
gürültü ve bağrış çağrış inletiyordu. İ stanbul'da, cami veya kiliselerin des­
teklediği yüze yakın yangın söndürme ekibi vardı. Tulumbacılar, tulumbacı
kıyafeti ve düşük bir aylık ücret alıyorlardı. Bölgelerinde herhangi bir yan­
gın çıktığında, tulumbayla olay yerine yetişmek ve yangın söndürülünceye
kadar orada çalışmak zorundaydılar. Geri kalan zamanda, kendi zanaahnı
icra etmekte serbesttiler. Tulumbacıların öngörülmemiş gelirleri olduğu
konuşuluyordu -yanan evin komşuları, mülklerini korumayı başardıkla­
rında onlara küçümsenmeyecek paralar veriyorlarmış. Her tulumbacının,
becerikliliği ölçüsünde bazı gelirleri olduğundan söz ediliyordu. Bazen sön­
dürme sırasında değerli eşyalar da bulunuyor ve bunlar bulanın elinde kalı­
yormuş. İstanbul'daki Hıristiyan azınlıklar için özel tulumba ekiplerinin
milliyetçi amaçları da vardı. Bir tulumbaya, eğitimden geçmiş ve ünifor­
malı 20-30 genç kahlıyor ve yangın sırasında bunlar sanki bir askeri birlik
gibi hareket ediyordu. Rum, Ermeni ve Yahudiler gibi, Bulgar kilisesinin
mütevelli heyeti de, merdiven, kanca, su kazanı gibi gerekli donanımıyla
bir tulumba edindi ve Bulgar zanaatçılardan oluşan bir ekip kurdu. Fener'e
ilk gittiğimde, Bulgar tulumbasını ve birkaç tulumbacıyı bana Bulgarların
gurur kaynağı olarak göstermişlerdi. Sanırım tulumbacılar resmi görevliler
olmamalarına rağmen Osmanlı sisteminde bazı ufak tefek ayrıcalıklara
sahiptiler. Osmanlı zabıtası onlara diğer tebaaya göre daha hoşgörülü dav­
ranıyordu. Bulgar tulumbacılar da ötekilerinden daha becerikli ve yürekli
olduklarını göstermek istiyorlardı; yangın sırasında diğerlerini, özellikle de
Rum tulumbacıları geçmeye bakıyorlardı.
Sokakta, yığılmış kalabalığın arasında dururken, ses ve düdüklerle
iki tulumbacı ekibi geçti. Neredeyse aynı anda, gürültüyle Fener' den üçüncü
bir grup daha belirdi. Yanımda duran seyirciler, " Bulgarlar! " dediler. Ben,
başka açıklama beklemeden peşlerinden koştum ve birkaç dakika sonra yan­
gın yerine vardık. Halen yanmaya devam eden evleri zabıta sarmışh, ama
Bulgar tulumbacılara yer açıldı ve onlar da diğerlerin arasına yerleşti. Milli
gururum öylesine okşandı ki, hemen peşlerinden koşmaya hazırdım, ama
bir polis göğsümden sertçe itince nefesim kesildi ve ileri gitmek bir yana,
yönümü şaşırmamak ve yangından kurtarılan eşyaları korumaya gelen atlı

Kuoüs YoLCULU�u
zabıtaların beni ezmemesi için geldiğim yoldan geri dönmem gerekti. Eve
dönüp maceraperestliğimden dolayı azarlanmaya başlanınca, yaphğımın ne
denli akılsızca ve tehlikeli olduğunu anladım. Yine de pişman değildim, çün­
kü Bulgar tulumbacıların peşinden koşarak bir kahramanlık sergilediğimi
düşünüyordum. Şimdi gençler Sofya İtfaiyesi'ne hayranlık duyuyor, çünkü
gerek düzeni ve disiplini, gerekse donanımıyla gerçekten büyük bir kurum.
Fener'deki Bulgar tulumbası ise küçücük bir şeydi, ancak biricik askeri
birliğimiz olduğundan, her zaman Bulgarın milli duygularını okşuyordu.
Yangın yerine yetişmesi veya söndürmedeki her zaferi bizde hayranlık uyan­
dırıyordu. O zaman küçük zaferlerle de yetiniyorduk. Milliyetçi fantezimiz
bunları büyük iş olarak görüyordu. O yıllarda, Fener rıhhmındaki Rum
gazinosundaki Bulgar başgarsona bile hayran kalıyorduk, çünkü emeği ve
yeteneğiyle ıo'a yakın Rum ve Ermeni garsona emir verme seviyesine yük­
selmişti. O devirde, ateşli ve saf milliyetçilikleri dışında, Bulgarların her şeyi
küçüktü. Fener' deki kilisemiz yarı yıkık özel bir evdi, alt kah ibadethane, üst
kah ise okuma yurduydu; ayrıca, Metoh denilen karşıdaki taş yapıda yer alan
Bulgar mektebinde okuyan talebelerin yurduydu. Evet, sıradan ve yoksuldu
bu küçük kilise, ama yortu günlerinde müminler sıkça avluya da taşıyordu.
Burada ünlü kilise öncülerimizin vaizleri gürlüyordu.
Biz Avratalan'da kışın çamurun ne olduğunu bilmeyiz -bizim orada
toprak kumluydu ve neredeyse bütün sokaklarımız taş döşeliydi üstelik dar
da olsa yaya kaldırımımız vardı. Mahallemizde, hatta başka merkezi mahal­
lelerde ahk suların toplandığı kanallar vardı. Ancak İ stanbul, payitaht olma­
sına rağmen, özellikle de Bulgar kilisesi etrafındaki mahalleler çamurlu
sokaklarıyla dikkat çekiyordu. Ağırlıkla Yahudilerin yaşadığı Balat'ın çamu­
ru dillere destan olmuştu. Ara sıra lapa lapa yağan kar tutsa, kısa bir zaman
için de olsa temiz sokaklar görülebiliyordu, ancak burası, kuzey ülkelerinin
bu ayrıcalığından yoksundu. Faytonla yolculuk etmek çok pahalı olduğun­
dan, Bulgar abacılar bu lüksten kaçınıyorlardı. Ucuz ve uygun ulaşım aracı
olarak belirli tarifeyle Haliç'te 20'ye yakın iskeleye uğrayan kayık ve küçük
vapurlar kullanılıyordu. İstanbul'da kaldığımız süre içinde sadece iki kere
fayton kullandık. Birincisinde, esnafın çok saydığı Balıklı Rum Kilisesi'ne
gitmek için. Kilise yortusuna (Paskalya Cuması) binlerce mümin kahlıyor

52 l sTANDUL VE KENTTEKİ YAŞANTı M ız


ve bunların arasında Bulgar usta ve kalfalar da yer alıyordu. İstanbul'un
etkisiyle bütün Güney Bulgaristan'da bugüne dek Paskalya Cuması çok
büyük bir yortu olarak kutlanır. ikincisinde de, Tatavla Mahallesi'nde bir
Rum eğlencesine gittik. Kının Savaşı'ndan sonra babamın şirketi Mısır'la
ticarete başlayıp Kahire ve iskenderiye'de dükkanlar açınca, yün çorap, ter­
lik ve üst giysi gibi ihraç ürünleri ağırlıkla Bulgar menşeliymiş. Mısırlıların
zevkinin değişmesiyle ürünler de giderek değişmeye başladı. Sözgelimi,
kalın Avrupa çuhasından paltolar Avratalan ve İ stanbul'da hazırlanıyordu.
lstanbul'da ıo kalfası olan Dimitraki adında bir Rum vardı, babamdan top
top kalın çuha kumaşı alıyor ve her cumartesi Çorapçı Han'a dikilmiş pal­
tolar getiriyordu. Bu işten çok memnun olmalıydı ki, babama karşı gayet
saygılıydı, aynca siparişi zamanında yetiştirmek için öteki müşterilerini
bırakmıştı. Bu adam babamı, annemi, komşu kadın Palaveeva ve biz çocuk­
ları eğlenceli bir geceye davet etmek için iki kere Fener'e geldi. Böylece
İstanbulluların iç yaşantısını görecektik. Bu davet ilk başta ailede pek hoş
karşılanmadı, çünkü annem ve Palaveeva yabancı dil bilmiyorlardı, üstelik
gerek giysileri, gerekse Avratalanlı gibi başlarını kapatmaları, kendilerini
Rum kadınlarından çok farklı kılıyordu. Dimitraki'nin ısrarı ve Tatavla'da
gerçek bir Rum eğlencesi görme merakı karşısında kabul ettik. Dimitra­
ki'nin ahşap ve pek büyük sayılmayan evini iyi giyinmiş erkek ve dekolteli
kadınlarla dolu bulduk. Rum usta bütün varıklı yakınlarını toplamıştı, bun­
ların arasında İstanbul sosyetesinde iyi tanınan, Rum asıllı, ama Rusya'da
tıp okumuş ve Rus adını benimsemiş Dr. Orlov da vardı. Bu dekolteli,
pudralı ve kokular sürünmüş yabancı kadın ve kızlar arasında hepimiz,
özellikle de annem ne yapacağımızı şaşırdık. Rum kadınlar birer birer
tokalaşmaya geliyor ve bu bizi daha çok rahatsız ediyor ve sıkıyordu. Babam
biraz Yunanca biliyordu bilmesine, ama bu, çarşı Yunancasıydı; Türkçeyi
ise sadece erkekler konuşuyordu. B abam bir dilden diğerine çevirmeye çalı­
şıyor, ama bunca kalabalık arasında daha da çok sıkılıyordu. Rum kadınlar
serbest ve kendinden emindi. Danslar başlayınca birkaç çift, gıcırdayan dar
salonda dönmeye başladı. Biz bir yan odaya götürüldük ve buradan dans
edenleri izliyorduk. Avratalanlı iki kadın için bu danslar, sadece dekolte­
lerden değil, ama erkeklerin kadınların beline sıkılmadan sarılmalarından

KUDÜS YOLCU LU�U 53


dolayı da tam bir skandaldı. Bir ara yanıma benden birkaç yaş büyük bir
kız geldi, kolumdan tuttu ve onların horasını öğrenmem için beni salona
götürmek istedi. Bütün Bulgar horalannı biliyordum, ama Rumların dansı
benim için tamamen yeni bir şeydi. tık kez erkeklerin kanlarına, üstelik
başkalarının gözü önünde, sarıldıklarını ve salonda döndüklerini görüyor­
dum. Beni davet eden kız neşeli, konuşkan ve cıvıl cıvıldı, ama onun cıvıl­
hsından bir şey anlamıyordum. Bizim horamız olsaydı, dilini bilmesem de
onunla oynayabilir, onu yorabilirdim, ama bu şehir kokonalarının dansını
hiç bilmiyordum ve baş hareketleriyle ve ellerimi savurarak bu nazik daveti
reddetmem gerekti. Dr. Orlov Rusça konuşmayı denedi, ama çok geçme­
den bu dili de Kilise Slavcası'nı oldukça iyi bilen babam dışında pek az anla­
dığımız ortaya çıkh. Danslar gece yansına kadar sürdü ve bizim sıkınhlı
durumumuzu epeyce rahatlath. Seyretmek bizi bilmediğimiz yabancı bir
dili dinlemek ve işaretlerle cevap vermekten kurtarıyordu. Nazik ev sahibi
eşiyle birlikte bize tamamen yabancı olan bu ortamda sıkılmamamız için
her şeyi yaph, ama bunun zor olduğunu görüyordu. Biraz daha kalmamızı
istediler, ancak bazıları için o denli neşeli, ama bizim için sıkıcı olan bu evi
terk ettiğimizden dolayı gizleyemediğimiz bir neşeyle herkesle vedalaştık.
Sokağa çıkıp faytona binince, büyük bir yükten kurtulduğumuzu hissettik.
Bütün bir hafta boyunca bu müsamerenin etkisi altındaydık. Ev
sahibi bununla sempatimizi kazanmayı düşündüyse, yanılmıştı. Anneleri­
mize bu geceden sadece kötü hatıralar kaldı. Avratalan'da allık kullanmak
kötü sayılıyordu. Ara sıra gerçekten allı pullu yüzlere rastlanıyordu, ama
bunlar alt tabakadan ve kendilerine kuşkuyla bakılan kadınlardı. Bu müsa­
merede Dr. Orlov'un hanımı da allanıp pullanmıştı. Hele de belden sarıl­
mak ve kadın göğüslerine yaslanmak bizim o dönemki anlayışımız için tam
bir baştan çıkarmaydı. Oraya toplanan Rum topluluğun bizim hakkımızda­
ki izlenimleri neydi acaba? Herhalde hoş değildi. Biz onlara ilkel ortamdan
gelen insanlar gibi göründük. Gerçekten iki Avratalanlı kadın pahalı, ama
Avratalan'da Avratalanlı terzilerin diktiği elbiseler giymişti. Filibe modası
Avratalan giysileri üzerinde kısmen de olsa bir etki yapıyordu, ama başör­
tüsü kapelayla değişmedi sözgelimi. Annem ve arkadaşı o kadar çok şehir
dolaşhlar, ama yine de Avratalan'a başlarındaki eşarplarla döndüler. Bunun

54 lsTANBUL VE KE NTIEKi YAŞANnMız


yurtdışı yolculuklarında büyük sıkıntıları vardı, ama gelenek rahatlıktan
daha güçlü çıktı.
Avratalan mektebinde beynimize kazınan vatanperver hisler, İstan­
bul'da perçinlendi. Özerk kilise mücadelesi her yıl daha da alevleniyordu.
Her pazar kiliseden sonra bize gelen misafirler, Filibe'den farklı olarak
nezaket gösteriyor ve "Yunan papazları beslemeye gidiyorsunuz!" diye
hacılığımıza karşı çıkmıyorlardı. Ancak kilise meselesi ateşli tartışmalara da
neden oluyordu. Biz gençlerde, her zaman aptal ve köle bir halk kalmamız
için Bulgarların zengin edebiyatının Yunan ruhbanlannca ateşe verildiği
konusunda sarsılmaz bir kanı oluşmuştu. Ev sahibimiz Yunanca, epeyce
oylumlu bir kitap yayınlamış ve ikinci katta büyükçe bir sandığa bundan
ıoo adet civarında depolamıştı. Yunanca anlamadığımdan kitabın içeriğini
bilmiyordum, ama benim için önemli olan Yunanca olmasıydı ve onun yok
edilmesiyle, kısmen de olsa, bir zamanlar Bulgar kitaplarını yakan Yunan
ruhbanlarının açmış olduğu onulmaz zarara karşılık verebiliyordum. Bizim­
kiler farkında olmadan her gün birkaç koliyi ateşe atıyordum. Bu yolla artık
depodan 5-6 adet gitmişti. Bir ara ev sahibi kendi veya başkasından bu bar­
barca eylemi öğrenmiş ve babama şikayet etmiş. Babam da çok içerleyerek
beni sorguya çekti. Ben, vatanperver gerekçelerimi açıkladım ve beni bu
yakışıksız işi yapmaya iten duygulan itiraf ettim. Bu durumda herhangi bir
kanıt bulmamım hiçbir geçerli yanı yoktu, çünkü babam sarsılmaz başka bir
kanıtla çıktı karşıma: Çok iyi bir insan olan ev sahibimiz, bilmem hangi pis­
koposun yaptığından sorumlu olamazdı. İşlediğim suçla ilgili gayet kabaca
uyarıldım, birkaç gün kadar da evdekilerin zılgıtlarına maruz kaldım. Şunu
söylemem gerekir ki, o zaman zengin ve büyük bir edebiyatımız olduğuna
ve bunun Yunan ruhbanlığınca yok edildiğine inanmayan okuryazar Bulgar
yoktu. Bulgarca kitapların yakılışıyla ilgili bu hadise o zaman sadece ağızdan
ağza yayılıyordu. Serbest bir şekilde Türklere karşı kinimizi dile getireme­
diğimizden, bunu içimizde çoğaltarak Yunan ruhbanlığına yöneltiyorduk.
Osmanlı hükümeti milli uyanışımızın bu yönde gelişmesinden
memnundu ve bırakın engel olmayı, hatta teşvik ediyordu. Eğitim ne denli
yayılıyorsa, Türk egemenliği de o denli daha net hissedilmeye başlıyordu.
Gerçekten İ stanbul Bulgarları kendi yazgılarından memnun olduklarını,

Kuoüs YoLcuLu�u 55
kilise bağımsızlığı verilirse isteklerinin yerine geleceğini sıkça söylüyorlar­
dı, ama bu sadece sözdeydi. Bulgarların gönlünde siyasi bağımsızlık kıvıl­
cımı yanıyor ve bu genelde Eflak ve Rusya'daki sığınmacılar arasında canlı
tutuluyordu. Talebeyken, Avratalan çayırlarında birkaç devrim türküsü
öğrenmiştik. Bunlardan biri olan "Alevlen, alevlen artık, halk sevgisi"7 tür­
küsünün müziğini bir keresinde Galata' da birkaç neşeli Rumdan duydum;
sözleri de aynı fikri mi ifade ediyordu, bilmem, ama Avrupalı ve Türklerin
biz Bulgarları sadık reaya olarak algılamalarına rağmen, İstanbul Rumları
bizden çok daha serbest yaşıyorlardı. Her şeyden önce İstanbul Rumları
sayıca çok ve maddi açıdan güçlüydüler. Sadece bu değil, İstanbul'da çok
Yunan uyruğu vardı ve bunlar büyük devletlerin vatandaşlarıyla aynı ayrı­
calıklara sahipti. Rumlar ve Yunanlar öyle karışmıştı ki, Türk polisi bile
bunları ayırt edemiyordu. İsyana davet eden marş söylediğinden dolayı
herhangi bir yerli Rumu Türk hükümeti kovuşturmaya başlasa, o hemen
Yunanistan Elçiliğine sığınabiliyor veya daha kolayı -Haliç'i dolduran çok
sayıdaki Yunan gemilerinde gizlenebiliyordu. Hükümetin Rumlara isyan­
cı, bize ise sadık reaya gözüyle bakmasına rağmen, Rumlar bizden daha
çok sayılıyor ve seviliyordu. Türkler bizden çekinmiyordu. Himayesi altına
aldıklarında bile, bunu bizi yüceltmek için değil, Rum nüfuzunu zayıflat­
mak için yapıyorlardı. Biz de bu psikolojiden yararlanarak milli uyamşımızı
geliştiriyorduk.8

7 "Alevlen, alevlen artık sen, ey halk sevgisi. .. ": Bulgar şair Dobri Çintulov'un (ı822-1886) marş ola­
rak söylenen "Neredesin sen, ey sadık halk sevgisi" şiirinden bir alıntı -H.M.
8 "Bir süre ben Fener'deki Metoh'ta Bulgar Mektebi'ne gittim, ama pek faydasını görmedim, çünkü
önceden lstanbul'da sadece birkaç ay kalacağımız biliniyordu. Buna karşılık başka bilgiler edindim ve
bunlar bana okulda edindiklerimden daha fazla yarar sağladı. Birçok dilin konuşulduğu büyük lstan­
bul'da benim için her şey yeniydi. O ana kadar adını bile duymadığım milletlerin temsilcilerini bizzat
gördüm. Ayasofya'yı, Vlaherna Kapısı'nı, Yeniçeri Müzesi'ni, Hipodromu, padişah saraylarını; kısaca,
Bizans'ın eski ve lstanbul'un yeni tarihinde ilgi uyandıracak her şeyi gördüm. lstanbul Bulgarlarının
bahçıvan kulübelerine kadar giderek yaşamlarını gördüm. lstanbul mahallelerinde birkaç müsamereye
katıldım ve Rumların özel yaşantılarına tanık oldum. Birkaç kez Ortaköy'ü ve bizim papazları ziyaret
ettim. lstanbul yangınlarını gördüm ve pazvantların korkunç naralarını duydum. iki ayda coğrafya,
etnografya ve tarih konusunda, son iki yılda Avratalan mektebinde öğrendiklerimden çok daha fazlasını
öğrendim. Denizi ve vapurları görünce, yerkürenin yuvarlak olduğunu anladım. Coğrafya ve tarih ala­
nında birçok yanlış bilgiyi lstanbul'da geçirdiğim kısa dönemde düzeltmem gerekti. lstanbul'da Bulga­
ristan hakkında da daha doğru bir fikir edindim. Bunu Bulgar topraklarında iki ay gezsem yapamazdım.
O yıllarda ülkemizin her bölgesinden, dış görünümü ve giysileriyle bile birbirinden ayrılan temsilcileri
lstanbul'daydı. (Mihail Macarov, Hatırat, 1968, s . 194).

lsTANBUL vE KENTTEKİ YAŞANTIMtz


Eğer eski hacıları örnek alsaydık, sonbaharda veya en azından
Noel'den önce Filistin'e doğru yola çıkmamız gerekiyordu. Böylece büyük
yortular sırasında kutsal yerleri görebilirdik. Sözgelimi Noel'de Beytülla­
him'e gidebilirdik, Suya Haç Atma gününde Şeria sularına girebilirdik, yor­
tulara göre bütün kutsal yerleri veya hiç değilse bunlardan önemli olanları
dolaşabilirdik, çünkü o zamanın ulaşım imkanlarıyla manashrdan manashra
gidebilmek için deve veya merkeple aylarca yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Ancak babam İstanbul'daki ticareti bu kadar erken bırakamazdı. Mısır için
yeni mallar alması, göndermesi ve en azından abacılığın esas mevsiminin
bitmesini beklemesi lazımdı. Annem ve Palaveeva, bir dizi yenilik sunması­
na, birçok mucize içermesine rağmen kendilerine yabancı olan İstanbul'da
sıkılıyorlardı. Bu kent onların susuz kalmış kalplerinde Filistin'in mukaddes
yerlerinin yerine geçemezdi. Eğer mesele sadece İstanbul'u görmek olsaydı,
6-7 aylığına evlerinden ve çocuklarının yarısından ayrılmaya cesaret edebi­
leceklerini hiç sanmıyorum. Onlar için İstanbul, Kutsal Topraklara ulaşmak
için sadece bir aşamaydı. Annem ve Palaveeva'ya Kudüs, Beytüllahim ve
Şeria vaat edilmişti. İstanbul da, İskenderiye de, Kahire de gerçekten ilginç
yerlerdi, çünkü kocalan buralarda onlarca yıl yaşamış ve ticaret yapmışlardı,
ancak meşakkatli yolculuğun nihai hedefi bu şehirler değildi.
Bu nedenle, Noel geçer geçmez yeniden yolculuk hazırlığına başla­
dık. Bu sefer kat edeceğimiz yol daha az biliniyordu ve daha zordu, çünkü
büyük bir deniz geçilecekti. Noel yortusu Fener'deki hayatımıza epeyce
büyük değişiklik katmışh. Noel, Türk payitahhnın her yanına dağılmış olan
birçok Bulgarı Bulgar kilisesine topladı. Bunların arasında, henüz görme­
diğimiz birçok Avratalanlı da vardı. Bazı Avratalanlılar bizi evde ziyaret
ediyor ve hayahmıza yeni bir hava kahyordu. Bazıları çoktandır haber alma­
dıkları ailelerini sorup soruşturuyor, başkaları gelecekteki yolculuğumuzla
ilgileniyor, bazıları da çok az insanın görme şerefine nail olduğu yerleri
göreceğimizden dolayı bize gıpta ediyordu. Fener'deki kilisede ünlü dini
ve dünyevi önderlerimizi gördüm. O zaman kilise şarkıcısı, daha sonra
Dorostol-Çerven Metropoliti olan Arşimandrit Gregoriy'di.9 Gazetecilerden

9 Grigoriy (dünyevi adı Georgi Nemtsov, 1828-1898): Bulgar din adamı, merkezi Rusçuk olan Dini
Bölge'nin metropoliti (ı872-1898) -H.M.

Kuoüs YOLCULU�U 57
Petro R. Slaveykov10 ve İvan Naydenov" oradaydı. Daha sonra üne kavuşan
piskoposlardan bazıları da oradaydı. Kilisede hiçbir düzen yoktu. Birileri
giriyor, başkaları çıkıyordu. İçeride olanlar ise, piskoposlardan bazılarını
işaret ederek konuşuyorlardı. Ancak Noel yortusunda dikkatimi en çok
haçın denize atılması çekti. Kilisede ayin sona erince, büyük kalabalık
tarafından takip edilen ruhaniler kayık ve 5 -6 mavnanın beklediği kıyıya
yöneldiler. Ben uzaktan seyrediyordum, çünkü bütün çabalanma rağmen,
abacı kalfalarının, fırıncı, bahçıvan vs. güçlü bedenleri arasından kendime
yol yaramadım. Ancak piskopos suyu kutsadıktan, yüksek sesle bir şey söy­
ledikten ve elindeki ahşap hacı fırlattıktan sonra, mavnalardan 6-7 çıplak
kişi suya atladı ve birbiriyle dalaşmaya başladılar. Mücadeleyi ve sonucunu
daha iyi görebilmek için seyirciler kıyıya yanaştılar. Kalabalığın merakı o
kadar büyüktü ki, eğer silahlı Türk zaptiyeler önünde durmasa, herhalde
suda haççı yakalamaya çalışanlarla karışacaktı. Mücadele bir-iki dakika
sürdü ve ardından galip gelen kutlanmaya başlandı; o, kilisenin avlusuna
çıktı ve para toplamaya başladı. Seyircilerin hayranlığı eşliğinde çanak hızla
doluyordu. Yanımda, yarışın danışıklı olduğunu ve çanağa toplananın suda
yarışanlar arasında paylaşılacağını söyleyen bazı şüpheciler de vardı. Ancak
seyirciler haçı yakalayanın günün kahramanı olduğuna kanaat getiriyordu.
Haçın suya atılması İstanbul'un birkaç yerinde daha yapılıyordu. Denize
yakın olan daha başlıca Ortodoks kiliselerinin din adamları o gün dua ve
haç atma merasimi düzenliyorlardı. Bu, İstanbul'daki Hıristiyan kilisesinin
bir resmigeçidiydi. Bulgarlar, alem önünde kendi kalabalığını ve gücünü,
belki de Ortodoksluğunu göstermek için bu fırsatı kaçıramazlardı, çünkü
eğer Fener' deki Bulgar kilisesi bu geleneği sürdürmeseydi, birçok Bulgar,
haç atma seremonisini izlemek için herhangi bir Rum kilisesine gidecekti.

10 Petko R. Slaveykov (1827-1895): 19. yüzyıl Bulgar toplumsal ve kültürel tarihinin önde gelen kişisi;
lstanbul'da yayınladı� gazete ve dergilerle Bulgar gazeteciliğine yeni bir boyut kazandırdı, aynca şair,
çevirmen, derlemeci, siyasetçi kimlikleriyle de karşımıza çıktı. (Daha ayrıntılı olarak bkz: H üseyin
Mevsim, "Petko Slaveykov'un (1827-1895) Ak Baldırhnın Çeşmesi Başlıklı Poemasında lstanbul",folklor/
edebiyat, 46, 555-566, 2006, Ankara.) (H.M.)
ıı lvan Naydenov (1834-1910): lstanbul'da muallimlik ve Pravo (Hak), Napredık (İnkişaf) gibi Bulgarca
gazetelerin genel yayın yönetmenliğini yapan aydın - H . M .

lsTAN BUL VE KENTIEKİ YAŞANT I M IZ


ALTINCI BÖLÜM

MISIR1DA
cak ayında İstanbul gittikçe daha çamurlu ve iç karartıcı oluyordu.

O Sıcak yerlere gitmek için gün sayanlar için artık hiçbir cazibesi
kalmamışh. Mısır'ın en güzel zamanının Noel ve Noel'den sonra
olduğunu hepimiz biliyorduk. Çok pahalı ve zaman zaman İ stanbul'a kadar
ulaşan sebzelerin tam bu mevsimde yetiştiğini de biliyorduk. Kış aylarında
bu uzak diyarın cazibesini biliyor ve yolculuğa çıkmak için sabırsızlanı­
yorduk. Nihayet babam ticari işlerini bitirdi ve İstanbul'dan ayrılacağımız
günü söyledi. Ev sahibiyle ödeşti. Karamanlı öyle memnun kaldı ki, gider­
ken bana Türkçe, "Davranışının naiflik olduğunu düşünüyor ve seni affedi­
yorum" dedi. Akşama doğru Avusturya Loyd şirketine ait bir vapura bindik.
İkinci sınıf kamarada yerimizi aldık. Her şey temiz ve düzenliydi. Yatmak
için erkek ve kadın olmak üzere özel bölümler vardı. Bütün vapurda Bulgar
olarak sadece biz vardırk. Ancak Slav halklarına sempati duyan Adriyatik
kıyısından Slavlardan olan kaptan ve denizciler Bulgarca anladığından
onlarla konuşabiliyorduk.
Vapur henüz hareket etmemişti ki, annem ve arkadaşı kötü bir
kokudan, vapur sallanhsı ve mide bulanhsından şikayet etmeye başladılar.
H içbir avutucu ve sakinleştirici söz etki etmiyordu. Bu sırada akşam yemeği
için masa tertip ediliyordu. Babam, Loyd vapurlarındaki güzel yemeklerden
söz ederken, annemin yüzü gittikçe sararıyordu. Annem kesin bir şekilde
yemek istemediğini söyledi ve yatmak istedi. Arkadaşı da aynısını yaph.
Vapur Marmara'ya girdiğinde babamla akşam yemeğimizi yedik. Daha o
zaman deniz tutmasının mide sağlığıyla hiçbir alakası olmadığını anladım.
40 yıl boyunca babam hassas mideden mustaripti, annem ise hayahnın son
yıllarına kadar hiçbir mide rahatsızlığı çekmemişti. Buna rağmen babam
hiçbir şekilde deniz tutmasına yakalanmıyor, annem ise öküz arabasında
bile rahatsızlanıyordu. İstanbul' dan İzmir'e kadar bütün yolculuk boyunca
annem yataktan kalkamadı ve kadınlar kısmında Türkler de kaldığından,
iri yarı ve yakışıklı bir Dalmaçyalı olan ikinci sınıfın görevlisi içeri giremi­
yordu; henüz reşit sayılmadığımdan ben girebiliyordum ve anneme, bazen

Kuoüs YoLcu Lu�u 59


de öteki kadın yolculara hizmet etmem gerekiyordu. Deniz gerçekten dal­
galıydı ve vapur sakin Marmara'yı ve Çanakkale Boğazı'nı geçerken bile
sallanıyordu. Vapurun bütün gün duracağı İ zmir'de karaya çıktık. Hastalar
canlandı ve daha önce hiç yemedikleri iştahla yemeye başladılar. Bu şehirde
birkaç abacı hemşerimiz vardı, onları ziyaret ettik, bize şehri gezdirdiler.
İzmir bir Rum şehri izlenimi veriyordu. Her yerde Rumca duyuluyordu
ve bizim Avratalanlılar da bu dili öğrenmek zorundaydılar. Altta kalmayı
kabullenen Türkler şehirlerini Gavur İ zmir olarak adlandırıyorlardı. İstan­
bul' da olduğıı gibi burada da, Yunan uyruklular yerli Rumlarla karışmış ve
imtiyazların tadını çıkarıyorlardı. Bu yüzden çok serbesttiler ve hatta Türk­
lere karşı küstahça davranıyorlardı. İzmir vilayetinin öteki kasabalarında
da Avratalanlı abacılar vardı. Bütün Doğıı Akdeniz adalarında da olduğıı
gibi. Rumlarla iyi geçiniyorlardı, çünkü bu iki millet arasında İstanbul'daki
düşmanlık, gazetelerin çabasına rağmen, bu bölgeye kadar yayılmamıştı.
İzmir temizliğiyle, gelişmiş ticaretiyle ve Hıristiyan nüfusun serbestliğiyle
dikkatimizi çekti.
Vapurun taşıdığı veya güneye taşıyacağı çeşitli malların indirilmesi
ve yüklenmesi henüz bitmemişti, ancak artık hava karardığı için karayı terk
ederek ona dönmemiz gerekiyordu. İ zmir körfezinde deniz, açıktaki gibi
kötü değildi, ama limanı terk ettiğimizde vapur tekrar sallanmaya başladı
ve yolcuların büyük bir kısmı yeniden deniz tutmasına yakalandı. Bura­
dan İskenderiye'ye kadar hiçbir yerde durmadık ve kara görmedik. Sadece
bunu düşünmek bile sinirleri yeterince geriyordu. Ancak sallantı yoksa
deniz tutmasına da yakalanılmıyordu. İki gün boyunca kadınlar kısmında
hizmetçilik yapmam gerekti. Sadece annem değil, Hıristiyan veya Türk
olduklarına bakılmaksızın diğer kadınlar da benim kamaralarına girdiğim
anda onlara hizmet ve yardım etmemi bekliyorlardı. Pisletilmiş örtülere ve
hatta tahtalara tahammül etmek büyük dayanıklılık gerektiriyordu. Gün
içinde İzmir'de tüketilen her şey denize iade ediliyordu. Yazın Akdeniz
çoğıı zaman ıssız ve sakin, ama ocak ve şubat aylarında neredeyse her
zaman dalgalı oluyor. Vapur büyük olmasına rağmen yüksek dalgaların
üzerinde bir kayık gibi sallanıyordu. Sular birçok kere güverteyi kapladı.
Kaptan denizcilere bütün üçüncü sınıf yolcularını ambara alma ve sadece

60 M ı s ı R'DA
kapaklan değil, bütün delikleri kapatma talimatı verdi. Kadınlar kısmında
acı ve sancı o kadar büyüktü ki, sadece inleme ve çığlık yükselmiyor, lanet
de yağıyordu. Deniz tutmasını kadınların doğum sancısına benzetiyorum.
Vapur limana yaklaşıp kıyıya demirleyince, yolcular karaya çıkıyor ve her
şey o an unutuluyordu. Birkaç dakika önceye kadar denize de, yolculuğa da
lanet okuyanları ve bu köksüz ağaca bir daha ayak basmayacaklanna yemin
edenleri hakiki bir sevinç kaplıyordu. Deniz tutmasından mustarip olan,
sağlıklı yolcunun sağlığını da, yemek iştahını da, keyfini de kıskanıyordu.
Annem, bedelleri ödenmiş olmasına rağmen methini işittiği bu yemekleri
bir kere olsun tadamadığına üzülüyordu.
Afrika kıyısı henüz görünmüyordu, ama denizcilerin hareketlerin­
den çok uzak olmadığını anlıyorduk. Coğrafi olarak bizden bu kadar uzak
Afrika kıyısını gözlerimle arıyordum, ama kıtanın kuzey kıyısı o kadar
alçaktı ki, Akdeniz'in sarımsı suyuyla kaplanmış olduğu izlenimi veriyordu.
Hiçbir şey görmememize rağmen, Afrika' da olduğumuzu hissediyor ve bir
Bulgann yaşayabileceği bu ender an bizi mutlu ediyordu. Birdenbire kar­
şımıza, içinde birkaç Arap olan küçük bir yelkenli çıktı ve kaptan vapurun
süratini düşürdü. Denizin tamamen değişmiş olmasına rağmen, yelkenli,
dalgalar arasındaki boşluklara kah düşüyor, kah yükseliyordu; öyle ki,
bizimkine yaklaşması mümkün görünmüyordu. Ancak bu şalvarlı ve kır­
mızı fesli Araplar bizimki gibi o kadar çok vapur karşılamışlardı ki, yakın­
laşmayı bırak, tırmanmaları için seyyar bir merdiven atılan vapurumuza
yanaşmışlardı bile. Yakın zamana kadar kabinlerde yatan ve ölü gibi derin
bir uykuya dalan yolcuların büyük bir kısmı, yataklarını terk etmiş ve kara­
yı görmek için güverteye çıkmışlardı. Kabinlerde sadece çok bitkin düşen
yolcular kalmışlardı. Araplar köprüden kaptanın yanına çıktılar, yelkenli de
vapurun arkasına römorkör gibi iple bağlandı. Arap denizcilerin hepimiz
için ilginç bir görüntüsü vardı: yüzlerinin rengi de, fesleri de, şalvarları da,
dilleri de ilginçti. Ama bizi en çok, gemimizin kenara çekilen kaptanının
yerine bu ilkel insanlardan birinin geçmesi ve imrenilesi bir özgüvenle
emirler yağdırması şaşırttı. Daha sonra İ skenderiye limanında, su altında
engeller olduğunu ve sadece yerli denizcilerin vapurları kazasız belasız
kıyıya yanaştırdıklarını öğrendik.

Kuoüs YoLCULuGu 61
Vapur demir ahp inme ve binme izni alındığında, kimisi Kahire' den,
kimisi İskenderiye'den birkaç Avratalanlı karşılayıcı yanımıza geldi. Babam
İvan Mihaylov Macarov ve Donço Palaveev'in kurduğu Mısır Şirketinin,
hem yaşadıkları, hem de dikimhane olarak kullandıkları Avratalan'daki
evlerinin dışında, İstanbul' da yazıhanesi, Kahire ve iskenderiye'de mağaza
ve dükkanları vardı. Babam İstanbul'daki yazıhaneye, ortağı da Kahire'deki
mağaza ve dükkanlara bakıyordu. İskenderiye; İstanbul ve Kahire arasında
teslimat noktasıydı. İskenderiye'de mallar alınıyor ve Kahire'ye gönderili­
yordu. Bu şehirde Tonço ve Dragiya Dragiyski kardeşler önce kalfa olarak
bırakılmışlardı. Daha sonra, artık yeterince sermaye biriktirip ticari tecrübe
edindiklerinde ortak yapıldılar. İlk başta sadece birer usta kesimci ve terziy­
ken, daha sonra iyi tüccar da oldular.
Donço Palaveev, İskenderiye'ye eşi ve iki küçük oğlu Semko ve Nen­
ço'yu (günümüzün büyük hayırseveri Hacı Nenço Palaveev) karşılamak için
Kahire'den gelmişti. Vapura, diğer iki ortak olan Tonço ve Dragiya Dragiyski
kardeşler ve İskenderiye'de çalışan bütün kalfalar geldiler. İlk defa yabancı
bir yere yolculuk eden, yakın kişilerce vapurda karşılanmanın, bagajın indiril­
mesinde yardım edilmenin, kayık tutulmanın, özellikle de gümrükten kolay
geçmenin ne kadar hoş olduğunu bilir. Bu, kiiltür ve idari becerisinin henüz
gelişmediği bir ülkede, bir o kadar daha önemlidir. O yıllarda Mısır, genellikle
Yunan ve İtalyan suçlularla kaynıyordu. Bunların birçoğu, bu diyarda yabancı
uyruklulara tanınan geniş kapitülasyonlar sayesinde cezasız kalıyorlardı. Yerli
halk büyük haksızlığa maruz kalıyordu, çünkü yabancılar, sadece şehirlerde
kurulan yabancı mahkemelerde yargılanıyorlardı. Dolayısıyla bir köylünün
hakkını araması çok güçtü; ilk olarak, duruşmanın yapıldığı yabancı mahke­
meye gitmek için parası yoktu; ikincisi, yabancılar önünde kendini savunamı­
yordu. Türk vatandaşlan bu imtiyazlardan faydalanamıyordu, ama Rumlar,
Yunan Devleti'nde bir kasaba veya köyünde yaşamış olduklarına dair bir belge
ibraz ederek kolaylıkla Yunan tabiiyetine geçebiliyorlardı. Mısırlı yetkililer,
bu davetsiz misafirleri sınır dışı etmekten daha iyi bir çözüm bulamıyorlar­
dı. Ancak tekrar dönmelerini önlemek için, önceden fotoğraflarını çekiyor
ve birer kopyasını gümrük idaresine veriyorlardı. iskenderiye gümrüğünde
bir odada binlerce böyle fotoğraf vardı. Yolcular, gümrük muayenesi dışında

62 M ı s ı R'oA
kimlik kontrolünden de geçiyorlardı. Eğer yolculardan biri asılı fotoğraflardan
birine benzetiliyorsa, özel bir sorguya çekiliyordu. Bu da saatlerce sürebiliyor­
du. Mısır'a haşhaş sokmak güya yasaktı ve gümrükte görünürde çok sıkı bir
arama yapılıyordu, ama yine de ülkenin her yerinde haşhaş kullanılıyordu.
Haşhaşın kaçak ithalatından elde edilen kar o kadar baş döndürücüydü ki,
kendini büyük riske atmaya değdiğini düşünenler vardı. Bizim İskenderiyeli
ortaklar gümrük idaresiyle tanışıyorlardı, çünkü neredeyse her hafta gümrük­
ten mal çekiyorlardı. Kişisel tanışıklıklar ise bu diyarda çok şey ifade ediyor.
Her şeyden önce bizimkiler, Müslüman bayramlarında bazı hediyelerle sem­
pati kazanmışlardı. Her neyse, İskenderiye gümrüğünden çok kolay geçtik
ve önceden hazırlanan kalacağımız yere doğru yola çıktık. Ortaklarımız ve
kalfaların şöyle biraz sıkışmaları, epeyce pahalıya mal olacak otele gitmekten
veya özel odalar tutmaktan bizi kurtaracaktı.
Mısır idaresinin bütün eksiklerine rağmen, İskenderiye özgürlüğü
ve bayındırlığıyla bizi kendine hayran bıraktı. Biz onu İstanbul'la karşı­
laşhrıyor ve bağımsız Türkiye'nin [Osmanlı] büyük şehirlerinin ne kadar
geride kaldığını görüyorduk. Bizler için bu tablo, padişah rejiminin inkişaf
kabiliyetinden yoksun olduğunun yeni bir kanıhydı. Büyük mağazalar,
sokakların aydınlatılması, şehrin hızlı büyümesi, kadının dokunulmazlığı,
polisin nezaketi bizler için ne Filibe'de, ne Edime'de, ne de İstanbul'da
gördüğümüz yeni şeylerdi. Aslında köyler, belki asırlar önce de olduğu gibi
kalmıştı, ancak İskenderiye gerçek bir Avrupa şehriydi. Yaklaşık 20 gün
kadar burada kaldık ve görülmeye değer her yeri görebildik. İlk geceden iti­
baren hissettiğimiz ve gayet nahoş olan şey, sivrisineklerdi. Daha o akşam,
masaya oturduğumuzda, binlerce sivrisinek üzerimize saldırdı ve bize
rahat yemek yedirmedi. Sanki biz yeni gelenler bu çekilmez sineklerin özel
dikkatine maruz kalmıştık. Avratalan'da ne tahtakurusu, ne de sivrisinek
biliyorduk. Rodosto'da tahtakurusunun ne olduğunu ve onların açgözlü ısı­
rışlarıyla öğrendik. Burada tahtakurusu yoktu, ama İskenderiye sivrisinek­
lerinin de tahtakurularından daha aşağı kalır yanı yoktu. Anne ve babamın
kaldığı odada yatak namusiyeliydi. Biz gençler alt katta, küçük pencereli bir
1

ı Namusiye: Sivrisinek veya başka böceklerden korunmak için yata�n üstüne ve yanlarına gerilen,
çadır biçiminde tül -H.M.

Kuoüs YoLcuLueu
odada kalıyorduk. Kalfalar, sivrisineklerden bir dereceye kadar koruyacak
şekilde bir şeyle sarınmamız konusunda uyardılar bizi ve birkaç Otlukbeli
çulu verdiler. Akşam geç saate kadar kaldık ve yorgun da olduğumuzdan
hemen uyuduk. Sabah kalktığımızda elimiz yüzümüz şişmiş ve kabarmıştı.
Isırılan yerler kan çıkarıncaya kadar kaşındırıyordu ve kaşımak yardımcı
olmak bir yana, sancıyı daha da azdırıyordu. Denize girmemiz tavsiye edildi
ve kıyıya gidip sığ bir yer aradık. Kış ortasında, bizim memlekette taşların
soğuktan çatladığı bir zamanda olmamıza rağmen, su bize o kadar soğuk
gelmedi ve sadece sivrisineklerin ısırdığı yerleri değil, bütün vücudumuzu
iyice suya soktuk. Kaşıntımız büyük ölçüde hafifledi. Ancak akşam olunca,
belki ilkinden daha kötü yeni bir saldırıya uğrayabileceğimizi düşünün­
ce ürperiyorduk. Bu musibete karşı bazı tedbirler almamız gerekiyordu:
Kalfalar bize, Amerikan bezinden, ağzı kınnapla büzüştürülen ve boyuna
geçirilen torbalar diktiler. Akşamları, yatmadan önce bu torbaları geçiriyor
ve boynumuza sarıyorduk; öyle ki sadece yüzümüz açıkta kalıyordu. Yüzü­
müzü de seyrek bir tülle örttük. Rahatsız edici olmasına rağmen, bu, sivri­
sineklerden korunmak için etkili bir araç oldu. Aksi halde bu şehirde nasıl
yaşayacaktık, aklım ermiyor. İskenderiye'nin bütün mahallelerinde böyle
sivrisinek sürülerinin olup olmadığını sordum. Eğer bu kadar çok varsa,
Avrupalılar bu diyara eğlenceye gelmeye nasıl cesaret ediyorlardı? Bana
otellerde ve Avrupai evlerde her yatağın namı1siyeli olduğu ve öteki mahal­
lelerde, fellah mahallelerindeki gibi sivrisineklerin bol olmadığı söylendi.
Aynca esmer tipler bu işkenceye bizim kadar maruz kalmıyorlarmış. Daha
sonra, güzel İskenderiye'de alacakları koruyucu önlemlerle herkesin, gel­
diğimiz akşam düştüğümüz durumdan kurtulabileceğine kanaat getirdim.
Dünyanın dört bucağına dağılmış olan Avratalanlılar, burada da
geçim kaynağı bulmuştu. Şirketimizin 10-15 personeli dışında, bazılarının
patron, ötekilerinin ırgat olduğu 50 ile 80 arasında Avratalanlı sütçü vardı.
Patronlardan bazıları dişi manda ahırları tutuyorlardı, ötekileri de onlardan
toptan süt alıyor ve perakende olarak ev ve dükkanlara satıyorlardı. Ahırlarda
40-50 baş dişi manda bulunuyordu; hepsi yemlikteydi. çünkü Mısır'da, biz­
de olduğu gibi. mera yok. Ot, ekin gibi ekiliyor ve bahçe gibi sulanıyor. Tarla
dışında ot bitmiyor. Biz, şehrin dışında, Nil kıyısında bulunan bazı ahırları

M ı s ı R'DA
ve yoğurt yapan sütçüleri ziyaret ettik. Taze süt Avrupalıların evlerine dağı­
tılıyordu. Lafın kısası, bizim Avratalanlılar müşterinin güvenini kazanmış­
lardı. Sundukları kalite ve temizlik sayesinde yerli Arap sütçülerle rekabet
edebiliyorlardı. O kadar sağlam bir güven ortamı oluşmuştu ki, herhangi
bir Avratalanlı sütçü İskenderiye'den ayrılma karan aldığında, müşterilerini
başka bir sütçüye 100-200 Mısır Lirası'na satıyordu. Bunun karşılığında
yeni sütçü eskisinden kendisini müşterilerine takdim etmesini ve geçici
olarak yerine, dürüstlüğüne kefil olduğu kendisini bırakbğını söylemesini
istiyordu. Dürüstlük sadece sütün temizliği konusunda değil, yeni sütçünün
sütü dağıtırken takınacağı tavır için de gerekliydi. Süt dağıtıcısı müşterinin
evine erkenden, ev sahibi henüz yataktayken gidiyor, mutfağa evden birisiy­
miş gibi giriyordu. Avrupalı böyle bir serbestliği fellah sütçüye tanıyamazdı.
Avratalanlı süte biraz su katabilirdi, ama o kadar az ki, ürüne zarar vermi­
yordu. Her türlü başka karışımdan kaçınıyordu, bu da ailede çocukların
sağlığını garanti ediyordu. Bu şekilde Avratalanlılar iyi para kazanıyorlardı.
Eğer hepsi memleketine sermayeyle dönmüyorsa, bunun nedeni meslekten
değil, daha tutarlı, daha çalışkan veya daha hovarda olmak gibi eğilimlerden
kaynaklanıyordu. Hepsi bekar hayatı yaşıyordu. Oysa i skenderiye'de çok
baştan çıkarıcı şeyler vardı. Avratalan'daki hayatla İskenderiye'deki hayat
arasında dağlar kadar fark gözleniyordu. Evli sütçülerden bazıları Avrata­
lan'a iki yılda bir dönüyorlardı. ancak bu baştan çıkarıcı şehirde, eş ve çocuk­
larını görmeden 5-6 hatta ıo yıl kalanlar da vardı. Aralarından bazıları artık
hiçbir işe yaramaz hale geldiğinde Bulgaristan'a dönüyordu. Şehrin dışında,
bahçeler içinde, zengin çocuklarının para savurmak için gittikleri bir kumar­
hane işleten Avratalanlılar vardı. Sütçülerden biri, önemli bir kurum olan
şehir hastanelerine yoğurt dağıtma işini almayı başarmıştı.
Bizim İskenderiye'de kalışımız Avratalan kolonisini canlandırdı.
Öyle sanıyorum ki, annem ve Palaveeva, İskenderiye'de mola veren ve
Avratalanlıların mandıralarını ziyaret eden ilk Avratalanlı kadınlardı. Onlar
bez başlıkları ve Avratalanlı terzinin diktiği giysileriyle yerli Avrupalı kadın­
lardan kıyafetleriyle ayrılıyorlardı. Hemşeriler aile ve akrabaları, memleket
hadiseleri hakkında bir şeyler öğrenmek istiyor ve çeşitli sualler soruyor­
lardı. Biz de bildiğimiz kadarını anlatıyorduk. Sütçülerden, biriktirdiği 80

Kuoüs YOLCULU�U
Mısır Lirası'nın yansını bir gecede kumarhane ve birahanelerde savuran,
ama dostlarım hovardalığıma şahit olmadı diye ertesi akşam ziyafetini
tekrar eden ve böylece iki yıllık emeğinin karşılığını çarçur eden bir genç
Avratalanlının hikayesini öğrendiğimizde çok şaşırdık ve üzüldük.
İskenderiye'deki Bulgarların neredeyse hepsi Avratalanlı olmasına
rağmen, aralarında kopukluk vardı; hiçbir manevi bağ ve entelektüel kaygı
olmadan yaşıyorlardı. H içbir Bulgarca gazete alınmıyor, ortak toplantılar
yapılmıyordu. Şehirde Bulgar veya Rus kilisesi olmadığından, yıllardır hiç­
bir Ortodoks ritüelini yerine getirmiyorlardı. İskenderiye Ortodoks Patrikli­
ği makamı altında Yunan kiliseleri vardı, ama bizimkilerden çok az kişi bu
ibadethaneleri ziyaret ediyordu, o da bir mum yakıp çıkmak için. Bu, bağ­
nazlık değil, kayıtsızlıktı. Avratalan'da bulundukları süre içinde yortu günü
kiliseye gitmeyi kaçırmıyorlardı, ama İskenderiye'de sanki başka bir insana
dönüşüyorlardı. Hatta Hıristiyan yortulannın gününü bile unutuyorlardı.
Yeni gelmiş olan bizlerde bütün bunlar nahoş bir intiba yaratıyordu.
iskenderiye'de 20 gün göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçti. Hava
sıcaktı, sokaklar temiz, binalar harika ve biz her gün yeni ve ilginç şeyler
görebiliyorduk. İskenderiye sayesinde sanki Batı Avrupa'yı özümsüyorduk.
Sütçülerimiz orada sadece Arapça değil, ama biraz İtalyanca, biraz Yunanca
ve çok az da Fransızca öğreniyorlardı. O zamanlarda Arapçadan sonra İtalyan­
ca geliyordu. Bazı hükümet bildirileri de bu dilde yayınlanıyordu. Garsonları
genç İtalyan kızlan olmayan birahaneye çok nadiren rastlanıyordu. Avrupalı
yerleşimciler ağırlıklı olarak İtalyanlardan oluşuyordu. İtalya ve Mısır ara­
sında, İtalyan kolonisine gittikçe daha büyüme, aynı zamanda da anavatanla
bağını koparmama imkanı veren düzenli vapur seferleri yapılıyordu.

66 M ı s ı R' oA
YEDİNCİ BÖLÜM

KAHİRE'DE
ı<: ndisinden bıkmadan, iskenderiye'den ayrıldık. Kahire treninin
üçüncü sınıf vagonuna bindik. Bir yansı yetişkinlerden, öteki yarısı
· se erkek çocuklardan oluşan sekiz kişilik bir Bulgar kafilesiydik.
Girdiğimiz vagon, kendilerine has kokuları hemen hissedilen Araplarla tık­
lım tıklım doluydu. Eğer Arapların alışkanlıkları ve zaaflarını inceleme ama­
cı yoksa, bir Avrupalı hiçbir zaman üçüncü sınıfta yolculuk etmez. Babala­
rımızın öyle niyeti yoktu, ama abacı olarak biletlerin daha ucuz oluşundan
faydalanmak istemişlerdi. Yolculuk yaklaşık 5 saat sürdü ve biz bu süreyi
herhangi bir olumsuz olay yaşamadan geçirebildik. Önemli istasyonların
hepsinde, tuhaf görünümlü pişmiş güvercin ve kızartılmış ufak yumurtala­
rın satılması dikkatimizi çekti. Vagondan gördüğümüz köylerin manzarası
hiçbir şekilde liman şehri İskenderiye'nin görüntüsüyle uyumlu değildi.
Bunun, şaşaa ve sefalet, aydınlık ve cehalet arasında tam bir zıtlık olduğunu
söyleyebilirim. Köyler, üstü toprakla örtülü birkaç kulübeden ibaretti. Hiçbir
yerde hayvan sürüleri görünmüyordu. Sadece yer yer, bir yoncalık kenarında
veya önüne bir tutam taze otun konulduğu kulübe köşelerinde bağlanmış
birer-ikişer keçi vardı.
Kahire'ye akşamüstü vardık. İstasyonda bizi birkaç kalfa karşıladı;
bunlar eşyamızı trenden indirmemize ve irice bir öküzün çektiği araba­
ya yüklememize yardımcı oldular. Kalfalar, şirketimizin ana dükkanının
bulunduğu ve ortağımız Donço Palaveev'in kaldığı Halil Han'a götürmek
üzere, bizler için bir fayton ve birkaç semerli merkep kiraladılar. Biz genç­
ler merkeplere bindik ve faytonu takip ettik. Hemen hemen her merkebin
peşinde Amerikan bezinden uzun mavi gömlekler giyen yalınayak birer
Arap yürüyordu. Geçtiğimiz ana cadde genişti ve zemini düzgündü. Asfalt
kaplı veya taş döşeli olmamasına rağmen, ne toz ne de çamur vardı. Toprak
sulanmış ve ezilmiş olduğu için, zemin, bizim köy evlerindeki toprak taba­
na benziyordu. Fayton zıplatrnadan yavaşça gidiyordu. Merkep ve sahipleri
ise var gücüyle koşmalarına rağmen, yine de geniş caddeden rahat giden
faytona yetişemiyorlardı. Ancak yana sapıp Halil Han'a yöneldiğimiz vakit,

Kuoüs YoLcuLu�u
sokaklar daralmaya, fayton da yavaşlamaya başladı. Geçtiğimiz dar sokak
kadın ve erkek fellahlarla doluydu. İnanılmaz bir gürültü kopuyordu. Sah­
cısı da, alıcısı da, herkes yüksek sesle birbirine bir şeyler söylüyordu. Sanki
tamamen Arap olan bu kesimde genel bir kavga hakimdi. Ancak bizim
bu ilginç görüntüleri inceleyecek vaktimiz yoktu. Merkep sahipleri bir an
önce dönmek ve başka yolcu almak için acele ediyorlardı. İstanbul'daki
Balkapan'a' benzeyen üç katlı ve yüksek cümle kapılı büyük bir hana girdik.
Birinci katta çeşitli malların sahldığı en az 50 dükkan sıralanmışh. Hana
girdiğimiz andan itibaren bütün bakışlar bize, özellikle de özgün giysili
kadınlara yöneldi. Merdivenlerden hanın ikinci kahna çıkhk. Burada, birin­
de Donço Palaveev'in kaldığı, ötekisini de kalfaların kullandığı iki oda vardı.
Bizim gelişimiz üzerine üçüncü bir oda da tutulmuştu. Bu handa kalanlar
çeşitli milletlerdendi. Aralarında Türk, Arap, Rum, Ermeni ve Bulgarlar
vardı. İyi Bulgarca bilen, ancak Rum gibi davranan Makedonyalı Ulahlar
da vardı. Bunların çoğu altın işlemeli, kısa kürklü ceketler diken zanaat­
karlardı. Hepsi de Arapça, Yunanca, B ulgarca, Ulahça ve Türkçe gibi üçer­
beşer dil biliyordu. Çok küçük bir istisnayla, çoğu bekardı. Kendini Rum
gibi gösterseler de, iyi bir aile hayah yaşayamayacaklarından korktukları
için, Rum kadınlarla evlenmek istemiyor, çoğu bekar kalıyordu. Müslüman
olan Buharalıların ise, biri Buhara'da, öteki Kahire'de ikişer ailesi vardı.
Mısır'da çok Buharalı vardı. Bunlar genellikle seyyar ticaretle uğraşıyordu;
sokaklarda tezgah açıyor veya köy köy dolaşıyorlardı. Şirketimiz onlarla
iyi ticaret yapıyordu. Onlara toptan olarak kaput, çorap, terlik, tespih gibi
ürünleri veresiye sahyordu. Buharalılar da her cumartesi ana dükkana gelip
hesaplarını kapatmak zorundaydı. Dürüst müşterilerdi. Türkçeye yakın bir
dil konuşuyorlardı ve bizim Bulgarların çoğu onlarla Türkçe olarak anlaşı­
yordu. H alil Han'daki ana mağaza dışında, bizimkiler çarşıda iki dükkan
daha tutuyordu. Bizden veresiye veya toptan mal alan yerli Araplar da vardı,
ancak bunların Buharalılar kadar düzgün ve dürüst oldukları söylenemez­
di. O vakit Avratalan menşeli mallar bütün Mısır'da dağıhlıyordu. Ancak
zamanla Avrupa'dan gelen zarif ürünler Bulgarların kaba ürünlerinin yeri-

r Balkapan Han: lstanbul'da Mısır Çarşısı yakınında bulunan ve r84o'lardan itibaren dükkanların
çoğuna Bulgar abacıların yerleşti�i hJn - H . M .

68 KAH İRE0DE
ni almaya başladı. Bizim Mısır'daki işletmemiz de yerli ahalinin bu tercih­
lerini dikkate almak zorunda kalıyor ve yabancı mallar yıldan yıla, buradaki
mağaza ve dükkanlarımızda bile, Bulgar mallarına üstünlük sağlıyordu.
Halil Han'a yerleştik ve sakinleri arasına katıldık. Bize sempatiyle
yaklaşan Ulahlardan bazılarıyla tanıştık. Yanlarında katran gibi simsiyah
terıli, ancak iyi giydirilen, iyi beslenen ve bakılan genç erkekler tutan birkaç
büyük Türk tüccar da vardı. Pazardan satın alınan köleler olmasına rağ­
men, sahipleri gençlere gerçek evlatlarıymış gibi davranıyordu. Kahire'de
hem beyaz, hem de siyah kölelerin satıldığı birkaç büyük ev vardı. Halil
Han'ın yakınında da, bazıları olağanüstü güzel olan Kafkas dilberlerin
satıldığı bir ev bulunuyordu. Bunlar genellikle Hıdiv veya zengin paşaların
haremleri için satın alınıyordu. Biz gençler bazen meraktan bu kız köleleri
izlemek için hanın en üst katına çıkıyorduk. Bunlar ara sıra şarkı söyleyip
eğleniyordu, ama bazen de aralarında kavga ediyorlardı. Bu beşeri malların
fiyatı yaşına göre olduğu gibi, güzelliğe ve sağlığa göre de farklılık gösteri­
yordu. Alıcının, satılan malın bütün bedenini inceleme hakkı vardı. Bizzat
hiçbir pazarlığa iştirak etmedim, ama bir dilberin, o zaman için çok büyük
bir meblağ sayılan 30 bin kuruşa, başka deyişle 300 Mısır Lirası'na satıldığı
konuşuluyordu. Zenci olanlar daha düşük fiyata müşteri buluyordu. Kafkas
kızlar İstanbul üzerinden, satıcıların kızları, kız kardeşleri veya akrabala­
rı kisvesi altında kaçak olarak; zenciler ise Sudan'dan tamamen serbest,
herhangi bir meta getirilir gibi getiriliyordu. Sudan'a gidenler, oralarda
diyar diyar gezen ve anne babaları öldürüp çocukları Kahire pazarlarında
satmak amacıyla kaçıran avcıların olduğunu anlatıyorlardı. Yılın çoğunu
Mısır'da geçiren babamın ortağı Donço Palaveev, bu Mısır usulü ticareti
o kadar özümsemişti ki, onu tamamen yasal kabul ediyordu. Hatta birkaç
kere babama, Avratalan'a hizmetçi olarak götürmek üzere iki zenci kız
satın almayı teklif etti. O dönemde hizmetçi konusu şimdikinden daha
kolay çözümlenmiyordu. Özellikle de çorap imalatı sayesinde her bir kadın
ve evde kalmış kızın geçinmek için gelir sahibi olabileceği Avratalan gibi
bir yerde. Babamın öne sürdüğü gerekçeleri de çok iyi hatırlıyorum: " Eğer
onları Müslüman sayan Türkler elimizden almazsa, günün birinde evlen­
mek için kudurmaya başlarlarsa, ne yaparız? Başımıza dert açmış olmaz

Kuoüs YOLCULUi:U
mıyız?" Elbette ki, bir Bulgar ahlaken de kadın köle kullanamazdı. Ancak
o dönemde Mısır'da kölelik yasal ve çok normal bir şeydi. Bu konudaki
serbestlik, İngilizlerin Mısır'ı idaresine aldıkları ve köle alana veya satana
büyük cezalar kesmeye başladıkları 1881 yılına kadar devam etti. Ondan
önce, aralarında bir Bulgann da bulunduğu birçok Hıristiyan Sudanlı köle­
lerin alım ve satımıyla uğraşmış ve güzel para da kazanmışlardı.
Kahire'de iki ay kadar kaldık ve bu süre zarfında şehri ve çevre­
sindeki bütün ilgi çekici yerleri görebildik. O zamanlar ne tramvay, ne de
omnibüs vardı; dolayısıyla geziler fayton veya merkeple yapılıyordu. Her yol
kavşağında 5-ıo kadar merkep bekliyordu. Sahipleri o kadar küstah ve arsız­
dı ki, müşteri kapmak için aralarında sık sık kavga ediyorlardı. Bazen güçlü
bir merkepçi sizi kapıp kendi merkebine binmek zorunda bırakabiliyordu.
Görevini oldukça düzgün yapan polis ise merkepçilerin bu güç kullanma
eğilimlerini görmezden geliyordu. Zorla bindirildiğiniz merkepten inmeyi
başarabildiyseniz bile bu defa merkepçi vazgeçtiğiniz için sizden bahşiş
isteyebiliyordu. Kısaca; fellah ya tamamen cezasız kalıyordu, ya da soka­
ğın ortasında hayvan gibi dövülüyordu. İlgimizi en çok Bulak'ın müzesi,
mumyalar ve öteki asarıatika; Verdi'nin Aida'sıyla açılışı yapılan ve Mısır
hükümetinin besteciye telif olarak 250 bin altın Leva gibi bir meblağ ödedi­
ği opera; yüksek yapılan ve yeraltı dehlizleriyle piramitler; tropik bitkileriyle
şehir parkı, güzel camisiyle şehir kalesi vs. çekti. Büyük bir şehir olmasına
rağmen, Kahire sokakları karanlıktı. Ancak geniş bir cadde şehri hemen
hemen tam ortasından yardığı için, yerel dili bilmese bile, insan yolunu
kolayca bulabiliyordu.
Afrika konusuna gelince, buradaki Bulgar ürünlerin ilk öncülerinin
Avratalanlılar olduğunu söyleyebiliriz. Onlarca yıldır şirketimiz Kahire,
İskenderiye, Tanta, ez-Zekazik vs. gibi önemli şehirlerde ticaret yapıyordu.
Şirkette çalışmış, ancak durumlarından hoşnut olmayan ve daha iyi kar
etmeyi arzulayan kalfalardan bazıları, ayrı bir şirket kurarak Habeşistan'a
bile uzandılar. Onlardan biri Habeşistan'ın başşehri Addis Ababa'ya ulaştı
ve kemiklerini orada bıraktı. Onunla birlikte üç Avratalanlı Habeşistan'la
ticaret yapmaya başlamışlardı. Oraya alkollü içecek ve av tüfekleri gönderi­
yor, karşılığında da fildişi, deri ve devekuşu tüyü alıyorlardı. Üç ortak Addis

KAH İ R E ' D E
Ababa, Cibuti ve Port Said gibi üç ayn şehre yerleşmişlerdi. Ancak biri
ölünce, ortaklık da dağıldı.
Paskalyaya bir buçuk ay kala biz yeni bir seyahat hazırlığına başladık.
Mısır'dan Kudüs'e şimdiki gibi karadan doğrudan bağlantı yoktu. Olsaydı
bile, çok fazla zorluk ve tehlikeler içerdiğinden, hiç kimse bunu göze alamı­
yordu. En kolay yol, İskenderiye'ye dönüp vapurla Yafa'ya gitmekti.

Kuoüs YoLCULu�u
SEKİZİNCİ BÖLÜM

FİLİSTİN'DE

Y
olaıluğun en sevimsiz yanlarından biri, eşyayı toplamak ve yükü
indirmektir. Onun için pratik insanlar, yanına mümkün olduğunca
az eşya almaya veya onları hacimli ve kolay doldurulabilen bavullarla
taşımaya bakarlar. Gelgelelim bizim şartlarımız farklıydı. Sadece bolca giysi
değil, aynı zamanda örtü döşek ve hatta kap kacak da taşımamız gereki­
yordu. Aksi halde yol masrafımız çok daha fazlaya çıkardı. Oysa her abacı
tutumlu olmayı ve fazla masraftan kaçınmayı çok iyi biliyordu. Kahire'den
yine üçüncü sınıf vagonla hareket ettik. Bu defa kadın ve erkek fellahlar bize
o kadar pis görünmüyordu. Birkaç ay içinde onlar değişmemişti, meğer biz
onlara kayıtsız bakmaya alışmıştık. Artık hayat tarzları ve alışkanlıklarını
kabullenmiş, sanki daha önce bizi şoke eden her şeye alışmıştık. Kahire ve
İskenderiye arasındaki istasyonlarda satılan pişmiş güvercinler de artık o
kadar pis görünmüyordu gözümüze ve biz birkaç tane satın alıp öğle yeme­
ğimizi trende yemeye karar verdik. Mısır'da, bizim kuru fasulyeye benze­
yen, ancak daha ufak taneli ve ful denilen bir bakliyat türü var. Ful yemeği
büyük küplerde külhanda pişiriliyor. Bu Arap halk yemeğini zamanla Avru­
palıların da yemeye başladığı görülüyor. İnsan, bu yemeğin külhanda nasıl
pişirildiğini ve kimler tarafından satıldığını görünce yiyesi gelmiyor. Ancak
birkaç ay Mısır'da kalınca, ona da alışabiliyor. Aslında bu yemek lezzetli ve
sağlıklı; onu sevimsiz kılan, dış görünümüne çok az özen gösteren fellah
satıcılar. Avrupa mutfaklarında da pislik olabiliyor, ama çıkarını bilen bir
lokanta sahibi, mutfağının iç yüzünün görünmesine izin vermez. Arap ise
dış görünümüne özen göstermiyor; kendini olduğu gibi gösteriyor, başka­
larının güzellik anlayışını pek umursamıyor.
Öğleden sonra İskenderiye'ye vardık ve akşamüstü Yafa'ya kalka­
cak vapura bindik. Sabah erkenden vapurumuz Süveyş Kanalı'nın bittiği
yerdeki yapay Port Said limanında durdu. İlk defa burada yapay bloklar­
dan yapılmış bir liman gördüm. Vapurdan indirilecek epey yük olduğu ve
bu işlem birkaç saat süreceği için karaya çıktık. Burada her şey yeniydi.
Birkaç dükkan, bir kasap, bir fırın, bir kahvehane, bir bakkal ve 4-5 güzel

72 FiLİSTiN'DE
ev. Sokaklar sadece çizilip işaretlenmiş, üzerlerine kalın bir kum tabakası
serilmişti. Yeni şehrin içinde görünen birkaç iki tekerlekli arabanın teker
yüzeyleri, kumda batmamaları için çok genişti. Dükkan sahipleri Rum ve
İtalyan'dı. Araplar ise hamallık yapıyorlardı. Şehre biraz baktıktan ve kum­
da gezdikten sonra, kanalın daha iyi göründüğü vapura döndük. Kanal,
kumlu bir ovanın ortasından geçen genişçe bir suşeridi gibi görünüyordu.
Uzaklarda, sanki kumlan yarıp ilerliyormuş gibi görünen bir vapur fark
ettik. Port Said, Kahire ve iskenderiye'ye oranla burası daha tropikti. Kana­
lın her iki tarafındaki kumların sonu yoktu. Burada kumdan başka hiçbir
şey görmediğimi söyleyebilirim.
Limanı sakin bir havada terk ettik ve doğuya yöneldik. Bu limandan
sadece bir yeni yolcu bindi, o da katran gibi kapkara bir Habeşistanlı. Üstün­
de aslan postuyla yarı çıplak bir adam. Kendisinden bir şeyler öğrenmeye
çalışhm, ancak o, kendi dili dışında başka hiçbir dil bilmiyordu. Çekingen
ve ürkek davranıyordu; konuşmak istedim, çekingen gözlerle bana baktı ve
sadece birkaç kelime söyledi. Ben sadece "Hıristiyan" ve " Kudüs" kelimele­
rini anlayabildim ve kendisinin Hıristiyan olduğu ve Kudüs'e hacca gittiği
sonucuna vardım. Vapurda, Kudüs' e giden birkaç Rus aile de vardı. Bunlar
öteki yolculardan sadece konuştukları dille değil, hayat tarzlarıyla da ayırt
ediliyorlardı. Üçüncü sınıfta yolculuk yaphklarına göre, pek zengin olma­
maları gerekti, ama yine de onlarda farklı bir şey vardı: Özgüven, rahatlık ve
olağanüstü dindarlık. Her sabah ve akşamüstü hiç çekinmeden dua okuyor,
koro halinde söyledikleri ilahilerle bütün yolcuların dikkatini çekiyorlardı.
Yemekleri yavan, genelde çay ve kurutulmuş ekmekten ibaretti. Bazılarında
dua kitapları ve Kutsal Topraklar kılavuzları vardı. Bu zümre, kendi başına,
diğerleriyle hiç alakası olmayan, geçtiğimiz yerlerle pek ilgilenmeyen küçük
bir topluluk oluşturuyordu. Onlar için Filistin kıyılarına ne zaman ulaşıla­
cağı daha önemliydi.
Akşama doğru şiddetli bir rüzgar çıkh ve kaptan ciddi bir fımna
uyarısında bulundu. Gerçekten de, Akdeniz'in Afrika kıyısından ne kadar
çok uzaklaşıyor ve doğuya yöneliyorsak, dalgalar da o derece yükseliyordu.
O gece yolcular neredeyse hiç uyumadılar. Vapurun Yafa önlerine sabah
erkenden demir atması gerekiyordu ama iki saat gecikmeyle yanaşh.

Kuoüs YoLcuLu�u 73
Uzaktan şehrin beyaz evleri göründü. Vapur kıyıya yaklaşmaya cesaret
edemiyordu, çünkü sözüm ona Yafa limanı bir körfez içinde değildi ve
deniz sakinken bile zar zor fark edilen iri taş ve kayalıklarla doluydu. Biz
Bulgarlar, başka hacılardan bu yerin kötü namı hakkında çok şey dinlemiş­
tik. Bütün Avratalanlı erkek ve kadın hacılar, haccı anlatırken, dehşetle Yafa
maceralarını anmadan geçemiyorlardı. Bazı yolcular, bu dalgalı denizde
kendilerini tehlikeye atmaktansa, Beyrut'a devam etmek istediklerini söyle­
diler kaptana. Başkaları da, denizin sakinleşeceği umuduyla, kıyıdan uzakta
da olsa, vapurun durmasını istediler. Demir atıldı, ama vapur sallanmaya
devam ediyor, dalgalar büyük güçle ona çarpıyordu. Kıyıdan birkaç mavna
vapura doğru hareketlendi. Mavnaların dalgaların üzerine nasıl çıktığını ve
aralarında nasıl kaybolduğunu görüyorduk. Bu durum, onlara binecek olan
herkesi dehşete düşürüyordu. Mavnaların korkunç dalgalarla mücadelesi
ı.s saat sürdü. M avnalar vapura yaklaştıkça, tehlikenin boyutları daha net
görülüyordu. Dalgalar sıkça mavnanın üzerine saçılıyor ve onu dolduruyor­
du. Mürettebatın yarısı büyük gayret ve çığlıklarla kürekleri çekiyor, öteki
yansı da mavnalara giren suyu atmaya çalışıyordu. Denizin ne kadar kötü
durumda olduğu, Yafa için bile bu olağandışı ve kara günün nasıl biteceğini
görmek için kıyıya ve evlerin pencerelerine çıkan binlerce insandan anlaşı­
labiliyordu. Denizciler merdiven uzattılar, ama dalgaların şiddeti nedeniyle
tekrar yukarı çekildi. Rüzgarın çarpmasıyla parçalanmamak için mavnalar
vapura yaklaşamıyordu. Özellikle kadın yolcular çığlık atıyor ve vapurdan
inmeyi reddediyorlardı.
Bir ara sanki dalgalar biraz uslandı. İki mavna vapura yaklaştı ve ro'a
yakın Arap urganlarla güverteye tırmandı. Biz bagajımızı toplamış ve karar­
sızca bekliyorduk. Onlar bize sormadan, bagajımızı kaptılar ve yakınlaşmış
mavnaya fırlatmaya başladılar. Birden dalgalar yine hırçınlaştı. Mavna sanki
uçuruma düşüyor ve sonra ta güverteye kadar yükseliyordu. Mavna yükse­
lince Araplar bagajın bazı parçalarını atıyor ve aynı operasyonu tekrar etmek
için yeniden yükselmesini bekliyorlardı. Bir valizin yanına oturmuş olan
annem ve Palaveeva yerinden kıpırdamak istemiyorlardı. Onlar sanki hacca
gittiklerini ve artık Filistin kapıları önünde olduklarını unutmuşlardı. S anki
o hummalı Kutsal Kabri ziyaret etme arzuları azalmıştı. Korkunç dalgalar

74 FiLİSTİN°0E
karşısında adeta donakalmışlardı. Araplar onları kaldırmayı denediler, ama
atılan güçlü çığlık karşısında bu kaba saba adamlar bile irkildiler. Ben güver­
tenin açık kısmında duruyordum; mavna yükselince Araplar bir anda beni
tutup attılar ve yüzükoyun bagajın üstüne kapaklandım. Annem bu sahneyi
görünce, daha sonra kendisi anlattığına göre, kalbi hızla çarpmaya başlamış
ve sıkıca tutunmuş olduğu valizi bırakarak, dalgalara kapılıp kapılmadığımı
görmeye koşmuş. Bu arada mavna yeniden yükselince Araplar onu da tutup
atmış. Annemi yanıma düşerken gördüm. O, histeriyle elimi sıktı ve hepimi­
zin yanında olduğunu görmeden bırakmadı. Kafilemizin geri kalan yetişkin
ve çocuk üyeleri de aynı şekilde, patates çuvalı gibi mavnaya atıldılar. Sonra
vapura çıkan Araplar da mavnaya atladılar.
Ne ki bununla tehlike bitmiyor, büyük macera asıl şimdi başlı­
yordu. Olağanüstü gayretle mavna vapurdan koparıldı ve kıyıya doğru
yönlendirildi. Ancak dalgalar, bizi de bagajımızı da ıslatarak yükselmeye
ve saçılmaya devam ediyordu. M avnanın dalgalar arasına her düşmesi
ve deniz suyunun üzerimize sıçraması dehşete kapılmamıza neden olu­
yordu. Yolcuların çığlıkları, aynı zamanda kürekleri çeken ve içeri giren
suyu atan Arapların delice bağırış çağırışlarıyla karışıyordu. Korkunun
da bir sınırı olduğu anlaşılıyor. Gergin sinirler sanki biraz gevşedi ve
fırtınanın hiçbir şekilde zayıflamamış olmasına rağmen, mavnada görece
bir sükunet hakim oldu. Karaya yaklaşırken yeni bir tehlike hasıl oldu.
Su yüzeyinde yüksek taşlar göründü ve Araplar, dalgalar büyük bir alanı
kapsadığından ve bu arada, taşla kaplı başka bir alan açıldığı için mav­
nayla kıyıya yanaşamayacağımızı söylediler. Gerçekten de mavna birkaç
kere taşa çarptı ve kuma saplandı. Karaya çıkmanın biricik yolu, Arapların
bizi sırtında taşımasıydı. Bu arada, bu insafsız herifler, anlaştığımız gibi
kişi başı ı mecidiye yerine, ı Türk Lirası saymamız gerektiğini söylediler;
başka deyişle, beş katı daha yüksek. Çaresizdik. Kıyı polisinin dikkatini
çekmeye çalıştık, ama Araplar mavnayı kayaların arasına çektiler ve yine
azgın dalgalara kapıldık. Biraz kavga, tehdit ve pazarlık sonucunda, deniz
ortasında kişi başı 3'er beyaz mecidiye saymak zorunda kaldık ve ancak o
zaman bizi teker teker sırtlarında karaya taşıdılar. Yafalılar sağ salim çık­
tığımıza şaşırıp kaldılar. Tarifenin üç katım aldılar diye mavnacıları polise

Kuoüs YoLcuLu�u 75
şikayet ettiğimizde, canımızı kurtard ığımız için şükretmemiz gerektiği
cevabını aldık. Aynı vapurdan yolcu alan öteki mavna kıyı yakınlarında
batmış ve içindeki herkes boğulmuş. Daha sonra, bir tesadüf neticesinde
veya mavnacıların büyük tecrübesi sayesinde kıyıya sağ salim çıkmayı
başardığımızı anladık. Vapur ise, inişimizden az sonra Yafa'yı terk etmiş,
çünkü demirleri zincir koparmış ve o daha uzun zaman kalamamış.
Bizi kıyıda karşılayan Türk zaptiyeler hangi dine mensup olduğu­
muzu sordular; Ortodoks Bulgar olduğumuzu söyleyince, hacı adaylarının
gecelemesi için ayrılan Rum manastırına götürüldük ve iyi karşılandık.
Mütevazı bir akşam yemeği verildi ve bu hizmet karşılığında ne ödeyece­
ğimiz söylendi. O zamarılarda Kudüs Patrikliği ve Türk idaresi arasında
bir arılaşma vardı; kilise himayesinde olanlara zaptiyeler bütün kolaylığı
sağlıyordu. Manastır idarecisi sayesinde sabahleyin kolay ve görece ucuz
ulaşım aracı ve soyguncu kaynayan bir diyarda güverılik bulabildik. Bir deve
ve altı merkep kiraladık. Deve iki kadın, merkepler de erkek ve çocuklar
içindi. Devenin her iki yanında, iki kadının yerleşebileceği iki büyük sandık
vardı. Burılar çok rahattı, çünkü döşeliydi, kaldı ki devenin de yürüyüşü
sarsmıyor, sadece hafiften sallıyordu. Sabah erkenden deve manastırın
önüne çekildi, sahibi bir şeyler söyledi ve o hemen diz çöktü, sandıklar yere
yaklaştı. İlk başta kadınlara böyle yüksek bir hayvana binmek tuhaf geldi,
ama sandıkların konumunu görüp yumuşak döşeğe yerleştiklerinde, ayrıca
karşıda başka kadırıların hiç tereddüt etmeden başka bir deveye bindiklerini
gördüklerinde kabul ettiler ve çok da memnun kaldılar. Türk zabıtası grup
halinde yolculuk yapmamız için tedbirler almıştı, çünkü sadece bu şekilde
bizi refakat edebilecek ve soygunculardan koruyabilecekti. Gerçek bir ker­
van şeklinde dizildik -önde deve, arkasında merkep, önde deve, arkasında
merkep! Hiç kimsenin içinde Yafa'yı gezme isteği doğmadan kasabadan
ayrıldık. Kaldı ki ilginç bir şey de yoktu. Limanı ise sadece hüzünlü hatıralar
depreştiriyordu. Buradan geçen ve onu lanetle anmayan hacıya az rastlanır.'

1 Bir başka tanıklık: "Yafa'dan Kudüs'e kahr ve sepet yüklenmiş develerle yola çıkhk. Bizimle, bizi
soygunculardan korumaları için 10-15 zaptiye gönderildi. Ramle'de geceledik. Burada da bir metohta bir
güzel yolunduk. Ramle'den sonra dar yol bir dağdan geçiyor. Bir vadide soyguncular etrafımızı sardı,
ama zaptiyeler bizi korudu. Yol boyunca su yok. Dağlık köylerden Arap çocukları siyah çömleklerle
su çıkarmışlar ve karşılığında 20 pa ra . başkaları <la bahşiş is tiyorlardı. Eğer su içmez veya bahşiş ver·

FiLİSTiN'DE
Bir-iki saat sonra limon ve portakal korusuna girdik. Öyle hoş bir
görüntüydü ki, bütün yolculuğumuzda böylesine rastlamamıştık. Hatta
Mısır'da, İ skenderiye kenarında tropikal ağaç dikilmiş geniş bahçelerde
bile, burada, çiçek açmış, meyve bağlamış ve olgunlaşmış limonların
arasında olduğu gibi bir keyif almamıştık. Bu mucizevi diyarda, hafif ve
mis gibi bir sabah serinliği esiyordu. Dönemeçlerde kervan gözümüzden
kayboluyordu ve kendimizi, bizim için yeni olan bu alemde yalnız hissedi­
yorduk. Arapların deve ve merkeplere, sanki onlarla konuşuyorlarmış gibi
özel seslenişleri, yolculuğumuzu daha masalsı kılıyordu. Develer güçlüydü
ve sağlam adımlarla yürüyorlardı, ama merkepler cılızdı ve hiçbir şekilde
Kahire'deki iri ve iyi donatılmış merkeplere benzemiyorlardı. Biz de onlara
epeyce kap kacak yüklemiş, üstüne üstlük binmiştik. Uzun ayaklı binici­
lerin ayakları neredeyse yerde sürünüyordu. Merkep sahipleri bağırıyor,
çığlık atıyor, kendi dilinde konuşuyorlardı, ama biz hiçbir şey anlamıyor­
duk. Onlar da zaten birçok kere zavallı hayvanlarına doğru yöneliyorlardı,
sanki onlara çıkışıyor, acıyor veya onları sakinleştiriyorlardı. Ara sıra da,
bitkin merkeplerinin dinlenmesi için daha sık mola vermeyen devecilere
dikleniyorlardı. Biz çocuklar merkeplerden iniyor ve yaya yürüyorduk.
M erkep sahipleri buna seviniyordu. Bazıları, hayvanların yorgun olduğunu
görünce, yükün bir kısmını alıp sırtında taşıyorlardı. Bunlar sapasağlam ve
düzgün vücutlu insanlardı. Vücutlarını sadece mavi bir gömlek kaplıyordu,
don yoktu; başlarında da, deve derisinden şapka taşıyorlardı.
Güneş henüz batmamıştı ki kervan, geceleyecek olduğumuz Ramle
köyüne ulaştı. Gene bir Yunan manastırına götürüldük. Bu diyardaki öteki
manastırların bütün eksiklerini bunda da gördük, ama biz çoktandır her şeyi
kabullenmiştik. O yıllarda hacca giden her kimse bu eksikliklerden çekinmi­
yordu. Binlerce Rus erkek ve kadın bu aziz toprak üzerinde yaya, çoğu da
sırtında yükle yürüyordu. Her yosun, her çiçek onlar için saygı veya hatıra
nesnesiydi; uzak memleketlerine götürmek için bunları torbalarına doldu­
ruyorlardı. Bu adanmışlık bizim hacı adaylarımız için hem bir avuntu, hem
de teşvik oluyordu. Hatta ara sıra Rusları taklit etmeye çalışsalar da, öylesine

mezseniz, başınıza taş yağıyordu. Çıplak mor kayalıkları tırmanıp tepeye çıkınca, karşıda, üç dişli kale
surlarıyla Kudüs parıldadı." (Dimitır Paniçkov, Hatırat, ı 995· s. 81).

Kuoüs YoLcu Lu�u 77


derin bir inançtan yoksun oldukları hemen anlaşılıyordu. Manastırda gece­
ledik, çünkü hava halen serindi ve henüz açıkta yatılamıyordu. Bizi refakat
eden ve koruyan Türk konvoyu, köye dağıldı; Araplar ise deve ve merkeple­
riyle bir yerlere kayboldular ve sabah dinlenmiş ve diri olarak geldiler.
Adet gereği, konaklama ve yemek için manastıra ödeme yaptık.
Köy, denizle Kudüs'ün ortasındaydı; bu yüzden kutsal şehre öğle vaktin­
de girebilmek için sabah epey erken yola çıktık, çünkü geçilmesi gereken
birkaç sınır vardı. Denizden uzaklaştıkça ve Kudüs'e yaklaştıkça, ülke bir o
kadar fakirleşiyor ve mahsuller de azalıyordu. Arap köylerinin görüntüsü ve
köylülerin kıyafeti bu yöredeki sefaletin boyutunu gözler önüne seriyordu.
Arada bir tek tük zeytin ağaçlan görünüyordu, ama zeytinlikler yoktu. Her
yerde yosunla kaplı taşlar, her yer kum. H içbir yerde toprak yol görmedik.
H ayvanlarımızın tırmandığı yol o kadar eskiydi ki, kim bilir, belki İsa zama­
nından kalmaydı. Ne bir vadi, ne bir bahçe, ne de bir akarsu! Nadiren tar­
lalar görünüyordu, ama onlar da büyük zorlukla ve başka yerden getirilen
toprakla yapılmıştı. Her adımda bahşiş için yalvaran çıplak kadın ve erkek
Araplar karşımıza çıkıyordu. Filistin' de yaşayanların yarısının hacıların
sadakasıyla geçindiği izlenimi ediniliyordu.
Kutsal şehir göründüğünde, kiracılarımız, kilise ve manastırların
yüksek kubbelerini işaret ederek neşeli sesler çıkarmaya başladılar. Yetişkin
hacı adaylarının yüzünde huşuyu andıran sessiz bir saadet belirdi. Bende ise
heyecan değil daha çok merak uyandı. Yanından geçtiğimiz Rus manastırı
güzel izlenim bırakmış olsa da, Kudüs'ün dar sokakları, hatta adet olduğu
gibi, kişi başına birer lira alınıp ayaklarımızın yıkanması için götürüldüğü­
müz patriklik bile bende hayranlıktan çok hayal kırıklığı yarattı. O zamanlar
14-15 yaşlarında bir delikanlıydım, ancak ateist duygularla aşılanmamıştım.
Aksine; İncil'i, ayrıca Eski Ahit'in şairane bölümlerini de okumuştum. Bir
papaz torunu olarak kilisede büyümüştüm; kilise ayinlerini biliyordum,
birçok kere duaları okumuştum, ama Kudüs'e girişimiz beni heyecanlandır­
madı; yetişkinlerde oluşan o intiba bende oluşmadı. Görünen o ki, benim
dini hislerim henüz gelişmemiş, derinleşmemiş ve ruhumu sarmamıştı.
Belki de her adımda kendi çıkarı için açgözlülük sergileyen Yunan ruhani­
lerin tavn bende ters tepiyordu. Babam ve ortağı D. Palaveev zaman zaman

FiLİST i N ' DE
bu yakışıksız düzene kızıyorlar ve her şeyi manastırın ihtiyacı ve rahiplerin
insani zaaflarıyla açıklıyorlardı; böylece onları kolayca bağışlıyorlardı. Bu
düzen delikanlı ruhumda çirkin izlenimler bırakıyordu. Kudüs Patrikliği,
Filistin'in Ortodoks ziyaretçilerini belirli bir vergiyi toplamak için sıraya
dizdi. Vergiler o kadar fazla değildi, bugün otelde bir gece konaklamak ve
yemek için bile bir lira ödeniyor; dolayısıyla kötü etki bırakan meblağ değil,
toplama şekliydi. Kudüs'ün her yeri taş döşeli dar sokaklarından zar zor
geçtik, çünkü taşlar kayıyor ve inişte kendimizi zor tutuyorduk. Patrikliğe
ulaştığımızda karanlık henüz çökmemişti, sıramızı beklemek zorunda oldu­
ğumuz için epey geniş bir salonda oturduk. Patriklik binası büyük ve giren
çıkan, sağa sola koşturan ve kah Yunanca, kah Arapça ve Türkçe talimatlar
yağdıran insanlarla doluydu. Buradan edindiğimiz izlenimler de hoş değildi;
sanki patriklik değil, bir panayır yeriydi burası. Dindarlık falan hak getire.
Ayn bir odada patriklik adına bir piskopos leğende hacı adaylarının ayakları­
nı yıkıyor; başka bir rahip ise kuruluyordu. Bu seremoni biter bitmez başka
bir papaz, öyle bir kabalıkla para topluyordu ki, bu en dindar insanda bile
öfkeye sebep oluyordu. Babam ki dindar insanlarla dalga geçmeyi sevmez,
dayanamadı ve bu düzen için birkaç ayıplayıcı söz söyledi. Merasim bittiğin­
de dışarısı kararmıştı. O zamanlarda Kudüs'te otel yoktu. Olmuş olsa bile, o
kadar pahalıydı ki, tutumlu ve her kuruşa kurşun atan Avratalanlı abacılann
kesesini aşıyordu. Bu yüzden, Kudüs Patrikliği'nin inşa ettiği ve destekledi­
ği Yunan manastırlarından birine gitmemiz gerekiyordu.
Nahoş duygularla patrikliği terk ettik ve bize gösterilen manastıra
doğru yöneldik. O dönem Kudüs manastırları tuğladan yapılmış, yataksız
birer hanı andırıyordu. Aslında Kudüs yapılarında çok nadiren ahşaba rast­
lanıyordu. Tahminimize göre bunun sebebi yerleşim şartlarıydı; burada
ahşap malzemeye zor rastlanıyordu, üstelik ahşap döşemeye haşere dadanı­
yordu, aynca ahşap evler sıcak yaz günleri için uygun değildir. Günümüzde
de var olan taş duvar ve tuğla döşemeler serinlik veriyor.
Avratalanlı ailelere dörder kişi kalacak şekilde iki oda verildi. Her
odada ikişer sandalye ve her sabah örtüleri dizdiğimiz birer ahşap kanepe
vardı. Akşam yatmadan önce, su serperek tuğla zeminin tozunu alıyor,
ardından da yere yataklarımızı seriyorduk. Bu bize çok ters gelmiyordu,

Kuoüs YoLcuLu�u 79
çünkü Avratalan'da da yataklı odalarda değil, sadece pazar günleri silkilen
kilimler üzerinde yatıyorduk. Aynı manastırda, daha sonbaharda gelmiş
ve kışı burada geçirmiş olan başka Bulgar ailelere rastladık. Bu aileler
arasında, Dr. K. Stoilov'un2 anne ve babasına (oğullarını Robert Kolej'e
bırakmışlardı) , akrabamız olan Avratalanlı Dinço Kupçiyski ile eşi ve küçük
çocuklarına rastladık; Bulgaristan'ın farklı yerlerinden gelen başka Bulgar
aileler de vardı. Bu bizi çok mutlu etti, çünkü manastır epeyce büyük ve
yabancı hacılarla doluydu. Yabancı bir yerde her Bulgan akraban olarak
görüyorsun. Dr. K. Stoilov'un babası, Zağralı Stoil adıyla geçiyordu; ona bu
isim Stara Zagora [Eski Zağra] doğumlu olması hasebiyle verilmişti, anne
de Avratalan doğumluydu. O zamanlarda Filibe'ye dışarıdan göç edenlere,
gelmiş oldukları şehrin adı lakap olarak takılıyordu. Bu lakaplar bazılarında
sülalece devam ediyor, bazılarında ise birinci nesille yok oluyordu. O devir­
de Filibe'de Zağralı, Avratalanlı, Nişli, Samokovlu, Pazarcıklı, Klisuralı ve
Kaloferli gibi birçok lakap vardı. Zağralı Stoil zengin bir tüccar ve iyi bir
toplumcuydu, ancak karakter olarak biraz asabi ve kötümserdi. Yunanları
sevmiyor ve bunu ilk fırsatta öteki Bulgarların önünde yüksek sesle dile
getirmekten çekinmiyordu. Daha ilk görüşmemizde babama, Filistin'e
sonbaharda gelmeyerek iyi yaptığını, böylece Yunan ruhanilerin arsızlığını
daha az göreceğini söyledi. Bunu sinirle ve hatta kinle söylüyordu; kansı
ise, başarılı olamasa da onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Dindar olmasına
dindardı, ama Yunan papazların kaba cehaletine hiç tahammülü yoktu.
Yerleşmiş olduğumuz Aziz Nikola Manastın'nda bir kilise de vardı. Aziz
Todor Yortusu'nda kilise, çoğunluğu Bulgarlardan oluşan dindar insanlarla
doldu. İncil'in ilgili kısmının okunmasına sıra geldiğinde, ayağa kalktım
ve piskopos tahtının solunda doğrularak Slavca söylemeye başladım. Şunu
belirtmeliyim ki, bunun inisiyatifi, bir gün önce beni bu iş için hazırlayan
Zağralı Stoil'e aitti. İncil'den daha iki satır söylemeye fırsat kalmadan,
buhurdanlıkla dolaşan kilise papazı bana doğru koştu. elimdeki Slavca
kitabı kaptı ve mihraba doğru götürdü. Bu bana o kadar dokundu ki hemen
kilisenin kapısına doğru koştum. Daha sonra anlatılanlara göre, kilisede bir

2 Konstantin Stoilov (1853-1901): Robert Kolej mezunu, iki kere başbakanlık yapmış Bulgar siyaset ve
devlet adamı; Mihail Macarov'u n çok yakın arkadaşı - H . M .

80 F i LİSTi N'DE
mahcubiyet yaşanmış, ama Bulgarlar sabırla bekleyerek ayini bozmamış
ve akabinde Kudüs Patriği'ne şikayet etmekle yetinmişler. Zağralı Stoil
ise bu hadiseyi İstanbul'daki akrabası, vatanperver ve ileri gelen bir tüccar
olan Gavril Moravenov'a bir mektupla anlatacağını söylemişti ki her Bulgar
Kudüs'te olan biteni duysun.
Daha sonra, memlekete döndüğümüzde, Makedoniyaı gazetesinde
bu olayla ilgili bir yazı yayınlandığı söylendi.4
Bu hadise orada bulunan herkesin, hatta Yunan ruhbanlığına karşı
iyi hisler besleyenlerin bile üzerinde çok kötü intiba bıraktı. Bu olaydan son­
ra: "Tanrı sadece Yunanca mı anlıyor? Ya bizim gibi Yunanca bilmeyenlerin
Yunan kiliselerine gitmeleri ve Slavcayı hor gören bir ibadete tahammül
etmeleri mi gerekiyor? Ya Slavlar Kudüs'e gitmekten vazgeçerlerse, Yunan
Patrikliği ve Yunan ruhani varlığı yok olmaz mı? Kaldı ki hacca giden Rum
sayısı az, giden de kiliseye bağışta bulunmuyor" diye söyleniyorlardı. Orada
bulunan ve Yunan bağnazlığına tanık olan bütün Bulgarlar Yunan ruhani­
liğinin akıllanmadığı, yakın zamanda da akıllanmayacağı kanaatine vardık.
Filistin'de sadece 8 hafta kalmamıza rağmen, İsa'nın hayatıyla
ilgili önemli yerleri gezebildik. O zamanlarda demiryolu ve düzgün yollar
yoktu; yolculuk merkep veya develerle yapılıyordu. Kadın ve erkek Rus

3 Makedoniya: 1867-1872 arasında Petko Slaveykov'un lstanbul'da yayınladığı; en etkili ve yüksek


tirajlı Bulgarca gazete -H.M.
4 "Sayın genel yayın yönetmeni, gazetenizin sayfalarında aşağıda anlatacağım hadiseye yer verece­
!linizi umuyorum. Bu hadise genç okurlara pek ilginç gelmeyebilir, ama yine de Kudüs'ü görmek ve
Kutsal Kabri ziyaret etmek isteyenler için faydalı olabilir. Burada erbap Rum papazların dindar Bulgar
hacıların derin cebinden san liracıkları nasıl arakladığını uzun uzadıya anlatmayacak, sadece Bulgarla­
rın cömertli!line nasıl karşılık verildi!lini söyleyece!lim: Milliyetine nefretle, diline ve kişili!line tecavüzle
ve kitaplarını atmak ve yırtmakla karşılık veriliyor. Aziz Todor Yortusu'nda bu yıl Bulgarla dolan Aziz
Nikola M anastın'nda, bir yetkili ruhaniden bizim hazırlıklı çocuklardan birinin lncil'i okumasına izin
vermesini istedik. Rum ruhani ricamıza "Pekala" dedi, ama iş icraya gelince "Tu kaka" oldu. Çocuğun
lncil'i okuma vakti gelince, bir dize okudu veya okumadı, görevli elindeki buhurdanlığı bir yana atarak
ok gibi fırladı, çocuğu lncil'le beraber çekti ve bir yana itti; Bulgarca kitabı ise kilisenin ortasından
mihrabın içine attı. Korkmuş ve utanmış olan çocuk dışarı koş hı, hacılar da ezilmiş ve alınmış çocuğun
ardından birer birer çıktılar. Bütün bu olup bitenden sonra kime dert yanalım diye düşündük ve hadise­
yi patrik efendiye arz etmeye karar verdik. Patrik efendi sakince, "Zararı yok, böyle günde daima şeytan
karışır; bu şeytan işidir, gelin şeytana uymayın, siz de vazgeçin bu sevdadan ve barışın" nasihatinde
bulundu ve milletimizin haysiyetine indirilen bu utanç böylece sona erdi. Kudüs bu günlerde adeta
Bulgar şehri gibi; sokaklar Bulgar, Rus (ve birkaç Ermeni) kaynıyor, Rum hacıyı çok ender görebilirsin,
ama her şey Rumların elinde. Adaletin bu mu, dünya )• (Makedoniya. Yıl III, sayı 23, 3 Mayıs 1869).

Kuoüs YOLCULU�U 81
hacılar -zengin veya fakir fark etmeden- geçtiğimiz yerleri daha iyi ince­
leyebilmek ve Kutsal Topraklan özümseyebilmek için yürümeyi tercih
ediyorlardı. Ancak yollar emniyetli değildi, o yüzden Şeria Nehri'ne ve Ölü­
deniz'e, Türk süvariler eşliğinde, lOo-150 kişilik kafileler halinde gitmek
zorundaydık. Şimdi ise asfalt yoldan süratli otomobille yanın gün içinde
Kudüs'ten Şeria'ya gidip gelebilirsiniz.s O zamanlarda ise biz bunun için
iki günümüzü harcıyor ve nehir kenarında, Türk askerinin beyaz çadırla­
rıyla çevrili söğütlük içinde gecelemek zorunda kalıyorduk. Sabah erkenden
kalkıp kadınlar deve, erkekler de merkep sırhnda doğuya doğru hareket
ettik. Bizimle yürüyen ve geçtiğimiz yerler hakkında bilgi veren iki rahip
vardı. Bu yerler ıssız ve kayalıktı. Köyler pis ve darmadağın; köylüler de yarı
çıplaktı; köye yaklaşan her kervan bahşiş için ablukaya alınıyordu. "Bahşiş"
kelimesi her kavşak ve sokakta duyuluyordu. Sadece kilise ve manashrlar
güzelliğiyle göz dolduruyordu, ama bunlar da dışarıdan gelen parayla inşa
edilmişti. En çok da Rusların yaptığı metoh ve manashrlar dikkatimizi
çekiyordu. Ruslar, Kutsal Kabri ziyaret eden en dindar ve sayıca en kalaba­
lık kitleydi. Her yerde onların dili ve ilahileri duyuluyordu. Bu durum bizi
cesaretlendiriyordu ve Bulgar olduğumuzu söylemekten çekinmiyorduk.
Yanın günlük yolculuktan sonra Ölüdeniz görüldü. Şeria Nehri ise yüksek
duvarlar ve gür ağaçlar arasında saklı kalıyordu. Ara ara taşan nehir suları­
nın ıslathğı kumsal vadiye indiğimizde bile, Şeria'yı yine göremedik; o hep
çalılıklar arkasında kalıyordu. Akşam üzeri nehre 20-30 adım uzaklıkta
olan Türk kampına vardık. Yanımıza iki gün yetecek yiyecek, üzerimize
örtecek ve yere serecek örtüler, kutsal nehrin durgun ve bulanık sularına
dalmak için giyilmemiş yeni bir gömleğin olduğu eşya çıkınımızı taşıyor­
duk. Söylenenlere göre, bu gömlekler günlük kullanım için değildi; sahibi
tarafından sadece nikahta ve öldüğünde giyilecekti. Güneş tam da Şeria
yükseltileri arkasına batarken, akşam yemeği için kumsala oturduk. Günü­
müzde hacılar dilediği vakit Şeria'ya giriyorlar, ama o zaman suya şafak
sökmeden önce giriliyordu. Akşam yemeğinin ardından, Türk korumaların
varlığının vermiş olduğu rahatlıkla hemen yathk. Gece yansı biraz geçmişti
ki bizi ayağa kaldıran sesler duyuldu. İlk önce bu sesin ne anlama geldiğini

5 Mihail Macarov Kutsal Toprakları 1926 yılında da ziyaret eder -H.M.

FiLİSTiN'DE
tam anlayamadık ve bedevi saldırısına uğradığımızı sandık; o yüzden epey
korktuk, ancak bunun Şeria Nehri'nde yıkanma çağrısı olduğu açıklandı.
Hepimiz üzerimizdeki kıyafetlerimizi çıkardık ve daha yazın Avratalan'da
hazırlamış olduğumuz hacı gömleklerimizi giydik. Kumda yürümeye baş­
ladık ve nehrin nispeten sığ olduğu açık bir alana geldik.
Orada farklı yerlerden gelen öteki hacıları da gördük. Üçer defa suya
dalıp çıktıktan sonra hızlıca kampa döndük, çünkü suyun çok soğuk olma­
masına rağmen, gece serinliğinde titremeye başlamışhk. Hızlıca üstümüzü
değiştirdik ve yattık. Şeria Nehri'nde yıkanmak bizim için ikinci bir vaftizdi.
Biz Bulgarlar Şeria'dan birer kap su almayı kutsal bir görev sayıyor ve onu
memleketimize götürüyorduk. Avratalan'a döndükten sonra uzun yıllar
annem hastalara bu sudan, aç karnına içmeleri için birer yudum veriyordu.
İkinci gün aynı Türk süvariler refakatinde Kudüs'e döndük. Özellikle de
kadınlar için yolculuk yorucuydu, ama kutsal bir vecibeyi yerine getirmiş ve
İsa'nın vaftiz edildiği yerde suya girmiş olma inancı, onlara daha böyle birkaç
yolculuğa katlanma gücü veriyordu. Manastırda iki gün daha kaldıktan son­
ra, yeniden kutsal yerleri dolaşmaya çıkhk. Bir ruhban okulunun da yer aldığı
Kutsal Haç Manashrı'nı da, Beytüllahim'i de, Aziz Sava Manastırı'nı da ve
şimdi aklıma gelmeyen daha başka yerleri de ziyaret ettik. Her yerde kili­
selere bağışta bulunmamız gerekiyordu. Bazı yerlerde bağış canı gönülden
veriliyor, ama başka yerlerde de papazların kabalığı hacıları tiksindiriyordu.
Paskalya yortusu yaklaşıyordu, ama büyüklerimiz henüz alışverişi
tamamlamamışlardı. Daha İstanbul'dayken, sonbaharda Kudüs'e giden
bir akrabamızdan babam iki Kudüs ıstampası sipariş etmesini rica etmiş­
ti -biri kendisine ve anneme, öteki de ilk oğulları olan bana. Filistinli
ressamların muşamba üzerine son derece tekdüze ve gelişigüzel işlemiş
oldukları tablolara Avratalan'da Kudüs ıstampası diyorlardı. Bu ıstampa
üzerinde, Kıyamet Günü dışında, İ sa'nın ve Filistinli azizlerin hayahndaki
hadiselerin birçoğu tasvir ediliyordu. Istampa, sahibinin hacı olduğuna
dair bir kanıth. Daha önce ıstampa üzerindeki yazılar Yunancaymış, ama
babam özellikle Slavca harflerle yazılı olmalarını sipariş etmiş ve sipariş
yerine getirilmişti. Yapılması gereken başka alışverişler de vardı: Bilezik,
yüzük, küçük haç, tespih ve Avratalanlı erkek ve kadınlara hediye olarak

Kuoüs YOLCULU�U
verilecek onlarca daha başka kutsal nesne. Alışverişin boyutu hakkında bir
fikir edinilmesi için, sadece şu örnek yeterli olacaktır: Hacı İvan M acarov
ve Hacı Donço Palaveev aileleri Avratalan'a, sandıklar içine yerleştirilen ve
gerek deveyle ve vapurla, gerekse öküz arabası veya atla yapılacak yolculuk
sırasında kırılmayacakları şekilde dizilen yedi at yükü hediye götürdüler.
Kudüs'te o zaman bu tarz eşya satan koskoca çarşılar vardı. Bu eşyaların
alınmasına ve paketlenmesine tam bir hafta ayırdık. Ancak paskalya hafta­
sını sadece perhiz ve duayla geçirmemiz gerekiyordu. O yıllarda, bir kişinin
hacı sayılması için Şeria Nehri'nde yıkanması, patriklikten belgeyi alması,
Kudüs ıstampası satın alması, paskalyada Kutsal Kabir Kilisesi'ndeki ayine
katılması ve gözleriyle Kutsal Kabir'den çıkan ve adayların paskalya mumla­
rını yaktıkları Kutsal Nuru görmesi gerekiyordu. Nur kelimesi Arapça olup
"ateş" arılamına geliyor. Kutsal Kabir, büyük ve kubbeli bir mabedin orta­
sında, mozoleyi andıran özel bir mermer yapı içinde bulunuyor. Paskalyada
Kudüs Patriği bizzat kendisi, kalabalık din adamlarıyla ayini yönetiyor. " İsa
dirildi!" denileceği an yaklaşınca, o mozoleye giriyor, Kutsal Kabri pamukla
siliyor ve halk inanışına göre, pamuk kendiliğinden tutuşuyor. Patrik onu
bir meşale içine koyuyor ve mozolenin bir deliğinden halka gösteriyor; halk
da, paskalya murrılarını yakmak için hemen ateşe doğru koşuyor.
Daha cumartesi sabahı biz hepimiz mabede taşındık. Babam ve
ortağı Hacı Donço kiliseye 5 Türk Lirası ödemiş ve engin mabedin galerile­
rinden birine yerleşme hakkı elde etmişlerdi. Galerimiz büyük değildi, ama
yine de iki erkek, iki kadın ve dört erkek çocuğu olmak üzere 8 kişi sığdık.
İki günlük yiyecek götürdük ve öğle ve akşam yemeğini orada yedik. Pas­
kalya öncesi Kutsal Cumartesi günü mabet hacılarla ve Ortodoks addedilen,
ama ayin sırasında gayet yakışıksız tavır sergileyen Araplarla doldu. Şunu
söylemem gerekiyor ki, Kutsal Kabrin bulunduğu mabet ile Beytüllahim
mağarasının bulunduğu mabet sırayla bütün Hıristiyanlığa hizmet ediyor.
Bu iki ibadethanede Ortodokslar da, Katolikler de, Ermeniler de, Kıptiler
de, Habeşler de ayin yapıyor. Bütün bu inançların ayn birer şapeli var,
ama herkes mabette bulunan kutsal nesnelerden yararlanıyor. Asırlar boyu
belirli kurallar oluşmuştu ve bunların uygulanışını başka bir dini temsil
eden Türk hükümeti gözetiyordu. Buna rağmen, iki ana inancın mensubu

FiLİSTiN'DE
Ortodoks ve Katolikler arasındaki rekabet büyüktü ve sıkça kan dökülme­
sine kadar gidiyordu. Daha Kutsal Cumartesi'nden itibaren Kutsal Kabir
Kilisesi müminlerle dolmuştu. Bizim galerimizden bakılınca, bunlar dal­
galı bir denizi andırıyordu. Epey gürültü çıkaran Arap erkek ve kadınların
bulunması, geri kalan müminlerin dindar ve adanmışlık haletiruhiyesini
bozuyordu. Hiç kuşku yok ki, bu törensel günde engin mabette böyle bir
karmaşanın hüküm sürmesinden dolayı Yunan ruhaniliğine büyük mesu­
liyet düşüyordu, ama sanki Araplar da Tanrı'ya dua etmek için değil, bir
düşmanı yenmek için gelmişlerdi. Araplar bağırıyor, yüksek sesle gülüyor,
daha iyi görmek için yüksekçe yerlere ve hatta arkadaşlarının sırtına tırma­
nıyorlardı. Ara sıra bir Arap'ın bağırmasından sonra yanındakiler gülmeye
başlıyor ve koskoca bir koro oluşuyordu. Arapça anlayanlar, o gülüşmelerin
öteki Hıristiyan inançlarına karşı yapılan kabaca bir şakadan kaynaklandı­
ğını söylüyorlardı; Ortodoks Araplar, öteki Hıristiyan inançlarını, İslam ve
öteki yabancı dinlerden daha büyük düşman olarak görüyorlardı. Kutsal
Kabir'den uzak olduğumuzdan ve mumlarımızı doğrudan Nur'dan yaka­
madığımızdan dolayı, babam bir Arap'a para verdi ve o da kalabalığı yararak
mumlarımızı doğrudan meşalede yanan pamuktan yaktı. Orada bulunanlar
arasında kutsal ateşe yaklaşma mücadelesi uzun zaman sürdü.
Biz galeride paskalya ayininin sonuna kadar kaldık. Manastırımıza
doğru yola çıktığımızda, neredeyse kilise artık tamamen boşalmıştı. Bütün
hacılar dönmek için acele ediyorlardı. Paskalya günü, hacılığın sonudur.
O gün itibariyle Kudüs, dağılmaya başlayan bir panayır yerine dönüştü.
Büyük bir gayretle mumlarımızı ta odalarımıza kadar yanık götürmeyi
başardık. Alev, memleketimize götürmek için aldığımız binlerce mumu
tutuşturmak için gerekliydi. Bu görev kadınlara verildi, erkekler ise Yafa
için deve ve merkep bulmaya gittiler. Herkes memleketine dönmek için
acele ettiğinden, deve ve merkebin bulunması kolay değildi. Yükümüz de
ağırdı. Epey bir koşuşturmadan ve normal tarifenin çok daha üzerini öde­
meye hazır olduğumuzu beyan ettikten sonra, babalarımız gelip çarşamba
günü yola çıkabileceğimizi söylediler; dolayısıyla alışverişimizi tamamla­
mak ve yola hazırlanabilmek için üç günümüz vardı. Yeniden çarşıya çıktık.
Paskalyadan sonra fiyatların yarı yarıya düştüğünü gördük, ama paskalya-

Kuoüs YoLCULu<:u
dan sonra Kudüs'te kalmaya kim cesaret etsin! Pazartesi bile artık Kudüs,
geldiğimiz gün bulduğumuz şehir değildi. O zaman neredeyse tamamen
Slav şehrine dönüşmüştü: Binlerce Rus, yüzlerce Bulgar, yüzlerce başka
Slav -her adımda Slavca duyuluyordu. Ortodoks paskalyasından sonra
şehrin çehresi değişiyordu, ama memlekete dönmek için acele etmemizin
nedeni bu değildi. Neredeyse bütün Bulgar hacılar kadın ve kızlarını evde
bırakmışlardı; Bulgaristan'la Filistin arasında posta hizmetleri o kadar
sıkıntılıydı ki, evden nadiren mektup alınabiliyordu. Hepimiz tamamen
bir meçhul içindeydik ve o yüzden mümkün olduğunca daha çabuk kutsal
şehri terk edip evimize dönmek istiyorduk. Rus hacıların çoğu Yafa'ya yaya
yürüdüklerinden, Kudüs çok acele boşalıyordu.

86 F i LİSTiN'DE
DOKUZUNCU BÖLÜM

MEMLEKETE DÖNÜŞ
ı� düs'e giderken, 8 kişiden oluşan iki Bulgar ailesiydik; şimdi
dönerken daha fazlaydık, çünkü bize başka Bulgar aileleri de katıldı.
nlaşhğımız gibi, çarşamba günü öğleden önce manashr kapısının
önünde birkaç deve ve on civarında merkep bekliyordu. Kadınlar develerin
sırtındaki sandıklara, erkekler de merkeplere bindiler. Hediyeler develere
yüklendi. Şehirden çıktığımızda bize başka hacılar da katıldı ve uzun bir
kervan oluşhırduk. Yolcuların emniyeti için bu gerekliydi. Arap'ın görün­
düğü her yerde bahşiş kelimesini duyuyorduk! Her yerleşimde küçük
çocuklar etrafımızı sarıyor ve hep bir ağızdan "bahşiş" diye bağırıyorlardı.
Nihayet yolculardan birkaç bozuk para koparhncaya kadar bunlar peşimiz­
den koşuyor ve ağlıyorlardı. Bu yörenin yoksulluğu dikkatimizi çekiyordu.
Erkekler yalınayakh, üzerlerinde bir gömlek ve başlarında yırhk bir örtü
vardı. Akşam Ramle'ye vardık, ama bu sefer köye girmedik; geceyi açık
bir alanda, yine Türk askeri himayesinde geçirdik. Bagajımızı indirdikten
sonra bir kamp kurduk ve yakacak çalı çırpı aramaya dağıldık. Filistin'de
çoktandır ormanlar tahrip edildiğinden yanımızda getirdiğimiz akşam
yemeğini ısıtmak için zar zor ateş yakabildik. Geceyi sakin geçirdik. Baha­
rın ortasında olmamıza rağmen, hava sıcakh ve biz kalın örtülere ihtiyaç
duymadık. Filistin'deki bütün yolcular, ilkbaharda ovada yatmayı, pis bir
manashrda veya daha da pis bir Arap kulübesinde kalmaya tercih ediyorlar.
Yafa açıklarına demir atarak yolcuları bekleyen vapura yetişmek için
sabah çok erken hareket ettik. Yolcunun üzerinde hoş etki ve yorgun kalp­
lerinde unuhılmaz hahralar bırakan o aynı portakal ve limon korusundan
geçtik. Öğleden sonra, iki ay önce gördüğümüze hiç benzemeyen deniz
göründü: Bu sefer tam bir sütlimandı. Issız ovanın ortasında vapur bir şato
gibi yükseliyordu. Vapurun bekliyor olması hepimizi çok sevindirdi. Deve­
cilerimiz de bizi manashra götürecekleri yerde, doğrudan kıyıya hareket
ettiler. Kaldı ki, Yunan papazlar da Kudüs'ten dönen Ortodoks hacıları arhk
umursamıyorlardı, çünkü bütün paralarını harcadıklarını ve manastırlara
bağışta bulunmaya meyilli olmadıklarını biliyorlardı.

Kuoüs YoLcu Lu�u


Havanın kıpırtısız olmasına rağmen vapur layıdan oldukça açığa
demir atmıştı, çünkü Yafa'nın, şimdi de olduğu gibi, limanı yoktu. Kıyıdan
500 m mesafede, sadece vapurlar için değil, mavnalar için bile tehlikeli olan
ve eski ağaç kütükleri gibi dağınık kayalıklar vardı. Deve ve merkep sahipleriy­
le ödeştik, olmazsa olmaz bahşişlerini de verdik ve hemen kayıkçılarla pazar­
lığa tutuştuk. Bu sefer hem ücret daha düşük, hem kayıkçılar daha alçakgö­
nüllüydü; asıl tuhaf olan ise, sözlerinde durdular ve ilave ücret almadan bizi
vapura kadar götürdüler. İskenderiye'den gelen vapurun çok yolcusu yoktu.
Yine Avusturya Loyd şirketine aitti, denizciler yine Dalmaçyalıydı. Vapur
İ stanbul'a gidiyordu. Bizim hacılar yazın güvertede de yolculuk edilebileceği­
ni hesaplamış ve o yüzden ikinci sınıfa bilet almamışlardı; ıo-12 kişilik özel
bir küme oluşturarak açığa yerleştik. Babalarımız birçok kere üçüncü sınıf
biletiyle yolculuk yapmışlardı ve sadece yatmak değil, yemek konusunda da
bütün tedbirleri almışlardı. Zembil dolusu ekmek. lakerda, salatalık, doma­
tes, şarap, rakı (ve daha aklına ne gelirse) hazırlanmıştı. O zaman ben ilk defa
çiğ domates salatası yedim. En önemlisi de, arabada bile fenalaşan annem ve
diğer hacı kadınlar, bu sefer deniz tutmasına falan yakalanmadılar ve keyif­
le yolculuk yaptık. Onlar bunu neye borçlu olduklarını bilmiyor ve Kutsal
Kabrin ziyaretiyle açıklamaya çalışıyorlardı. Gerçekten de çeşitli limanlara
uğrayarak beş gün yolculuk yaptık, ama kafilemizden hiç kimse fenalaşmadı
ve yemek yiyememeden şikayet etmedi. Deniz de bir kere olsun bozmadı ve
bütün yolculuğumuz boyunca sütlimandı; ne dalga vardı, ne sallantı.
Beşinci gün vapur Gelibolu açıklarına demir attı; burada inecek ve
karayoluyla Edirne'ye devam edecektik. Bütün Doğu Akdeniz ada ve kıyı
şehirlerinde olduğu gibi, Gelibolu'da da, bizi iyi karşılayan ve Edirne'ye
kadar kiracı bulmamıza yardım eden iki-üç Avratalanlı abacı dükkanı vardı.
Gelibolu'dan Edirne'ye yolculuk öyle tekdüze ve can sıkıcıydı ki hiçbir şey
hatırlamıyorum. Edirne'de bir gün kaldık. Burada artık kendimizi evimize
yakın hissettik. Her yerde Bulgarca duyuluyordu. Bazıları şehre yerleşmiş,
bazıları ise oradan geçen epeyce Avratalanlıya rastladık. Edirne'de daima,
İstanbul ve Avratalan arasında yolcu ve yük taşıyan Avratalanlı kiracılar
bulunuyordu. Kudüs mumu ve bileziklerle dolu sandıkları, Kudüs ıstam­
palarının konulduğu silindir tenekeleri. Şeria suyunun mühürlendiği

88 M E M LE K ETE ÜÖN ÜŞ
çeşitli kaplan, tespihleri vs hediyelik eşyaları Avratalan'a götürmesi için
bir Avratalanlı kiracıya teslim ettik; kendimiz için ise Filibe üzerinden ta
memleketimize kadar götürecek iki talika tuhıldu. Yanımızda sadece giy­
silerimiz ve bazı yükte hafif pahada ağır eşyalar kaldı. Filibe'ye ve oradan
da Avratalan'a kadar yolculuğumuz hoş ve keyifliydi. Geçtiğimiz yöreler,
Gelibolu' dan Edime'ye kadar geçtiğimiz bölgeden çok daha canlıydı, aynca
toprak da işleniyordu. Filibe neşemize neşe kath. Buraya yerleşen bütün
Avratalanlılar ki o zamanlar sayıları hiç de az değildi, hacılığımızı kutla­
dılar. Herkes bu kadar çok, üstelik büyük ve güzel şehirler görebildiğimiz
için bize gıpta ediyordu. Annem ve Hacı Palaveeva Mısır'ı gören, İskende­
riye ve Kahire'de aylarca kalan ilk Bulgar kadınlardı. Daha önceki erkek ve
kadın hacılar sadece Kudüs'e gidiyorlar ve ne İstanbul'da, ne de M ısır'da
duruyorlardı. Eğer o zaman ta Sudan'a kadar ulaşan ticaretleri ve yazıha­
neleri, ayrıca buralarda sathkları Bulgar, daha doğrusu Avratalan sanayi
ürünleri olmasaydı, bizimkiler de böyle yolculuk edeceklerdi belki. Kendi
elemanlarını ve kalfalarını bir yıl boyunca kontrolsüz bırakamazlardı. Bu
epey uzun dolaşma onlara daha fazla masraf açmadı, hatta aynı yıl bütün
hac masrafını çıkarmalarına yardımcı oldu. Öyle denk geldi ki, aynı o yıl
karlar önceki ve sonraki yıldan daha iyiydi. Annem hayatının son anına
kadar, " Babanızın uzun gurbetçiliğinden ve ticaretinden bana kar kalan bu
yolculuk oldu" diyordu. Koskoca 50 yıl bu yolculuğun hatıralarıyla yaşadı.
O yüzden babamı hep hürmet ve derin şükranla andı.
Filibeli olan talikacılar atları bir gece dinlendirdikten sonra Avra­
talan'a devam etmek istediler. Akraba ve arkadaşlarımızı ziyaret etmek ve
onlara Kutsal Topraklar hediyesi vermek için bize fırsat doğdu. Şunu fark
ettim ki, Kudüs'e gidişimize epey kuşkuyla yaklaşanlar, çam sakızı çoban
armağanı hediyeleri büyük memnuniyetle kabul ediyorlardı.
Filibe'den Avratalan'a biri at ve biri araba olmak üzere iki yol vardı.
Krastovo'dan itibaren araba yolu Osmanovo kenarından Strelça'ya doğru, at
yolu da doğrudan Vılk Tepesi'nden ayrılıyordu. Arabacılar Avratalan'a ilk
kez gidiyorlardı ve sadece verdiğimiz çok para sayesinde bunu kabul ettiler.
Yol şose değildi ama düzdü ve talikalar Krastovo'ya kadar hiç zorlanmadı.
Ancak Strelça'ya doğru yol gittikçe bozuluyordu. Çalılıklar, zaten dar olan

Kuoüs YoLcuw�u
yolu daha da daraltıyordu. Talikalar birbirine örgülü ağaç dallarından olu­
şan çitlerin daralttığı yoldan zorlukla geçiyorlardı. Nihayet talikacılar yan
atlan çözmek zorunda kaldılar ve talikalann arkasına bağladılar. Bu, sürati
düşürdü ve biz Türklerin yaşadığı en tehlikeli yerlerde karanlık çökeceği
için korkmaya başladık. Talikacılar memnuniyetsizliklerini dile getirmiyor­
lardı, ama bu kızarmış ve terli yüzlerinden, çatık kaşlarından ve kırışık alın­
larından okunuyordu. Birkaç yerde talikalardan inmek ve arabacılara ağaç­
ların kıvrımlı köklerinden kurtulmaları için yardım etmek zorunda kaldık.
Akşam geç vakitte yorgun argın Strelça'ya vardık ve geceyi endişe içinde
geçirdik. Strelçalı Türkler kötülükleriyle nam salmıştı. Bunların soyguncu
eğilimleri vardı. Birkaç defa, Pazarcık'a aba satın almaya giden Avratalanlı
tüccarların yolunu Strelçalı Türkler kesmiş ve soymuşlardı; kaçmak veya
savunmak isteyen bazılarını da öldürmüşlerdi.
Avratalan ve Strelça arasındaki yol, araba yolu diye anılmasına rağ­
men, sadece öküz arabaları için uygundu; o zamana kadar hiç Avratalan'a
gitmemiş olan talikalar için değildi. Kaldı ki öküz arabaları da yukarıya
doğru ağır yük çekemiyorlardı, dolayısıyla Avratalanlı kiracıların, rampada
yardım etmeleri için Strelçalılardan öküz almaları gerekiyordu. Sabahleyin
birkaç Strelçalı Türkü öküzleriyle yardım etmeleri için yanımıza aldık. Bu
bizim için bir garanti de oldu, çünkü Strelçalı soyguncular yanımızdaki
Strelçalı Türklerden dolayı bize saldırmayacaklardı. Gerçekten de emni­
yetimiz sağlanmıştı, ama yol son derece kötüydü. Yolun hemen hemen
yarısını yürümek zorunda kaldık, hatta talikalan neredeyse elle taşıdığımız
yerler de vardı. 18-20 kilometrelik yolu 6-7 saatte geçtik. Öteki yoldan atla
gidenler çoktan Avratalan'a varmışlardı. Yukarıya tırmanınca ve uzaktan
Avratalan'ın kenar mahalleleri görününce, bizi karşılamaya çıkanları
gördük. Yol giysilerimizi çıkarmak ve yeni hacı kıyafetimizi giymek için
bir kayalığın arkasına geçtik. Bu seremoni sürerken, herkesten önce yeni
hacıları görmek isteyen küme küme genç karşılayıcılar yanımıza geldi.
Ardından bazı yakınlarımız da. Arbk Avratalan çayırlarına yaklaştığımızda,
karşılayanlar daha da arttı ve talikalardan inmek zorunda kaldık. Babam ve
ortağı Hacı Donço, Kahire modasına göre dikilmiş yeni şalvar, ipek kuşak,

90 M E M LE KETE ÜÖN ÜŞ
çuha ceketlerle; annem ve Hacı Palaveeva malakofl üstüne tiftik fistan ve
başörtüsüyle; biz gençler de fesle veya kasketle, sürekli çoğalan devasa bir
kalabalık içinden yürüdük. Memleketimde prens veya çar karşılamasına
şahit olmadım, ama herhalde ı86 9 'un ilkbaharında Avratalan'a girerken
bizi törenle karşılayanların sayısı çok daha fazlaydı. Bazı tanıklara göre o
zaman, yeni hacıları görmek ve karşılamak için en azından sokağa kadar
çıkmayan hiç kimse kalmamıştı. Hatta sokakta olan biteni görmeleri için
avlu kapısı önüne çıkarılan hasta kadınlar bile varmış.
Her iki kilisemizin papazları ve haçlar ve kilise bayraklarıyla genç
oğlanlar Avratalan girişinde bizi ilahilerle karşıladılar. Papazlar ve şarkıcılar
önden, biz peşlerinden, eski Azize Meryem Ana Kilisesi'ne doğru yürüdük.
Geçtiğimiz bütün sokaklar, bazıları baş eğerek, bazıları haç çıkartarak selam­
layan, hatta bazıları da bu görkemli yürüyüş karşısında ağlayan insanlarla
doluydu. Kilisede yeni hacıların sağlığı ve uzun ömrü için dua edildi. Mabet
öyle kalabalıktı ki, güçlükle nefes alınıyordu. Bütün gözler üzerimizdeydi.
Herkes bizi tepeden tırnağa kadar gözden geçiriyordu. Şimdi, bu satırları
yazarken, bana öyle geliyor ki, o zaman insanlar arasında kıskançlık yoktu.
Evimize döndük, ama sonbaharda İstanbul'a hareket ederken bırak­
tığımız herkesi bulamadık. Kışın, hepimizin sevdiği ve saydığı babaanne
vefat etmişti. Acı hepimizin yüreğini dağladı, ama yapacak bir şey yoktu,
hayat devam ediyordu. Geniş avlu ve evimiz böyle uzun bir yolculuktan sağ
salim döndüğümüzden dolayı sevinen; merakını gideren; Kudüs hediyesi
almaya gelen misafirlerle doldu taştı. Bazı yakın akrabalarım o gün bir­
kaç kere bana sarılıyor ve sevinç gözyaşları döküyorlardı. Zaman da hızla
geçiyordu. Karanlık çökmeye başlamıştı ve annemin, toplanan kalabalığa,
herkese Kudüs'ten hediye getirdiğini, ama bunları sandıklar açıldıktan
sonra vereceğini ilan etmesi gerekti. Evimiz boşaldı ve sadece bize yardım
edenlerle en yakın akrabalarımız kaldı.
Ertesi gün, ayin dağıldıktan sonra, sayılan 8- 9 kişi olan her iki kili­
senin papazları geldiler. Sağ salim döndüğümüze çok sevindiler ve dindar
köyümüzde başkalarının da bizi örnek almasını dilediler. Kutsal yerleri,

ı Malakof: 19. yüzyılda Bulgarlara Avrupa modasından gelen, şiş ve geniş durması için çemberler
konan bir etek türü -H.M.

Kuoüs YoLCULu�u
Mısır'ı ve deniz yolculuğumuzu sordular. Ziyaretin sonunda babam onlara
birer tespih, annem ise birer yüz yıkama sabunu verdi. Avratalan'da, gurbet­
ten dönen bir kişinin papaza da armağan getirmesi adettendi. Bu armağan
genelde bir limon ve bir sabundan ibaretti. Avratalan'da sabun üretiliyordu
(birkaç sabuncu atölyesi vardı) , ama domuz yağından yapılan bu sabun kötü
kokuyor ve daha çok çamaşır için kullanılıyordu; yüz için ise, hali vakti yerin­
de olanlar dışarıdan, top halinde ve Avratalan sabunu gibi kötü kokmayan
Girit sabunu getirtiyorlardı. Papazlardan sonra köyün ileri gelenleri, esnaf
vs. kapımızı çaldılar. Ziyaretler bir ay boyunca devam etti. Birine tespih veri­
liyor, ötekine yüzük, üçüncüsüne bilezik, daha yakınlara kilise ayinlerinde
kutsanmış ekmek için kullanılan küçük kase, Kudüs mumu, herhangi bir
kutsal yerden şifalı ot, Şeria suyu, mühür ve daha neler neler. Hatırlayabil­
diğim kadarıyla, evimize gelen ve çam sakızı çoban armağanı verilmeyen
Avratalanlı kadın kalmadı. Kudüs'ten o kadar çok mum getirilmişti ki,
annemin yanın asır sonraki cenazesine bile Kudüs mumu kalmıştı; hacdan
60 yıl sonra ona parastas yaparken evde bu mumlardan bulmuştuk. Toprak
ve kumdan yapılmış bilezikler keza. Bugün bile hala bu bileziklerden var.
Ama nesillere miras bırakılan en değerli şey, özel bir ahşap çerçeve içinde
evimizin en güzel odasına konan, beyaz bir örtüyle örtülen ve sadece yortu
günlerinde açılan Kudüs ıstampasıydı. Ahşap nişin her iki tarafında, bugün
de bozulmamış olan ve Lermontov'un2 Filistin Dalı adlı dokunaklı şiirini
hatırlatan dört örgülü palmiye dalı duruyor. Şiirde ozan şöyle sorar:

Nerede bittin, nerede çiçek açtın?


Hangi tepelerin, hangi vadinin
süsüydün sen?

Ne ki ben bu soruyu eski evimizde, Kudüs ıstampası önündeyken


sormuyordum, çünkü palmiye dallarımızın kaynağını biliyorum. Nereden
getirildiğini ve nasıl onlarca yıl özenle korunduğunu da. Bütün yortu gün­
lerinde onların önünde pır pır yanan kandili hatırlıyorum. Bir toz zerresi
bile düşmesin diye teker teker palmiye yapraklarını silen o dindar eli de.

2 Mihail Lermontov (1814-1841): Ünlü Rus romantik şair -H.M.

92 M E M LE KETE DÖN ÜŞ
KAYNAKÇA
Borislav Gırdev, "Literaturnoto nasledstvo na Mihail Macarov" [Mihail Macarov'un Edebi Mirası], Litera­
turen forum, 33 (474), 16.10.-22.10.2001, Sofya.
Hüseyin Mevsim, "Bulgar Toplumcu Mihail Macarov'un (1854-1944) 1868 Yılına Ait lstanbul izle­
nimleri", 7 . Uluslararası Türk Kültürü Kongresi, Türk ve Dünya Kültüründe lstanbul, Bildiri­
ler 1, lstanbul Tarihi: Medeniyetlerin Buluşma Noktası Olarak lstanbul, Atatürk Kültür Merkezi,
819-834, 2012, Ankara.
Hüseyin Mevsim, "Bulgar Toplumcu Mihail Macarov'un (1854-1944) Anılannda Edime", Yöre Aylık
Kültür Dergisi, sayı 112, 2009, Edime.
Hüseyin Mevsim, "Mihail Macarov'un 'Altmış Yıl Önce Kudüs Yolculuğu' Yapıtında 19. Yüzyıl Osmarılı
Gündelik Yaşamına ilişkin Tanıklıklar", KIBATEK Gezi Edebiyatı Sempozyumu Kitabı, 195-204,
2006, Ankara.
Hüseyin Mevsim, Bulgar Gözüyle Edirne, Kitap Yayınevi, 2012, lstanbul.
Hüseyin Mevsim, Bulgar Gözüyle lstanbul, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, 2011, Ankara.
Mihail Macarov, Spomeni [Hatırat], 1968, Sofya.
Reçnik na bılgarskata titeratura [Bulgar Edebiyatı Sözlüğü], Cilt 2, 1977, Sofya.
Svetla Gyurova, Nadya Danova, Kniga za bılgarskite hadjii [Bulgar Hacılar Hakkında Kitap], 1995, Sofya.

KUDÜS YOLCULU�U 93
DİZİN Cambaztepe 38 Ca
Çanakkale 24; Boğazı 60
Ab aba/abacılar 8, ıo, 12, 14, 23-25, 27-28, 31-40, Çintulov, Dobri 56
42-43. 49. 52, 5n 8. 60, 67-68, 72, 79• 88, 9o Çomakov, Stoyan (Dr.) ıı
Abdülaziz 26 Çorapçı Han (istanbul) 12, 48-49, 53
Anadolu 14, 25, 42-43; cepkeni 9; kasabaları ıo
Anna Kamenova (lvan Macarov'un kızı) 14 Danova, Nadya 18 Da
Antim 1 (Vidin Metropoliti) 26 Dimetoka 35
Antonaki (Serezli Rum komisyoncu) 25-26 Dragiyslci, Dragiya 23, 62
Aprilov, Vasil 19 Dragiyslci, Tonço 23, 62
Arap(lar) 19, 31, 61, 6 5 , 67-68, 72-78, 84-85, 87 Drama çorabı 25
Avramov, Pebr 2 0 Dupnitsa (Dupniçe) 26
Avratalan (Koprivşitsa)/Avratalanlılar 7-14, 23-29,
31-44, 48-49 . 57, 60, 62-66, 68-70, 74, Edime 10, 12, 15, 36, 39-44, 63, 88-89 Ed
79-80, 83-84, 88-92 Enez 16; Limanı 28
Ayasofya 56 Ermeniler 47, 51-52, 68, 81, 84
Aya Nikola Kilisesi (Galata) 12
Aziz Sava Manasbrı 83 Fener 12, 48-53, 56-58
Aziz Todor Yortusu 80-81 Filibe (Plovdiv)/Filibeliler 7, 10-12, 15, 25-26, }2.
Aziz Nikola Manasbrı (Kudüs) 80-81 34-44, 55, 63, 80, 89; Bulgar Mektebi 12;
Azize Meryem Ana Kilisesi 91 kadısı 24; modası 45; postanesi 41-42; sanca­
ğı 37; talikası/ talikacıları 35, 39, 44, 89
Ba Baçkovo Manasbrı 25 Filistin 15, 17, 28-29, 38, 57, 72-74, 78-83, 86-87
Balıklı Rum Kilisesi 5 2
Balkan Savaşları 1 4 , 26 Galata 12, 56; Köprüsü 48 Ga
Balkarılar 10- 11, 18, 25; Balkan Yarımadası 17, 47 Galatasaray Lisesi ro
Balkapan Han (istanbul) 68 Gelibolu 16, 35, 88-89
Belgrad ı o Gerov, Nayden ı ı
Benkovslci, Georgi ı o Gırdev, Borislav 1 5
Beytlllal him 57, 83-84 Gregoriy, Arşimandrit (Dorostol·Çerven
Bobçev, Stefan 13 Metropoliti) 57
Boris 1 26 Gruev, Georgi ıı, 49
Bozveli, Neofiı 19 Gruev, Yoakim ı ı
Buharalılar 19, 31, 68 Gusle 36
Bulgar(lar) 7-12, 14-20, 25 -27, 29, 33-40, 44, 46 - 59, Gyurova, Svetla 18
61, 66-70, 74, 76, 81-83, 86-87,89; Çarlığı 26;
devleti 7; dilenciler 36; hacı 18, 20, 82, 86; kili­ Halil Han (Kahire) 68-69 Ha
sesi 26, 37,48-49, 51-52, 57-58; mektebi 50, 52, Harmanlı 39
56, Patrikliği (Tımovo) 26; tulumbacılar 51-52 Hıristiyan(lar)/Hıristiyanlık 17-18, 26, 34, 37, 40,
Bulgar-Rum kavgası 26 51, 58, 60, 73, 84-85; ahlakı 9; haalar ı5;
Blikreş ıo Sudanlı köleler 70; yortuları ı2, 49, 52 · 53, 57,

94 Ü İZİN
66, 92; aynca bkz. Aziz Todor Yortusu; Noel Kupçiyski, Dinço 80
Yortusu; Paskalya Cuması Kutsal Kabir 27, 84-85; Kilisesi 84-85
Hipodrom (Sulıanahmet) 56 Kutsal Topraklar 17, 28, 57, n 82, 89

il llarion (Bulgar Ekzarhı) 26 Macarov, Georgi (lvan Macarov'un oğlu) 14 Ma


1 pekböcekçiliği 3 9 Macarov, lvan (lvan Macarov'un oğlu) 14
lskenderiye 12, 14-15, 23-25, 27 , 29, 53, 57, 60, 67, Macarov, Mihail 12, 14-15, 20, p-33 . 39-41, 46,
70, n 77, 88-89; Ortodoks Patrikliği 66 48-50, 56, 80, 82
lsıanbul 8-ıo, 12-16, 23, 25-27, 29, p , 34-35, 37-38, Macarov, Popmihaylov lvan 23, 62, 84
40-42 , 44 . 46-60, 62-63, 68-69, 81, 83. Mahmud il 8
88-89, 91; yangınları 50·52, 56 Makedonyalı Ulahlar 68-69
lvan-Asen il 26 Maraş Mahallesi (Tatar Pazarcıkta) 23
lzmir 15, 59-60 Meriç Nehri 36
Metoh 50, 52, 56
Ka Kableşkov, Todor ıo Mısır 9, q-14, 23, 25-27, 29 , 31, 38, 53, 57, 59,
Kafkas köleler 69-70 62-66, 68p, 77, 89, 92
Kahire 12, 14·15, 19, 23-24, 27, 29, 31 , 53, 57. 62, Mısır Çarşısı (İstanbul) 68
67-70 . 7 2-n n. 89-90 Mısır Şirketi 23-25, 27, 29, 62
Kalofer 40, 80 Moravenov, Gavril 11, 49, 81
Kapalıçarşı (Edime) 40 Moravenov, Luka 49
Karacadağ 7, 33; köyü 8 Musıafapaşa 39
Karavelov, Lyuben ıo
Karavelov, Petro 11 Naydenov, İvan 58 Na
Karlovo (Karlıova) 40 Nevrekop 26
Karşıyaka Mahallesi 3 6, 3 8 Niş 80
Kasırov, Luka 11 Novi Sad 10
Kırcaaliler ı 8, 34
Kının Savaşı 8, 14, 16, 24, 28, 43. 53 Odesa lo-rr, 13 Od
kiraalar (aarabacılar) 33"34· 36-37. 41, 49 . 78 , Orlov (Doktor, Fener) 53-54
88-90 Ortaköy (İstanbul) 56
Kiremit Mahallesi (Fener) 49 Osmarılı(lar) 11, q-14, 17, 19, 26, 34; coğrafyası 15,
Kirli ile Metodiy Kardeşler 17 20; demiryollan 10; Devleti 8, 1 5 , 33, 39, 41;
Kisimov, Pandeli 20, 35 dönemi 7-8; egemenliği 20; hükümeti 14, 55;
Klisura 80 ordusu 8; payitahtı 13; postası 41; tarihi 14
Kocabalkan Dağlan 7-8, 10, 33, 44 Osmanlı-Rus Savaşı 10, 12-13
Kosteneçki, Konstantin 17 Osmanovo 89
Krastovo 33, 89; kaplıcası 25, Otlukbeli (Panagyurişte) 40; çulu 64
Kresna 26
Kudüs 12, 15-20, 27-31 , 35, 37-J 8, 49, 57, 71, 73 - 76-79, Palaveev, Donço 23, 27, 29-31, 62, 67-69, 78, 84 , Pa
81-89, 91-92; Istampası 83-84, 88, 92, mumu 89-91
88, 92; Partikliği 18, 29, 76, 78-79, 81, 84 Palaveev, Nenço 27 , 62

Kuoüs YOLCULU�U 95
Palaveev, Neşa 46, 53, 57, 65, 74 Stara Zagora (Eski Zağra) 80
Palaveev, Semko 62 Stolikov, Konstantin (Doktor) 80
Panagyurişte bkz. Otlukbeli Stoyanov, Zahariy 9
Paniçkov, Dimibr 20 Strelça Köyü 32, 89-90
Paskalya 49. 71, 83-86; Cuması 52-53 , 83 Suya Hac Atma Günü 57-58
Pazarcık 80, 90 Şarki Rumeli Vilayeti ır, 13, 40, 49
Peev-Plaçkov, lvan ır Şeria Nehri 30, 38, 57. 82-84, 88, 92
Pera 47 Tanla 70
Port Said 71-73 Tatar Pazarcık 23
Tatavla 53
Ra . Ramle 76, 87 Tekirdağ (Rodosto) lp6, 35, 41, 43 . 45 . 46
Rila Manasbrı 18, 25 Tımovaak (Malko Tımovo) 40
Rilski, Neofit 19 Tımovo{Tımova 7, 26, 35, 40
Robert Kolej ır-12, 80 Tolstoy, Lev IJ
Rodoplar 25, 33, 44 Trieste vapuru 35
Romen payitahb lO tulumbacılar 51
Rumeli 14, 34 Türk(ler) 23, 27, 29, J4, 36-38, 40-41, 43-44, 47,
Rum(lar) 15, 2p6, 28-29, 3n8. 47. 50-54. 56, 55 - 56, 60, 62, 68, 84, 90; askeri 87; çocuklar
60, 62, 68, 73 . 81; aydın sınıfı (Edime) 40; 36; devleti 24; hükümeti 37. 56, 84; egemen­
eğlencesi (tatavla) 53; gazinosu (Fener) 52; liği 57; idaresi 9, 33, 76; kadınlar 58; konvoyu
hacıları 81; lcilisesi 20, 49, 58; mektepleri 76; korumalar 82; lirası 75; payitahb 56;
48; papazları 37. 50, 76, 81; ruhanileri 39, 81; polisi 56; postanesi 41-42; süvarileri 82-83;
talebeleri 38; tulumbacıları 51; tüccarları 40: topral!t 32; tüccar 69; zaptiyesi 33. 58, 76
Rum Ortodoks Pabikliği/Patrikhanesi 26
Rus(lar)/Rusya ıo-ır, 13-14, 24, 26, 29, 40 . 53. 56, Vazov, lvan 13 Va
66, 7J. 77-78, 81-82, 86, 92; haa 86 Veliko Tırnovo bkz. Tırnovo{Tırnova
Vılk Tepesi 32-33. 89
Sa Samsun 42 Vlaherna [Ayvansaray] Kapısı 56
Samakov 80 Vratsa (Vraça) 19
Sanki Petersburg 13
Selanik 15, 25-26 Yafa 15, 71-76 . 85-88 Ya
Seliminski, lvan 20 Yahudi(ler) 47, 49, 51-52; tüccarlar 40
Selimiye Camii 39-40 Yeniçeri Müzesi 56
Serez 15, 25-26 Yosif l 26
Simeon 1 26 Yunan(lar) 29, 37. 56, 80; bal!nazlıl!t 81; devleti
Slav 10, 12, 36, 54, 59. 80-81, 83, 86 62; gemileri 56; karşıb 29; kilisesi 29, 37,
Slaveykov, Petro R. 58, 81 66, 81; kültürü 50; rnanasbrı 29, 77, 79;
Sofroniy (Vraçalı, Piskoposr54) 19 papazları 55, 80, 85; ruhanileri 28-29, 38, 55,
Sofya 7, 13-14, 26; itfaiyesi 52 78, 80-81, 85; suçlular 62; uyruklular 56, 60;
Sopot (Akçakilise) 40 vatanperveri 48
S tamblov. S tefan l 3

DİZİN

You might also like