Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 128

Mustafa Kemal Paşa’yı

Kurşuna Dizilmekten
Nasıl Kurtardım?

MAREŞAL
Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor

e
9 ÇAKMAK AÇIKLIYOR
34

h
MAREŞAL
FEVZİ ÇAKMAK
AÇIKLIYOR
Mustafa Kemal Paşa’yı
Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtardım?

Anlatan: Adnan Çakmak


Yazan: Murat Sertoğlu
Derin Tarih Kültür Yayınları — 34
Derin Tarih dergisinin 47. sayısının hediyesidir.
Şubat 2016

Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor

İletişim
Maltepe Mah. Fetih Cad. No: 6
34010 Zeytinburnu, İstanbul
0212 467 65 05

www.derintarih.com
iletisim@derintarih.com

Baskı
Strateji Matbaası
MAREŞAL
FEVZİ ÇAKMAK
AÇIKLIYOR
Mustafa Kemal Paşa’yı
Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtardım?

Anlatan: Adnan Çakmak

Yazan: Murat Sertoğlu


İÇİNDEKİLER

Önsöz  7
Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtuldum?  9
Mustafa Kemal Paşa’yı Kurşuna Dizilmekten Nasıl Kurtardım?  12
Rumeli Alevler İçindeydi  15
Abdülhamid’in Hafiyeleri Teker Teker Öldürülüyordu  18
Mustafa Kemal’den Herkes Korkuyordu  21
İsmet Paşa ile Aramızda Buzdan Bir Duvar Örüldü  24
Yurdun Her Köşesinde Düşman Çizmesi Vardı  27
Tek Arzum Yunan’ı İzmir’e Sokmamaktı  30
Milli Mücadele Başlıyordu  33
Ruslar Bize Silâh Vermedi  36
İstanbul’da Artık Kalamazdım  39
Beni Bile Vurmak İstediler  42
“İşimize Azimle Devam Edelim Arkadaşlar"  46
Perişan Olan Çerkez Ethem, Yunan’a Koştu  48
Bir Haftada Ya Zafere Kavuşacak, Ya Da Ölecektik  51
İsmet Paşa’nın İdamını Niçin İstediler?  54
Az Kalsın Mehmetçik Kurşunu ile Ölecektim  57
Yunanlılar Sakarya’da Tokadı Yemiş Kaçıyordu  60
“Sakarya” Soyadını Neden Reddettim  63
“Büyük Taarruz Plânını Ben Hazırladım”  66
“Allah, Allah” Sesleri Semaları Çınlattı  69
Yunanlı İzmir’i Değil, Hayallerini de Yakıp Yıktı  72
“Şapka İnkılâbı Muvaffak Olmuştur, Beyler…”  75
Mustafa Kemal’in Yerine Beni Geçirmek İstiyorlardı  78
İsmet Paşa Evinden Çıkamaz Hale Gelmişti  81
İsmet Paşa Son Ziyarete Korktuğu İçin Gitmedi  84
İsmet Paşa’nın Başkan Olmasına “Evet” Dedim  87
İkinci Dünya Savaşı Patladı ve Biz Kıl Payı Kurtulduk  90
İsmet Paşa’nın Bulunduğu Toplantılara Katılmıyordum”  93
Celâl Bayar DP’ye Girmemi Teklif Etti  96
Bayar, Aslında DP’yi Kurtarmak İstiyordu  99
Meclis’teki Olaylar ve 12 Temmuz Beyannamesi  102
İki Partinin de Boy Hedefi Olmuştum  105
MP’nin Fahri Genel Başkanlığını Kabul Ettim  108
Meclis’te İlk Dayak Olayı  111
Nasıl Olmuş da Bayar’ın Sözlerine Kanmıştım  114
Ölmeden Unutulmam İçin Her Şeyi Yaptılar  117
Ne Komünistliğim Kaldı, Ne Yobazlığım  120
O Dağ Gibi Adam Bir Mum Gibi Eriyip Gidiyordu  123
Mareşalin Tabutu Eller Üstünde Uçuyor Gibiydi  126
SUNUŞ

Tam II. Abdülhamid’in tahta çıktığı yıl, 1876’da dünyaya gelen ve


2. Cumhuriyetin kurulduğu 14 Mayıs 1950 seçimlerinden bir ay önce
vefat eden Fevzi Çakmak, yakın tarihimizin unutturulan değerlerin-
den biri. Tıpkı Kazım Karabekir, Cevad Paşa ve Rauf Orbay gibi o da
yaşarken sessizliğe gömülenlerden. Mustafa Kemal Paşa’nın etrafın-
daki hayaletlerden biri haline getirildi kasıtlı olarak. 22 senelik rekor
sayılan Genelkurmay Başkanlığı, Sakarya ve Büyük Taarruz zaferle-
rinin planlayıcılığı, ilk Başbakanlık diyebileceğimiz Vekiller Heyeti
Başkanlığı ve demokrasiye geçiş sürecinde Tek Parti diktatörlüğünün
yıkılmasına verdiği destek bile unutturulmaması için yeterliydi.
Bugün “Fevzi Çakmak” denilince akıllarda belli belirsiz bir resim
dolaşıyor, o kadar. Vefat yıldönümlerinde Genelkurmay Başkanlığı’n-
da dahi anılmıyor, belgesellerde ismi geçmiyor, en fazla “Atatürk ve
silah arkadaşları” diye müphem bir etikete sıkıştırılıyor.
Tam bir hatıratı var mı, bilmiyoruz. Akın gazetesinde 1948 yılın-
da kendisiyle yapılan söyleşide bir hatıratı olduğundan bahsediliyor.
Ancak bugüne kadar gün yüzüne çıkmış değil. Günlükler’i bile en
kritik bölümlerinden mahrum olarak neşredildi. İşte elinizdeki ki-
tapta Mareşal’in kendi hatıralarını okuyacaksınız. Yeğeni Adnan
Çakmak vaktiyle Mareşal’in kendisine anlattığı hatıralardan tuttuğu
notları Murat Sertoğlu’na anlatıyor, o da 40 bölüm halinde Hürriyet
gazetesinde tefrika ediyor (10 Nisan-19 Mayıs 1975).
Daha önce kitaplaşmamış olan bu hatıralarda Mustafa Kemal ve
İsmet Paşaları kurşuna dizilmekten kurtardığını, Sakarya Zaferi’ni
planlarını kendisinin çizip yönettiğini, İnönü zaferlerini Albay İs-
met’in hesabına yazılmasının feci bir hata olduğunu, kendisini daha
İstiklal Savaşı yıllarındayken işrete kaptıran Mustafa Kemal’in sonu-
nun kötü olacağını söyleyen açık sözlü bir Mareşal var karşımızda.
İlk kez kitaplaşan bu hatıraların yakın tarihimizin örtülü pek çok
olayının perde arkasını göstermesi bakımından kıymetli olduğunu
düşünüyor, gerçek tarihe bir adım daha yaklaşmanın heyecanını du-
yuyoruz. Yeni sürprizlerde buluşmak dileğiyle.
DERİN TARİH
ÖNSÖZ

Babam Mehmet Nazif, ben daha altı aylık bir bebek iken üsteğ-
men olarak katılmış bulunduğu Çanakkale Savaşında Conkbayı-
rı’nda şehit düşmüştür. Onun için ben amcam Mareşal Fevzi Çak-
mak’ı öz babam gibi bilirim. Onun da erkek evlâdı olmadığı için
beni öz oğlu bildiği gibi. Beni askeri okula yazdıran, subay olarak
Türk ordusuna katan da odur. Büyük amcam da Balkan Harbinde
şehit düştüğü zaman çocuğu yoktu. Bu bakımdan Çakmak ailesi-
nin tek erkek çocuğu olarak ben bulunuyordum.
Rahmetli amcam erkek evlât hasretini benimle giderdiği için
bana karşı her zaman tam bir baba şefkati gösterir, aynı evde bü-
yüdüğüm için bana her zaman binbir olay içinde geçmiş askerlik ve
politika hayatı hakkında hatıralarını anlatırdı. Ben de bunları not
ederdim.
İşte tarihî olaylar etrafında pek çok yazılarını okumuş olduğum
yazar Murat Sertoğlu’na verdiğim notlar bunlardır. Dünya gelip
geçici bir alemdir. Benim de yaşım ilerlemiş bulunuyor. Hayatta
daha ne kadar kalabileceğim belli değildir. İşte en çok korktuğum,
çekindiğim taraf, ben göçtükten sonra bütün bu hatıraların yok ol-
ması idi.
Rahmetli amcam Türk gençliğini çok sever, ona bütün varlığı
ile inanırdı. Fakat benim gördüğüme göre gençlik bu büyük adamı
hakkıyle tanıyamamaktadır. Bunun bir çok nedenleri vardır. Başlı-
cası da rahmetli amcamın alçak gönüllülüğü, kendisinin propagan-
da konusu yapılmasını istemeyişidir.
Fakat bugün o artık ebediyyet âlemine göç etmiş bulunuyor.
Ve ben benimle beraber bende bulunan birçok tarihî kıymette
hatıraların da yok olmasına göz yumamazdım. Buna hakkım yok-
tu. İşte bütün bunları düşündüğüm içindir ki rahmetli amcam
Mareşal Fevzi Çakmak’ın bana anlattıklarını onun ağzından din-
lediğim gibi nakletmekle büyük ölüye ve tarihe karşı son ödevimi
tamamlamış bulunduğuma inanıyorum.
Bu vesile ile bana bu imkânı veren muhterem Hürriyet gazetesi
ile yazar Murat Sertoğlu’na teşekkür etmeyi bir vazife bilirim.
ADNAN ÇAKMAK
MURAT SERTOĞLU

1
KURŞUNA DİZİLMEKTEN
NASIL KURTULDUM?

• Hayatımı patlamayan bir bombaya borçluyum


• Enver Paşa “Zangoç musun, çan kulesinde işin ne?”
diye bağırıyordu

“Birinci Cihan Savaşı’nın sonlarında idik. Ben Filistin cephe-


sinde bulunan Yedinci Ordu Komutanı idim. Karşımda İngilizle-
rin çok üstün kuvvetleri vardı. Aldığım emir, onların ilerlemesine
ne pahasına olursa olsun engel olmaktı.
Benden önce bu orduya komuta eden Mustafa Kemal Paşa, Al-
man komutanlarla anlaşamadığı için buradan ayrılmak istemiş,
Başkomutan Vekili Enver Paşa da bunu uygun görerek yerine beni
tayin etmişti.
Enver Paşa şüphe yok ki namuslu ve vatansever bir komutandı.
Bunu kimse inkâr edemez. Ancak böyle büyük bir savaşta Osmanlı
ordularını idare edecek kadar tecrübeli ve bilgili değildi. Onu bu
mevkie getiren Meşrutiyet İnkılabında Makedonya’da oynadığı
birinci derece rollerden biriydi. Balkan Savaşında Edirne’nin geri
alınış hareketinde önderliği, bir de saraya damat oluşu idi…
Aynı zamanda aşırı derecede Alman hayranı olması yüzünden
Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Savaşı’nda Almanların yanında
yer almasında da en büyük rolü oynamıştı. Ve bu yüzden de savaş
sırasında Osmanlı ordularının kaderini elinde tutmuştu.
İşin doğrusunu söylemek gerekecek olursa Birinci Cihan Savaşı
boyunca Osmanlı ordularını asıl idare eden, Alman Genelkurmayı
idi. Enver Paşa sadece onların isteklerini, emirlerini yerine getiren
bir vasıta idi. Süveyş Kanalına yapılan akınlar, Sarıkamış taarruzu
hep Alman Genelkurmayının emirleriyle girişilen maceralardı.
Bulunduğumuz 1918 yılında ise savaşın kaderi aşağı yukarı

9
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

belli olmuş bulunuyordu. Düşmanlar her cepheden ilerlemeye baş-


lamışlardı. Savaşı kaybedeceğimiz belli olmuştu. Ama biz yine de
elimizden gelen her gayreti göstererek savaşa azimle ve inatla de-
vam ediyorduk.
Yedinci Ordu’nun karargâh mevkii olarak Halilürrahman se-
çilmiş ve Ordu Konakçı Subayı daha önce oraya giderek karargâhın
yerleşeceği uygun bir bina aramaya koyulmuştu. Böyle bir bina da
bulmuştu. Ne var ki bina daha önceden bazı Alman astsubayları
ve erleri tarafından işgal edilmişti. Bunlar da kendilerine yapılan
binadan çıkma teklifini hemen reddetmişlerdi.
Ben, Kurmay Heyetimle birlikte oraya varınca açıkta kaldığı-
mızı gördüm. Ve Alman astsubaylarıyle erlerini biraz da zor kul-
lanarak binadan çıkardım ve buraya yerleştim. Bu basit olay bakın
başıma ne işler açtı!
Meğer rahatları bozulan Almanlar hemen komutanlarına şikâ-
yette bulunmuşlar. İş taa Enver Paşa’ya kadar aksetmiş! Enver Paşa
da bulunduğu ağır psikolojik şartlar karşısında âdeta çılgına döne-
rek beni kurşuna dizdirmek üzere karargâhıma koşmuş…

Enver Paşa hiddet içinde…


Enver Paşa büyük bir hiddet içinde ani olarak karargâha geli-
yor ve beni orada bulamayınca nerede olduğumu soruyor. Ben ileri
hatlarda idim ve bir kilisenin çan kulesine çıkmış olduğum halde
etrafı gözden geçiriyordum. Başkomutan Vekilinin arabasını gö-
rünce hemen indim, yanına gittim. Kendisini usulen selâmladım.
Bana ilk sözü:
- “Zangoç musun? Çan kulesinde işin ne?” oldu.
Onun büyük bir hiddet içinde bulunduğunu, beni tahrik etmek
istediğini ve hareketine hakaretle karşılık vermemi beklediğini he-
men anlamıştım. Soğukkanlılığımı bozmadan cevap verdim:
- “Civara dağılan askeri toplamak üzere verdiğim emirlerin
tam olarak tatbik edilip edilmediğini anlamak üzere buraya çık-
tım. Buralarda etrafı görecek daha yüksek ve daha uygun bir yer
yoktur.”
Bunun üzerine bana askerî durum hakkında sorular sorarak
hangi noktaları düşmana terk ettiğimizi bildirmemi istedi.
Kısa bir süre önce bir Alman Generali tarafından idare edilen
sağ tarafımdaki Sekizinci Ordu geri çekilmiş bulunuyordu. Fakat

10
MURAT SERTOĞLU

ben bu boşluğa rağmen bir karış bile çekilmemiş, düşmana bir ka-
rış toprak bile bırakmamıştım. Bunu söyleyince:
- “Almanları lekelemek mi istiyorsun?” diye bağırdı.
- “Hayır hakikati söylüyorum!” dedim.
- “Öyleyse bunu ispat etmelisin!”
- “İspata hazırım!”
Beraberce otomobile binerek Halilürrahman’daki karargâha
döndük. Bu sırada albay rütbesinde bulunan İsmet İnönü de ma-
iyetimde bulunuyordu. Enver Paşa’ya istediği bütün bilgileri nok-
sansız olarak verdim. Baskın bölgelerini beraberce dolaştık.. Bütün
söylediklerimin doğru olduğunu gördü. Doğru konuştuğuma
inandı.
Tam bu sırada bir olay oldu. Yüksekten uçan bir düşman uçağı
otomobil görünce bir bomba atmış ve bomba Enver Paşa ile bera-
ber içinde bulunduğumuz otomobilin az ötesine düştüğü halde her
nedense patlamamıştı.

Ya patlasaydı…
Patlasaydı ne ben hayatta kalırdım ne de Enver Paşa… Bu gibi
olayların kuvvetle tesirinde kalan Enver Paşa bunu görünce birden
değişti. Elimi samimiyetle sıkarak beni tebrik etti ve hemen karar-
gâhtan ayrıldı.
Sonradan öğrendim, İstanbul’a dönünce bazı yakınlarına bu
bomba olayını anlatarak bombanın patlamamasını suçsuz olduğu-
mu gösteren bir ilahi ihtar diye karşıladığını ve beni bu yüzden
kurşuna dizdirmediğini söylemiş… Yani bir ölüm tehlikesi beni
mutlak bir ölümden kurtarmıştı.
Evet, böylece patlamayan bir bomba beni kurşuna dizilmekten
kurtardığı gibi ben de pek takdir ettiğim, sevdiğim Mustafa Kemal
Paşa’yı bir gün kurşuna dizilmekten kurtarmış olmaktan her za-
man gururlanırım. Şimdi de bunu anlatayım:

11
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

2
MUSTAFA KEMAL PAŞA’YI
KURŞUNA DİZİLMEKTEN
NASIL KURTARDIM?
Enver Paşa, Mustafa Kemal’i kıskanıyordu
Enver Paşa bana, “Mustafa Kemal Paşa ordusunu bırakıp
kaçmış. Hemen kurşuna dizilmesi için emir vereceğim” dedi. Oysa
harekât planını hazırlayan, Enver Paşa’nın yakınlık duyduğu
Alman Generali Liman Von Sanders’di. Sorumluluk onundu. Bunu
hatırlatınca Enver Paşa, böyle delice bir emir vermekten vazgeçti.

Bu dikkate değer olayı Mareşal Fevzi Çakmak şöyle anlatıyor:


- “Bulgarlar savaştan çekilmek üzereydi. Müttefikimiz Alman-
ya ile bağlarımız kesiliyordu. Rus cepheleri dışında her taraftan
kötü haberler geliyordu. Birleşik Amerika da İngiltere ile Fran-
sa’nın yanında yer almıştı. Bir ara Paris’in önlerine kadar gelmiş
bulunan Alman orduları şimdi yer yer bozulmaya, gerilemeye baş-
lamışlardı. Dört yıldan beri dört cephede savaşan Osmanlı ordu-
ları hem çok yorgun düşmüşler, hem de büyük zayiat vermişlerdi.
Ordu safları arasında meydana gelen boşluklar doldurulamıyordu.
Hatta bunlar gitgide tehlikeli bir şekilde genişliyordu. Buna karşı-
lık karşımızda savaşan düşman kuvvetleri gitgide kuvvetleniyor ve
kalabalıklaşıyordu.
Bütün bu olaylar karşısında nereye doğru gitmekte olduğumuz
çok açık bir şekilde belli olmuştu. Tabii bu savaşta en büyük so-
rumluluğu omuzlarına almış bulunan Başkomutan Vekili Enver
Paşa da açık hakikati ister istemez görüyordu.

Birkaç Alman subayı için


Sinirleri ne kadar sağlam olursa olsun bu duruma düşen bir ko-
mutandan mantık dahilinde davranış beklenilemez. Birkaç Alman
subayını memnun bırakmak için beni ciddî olarak kurşuna dizdir-
meyi düşünmüş bulunması da bunu gösterir.

12
MURAT SERTOĞLU

Ben daha çocukluğumdan beri tarihi, bilhassa askerî tarihimi-


zi severim. Boş zamanlarımda da bu çeşit kitapları okur, bilgimi
artırmaya gayret ederdim. Tarih, anlayanlar için nice ibret ve-
rici olaylarla doludur. Nitekim 1860 yılında Sultan Abdülaziz de
Fransızları ve İmparatorları 3. Napolyon’u memnun etmek için
Suriye’de ordu komutanı bulunan ve dürüst bir asker olan Müşir
Ahmed Paşa’yı kurşuna dizdirmekten çekinmiş değildi. Müşir
Ahmed Paşa’nın suçu, Fransızların bu topraklarda gözleri olduğu-
nu anlamış ve ona göre tedbirler almaya kalkışmış bulunmasıydı.
Nitekim o kurşuna dizildikten 60 yıl sonra Fransız askerleri Suri-
ye’ye yerleşerek rahmetli Müşirin ne derece haklı olduğunu ortaya
çıkarmışlardı.
Enver Paşa da memleketin batmak ve kendisinin gitmek üzere
olduğunu biliyordu. Giderayak da kaderini bağlamış bulunduğu
Almanları memnun etmek üzere hiç olmazsa bir Türk paşasını
harcamaya karar vermişe benziyordu.
Ben bu tehlikeyi atlatmıştım. Karşımdaki üstün düşman kuv-
vetlerini durdurmuştum. Hatta baskınlarla yüzlerce İngiliz subay
ve erini esir etmiş, pek çok savaş ganimeti ele geçirmiştim. Bu esir-
ler arasında şöhretli İngiliz casusu Lavrens’in başyardımcısı Niyo-
komb1 da bulunuyordu.
Fakat bu sıralarda şiddetli bir amipli dizanteri hastalığına ya-
kalandım. İster istemez tedavi için İstanbul’a gönderildim. Yerime
yeniden Mustafa Kemal Paşa tâyin edildi.
Aynı zamanda bağlı bulunduğumuz Yıldırım Grubu Komutanı
Alman Generali Von Falkenhayn da geri çağrılmış, yerine General
Liman Von Sanders getirilmişti. Bu tâyinler 1918 yılının Ağustos
ayının başlarında olmuştu.
İstanbul’da durum tamamiyle ümitsizdi. Her yerde mütare-
keden bahsediliyordu. Arkadaşlar büyük bir bedbinlik içinde bu-
lunuyorlardı. Dört yıldan beri harcanan bunca gayretler, dökülen
bunca kanlar hep boşa gitmişti. Ara sıra uğradığım Genelkurmay-
da herkes Enver Paşa’dan ve Almanlardan şikâyet ediyordu. Bu-
nunla beraber yine de herkes Enver Paşa’dan çekinmekte devam
ediyordu.
Eylül’ün ilk haftasında Suriye’den çok fena haberler geldi. İngi-
lizler büyük bir taarruza geçmişler ve bir hamlede tekmil Filistin
1 Stewart Francis Newcombe (1878–1956). DT

13
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

ve Suriye’yi ele geçirmişlerdi. General Liman Von Sanders, Alman


Kurmayı ve Mustafa Kemal Paşalar da geri çekilmek zorunda kal-
mışlardı.
Ben bu acı haberi öğrendiğim anda Enver Paşa bir top güllesi
gibi bulunduğum odaya girdi. Beni görünce:
- “Mustafa Kemal Paşa ordusunu bırakıp kaçmış. Hemen
kurşuna dizilmesi için emir vereceğim!” dedi.
Enver Paşa’nın Trablusgarp savaşından beri her nedense Mus-
tafa Kemal Paşa ile arasının iyi olmadığını biliyordum. Onu Ça-
nakkale’ye, müdafaası en çetin yere göndermiş olması da bu yüz-
dendir. Fakat parlak bir kurmay olan Mustafa Kemal Paşa orada
harikalar yaratmış ve Anafartalar Kahramanı olarak paşalığa yük-
selmişti2. Böyle büyük bir şöhret kazanmış olması Enver Paşa’yı
daha da kıskandırmış ve kızdırmıştı. Şimdi ise eline son bir fırsat
geçmiş bulunuyordu. Suriye ve Filistin bozgununun sorumluluğu-
nu olduğu gibi ona yüklemek ve kendisini giderayak kurşuna diz-
dirmek istiyordu.

Suç Von Sanders’ indi


Halbuki bu işte bir suç varsa ancak Alman Generali Liman Von
Sanders’in olabilirdi. Savaşın planı onundu. Başarı şerefi veya ba-
şarısızlık sorumluluğu da ancak onun olabilirdi.
Odada daha bazı arkadaşlar da vardı. Hemen cesaretimi top-
ladım:
- “Paşam, gelen haberlere göre Mustafa Kemal Paşa Alman
Generali ile birlikte çekilmek zorunda kalmış. Eğer kendisini
kurşuna dizdirmeye kararlı iseniz aynı suçu işleyen bütün Al-
man general ve subaylarını da kurşuna dizdirmeniz gerekir.
Adalet bunu icap ettirir” dedim.
Bu sözler, üzerinde büyük bir tesir yaptı. Biraz düşündükten
sonra bir şey demeden odadan çıktı. Ve giderayak böyle delice son
bir emir vermekten vazgeçti.
Kısa bir süre sonra ise savaşı kaybettiğimizi kabul etmiş ve düş-
manla mütarekeyi imzalamış bulunuyorduk.

2 Paşalığa yükselişi 1916 yılındadır.

14
MURAT SERTOĞLU

3
RUMELİ ALEVLER İÇİNDEYDİ

Mustafa Kemal Paşa’nın adını ilk olarak Hareket Ordusu ile İstan-
bul’a geldiğinde duymuştum. 1915 yılında düşmana karşı parlak
başarılar kazanınca şöhreti bütün orduya ve yurda yayıldı.

- “Ben Mustafa Kemal Paşa’yı ne okulda, ne Harbiye’de ne de


Erkân-ı Harbiye Mektebi’nde tanımış değilim.. Benim doğum tari-
him 12 Ocak 1876’dır. Ve bildiğime göre Mustafa Kemal Paşa’dan
iki yaş daha büyüğüm. Mustafa Kemal Paşa’nın doğum tarihi
1878’dır. Ölümüne yakın tarihlere kadar Avrupa ansiklopedilerin-
de, mesela bunların en ciddisi olan Larousse’un 1934 tarihli sayısın-
da kendisinin 1878 tarihinde Selanik’de doğmuş olduğu yazılıdır.
Sonradan bu tarih 1881 olarak değiştirildi. Tabii bunun nedenini
bilmiyorum. Beni de ilgilendirmez… Muhakkak olan, benden bir
kaç yaş küçük olduğudur.
O Askeri İdadi tahsilini Rumeli’nde yaparken ben İstanbul’da
Kuleli Askeri İdadisini tamamladım. Ve 1893’de Harbiye’ye geç-
tim. İki yıl sonra Harbiye’den mezun olduğum zaman Mustafa Ke-
mal Paşa henüz Harbiye’ye gelmiş değildi. Sonra Erkân-ı Harbiye
Mektebine gittim. 1899’da kurmay yüzbaşı olarak buradan çıktı-
ğım zaman da kendisiyle tanışmış değildim.
İlk olarak 3. Şubeye tayin oldum. Burada üç ay kadar kaldıktan
sonra 18. Nizamiye Fırkası Kurmaylığına tayin olundum. Ve soluğu
Rumeli’nde, Kosova Vilâyetinin Mitroviçe kazasında aldım.
Böylece Mustafa Kemal Paşa Harbiye ve Erkânı Harbiye tahsi-
lini yapmak üzere Rumeli’nden İstanbul’a geldiği sıralarda ben de
aksine Rumeli’ye gitmiş bulunuyordum.
Bu sırada Rumeli bir kelime ile ateşler içinde bulunuyordu.
Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya gibi büyük devletlerin el al-
tından silâhlandırdıkları ve kışkırttıkları Rumlar, Bulgarlar, Sırp-

15
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

lar, Ulahlar, Karadağlılar ve Arnavutlar yer yer çeteler teşkil ede-


rek dağlara çıkıyorlar ve Osmanlı kuvvetlerine ve Türklere karşı
saldırılar tertipliyorlardı. Her karış toprağında bol bol şehid kanı
dökerek almış olduğumuz Rumeli’nin verimli toprakları büyük
tehlikeler karşısında bulunuyordu.
Ben genç bir kurmay subay olarak bu çetelerle sayısız çarpış-
malara katıldım. Başımızda bulunan paşaların büyük çoğunluğu
belki cesur fakat cahil, alaydan yetişmiş ve sadece Sultan Abdülha-
mid’e sadakatlarını ve bağlılıklarını ispat etmiş oldukları için hızla
yükselmiş kişilerdi.
Bunlar belki ufak tefek çetelerin püskürtülmesinde başarılı
olabiliyorlardı. Fakat yavaş yavaş bir savaşa dönüşen Balkanlarda
başarı sağlayacak kabiliyette kimseler değillerdi. Zaten bu sırada
Meşrutiyet istekleri de genişlemiş, gizli gizli çalışan İttihat ve Te-
rakki Cemiyeti ordunun genç zümresine hâkim olmuş bulunu-
yordu. Genel olarak genç subaylarda Hürriyet ve Meşrutiyet ilân
edilir edilmez ortalığın süt liman olacağı, dağları dolduran Bulgar,
Rum ve Arnavut çetelerinin silâhlarını hemen bırakacakları,
memleketin huzura kavuşacağı inancı vardı...
Ben ise Rumeli ahvalini yakından öğrendikçe bunun bir hayal-
den fazla bir kıymet taşımamakta olduğunu anlıyordum. Bunun
için askerin politikaya da karışmasına gönlüm razı olmadığından
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmedim.
Meşrutiyet inkılâbı oldu. Kısa bir süre sonra ise Balkan Savaşı
çıktı. Ve biz bütün Rumeli’yi bir anda kaybettik. Ondan önce de
Trablusgarp Savaşı ile Trablusgarp ve On iki Adalar elimizden çık-
mıştı. İki yıl sonra ise Birinci Cihan Savaşının içindeydik.
Mustafa Kemal Paşa’nın adını ilk olarak Harekât Ordusu kur-
mayında kolağası rütbesiyle İstanbul’a geldiği zaman duymuş-
tum. Onu tanımış olanlar kendisini pek ziyade övüyorlardı. Son
derece vatansever, bilgili ve cesur bir kurmay subay olduğunu
söylüyorlardı.
Ve nihayet Umumi Harpte Çanakkale’de kendisiyle buluştum
ve tanıştım. Ben paşalığa yükseltilmiş ve 5. Kolordu Komutanı ola-
rak Çanakkale’ye gönderilmiştim. Emrimdeki kuvvetlerle düşma-
nı Kanlıdere ve Kerevizdere’de püskürtmeye muvaffak oldum. Bu
sırada Mustafa Kemal Paşa da albay rütbesiyle Anafartalar Grubu
Komutanlığına tayin edilmişti. Düşmanın 1915 yılında giriştiği

16
MURAT SERTOĞLU

taarruzların defedilmesinde parlak başarılar kazanınca şöhreti bü-


tün orduya yayıldı.
İşte kardeşim Mehmet Nazif de üsteğmen rütbesiyle Mustafa
Kemal Paşa’nın emrinde savaşırken bu sırada Conk Bayırı’nda
şehidlik rütbesine erişti. Mustafa Kemal Paşa bana metni aşağıda
yazılı olan mektubunda bu şehadet haberini böyle bildirmişti:

ATATÜRK’ÜN FEVZİ PAŞA’YA YAZDIĞI MEKTUP


Anafartalar Grubu
26.6.331

Huzûr-i âlîlerine
Muhterem kardeşim paşa hazretleri
23 Ağustos 331 tarihli mektubunuzu dün aldım. Hakk-ı
âcizânemde izhar buyurulan iltifat ve teveccühatınıza arz-ı
teşekkür ederim.
Vatan-ı mukaddesimizi çiğnemeğe çalışan hain düşmana ancak
âlî himmet arkadaşlarımızın istihkâr-ı mevt eylemeleri sayesinde
iyi dersler vermektedir. Vatanı tahlis için hûn-i hamiyetlerini bü-
yük bir şevk ile îsâr eden arkadaşlarımın gayretiyle düşmanın her
nevi teşebbüsat-ı müstakbelesine de mani olunacağı hakkındaki
itmi’nanım berkemaldir.
Ancak bu derecedeki âsâr-ı fedakâranenin istilzam eylediği
bazı acılara tahammülün zaruri olduğu zatialilerince de musad-
daktır. Bu zaruretin ilcaatiyle sizi düçâr-ı me’yusiyet edeceği tabii
bulunan biraderinizin haber-i şahadeti bendenizi cidden müteessir
ve giryan eylemiştir.
Şehid-i mağfûr biraderiniz 26/5/331’de millet ve memleketin
hayat ve memat noktası olan Conk bayırında düşmana atılan sufu-
fun (safların) ilerisinde idi.
Teessüratınıza bütün safvet ve samimiyet-i kalbiyemle iştirak
eder ve Cenab-ı Hakkın zat-i âlilerine ve aile-i keder-dîdenize
sabr-ı cemil ihsan buyurmasını tazarru ile arz-ı meveddet ve mu-
haleset eylerim efendim.

Anafartalar Grubu Kumandanı


M. Kemal

17
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

4
ABDÜLHAMİD’İN HAFİYELERİ
TEKER TEKER ÖLDÜRÜLÜYORDU

•Yaşım gençti ama acıklı durumu görüyordum


• Kanun-i Esasi Rumeli’yi kurtaramadı

- “Ben kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldıktan sonra sü-


rekli olarak tam 14 yıl Rumeli’de, Rumeli’nin en karışık yeri olan
Makedonya’da hizmet gördüm. Bu işe başlar başlamaz da her
şeyden önce çok karışık ırkların ve milletlerin yaşadıkları ve türlü
türlü entrikaların döndürüldüğü Rumeli ahvalini iyice öğrenmek
için geceli ve gündüzlü çalışmaya koyuldum. Sırpçayı, Bulgarcayı,
Arnavutçayı öğrendim. Bu yolda yazılmış pek çok kitaplar okudum.
Acıklı durumu genç yaşıma rağmen rahatça görüyordum. Os-
manlı İmparatorluğu’nu yıkmaya azmetmiş bulunan büyük dev-
letler, ilk olarak Rumeli’yi elimizden koparmak kararında idiler.
Rum, Bulgar, Arnavut ve Sırp çeteleri bu kararla durmadan tah-
rik ediliyordu. Rumeli’de Türkler tam çoğunlukta değildiler. Ama
toprakların çoğunluğu Türklerin elindeydi. Bu verimli toprakları
ele geçirmek için ise Türklerin buralardan sürülüp çıkartılmaları,
dünkü yanaşma ve çobanlarımızın bu yerlere yerleşmeleri gereki-
yordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuranlar ve bunu Rumeli’de
alabildiğine yayanlar belki de samimi olarak Kanun-i Esasî yürür-
lüğe konur konmaz, istibdat idaresi sona erer ermez bütün bu keş-
mekeşin sona ereceğine inanıyorlardı. Ne var ki buna inanabilmek
zordu. Hele bu cemiyete giren bazı subaylar da silâhlarını Osmanlı
ordusu ileri gelenlerine çevirmeye başlayıp suikastler tertiplemeye
koyulunca, bir çeşit çeteler kurup tıpkı Bulgar, Rum eşkıyası gibi
dağa çıkmaya başlayınca devletin otoritesi bir kat daha sarsıldı.
Öldürülenler çoğunlukla Abdülhamid’e bağlı kişilerdi.
Bunların hafiye oldukları söyleniyordu. Bu suikastler asayişi bir

18
MURAT SERTOĞLU

kat daha bozdu. Ve Meşrutiyetin ilânını çabuklaştırdı. Bunu kabul


etmek gerek. Ama sonunda istenen şey, (yani) Rumeli’nin kurtarıl-
ması hiçbir zaman gerçekleştirilemedi.
Sultan Abdülhamid’e biz gençler, sürdürdüğü istibdat rejimi yü-
zünden daha Kuleli İdadisi’nde iken bile için için düşman kesilmiş
bulunuyorduk. Harbiye talebesi iken hemen hepimiz istibdat
aleyhinde dışarıda basılan ve gizlice memlekete sokulan gazete
ve broşürleri okurduk. Memleketin kurtulması için istibdadın
yıkılmasının şart olduğuna inanıyorduk. Namık Kemal’in,
Tevfik Fikret’in şiirleri hepimizin ezberinde idi. Ancak zamanla
memleketi kurtaracak tek tedbirin bu olmadığını da düşünmeye
ve buna inanmaya başlamıştım. Nitekim Meşrutiyetin ilânına rağ-
men Rumeli’yi de kaybettik.
İttihatçı genç bir subay tarafından öldürülen bir paşa da benim
kurmaylık yaptığım 18. Fırka’nın Komutanı Şemsi Paşa idi. Onu
öldüren Atıf (Kamçıl) Bey adında genç bir teğmendi.
Yanında uzunca bir süre kaldığım ve çalıştığım için Şemsi
Paşa’yı yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Kendisi tam bir Ab-
dülhamid Paşası idi. Okuma yazması bile yoktu. Sadece cesur, na-
muslu, padişaha son derece bağlı idi. Boş zamanlarında taş basma
Battal Gazi, Kan Kuyusu gibi eserleri okutur ve bu efsanevî kahra-
manların maceralarını büyük bir heyecan ve ilgi ile dinlerdi.
Ona göre durumumuzun en büyük talihsizliği, zamanımızda
böyle bir kılıç savurması ile yüz kâfirin kellesini birden uçuran
kahramanların bulunmayışı idi. Bunlardan birkaç kişi olsa bütün
işler ne kolay yoluna girerdi. Ve kollarını bir sıvadılar mı, Cenab-ı
Hakk’ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultanın ve Halifenin bütün
düşmanlarını kısa bir zamanda yok etmeleri işten bile olmayacak-
tı. O zaman her taraf sulh ve sükûna kavuşacak, millet de rahat
edebilecekti.

“BIRAK OKUSUNLAR PAŞAM!..”


Şemsi Paşa bir gün benden bir ricada bulundu. Kenan ve Müfit
adında iki oğlu vardı. Bütün isteği bunların saraya kabul edilmeleri
ve Hünkâr Yaverliği için yetişmeleri idi. Benden Mabeyne bu yolda
bir mektup yazmamı istiyordu. Ben de bunun üzerine kendisine:
- “Paşam, bırak da okusunlar, halk arasında herkes gibi
yetişsinler. Böyle olması onlar için daha hayırlı olur” dedim.

19
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Biraz düşündükten sonra bana hak verdi. Ve oğulları için Ma-


beyne başvurmaktan vazgeçti.
Bu olaydan kısa bir süre sonra Manastır postanesinden çıkar-
ken Atıf Bey’in kurşunlarına hedef olmaktan ve hemen orada öl-
mekten kurtulamadı. Şemsi Paşa’nın oğlu Müfit okudu. Onun Pa-
ris’te Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olduğunu duydum. Ama
belirli bir iş tutamadı. Harcandı gitti. Öbür oğlu Kenan’ı sonradan
Beykoz Kundura Fabrikası’na kendim yerleştirdim. Aynı şekilde
kızı Nadide’yi de memur olarak Ayasofya Müzesi’ne yerleştirdim.
Oralarda güzel güzel çalıştılar.
Şemsi Paşa’yı Sultan Abdülhamid çok severdi. Ona, aylığı
doğrudan doğruya saraydan altın olarak gelir ve bu altınları
kendisine bir tepsi içinde takdim ederlerdi. O da doğrusu efendisi-
ne sonuna kadar sadık kaldı ve padişahtan gördüğü lütfu hayatıyle
ödedi…

20
MURAT SERTOĞLU

5
MUSTAFA KEMAL’DEN
HERKES KORKUYORDU

Umumi Harpte yenildik ama… Bu vatan bizimdi


Er geç bu millet silâha sarılacaktı

Müşir Ahmed İzzet Paşa’nın başkanlığında kurulan yeni hü-


kümet Mondros Mütarekesini imzaladığı zaman ben Beykoz’daki
evimde amipli dizanteri hastalığından yatıyordum. Beklenen acık-
lı son gelip çatmıştı. Enver Paşa, Talât Paşa, Cemal Paşa memleketi
bırakarak kaçmış bulunuyorlardı. Sultan Reşad’ın ölümü ile tahta
geçen Vahidettin bütün suçu İttihatçıların üzerine yüklüyordu.
Bu yüzden Ahmed İzzet Paşa kabinesinin de ömrü uzun sürmedi.
Yeni hükümeti Tevfik Paşa kurdu.
Mütareke hükümlerine göre ordularda hemen terhisler başla-
mıştı. Yıldırım Orduları Grubu da zaten lâğvedilmiş bulunduğun-
dan Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Adana
Fransızlar, Urfa, Maraş, Ayıntap, Samsun, Merzifon İngilizler, An-
talya ve çevresi İtalyanlar tarafından işgal edilmeye başlanmıştı.

Herkes sorumluluktan kaçıyor


Harbiye Nazırlığına büyük bir vatansever olan Cevad Paşa
getirilmişti. Ben de onun ısrarı üzerine ve ileride izah edeceğim
bazı düşüncelerle Erkân-ı Harbiye Reisliğini, yani Genelkurmay
Başkanlığını kabul etmiştim.
Memleket işleri iyi giderken Nâzırlık, Erkân-ı Harbiye Reisli-
ği gibi şerefli mevkilerin isteklileri çok olur. Fakat bulunduğumuz
felâket günlerinde hiç kimse bu sorumlulukları yüklenmeyi iste-
miyor, herkes bu işlerden kaçıyordu.
Savaşı kaybetmiştik, ama bu vatan bizimdi. Asıl mesele vatana
son günlerinde hizmet etmekti. Suçlu aramak, bunları cezalandır-
maya kalkışmak vatan kurtarmak yolunda yeterli işlerden değildi.

21
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Vatanın iyi evlâtları böyle zor günlerde belli olurdu.


Cevad Paşa ve diğer arkadaşlarla sık sık ne yapabileceğimizi
konuşup duruyorduk. Galip düşmanlarımızın merhametine sı-
ğınmak bize hiçbir şey kazandırmazdı. Bunlar sadece kuvvetten
anlarlardı. Hiç olmazsa Anadolu’nun işgal edilmeyen bölgelerinde
az çok bir kuvvetin bulunması şarttı. Devletin az çok bir kuvvete
dayanması gerekirdi.
Bu arada Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’da faaliyet gösteri-
yor, Ali Rıza Bey’in başkanlığında kurulacak yeni bir hükümette
Harbiye Nâzırı olmak istiyordu. O da, ben de Enver Paşa düşmanı
olarak tanındığımızdan işgal kuvvetleri tarafından şüpheli görül-
müyorduk. Üstelik ben Alman düşmanı olarak da biliniyordum.
Yaptığımız temaslar sonunda Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nâ-
zırı olmaktan vazgeçti. Cevad Paşa, o ve ben Anadolu’da bir muka-
vemet kuvveti kurulması için mutabık kalmış bulunuyorduk.
Mustafa Kemal Paşa bu durumu aynen şöyle anlatır:
- “Ben artık son denilecek bu temaslar ve mütalâalarda bulu-
nurken İstanbul içinde müspet çalıştığını bildiğim bir makam-
dan bahsetmeliyim.
Birçok mütareke kabinelerinden birinde Harbiye Nezaretine
geçen Cevad Paşa, faziletinden ve liyakatinden emin olduğum
Fevzi Paşa’ya Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğini teklif etti.
Fevzi Paşa Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğinde ne yapacak-
tı? Eninde sonunda bu milletin silâha sarılacağından şüphesi
yoktu. Halbuki mütareke şartlarına göre bütün silâhlar ve her
yerdeki cephane İtilâf devletlerine teslim olunacaktı. Fevzi Paşa,
mütareke şartlarını kabul eder ve tatbik eder görünerek, eğer
silâh ve cephaneler İtilâf devletleri tarafından kolaylıkla naklo-
lunabilecek yerlerde ise, onları Anadolu’nun içinde kalabilecek
yollardan sevk eder gibi davranmıştır. Meselâ Diyarbekir’deki
silâh ve cephane trenle hemen İstanbul’a getirtilebilirdi. Fevzi
Paşa öyle sebepler buldu ki bunların kağnılarla Sivas üzerinden
Samsun Limanına getirilmesi zarurî sayıldı. Şimdiden haber
vereyim ki bütün bu silâh ve cephaneler benim elimde kalmış-
tır. Yine mesela Kütahya’da pek çok cephane vardı. Fevzi Paşa
bunların şimendiferle nakledilmemesi için Ankara-Sivas isti-
kametinden yola çıkartılmasını emretmişken emrin içyüzü an-
laşılamadığından cephaneler trenle İzmit’e getirtilerek denize

22
MURAT SERTOĞLU

dökülmüştür. Çanakkale’deki toplarımız da tahrip olunacaktı.


Gerek Fevzi Paşa’nın ve gerek sonradan onun yerine geçen Cevad
Paşa’nın tertipleri ile bu toplar gizlice sonradan bizim işimize
yarayabilecek yerlere gönderilebilmiştir. İstanbul’da bazı yerler-
de bulunan silâh ve cephane hiç kimse farkında olmaksızın daha
sonra istediğimiz yere gönderilmiş, bu suretle tarihî muvaffakı-
yet sağlanmıştır.”

Damat Ferit Paşa kuşkuluydu


İşte o karışık günlerde Mustafa Kemal Paşa ile her konuda
mutabık kalmıştık. Mustafa Kemal Paşa’nın geniş yetki ile Anado-
lu’ya gitmesi için Cevad Paşa da, ben de elimizden gelen her gayreti
göstermiştik. Bu arada kendisiyle sık sık temaslarda bulunuyor-
duk. Tarihin garip bir cilvesi olarak onun bir an önce Anadolu’ya
gitmesini isteyenlerden biri de Sadrazam Damat Ferit Paşa idi. Bu-
nun da sebebi, onun bu ateşli Paşadan çekinmekte olması idi. Mus-
tafa Kemal Paşa aynı zamanda Padişahın fahrî yaveri olduğundan,
Vahdettin’i kandırmasından ve yerine geçmesinden korkuyordu.
Bu sayede Anadolu’da bir mukavemet yaratmak, millî kuvvet-
leri toplayarak onların başına geçmek kararı ile gitmeye hazırlanan
Mustafa Kemal Paşa’ya istediği bütün yetkiler verildi. Cevad Paşa
ile ben de kendisine başarılar diledik. Ve ona elimizden gelen her
yardımı yapmayı vaat ettik. Allah’a şükürler olsun ki bu sözümüz-
de durmaya muvaffak olduk.

23
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

6
İSMET PAŞA İLE ARAMIZDA
BUZDAN BİR DUVAR ÖRÜLDÜ

Zamanından önce emekliliğimi isteyince

Bütün hayatım cephelerde savaşlarda geçmişti. Diyebilirim ki


Cumhuriyet devrine, 1923 yılına kadar rahat uyku uyuyabildiğim
geceler pek azdır.
Zaten bu bize ailemizden gelen bir talihdir. Annemin ba-
bası Ömer Ağa 1828 yılında Varna müdafaasında Ruslara karşı
savaşırken şehid olmuştur. O sırada 75 yaşında bulunuyordu. Ya-
nında da ancak 15 yaşlarında bulunan torunu varmış. Ve o da aynı
anda şehadet mertebesine ulaşmış. Dede ile torununun aynı düş-
man karşısında aynı anda şehit olmaları ailemiz için en şerefli bir
hatıradır.
Ömer Ağa aslen Trabzonlu olup Varna’ya giderek oraya yerleş-
miş, Varnalı Emine hanımla evlenmiş. Varna’da kalaycı dükkânı
varmış.
Ruslar Varna’yı ele geçirince bir gün iki sarhoş Rus askeri Ömer
Ağa’nın evine saldırmışlar. Emine Hanım satırla bunlara karşı
koymuş. Birini öldürmüş. Yaraladığı öbürü de kaçmış. Fakat bu
arada bir Rus kurşunu yüzünden bir ayağını kaybederek topal kal-
mış. Yani kocası ve torunu şehit düşerken o da gazi olmuş.
En küçük oğlu Bekir İstanbul’a gelmiş. İşte anne tarafından de-
dem bu Bekir Ağa’dır. Ancak onun da başından pek çok maceralar
geçmiş bulunmaktadır.

Hacı Bekir Ağa ve Kuleli Vak’ası


İstanbul’a 2. Mahmud devrinde gelmiş. İri yarı ve yakışıklı bir
gençmiş. Onu yeniçeri yapmışlar. Aynı zamanda medreseye deva-
ma başlamış. Daha sonra Yeniçeri Ocağı dağılıp yeniçeriler kılıç-
tan geçirilirken kaçarak Bağdat’a gitmiş. Orada bir süre medreseye

24
MURAT SERTOĞLU

devam ettikten sonra Mısırlı İbrahim Paşa’nın ordusuyla Anado-


lu’ya gelmesi üzerine yine askere yazılıyor. Ancak Konya savaşın-
da esir düşerek Mısır’a gidiyor ve orada Camiülezher Medresesi-
ni tamamlıyor. Sonra İstanbul’a dönerek Tophane Müftülüğüne
tayin olunuyor. Bu arada Şumnulu Feyzi beyin kızı Fitnat hanımla
evleniyor. Derken tarihe “Kuleli Vakası” diye geçen olaya karıştı-
ğından Limni Adasına müebbed kalebentliğe mahkûm olarak ora-
ya sürülüyor. Kuleli Vak’ası İstanbul’dan Padişah Sultan Abdül-
mecid’i tahtından indirmek üzere harekete geçen gizli bir örgütün
ortaya çıkartılması ve suçlu görülenlerin Kuleli Askeri İdadisinin
zindanına atılması olayıdır. İşte Hacı Bekir Ağa da bunların ara-
sında bulunuyormuş.
Hacı Bekir Ağa Limni’de aslen Ayvalık’ın Çakmak köyünden
olan dedem Çakmakoğlu Hüseyin Derviş Kaptan’la ahbap olup
onun evinde kalıyor. Sultan Abdülmecid ölüp de Sultan Abdülâ-
ziz tahta çıkınca affedildiğinden bu sefer Hüseyin Derviş Kaptanın
oğlu Ali Sırrı’yı da yanına alarak İstanbul’a dönüyor.
Babam Ali Sırrı o zaman beş altı yaşlarında imiş. Dedem Ci-
hangir’deki evinde onu okutup yetiştiriyor. Ve Ali Sırrı 18 yaşında
iken Tophane’ye kâtip oluyor. Birkaç yıl sonra da dedem Bekir Ağa
ona kızı Hasna’yı veriyor. Bu evlenmeden de ben doğuyorum.
Ben 2,5 yaşında iken Meşhur “Ali Suavi Vakası” oldu. Sonra
babam Bahrisiyah “Yani Karadeniz” topçu alayında Albay kâtibi
olunca Rumelikavağı’na taşındık. Orada kiraladığımız bir evde ya-
şamaya başladık. Kuleli İdadisinde bana Kavaklı Fevzi denmesi-
nin nedeni buydu. Yoksa ben Rumelikavağı’nda değil, Cihangir’de
doğdum ama ordudaki şöhretim Kavaklı Fevzi diye kaldı.
Biz dört erkek, bir kız, beş kardeştik. Kardeşlerimden Muhtar
teğmen rütbesinde iken Balkan savaşında şehid düşmüştür.
İkinci kardeşim Mehmet Nazif’in de üsteğmen iken
Çanakkale’de Conk Bayırında şehid düşmüş bulunduğunu daha
önce kaydetmiştim. Üçüncü kardeşim Sami Baytar mektebinde ta-
lebe iken 17 yaşında vefat etti. Kız kardeşimizin adı ise Nebahat’tir.
Görüldüğü gibi savaşlardan savaşlara koşmuş, memleket için
çeşitli cephelerde kan dökmüş ve can vermiş bir soydan geliyorum.
Herhalde Cenab-ı Hak kardeşlerimin ömürlerini bana eklemiş ola-
caktı.
Doğumum 1876 yılı 12 Ocak tarihidir. Sonradan kabul edi-

25
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

len kanuna göre Mareşallık rütbesinde olduğumdan 68 yaşında


emekliye ayrılabilirdim. Bu da 1944 yılının 12 Ocak tarihine
rastlıyordu. Ben de hazırlıklarımı ona göre yapıyordum.
Fakat bu tarihten altı ay kadar önce 1943 yılının Haziran ayın-
dan bir gün, o zaman Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu şifre kâtibi,
Kâtip Albay Nuri Topalak’la beni ziyarete geldi. Hizmetlerimden
bahsettikten sonra 13 Temmuz tarihinde yaş haddi kanununa göre
emekliye ayrılmam gerektiğini Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün
de aynı kanaatte bulunduğunu söyledi.
Birdenbire şaşırmıştım. Resmi sicilim ortada idi. Henüz emek-
liye ayrılma vaktim gelmeden İsmet Paşa beni neden görevimden
almak istiyordu? Ama kendimi çabuk toparladım:
- “Bu bir azil mi, yoksa emeklilik mi?” diye sordum.
Telâşla:
- “Aman paşam azil ne demek? Elbette emeklilik?” dedi.
- “Öyleyse kanuna uymak gerekir. Ve resmi sicilimde kayıtlı
bulunan doğum tarihime göre de 12 Ocak 1944 tarihinden önce
beni emekliye ayıramazsınız. Buyurun gidebilirsiniz.”
Bu sözleri biraz sertçe söylemiş olacağım ki Saraçoğlu özür
dileyerek çıkıp gitti. O gittikten sonra ben bunca yıllık silah ar-
kadaşım İsmet Paşa ile aramızda buzdan bir duvarın yükselmeye
başladığını acı ile düşündüm.
İsmet Paşa bana neden bunu yapıyordu?

26
MURAT SERTOĞLU

7
YURDUN HER KÖŞESİNDE
DÜŞMAN ÇİZMESİ VARDI

İşgal altındaki İstanbul’da bir suçlu gibi dolaşıyordum

İşgal altındaki İstanbul’da bir asker için yaşamanın ne kadar


zor ve ağır bir şey olacağını daha mütareke imzalandığı gün dü-
şünmüştüm. Hele böyle ağır şartlar altında sorumlu bir görev al-
mak daha da çetin bir iş olacaktı. Ama bu hayatı fiilen yaşadıktan
sonra bunun böylesine ağır, böylesine yıpratıcı ve kahredici olabi-
leceğini asla hayal edememiş olduğumu itiraf ederim.
Herkes için düşman süngüsünün gölgesinde, düşman işgalinde
yaşamak son derece ağır ve güç bir iştir. Bunu kabul ederim. Ama
insan asker olunca, sırtında üniforma taşıyınca, hele bu üniforma
yüksek bir rütbe gösteriyorsa onun için halk içinde gezip dolaşmak
büsbütün güç ve kahredici oluyor. İnsan ister istemez kendisini bir
çeşit suçlu gibi görüp hissediyor. Size dikilen bakışlardan hep bu
mânâyı seziyorsunuz. Belki ağızlarından bir söz çıkmıyor ama size
bakanların içlerinden geçirdiklerini çok güzel anlıyorsunuz:
- “İşte sizin yüzünüzden savaşı kaybettik. Yüzbinlerce
memleket evlâdı cephelerde şehid düştü, yaralandı, sakat kaldı.
Bize durmadan savaşı kazanacağınızdan bahsettiniz. Zaferin
yakın olduğunu söyleyip durdunuz. Bizden durmadan fedakârlık
istediniz, kan istediniz, can istediniz, mal istediniz. Biz size
bütün istediklerinizi fazlasıyle verdik, sizlere inandık. Her
acıya, her zorluğa katlandık. Ama bunun sonu ne oldu? Hani
zafer yakındı? Hani düşmanlar her yerde yenilip duruyorlar-
dı? Yüzbinlerce insan öldü. Yüzbinlerce ocak söndü. Dullar,
yetimler, sakatlardan başka memlekette insan kalmadı. En ve-
rimli topraklarımız elden çıktığı gibi düşmanlar, payitaht olan

27
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

İstanbul’u bile işgal ettiler. Bütün bunların suçlusu sizler değil


misiniz? Böyle olduğu halde hâlâ o süslü üniformalar içinde
dolaşmaktan, halkın yüzüne bakmaktan utanmıyor musunuz?
Düşman neferlerinin hakaret ve alaylarına uğramak gururu-
nuza dokunmuyor mu? Şimdi de tutuyor, düşman işgali altında
kukla bir hükümetin emrinde, yani hakikatte düşmanın emrinde
çalışıyorsunuz. Harbiye’den çıkarken ettiğiniz yemini böyle mi
tutacaktınız? Memleket düşman çizmeleri altında çiğnenirken
içiniz sızlamadan düşman emrinde mi çalışacaktınız? Yazıklar
olsun size!”
Siz bütün bunları duymuyor fakat hissediyor, ancak onlara ce-
vap verebilmek kudretinden mahrum bulunuyorsunuz. Acaba yer-
yüzünde bir insan için, hele bir asker için bundan daha ağır bir şey
düşünülebilir mi?
Ama ben olayım, arkadaşlarım olsun, bütün bu ağır şartlara
göğüs germek zorunda idik. Eğer bu talihsiz memleketi kurtarabi-
leceksek bunlara dayanmalı idik.
Savaştan yenik olarak çıkmıştık. Mütarekeyi de imzalamıştık.
Yakında düşmanın ileri süreceği sulh şartlarının da son derece ağır
olacağını bilmiyor değildik. Ordularımız resmen terhis edilmiş, si-
lah ve cephanemize el konmuştu. Memleketin en hayatî noktaları
düşman işgali altına girmiş ve giriyordu. Mağrur düşmanlarımız
ise ancak kuvvetten anlarlardı. Eğer Anadolu’da yeni bir kuvvet,
yeni bir ordu kurabilecek olursak o zaman bize karşı ileri sürülen
istekler, önümüze sürülecek sulh şartları elbette hafiflerdi. Asırlar
boyunca koynumuzda yaşattığımız onlara her nimeti fazlasıyle
verdiğimiz Rum ve Ermeni azınlıklar da belki bu kuvvet karşısında
istiklâl isteklerinden vazgeçerlerdi.
Pek gülünçtü ama gerçekti. Rumlar bütün Karadeniz kıyılarını
içine alan ve taa Kayseri’ye kadar uzanan bölgede müstakil Pontus
devleti kurmanın hazırlığında idiler. Ermeniler bir taraftan Ada-
na, Ayıntab ve Maraş, bir taraftan da Erzurum, Erzincan ve Sivas’ı
içine alacak Ermeni devletinden dem vuruyorlardı. Büyük devlet-
ler de onları desteklemekte olduklarını saklamıyorlardı. Bu arada
İzmir ve çevresinde her an için bir Yunan çıkarması bekleniyordu.
Bu felâketleri ancak yeni kurulacak güçlü bir Türk ordusu önle-
yebilirdi. Bu orduya asker, subay silah ve cephane lazımdı. Subay,
silah ve cephanelerin büyük bir kısmı ise İstanbul’da idi.

28
MURAT SERTOĞLU

Anadolu’ya silâh ve cephane gönderiyorduk


Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçmeye hazırlanıyordu. Kâ-
zım Karabekir Paşa Erzurum’da küçük bir ordunun başında sağ-
lam olarak duruyordu. Şurada burada daha bir çok ufak birlikler
vardı. Anadolu Türk halkı ise Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk gibi
cemiyetler kurarak mukavemete hazırlanıyordu. Mustafa Kemal
Paşa kuvvetli şahsiyeti ve teşkilatçılığı sayesinde bunları bir araya
toplayabilirdi. Biz de buradan kendisine subay, silah, cephane ve
para yardımında bulunabilmek için ister istemez bazı mevkilerde
görev almak zorunda idik. İşgal kuvvetlerini kuşkulandırmadan
Anadolu’nun muhtaç olduğu insan, silâh ve cephane yardımını an-
cak bu şekilde gerçekleştirebildik.
Nitekim Allah’a şükürler olsun ki sonunda bu gerçekleşti. Ana-
dolu’ya binlerce yetişmiş subay, onbinlerce top, tüfek ve makineli
tüfek, gemiler dolusu her cins cephane göndermeye muvaffak ol-
duk. Büyük zafer ancak bu sayede kazanılabildi.
O zamana kadar ise her zorluğa, her güçlüğe, her hakarete gö-
ğüs gerdik. Ben görevimin başında düşman askerlerinin süngü-
leri göğsüme dayandığı dakikaya kadar kaldım. Sonra da İnönü
ve Sakarya savaşlarından önce Ankara’ya geçtim. Fakat yerimde
kalanlar bu şerefli işe, Anadolu’ya silah ve cephane kaçırma işine
başarı ile devam ederek memlekete büyük hizmetler yapmışlardır.
Bu arada hizmeti pek büyük olan, fakat bu hizmeti halk tarafından
pek bilinmeyen rahmetli Harbiye Nazırı Ziya Paşa’yı da minnetle
anmak isterim.

29
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

8
TEK ARZUM
YUNAN’I İZMİR’E SOKMAMAKTI

İzmir Kumandanına, şehre girecek Yunan askerlerine


ateş edilmesi emrini verince Genelkurmay
Başkanlığından uzaklaştırıldım

Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Müfettişliği görevi ile Samsun


ve çevresindeki asayişsizlik olayını incelemek, olayları yerinde
görmek ve gerekli tedbirleri almak üzere Samsun’a gitmek için ha-
zırlıklarını yaparken Yunanlıların İzmir’i işgale hazırlandıklarını
öğrendik. Ve bu acıklı olay, Paşa’nın İstanbul’dan Samsun’a hare-
ketinden bir gün önce tahakkuk etti.
Yunanlılar İzmir’e ilk olarak 12 Mayıs 1919 tarihinde bir mik-
tar asker çıkararak, üç gün sonra yapacakları meşum hareketin bir
çeşit provasını yapmışlardı. O gün Averof adındaki Yunan savaş
gemisi İzmir Limanına gelerek karaya bir miktar Yunan bahriyelisi
çıkarmış, bunlara Kordon Boyu’nda bazı talimler ve devriye hare-
ketleri yaptırmıştı. Onları gören yerli Rumlar hemen oraya koşarak
taşkınlıklarla, Yunan bahriyelilerini alkışlamaya başlamışlardı.
Türk polisi, bu kendini bilmez azgın halkı dağıtmak istemiş,
başarı gösteremeyince askerlerden yardım istemek zorunda kal-
mıştı. Bu sırada İzmir Kolordu Komutanlığı boştu. Yerine vekil
olarak Askerlik Dairesi Başkanı Albay Süleyman Fethi Bey ba-
kıyordu. Vatansever bir Türk albayı olan Süleyman Fethi Bey bu
durum üzerine hemen bir süvari müfrezesi çıkararak azgın Rum
halkını dağıtmaya muvaffak olmuştu. Bundan sonra da olayı ve
durumu telgrafla Harbiye Nezaretine bildirdi ve makine başında
emir beklemekte olduğunu ilâve etti.

30
MURAT SERTOĞLU

Telgraf bana gelmişti


Harbiye Nazırı makamında bulunmuyordu. Onun için telgraf
bana gelmişti. Ben de durumu hemen o dakikada anladım. Zaten
bazı yabancı ajanslar Yunanistan Başbakanı Venizelos’un İzmir ve
çevresine çıkmak, buralarını Yunanistan’a katmak üzere İngiliz
Başbakanı Loyd Corc (Lloyd George) ile mutabık kalmış bulundu-
ğunu yayınlayıp duruyorlardı. Mondros Mütarekenamesi ise İtilâf
devletlerine asayişsizlik gibi nedenlerle lüzum gördükleri Türk
topraklarını işgal etme hakkını tanıyordu.
Yunanlılar 1916 yılına kadar savaşa girmemişler, ancak sava-
şın kaderi belli olduktan ve kuvvetli bir Fransız ordusu Selânik’e
çıktıktan sonra onların saflarına katılmışlardı. Ve Yunan ordu-
su hemen hiçbir ciddi savaşa girmeden Umumî Harp sona ermiş
bulunuyordu. Şimdi iş, savaş ganimetlerinden faydalanmak için
İzmir ve çevresini ele geçirmeye kalmıştı. İngilizler, Fransızlar ve
Amerikalılar dünyanın bu şımarık milletine yutamayacağı kadar
büyük lokmayı, bu büyük mükâfatı vermeyi uygun görmüşlerdi.
Yalnız İtalyanlar, Yunanistan’ın Akdeniz’de böylesine genişleme-
sinden memnun değildi.
Ben Yunan bahriyelilerinin bu uygunsuz davranışlarını öğre-
nince Albay Süleyman Fethi Bey’e şu telgrafı çektim:
- “Çıkarılan devriyelerin peyderpey miktarlarının artırılarak
Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ve bir oldu bitti ihdas etmele-
ri muhtemeldir. Bunun için derhal Averof zırhlısı kumandanına,
badema devriye çıkarılırsa, çıkarılanları Türk birliklerinin silâh ile
karşılayacaklarını tebliğ ediniz.”
Albay Süleyman Fethi Bey makine başında emri alınca sordu:
- “Dinlemeyip çıktıkları takdirde bu emir yerine getirilecek mi-
dir?”
Cevap verdim:
- “Evet! Tereddüt edilmeden ateş edilecektir!”
Süleyman Fethi Bey aldığı bu emir üzerine dediğimi hemen
yapmış ve Yunan zırhlısının kumandanına bir daha talim veya
devriye adı altında İzmir’e asker çıkarmamasını, aksi halde ateşle
karşılanacaklarını bildirmiş… Herhalde bunu gerektiği kadar cid-
dî bir eda ile yapmış olacak ki işgal gününe kadar bir daha Yunan
bahriyelileri İzmir’e ayak basmamışlardı.
Yunanlıların bir ihraca hazırlandıkları yolunda Erkân-ı Harbi-

31
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

ye’ye daha başka yerlerden haberler geliyordu. Selânik’de gemilere


askerlerin yüklenmekte olduğu, bazı adalara asker yığıldığı gibi…
Ben gerekli yerlere böyle bir tecavüz karşısında hemen ateşle karşı
konması yolunda kesin emirler vermekte gecikmiyordum.
İşte bu gayretlerim, sonunda Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reis-
liğinden uzaklaştırılmam sonucunu verdi.

Ferid Paşa emre boyun eğiyor


Benim bu sert davranışlarım tabii İtilâf devletleri tarafından
da öğrenilmiş ve hükümete benim Genelkurmay Başkanlığından
uzaklaştırılmam yolunda emir verilmiş. Ferid Paşa da bu emre
hemen boyun eğmiş. Beni Türkiye’de dolaşan Heyet-i Nasıha’ya
memur ettiler. Yerime de arkadaşım Cevad Paşa tayin edildi.
Tek tesellim, yerime gelen arkadaşın yüksek vatanseverliğine tam
inancım idi.
Atatürk bu olayı şöyle anlatmıştır:
- “Fevzi Paşa’yı vazifesinden ayırmak için nihayet ciddî bir
sebep bulmuşlardı. Sebep şu: İzmir’e çıkmaya hazırlanan Yu-
nanlılar adalara asker yığmaya başlamışlardı. Erkân-ı Harbi-
ye’ye bu yolda haberler geldikçe Fevzi Paşa böyle bir tecavüze
ateşle karşı koymak lâzım geldiğini Harbiye Nâzırı imzasıyla
tebliğ ediyormuş. Nihayet bir gün Harbiye Nâzırı Şakir Paşa İz-
mir kumandanı tarafından telgraf başına çağırılmış. O zamana
kadar bu gibi davetlere Fevzi Paşa ile beraber giderken o gün yal-
nız gitmiş. Muhabere başlamış ve kumandan sormuş:
- “Amiral Galtrop mütareke şartlarına göre İzmir’e çıkıp Kadi-
fekale’yi işgal edeceğim diyor. Ne buyurursunuz?”
Şakir Paşa bunun mütareke şartlarına uygun olduğunu ve buna
riayet gerektiğini söylemiş. Kumandan arkasından şu soruyu sor-
muş:
- “Ondan sonra da Yunanlılar İzmir’e çıkacaklarmış! Ne der-
siniz?”
Aldığı cevap şu:
- “Böyle şey olur mu? Hayal ediyorsun! Vehmediyorsun!”
Harbiye Nâzırının telgrafı ile Fevzi Paşa’nın emirleri tam bir
tezat halinde idi. Ve bu durumda Fevzi Paşa artık makamında
kalamazdı. Fakat ondan sonra reisliğe gelen Cevad Paşa da Fevzi
Paşa’nın yolunda yürüyecek bir şahsiyetti.”

32
MURAT SERTOĞLU

9
MİLLİ MÜCADELE BAŞLIYORDU

Yunanlar büyük bir küstahlıkla güzel İzmir’i işgal etmişti.

- “Güzel İzmir bilindiği gibi 15 Mayıs 1919 günü Yunan Kuv-


vetleri tarafından işgal edilmiştir. İngilizler, Amerikan ve Fransız
donanmalarının da himayesinde yapılan bu işgal yerli Rumları çıl-
gın bir sevince düşürürken Türkler kan ağlıyorlardı. İzmir Kolor-
du Komutanı Nadir Paşa İstanbul’dan aldığı emir üzerine bu işgal
karşısında hareketsiz kalmıştı.
Yunanlılar İzmir’e rahatça ayak bastıktan sonra Sarıkışla ile
askerî mahfeli basmışlar, burada ele geçirdikleri Türk subaylarını
tevkif ederek hakaretler altında Patras adındaki gemilerine götür-
müşlerdi.
Hemen kaydedeyim ki, Türk subayları aldıkları emre
rağmen hareketsiz kalmış değillerdi. Gördükleri hakaretlere
dayanamayarak karşı koymaya kalkışanlar olmuş, bunlar hemen
şehid edilmiş veya ağır şekilde yaralanmışlardı. Bilanço 40 şehid
ve 60 yaralıdır. Bunların hepsi asker olmayıp aralarında hamiyyet
sahibi siviller de vardı. Rahmetli gazeteci Hasan Tahsin gibi…
Şehitlerin arasında Albay Süleyman Fethi Bey de vardı.
Yunanlılar Averof olayından dolayı kendisine zaten düşman idiler
ve onu mimlemişlerdi. Onu yakaladıkları zaman kendisine:
- “Yaşasın Venizelos!” diye bağırtmak istemişler, sapına kadar
mert bir asker olan Fethi bey.
- “Bir Türk zabiti ancak kendi kumandanına veya milletinin
bir büyüğü için böyle haykırabilir” karşılığını vererek bu aşağılık
teklifi reddetmiştir. Bunun üzerine de kahpece şehid edilmiştir.
İzmir aynı gün üç Yunan taburu tarafından işgal edilirken erte-
si günler de Urla, Çeşme, Seferihisar işgal edilmiştir. Bu yağmadan
geri kalmak istemeyen İtalyanlar da acele Söke’yi işgal ediverdiler.

33
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Tabii ben bu tafsilâtı günlerce sonra öğrenmiştim. Bu sırada


Mustafa Kemal Paşa çoktan Samsun’a ayak basmış bulunuyordu.

Sesimizi dünya duydu


İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali bütün memlekette düş-
manlarımızı bile şaşırtacak derecede büyük akisler yaptı. İstan-
bul’da Sultanahmet meydanında yapılan muhteşem protesto
mitingini memleketin hemen her tarafında tekrarlanan başka
mitingler izledi. Boğazlanmak istenen Türk, haklı sesini dünyaya
duyurdu.
Şunu da kaydedeyim ki, Yunanlıların İzmir’e hiç bir zaman
asker çıkaramayacağına inanan ve beni yalanlayarak Genelkurmay
Başkanlığından ayrılmama sebeb olan Harbiye Nazırı Şakir Paşa
bu facia tahakkuk edince yüreğine inmiş ve iki hafta sonra da vefat
etmiştir. Onun vefatı üzerine Harbiye Nazırlığına Şevket Turgut
Paşa getirilmişti.
Şevket Turgut Paşa gayet namuslu, vatanperver bir zattı. Cevad
Paşa ile konuştuktan sonra kendisine açılmakta ve kararlarımızı,
çalışmalarımızı kendisine bildirmekte bir mahzur görmedik. Va-
tanın kurtuluşunu sağlayacak bu harekette onun da bize bütün
gücü ile yardımcı olacağından zerre kadar kuşkumuz yoktu.

Yardım için söz aldık


Şevket Turgut Paşa bizi büyük bir anlayışla dinledi. Bütün
davranışlarımızı yerinde gördü ve bize elinden gelen her yardımı
yapacağını vaad etti.
İlk iş olarak beş maddelik bir program hazırladık ki aynen şöyle
idi:
1- Zaten kararlaştırılmış bulunan üç ordu müfettişliğinin bir
an önce teşkili ile ordunun emir ve komuta mekanizmasının tanzi-
mi. Şunu da kaydedeyim ki, Birinci Ordu Müfettişliği İstanbul’da
idi. Komutanı da bendim. İkinci Ordu Müfettişliği Konya’da ko-
mutanı da zaten orada bulunan Mersinli Cemal Paşa idi. Üçüncü
Ordu Müfettişliği Erzurum’da bulunacaktı. Komutanı oraya git-
mekte olan Mustafa Kemal Paşa olacaktı.
2- Mümkün olduğu kadar çok miktarda silâh ve cephanenin
İtilâf kuvvetlerine teslim edilmeden Anadolu’da toplanması,
3- İstanbul Hükümeti tamamen işgal kuvvetlerinin elinde esir

34
MURAT SERTOĞLU

olduğundan burada verilecek emirlerin icra edilmemesi ve ancak


Anadolu’da kurulacak bir millî idarenin emirlerinin dinlenmesi,
4- Milli galeyandan faydalanılarak bir Kuva-yı Milliye meyda-
na getirilmesi. Anadolu’da kurulacak Milli İdarenin de bu kuvvete
dayanması,
5- Sadece müdafaada kalınmakla yetinilmemesi, fırsat elver-
dikçe topraklarımızı işgal etmekte olan düşman kuvvetlerine karşı
silâhlı taarruzlara da geçilmesi.
Görüldüğü gibi daha Mustafa Kemal Paşa yolda iken millî
mukavemetin hazırlanması ve kendisine her yardımın yapılması
yolunda İstanbul’da gerekli kararlar alınmış bulunuyordu. Anado-
lu’nun çeşitli yerlerinde bulunan askerî birlikler de artık nereden
emir alacaklarını öğreneceklerdi.
Nitekim aradan bir ay geçmeden bu üçlü kararın meyveleri
alınmaya başlanmıştı. Doğudaki kuvvetler Mustafa Kemal Pa-
şa’nın emrine girerken İkinci Ordu müfettişliğine bağlı bulunan
57. Tümenimiz de silâhça, cephanece ve askerce pek zayıf olduğu
halde Yunan birliklerine karşı Bergama ve Aydın cephelerinde ta-
arruza bile geçmeye başladı. Yunan kuvvetlerini durdurdu. Sonra
onları yenerek kaçırdı. Geçici bir süre için bile olsa bazı vilâyetleri
geri almaya muvaffak oldu.
İtilaf devletleri Anadolu’da milli bir hareketin uyandığını geç
de olsa öğrendiler. İlk işleri Mustafa Kemal Paşa’yı geri getirmek
istemek oldu. Ama o artık İstanbul’dan verilen “resmi” emirleri
dinlemeyecekti. Hattâ görevinden ve askerlikten bile istifa ederek
kendi tabiri ile “sine-i millete” dönmüştü. Zorla imzalatılan Sevr
Sulh Antlaşmasını Anadolu kabul etmiyordu. Kuva-yı Milliye hızla
büyüyordu.

35
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

10
RUSLAR BİZE SİLÂH VERMEDİ

Zaman zaman kulağıma gelir. İşin aslına vakıf olmayanlar


sözüm ona beni suçlamak ve başlangıçta benim Kuva-yi Milliye’ye
aleyhdar olduğumu ispat etmek üzere delil olarak benim Damad
Ferid Paşa’dan sonra kurulan Ali Rıza Paşa kabinesinde Harbiye
Nazırlığı’na getirilen Mersinli Cemal Paşa’nın bu görevden istifa
etmesinden sonra Harbiye Nazırlığı’nı kabul etmemi ve bu ma-
kamda uzunca süre kalmış olmamı gösterirler.
Bir defa Topçu Birinci Feriki olan Ali Rıza Paşa son derece va-
tansever bir zattı ve kendisi bu tarihden bir ay kadar önce toplanan
Saltanat Şûrası’nda bize sunulan sulh muahedenamesinin açıkça
aleyhinde bulunan tek zattı. Bu kabinede yer alan nazırların çoğu
Kuva-yi Milliyeci olarak tanınmış kişilerdi. Nitekim yeni hükümet
kurulduktan sonra ilk iş olarak Erzurum ve Sivas Kongrelerini ya-
parak Milli İdare’yi kurmaya muvaffak olan Mustafa Kemal Paşa
ile temasa geçmek üzere Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı Anadolu’ya
göndermişti.
Ben Harbiye Nazırı olur olmaz Anadolu’nun şiddetle ihtiyaç
duyduğu silâh ve cephaneleri gizli yollarla göndermek işine bir kat
daha hız verdim. O anda yapılacak en hayırlı işin bu olacağını pek
güzel biliyordum. Aynı zamanda bu makamda bulunmak, Yunan
kuvvetlerinin faaliyetleri hakkında çabuk ve doğru haberler edin-
meme de yarıyordu. Bunları hemen Ankara’ya bildiriyordum.
Hemen söyleyeyim ki, bu haberler hiç de parlak değildi. Yunan-
lılar İzmir’e sürekli olarak yeni birlikler çıkarıyorlardı. Bunun da
bir tek nedeni olabilirdi.

Yeni bir taarruz hazırlığı…


Bu taarruz ise ancak yeteri kadar silâh ve cephane ile önlene-
bilirdi. Mustafa Kemal Paşa’nın kurmaya çalıştığı Milli Ordu bu
bakımdan henüz çok zayıftı. Düşmana karşı sürdüğü kuvvetlerin

36
MURAT SERTOĞLU

çoğunluğunu Çerkes Ethem, Demirci Efe, Yörük Ali Efe gibi Mi-
lis diyebileceğimiz inzibattan yoksun kuvvetler teşkil ediyordu.
Muntazam ordunun kurulması ve kuvvetlenmesi için hem zamana
ve hem de her çeşit silâh ve cephaneye ihtiyaç vardı.
Çok kimseler yanlış olarak Milli Mücadele’de bu silâh ve
cephanenin bize Ruslarca verildiğini sanırlar. Bu doğru değildir.
Zaten bir ihtilâl içinde bulunan Ruslar o sırada bize silâh verecek
durumda değildiler. Cephaneleri ise bizim elimizdeki silâhlara
uymazdı. Aynı şekilde İtalyanlardan da yardım görmüş değildik.
Bize zaferi kazandıran silâh ve cephanelerin çoğunluğu İstanbul’da
İtilâf devletlerinin kontrolleri altında bulunan depolardan kaçırıl-
mak suretiyle sağlanmıştır. Tabii yalnız kayıklarla, takalarla değil
de vapurlarla…
Anadolu’da kurulan yeni idareden ve Kuva-yi Milliye’den en
çok kuşkulanan ve pirelenen İngilizlerdi. Bunlar bir gün bana
Şatlvörs adında bir generallerini gönderdiler. Bu general Harbiye
Nazırı olmam bakımından Anadolu’da uyanan milli hareketin na-
sıl önlenebileceğini, bu kuvvetlerin nasıl dağıtılabileceğini sordu.
Hiç renk vermeden şu karşılığı verdim:
- “Emrime 50.000 tüfek, 200 top, 800 ağır ve hafif makineli
tüfek ile bol cephane ve kuracağım ordunun altı aylık masrafı
olan beş milyon altın verin. Ordunun idaresini alarak Anado-
lu’ya geçeyim. Altı ay içinde Kuva-yı Milliye’yi dağıtabilirim.”
Biraz düşündükten sonra:
- “Dediğiniz şeyleri yapmamıza imkân yoktur.” dedi.
- “Neden? İngiltere devleti bunları vermekten aciz midir?”
- “Verebilir. Fakat…”
- “Bana mı güveniniz yok?”
- “Şahsınıza güvenimiz vardır. Fakat ya bu silâhlarla donattığı-
nız askerler Anadolu’ya ayak basınca karşı tarafa geçerlerse?”
- “O halde başka ne yapılabilir? Karşı tarafın elinde sizin de
bildiğiniz gibi büyük kuvvetler var. Sonra halkın büyük bir kıs-
mı onları destekliyor. Daha az bir kuvvetle karşılarına çıkmak
felâket olur.”
- “Şimdilik size 3.000 tüfek, 8 top, 20 makineli tüfek ile 500.000
altın verelim. Kuvvetli bir alayla Kemalistlerle çarpışmaya başla-
yın. Aranızda bir defa kan aksın. İki taraf birbirine iyice düşman
olsun. Bunu gördükten sonra yardımlarımızı artırırız. İstediğiniz

37
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

kuvvete sahip olursunuz.”


- “Ne demek istediğinizi anlıyorum general! Ancak bu kadar
az bir kuvvetle bu kadar büyük bir işe girişmeyi kendi askerlik
görüşüme uygun görmem.”
Konuşmamız burada kesildi. İngiliz generali yanımda biraz
daha kaldıktan sonra gitti. Onun gelişi ve bu şekilde konuşarak ağ-
zımı aramış olması tabii son derece önemli idi. Ve her şeyden önce
şu hakikatleri ortaya koyuyordu.
1. İngilizler Milli Kuvvetlerimizin kuvvetlenmekte olduğu-
nu anlıyorlar ve bu durum karşısında endişe duyuyorlardı.
2. Yunanlılar Anadolu’ya büyük kuvvetler çıkardıkları ve ol-
dukça da ilerlemiş oldukları halde İngilizler onların Milli Kuv-
vetleri yeneceğinden şüphe ediyorlardı.
3. Anadolu’da kuvvetlenmiş ve kendini kabul ettirmeye baş-
lamış bulunan Milli Kuvvetleri ezmek işini İngilizler kendi
üzerlerine almaya hevesli değillerdi. Böyle bir maceraya girmek
ve İngiliz kanı dökmeden Türk’ü Türk’e kırdırmak daha fazla
işlerine geliyordu. Zaten Mısır’da olsun, Hindistan’da olsun İn-
gilizlerin tatbik ettikleri siyaset bu değil miydi?
Ne olursa olsun İngilizlerin Anadolu’ya karşı askerî bir hare-
kete girişmek niyetinde bulunmamaları çok önemli bir haberdi.
Bunu hemen aramızdaki özel şifre ile Ankara’ya bildirmekten geri
kalmadım.
Evet, İngilizler Birinci Cihan Savaşı boyunca dökülen İngiliz
kanını yeterli bulmuş olacaklar ki Anadolu’ya kuvvet çıkarmak
yolunu tutmadılar. Ancak Yunan ordusunun kuvvetlenmesi için
büyük gayretler harcamaktan da geri kalmadılar. Sonra da Harbiye
Nazırlığı yaptığım hükümeti Anadolu’ya fazla taraftar hissetmiş
olacaklar ki, İstanbul’da birden çok sert tedbirler aldılar. Zaten iş-
galleri altında bulunan İstanbul’u resmen işgal ederlerken Meclis’i
kapatıp tevkif ettikleri Kuva-yı Milliyecileri toptan Malta’ya sür-
düler.

38
MURAT SERTOĞLU

11
İSTANBUL’DA ARTIK KALAMAZDIM

Kapı açıldı ve İngiliz süngüleri göğsüme dayandı

İzmir’e ayak basmaya kalkışacak olan Yunan askerlerine karşı


tereddüt gösterilmeden ateş edilmesi emrini ilk veren sorumlu kişi
benim. Daha önce de anlattığım gibi Şakir Paşa Harbiye Nazırı iken
ve ben de resmen Genel Kurmay Başkanı iken İzmir’den Paşa’yı
arayan Şehit Albay Süleyman Fethi Bey’e ve diğer ilgili yerlere bu
yolda emirler vermiştim.
Sonradan Şakir Paşa İzmir’e yeni tâyin olunan Kolordu Komu-
tanı Nadir Paşa ile muhabere ederken bu emrimi öğrenmiş, böyle
bir şeyin olamayacağını ileri sürerek İzmir’deki kuvvetlerin Yunan
çıkarması başladığı zaman hareketsiz kalmasına sebep olmuştu.
Tabii ben de görevimden ayrılmak zorunda kalmıştım.
Yunan Kuvvetlerine karşı koyma yolunda ikinci resmi emri ve-
ren benim yerime Genelkurmay Başkanı olan Cevad Paşa’dır. Ken-
disi 24 Mayıs 1919 tarihinde, yani Yunan çıkarmasından beş gün
sonra 57. Tümen Komutanlığına şu emri göndermiştir:
“Ahali tarafından Yunanlıların hüsn ü kabul görmesi Aydın
“İzmir” vilâyetinin âkıbeti için gayrı kabili telâfi zarar tevlid ede-
cektir. Bunu ahaliye pek seri bir surette anlatmanızı rica ederim.
Bununla bir kıtal yapılmasını arzu etmiyoruz. Fakat herhalde o
havalideki İtilâf zabitanı ile ecnebiler bizim Yunan ordusunu ka-
tiyyen istemediğimizi anlamalıdırlar. Ahval-i mahalliyeye göre
yapılması lâzım gelen işleri siz daha iyi takdir edersiniz. Askerin
dağılması vehameti pek büyük fena âkıbetlere yol açar. Heyet-i
zabıtan işe pek ehemmiyetle sarılmalıdır.”
Cevad Paşa bulunduğu mevki itibariyle 57. Tümene Yunan ta-
arruzuna karşılık vermesi ve mukavemet göstermesi yolunda daha
açık bir dille emir veremezdi. Tümen komutanlığı kendisine ve-
rilen emri çok iyi anlamış ve Aydın cephesinde Yunan Ordusuyla
silâhlı çarpışmalara girişmişti.

39
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Yapacak bir şey kalmamıştı


Ben 16 Mart 1920 tarihine kadar Harbiye Nazırlığında kaldım.
Genelkurmay Başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiyesi-
ne uyarak Albay İsmet İnönü’yü getirmiştim. İsmet Paşa o sırada
Ankara’ya giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş, kendisinden
gerekli direktifleri alarak dönmüştü.
Fakat İngilizlerin İstanbul’da toplanmış bulunan ve içlerinde
Anadolu’dan gelen bir kısmı Kuva-yı Milliyeci de olan mebusla-
rın da bulunduğu Meclis-i Mebusan’ı basmaları, Mersinli Cemal
Paşa’yı, Rauf (Orbay) Bey’i, Vasıf Bey’i ve diğerlerini tevkif ederek
Malta’ya sürmeleri, İstanbul’u da resmen işgalleri altına almaları,
hükümeti düşürmeleri üzerine benim için artık yapacak bir iş kal-
mamıştı.
Ben Harbiye Nazırlığındaki odamda iken kapı açılmış, içeriye
bir İngiliz subayının komutasında süngü takmış olarak giren İn-
giliz askerleri süngülerini göğsüme dayamışlardı. Çaresiz makam
odasını terk ederek oradaki bazı subaylara gerekli emirleri verdik-
ten sonra doğruca Beykoz’daki evime gelmiştim.
İngilizlerin böyle bir hareket hazırladıklarını da Damat Ferid
Paşa’yı yeniden iktidara geçireceklerini günlerden beri öğrenmiş
olduğumdan hazırlıklarımı ona göre yapmıştım. Benim için artık
İstanbul’da kalmakta hiçbir fayda yoktu. Bir an önce Anadolu’ya
geçmeli idim. Başlatmış olduğum ve yürütmekte bulunduğum
silâh ve cephane kaçırma işini nöbete geçecek olan yeni arkadaşlar
sürdüreceklerdi.
İstanbul’da birbirinden habersiz birkaç gizli teşekkül
kurulmuştu. Bu işi onlar yapmakta devam edeceklerdi. Ben de
artık onları Ankara’dan idare edecektim. Bu cemiyetlerin birbir-
lerinden habersiz çalışmalarının sebebi, eğer biri ele geçecek olursa
öbürlerinin bundan zarar görmemeleri idi. Nitekim bu usulü
İstiklâl Savaşının sonuna kadar sürdürdük.

Rahat bir nefes aldık


Beykoz’da genç bir Jandarma teğmeni vardı: Salih Kılıç.. O da
Ankara’ya gelmek için can atıyordu. Önce atları Üsküdar’a geçir-
dim. Sonra da bir gece Salih Kılıç’la beraber, yanımızda çavuşlar
oldukları halde Kartal’a kadar gittikten sonra kendilerine Anado-
lu’ya geçmekte olduğumuzu bildirerek onları geri yolladım. Biz de

40
MURAT SERTOĞLU

Adapazarı yolunu tuttuk.


Oldukça zahmetli geçen bir yolculuktan sonra Kuva-yı Milli-
ye’nin hâkim olduğu topraklara varınca rahat bir nefes alabildik.
Artık tam mânâsiyle hürriyetimize kavuşmuştuk. Ankara’ya bir
telgraf çekerek Mustafa Kemal Paşa’ya gelmekte olduğumu bildir-
dim ve yola devam ettim.
Sonradan öğrendiğime göre İngilizler kaçtığımı bir gün sonra
haber almışlar. Beykoz’da kaldığım evi basmışlar, izimi bulmak
için gayret harcamışlar ama bir şey elde edememişler.
Vahdettin bir süre sonra Meclis-i Mebusanı feshederken Da-
mat Ferid Paşa da meşhur fetvasını neşrediyordu. Bu fetvaya göre
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Sultana karşı çıktıkları ve vatan
haini oldukları için idama mahkum ediliyorlardı. Tabii ben de bu
arada (idamlıkların içinde) bulunuyordum. Kuva-yı Milliyeye ka-
tılarak ölenler şehit sayılmayacaklardı. Padişah ve onun hükümeti
bu kuvvetlere karşı cihad ilân ediyordu. Bu cihata katılarak ölenler
Cennet-i Alâya gideceklerdi. Bunlara Kuva-yı Muhammediyye adı
veriliyordu. Kuva-yı Muhammediyye İngiliz ve Yunan kuvvetleri
ile birlikti. Onlarla birlikte baği, yani haydut olan Mustafa Kemal
Paşa ile ona bağlı kuvvetleri yok edeceklerdi. Aynı tarihlerde hazır-
ladıkları taarruza girişen Yunan birlikleri de Bursa’yı ele geçirmiş
bulunuyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa bu durum karşısında meclisin basılması-
nı protesto ederek Meclis-i Mebusanı Ankara’da toplanmaya davet
etmekte gecikmedi. Bunun için bazı bölgelerde acele seçimler de
yaptırdı. Böylece Büyük Millet Meclisi resmen kurulacak ve Türk
devletinin mukadderatına hâkim biricik kuvvet haline gelecekti.

41
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

12
BENİ BİLE VURMAK İSTEDİLER

Mustafa Kemal’in içinde,


muntazam bir ordu hasreti vardı

Çerkez Ethem herkese gözdağı veriyordu.


Mustafa Kemal Paşa büyük çalışkanlığı ve teşkilatçılığı saye-
sinde 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni açmaya mu-
vaffak olmuştu. Fakat oraya henüz her taraftan bütün mebuslar
gelebilmiş değildi. İlk açılışta 100 kadar mebus bulunabilmiştir.
Sonra da zamanla bunların sayıları artmıştır.
İlk Meclis bugünkü Ulus Meydanında basık tavanlı, genişçe bir
salonda açılmıştı. Bunun bir köşesine basit bir kürsü yaptırılmış.
Mebusların oturmaları için de Ankara Muallim Mektebinden sı-
ralar getirilmiş. Ankara’da elektrik olmadığından salon büyükçe
petrol lambaları ile donatılmıştı.
İşte bu derme çatma, basit yerde memleketin kurtuluşu için pek
büyük kararlar alınmış, zaman zaman da bu kararların alınabil-
mesi için çetin savaşlar verilmiştir.
Ben Ankara’ya vardığım zaman meclisin açılmasından ancak
birkaç gün geçmişti. Mustafa Kemal Paşa geleceğimi meclise bildi-
rerek benim için bir de karşılama töreni yaptırmıştı.
Öyle sanıyorum ki Ankara’ya gelmem gerek onun, gerek Mec-
listeki üyelerin moralini yükselten bir olay oldu. Mustafa Kemal
Paşa ile iki kardeş gibi kucaklaştık. Sonra bir yerde baş başa kala-
rak genel durumu gözden geçirdik.
Hemen kaydedeyim ki durumumuz hiç de parlak değildi. Acele
olarak halledilmesi gerekli bir çok çetin meselelerle karşı karşıya
idik. Ankara hiç de İstanbul’dan görüldüğü gibi kuvvetli bir du-
rumda bulunmuyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın da sanıldığı kadar
büyük bir otoritesi yoktu.

42
MURAT SERTOĞLU

Hava gittikçe ağırlaşmıştı


Bir taraftan Yunan Kuvvetlerinin ilerlemekte olmaları, bir ta-
raftan ciddi bir ordunun hâlâ kurulamaması, bir taraftan silahsız-
lık ve cephanesizlik, bir taraftan parasızlık, bir taraftan da artık
Anadolu’ya karşı kesin bir şekilde cephe almış bulunan İstanbul
hükümetinin fetvaları ve tamimleri, bu yüzden dört bir tarafta
baş gösteren ayaklanmalar, çözülmeler, hatta hıyanetler, sonra da
bütün bunlar yetmiyormuş gibi Çerkez Ethem’in gitgide artan ta-
hakkümü ortalıktaki havayı dayanılmaz bir şekilde ağırlaştırmış
bulunuyordu.
Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın iradesi çelik gibi idi. Bütün bu
zorluklara elinden geldiği kadar dayanıyor ve geceli gündüzlü çalı-
şarak dertlere çareler buluyordu.
Benim gelmeme en çok sevinmesinin nedeni, ordunun kurul-
ması ve teşkilatlandırılması işini rahatça bana bırakabileceğine
inanması idi. Sırtından bu ağır yük kalktıktan sonra öbür işlerle
meşgul olabilmek için daha fazla zaman bulabilecekti.
Muntazam, disiplinli bir orduya karşı duymakta olduğu hasreti
çok iyi anlıyordum. Memleketin de ancak böyle bir ordu sayesinde
kurtulabileceğine ikimiz de tam olarak inanıyorduk.
Fakat ne acıdır ki, bu hakikati ancak pek mahrem arkadaşlarla
baş başa kaldığımız zaman konuşabiliyorduk. Çünkü ortada Çer-
kez Ethem vardı. Ve o anda Garp Cephesinde Yunanlılar karşısın-
da savaşan en ciddi kuvvet bu olduğu gibi memleketin çeşitli nok-
talarında baş gösteren isyanları bastırabilmek için de ancak ondan
faydalanabiliyorduk. Bir yerde bir başkaldırma oldu mu hemen
kendisine haber yolluyor, yalvarıyor, yakarıyorduk. O da oraya
hemen dört, beş yüz atlısının başında koşuyor, isyanları pek kanlı
bir şekilde bastırıyordu. Asiler bizden, yani Büyük Millet Meclisi
Hükümetinden değil de ondan, Çerkez Ethem’den korkuyor ve yı-
lıyorlardı.

Mebuslar bile korkuyorlardı


Yalnız asiler mi? Mebusların bile çoğunluğu ondan fena halde
korkuyorlar, her emrini yerine getirmeye bakıyorlardı.
Ben veya Mustafa Kemal Paşa Meclise geldik mi hiç kimse ye-
rinden bile kıpırdamazdı. Ama Çerkez Ethem’in Ankara’ya gele-
ceği öğrenildi mi herkes onu karşılamak üzere istasyona koşardı..

43
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Çünkü adamın hiç şakası yoktu. Cellatlarını hiç yanından eksik


etmiyordu. Birine kızdı mı, kim olursa olsun hemen astırıyordu.
Üstelik Çerkez Ethem’in Meclis’te de mebus olarak adamları
vardı. Bunlardan biri kardeşi Çerkez Reşit idi. Biri de Hafız denilen
bir başkası idi. Bu Hafız dedikleri oldukça aklı başında bir adama
benziyordu. Bir gün hiç unutmam az kaldı biraz ihtiyatsız konuş-
tuğum için hayatımdan oluyordum.
O gün ben, Mustafa Kemal Paşa ve Hafız oturmuş dertleşiyor-
duk. Hafız bir ara ordudan bahis açarak ne zaman muntazam bir
orduya malik olacağımızı sordu.
Ben bu soruyu samimi karşılamıştım. Hemen bu yoldaki ça-
lışmalar hakkında bilgi vermeye başladım. Böylelikle adamcağızı
ferahlatmak istiyordum. Çünkü hazırlıklarımız bütün zorluklara
rağmen iyi bir yolda ilerliyordu.
Derken Mustafa Kemal Paşa birden dizi ile dizimi dürttü. Onun
bu uyarısı üzerine hemen toparlandım, sözümü değiştirerek şöyle
konuşmaya başladım:
- “Hem bir bakıma muntazam orduya da ihtiyaç yok. Ben
yetiştirdiğimiz bütün yeni askerleri büyük kahraman Çerkez
Ethem’in emrine vermeyi düşünüyorum.. Onun ordusundan
mükemmel ordu, ondan mükemmel kumandan mı bulabiliriz?”
Baktım, Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde gerilen hatlar hemen
yumuşamaya başlamıştı.. Sonradan bana söyledi. Meğer ordudan
bahsederken Çerkez Reşit ben farkında olmadan sessizce arkama
gelip dinlemiş. Elini de tabancasına götürmüş. Fakat ben sözümü
değiştirince geldiği gibi yine sessizce gitmiş:
“Ne yapıyorsun Paşa?” dedi. “Sen öyle konuşurken Reşit te-
pende idi. Eğer sözünü değiştirmeseydin kurşunu başına yerdin.
Bunların en okumuşu ile bile böyle konuşulmaz.”
Haklı idi. Reşit, Çerkez Ethem gibi cahil değil, Harbiye mezunu
idi.

44
MURAT SERTOĞLU

13
“İŞİMİZE AZİMLE
DEVAM EDELİM EFENDİLER…”

Büyük Millet Meclisi’nde ilk nutkumu verdim:

- “Daha Ankara’ya büyük bir macera ve tehlikeler atlatarak var-


dığım 27 Nisan Salı günü, Mustafa Kemal Paşa’nın isteği üzerine
Büyük Millet Meclisi’nde bir nutuk vererek İstanbul’un durumun-
dan bahsettim. Bu nutkumun metni sonradan yine Mustafa Ke-
mal Paşa’nın isteği üzerine bir broşür halinde bastırılmış ve bütün
memlekete dağıtılmıştır.

Muzaffer olacağız
Tabii nutkumda İstanbul’da bulunduğum süre içinde idare et-
tiğim subay, silâh ve cephane kaçakçılığından, Anadolu hesabına
yaptığım istihbarat işlerinden bahsedemezdim. Bunları söyledi-
ğim anda İngilizlerin gözleri açılacak, İstanbul’dan ayrılırken bu
işi emanet ettiğim arkadaşlar son derece zor durumda kalacaklar,
aynı zamanda da Anadolu için hayatî bir önem taşıyan İstanbul
yardımı hemen kesilmiş olacaktı.
Bu arada İngilizlerin hiçbir şekilde Anadolu’ya büyük kuv-
vetler çıkararak Yunan ordularıyla işbirliği yapmaya niyetleri
bulunmadığı noktası üzerinde ısrarla durdum. Ve birliğimizi kur-
duğumuz, kuvvetlendirdiğimiz takdirde işin sonunda muzaffer
olacağımızı belirttim. Sözlerimi şu şekilde tamamladım:
- “Efendiler! Bendeniz İstanbul’dan önce çıkmak istiyordum.
Ancak gayretim evvelâ İngiliz siyasetini anlamak oldu. Anla-
dım. Bunda hiçbir şüphe kalmamıştır. İkinci olarak İngilizlerin
askerlikçe ne yapacağını tetkik etmek idi. Bunların en büyük is-
tekleri içimizde bazı hainleri elde edip teşvik edip millet arasına
kan düşürmek idi. Dökülecek kan ne kadar çok olur, genişlerse,
işleri o kadar kolaylaşacaktı. Bunu söylemekten de çekinmiyor-
lardı. Yani biz birbirimizi boğazlayacağız, kuvvetsiz, zebun ka-

45
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

lacağız. İngilizler de geride kalanları rahatça esir ederek onlara


istedikleri sulhu imzalatacaklar. Planları budur. Cenab-ı Hak-
kın lütfundan kuvvetle ümit ederim ki İngilizler şimdiye kadar
Çanakkale’de olduğu gibi birçok planlarında nasıl aldanmışlar-
sa, bunda da aldanacaklardır. Bunları aldatan birkaç haindir. Ve
bu hainler içimizde ne kadar az olursa ve biz birbirimizle ne ka-
dar kuvvetle birleşir ve azimkârane hareket edersek İngiliz planı
o kadar çabuk suya düşecektir. Ve İngilizler bizi tam bir birlik
halinde ve azim içinde görecek olurlarsa istikbalimizi kurtardık
demektir. Ümidimizi asla kesmeyelim. Ve işimize azimle devam
edelim efendiler!..”
Mebuslar bu sözlerimi coşkun alkışlarla karşılamışlardı. Bir ara
gözüm Mustafa Kemal Paşa’ya ilişti. O da hayatından pek memnun
görünüyordu.
Yeni hükümetin merkezi olan Ankara önleri de karışık bir du-
rum gösteriyordu. Ankara bir taraftan bütün dünyaya pervasızca
meydan okurken, Ankara istasyonunda hâlâ İngiliz ve Fransız as-
kerleri vardı. Bazı çeteler Ankara’nın yakınlarına kadar sokulmuş,
birçok yolları kesmiş bulunuyorlardı. Bundan kötüsü, büyük âsi
kuvvetlerinin Ankara’yı basacağı ve hepimizi öldüreceği gibi şayi-
alar kuvvetle dolaşıyordu.
Mustafa Kemal Paşa karargâhını Ziraat Okulunda kurmuştu.
Geceleri burada yeteri kadar eğerlenmiş at ve koşulmuş bir araba
hazır beklerdi. Bir baskın anında Mustafa Kemal Paşa ve yanında-
kiler bu atlara binerek Sivas yolunu tutacaklardı. Araba ise o sıra-
larda Ankara’da bulunan Halide Edip (Adıvar) Hanım için hazır
bulunduruluyordu.
O zaman Ankara’ya bağlı en kuvvetli birlik şüphe yok ki Kâzım
Karabekir Paşa’nın kumandasında bulunan Erzurum’daki kolordu
idi. Bu kolordu altı bin kadar iyi talim görmüş askerden kurulu bu-
lunuyordu. Ankara’ya getirilecek olsa tabiî durum çok değişecekti.
Ama buna da imkân yoktu. Kâzım Karabekir Paşa bu kuvvetle
memleketin doğu tarafını olsun güvenlik altında bulunduruyordu.
Nitekim bu az bir kuvvetle sonradan büyük bir Ermeni ordusunu
perişan ederek onları sulha zorlamıştı. Ve yine bu kuvvet sayesinde
çok geniş bir bölgeyi kontrol edebiliyordu. Bu kuvvetler doğudan
çekildiği takdirde memleketin başına yeni yeni gaileler ve dertler
açılabilirdi.

46
MURAT SERTOĞLU

Ankara’da şahsıma karşı gösterilen güven beni pek ziyade duy-


gulandırmıştı. İlk anda beni Heyet-i Vekile Başkanlığına, Millî
Müdafaa Vekilliğine, Genelkurmay Başkanlığına seçmeleri de
bunu gösterir..

Bu olamazdı
En büyük imtihanı ise büyük taarruzdan 2,5 ay önce verdim.
Meclis o günkü toplantısında Mustafa Kemal Paşa’ya geniş yetkiler
veren Başkomutanlık süresini üçüncü defa uzatmamak kararına
varmıştı.
Büyük bir felâket olacaktı. Yapılan hazırlıklar büyük bir askerî
sır olduğundan bunları açıklayamazdım.
O zaman bütün ağırlığımı ortaya koyarak şiddetle ısrar ettim.
Aksi halde hemen bütün görevlerimden istifaya kararlı olduğumu
söyledim.
Bu sözlerim ve kararlı tavrım muhalifleri kararlarından dön-
dürdü. Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görevi ve
geniş yetkileri üç ay için daha uzatıldı. Biz de bu arada büyük zaferi
kazandık.

47
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

14
PERİŞAN OLAN ÇERKEZ ETHEM,
YUNAN’A KOŞTU

Ankara’da herşeye rağmen işler yavaş yavaş da olsa yoluna gi-


riyordu. Benden sonra İsmet Paşa da Ankara’ya gelmiş, ordunun
kurulması ve kuvvetlenmesi işinde o da bize yardıma başlamıştı.
Silâh altına alınan yeni gençlerin tam bir askeri disiplin altında ye-
tiştirilmeleri için elimizden gelen herşeyi yapıyorduk.
Ancak ortada hâlâ özlediğimiz o muntazam ordu görülmüyor-
du. Halkın dilinde düşmanla çarpışan kahramanlar, başta Çerkez
Ethem olduğu halde Demirci Mehmet Efe, Püskülsüz Efe, Yörük
Ali Efe gibi milis kuvvetlerin başında bulunan kimselerdi. İsyan-
ları, Anzavur’u, Kuva-yı İnzibatiye gibi İstanbul’dan gönderilen
kuvvetleri tepeleyen bunlardı. Bu arada büyük gayretleri ve başarı-
ları görülen muntazam askerî birliklerin adı bile geçmiyordu.

Böyle devam edemezdi


Ben, Mustafa Kemal Paşa’nın bu devrede güttüğü siyaseti ol-
duğu gibi anlamış ve bunu benimsemiş bulunuyordum. Bu siya-
setin esası muntazam bir ordu kuruluncaya kadar her kuvvetten
mümkün olduğu kadar faydalanabilmek ve bunlara karşı ister iste-
mez güler yüz göstermekti.
Zaten galiba başkaca yapacak bir şey de yoktu.
Bu irili ufaklı çetelerin başlarındaki kişiler, çoğunlukla baş-
larına buyruk kimseler olup bir taraftan fırsat buldukça düşman
hatlarına baskınlar yaparlarken, bir taraftan da çapulculuk yoluyla
ceplerini doldurmaktan geri kalmıyorlardı. Bunu hep biliyorduk.
Tabii bunların zararları düşmanlardan çok Türk halkına olu-
yordu. Çünkü bunlar istediklerinden istedikleri gibi vergi adı altın-
da haraç alıyorlar, zenginleri iyice soymak üzere dağa kaldırıyorlar,
hoşlarına gitmeyenleri, emirlerini dinlemek istemeyenleri hiç te-
reddüt göstermeden öldürebiliyorlardı. Onları cezalandıracak bir
kuvvet, bir otorite yoktu. Bunlar bazen şehirleri bile basıp rastla-

48
MURAT SERTOĞLU

dıkları Türkleri toptan öldürecek derecede cüretli oluyorlardı.


Sonradan bunların yanlarına birer Kurmay Subay gönderdik.
Böylece davranışlarını az çok kontrol altına alabildik. Daha sonra
da sıra bunları ciddi bir kontrol altına almaya gelecekti.
Dediğim gibi bunların en kuvvetlisi Çerkez Ethem’di. Emrinde
dört beş bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Ve bir ortaçağ kralı
gibi davranıyor, kendisini Anadolu’nun birinci adamı sayıyordu.
Zaman zaman cüretini Büyük Millet Meclisini tehdit edecek dere-
ceye kadar çıkarıyordu. Bir seferinde kızmış, Ankara’ya geleceğini
Mustafa Kemal Paşa ile beni ve arkadaşlarımızı meclisin kapısın-
da asacağını bile söylemişti.
Onun bu sözleri, tehditleri kulağımıza kadar geldiği halde biz
sabır gösteriyorduk. O an için başka yapabileceğimiz bir şey yoktu
çünkü.
Ama bu elbette uzun sürmeyecekti. Yetiştirmekte olduğumuz
ordu yavaş da olsa kuvvetleniyordu. Çerkez Ethem de bunu pek gü-
zel biliyor ve anlıyordu. Kızgınlığının asıl sebebi bu idi. Ne kadar
zamandan beri sürdürmekte bulunduğu saltanat sona ermek üzere
bulunuyordu.
Ben bu sırada Milli Müdafaa Vekili olmakla beraber Genelkur-
may Başkanlığını da üzerime almış bulunuyordum. Hemen İsmet
Paşa’yı Garp Cephesi Komutanlığına, Refet Paşa’yı da Cenup
Cephesi komutanlığına tayin ettim. Böylece merkezi Kütahya’da
bulunan Çerkez Ethem iki taraftan tutulmuş oldu. Aynı zamanda
oralara yeni birlikler de gönderdim.
Çerkez Ethem’in resmi sıfatı Kuva-yı Seyyare (Gezici Kuvvet-
ler) kumandanlığı idi. Kendisine İsmet Paşa’nın emrine girmesini
nazikâne bir şekilde ihtar ettik. Bu onun için son şanstı. Fakat o
doğru yolu seçecek yerde tuttu Kütahya yakınlarında bir alayı sa-
rarak silahlarını aldı. Böylece bize karşı resmen âsi oldu.
Büyük Millet Meclisi’ndeki bazı mebuslar büyük bir telaşa ka-
pılmışlardı. Bizim Çerkez Ethem gibi tehlikeli bir kahramana karşı
vaziyet almamızı çılgınlık gibi görüyorlardı. Bunların çoğu mun-
tazam ordu ile çapulcu takımı arasındaki farkı bilmeyen, bunu dü-
şünemeyecek kadar gâfil kişilerdi. Bizim her tedbiri çoktan almış
olduğumuzdan da haberleri yoktu.
Hemen Refet Paşa’ya gerekli emirleri verdim. Bir taraftan o, bir
taraftan da İsmet Paşa’nın emrindeki kuvvetler onu çabucak peri-

49
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

şan ettiler. Yanındaki kuvvetlerin büyük kısmı bizim tarafa geçip


muntazam ordu saflarında savaşmayı kabul edince ona da kardeş-
leri ile birlikte Yunan saflarına sığınmaktan başka çare kalmadı.
Onun peşinden gidenlerin sayısı sandığım kadar bile kalmamıştı.
Sanırım kırkı bile bulmamıştı.

Çerkez Ethem kaçıyor


Böylece büyük bir gaileden kurtulmuş oluyorduk. Muntazam
ordu ilk imtihanını Çerkez Ethem’in mağrur kuvvetleri karşısında
vermiş ve işin içinden büyük bir başarı ile çıkmıştı. İki taraf ara-
sında üstelik hemen hemen hiç kan dökülmemişti. Zayiat diye bir
şey yoktu ortada. O gün Çerkez Ethem’in keyfi emir ve komutasın-
da düşmanla çarpışıp durmuş bulunan binlerce subay ve er, kendi
istekleri ve silâhları ile seve seve Milli Orduya katılmışlardı. Bu ba-
şıbozukluktan kurtuldukları için hayatlarından onlar da memnun
bulunuyorlardı.
Çerkez Ethem’in böyle çabucak bozulması ve her şeyi, askerini,
silâhını, cephanesini bırakarak canını kurtarmak üzere daha düne
kadar çarpıştığı Yunan Kuvvetlerine sığınması Ankara’daki taraf-
tarlarını pek ziyade şaşırtmış bulunuyordu. Bunlar hemen seslerini
kestiler.
Ancak ne var ki Çerkez Ethem’in Yunanlılara sığınması üzeri-
ne ve hazırlıklarımız tam olmaktan çok uzak iken bunu fırsat bi-
lerek saldırıya geçen Yunanlılarla iki çetin savaş yapmak zorunda
kaldık.

50
MURAT SERTOĞLU

15
BİR HAFTADA
YA ZAFERE KAVUŞACAK,
YA DA ÖLECEKTİK
Mesele şu idi. Çerkez Ethem’in memleket içinde olduğu kadar
memleket dışında da büyük şöhreti vardı. Yunanlılar da kendileri-
ne karşı koyan kuvvetin en büyük kısmının Çerkez Ethem olduğu-
na inanmışlardı. Aynı şekilde Anadolu halkının da Mustafa Kemal
Paşa’nın değil, Çerkez Ethem’in peşinde bulunduğundan şüphe et-
miyorlardı. Kuvvet ve asker onun elinde idi. Ve şimdi o kendilerine
sığındığına göre karşı tarafta ne kalıyordu? İyi bir propaganda ve
bunu tamamlayacak bir taarruz yapılacak olursa Çerkez Ethem’e
bağlı olan bütün kuvvetler de hemen kendilerinden tarafa geçecek
ve Yunan Ordusuna, mızıka çalarak Ankara’ya girmekten başka
yapacak iş kalmayacaktı.
İşte bu düşünce ile Yunan birlikleri ilk hamlede Eskişehir’i ele
geçirmek ve Orta Anadolu’ya uzanan demiryoluna hâkim olmak
üzere 6 Ocak 1921’de hemen harekete geçtiler. Bunlara karşı koya-
cak birliklerimiz Kütahya dolaylarında idiler. Çerkez Ethem ha-
reketine katılmışlardı. Onları Eskişehir cephesine yetiştirmek bir
mesele idi. Fakat Mehmetçikler o bozuk yollarda, o dondurucu kış
mevsiminde bir günde 70 kilometre yol alarak düşmanın karşısına
çıkarak onları durdurdukları gibi püskürtmeye de muvaffak oldu-
lar.
İşte Birinci İnönü Savaşı budur. Yunan birlikleri Çerkez
Ethem’den sonra ilk defa muntazam ordu birlikleri ile savaşa girmiş
ve bu ordu silâhça ve insanca oldukça eksik ve çok yorgun olduğu
halde Yunanlıları yenmeye muvaffak olmuştu. Mehmetçik ne oldu-
ğunu Yunanlılara ve dolayısı ile dünyaya bir defa daha göstermişti.

Yunanlılar ilk defa bizi rahatça dize getirebilecekleri ümidini


kaybetmişler ve kendilerini bu maceraya sokan Venizelos’a karşı
ayaklandıklarından Venizelos Başbakanlıktan ayrılmak zorunda
kalmıştı.

51
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Bu İnönü Savaşı’nın bir de perde arkası vardır ki hazır sırası gel-


mişken bunu da anlatmak isterim.
Çerkez Ethem’e karşı artık ne pahasına olursa olsun harekete
geçmek bir zorunluk haline gelmişti. Biz hiç olmazsa onun bizim-
le mertçe döğüşü göze alacağını sanıyorduk. Yunanlılara teslim
olacağını ve onlara bildiği bütün askerlik sırlarımızı vereceğini,
Yunanlıların da hemen taarruza geçeceklerini ummuyorduk. Bir
ordunun kış ortasında taarruza geçmesi pek beklenmezdi. Yeni bir
Yunan taarruzu için hiç olmazsa ilkbahara kadar vakit bulunduğu-
nu hesaplıyorduk. O sıralarda en büyük sıkıntımız silâh ve bilhassa
cephane idi. Yeni kurulan birliklere, er başına onar kurşun bile ve-
remiyorduk.
İşte Yunanlıların Eskişehir istikâmetinde taarruza geçtikleri
böyle bir zamanda duyuldu.
Çerkez Ethem’in kaçması ve Yunan birliklerine sığınması üzeri-
ne seslerini kesen muhalifler bu haber gelir gelmez yeniden seslerini
yükseltmeye başladılar. Meclis’te bize öyle sorular soruyorlardı ki
bizce bunlara cevap vermek hakikaten pek zordu.
Her şeyin altından ustaca kalkabilen Mustafa Kemal Paşa bu
sorular altında fena halde bunalmış olacak ki askerî durum hak-
kında benim bilgi vermemi teklif etti. Bütün mebuslar da bu isteğe
katılınca ben de ister istemez kürsüye çıktım.
Ne yapıp yapıp Meclis’i tatmin etmem gerekiyordu. O anda Al-
lah da bana bir sükûnet vermişti. Kendimden gayet emin bir tavırla,
ortada endişe duyulacak hiçbir şey bulunmadığını söyledikten son-
ra sözlerimi şöyle tamamladım:
- “İşte Millî Müdafaa Vekili olarak size söz veriyorum. Bir
hafta sonra size yine bu kürsüden zafer müjdesini de kendim ve-
receğim.”

Bir alkış koptu ama…


Bu sözleri öylesine kat’î bir ifade ile ve karşımdakileri inandı-
racak bir eda ile söylemiş bulunuyordum ki hemen bir alkış tufanı
yükseldi. Yüzler güldü. Bana inanmışlar ve sâkinleşmişlerdi. Yal-
nız ses çıkarmayan Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Pa-
şa’nın yüzü sapsarı kesilmişti. Tabii bunun manâsı da ortada idi.
Çünkü durumumuzun ne derece tehlikeli olduğunu da benim ka-
dar biliyordu. Bu beklenmedik Yunan taarruzunun bizi ne derece

52
MURAT SERTOĞLU

güç bir duruma düşürmüş olduğunun pek güzel farkında idi.


Meclis dağıldıktan sonra beni hemen yanına çağırdı. Yüzü hâlâ
sapsarı idi. Odasında yalnızdık. Bana;
- “Meclis’e bir hafta sonra zafer müjdesini verebileceğini nasıl
vaat edebildin Paşa!” diye sordu.
Şu karşılığı verdim:
- “Çünkü sen de biliyorsun ki genç ordumuzun elinde ancak
iyi kötü bir hafta savaşabilecek kadar cephane var. Bir hafta için-
de zaferi kazanamaz, onları yenemez ve püskürtemezsek bir haf-
ta sonra ortada ne sen, ne ben, ne de Meclis kalacaktır. Ben de
hesap verebilecek durumda bulunmayacağım.”
Mustafa Kemal Paşa ancak o zaman beni anladı. Ve böyle ko-
nuşmak, Meclis’i sakinleştirmekle çok iyi yaptığımı söyledi.
Allah beni utandırmadı. Yunanlıları tam altı gün sonra yendik.
Onlar kaçarlarken elimizde sadece bir günlük cephane vardı. Ve
ben sözümde durarak Meclis’e zafer müjdesini verdim.
İşte Mustafa Kemal Paşa’nın bu zaferi “Memleketin mâkus tâ-
lihini yenen” bir zafer olarak isimlendirmesinin asıl nedeni budur.

53
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

16
İSMET PAŞA’NIN İDAMINI
NİÇİN İSTEDİLER?

Birinci İnönü Zaferini kazandıktan sonra artık Birinci Dünya


Savaşının galipleri de Anadolu’da yaratılan yeni kuvveti kabul et-
mek zorunda kalmışlardı. Nitekim bundan sonra bizi ve Yunanlı-
ları ilk defa Londra’da toplanan bir konferansa davet ettiler. Artık
Sevr Anlaşmasında ısrar etmeyeceklerini, bunun bazı hükümlerini
de lehimizde değiştirmeye ve hafifletmeye hazır olduklarını bildi-
riyorlardı.
Ne var ki bu konferans beklediğimiz gibi hiçbir karara varıla-
madan dağıldı. Ne biz, ne de Yunanlılar isteklerimizden fedakârlı-
ğa yanaştık. İngilizler bizim, Sevr Muahedesini biraz lehimizde de-
ğiştirdikleri takdirde bunu hemen kabul edeceğimizi sanıyorlardı.
Azmimizi ve kararımızı tam olarak anlamıyorlardı.
Biz bu konferanstan hiçbir şey çıkmayacağını çoktan anlamış-
tık. Ve geceli gündüzlü ordularımızı kuvvetlendirmekle silâh ve
cephane noksanımızı tamamlamaya çalışıyorduk.
Doğu cephemiz sükûnete kavuşmuştu. Maraş, Ayıntab ve
Urfa çevrelerinde yerli halkla Fransızlar arasında sert çarpışmalar
sürüp gidiyordu. Yazık ki onlara askerce yardım edecek durumda
değildik. Çünkü Londra Konferansının er geç dağılacağından ve
Yunanlıların Birinci İnönü mağlûbiyetlerinin öcünü almak için ye-
niden hücuma geçeceklerinden emindik.
Nitekim Mart’ın 31’inde büyük kuvvetlerle yeniden taarruza
geçtiler. Bu sırada gene büyük cephane sıkıntısı içindeydik. Koca
ordunun elinde ancak yüz, yüz elli sandık cephane vardı. Ama
Mehmetçik kurşunun yerini tutacak şeyi çoktan keşfetmiş bulunu-
yordu..

Süngü…
Nitekim iki hafta süren gayet seri ve kanlı savaşlardan son-
ra İkinci İnönü Zaferini de kazandık. Garp Cephesi Kumandanı

54
MURAT SERTOĞLU

İsmet Paşa daha önce de beklediğimiz Yunan taarruzunu ne şekilde


önleyeceğimiz yolunda hazırladığımız planı başarı ile tatbik ederek
Yunanlıları Bursa’nın önüne kadar kovaladı. Yunanlılar büyük za-
yiat verdiler.
Ancak herşey bununla bitmiyordu. Yunanlıların üst üste
uğradıkları bu iki mağlûbiyetin intikamını almak üzere ellerinden
gelen herşeyi yapacakları ortada idi. Yunanistan’dan gelen haber-
ler Anadolu’ya yeniden büyük kuvvetlerin geçirilmekte olduğunu
gösteriyordu. Yunan Kralı Konstantin savaş işini doğrudan doğru-
ya eline almış bulunuyordu. Pek güvendiği Başkomutanı General
Papulas da kolları sıvamış Anadolu’ya geçmişti. Bu seferki Yunan
taarruzunun bundan öncekilere hiç benzemeyeceğini anlıyorduk.
Bütün kuvvetimizle silâh ve cephane noksanımızı tamamla-
maya gayret ediyorduk. Bu arada bizi dolandıranlar da oldu. Bazı
İtalyan silâh ve cephane satıcıları paramızı almışlar, fakat taahhüt-
lerini yerine getirmemişlerdi.
Bu arada yüksek kumanda heyetinde bazı değişmeler yapmış-
tık. Garp cephesiyle cenup (güney) cephesi komutanları ve bütün
kuvvetler aynı zamanda Genelkurmay Başkanı olan İsmet Paşa’nın
komutasına verilmişti.
Yaz ilerledikçe düşman hazırlıkları da ilerliyordu. Biz soğuk-
kanlı görülmekle beraber endişe içinde idik. Ben bu taarruzun da
bundan öncekiler gibi Eskişehir istikametinden yapılacağından ve
hedef olarak Ankara’nın seçileceğinden emin bulunuyordum. An-
kara’ya ulaşacak en kısa ve pratik yol buydu.
Nihayet Temmuz sonlarında beklediğimiz taarruz kendini gös-
terdi. Bu, tarihe “Sakarya Harbi” olarak geçecek olan büyük sa-
vaştı.
Hemen kaydedeyim ki bu savaş bizim için büyük bir talihsizlik-
le başladı. Bunda da eğer bir suç varsa İsmet Paşa’nın idi.
İsmet Paşa bu sırada cenup cephesinde bulunuyordu. Düşmanın
ileri harekete geçtiğini sezer sezmez hemen karşı taarruza geçerek
emrindeki kuvvetleri o noktaya doğru kaydırmış ve bana durumu
bir telgrafla bildirmişti.
Halbuki bu düşman taarruzunun bir yanıltma taarruzu olduğu
ve kuvvetlerimizi içeri çekmek, sonra da iki taraftan hücuma ge-
çerek bunları sarmak gayesini gütmekte olduğu apaçık ortada idi.
İsmet Paşa’nın bunu görmesi, anlaması, hiç olmazsa taarruz kara-

55
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

rını vermeden önce bize danışması gerekirdi. Bunu yapmamakla


büyük bir hata işlemişti.
Telgrafı alır almaz hemen Mustafa Kemal Paşa’ya koştum. Du-
rumu kendisine anlattım. O da bana hak verdi ve hemen cepheye
gitmemi söyledi. Ama ben asıl büyük ve tehlikeli taarruzu Eski-
şehir istikametinden gördüğümden oraya gitmeye kararlı idim.
Meseleyi Mustafa Kemal Paşa’ya söyleyerek onu da ikna ettim. Ve
cenup cephesine kendisinin gitmesini rica ettim. Kabul etti.
Ben Eskişehir’e vardığım zaman çok büyük bir Yunan ordusu
Bursa’dan hareket etmiş bulunuyordu. Hemen gerekli tedbirleri
aldım ve emirleri verdim. Taktiğimiz asıl savaşı düşmanın değil,
bizim istediğimiz yerde kabul etmek olacaktı. Asla dağılmadan ve
paniğe kapılmadan düşmanı oyalayarak, onu yorarak, ona darbeler
vurarak çekilecektik. Gerektiği takdirde Eskişehir’i de düşmana
terk edecektik.
Öte yandan cenupta taarruza geçen ordumuz tahmin ettiğimiz
gibi kapana düşmüş, büyük kayıplara uğrayarak çekilmek zorunda
kalmış, bir çok yerleri de düşmana bırakmak zorunda kalmıştır.
Sonradan Büyük Millet Meclisinde yapılan bir konuşmada bu
hatalı davranışlarından dolayı İsmet Paşa’yı Yüce Divana vermeye,
hatta idama mahkûm ettirmeye kalkıştılar. Hemen müdahale ede-
rek, bu kararı benim de tasvib ettiğimi, aynı cezanın bana da veril-
mesi gerektiğini söyledim. Kendi şahsımı ileri sürünce muhalifler
seslerini kestiler. Böylece onu kötü bir âkıbetten kurtarmış oldum.
Sadece hâlâ üzerinde bulunan Genelkurmay Başkanlığını aldık,
o kadar…

56
MURAT SERTOĞLU

17
AZ KALSIN
MEHMETÇİK KURŞUNU İLE
ÖLECEKTİM
Mustafa Kemal Paşa hastanedeydi ve ben
ona muhtaçtım. Sakarya Savaşı’nın kahredici
günlerini yaşıyorduk

Harp tarihimize Sakarya Harbi olarak geçen savaş, bütün İs-


tiklâl Savaşı boyunca bize en zor, en kahredici günleri yaşattı. De-
diğim gibi İsmet Paşa’nın bir hatası sonunda bu savaş bizim için
talihsizlikle başladı. Durup dururken düşmandan büyük bir darbe
yemiştik.
Fransızların bir atasözü vardır. Bu atasözü: “Felâket hiç bir
zaman tek olarak gelmez” der. İşte bu sıralarda baş gösteren ikin-
ci bir talihsizlik bu atasözünün ne kadar doğru olduğunu, olduğu
gibi ortaya koydu.
Mustafa Kemal Paşa atından düşmüş ve kaburga kemiklerin-
den biri kırıldığından ister istemez hastaneye yatmıştı.
Bundan sonra da ordunun başında yalnız kaldım. Halbuki bu
sırada Mustafa Kemal Paşa’ya şiddetle muhtaç bulunuyordum.
Ama ne yapabilirdim? Herşeyden önemli olan, cephede ordu-
nun başında bulunmaktı. Tahmin ettiğimiz gibi Yunanlılar büyük
bir kuvvetle hızla ilerliyorlardı. Üstelik gayelerini de saklamıyor-
lardı. Hedefleri “Eskişehir”i ele geçirdikten sonra en kısa yoldan
Ankara’yı ele geçirmekti.

Yunanlılar endişeliydi
Anadolu’ya ayak basalı 1,5 yıl olmuştu. Onların orduları çok
yayılmış ve üslerinden çok uzaklaşmışlardı. İngilizler ne kadar
yardım ederlerse etsinler, bu orduyu beslemek, silahlandırmak, ta
buralara kadar taşımak Yunan hazinesine de büyük külfetler yük-
lüyordu. Sonra bu ordu hiçbir hedefine ulaşamamıştı. Buna karşı-

57
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

lık devamlı olarak kayıplara uğruyordu.


Nitekim İnönü Savaşlarında Yunan Ordularının yenilişi bu
endişeleri bir kat daha artırmış bulunuyordu. Bunun ilk sonucu
olarak da dediğim gibi Venizelos istifa etmiş ve ordunun idaresini
Kral Konstantin ele almıştı. O da kendini göstermek üzere bütün
imkânını kullanarak büyük taarruzu gerçekleştirmişti.
Ben sürekli olarak cephede duramıyor, fırsat buldukça Anka-
ra’ya gelerek Meclis’te görünüyor, savaş durumu hakkında gerekli
bilgileri veriyordum. Tabii ihtiyatlı konuşmam gerekiyordu. Mec-
lis’te ise heyecanlı bir hava vardı. Ordumuzun ilk hamlede uğradı-
ğı başarısızlıktan sonra hemen hemen bütün cephelerde çekilmek-
te olması askerlik ilmine vâkıf olmayanların morallerini fena halde
sarsmış bulunuyordu.
Ben de bütün gücümle kendilerini sâkinleştirmeye çalışıyor,
şöyle konuşuyordum:
“Harp yeni başlamıştır. Düşman büyük kuvvetlerle taarruz
etmekte ve bizi bir meydan savaşı vermeye zorlamaktadır. Biz
elbette bu meydan savaşını kabul edeceğiz ama bu savaşı onla-
rın istedikleri yerde değil, bizim istediğimiz yerde vereceğiz. Bu
yerin neresi olacağını şu anda söylemekte mahzur buluyorum.
Bunun sebebini elbette yüksek meclisiniz takdir eder. Allah’ın
yardımı ile bu meydan savaşının sonunda zalim düşmanımızı
perişan edeceğimizden, Anadolu’muzu Yunan ordularına mezar
edeceğimizden şüpheniz olmasın. Şu anda savaş plânımıza uy-
gun olarak bazı noktalardan çekiliyoruz. Belki bu çekilişimiz
devam edecektir. Bundan dolayı hiçbir şekilde kuşkulanmama-
nızı ve telâşa kapılmamanızı bilhassa rica ederim!”
Onları sakinleştirir sakinleştirmez hemen Mustafa Kemal Pa-
şa’yı ziyarete koşuyor, askeri durum hakkında ona gereken bilgileri
veriyordum. Ondan sonra da soluğu cephede alıyordum.

Atlattığım tehlike
Ben çok defa en ileri hatlarda bulunuyordum. Bunun askerlik
bakımından hiç doğru olmadığını bilmiyor değildim. Fakat şu
anda askere en çok lâzım olan şey moraldi. Bu morali de kendileri-
ne ancak bu şekilde verebilirdim.
Bu yüzden başımdan bir de tehlike geçti.
Bir gün en ön hatlarda dolaşırken yolumu şaşırmış ve düşman

58
MURAT SERTOĞLU

hatlarının arasına düşmüştüm. Durumu fark edince hemen geri


döndüm. Ne var ki Türk hatlarına yaklaştığım zaman ortalık ka-
rarmaya başlamıştı ve karşımda Türk silâhlarını buldum. Türk
nöbetçileri beni hemen görmüşler ve durmamı emretmişlerdi. Bu
emre itaat etmediğim takdirde kurşunu yemek işten bile olmaya-
caktı. Hemen istedikleri gibi ellerimi havaya kaldırdım ve söyle-
dikleri yoldan geçerek Türk hatlarına girdim.
Ancak o zaman beni tanıdılar. Hem şaşırdılar, hem de çok
korktular. Doğrusu ben de büyük bir korku geçirdim. Tabii bir
Türk kurşunu ile ölmekten değil de daha çok bir Yunan devriyesi-
ne esir düşmekten…
Biz düşmanın bizi zorladığı savaşı bir türlü kabul etmeyerek
ağır ağır geri çekilirken Eskişehir’i de Yunanlılara bırakmıştık.
Askerlik bakımından bir şehrin düşmana teslim edilmiş olma-
sında büyük bir mahzur yoktu. Fakat bu durum Meclis’te yeni bir
fırtınanın kopmasına sebep olmuştu. Moral yine iyiden iyiye sar-
sılmıştı. Yunan Genel Karargâhı ise Eskişehir’in ele geçirilmesi-
ni büyük bir zafer olarak ilân ediyordu. Ve Yunan birlikleri şimdi
ikinci hedef olarak kendilerine Ankara’nın kapısı olan Polatlı’yı
seçmiş bulunuyorlar, oraya doğru ilerliyorlardı.

59
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

18
YUNANLILAR SAKARYA’DA
TOKADI YEMİŞ KAÇIYORDU

Mustafa Kemal büyük bir kurmaydı, savaşlarda


şehirlerin fazla değeri olmadığını biliyordu

İtiraf etmek isterim ki, bütün gayretime rağmen Meclis’i sakin-


leştirebilmek benim için gitgide güç oluyordu. Bu sıralarda Mus-
tafa Kemal Paşa’ya ne kadar ihtiyacım vardı. Ama dediğim gibi o
hâlâ yatıyordu.
Benim artık Ankara’ya gelmem son derece zorlaşmış bulunu-
yordu. Bu işi, yani Meclis’in moralini yüksek tutma işini Mustafa
Kemal Paşa’ya bırakmıştım. Daha doğrusu o kendi isteği ile hasta
hasta bu görevi üzerine almıştı.
Cephedeki durum ise gitgide ağırlaşıyordu. Düşmanın ilerle-
yişini oldukça yavaşlatmıştık. Onları ağır ağır meydan savaşını
kabul edeceğimiz Sakarya önlerine doğru çekiyorduk.

Mustafa Kemal Paşa arıyor


Öyle bir bunalma devresine, öyle bir kahredici ve yıpratıcı
bir devreye girmiş bulunuyorduk ki uyumak için bile vakit
bulamıyordum. Bu arada Mustafa Kemal Paşa’ya bile her gün ben-
den istediği bilgileri veremiyordum.
İşte bu günlerde nereden çıkmış ise çıkmış, Yunanlıların hızla
Ankara’ya yaklaşmakta oldukları, onları durdurabilmenin imkân-
sız olduğu rivayeti Ankara’yı bir anda sarıvermiş. Benden bir türlü
haber alamayan, benimle temas kuramayan Mustafa Kemal Paşa
da bu şayiaya kapılarak Ankara’nın boşaltılması yolunda ken-
disine yapılan telkinleri uygun bulmuş. Bu yolda hemen emirler
vermiş ve hükümet merkezinin Kayseri’ye nakledilmesi yolunda
harekete bile geçilmiş. Bir taraftan bazı resmî daireler, bir taraftan
da bir çeşit paniğe kapılan Ankara halkı, şehri boşaltmaya ve bulu-

60
MURAT SERTOĞLU

nabilen vasıtalarla Kayseri’ye doğru göçe başlamış.


Mustafa Kemal Paşa büyük bir kurmaydı. Bir savaşta şehirlerin
fazla bir kıymeti olmadığını biliyordu. Allah göstermesin Ankara
düşseydi bile Yunanlıların sandıkları gibi savaş sona erecek değil-
di. Bu işin tek mahzuru, halkın moralinin sarsılmasından ibaretti.
Benim bunlardan hiç haberim yoktu. Aksine cephedeki duru-
mu planımıza uygun gelişir görüyordum.

Uyumaya vakit yok


Bir akşam son derece yorgun düşmüştüm. Durumda da olağa-
nüstü tehlikeli bir şey yoktu. Bundan faydalanarak birkaç saat ol-
sun uyumaya karar verdim. Ve yaverim Salih Omurtak’ı çağırarak
kendisine:
- “Ben biraz uyuyacağım… Eğer fevkâlâde bir şey olmazsa
sabah namazı vaktine kadar beni hiçbir şekilde uyandırma!”
emrini vererek yattım.
Ben uyuduktan bir, iki saat sonra Ankara ile nasılsa telefon
bağlantısı kurulmuş. Salih Omurtak telefonu açar açmaz Mustafa
Kemal Paşa’nın sesini duymuş.
Paşa önce heyecanlı bir eda ile durumu sormuş. O da fevkalâde
bir şey olmadığını söyleyince beni sormuş. Yaverim de uyumakta
olduğumu, ama mutlaka istiyor ve emrediyorlarsa beni uyandıra-
bileceğini söylemiş, o zaman Mustafa Kemal Paşa sakinleşmiş:
- “Hayır uyandırma!” demiş. “Durumda hiçbir tehlike olma-
dığını şimdi anladım ve Paşa hazretleri ile konuşmuş ve kendi-
sinden teminat almış gibi rahatladım. Çünkü başka türlü olsa
onun uyumayı hiçbir şekilde düşünmeyeceğini biliyorum.”
Bu anıyı Mustafa Kemal Paşa’nın beni ne kadar iyi ve ne kadar
yakından tanıdığını göstermek için anlatıyorum.
Ertesi sabah kendisiyle telefonla konuştuktan ve askerî durumu
anlattıktan sonra bir kat daha rahatladım. Ankara’ya gelen kötü
haberleri, uyanmış bulunan paniği de ancak o zaman kendisinden
öğrendim.
Düşmanı dilediğimiz gibi yorarak onu artık meydan muhare-
besini kabul edebileceğimiz yere getirmiştik. Mustafa Kemal Paşa
da oldukça iyileşmişti. Bana bir, iki güne kadar yanıma gelebilece-
ğini söyledi. Buna pek sevindim.
Mustafa Kemal Paşa, hemen ertesi gün Büyük Millet Meclisi

61
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Başkanı olmak sıfatiyle Meclis’te askerî durum hakkında yürekleri


ferahlatıcı izahatta bulunmuş ve bazı mebusların isteklerine uya-
rak Başkumandan sıfatıyla cepheye hareket edeceğini bildirmiş.
Onu aramızda görmek hepimizin moralini bir kat daha kuv-
vetlendirmiş bulunuyordu.

Düşman kaçıyor
Sakarya Meydan Muharebesi tam 21 gün sürdü. Sonunda düş-
man bütün ümitlerini topraklara gömerek ve büyük zayiat vererek
gelmiş bulunduğu Polatlı’dan ta Eskişehir önlerine kadar kaçmak
zorunda kaldı.
Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra Meclis’te verdikleri nu-
tukta benim bu savaşta göstermiş olduğum gayreti lüzumundan
fazla büyütmek ve şöyle konuşmak kadirşinaslığında bulundular:
- “Bu parlak muzafferiyetin âmili olan zevatı huzur-i âliniz-
de ve bu kürsüden büyük hürmet ve takdirat ile yad etmeyi bir
vecibe-i vicdaniyye addederim. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Re-
isimiz Fevzi Paşa hazretlerinin bu meydan muharebesinde ifa
ettiği hizmet pek büyük sitayişlerle yad edilmeye sezadır. Pek
muhterem, faziletli ve kıymetli olan bu zatıâli muharebe mey-
danlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulun-
muş ve pek musib (isabetli) ve kıymetli tedbirleri mahallinde
icap edenlere tebliğ etmiş ve daima ferahlık verecek ve kuvve-i
mâneviyeyi yükseltecek öğütler vermiştir. Onun bu fevkalâde
hizmetleri şayan-ı takdir ve tahsindir.”

62
MURAT SERTOĞLU

19
“SAKARYA” SOYADINI
NEDEN REDDETTİM?

Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya


“İnönü” soyadını verdikten sonra, bana da
“Sakarya” soyadını vermek istedi

Evet Allah’ın lütfu ve Mehmetçiğin azim sayesinde Sakarya


Meydan Muharebesini kazanmış ve düşmana bir daha altından
kalkamayacağı çok ağır bir darbe indirmiştik. Nitekim bundan
sonra Yunanlılar Milli Kuvvetlere karşı bir daha taarruza geçmek
cesaretini gösterebilmiş değillerdi.
Bu savaşta biz de onlar da bütün kuvvetlerimizi öne sürmüş
bulunuyorduk. Öyle kritik dakikalar yaşadık ki galibiyetin han-
gi tarafta kalacağı asla belli değildi. Sonunda ise zafer bize güldü.
Ve dediğim gibi düşman büyük zayiat vererek savaş meydanından
kaçmak zorunda kaldı.
Bu savaştan sonra da bazı kimseler düşmanı neden daha faz-
la kovalamadığımızı meselâ Eskişehir’i neden geri almadığımızı
tenkit mahiyetinde ileri sürmüşlerdi. Tabii bunlar askeri bilgisi kıt
kimselerdi. Biz büyük taarruzu hazırlarken düşmanın mümkün
olduğu kadar kendi esas üssünden uzaklaşmış ve yayılmış bulun-
masını istiyorduk.

Gaye vatan kurtarmaktı


Bizim gayemiz bir harp değil, muharebeyi kazanmaktı. Göste-
rişli bir zafer elde etmek birkaç şehri kurtarmak değil, Yunan Or-
dusunu olduğu gibi yok ederek bütün vatanı kurtarmaktı.
Bunun en kestirme yolu ise tabii düşman kuvvetlerinin alabil-
diğine yayılmış bulunması idi. Nitekim Sakarya savaşından bir yıl
sonra gerçekleştirmeye muvaffak olduğumuz büyük taarruzun ba-
şarıya ulaşabilmesinin bir sebebi de budur. Biz Afyon’da bir Yunan

63
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

ordusunu perişan eder, başkomutanını ve kurmay heyetini esir alır,


kendimize İzmir yolunu açarken hiç de küçümsenmeyecek büyük-
lükte bir ikinci Yunan Ordusu Eskişehir’de hemen hemen eli kolu
bağlı bu işe seyirci kalmıştır.
Şimdi de Sakarya Savaşı ile ilgili iki hatıramı nakletmek iste-
rim:
Bunlardan biri soyadları kanunuyla ilgilidir. Soyadları kanu-
nu çıktığı vakit Atatürk birçok kimselere yeni soyadları vermeye
başlamıştı. Bu arada İnönü savaşlarının şerefini olduğu gibi İsmet
Paşa’ya hediye ederek İnönü soyadını kendisine vermişti.
Bana da herhalde Sakarya Savaşı’nın başından sonuna kadar
idare etmiş ve bu savaşın planlarını da hazırlamış olduğum için
olacak “Sakarya” soyadını vermek istedi.
Teşekkür ettim. Fakat kabul edemeyeceğimi söyledim. 300
yıldan beri Çakmakoğulları adıyla şöhret kazanmış bulunan bir
soyun adını değiştirmek hakkını kendimde göremiyordum.
Bunu söylediğim zaman Mustafa Kemal Paşa bana hak verdi.
Ve sicilime soyadı olarak Sakarya değil Çakmak kelimesi geçmiş
oldu.
İkinci hatıram bir konferansla ilgilidir.
Sanıyorum 1945 yılları içinde idi. Mustafa Kemal Paşa’nın
yanında kalan ve Paşanın kendisini tarihçi ve Türk dili uzmanı
olarak yetiştirmek istediği Afet Hanım bir gün bana başvurdu.
Başvurmasının nedeni Sakarya Meydan Muharebesi hakkında
vermek istediği bir konferanstı. Bunu hazırlamış fakat konferansı
vermeden önce her nasılsa bu savaşta benim de bulunduğumu ve o
sıralarda hayatta olduğumu hatırlamış olacaktı.
Görüşmemize aracılık etmek isteyen dostuma, Afet Hanımın
hazırlamış olduğu konferansın metnini görüp görmediğini sor-
dum. Görmüş. Afet Hanım, herhalde Mustafa Kemal Paşa’ya kar-
şı duyduğu aşırı sevgiden olacak, tarihî hakikatleri bir yana bırak-
mış, Sakarya Savaşının da bütün şerefini kendisine vermiş, savaşın
planlarını ona hazırlatmış ve Sakarya Savaşını başından sonuna
kadar ona idare ettirmiş. Tabii bu meydan muharebesinin ve zafe-
rin bütün şerefini de ona vermiş.
Her şeyden önce şunu söylemek isterim: Mustafa Kemal Paşa
askerlik tarihinde o kadar büyük başarılar göstermiş, zaferler ve
şerefler kazanmış bir şahsiyettir ki onun bir hanımın kendisine

64
MURAT SERTOĞLU

vermeye kalkıştığı düzmece bir destana asla ihtiyacı yoktur.


Şerefli bir askere yapmadığı, katılmadığı bir savaşın zafer şerefini
yüklemeye kalkışmak onun şerefini hiçbir şekilde artırmaz. Hatta
onu küçültür. Onun kazandığı hakiki zaferlerin doğruluk derecesi
hakkında da halk umumi efkârını (kamuoyunu) şüpheye düşürür.

İnanmak istemiyordu
Afet Hanım benimle görüşmek üzere yeniden başvurunca ona
durumu bildirdim. Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Muhare-
besiyle öyle sandığı gibi yakından bir ilgisi olmadığını, geçirmiş
bulunduğu bir kaza sonunda bir kaburga kemiğinin kırılmış ve
hastaneye kaldırılmış bulunması(nın) onu ister istemez bu sava-
şın dışında bırakmış olduğunu, bu durum karşısında savaşı benim
planlayarak idare etmek zorunda kaldığımı söyledim. Bu yolda
bütün resmi vesikaların Genelkurmay arşivlerinde ve Türkiye Bü-
yük Millet Meclisi zabıtlarında bulunduğunu, eğer ciddi bir şey
hazırlamak istiyorsa bunlardan faydalanabileceğini, hatta bunları
dikkatle okumasının ve öğrenmesinin şart olduğunu hatırlattım.
Fakat o bir türlü söylediklerime inanmak istemiyor, yine de
herşeyi yapanın yalnız ve yalnız Mustafa Kemal Paşa olduğuna,
bizlerin sadece birer zavallı kukla olmaktan başka bir kıymetimi-
zin bulunmadığına ve bulunmayacağına inandığı için ısrar edip
duruyordu.
O zaman kendisine zamanın Genelkurmay başkanı olan Or-
general Salih Omurtak’a başvurmasını, Sakarya Harbinde benim
yâverim olduğu için (onun) her şeyi daha iyi bileceği ve hatırlaya-
cağı cevabını vermek zorunda kaldım.

65
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

20
“BÜYÜK TAARRUZ PLÂNINI
BEN HAZIRLADIM”

Mustafa Kemal plânı beğendi

Sakarya Muharebesi’nin sona erme tarihi 13 Eylül 1921’dir. Bun-


dan bir ay kadar sonra ise Fransa ile Ankara Anlaşması imzalan-
mış, Maraş’tan sonra Gaziantep, Urfa, Adana, Mersin gibi bölgeler
de kurtulmuş, bu çevrede Fransız kuvvetlerine karşı bulundurmak
zorunda kaldığımız Milli Kuvvetlerimiz de serbest kalmıştı.
Fransızlarla temaslarımız Sakarya savaşından önce başlamıştı.
Fakat Fransızlar ancak Sakarya Zaferimizden sonra bizimle anlaş-
maya yanaşmışlardı. Yani Sakarya Zaferinin verdiği önemli sonuç-
lardan biri de Fransızlarla savaş halinde bulunmaktan kurtulma-
mız olmuştu. Yine bu sayede Büyük Taarruz için şiddetle muhtaç
bulunduğumuz silâh ve cephaneye de Fransızların göz yummaları,
hatta kolaylık göstermeleri sayesinde İstanbul’dan Fransız bandı-
ralı vapurlarla İnebolu ve Zonguldak limanlarına taşımak, bura-
dan da Garp Cephesine nakletmek mümkün olmuştur.

Yunan kuvvetleri
Sakarya Savaşı’ndan hemen sonra ben gelecek yaz için girişe-
bileceğimiz büyük taarruzun plânlarını hazırlamaya başladım. Bu
arada ordumuzun yaralarını sarmak, orduyu kuvvetlendirmek için
elimizden gelen her şeyi yapmaktan da geri kalmıyorduk.
Yunanlılar Anadolu’da biri Afyon, biri de Eskişehir’de iki bü-
yük birlik bulunduruyorlardı. Arada ise ihtiyat (yedek) kuvvetleri
vardı. Taarruz için iki kuvvetten birini seçmek gerekirdi. Mantık
belki Ankara’yı tehdit eden Eskişehir’deki birlikleri hedef almayı
öngörürdü. Halbuki ben bir baskın olarak yapmayı tasarladığım

66
MURAT SERTOĞLU

taarruz plânında hedef olarak Afyon’daki Yunan birliklerini al-


mıştım. Çünkü orası İzmir’e daha yakındı. Tahmin ettiğim gibi
büyük baskınımız başarı kazanabilirse 15 gün sonra İzmir’e bile
ulaşabilirdik.
Bu plânı ilkönce Mustafa Kemal Paşa’ya göstererek izah ettim.
Hemen çok beğendiğini söyleyerek tasvib etti.
Plânın tek tehlikeli tarafı, bizim bütün kuvvetimizle Afyon
cephesine saldırdığımız anda bu cepheyi sökemememiz, aynı anda
da Eskişehir’deki büyük Yunan kuvvetlerinin arkamızdan yetişip
bizi kıskaç altına alabilmesi idi.
Başarıya ulaşabilmenin en önemli şartı, düşmanın bu hazırlık-
larımızı, bu plânımızı hiç bir şekilde öğrenememesi idi. Bunu öğ-
rendikleri anda her şey mahvolmaya mahkûmdu. Onun için taarruz
plânını herkesten gizli tutuyor, böyle bir hazırlıkta bulunmakta
olduğumuzu herkesten dikkatle saklıyorduk. Hatta sulh arar görü-
nerek Fethi (Okyar) Beyi bile Londra’ya göndermiştik.
Mustafa Kemal Paşa Büyük Taarruz başarıya ulaştıktan sonra
Büyük Millet Meclisinde verdiği tarihi nutkunda şu bilgiyi vermiş-
ti:
“Ordumuzun kabiliyet ve kudreti hakkında ve hazırlık dere-
cesine dair güvenimiz tamdı. Fakat bir defa daha Erkân-ı Har-
biye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa hazretleri ile cepheye gittik.
Ve baştan nihayete kadar ordumuzu tekrar gözden geçirdik.
Düşman mevzileri ve düşman ordusu da tetkik edildi. Bu son
teftişimizin neticesi de mevcut olan kanaat ve imanımızı kuv-
vetlendirdi. Ve o zaman kat’i olarak taarruz hazırlığı için emir
verdim. Efendiler! Taarruz öteden beri Erkan-ı Harbiye-i Umu-
miye Reisi Fevzi Paşa hazretlerinin pek derin ilme vukufa, pek
derin feyz ve tecrübelere dayanarak hazırladığı plân dâhilinde
vuku bulacaktı. Bu plân dâhilinde hazırlık emri verildikten son-
ra tabiatıyla maksatlarımızı gizlemekte fayda buluyorduk. Buna
uygun olarak da Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi ile cepheden
Ankara’ya ayrı ayrı döndük.”
Öyle sanıyorum ki, Büyük Millet Meclisinin 4 Ekim 1922
tarihinde yaptığı toplantıda Başkumandan Gazi Mustafa Kemal
Paşa hazretleri tarafından söylenen bu sözler, büyük taarruzun
dayandığı plânın kimin tarafından hazırlanmış olduğunu apaçık
ortaya koymaktadır.

67
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Günler haftalar, aylar geçtikçe büyük bir gizlilik içinde yapıl-


makta olan hazırlıklarımız da ilerliyordu.
İşte sıra hükümete taarruz kararının resmen bildirilmesine
gelince ilk anlaşmazlık çıktı. O zaman Heyet-i Vekile Reisi Rauf
Bey ve bazı vekiller mütereddit görünüyorlardı. Bir başarısızlık
ihtimali karşısında çok zor bir duruma düşeceğimiz ileri sürüldü.
Hatta biri:
- “Bu işte yüzde 25 başarı ihtimali görsem hemen taarruz
için reyimi verirdim” dedi.
O zaman dayanamadım ve:
“Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi sıfatıyla muvaffakiyyet
ihtimalinin yüzde 25 değil, 75 olduğunu temin ederim” dedim.
Benim bu son sözlerim öyle sanıyorum ki son tereddütleri de
ortadan kaldırdı ve Heyet-i Vekile de taarruz kararını kabul etmiş
oldu.
1922 yılının Ağustos ayında idik. Her şey bu ay içinde belli
olacaktı. Ben Ağustos’un 13’ünde Ankara’dan sessiz sedasız
ayrılacak cepheye gittim. Mustafa Kemal Paşa Ankara’da kaldı.
Onunla anlaştığımız plân gereğince o da bir hafta sonra gizlice An-
kara’dan ayrılacak ve kendisiyle karargâhımızın bulunduğu Akşe-
hir’de buluşacaktık. Bundan birkaç gün sonra da ordumuz hemen
büyük taarruza geçecekti.

68
MURAT SERTOĞLU

21
“ALLAH, ALLAH” SESLERİ
SEMALARI ÇINLATTI

Artık İzmir yolu açılmıştı

- “25 Ağustos 1922 gününden itibaren Ankara’nın bütün dünya


ile telgraf haberleşmeleri kesilmişti. Genel karargâh, savaş noktası-
na yakın bir yere nakledilmiş, 200 top yerlerini almış, birlikler gün-
düzleri saklanıp geceleri yol alarak belli noktalara kaydırılmıştı..
26 Ağustos sabahı 4’den itibaren Afyonkarahisar ve Ahir dağ-
ları arasındaki düşman mevziine karşı şiddetli bir topçu ateşi ile
umumi taarruzumuz başladı.
İstanbul’dan yeni gelmiş bulunan bol miktarda top mermileri
bütün toplarımızı doyuracak kudrette idi. Ve düşmanlar hiçbir za-
man böylesine bol cephanemiz olabileceğine inanmamışlardı.
Bu göz açtırmayan ve düşman mevzilerini hallaç pamuğu gibi
atan şiddetli bombardımandan sonra hazır bekleyen birliklerimiz
“Allah… Allah!” sesleri ile ileri atıldılar. Ve kendilerine gösterilen
hedefleri çabucak ele geçirdiler. Düşmanın zayiatı pek büyüktü.
Esir kafilelerinin ardı arkası alınmıyordu. Savaş ganimetleri sayıla-
mayacak kadar çoktu. Baskın şeklinde taarruzumuz tam bir başarı
ile başlamış ve gelişme yolunu tutmuştu.
27 Ağustos’ta 4. ve 1. Kolordumuz pek sert savaşlardan sonra
Çataltepe’den başka düşmanın bütün mevzilerini ele geçirmiş ve
düşmanı şimale doğru atmıştı. Akşama doğru Çataltepe de ele geç-
miş ve 8. Tümenimiz Afyon’a girmiş bulunuyordu.
28 Ağustos’ta ise süvarilerimiz geriye kalan ve kaçmaya çalışan
düşman kuvvetlerinin ricat hatlarını kesmişti. Yani üç gün süren
amansız bir savaştan sonra düşman ordusu sarılmış bulunuyordu..
29 Ağustos’ta düşmanın garba doğru Alaşehir istikametin-
de çekilmek istediği anlaşılarak bütün gayretlerle bunu önlemeye
çalıştık ve muvaffak olduk. Mâneviyatını olduğu gibi kaybetmiş

69
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

bulunan düşman ordusunu Dumlupınar’a doğru sürdük.

Son hesap günü


30 Ağustos ise son hesap günü oldu. Burada verilen meydan
muharebesi aynı zamanda Yunan ordularının Türk ordularına son
karşı koyuşları olmuştu.
O gün 1. Kolordumuz Dumlupınar’dan Garba yayılan düşman
grubu üzerine taarruza devam ederek bilhassa hat boyundaki sol
cenahını perişan etmiş ve Kaplangı dağında karşı taarruzlarla
tutunmaya çalışan düşmanın da Yenice’deki sağ cenahı 6. Tüme-
nimizin tazyiki karşısında çökerek ertesi günü perişan bir halde
Uşak ovasına dökülmüş ve bir iki bataryadan mürekkep olan bütün
toplarını da terk ederek Uşak’tan darmadağın bir halde İzmir isti-
kametinde kaçmaya koyulmuştu.
Büyük taarruz, bütün tahminlerimizin üstünde bir başarı ile
sona ermiş bulunuyordu. Yunan ordularının başkomutanı da bü-
tün Genelkurmay ile beraber esirler arasında bulunuyordu.
Artık kurtulmuştuk. İzmir’e kadar yolumuz açılmıştı. Ben
yaptığım savaş planında, baskında başarı kazanır ve düşman
birliklerini yok edersek Mehmetçiklerin 15 gün sonra İzmir’e
ulaşılabileceğini hesaplamıştım. Ama Mehmetçik beni utandırdı.
İzmir’e 5 gün önce, 9 Eylül’de girdi. İşte büyük taarruz planında
yanıldığım tek nokta bu olmuştur.
Başkumandanlık meydan muharebesini kazanınca Mustafa Ke-
mal Paşa, ben ve İsmet Paşa bir yerde buluştuk. Hepimiz de büyük
ve heyecanlı bir sevinç içindeydik. Birbirimizi candan kutladıktan
sonra savaş planına devamla İzmir üzerine mümkün olduğu kadar
hızla yürümeye karar verdik. Bir defa bozguna uğrayan bir kuvve-
tin peşini bırakmamak gerektiği ve onu yok edinceye kadar veya
teslim olmaya zorlayıncaya kadar kovalamak lâzım geldiği en basit
askerlik bilgilerindendir. Elbette bu kararı verecektik. Zaten Başko-
mutan Mustafa Kemal Paşa da meşhur günlük emrinde;
- “Ordular ilk hedefimiz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermemiş
miydi?

İki nokta
Türk tarihinin en parlak zaferlerinden biri olan bu zafer hak-
kında o kadar çok şiirler yazılmıştır ki, daha fazla üzerinde durmak

70
MURAT SERTOĞLU

istemiyorum. Sadece şu iki nokta üzerinde durmak isterim.


Birinci nokta, kazanılan pek büyük zafere karşılık zayiatımızın
pek az oluşudur. Şehit ve yaralı olarak bütün zayiatımız 10 bini bile
bulmuyordu. Buna karşılık Yunanlılar yalnız ölü olarak 100.000
kişi kaybetmiş bulunuyorlardı. Halbuki savaş kanunlarına göre ta-
arruz eden ordunun kaybı, müdafaada kalan ordunun kaybından
üç kat fazla olması gerekirdi.
Kaydetmek istediğim ikinci nokta şudur: Büyük zaferden sonra
İzmir’e bir an önce varmak için süvari ve piyadelerimiz arasında
amansız bir yarış başlamış ve bu yarış beraberlikle sonuçlanmıştır.
Güzel İzmir’e piyade birliklerimiz, süvarilerimizle aynı gün girmek
kudretini göstermişlerdi.
Bu da sanıyorum ki dünyada benzeri olmayan bir olaydır.

71
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

22
YUNANLI İZMİR’İ DEĞİL,
HAYALLERİNİ DE YAKIP YIKTI

İzmir’de bizi üzüntüye düşüren tek şey, Türk askerinin önün-


den kaçmakta olan Yunan askerlerinin ve yerli azgın Rumların
kendilerini beklemekte olan gemilere kapağı almadan önce İz-
mir’in en mâmur kısmını yakmaları idi. Binlerce ev ve mağaza
günlerce süren yangından sonra kül haline gelmişti.
Esasen Türk Ordularının karşısında perişan olarak kaçmaya
koyulmuş bulunan Yunan askerleri kaçarlarken geçtikleri her köy,
kasaba ve şehri yakmayı, rastladıkları müdafaasız Türkleri alçakça
öldürmeyi ihmal etmiyorlardı. Böyle yapmakla insanlık duygu-
larından ne derece uzak yaratıklar olduklarını bir defa daha gös-
termiş bulunuyorlardı. İzmir’i yakmış olmalarının bir mânası da
oraya bir daha asla geri gelemeyeceklerini anlamış olmaları olsa
gerekti.
Bu büyük zafer herşeyi bir anda halletmiş, İtilâf devletleri dize
gelmiş ve Misâk-ı Milli sınırlarımızı tanımaya hazır olduklarını
bildirerek resmen mütarekeye talip olmuşlardır. Mütareke Mu-
danya’da imzalanacaktı. Sonra da hemen sulh görüşmelerine gi-
rişilecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın mağrur galipleri Türk azmi ve
süngüsü karşısında pes etmiş bulunuyorlardı.
Ben İzmir’e Mustafa Kemal Paşa ile birlikte aynı otomobille
girmiştim. Halkın bize karşı gösterdiği sevgi ve muhabbetin dere-
cesini anlatabilmeme imkân yoktur.
Mustafa Kemal Paşa yangına kadar İzmir’de kaldı. Sonra da
müstakbel eşi Lâtife Hanım’ın Göztepe’deki evlerinde misafir
oldu.
Beni üzen tek şey
Bana hemen o günlerde Paşa’nın Lâtife Hanım’la evlenmek ka-
rarında olduğundan bahsettikleri vakit ben bir bakıma pek mem-
nun kalmıştım. Ben hayatımda yalnız içki değil sigara bile içmiş

72
MURAT SERTOĞLU

bir kimse değildim. Canım kadar sevdiğim ve son derece takdir


ettiğim Mustafa Kemal Paşa’nın ise öteden beri içki içtiğini bili-
yordum. Beni en çok üzen şey de buydu.
Mustafa Kemal Paşa bu memlekete çok lâzımdı. Onun aya-
rında kişiler dünyaya asırda bir bile gelmezlerdi. Parlak zekâsı ve
sınırsız vatan sevgisi, yüksek bilgisi, yılmaz azmi, istikbali, uzağı
görme kabiliyeti, teşkilatçılık kabiliyeti bu derece yüksek olan bir
insana memleketin son derece ihtiyacı vardı. Ne kadar uzun süre
yaşayacak olursa millet ve memleket ondan o derece faydalanacaktı.
Evet, savaşı kazanmıştık ama sadece enkaz hâlinde bir va-
tan devralmıştık. Memleket baştan başa yakılmış, yıkılmıştı.
Yolumuz, fabrikamız, paramız, hatta insanımız yoktu. Bu halde
devr almış olduğumuz vatanı yeni baştan yapmak ve onu Avrupa
medeni memleketlerinin seviyesine çıkarmak için onun gibi bir yol
göstericiye ihtiyacımız büyüktü.
Ne yazık ki bu büyük adam gençliğinden beri alışmış bulun-
duğu içkiyi bir türlü bırakamıyordu. Tabii bunda etrafını çeviren
dalkavukların da çok büyük günahı vardı.
İşte kendisini görüp tanıdıktan ve onunla konuştuktan sonra
akıllı ve bilgili bir kimse olduğunu gördüğüm ve çok iyi bir ailenin
gayet iyi yetiştirilmiş bir kızı olan Lâtife Hanım’ın Mustafa Kemal
Paşa ile evlenmesinin bu bakımdan çok yerinde olacağını düşün-
düm. Belki de Mustafa Kemal Paşa onun sayesinde içkiyi bırakır,
hiç olmazsa azaltırdı.

Yazık oldu
Ne kadar üzgünüm ki bu ümitlerim tahakkuk etmedi. Lâtife
Hanım, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın eşi olduktan sonra bütün
gücü ile ona hizmet etmeye koyulmuş, onunla birlikte bir çok
memleket içi seyahatler yapmış, kendisine özel sekreterlik vazife-
si de görerek işlerini kolaylaştırmaya, ona her bakımdan yardımcı
olmaya gayret etmiştir.
Ama yazık ki bu evlilik uzun sürmedi. Lâtife Hanım, köşkte
çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa’nın içki arkadaşları ile birlikte
bir çeşit savaşa girişmek zorunda kaldı. Ve bu savaştan yenik çıktı.
Hepsi bu kadar.
Onların ayrıldıklarını öğrendiğim zaman ne kadar üzülmüş-
tüm. Bunu asla anlatamam.

73
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Bununla beraber bence önemli olan bir noktayı bilhassa belirt-


mek istiyorum.
Benim İstiklâl Savaşı sırasında ve ondan sonra da Mustafa Ke-
mal Paşa ile birçok temaslarım, konuşmalarım olmuştur. Ya her-
hangi bir mesele etrafında görüşmek üzere ben onun yanına gider-
dim, ya da o Genelkurmay Başkanlığını şereflendirirdi.
Beni köşke çağırdığı akşamlar ne içki sofrası kurulur ne de bu
masanın müdavimlerinden herhangi biri davet edilirdi. Çok de-
falar baş başa kalır, saatlerce memleket ve ordu işlerinden bahse-
derdik. Böyle içkili olmadığı zamanlar onunla konuşmak o tatlı
Rumeli şivesiyle söylediklerini dinlemek ne kadar zevkli olurdu.
Yazık oldu o büyük adama! Evet her bakımdan çok yazık oldu.
Memlekete en verimli olacağı bir çağda onu sırf içki yüzünden kay-
bettik.

74
MURAT SERTOĞLU

23
“ŞAPKA İNKILÂBI
MUVAFFAK OLMUŞTUR, BEYLER…”

Atatürk, benim şapka giydiğimi gördükten


sonra Meclis’te konuştu

Mustafa Kemal Paşa’nın sofra arkadaşlarından bazıları ile


aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır.
Birinci sebep, onların Paşa’yı durmadan içmeye âdeta zorlamala-
rıydı. Bu içki hayatının, o büyük adamın bünyesini nasıl tahrip et-
mekte olduğunu gördükçe her zaman içim sızlardı.
İkinci sebep, bunlardan bazılarının Mustafa Kemal Paşa’nın
yanında, yakınında bulunmalarından faydalanarak devleti soymak
için girişmiş oldukları bazı teşebbüsleri duymuş bulunmamdı.
Bu şahıslar doymuyorlardı. Birkaç sefer bana da geldiler. Bazı
şüpheli silah komisyoncularını bana tavsiye ederek orduya silâh,
cephane, giyecek filân satmaya kalkıştılar. Hem nasıl şartlarla? Pa-
rayı peşin olarak ödeyecektim. Silâhlar, cephaneler, elbiseler filan
sonradan bize teslim olunacaktı.
Tabii bu çeşit teklifleri kabul edemezdim. Onları kovunca bana
daha da kızdılar. Büyük Millet Meclisi’ne aleyhimde takrirler
(önergeler) bile verdiler. Meclis’te onlara gereken cevapları verince
bütün meclis bana hak verdi.
Elbette bunlar Atatürk’e de aleyhimde kim bilir neler neler
söylemişler, beni ne kadar kötülemişlerdi.
Bereket versin ki Mustafa Kemal Paşa onların hakikatte ne mal
olduklarını çok iyi biliyordu. Kendilerini fena halde azarlamış ola-
cağından eminim. Bana da hiçbir zaman hiçbir vesileyle bu yolda
en ufak bir imâda bile bulunmadı.
Bu adamlar, Atatürk hayatta bulundukça sürekli olarak benim
aleyhimde bulunmakta devam etmişlerdir. Onlar beni kötülemek
için sonunda bir tek yol tutturdular. Beni gericilikle, Atatürk inkı-
laplarına karşı olmakla suçlamaya başladılar.

75
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Sigara bile içmediğim, ağzıma bir damla içki koymadığım,


elime ömrüm boyunca bir defa olsun iskambil kağıdı almadığım
doğrudur. Dinime de bağlıyım. Allah’a inanırım. Namaz kılarım.
Oruç tutarım. Ama bir insanın Allah’a inanması, ibadetini ak-
satmaması ile gerici olması arasında en ufak bir ilgi yoktur. Ata-
türk’ün bütün inkılâpları, Türk Milletini muasır medeniyet sevi-
yesine ulaştırmaya çalışmayı hedef tutmuş olan hareketlerdi. Bu ise
bizim daha talebe iken özlediğimiz bir şeydi. Avrupa’yı tanıdıkça
ve Avrupa’dan ne kadar geri kalmış bulunduğumuzu görüp anla-
dıkça kahrolurdum. Bu durumda medeniyete ulaşmak için harca-
nan gayretlerin nasıl aleyhinde olabilirdim?
Medeni olmak için ise elbette ne dinsiz ne de Hıristiyan olmak
şarttı. Japonlar 80 yıl içinde dünyanın en geri milleti iken en ileri
en medeni milleti haline gelmiş bulundukları halde ne dinlerinden
ne de geleneklerinden bir fedakârlıkta bulunmuşlardır. Aynı şekil-
de Habeşistan bütün Avrupa milletlerinden çok daha önce Hıristi-
yanlığı kabul ettiği halde dünyanın en geri milletleri arasındadır.
Beni gericilikle suçlayanların bir şeyden daha haberleri yoktu.
O da Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı bütün inkılapları gerçekleş-
tirmeye kalkışmadan önce benimle uzun boylu konuşup tartıştığı
idi. Bu inkılaplardan çoğunu herkesten önce öğrenen ilk defa ben
oluyordum.
Mustafa Kemal Paşa beni ne kadar yakından tanırsa tanısın
nihayet yine de bir insandı. Ve her insan gibi telkin altında kalma-
sı normaldi. Nitekim Şapka İnkılabında bunu hiçbir şekilde kabul
etmeyeceğim yolunda kendisine o kadar ısrarla telkinlerde bulun-
muşlar ki, bir ara buna inanır gibi olmuş.
Hatırlanacağı gibi biz ilk defa şapka inkılabını orduda tatbik
etmiş bulunuyorduk. Bu yolda da Mustafa Kemal Paşa ile tam ola-
rak mutabık kalmıştık. Biz gerekli tamimleri orduya hemen yay-
dık. Askerlerden önce subaylar hemen şapka giyecekler, işlerine
böyle gideceklerdi. Ben de giydiğim serpuşuma o zamanki tâbiri
ile bir şems-i siper taktırmayı ihmal etmemiştim. Ertesi gün ilk
defa bunu giyerek makamıma öyle gidecektim.
Fakat gelin görün ki münasebetsizin biri Mustafa Kemal Pa-
şa’yı yine fitlemiş. Benim şapka giymeyi asla kabul etmeyeceğimi
söylemiş. Bu yolda o kadar ısrar etmiş ki Atatürk bile tereddüde
düşmekten kendini alamamış ve hemen başyaveri Rüsûhi Bey’i ça-

76
MURAT SERTOĞLU

ğırtarak ona durumu anlatmış ve kendisine:


- “Yarın sabah erkenden Mareşalin evinin yakınlarında bu-
lunacaksın. Kendini asla beli etmeden onun evinden çıkışını
bekleyeceksin. Başına şapka giyip giymemiş olduğunu görür
görmez hemen koşup bana haber vereceksin!” emrini vermiş.
Rüsûhî Bey de bu emir üzerine evimin az ötesinde pusuya ya-
tarak beklemeye koyulmuş.
Ben kahvaltıyı yaptıktan sonra üniformamı giydim. Başıma da
şapkamı geçirerek evden çıktım. Beni bekleyen makam otomobili-
ne binerek Genelkurmay Başkanlığının yolunu tuttum.
Rüsûhi Bey bunu görür görmez hemen Mustafa Kemal Pa-
şa’nın yanına koşuyor ve durumu Mustafa Kemal Paşa’ya anlatı-
yor. O zaman rahat bir nefes alan Atatürk yanındakilere:
- “Şapka İnkılâbı muvaffak olmuştur, efendiler!” sözlerini
söylüyor.

77
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

24
MUSTAFA KEMAL’İN YERİNE
BENİ GEÇİRMEK İSTİYORLARDI

Ata’nın muhalifleri arasında hainler de vardı

Ben dediğim gibi her zaman Mustafa Kemal Paşa’yı takdir et-
tim. Çok çetin geçen Milli Mücadele yıllarında onun yapabildiğini
başka hiç birimiz yapamazdık.
Halbuki Meclis’te daha önce de çeşitli vesilelerle anlatmış oldu-
ğum gibi ona karşı kuvvetli bir muhalefet vardı. Zaman zaman bu
muhalefet çok kuvvetlenmiş, hatta onu Büyük Millet Meclisi Baş-
kanlığından uzaklaştırmak cereyanı da almış yürümüştü. Mustafa
Kemal Paşa çok ufak bir çoğunlukla mevkiini korumaya muvaffak
olmuştu.
O zamanki mecliste tam bir hürriyet ve demokrasi havası
eserdi. Bazı mebuslar belki samimi olarak kendi görüşlerine göre
Mustafa Kemal Paşa’yı yetersiz buluyorlar, yerine bir başkasını ge-
çirmeyi istiyorlardı. Fakat bunların arasında bazı hainlerin de yer
almaya muvaffak olduklarından şüphe edilemez. Kime, hangi fik-
re, hangi millete hizmet etmek istedikleri belli olmayan bu kişiler,
Mustafa Kemal Paşa’nın her kararına körü körüne karşı çıkmayı
adet edinmiş bulunuyorlardı.
Yine çoğunluğu askerlerden meydana gelen bazı mebuslarla
Mustafa Kemal Paşa’nın yakın silâh arkadaşları onun yavaş yavaş
memlekette bir diktatörlük idaresi kurmak niyetinde bulunduğun-
dan kuşkulanıyorlardı. Bunların arasında Kâzım Karabekir, Ali
Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşalar gibi önde giden
yakın silâh arkadaşları, Rauf (Orbay) Bey, Ali Şükrü Bey gibi nü-
fuzlu şahsiyetler de bulunuyordu. Bunlar böyle bir şeye engel olma-
nın tek yolu olarak Mustafa Kemal Paşa’yı mevkiinden uzaklaştır-
mak olacağını biliyorlardı.
Mecliste oldukça büyük bir taraftar kitlesine mâlik idiler. Ama

78
MURAT SERTOĞLU

ordudan kuşkulu idiler. Ordu Mustafa Kemal Paşa’yı değişmez


Başkumandan olarak tanıyordu.
İşte bu arkadaşlar düşünmüş taşınmış sonunda şöyle bir sonuca
varmışlardı:
Mustafa Kemal Paşa’nın yerine beni geçirmek…
Herkes benim politika dışında kalmaya son derece dikkat etti-
ğimi biliyordu. Askerlik ile mebusluğun birbirinden ayrılmasına
karar verildiği zaman bütün bu arkadaşlar mebusluğu askerliğe
tercih etmiş oldukları halde ben onlar gibi davranmamış, orduda
kalmayı tercih etmiş bulunuyordum.
Bir gün muhalefette bulunan bu arkadaşlar topluca beni ziyare-
te geldiler ve vermiş bulundukları kararı bildirdiler. Kabul ettiğim
takdirde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçecektim.
Onlara ilk önce bana böyle bir mevkii lâyık gördükleri için te-
şekkür ettim. Sonra da aynen şu cevabı verdim:
- “Bu teklifinizi kabul edemeyeceğim. Bu dediğiniz şey hiç-
bir zaman olamaz. Sizin de bu yolda çalışmaktan vazgeçmenizi
tavsiye ederim. Hepimiz bulunduğumuz mevkilere rıza göstere-
cek ve elbirliği ile memleketin yükselmesi için çalışacağız. Yapı-
lacak o kadar çok işimiz var ki hepimize bol bol iş düşüyor. Eğer
bu yolu bırakarak birtakım siyasî entrikalara kapılacak olursak
bu memleketi batırırız. Buna da hakkımız yoktur. Hele ordu-
nun politikaya karışmasına hiçbir şekilde râzı olamam. Ben de
bugün bu ordunun en sorumlu bir yerinde bulunuyorum. Tek-
lifinizi kabul edecek olursam yarın benim yerime geçecek olan
bir Paşa da ordunun kendisine bağlı olduğuna güvenerek beni
devirir ve yerime geçer. Onu da çok geçmeden bir üçüncü Paşa
taklit eder. Memleket asıl o zaman askerî diktatörlüğe doğru ka-
yar ve memleketin bizden beklediği hizmetlerin hiç birisi yapı-
lamaz…”
Benden bu ret cevabını alınca bir şey söylemeden yanımdan
ayrıldılar.
Ben bu olaydan hiçbir vakit Mustafa Kemal Paşa’ya bahsetmiş
değilim. Ona bahsetmemiş olduğum gibi başka hiç kimseye de bir
tek söz dahi söylemedim. Ama pek kısa bir süre sonra Mustafa
Kemal Paşa’nın bana karşı davranışı daha da değişti. Bana bir kat
daha yakınlık göstermeye, her vesileden faydalanarak beni iltifat-
lara boğmaya başladı.

79
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Tabii bunun nedeni açıktı. Nereden öğrenmişse öğrenmiş, bana


yapılan müracaatı ve benim kendilerine verdiğim cevabı öğrenmiş
olacaktı. Ama o da bana bu konuda hiçbir şey sormamak büyük-
lüğünü gösterdi.
Ne kadar yazık ki muhalifler kendilerine verdiğim öğüde pek
kulak asmadılar. Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu Halk Parti-
si’ne karşı Terakkiperver Partisi’ni kurdular. Muhalefet dozunu,
Atatürk’e suikastler tertip edilmesine yol açmak derecesine kadar
artırdılar. O zaman Mustafa Kemal Paşa da bunlara karşı aşırı de-
recede sert davrandı. İzmir suikasti ile hiçbir ilgisi olmadığı halde
Kâzım Karabekir Paşa bile İstiklâl Mahkemesi’ne verildi. Belki
onun hakkında da ölüm kararı verilecekti.
İşte o zaman işe müdahale ettim. Mustafa Kemal Paşa’nın ya-
nına giderek Kâzım Karabekir Paşa ile bazılarını ölümden kur-
tardım. Bazılarını ise kurtaramadım. Kurunun yanında yaşlar da
yandılar.
Bütün bu olaylardan sonra politikadan bir kat daha iğrenir hale
geldim. O sıralarda günün birinde benim de bu politika gayyasına
yuvarlanacağım hatırımın ucundan bile geçmiyordu.

80
MURAT SERTOĞLU

25
İSMET PAŞA
EVİNDEN ÇIKAMAZ
HALE GELMİŞTİ
Başbakanlıktan alındıktan sonra
tek dostu olarak ben kalmıştım

Bana Cumhurbaşkanı olmamı teklif eden ilk kimsenin bizzat


Mustafa Kemal Paşa olduğunu acaba kaç kişi bilir?
Mustafa Kemal Paşa cumhuriyetin ilanına karar verdiği gü-
nün akşamı beni evimde ziyaret ederek bana durumu bildirdi.
Arkadaşları ile bu konuda mutabık kaldıklarını da ilave etti. Ona
aynen şu cevabı verdim:
- “Cumhuriyetin ilânına bir diyeceğim yoktur. Allah hayırlı
ve uğurlu etsin! Ama benim cumhurbaşkanlığına getirilmek is-
tenmemdeki maksat beni ordudan ayırmak ise yarından tezi yok
bütün vazifelerimden istifa ederek memleket dışına giderim. Bu
mevki ancak senin olabilir. Ve senin cumhurbaşkanlığını bütün
varlığımla desteklemeye hazırım.”
Atatürk biraz düşündükten sonra bir şey demeden bana teşek-
kür etti ve ancak benim bu sözlerim üzerine cumhurbaşkanlığını
kabul edeceğini ilâve ederek evimden ayrıldı.
Bu bir tarihî hakikattir. Ve bilinmesinde fayda vardır. Ve ben
ona söylediğim sözlerde son derece samimi idim. Cumhurbaşkan-
lığı herkesten fazla onun hakkı idi. Bu işi en doğru o yapabilirdi..
Onun aklı politikaya da hepimizden çok eriyordu. Dünya gözünde
şöhreti de hepimizden fazla idi. Ben onun yapabileceklerini asla
yapamazdım.
Sonra orduyu her şeyden çok seviyordum. Ondan ayrılmam
mümkün değildi. Ve Yunanlıları denize döken ordularımızın
hakikatte pek çok noksanları vardı.. Donanmamız, Hava Kuvvet-
lerimiz hemen hemen yok gibi idi. Eldeki bütün silâhlarımızı de-
ğiştirmeğe, tank gibi modern savaş araçları edinmeye mecburduk.
Bütün bunları gerçekleştirebilmek için ise geceli gündüzlü çalış-

81
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

mak zorundaydık. Ve ben yeni başladığım bu işi yarıda bırakmak


istemiyordum.
Cumhuriyetin 10. yıldönümü kutlanırken ordumuz artık
oldukça kuvvetlenmiş, birçok engeller aşılmıştı. Fakat daha
yapacak çok işlerimiz vardı. Hele bir iki yıl sonra Almanya’ya
yaptığım bir geziden dönünce hemen hemen her işe yeni baştan
başlamak gerekeceğini anlar gibi oldum. Dünya orduları artık
kökünden değişiyordu. Süvari birlikleri kalkıyor, ordular olduğu
gibi motorlaşıyordu… Uçakların ve tankların önemi çok artmıştı.
Hemen bir rapor hazırladım ve ordumuzun modernleştirilmesi
için ilk hamlede 93 milyon liraya ihtiyaç bulunduğunu tespit ettim.
O zamanki zayıf bütçemizle ve o zamanki para ile bunun karşılan-
masına imkân yoktu. Onun için işe yine mütevazi imkânlarımızla
girişmek zorunda kaldık. Hiçbir yerden yardım filân alabilmemiz
bahis konusu bile değildi.

İsmet Paşa’nın yerine Celal Bey atanıyor


Atatürk bir gün birdenbire İsmet Paşa’yı Başbakanlıktan ala-
rak yerine Celâl Bey’i getirmeyi uygun buldu. Bunun nedenleri
üzerinde duracak değilim. Bu konu etrafında çok sözler söylenmiş,
çok yazılar yazılmıştır. Bunları tekrarlamaya hacet yoktur.
Ancak memlekete bunca hizmetlerde bulunmuş, bunca yıl
Başbakanlık yapmış bulunan İsmet Paşa’nın iktidardan çekilmesi
üzerine maruz kaldığı bazı muameleler bana dokunmuştu.
İsmet Paşa bir seferinde stadyuma gitmiş, halk orada kendisine
büyük gösteriler yapmıştı.. Bazı kimseler bundan kuşkulanmışlar,
hatta İsmet Paşa’yı daha sonra sorguya bile çekmişlerdi. İsmet Paşa
evinden âdeta çıkamaz hale getirilmişti.
İşte o günlerde İsmet Paşa’nın güvenebileceği tek nüfuzlu dos-
tu olarak ben kaldım. Hemen her gün evime dönerken kendisi-
ne mutlaka uğrardım.. Uğrayamadığım günler damadım Şefik
Çakmak’ı gönderirdim.
O günlerde İsmet Paşa bana karşı ne büyük bir yakınlık
gösterirdi. Bana karşı duyduğu minnet duygularını durmadan
tekrarladı. 1937 yılında bir teftiş için İstanbul’a giderken beni ge-
çirmek üzere istasyona gelmiş, elime yapışmış ve öpmek ister gibi
bir harekette bulunmuştu.. Bunu beni uğurlamaya gelen herkes de
görmüştü.

82
MURAT SERTOĞLU

Tabii buna meydan vermedim.


Onun bana bağlılığı Atatürk vefat edinceye kadar aynı kuv-
vette ve samimiyette sürüp gitti. Benim kendisine karşı arkadaş-
ça gösterdiğim bu büyük yakınlık ve vefa, onu yemeğe hazırlanan
birçok kimseleri ister istemez sindirmişti. Böylelikle onu birçok
belâlardan kurtarmış bulunduğumu sanıyorum.
Atatürk vefat ettikten sonra da Cumhurbaşkanı olmak için
yine bana teklif yapıldı. Fakat ben bu teklifi de kabul etmedim.

83
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

26
İSMET PAŞA SON ZİYARETE
KORKTUĞU İÇİN GİTMEDİ

Atatürk’ün ölüm yatağının başucunda


iktidar mücadelesi yapılıyordu

Atatürk’ün büyük bir hızla ölüme doğru yaklaşmakta olduğu-


nu hep görüyorduk. Genelkurmay Başkanı olarak bana, hasta yata-
ğına düşen Atatürk hakkında her gün raporlar geliyordu. Durumu
ümitsizdi. Onu ancak bir mucizenin kurtarabileceğini hep öğren-
miş bulunuyorduk.
Ne yazık ki mucizeler devri çok gerilerde kalmış bulunuyordu.
Geçirmiş bulunduğu yıpratıcı askerlik hayatı ve son zamanlarına
kadar bir türlü bırakmadığı içki onun zaten nahif olan bünyesini
ve karaciğerini tahrip etmiş bulunuyordu. Bu büyük adamın hızla
eridiğine tanık olmak ve kendisini kurtarabilmenin hiçbir şekilde
imkânı olmadığını öğrenmek insanı kahrediyordu.
Ama ne yapabilirdik? Dünya insanlar için fâni değil miydi? Her
insan için ölüm mukadder değil miydi?
Aynı zamanda dünyayı kaplamakta olan tehlike bulutlarının
her geçen gün artmakta olduğu da bir hakikatti. Hitler Alman-
ya’ya hâkim olmuş, faşist rejim bir çok memleketleri kaplamıştı.
Bizim özlemekte olduğumuz fakat bir türlü kuramadığımız, giriş-
tiğimiz denemelerden hüsranla çıktığımız demokrasi rejimine bu
yeni faşist rejimler, modası geçmiş bir rejim gözüyle bakıyorlar ve
durmadan büyük bir hızla silahlanmakta devam ediyorlardı. Bu
ise elbette bu şekilde sürüp gitmeyecekti. Günün birinde bugünkü
halde stok edilmekte olan silâhlar harekete geçecek insanlığa ölüm
kusmaya başlayacaklardı..
Dünyanın karmakarışık olmak üzere bulunduğu bir devrede
Mustafa Kemal Paşa gibi tecrübeli, zeki, uzak görüşlü, milletlera-
rası şöhrete sahip bir devlet adamının memleketin başında bulun-

84
MURAT SERTOĞLU

masının sayılamayacak derecede çok faydaları vardı.


Onun “Yurtta sulh, cihanda sulh!” prensibi bizim için bir düs-
turdu. Ne var ki çok defa bir memleket için sadece sulh istemek,
sulhçu olmak, sulh içinde yaşamasına yetmiyordu. Bu yolda galiba
en doğru sözü, “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh” diyen
şair söylemiştir. Ben buna her zaman inanmışımdır. Memleketi-
mizin savaş dışında kalabilmesinin tek şartının da çok kuvvetli bir
orduya sahip olmak bulunduğunu bildiğimden bütün gayretimle
orduyu kuvvetlendirmeye çalışıyordum.
Esasen savaşın hakikatte ne kötü bir şey olduğunu ancak savaşı
yakından tanımış olanlar bilirler. Bunlardan biri de Atatürk’tür.
Onun için hayatta iken bütün devletlerle dostluk bağları kurmaya
ehemmiyet vermiş, hatta bize en zayıf anımızda kahpece saldırmış
bulunan dünkü düşmanımız Yunanistan ile bile dostluk ve ittifak
bağları kurmuştu.
Mustafa Kemal Paşa ölüm yatağında can çekişirken gözüme
iki manzara çarpmıştı.
Bunlardan biri, onun çevresinde çöreklenenlerde baş gösteren
panikti. İkincisi ise Atatürk’ün ölümünden sonra yerine geçmek
isteyenlerde baş gösteren gizli mücadele idi. Bu ne ibret verici bir
sahne idi. Ve ne kadar büyük ibret levhaları ile dolu idi.
Bu ikinci grubu şöyle sıralamak mümkündü:
1. Onun yerine benim geçmemi normal görenler, Bunlar he-
men kapımı aşındırmaya başlamışlardı. Onlara karşı çok sert ve
haşin davrandım. Hemen sindiler.
2. Atatürk’ün yerine aday olarak hem Halk Partisi Genel Sek-
reteri hem de Dahiliye Vekili olan Şükrü Kaya’yı gösterenler.
Şükrü Kaya belki Bakanlar Kurulunda yer alan bakanların en
okumuşu, en bilgilisi idi. Gayet de haristi. Politik oyunlara aklı
ererdi. Ama Atatürk gibi bir kimsenin yerini dolduracak yetenek-
lere sahip olmaktan uzaktı.
3. Üçüncü aday Celâl Bayar’dı. Kendisi bilfiil Başbakandı.
Sermaye ve iş çevreleri kendisini kuvvetle destekliyorlardı. Üste-
lik Kurtuluş Savaşında hizmetleri dokunmuştu. Ama kendisi pek
böyle bir istek göstermiyordu. Zeki bir adamdı. Ona bu yeri verme-
yeceklerini anlayacak kabiliyette idi.
4. Atatürk’e halef olarak İsmet Paşa’yı gösterenler.
Hemen kaydedeyim ki ben de bunların arasında, hatta başında

85
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

idim. Mustafa Kemal Paşa’nın yerine onun geçmesi en doğru(-


su) olurdu. Milli Mücadele boyunca bizlerle beraber bulunmuş,
uzun yıllar başbakanlık yapmış, devlet idaresinde tecrübe sahibi
olmuştu. Başlanmış olan işleri rahatça yürütebilirdi. Milletlerara-
sı şöhreti de vardı. Sonra başbakanlıktan ayrılmış bulunması onu
pek çok kimselerin gözünde mazlum mevkiine düşürmüş ve geniş
sempatiler kazanmasına yol açmıştı. Dışişlerinde de tecrübe sahibi
idi. Lozan Sulh Antlaşmasını o yürütmüştü. Ve nihayet ordudan
yetişmiş, orduyu bilen bir askerdi.
Artık Atatürk’ün değil günleri, saatleri bile sayılı hâle gelin-
ce ona bir çeşit veda ziyareti yaptım. O büyük adam son derece
bitkin bir hâlde idi. Etrafındakileri bile güçlükle tanıyordu. Onu
o halde görmenin yüreğimde yaratmış bulunduğu azabın büyük-
lüğünü anlatamam. Ankara’ya dönüşte onun halini İsmet Paşa’ya
da haber verdim. Hatta İstanbul’a giderek bunca yıllık büyüğü ve
silâh arkadaşı Mustafa Kemal Paşa’yı son bir defa ziyaret etmesi
öğüdünü verdim.
İsmet Paşa bunu yapmadı.
Bunların hepsi boştu ama etrafını çevirmeye başlayan yeni dal-
kavukları daha şimdiden onu bir çember içine almış bulunuyorlar-
dı. O da tuttu, sonradan, eğer İstanbul’a gidecek olursa kendisini
treninin tekerlekleri arasına atarak intihar edeceğini söyleyen biri-
ni3 ilk hamlede kendine başbakan yaptı.

3 Refik Saydam’ı kastediyor. DT

86
MURAT SERTOĞLU

27
İSMET PAŞA’NIN
BAŞKAN OLMASINA
“EVET” DEDİM
Beklenen acı gün geldi, çattı. Mustafa Kemal Paşa’yı kaybet-
miştik. Bütün memleket derin bir yasa büründü. Fakat bir taraftan
da memleketi düşünmek gerekiyordu. 10 Kasım 1938 tarihi Ata-
türk’ün vefat günü olduğu gibi birçok hırsların da suyun yüzüne
çıktığı gündür. O günlerde sinirlere hâkim olmak ve memleketi bu
felâketli durumdan mümkün olduğu kadar sarsıntısız çıkarmak
gerekiyordu.
Bana ilk gelen, o zaman milletvekili olan eski silâh arkadaşla-
rımdan Ali Sait Paşa olmuştu… Onunla aramızda şöyle bir konuş-
ma geçti:
Ali Sait Paşa:
- “Gerek mecliste gerekse orduda çoğunluk sizi Cumhurbaş-
kanı görmek istiyor. Beni de size bunun için gönderdiler.”
Ben:
- “Arkadaşlarınızın bu duygularına teşekkür ederim. Fakat
ben sadece Genelkurmay Başkanı ve askerim. Anayasaya göre
Cumhurbaşkanı ancak Meclisin içinden seçilebilir.”
- “Bu kanunu değiştirmek çok kolaydır. Bir hafta içinde orta-
dan bu engel kalkabilir.”
- “O zaman da benim ordunun kuvvetine dayanarak anaya-
sayı değiştirmiş olduğum inancı hâsıl olur. Buna hiçbir şekilde
razı olamam.”
- “Peki öyleyse sizce çıkar yol nedir?”
- “Çıkar yol, bugün yürürlükte bulunan kanunların emretti-
ği şekilde hareket etmek ve Cumhurbaşkanını o şekilde seçmek-
tir.”
- “Peki bize aday gösterebilir misiniz?”
- “Sadece kendi düşüncemi söyleyebilirim. Bana kalırsa bu-
günkü halde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçmeye en lâyık

87
MURAT SERTOĞLU

27
İSMET PAŞA’NIN
BAŞKAN OLMASINA
“EVET” DEDİM
Beklenen acı gün geldi, çattı. Mustafa Kemal Paşa’yı kaybet-
miştik. Bütün memleket derin bir yasa büründü. Fakat bir taraftan
da memleketi düşünmek gerekiyordu. 10 Kasım 1938 tarihi Ata-
türk’ün vefat günü olduğu gibi birçok hırsların da suyun yüzüne
çıktığı gündür. O günlerde sinirlere hâkim olmak ve memleketi bu
felâketli durumdan mümkün olduğu kadar sarsıntısız çıkarmak
gerekiyordu.
Bana ilk gelen, o zaman milletvekili olan eski silâh arkadaşla-
rımdan Ali Sait Paşa olmuştu… Onunla aramızda şöyle bir konuş-
ma geçti:
Ali Sait Paşa:
- “Gerek mecliste gerekse orduda çoğunluk sizi Cumhurbaş-
kanı görmek istiyor. Beni de size bunun için gönderdiler.”
Ben:
- “Arkadaşlarınızın bu duygularına teşekkür ederim. Fakat
ben sadece Genelkurmay Başkanı ve askerim. Anayasaya göre
Cumhurbaşkanı ancak Meclisin içinden seçilebilir.”
- “Bu kanunu değiştirmek çok kolaydır. Bir hafta içinde orta-
dan bu engel kalkabilir.”
- “O zaman da benim ordunun kuvvetine dayanarak anaya-
sayı değiştirmiş olduğum inancı hâsıl olur. Buna hiçbir şekilde
razı olamam.”
- “Peki öyleyse sizce çıkar yol nedir?”
- “Çıkar yol, bugün yürürlükte bulunan kanunların emretti-
ği şekilde hareket etmek ve Cumhurbaşkanını o şekilde seçmek-
tir.”
- “Peki bize aday gösterebilir misiniz?”
- “Sadece kendi düşüncemi söyleyebilirim. Bana kalırsa bu-
günkü halde Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçmeye en lâyık

87
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

olan şahıs İsmet Paşa’dır.”


- “Bu düşüncelerimizi arkadaşlara söyleyebilir miyim?”
- “Benim hiçbir kapalı işim olmamıştır. Hayatımda her za-
man açık oldum. Bu benim sadece kendi düşüncemdir. Fakat
Büyük Millet Meclisi bu mevkie kimi lâyık görür de seçerse o
benim de Cumhurbaşkanım olur. Yeter ki bu seçilme kanuna ve
anayasaya uygun olsun!”
Ali Sait Paşa benden ayrıldıktan sonra bu düşüncelerimi Büyük
Millet Meclisi’ndeki arkadaşlarına da olduğu gibi nakletmiş.

Şükrü Kaya çok sinirliydi


Bunu kısa bir zaman sonra bir hükümet toplantısında o zaman
İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya ile aramızda geçen bir konuşma
sırasında anladım.
O sıralarda yürürlükte bulunan kanuna göre Genelkurmay
Başkanları da hükümet toplantılarına katılırlardı. Bu usul ben
emekliye ayrılıncaya kadar devam etmiş, sonra da kanun İsmet
Paşa tarafından değiştirilerek Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan-
lığa bağlanmıştır. Ve Genelkurmay Başkanları hükümet toplantı-
larına artık katılamamışlardır.
Toplantıda Cumhurbaşkanlığı seçimi konuşuluyordu. Şükrü
Kaya da oldukça sinirli görünüyordu.
Ben yeniden seçimin anayasa kanunlarına uygun bir şekilde
yapılması gerektiğini ileri sürdüğüm zaman Şükrü Kaya bana dö-
nerek;
- “Paşam” dedi. “Meclis Satı Kadını bu mevkie seçecek olsa
bunu da kabul eder misiniz?”
Satı Kadın Ankara köylerinden birinden Atatürk tarafından
milletvekilliğine seçtirilmiş cahil bir köylü kadını idi.
Onun bana bu soruyu sormakla ne demek istediğini tabii an-
lamış bulunuyordum. Bir an bile tereddüt etmeden cevap verdim:
- “Evet! Bu seçim kanuna uygunsa elbette kabul ederim. Ma-
demki ortada bir kanun var, bu kanundan hiçbir şekilde çık-
mam. Tavsiyem, hiç kimsenin de buna aykırı bir yol tutmama-
sıdır.”
Benim bu cevabım karşısında Şükrü Kaya sesini kesti.
Seçime bir gün kala Başbakan Celâl Bayar Çankaya’daki evime
beni ziyarete geldi.

88
MURAT SERTOĞLU

İnönü cumhurbaşkanlığına seçildi


Bana Cumhurbaşkanlığı için kimi uygun gördüğümü sordu…
Ben de çekinmeden ona düşüncelerimi açık açık söyledim. Şu anda
bu yer için İsmet Paşa’dan daha uygun bir kimseyi düşünemediği-
mi tekrarladım. Bu cevabımın kendisini tam olarak tatmin etmiş
olduğunu sanmıyorum. Ama ses de çıkarmadı.
Ve bundan sonra İsmet Paşa resmen Cumhurbaşkanlığına se-
çildi.
O zaten evinde hazırlanmış bekliyordu. Müjde kendisine ulaş-
tırılınca hemen geldi. Cumhurbaşkanı olarak yemin ettikten sonra
meşhur nutkunu okudu. Bize sadece kendisini tebrik etme işi kaldı.
Şuna inanıyorum ki o sırada kendini ben desteklememiş
olsaydım İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesine imkân yoktu.
Milletvekillerinin çoğunluğu ona Atatürk’ün artık güvenmediği,
kendisini istemediği ve iş başından bunun için uzaklaştırmış
olduğu bir kimse gözü ile bakıyorlardı. Bunun için de Atatürk
ölür ölmez onun yerine hiç istemediği bir kimsenin geçirilmesini
Atatürk’ün hatırasına bir saygısızlık gibi sayıyorlardı. Ben ise
o sıralarda samimi olarak kendisinden memleket için büyük
hizmetler bekliyordum.

89
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

28
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI PATLADI
VE BİZ KIL PAYI KURTULDUK

İnönü’nün Başbakanlığa getirdiği Refik


Saydam herkesi tenkit etmekle işe başladı

İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca ben hakikaten yeni bir dev-


rin açılabileceğine inanıyordum. Başbakanlıktan uzaklaştırılmış
olmasının onun benliğinde müspet gelişmeler yaratmış buluna-
cağına ve Atatürk’ün kurmuş olduğu düzeni bozmadan ve sars-
madan yürütebileceğine kaani idim. Ne var ki aradan pek kısa bir
zaman geçtikten sonra yavaş yavaş bu görüşümde yanılmış bulun-
duğumu anlamaya başladım.
Atatürk’ün cenaze töreni tamamlanır tamamlanmaz ve o ilk
heyecanlı hava az çok yatışmaya yüz tutar tutmaz ilk iş olarak
Celâl Bayar’ı Başbakanlıktan uzaklaştırarak yerine Doktor Refik
Saydam’ı getirdi. Ve yine seçimler yaptırmak üzere harekete geçti.
Celâl Bayar, Atatürk’ün son başbakanı idi. Atatürk memleket
idaresini çekinmeden ona emanet etmişti. O da gerek Atatürk’ün
hastalığı, gerek vefatı ve İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığına seçil-
mesi süresince doğruluktan zerre kadar ayrılmış değildi. Son dere-
ce dürüst davranmıştı.

Refik Saydam’ın ilk sözü


Yerine geçen Refik Saydam ise ilk ağızda kendisini kötülemek
için memleket işlerinin “A”dan “Z”ye kadar bozuk olduğunu söy-
lemekten çekinmedi.
Sonra seçimler yapıldı ve bu seçimlerde İsmet Paşa kendisine
rakip gördüğü bütün şahsiyetleri Meclis’ten uzaklaştırdı. Sadece
nasılsa Celâl Bayar’a dokunmadı. Öteden beri Atatürk’ün karşı-
sında diye bilinen birçok kimseler milletvekili seçildiler. Üstelik
bunlara mühim mevkiler de verildi.

90
MURAT SERTOĞLU

Ben bunları hoş karşılamamakla beraber üzerinde de fazla dur-


muyordum. Çünkü nihayet beklemekte olan Dünya Harbi de pat-
lak vermişti. Bu savaşın ise ne vakit ve ne şekilde sona ereceği hiç
belli değildi.
Herşeyden önemli olan nokta, memleketimizi savaş cehenne-
minin dışında tutabilmekti. İsmet Paşa ile bu konuda birçok ko-
nuşmalarımız olmuştu. Kendisine her zaman şunu söylemişimdir:
- “Savaş şu anda sınırlarımızın uzağındadır. Ama ne şekilde
gelişeceği hiç belli olmaz. Ordumuz modern savaş araçlarından
mahrumdur. Açıkçası bugünkü modern ordularla savaşacak
güçte değildir. Zaten bir toprak isteğimiz de yoktur. Bize Mus-
tafa Kemal Paşa’dan kalan miraslardan biri olan “Yurtta sulh,
cihanda sulh!” prensibine sıkı sıkı sarılmalıyız. Savaşın, ondan
galip çıkan devletleri de ne derece perişan hale düşürdüğünü bi-
lirsin. Onun için ne yapıp yapacak, ordumuzu kuvvetlendirirken
savaşın mutlaka dışında kalmaya gayret etmeye çalışacağız.”
İsmet Paşa bana her zaman hak vermiş ve siyasetini buna göre
yürütmeye çalışacağını söylemiştir. Bu sözünde durmuştur da…
Savaş genişledikçe, silâh altına aldığımız kuvvetleri artırmak
yolunu tuttuk. Ve Alman orduları Balkanlara doğru akarken de
Trakya’da elimizden geldiği kadar tahkimat yaptık. Boğazları da
Montrö Anlaşmasına uyarak savaş gemilerine kapattık.
Alman orduları Trakya sınırımıza kadar dayandı ve orada
durdu. Eğer bize saldırsalardı, elbette elimizdeki bütün imkânla-
rı kullanarak savaşacaktık. Bereket versin ki böyle bir şey olmadı.
Hitler birdenbire Rusya’ya döndü. Alman orduları Moskova’ya
doğru akmaya başladı.

Tarih tekerrür ediyordu


Hitler’in şimdi yapmak istediğini 120 yıl önce Napolyon da de-
nemiş, hatta Moskova’yı bile ele geçirmiş olduğu halde yenilmek-
ten ve ordusunun büyük kısmını kaybetmekten kurtulamamıştı.
Bundan sonra da bir daha belini doğrultamamıştı.
İşte tarih tekerrür ediyordu.
Almanlar bir duraklayacak, arkasından bir de bozulacak olur-
larsa bir daha tutunamazlardı. Zaten Amerika da yine Birinci Ci-
han Savaşında olduğu gibi Almanya’nın aleyhinde savaşa girmiş ve
ortaya büyük ağırlığını koymuştu.

91
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Yavaş yavaş beklenen sonuç kendini göstermeye başladı. Al-


manlar önce Stalingrad’da büyük bir bozguna uğradılar. Sonra da
ağır ağır kendi sınırlarına çekilmeye başladılar. Bu arada İngilizler,
Amerikalılar ve Ruslar bizim de kendi saflarında savaşa girmemiz
ve Balkanlarda bulunan Alman ordularına karşı harekete geçme-
miz için şiddetle ısrar etmişlerdi.
Bu mesele Bakanlar Kurulunda ne zaman görüşüldü ise ben
buna şiddetle karşı koydum. Bu görüşmelerin zabıtları ortadadır.
Savaşa katılmamızın bize hiçbir faydası olmayacaktı. Boş yere bir-
çok gencimiz ölecekti. Üstelik birçok şehirlerimiz ve sayıları çok az
olan fabrikalarımız tahrip edilecekti.
İsmet Paşa’ya bir liste verdim. Bize ancak istediğimiz silâhlarla
birlikte iki İngiliz tümeni verilecek olursa savaşa girebileceğimizi
söylemesini bildirdim. O da bunu tekrarladı. Onların istedikleri-
mizi hiç bir zaman veremeyeceklerini biliyordum. Nitekim vere-
mediler. Biz de savaşa girmek zorunluğundan kurtulduk.

92
MURAT SERTOĞLU

29
“İSMET PAŞA’NIN BULUNDUĞU
TOPLANTILARA KATILMIYORDUM”

İkinci Cihan Savaşına girmemizin tehlikesi atlatıldıktan ve


bu savaşın kaderi iyice belli olduktan sonra ben yavaş yavaş İsmet
Paşa’nın bana karşı davranışlarında bir soğukluk sezinlemeye baş-
lamış bulunuyordum.
Artık bana, benim yardımıma ihtiyacı kalmamıştı. Onu tutan
gazeteler kendisini memleketi savaş dışında bırakmaya muvaffak
olmuş büyük kahraman, Millî Şef diye göklere çıkarmakta dil bir-
liği ediyorlardı. Ama o, hakikati, bu işte benim oynamış olduğum
rolü pek güzel biliyordu. İşte kendisine asıl rahatsızlık veren şeyin
de bu olduğunu çok iyi anlıyordum. Kazanılmış olan başarıda bir
ikinci ortağa tahammülü yoktu.
O bana karşı böyle soğuk davranmaya başlayınca ben de ken-
disine karşı daha çekingen davranmayı uygun buldum. Onun da
bulunacağı toplantılara çok defalar bir bahane ile kendim katılmı-
yor, yerime yardımcım olan Asım Gündüz Paşa’yı yolluyordum.
Bu hal daha önce anlatmış bulunduğum, beni vakitsiz emekli-
ye ayırmak istediği güne kadar böylece sürüp gitti. Bana bu emri
tebliğ için gönderdiği Şükrü Saraçoğlu’na istemeyerek biraz haşin
şekilde cevap verdikten sonra ise kendisiyle olan şahsî ilgimi büs-
bütün kestim.

Orduya veda ettim


Resmen emekli olacağım tarih geldiği zaman da çok sevdi-
ğim orduya bir mesajla veda ederek Çankaya’daki evime döndüm.
Bu arada o zamana kadar kullanmış bulunduğum Genelkurmay
Başkanının şahsına ait resmî makam arabasını yaverimle birlikte
Cumhurbaşkanlığı Köşküne gönderdim. Hiçbir resmî sıfatım kal-
mamış bulunduğu için artık bu arabayı kullanmaya hakkım yoktu.
Tabiî bir yavere de ihtiyacım olamazdı.

93
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Benim bu jestim üzerine İsmet Paşa bana makam arabasını


yaverimle birlikte geri gönderdi. Bunları kullanmakta devam ede-
bilirmişim. Ama bu lütufları elbette kabul edemezdim. Ömrüm
boyunca her zaman kanunlara karşı saygılı davranmıştım. Şimdi
mi kanunun bana vermediği hakları kullanacaktım? Tabiî bunları
hemen yeniden geri gönderdim.
Bu arada San Fransisco Anlaşmasına biz de imza koymuş bu-
lunuyorduk. Bu imza ile İnsan Hakları Beyannamesini kabul edi-
yorduk. Memleketimizde süregelen tek partili rejimlere ister iste-
mez biz de son verecektik.
Tutulacak iki yol vardı: Ya İkinci Cihan Savaşından sonra çok
kuvvetlenen ve Avrupa’nın ortalarına kadar yayılan, bir ara bizi de
tehdide kalkışan, fakat ordularımızın dipdiri ayakta bulunması
sayesinde isteklerinden vazgeçmek zorunda kalan komünist dün-
yasının yanında yahut da demokrasi cephesinde yer almak. Birinci
yolu tutmak bizim için imkânsız olduğuna göre memleketi idareye
geçmek mecburiyetinde idik.
Başka yol yoktu.
Dediğim gibi Mustafa Kemal Paşa daha hayatta iken çok par-
tili demokrasi rejimini memlekette kurmak istemiş, fakat bundan
hemen faydalanmaya kalkışan irtica hareketleri karşısında bunu
ileriye bırakmak ve bu işten vazgeçmek zorunda kalmıştı.
Ama artık Cumhuriyet kurulalı 20 yılı geçmişti. Bu süre
içinde de kuvvetli bir cumhuriyetçi nesil yetişmişti. O zaman
başarılamayan bu demokrasiye geçiş işi şimdi pekâlâ başarılabilir-
di. Üstelik dediğim gibi bu rejime geçmeye mecburduk. Gazeteler-
de her gün bu yolda yazılar çıkıyor, yeni siyasî partilerin kuruluş
hazırlıklarından bahsolunuyordu. Yaklaşmakta olan seçimlerde bu
partilerin de aday gösterecekleri bildiriliyordu.
Kim bilir belki de bazıları, benim de yeni kurulacak bu siyasî
partilerden birine gireceğim yolunda dedikodular yapmış olacak-
lar ki bir gün evimde karşımda yine Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nu
buldum.
Şükrü Saraçoğlu bana İsmet Paşa’dan selâm getirdiğini söyle-
yerek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girmemi istediğini, beni önü-
müzdeki seçimlerde milletvekilliğine aday göstermek kararında
olduğunu söyledi.
Bu teklifi elbette kabul edemezdim. Bunun başlıca nedeni, bir

94
MURAT SERTOĞLU

defa politikaya girmek istemeyişim idi. İkincisi ise bunu kabul et-
mek İsmet Paşa’nın bir lütfunu kabul etmek demekti. Buna ise hiç
ihtiyacım yoktu.
Şükrü Saraçoğlu evimden eli boş döndü. Bununla beraber bana
yapılan Cumhuriyet Halk Partisi’ne girme tekliflerinin arkası ke-
silmedi. İsmet Paşa benim, değişmez başkanı olduğu Cumhuriyet
Halk Partisi’ne girmemi ve milletvekili adayı olmamı ısrarla isti-
yordu. Bunun için araya başka kimseler de koydu. Fakat ben hepsi-
ni reddedince artık benden ümidini kesti.

Garip bir oyun


Herhalde bunun bir sonucu olacak ki 1945 yıllarında bir gün
evime birtakım memurlar gelerek benden garip bir istekte bulun-
dular. Birtakım kâğıtlar göstererek evimin Millî Emlâke ait oldu-
ğunu, hükümetçe burada bir karakol kurulması kararlaştırılmış
olduğundan belirli bir süre içinde evi boşaltmamı ve Millî Emlâke
geri vermemi rica ettiler.
Hani aklıma her şey gelirdi ama böyle bir istekle karşılaşacağım
gelmezdi. Çankaya’daki bu evi daha Atatürk’ün sağlığında onun
da ısrarı ve yardımı ile dişimden, tırnağımdan artırabildiğim para
ile yaptırabilmiş, tapusunu da çıkartmıştım. Her yıl da vergisini
veriyordum.
Gidip tapuyu getirdim ve memurlara gösterdim. Bunu dikkatle
inceledikten sonra fena halde bozuldular. Durumun böyle olduğu-
nu bilmediklerini söyleyerek uzun boylu özürler dileyip evimden
çıkıp gittiler.
Mesele açık ve ortada idi. İsmet Paşa benim köşküne yakın bir
yerde oturmamdan bile rahatsız oluyordu. Beni ne pahasına olursa
olsun yakınından, hatta mümkün olursa Ankara’dan uzaklaştır-
maya kararlı idi.

95
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

30
CELÂL BAYAR
DP’YE GİRMEMİ TEKLİF ETTİ

Ben tamamıyle kendi köşeme çekilmiştim. Günlerimin büyük


kısmını okumakla geçiriyordum. Zaten beni ziyaret etmekte olan
dostlarımın da gitgide azalmakta olduklarını fark ediyordum.
Bunların bazıları Ankara’dan uzak yerlere tâyin edildikleri için
oralara gidiyorlardı. Bazılarında da garip bir çekingenlik belirmiş-
ti. Belki de benimle dostluklarını sürdürmelerinin bazı çevrelerde
hoş karşılanmayacağından, başlarına canlarını sıkacak bazı şeyler
gelebileceğinden korkuyorlardı.
Tapulu evimin nasıl elimden alınmak istendiğini anlatmıştım.
Onların hakikati öğrendikten sonra artık beni rahat bırakacakla-
rını sanıyordum.
Sonra böyle düşünmekte de aldandığımı çok geçmeden an-
ladım. Bir süre sonra eve resmi bir ihbarname geldi. Evim askeri
yasak bölge içinde bulunduğu için istimlâk edilmesine karar veril-
miş. Bir diyeceğim varsa belirli bir süre içinde bildirmeliymişim.
Durum apaçık ortada idi. Beni ne pahasına olursa olsun evim-
den atmaya kararlı idiler.
Ne yapabilirdim?
Halbuki bu evi dediğim gibi Atatürk’ün de yardımı ve ısrarı ile
yaptırmıştım. O bana aynı zamanda onun da bir çeşit hatırası idi.
Onu kaybetmek istemiyordum.

Atatürk’ün düğün hediyesi


Mustafa Kemal Paşa beni ne kadar çok sever, bana ne kadar
inanırdı. Onunla kardeş olsak birbirimizi daha çok sevemezdik.
Rahmetli kızım Muazzez’i evlendirdiğim zaman bu evlendir-
me ile en azından benim kadar meşgul olmuştu. Eğer evlenmekte
olan kendi öz kızı olsa daha fazla ilgilenemezdi. Ona ayrıca düğün
hediyesi olarak tam 10 bin lira vermişti. Bu parayı daha çok ciğer-

96
MURAT SERTOĞLU

lerinden hasta olan yavrumun esaslı bir şekilde tedavi edilmesi için
vermiş bulunuyordu.
Ne yazık ki melekler kadar temiz ve iyi yürekli olan kızım Mu-
azzez, bütün çabalarımıza rağmen genç yaşta bizleri gözyaşları
içinde bırakarak ebediyete intikal etti. Ve hakiki meleklerin ara-
sına katıldı.
Ben evimde bazen okuyarak, bazen yazı yazarak, bazen de bah-
çedeki çiçeklerim arasında dolaşarak, ara sıra da beni nasılsa unut-
mayarak ziyaretime gelen eski silah arkadaşlarımla konuşarak va-
kit geçirirken bir gün evimin telefonu çaldı. Telefonu açan az sonra
yanıma gelerek bana şu haberi verdi.
- “Celâl Bayar’la Tevfik Rüştü Aras ziyaretinize gelmek isti-
yorlarmış. Kabul edip etmeyeceğinizi, kabul ederseniz saat kaç-
ta gelmelerinin münasip olacağını soruyorlar.”
Doğrusu böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Celâl Bayar’ı Baş-
bakanlıktan istifasını verdiği günden beri hiç görmemiştim. Aynı
şekilde Mustafa Kemal Paşa’nın da Selânik’ten beri tanıdığı ve Dı-
şişleri Bakanı olarak görevlendirdiği Tevfik Rüştü Aras’ı da gör-
müş değildim. Benden ne isteyebilirlerdi? Ziyaretlerinin sebebi ne
olabilirdi?
- “Ziyaret sebebini söylediler mi?” diye sordum.
- “Hayır, bir şey söylemediler. Sadece Tevfik Rüştü Bey’in
evinden telefon ediyorlarmış. Bunu söylediler.”
- “Pekâlâ, mademki gelmek istiyorlarmış, saat 4’te buyursun-
lar!”
Demokrat Parti yeni kurulmuş, seçime girmeye hazırlanı-
yordu… Memleketteki siyasi hava iyice gerginleşmişti. Ben bütün
olayları sadece gazeteden takip ediyordum.

Demokratlar şikâyetçiydi
Demokrat Parti’nin kuruluşundan pek kısa bir süre geçtiği hal-
de bu partinin memleketin hemen her tarafında geniş halk kitleleri
tarafından benimsenmekte olduğu ortada idi. Demokrat Parti’nin
liderleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimleri öne almasından
şikayetçi idiler. İddialarına bakılacak olursa böyle davranılmasının
sebebi şu idi: Demokrat Parti’nin memlekete hızla yayılmak yolunu
tutmuş bulunması Halk Partisi’ni ürkütmüştü. Ve izledikleri po-
litika da, Demokrat Parti henüz yayılmadan, teşkilatını tamamla-

97
MURAT SERTOĞLU

31
BAYAR, ASLINDA
DP’Yİ KURTARMAK İSTİYORDU

Celal Beyin “DP listesine bağımsız” girmem


için yaptığı teklifi kabul ettim

Celal Bayar’ın Tevfik Rüştü Aras’la birlikte bana yapmış oldu-


ğu ziyaretin nedenini böylece anlamış bulunuyordum. Beni parti-
lerine almak istiyorlardı.
Hakikaten son zamanlarda bazı çevrelerde Celâl Bayar’ın İsmet
Paşa ile anlaştığı ve Demokrat Parti’nin bir muvazaa, yani anlaş-
malı parti olduğu yolunda dedikoduların çıktığı doğru idi. İstiklâl
Savaşından beri tanıdığım Celâl Bayar’ın böyle bir işe tenezzül et-
meyeceğini bilirdim… Kendisi ciddi bir kimse idi. Ama halkta da
her zaman hakikatlerden çok dedikodulara inanmak meyli vardı.
Bunu da çok iyi biliyordum.
Yalnız bu kadar değil.. Demokrat Parti’nin sadece Halk Partisi
ile bir muvazaa partisi olduğu söylenmiyor, onu halkın gözünden
düşürmek için komünistler tarafından idare edildiği, yani komü-
nist bir parti olduğu da ileri sürülüyor.
Bu komünistlik meselesi öteden beri bazı şahısları lekelemek
için kullanılan bir usuldü. Şimdi de Demokrat Parti için kullanıl-
maya başlanmıştı.
İşte ben Demokrat Partiye girecek olursam Demokrat Parti bu
iki ağır suçlamadan da kurtulmuş olacaktı. Şahsiyetimi ve geçmi-
şimi bütün memleket biliyordu. Benim ne bir muvazaa ne de ko-
münistliğe kaymış bir partiye girmeyeceğimi bütün millet bilirdi.
Memleketin demokrasi hayatına girmesinin ne derece lüzumlu
olduğunu çok iyi takdir ediyordum. Ama o zamana kadar politika-
ya hiç girmemiştim. Politikadan hiç hoşlanmazdım. Daha İttihat
ve Terakki devrinden itibaren gördüğüm politika oyunları beni
politikadan nefret ettirmişti. Kendi kendime hiç bir siyasi partiye
girmemeye kararlı idim.

99
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

Celâl Bayar’a bunu açıkça söylemekten çekinmedim. Kendi-


lerine başarı dilemekle beraber bir siyasi partiye girmeyeceğimi
bildirdim.

Demokrat Parti listesindeyim


O zaman bana hemen şöyle bir teklifte bulundu:
“Sizi anlıyorum Paşam! Onun için de kurmuş olduğunuz si-
yasi partiye katılmanız için ısrar edecek değilim. Karar ve ka-
naatlarınıza saygı duyarım. Şu halde önümüzdeki seçimlerde
bağımsız olarak Demokrat Parti listesinin şeref mevkiinde yer
alınız. Halk adınızı bizim listemizde görecek olursa partimiz
hakkında çıkarılan dedikoduların yersizliğini anlar. Siz de ba-
ğımsız bir milletvekili olarak meclise girmiş olursunuz.”
Celâl Bayar’ın bu ikinci teklifi de benim için şaşırtıcı olmuştu.
Demokrat Parti’ye girmemekle beraber listesinde bağımsız ola-
rak yer aldığım takdirde bu parti etrafında uyandırılmak istenen
şüpheler hemen ortadan kalkacaktı… Böylelikle memlekette yeni
kurulmakta olan demokrasi hayatına az çok benim de bir hizme-
tim dokunmuş olacaktı.
Kısa süren bir tereddütten sonra Celâl Bayar’ın bu ikinci tek-
lifine olumlu cevap verdim. “Eğer bunda bir fayda görüyorsanız
pekâlâ” dedim.
Onlar gittikten sonra yalnız kalınca uzun boylu düşündüm. Bu
teklifi dediğim gibi her şeyden önce demokrasiye hizmet için ka-
bul etmiştim. Her ne kadar Demokrat Parti’ye girmemiş isem de
onların listesiyle seçime girmekle yine de bu partiyi desteklemiş
olacaktım.

Bir kere söz vermiştim


Pek tabii olarak bu davranışım bazı çevrelerin şahsıma karşı
besledikleri düşmanlığı bir kat daha artıracaktı. Yeni yeni saldırı-
lara uğrayacaktım. Rahatım büsbütün bozulacaktı.
Ben kendi köşemde hiçbir şeye karışmadan yaşadığım halde
bile beni rahat bırakmamışlardı. Şimdi onlara muhalif olan bir
partiyi desteklediğim anlaşılınca kim bilir başıma neler ve neler
gelecekti.
Bunları düşünürken bile Celâl Bayar’a verdiğim olumlu cevap-
tan dolayı bir çeşit pişmanlık duyar gibi oluyordum. Düşmek üzere

100
MURAT SERTOĞLU

olduğumu gördüğüm politika gayyası beni iyiden iyiye ürkütüyor-


du.
Ama olmuştu bir defa.. Söz vermiştim. Ve verdiğim sözü
artık hiçbir şekilde geri alamazdım. Ömrüm boyunca böyle
davranmıştım. Elbette bu karakterimi değiştirecek değildim.
Sonradan öğrendim. Benim Demokrat Parti listesinde yer
almaya razı oluşum, Demokrat Partilileri pek sevindirmiş. Parti
kurucuları bu başarıdan dolayı birbirlerini kutlamışlar. Sonra da
bunu bütün teşkilâta acele bir tamimle bildirmişler. Haberi gaze-
telere de bildirmeyi ihmal etmediklerinden bunları da hemen yay-
maktan geri kalmadılar.
Böylece adım ortalıkta yeniden çalkalanmaya başladı. Aynı za-
manda da Demokrat Parti’nin bir muvazaa veya komünist partisi
olduğu yolunda süregelen ve geniş halk kitleleri arasında tereddüt-
ler uyandıran dedikodular da bıçakla kesilir gibi kesildi.
Çünkü herkes benim böyle oyunlara ve cereyanlara alet olacak
bir karakterde bulunmadığımı pek güzel biliyordu. Öyle sanıyorum
ki benim Demokrat Parti listesinde bağımsız olarak bile yer alma-
yı kabul etmem Demokrat Parti’nin çok lehinde olmuş ve partiye
doğru büyük bir halk kitlesinin kayması sonucunu vermiştir.

101
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

32
MECLİS’TEKİ OLAYLAR VE
12 TEMMUZ BEYANNAMESİ

Meclis hayatım milletvekili olarak yeniden başladı

Benim Demokrat Parti listesinde bağımsız aday olarak yer al-


mayı kabul etmem üzerine memleketin her tarafından mektuplar
ve telgraflar almaya başladım. Evimdeki telefon ise hiç durmadan
çalıyordu. Ve aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin gazete-
lerinde beklediğim gibi aleyhimde ağır yazılar ve iftiralar çıkmaya
başladı.
Bu gazetelerden biri benim hasta olduğumu ve iyiden iyiye
bunamış bulunduğumu bile yazdı. Ulus gazetesinde ise benim İs-
tanbul’a gidişim ve kızım Muazzez’in Eyüp Sultan’daki mezarını
ziyaret edişim üzerine başıma bir sarık geçirip bazı gericilerle bir-
likte âyin yaptığım yazıldı.
Bana karşı girişilen bu iftira kampanyalarının hiç birine cevap
vermek tenezzülünde bulunmadım. Böylelikle benimle polemiğe
girmek isteyenlere aradıkları imkânı vermedim.
Seçimler 21 Temmuz’da yapıldı. Ben liste başı olarak girdiğim
hem İstanbul’dan, hem de Kastamonu’dan çok büyük oy farkı ile
milletvekilliğine seçildim. Bu iki yerden birini seçmek gerekince
İstanbullu olduğum için İstanbul Milletvekilliğini tercih ettim.
Böylece benim için yeni bir hayat başlamış bulunuyordu. Poli-
tikadan uzak kalmaya o kadar gayret etmiş olduğum halde başarı
kazanamamıştım. Talih beni 70 yaşına bastığım sırada milletvekili
olarak Büyük Millet Meclisine sokmuş bulunuyordu. Demek kade-
rimde bu da varmış.

Yolsuzluk iddiaları
Demokrat Parti daha teşkilatını bile tamamlamadan bu seçime
girmek zorunda kalmış olduğu için 60 kadar milletvekili çıkarta-

102
MURAT SERTOĞLU

bilmişti. Buna karşılık pek çok yerlerde vahim seçim yolsuzlukları


yapıldığı, Demokrat Parti’ye verilen oyların büyük çapta çalındığı
ileri sürülüyordu. Bu iddialar 1950 yılına kadar sürdü durdu.
Yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Demokratlar oylarını ol-
duğu gibi bana verdiler. Tabii İsmet Paşa Halk Partisi’nin oyları ile
yeniden cumhurbaşkanlığına seçildi.
Büyük Millet Meclisindeki hava son derece gergindi. Recep Pe-
ker’in başkanlığında kurulan hükümet, Demokratları sindirmek
için elinden gelen herşeyi yapıyor fakat bir türlü muvaffak olamı-
yordu. Sayıca az olmalarına rağmen Demokrat Partili milletvekil-
leri kendisine cesaretle karşı koyuyorlardı. Karşılıklı olarak çok
ağır suçlamalar yapılıyordu. Ortada halledilmesi gereken bunca
mesele, çıkarılması gerekli bunca kanun varken Mecliste karşılıklı
döğüşmeler ve söğüşmelerle vakit geçiriliyordu.
Sonunda Demokrat Partililer ortada bulunan bazı antide-
mokratik kanunlar değiştirilmedikçe ve aynı zamanda Cumhu-
riyet Halk Partisi’nin değişmez Başkanı olan Cumhurbaşkanı
İnönü’nün bu sıfatı ortadan kalkmadıkça, tarafsız olmadıkça Mec-
lise girmeyeceklerini ilan ettiler.
İşte 12 Temmuz Beyannamesi bunun üzerine ilân edildi. İsmet
Paşa Halk Partisi’nin başkanlığından vazgeçerek tarafsız bir cum-
hurbaşkanı gibi davranmaya karar verdi. Celâl Bayar’la bu konuda
birkaç görüşme yaptı. Demokrasiye Meclis’teki gergin hava da bi-
raz olsun yumuşayabildi.
Celâl Bayar ve arkadaşları bunu partilerinin bir zaferi olarak
ilân ediyorlardı. Buna karşılık onlar da artık Halk Partisini oy hır-
sızlığı ile suçlamayacaklardı. Ama bu 12 Temmuz Beyannamesi
hiç beklenmedik başka akisler uyandırmakta gecikmedi.
O zamana kadar Demokrat Partiyi kuvvetle desteklemiş olan
bazı kimselerin yavaş yavaş bu partinin aleyhinde cephe almaya
başladıkları görüldü. Bunların en başında geleni Avukat Kenan
Öner olmuştur.
Bir gazete de hemen Demokrat Parti’nin kuruluşunda bir mu-
vazaa olduğu iddiasını ortaya atıverdi. Ona göre Celâl Bayar par-
tisini İsmet Paşa ile anlaşarak, ondan izin alarak kurmuştu. Delil
olarak da İsmet Paşa’nın Giresun’da bir sohbet sırasında,
- “Demokrat Parti’yi, ben istedim, ben kurdum” demiş oldu-
ğunu ortaya atıyordu. Ve Demokrat Parti’nin 12 Temmuz Beyan-

103
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

namesini kabul etmekle muhalefet görevinden vazgeçmiş sayılaca-


ğını ileri sürüyordu.
Ben bu gelişmeleri şaşkın şaşkın seyrediyordum. Demokrat
Parti içinde hemen bir kaynaşma başlamıştı. Milletvekillerinden
bazıları Celâl Bayar’ı açıktan açığa suçlamaya başlamışlardı. Ne
var ki Celâl Bayar Partiye hakimdi. Ve politikayı da hepsinden
iyi biliyordu. Bu gibi durumlarda gerilemenin ne derece aleyhinde
olacağını pek güzel hissediyordu.
Hemen o da hücuma geçti. İlk hamlede kendisini suçlayanlar-
dan beş milletvekilini partiden ihraç etmeye muvaffak oldu. Bunun
hemen arkasından altı milletvekili de kendiliklerinden Demokrat
Parti’den istifa ettiler. Böylece Demokrat Parti milletvekillerinden
beşte birini bir anda kaybetmiş oldu. Hem bunların arasında De-
mokrat Parti için çok çalışmış kimseler de bulunuyordu. Ama po-
litikada acıma ve vefa diye bir şey yoktu ki!..

104
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

de bütün Demokrat Partililer oylarını olduğu gibi, tek noksansız


bana vermiş bulunuyorlardı.
Belki bu da Demokrat Parti’nin lideri Celâl Bayar’ı için için
düşündürüyordu. Aradan geçen süre içinde memleket içindeki
büyük çoğunluğun iktidar partisinden ne derece yüz çevirmiş
bulunduğunu iyice anlamıştı. Önümüzdeki seçimlerde rahatça
çoğunluğu elde edebileceklerine inanmıştı. Bu takdirde cumhur-
başkanlığına neden kendisi seçilmesindi?
Buna tek engel bendim. Ben cumhurbaşkanı olacak olursam
Celâl Bayar ancak başbakan olabilecekti. Halbuki başbakanlık-
ta bilhassa Adnan Menderes’in de gözü vardı. Ve onun başbakan
olabilmesi için ancak Celâl Bayar’ın cumhurbaşkanı olması gere-
kiyordu.
İşte bütün bu hesaplar beni bu partiden uzaklaştırmak için
birer sebep olabilirdi.
Hakikaten işin içinde böyle gizli hesaplar var mı idi, bunu açık
bir şekilde bilmiyordum. Bilemezdim. Ama aklıma geliyordu işte…
Her şeyden önemli nokta ise benim muhalefetin böyle birdenbire
yumuşamasından hiç de hoşlanmamam idi. Bu hal ister istemez
ortada bir muvazaa bulunduğu inancını yaratıyordu.
İşte bu sırada Demokrat Parti’den çıkartılan veya ayrılan ar-
kadaşların yeni bir parti kurmak üzere harekete geçtiklerini öğ-
rendim. Bunlar hemen bana gelmişler, bu partinin şeref başkan-
lığını bana teklif ederek kendilerinin kurmak istedikleri hakikî ve
samimî bir muhalefet partisi için benden yardım istemeye başla-
mışlardı.
Benim için karar vermek hakikaten güç bir işti. Bu teklifi kabul
ettiğim takdirde hiç de hoşlanmadığım politikaya iyice gömülmek
zorunda kalacaktım. O zamana kadar sadece Cumhuriyet Halk
Partisi’nin saldırılarına uğradığım halde şimdi Demokrat Partili-
ler de hedef olarak beni seçeceklerdi.
Ben tam bir kararsızlık içinde iken Demokrat Parti kurucuları
benim İzmir ve çevresine bir yolculuk yapmamı ısrarla istediler.
Çok sevdiğim İzmir’e de çoktan beri gitmiş değildim. Bir süre için
olsun Ankara’dan uzaklaşmayı ben de istiyordum. Aynı zamanda
halkla da yakından temas edebilecek, onların meyillerini yakından
görüp öğrenecektim. Belki onlar da benim Ankara’dan uzaklaşma-
mı ve halk üzerinde nüfuz derecemi görüp öğrenmek istiyorlardı.

106
MURAT SERTOĞLU

Önce İstanbul’a, oradan da İzmir vapuruyla İzmir’e gitti. İzmir


halkının bana karşı gösterdikleri büyük karşılama törenini ve sev-
gi gösterilerini unutabilmeme hiçbir şekilde imkân yoktur. Vapur,
halkın toplanmasına imkân vermemek için her zamanki saatinden
çok daha önce İzmir’e varmış, üstelik İzmir acentesine geminin 3
saat geç geleceği bildirilmişti.
Bu küçük oyunlara rağmen karaya çıktığım zaman ortalık
mahşer gibi kalabalıktı. Çok büyük güçlüklerle parti merkezine gi-
debildim. Ve oradan bir çeşit geçit resmi yapan İzmirlileri selâmla-
mak için saatlerce otelin balkonunda ayakta durmak zorunda kal-
dım. Bu bana hayatımın en gurur verici, en tatlı saatlerini yaşattı.

107
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

34
MP’NİN
FAHRİ GENEL BAŞKANLIĞINI
KABUL ETTİM
Ankara’ya döndüğüm zaman İzmir halkının bana karşı gös-
termiş bulunduğu bu aşırı sevginin Halk Partilileri bir kat daha
kızdırdığını, Demokrat Partilileri de ürküttüğünü fark ettim. İz-
mir’de bilhassa gençlerle yaptığım bazı konuşmaların Demokrat
Parti kurucuları tarafından şiddetle tenkit edilmiş olduğunu öğ-
rendim.
Herşey apaçık ortada idi. Onların arasında artık yerim yoktu.
Sonunda olacaklar oldu. Mademki ister istemez bir defa poli-
tikaya karışmıştım. Hiç bir zaman heveslenmediğim bu hayatta
yerimi kesin olarak almalı idim. Millet Partisi’nin kurucuları bana
çok daha samimi görünüyorlardı. Onların memleketin muhtaç bu-
lunduğu ciddi muhalefet görevini daha iyi yapacaklarına inanmış-
tım.

Beyanname neşrettim
Kader ağlarını örmüştü. Sonunda Millet Partisi’nin fahri baş-
kanlığını kabul ettim. Parti resmen kuruldu. Ben de bu partinin
fahri başkanı olarak halka bir beyanname neşrettim. Bu beyanna-
mede Demokrat Parti’yi asla açık bir şekilde suçlamadım. Düşün-
cemi ve kanaatlerimi şu şekilde belirttim:
“Bu günkü gidiş vatanımızı ancak uçurumlara sürüklüyor.
Millet hâkimiyeti lâftan ibaret kalıyor. İktidarı elinde tutan ufak
bir zümre istediğini yapabiliyor. Halk her gün daha fakir ve peri-
şan bir duruma giriyor. Bu hâl milletin mâneviyat ve ruhiyatı üze-
rinde yıpratıcı tesirler yapmaktan geri kalmıyor.
İşte bu sebepledir ki milletimizin kendi işlerini bizzat kendisi
görmek ve tanzim etmek hakkı, vatandaşların binbir emek ve zah-
metle kazandıklarından faydalanmak ve asgarî bir geçime sahip
olmak hakkını, halkımızın yüksek ahlâkî geleneklerimize uygun
bir surette yaşamak hakkını, hülâsa olarak bizlerin, insanlık hak-

108
MURAT SERTOĞLU

larımızı müdafaa edecek ciddi, samimi, ivazsız bir muhalefetin vü-


cuduna ihtiyaç görülüyor.
Öyle bir muhalefet ki iktidarın tehditlerinden korkmasın.
Onun her türlü baskısına göğüs germeye hazır olsun. Ondan
gelecek oyalayıcı vaatler ve sun’i dostluk nümayişleri karşısında
sebatsızlık göstermesin. Yumuşayıp mücadelesini gevşetmesin. Ve
yarı yolda bırakmasın.
Ancak son hadiseler dolayısıyle şimdiye kadar bağımsız kalmak
hususunda ihtiyar ettiğim hareket hattının artık maksadı temin
edemediğine ve millete tam iyilikler getirebilmek için daha geniş
ve rahat bir surette çalışmanın zamanı geldiğine kanaat getirdim.
Bunun için de kendilerine güvendiğim bazı arkadaşlarla işbirliği
yaparak Millet Partisi adıyla bir parti kurduk.
Vatan ve milletimizin ihtiyaç ve isteklerinden ilham alarak
uzun incelemelerden sonra bir program yaptık. Bu programdaki
başlıca hedeflerimiz şunlardır:
Milleti dürüst ve herkese güven verici seçimler sayesinde ger-
çekten hâkim mevkie geçirmek. İktidarı onun efendisi değil, hiz-
metkârı kılmak. Bütün devlet mekanizmasını yalnız halk için
işletmek. Herhangi bir kimsenin kanunen haiz olmadığı hakları
kullanmasına ve sorumlu olmadığı halde sorumlu imiş gibi karar-
lar alarak bütün işleri bozmasına engel olmak. Kötülükleri önle-
yerek hem hayatı kolaylaştırmak hem de birtakım ezici vergileri
azaltmak imkânlarını sağlamak. Devlet sermayeciliğinin tahrika-
tını durdurmak. Hususi teşebbüsü serbest bırakarak vatandaşlara
geniş çalışma imkânları vermek. Memleketin ihtiyaçlarını esaslı ve
ilmî bir tetkike tâbi tutarak ona göre faaliyete geçmek. En çok ih-
mal edilen ve milletin en büyük kitlesini teşkil eden köylümüzün
ve bütün halkın refahını ilme ve namuslu çalışmalara dayanarak
sağlamak. Devlet ve hazine menfaatlerini bahane ederek yapılan
haksızlıkları kaldırmak. Ahlâkı hem siyasî hem hususî hayatta hâ-
kim kılmak. Aile müessesesini yükseltmek. Halkımızda ve genç-
liğimizde millî duyguların gelişmesi için azami gayret harcamak.
Ve bunu istikbalimizin en esaslı teminatı saymak. Çocuklarımızın
din bilgileri edinmeleri imkânını geniş bir surette sağlamak.”
Görüldüğü gibi bu beyannamede partimizin esas prensipleri
yer almış bulunuyordu. Bu beyanname ve Millet Partisinin kurulu-
şu bütün memlekette büyük akisler yarattı. Bize karşı olanlar bize

109
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

çatmak için bula bula çocuklarımıza din bilgisi vermek yolundaki


kararımızı bulmuşlar ve bize çatmaktan geri kalmamışlardı.
Bu masum ve bence lüzumlu nokta hemen yobazlık, irticaı
desteklemek şeklinde yorumlandı. Sözde programımıza böyle bir
madde koymakla Atatürk ilkelerine ve lâiklik prensibine aykırı
davranmış oluyormuşuz. Bu adamlar lâikliğin hâlâ dinsizlik ol-
madığını bilmiyorlardı. Yahut da bildikleri halde bilmez görünü-
yorlardı..
Demokrat Parti listesiyle milletvekili olmaya razı olduğum an-
dan itibaren ise bu iftiralar bir kat daha artmıştı. Hiç unutamam,
1947 yılının sonlarında Konya Ereğlisi’nde Halkevi başkanlığı ya-
pan biri benim komünist olduğumu ve Ruslardan 100 bin lira almış
bulunduğumu, Celâl Bayar’ın başbakan iken devlete ait uçakları
satarak parasını yediğini, Refik Koraltan’ın uzun süre hamamlarda
tellaklık yapmış bulunduğunu açık açık söylemekten çekinmemiş,
hatta bu yüzden hakkında iftira davası bile açılmıştı.
Görüldüğü gibi dün komünist olmakla suçlanıyordum. Bugün
ise bunun tam aksi olarak yobazın biri olduğum ileri sürülüyordu.

110
MURAT SERTOĞLU

35
MECLİS’TE İLK DAYAK OLAYI

DP’ye rağmen büyüyen MP, boğulmak isteniyordu

Millet Partisi benim fahrî başkanlığım altında, arkadaşların da


samimî gayretleri sayesinde hemen gelişmeye ve yayılmaya başla-
mıştı. Meclis’te ufak, fakat çetin bir grup teşkil etmiştik. Demokrat
Parti’ye rağmen muhalefeti hemen hemen yalnızca biz temsil edi-
yorduk.
Tabii gerek Halk Partili, gerek Demokrat Partili gazeteler dur-
madan bize çatıyorlardı. Bizi tutan sadece arkadaşların Ankara’da
çıkarmaya başladıkları Kudret gazetesi idi. Ama biz bu saldırılara
önem vermeden mücadelemize devam ediyorduk. Ve dediğim gibi
Millet Partisi bütün menfi propagandalara rağmen büyümekte ve
genişlemekte devam ediyordu.
Bu sıralarda gazetelerden birinde bizim Meclis’te hükümeti sert
bir dille tenkit edişimiz bahis konusu edilerek hükümetin otorite-
sini sarstığımız ileri sürüldü. Bu gazeteye göre memleket işlerini
iyi bir şekilde yürütebilmek için işbaşında mutlaka otoriter bir hü-
kümet bulunmalı imiş. Hükümetin otoritesi sarsıldı mı bütün işler
aksar ve memleket bundan büyük zararlar görürmüş.

“İşleri aksatan bizdik!..”


Bu taş tabii bize atılıyordu. En şiddetli tenkitleri biz yapıyor-
duk. Hükümetin otoritesini zedeleyen bizim parti idi. Bu yüzden
işlerin aksamasına sebep olan da bizdik. İşlerin iyi gitmemesinin
bütün suçu bizde idi.
Nitekim bu yazı üzerine bir gazeteci bana baş vurarak bu yol-
da ne düşündüğümü sordu. Hatırımda kaldığına göre kendisine şu
cevabı verdim:

111
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

- “Otoriter hükümet diye kastedilen şey nedir? Dış tehlikeleri


hükümetin sert tedbirleri değil, milletin fedakârlığı ve kahra-
manlığı bertaraf eder. Hükümet istediği kadar otoriter olsun,
sert olsun, ona inanılmazsa, ona küsülmüşse bu hükümet hiç-
bir iş yapamaz. Kimse Enver Paşa kadar otoriter olmamış. Kul-
landığı ölüm cezalarına rağmen Harb-i Umumide dağ taş asker
kaçakları ile doluydu. Biz İstiklâl Harbinde, Umumî Harbin
kaçaklarını dağdan indirdik. Her birini şehit veya gazi yaptık.
İttihat ve Terakki’nin otoritesine rağmen dağa kaçanlar Millî
Hükümetin saflarında gönüllü olarak seve seve ölüme koştular.
Otorite denilen şeyi, matbuat kanunu araştırmak, 159. maddeyi
değiştirmek yolunda alıyorsanız büyük hataya düşersiniz. Bir
hükümet ve parti için bu yollara sürüklenmek otoritenin değil
aksine zaafın alâmetleridir.”

Önce dille sonra tokatla


Bu beyanatım o zaman basında kuvvetli akisler uyandırmıştı.
Bizimkilere Meclis’te iktidar partisi tarafından önce dille teca-
vüz ediliyordu. Ondan sonra bu usul yeterli görülmemiş olacak ki
tokat, yumruk ve tekmeye döküldü. İlk dayağı yiyen de Kütahya
Milletvekili Ahmet Tahtakılıç oldu. Kendisi yaptığı bir konuşma-
dan sonra kürsüden inerken üç Halk Partili milletvekilin saldırısı-
na uğrayarak dövülmüştü. Büyük Millet Meclisi’nde herkesin gözü
önünde cereyan eden bu dövülme olayı Millet Partisi’ne karşı ikti-
darın güttüğü siyaseti apaçık ortaya koyuyordu.
İktidar partisinin ciddî bir muhalefet tarafından tenkit edilmeye
artık tahammülü kalmamıştı. Millet Partisi milletvekilleri
dövülmek suretiyle sindirilmek, henüz yeni yeni kurulmakta olan
bu parti boğulmak isteniyordu.
Aklıma hemen İttihat ve Terakki Fırkasının bir zamanlar bazı
muhaliflerini öldürmek yolunu tutmuş olması gelmişti. Ne olmuş-
tu bu tedhişin sonu? Üç beş milletvekilinin öldürülmesi bu partiye
ne kazandırmıştı? Şeref mi, başarı mı, sürekli iktidar zevki mi?
Bunların hiçbirisi olmamıştı. Aksine bunun memlekete büyük
zararları bile dokunmuştu. 1327 (1911) yılında o zamanki Meclis-i
Mebusan’da Serez Mebusu Derviş Bey, Arnavutluk Mebusu İsmail
Kemal Bey’e bir tokat atmıştı. Bu tokat Balkan Harbinde koca Ar-
navutluk’un aleyhimize dönmesine sebep olmuştu. Ufak görülen,

112
MURAT SERTOĞLU

basit görülen bazı olaylar ileride memlekete bu derece büyük zarar-


lar verebiliyordu.
Yeni seçimler 1950 yılında yapılacaktı. Buna bir yıl kala, yani
1949 yılında iktidar partisinin Demokrat Parti ile anlaşarak Millet
Partisi’ni belki de kapatmak ve böylelikle onu seçimlerin dışında
bırakmak için bazı teşebbüslere giriştiği görüldü.
Bunun nedeni ortada idi. Millet Partisi’nin büyük baskılara
rağmen büyük bir hızla gelişmekte olması her iki partiyi ürküt-
meye başlamıştı. Bu gidişle Millet Partisi’nin 1950 seçimlerinde,
bu seçimler dürüst olarak yapıldığı takdirde her iki partiden fazla
milletvekili çıkarmasından ve bir anda iktidara sahip olmasından
korkuyorlardı.
Bunu önlemek üzere iftira kampanyasına yeniden hız verdiler.
Ortalıkta Millet Partisi’nin hem komünist, hem de gerici bir parti
olduğu şeklinde birbirine uymaz garip iddia ve söylentiler dolaş-
maya başladı. Hükümet de bu gibi cereyanları şiddetle önlemek
üzere ceza kanununda bazı değişiklikler yapma kararını verdi.
Meclis’te bir Demokrat Partili milletvekili buna itiraz edecek
gibi olunca zamanın başbakanı Şemsettin Günaltay dayanamadı
ve bu kanunu hazırlarken Celâl Bayar’la da birkaç defa görüştüğü-
nü, onun da irticadan endişe ettiğini ve bu kanunu yerinde buldu-
ğunu ağzından kaçırıverdi.
Böylece bir çeşit intak-ı hak vâki oldu. Kanunun Millet Partisi
aleyhinde olmak üzere Halk Partisi’yle Demokrat Parti tarafından
el birliği ile hazırlanmış bulunduğu ifşa edilmiş oldu.

113
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

36
NASIL OLMUŞ DA
BAYAR’IN SÖZLERİNE KANMIŞTIM

İsmet Paşa için düzenlenen uydurma suikast


ihbarı üzerine Bölükbaşı ve Arna tutuklanmıştı

Dediğim gibi Millet Partisi iktidar Partisinin şimdi baş düş-


manı olmuştu. Bu gibi durumlarda muhalefet partilerinin birbirle-
rine yardımcı olmaları gerekirken Meclis’te bizden çok daha fazla
üyesi olan Demokrat Parti bize yardımcı olacağı yerde aksine bizi
boğmak isteyen iktidar Partisine yardım eder bir tavır takınmıştı.
Biz ise bütün bu zorluklara rağmen yılmadan çalışmakta, her zor-
luğa, her kahra göğüs germekte devam ediyorduk.
Kasım ayının ortasında hiç beklenmedik bir olayla karşılaştık.
Bizim Partinin Ankara teşkilâtının başına geçirdiğimiz Denizli
milletvekili Reşat Aydınlı, hâlâ anlayamadığımız bir nedenle hü-
kümete başvurarak sözüm ona bir suikast ihbarında bulunuyor.
Bu ihbara göre bizim partinin üç ileri gelen milletvekili General
Sadık Aldoğan, Osman Bölükbaşı ve Fuat Arna İstanbul’da İsmet
Paşa ile Celâl Bayar’a karşı bir suikast tertiplemiş imişler. Her iki-
sini öldürdükten sonra Bakanlar Kurulunu da devirecekler ve bu
komplonun sonunda iktidarı ellerine alacaklarmış.
Böyle bir ihbar ancak hasta bir kafanın mahsulü olabilirdi.
Fakat buna inanmak için de bir insanın aynı derecede bir dimağa
sahip olması gerekirdi. Halbuki Şemsettin Günaltay’ın böyle bir
kimse olduğunu hiçbir şekilde kabul edemem. Onun için, onun bu
ihbarı ciddi olarak kabul etmesini ve hemen savcıları ve polisi ha-
rekete geçirmesini hiçbir şekilde mâzur göremem.
Ama o bu işi yaptı. Osman Bölükbaşı ile Fuad Arna hemen
Ankara’da yakalanarak tevkif edildiler. General Sadık Aldoğan ve
diğer bazı milletvekillerinin evleri inceden inceye arandı. Hükü-
met bu vesile ile eline esaslı bir fırsat geçirmiş olduğunu ve Millet

114
MURAT SERTOĞLU

Partisi’ne kuvvetli bir darbe vurabileceğini sanıyordu.

Yakamızı bırakmıyorlardı
Girişilen sıkı tahkikat kısa bir zaman sonra bu ihbarın bir ha-
yal mahsulü olduğunu ortaya çıkarınca Osman Bölükbaşı ile Fuad
Arna bir hafta sonra serbest bırakıldılar. General Sadık Aldoğan’ın
evinden alınan kitaplar ve evrak da geri verildi. Fakat iktidar bir
türlü yakamızı bırakmıyordu.
Bizimkiler bütün kuvvetleri ile muhalefet görevini yerine geti-
rirlerken onlar da bizi sindirmek ve cezalandırmak için ellerinden
geleni yapmaktan geri kalmıyorlardı. Ne kadar yazık ki onlar bizi
düşman gözüyle görüyorlardı. Bizi kötülemek için ellerinden gelen
herşeyi yapıyorlardı. Bize her iftirayı reva görüyorlardı. Sesimizi
kesmek, işlerine gelmeyecek şekilde konuşanları ceza evlerine dol-
durmak, partimizi kapatmak için var kuvvetleri ile çalışıyorlardı.
O kadar özlediğimiz demokrasi rejimi bu mu idi? Böyle mi
olacaktı? Böyle mi olmalı idi?
Çekilmiş olduğum köşemde otururken politikaya karışmış
bulunduğum için büyük bir perişanlık duyuyordum.
Nasıl olmuş da Celâl Bayar’ın sözlerine kanmış, politikaya gir-
meye razı olmuştum. Ben milletvekili olduktan sonra Büyük Mil-
let Meclisi’nde bağımsız olarak kalacağımı umuyordum. Bu da, ol-
mamış olaylar beni politika gayyasına boğazıma kadar gömmüştü.

Yaşım yetmişi geçmişti


Ve ne yaparsam yapayım artık bundan sıyrılamayacağım da
ortada idi. Boynumda bana inanmış, ümidini bana bağlamış mil-
yonlarca kişinin vebali vardı. Bunları yüzüstü bırakabilir miydim?
Elbette buna hakkım yoktu.
Sonra bir defa söz de vermiştim. Ömrüm boyunca vermiş oldu-
ğum bütün sözlere sadık kalmıştım. Şimdi ömrümün sonunda mı
bundan vazgeçecektim? Elbette yapamazdım bunu.
Öbür taraftan sağlık durumumun da iyi gitmemekte olduğunun
farkında idim. Yaşım 70’i geçmişti. Partinin en ağır yükü benim
omuzlarımda idi. Bu halimle birçok şehirleri dolaşmak, kalabalık
halk kitleleri karşısında konuşmalar yapmak, dertlerini dinlemek,
bunlara çareler aramak zorunda idim. Bir seferinde Trakya’da yap-
tığım bir dolaşmadan sonra zatürreeye yakalanmış, aylarca hasta

115
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

yatmıştım.
Bu arada en sevdiğim ve takdir ettiğim inandığım bana Mil-
let Partisi’nin fahri başkanlığını kabul ettiren arkadaşım Kenan
Öner birdenbire vefat etmişti. Bu da moralimi çok sarsmıştı.
Zavallı Kenan Öner! O hakiki bir demokrasi âşığı, hakiki bir
vatanseverdi. Ömrünü bu yolda tüketmişti. Nice ve nice kahırlara
uğradığı halde hepsine cesaretle karşı koymuştu. Onun birdenbire
aramızdan ayrılışı bizim için büyük bir kayıptı.
Ama insanlar fâni değil miydi? Elbette bir gün ben de ölecek-
tim. Ve dünyaya veda edeceğim gün hiç de uzak değildi. Bundan
dolayı hiçbir tasam yoktu. Çok şükür Tanrı’ya da insanlara da bir
borcum yoktu. Tek tasam memleketim içindi.

116
MURAT SERTOĞLU

37
ÖLMEDEN UNUTULMAM İÇİN
HER ŞEYİ YAPTILAR

En ağırıma giden olay, Harbiye’nin 100. yılını kutlama


törenine çağrılmamış olmamdı

Vakitsiz olarak emekliye ayrılmak istenmemden itibaren bana


sürekli olarak bir çok haksız muameleler, hatta hakaretler yapıl-
mıştır. Bu arada fotoğraflarım resmi ve yarı resmi binalarda asılı
bulundukları yerlerden indirilmiş, okullarda okutulan İstiklâl Sa-
vaşı tarihlerinde adımın geçmemesi için büyük dikkatler harcan-
mıştır.
Bütün bu gayretlerin nedeni ortada idi. Daha ölmeden unutul-
mam için elden gelen her şey yapılıyordu.
Bütün bu gayretler İsmet Paşa’nın emri ile mi oluyordu?
Hayır buna da inanmam. Bu marifetler ondan çok etrafını
çeviren ve frenklerin “Kraldan çok kral taraftarı” dedikleri dal-
kavuklarının bir eseri olsa gerektir. Bunlar Milli Şeflerine yaran-
manın en kestirme yolunu bana çatmakta, beni küçültmek, unut-
turmak istemekte, beni kötülemekte, bana iftiralar yağdırmakta
bulan yaratıklardı.. Böyle davranmakla onun bir kata daha gözüne
gireceklerini ve mükâfatlandırılacaklarını umuyorlardı.
Hakikaten bu mükâfatlara kavuşuyorlar mı idi? Elbette orasını
bilemem.

İçim kan ağlıyordu


Bütün bu davranışlardan bana en çok dokunanı 1945 yılın-
da Harbiye’nin 100. yıldönümü kutlanırken bana reva görülen
muamele idi diyebilirim.
Bir asker için Harbiye’nin ne büyük bir mânevî değer taşımak-
ta olduğunu anlatmama lüzum yoktur. Bütün feyzimi bu kutsal
ocaktan almış bulunuyordum. Onun hayatta bulunan en kıdemli

117
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

mezunlarından biriydim. Ve yine Harbiye Mezunlarının hayatta


bulunanlarının en yüksek askeri rütbesini taşıyordum. Benden
başka mareşal yoktu.
Bu kutlama törenine emekli veya görevli bütün ileri rütbelerde-
ki askerler davetli idiler. Yalnız evet, yalnız ben davet edilmemiş-
tim. Beni unutmuşlardı.
Bunu bir türlü aklım, havsalam vicdanım kabul etmiyordu.
Böyle bir unutkanlığı nasıl yapabilirlerdi? Nasıl olur da bu törene
beni çağırmazlardı. Beni nasıl unutabilirlerdi?
Tabii kimseye bu derin üzüntümü belli etmiyordum. Lâkayd
görünmeye çalışıyordum.. Fakat içim kan ağlıyordu.
Ertesi gün gazetelerde yapılan törenin tafsilâtını, bu vesile ile
verilen nutukları da okuduğum vakit oraya davet edilmemiş olma-
mın hiç de korkunç bir unutkanlık olmadığını iyice anladım. Har-
biye Okulu komutanı olan general, okulun tarihini ve yetiştirdiği
kimseleri anlatırken beni yine atlamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın
ve Milli Şef dediği İsmet Paşa’nın da Harbiye’den mezun oldukla-
rını parlak cümlelerle naklederken bu arada da benim adımı geçir-
meye lüzum görmemişti.
Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda Büyük Millet Meclisi baş-
kanı da olmak sıfatiyle başkomutandı. Ve Büyük Millet Meclisi sa-
dece ona ve bana askerlik rütbelerinin en yüksek olan mareşallik
rütbelerini tevcih etmişti. Mustafa Kemal Paşa üstelik Büyük Mil-
let Meclisinin tarihî toplantısında Büyük Taarruzun plânını benim
hazırlamış bulunduğumu söylemek suretiyle zaferin en büyük şe-
ref payını bana vermek lütfunda bulunmuştu. Kıdem itibariyle de,
rütbe itibariyle de bütün askerlik hayatım süresince İsmet Paşa’dan
çok ilerde idim. Zaman zaman benim yanımda ve maiyetimde hiz-
met görürken bahsetmek istemediğim bir çok hatalarını örtmeye
çalışmıştım. Eğer Harbiye’den mezun olanların adları anılacak idi
ise benim adımın İsmet Paşa’dan çok daha önce anılması gerekirdi.

Bir hatırlayan çıktı


Ne yazık ki okul komutanı da beni unutmuş bulunuyordu.
Sonra gözüm Harbiye’nin en eski ve en yaşlı mezunu sıfatıyle
konuşan Korgeneral Esat Bülkat’ın sözlerine ilişti. Kendisini Ar-
navutluk ve Çanakkale’den tanıdığım, bana da, Mustafa Kemal
Paşa’ya da komutanlık etmiş bulunan bu yaşlı generalin sözlerini

118
MURAT SERTOĞLU

okurken gayri ihtiyari gözlerim yaşardı.


Bir Esat Paşa beni unutmamıştı. Harbiye’nin yetiştirdiği ko-
mutanlardan bahsederken benden de bahsetmek kadirşinaslığını
göstermişti.
En çok şaştığım şeylerden biri de Taksim’deki heykelde Ata-
türk’ün yanındaki heykelime dokunmamaları idi. Göze mi çarp-
mıyordum? Yoksa cüretlerini bu derece artırmaktan korkuyorlar
mı idi? Bilmiyorum. Belki de akıllarına gelmemişti.. Yahut da be-
nim heykelimi kırarlarken İsmet Paşa’nın ve Atatürk’ün heykelle-
rine de bir zarar gelmesinden çekiniyorlardı.
Herşey olabilirdi.
İnsanlarda vefa aramanın çok boş şey olduğunu bilmez
değildim. Ama bana karşı yapılan bütün bu şeyler vefasızlık
sınırlarını çoktan aşmıştı. Bir çeşit düşmanlık halini almıştı.
Bu davranış yalnız bana karşı yapılıyor da değildi. Vefakâr
eşim Fıtnat, kızkardeşim Nebahat da Çankaya Hanımları diyebi-
leceğim kimselerin zaman zaman alaylarına, hatta hakaretlerine
uğramaktan kurtulmuş değillerdi. Evvelce kendilerine dalkavuk-
luk yapmak için ellerinden gelen herşeyi yapanların yine en iyile-
ri, şimdi onları görünce kendilerini selâmlamamak, selâmlamak
zorunda kalmamak için yollarını değiştirenlerdi. Öbürlerini varın
siz düşünün.

119
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

38
NE KOMÜNİSTLİĞİM KALDI,
NE YOBAZLIĞIM

İktidar partisi gazeteleri bana karşı şiddetli


bir hücuma kalkmışlardı

İkinci Cihan Savaşı sırasında Alman Ordularının bir taarruz


ihtimalini düşünerek Trakya’da bir müdafaa hattı vücuda getiril-
mesini lüzumlu görmüştüm. Bu hat yapıldı ve ona adıma izafeten
“Çakmak Hattı” denildi. Nazi orduları ileri geçseydi onları ilk
olarak bu müdafaa hattında durdurmaya çalışacak, böylece birçok
memleket evladının da hayatları kurtarılmış olacaktı.
Almanlar Trakya sınırlarımıza kadar geldikleri halde bize sal-
dırmadılar. Biz de bu müdafaa hattını kullanmak ihtiyacında şü-
kürler olsun kalmadık.
Bu Çakmak Hattı yapıldıktan sonra Edirne ile Uzunköprü ara-
sındaki demiryolunda, Uzunköprü’den hareketle Yunan sınırına
girilirken yapılan köprü durağına da benim adım verilmişti. Ben
siyasî hayata atılır atılmaz yapılan ilk işlerden biri de durağın adını
değiştirmek oldu. Resmî Gazete’de “Çakmak” olan durağın adının
“Demirköprü”ye çevrildiğini okuyan bir arkadaşım bana bunu
haber verdiği zaman buna hiç şaşmadım.
Bazı gazeteler de bu haber üzerinde o zaman durmuşlar ve bu-
nun ayıp bir davranış olduğunu yazmaktan çekinmemişlerdi. Beni
asıl şaşırtan şey başka idi. O da, Adana’dan Ayıntab’a kadar uza-
nan demiryolundaki Fevzi Paşa istasyonunun adının değiştirilme-
mesi idi.
Bunun eski adı Keller idi. Önemli bir kavşak yeri olan bu yere
ilk olarak 1925 yılında gitmiştim. Halk beni büyük bir sevgi ile kar-
şılamış ve benden buraya adımın konulması için izin istemişlerdi.
Ben de bunu kendim için bir şeref bilerek kabul etmiştim.
Bununla beraber yeni iktidar için unutturulmaya çalışan tek

120
MURAT SERTOĞLU

insan ben değildim. Bu memleketin kurtuluşunda en büyük payı


bulunan Atatürk de aynı şekilde sinsice kasıtlara uğruyordu. He-
nüz resimleri resmî binalardan indirilmiş değildi ama paraların
üzerinden ve posta pullarından çoktan kaldırılmıştı.
Onun devrinde memleketin hayrına her ne yapılmış ise herşe-
yi yapan İsmet Paşa idi. Çünkü Başbakan o idi. İcra kuvvetlerine
o başkanlık ediyordu. Birinci İnönü, İkinci İnönü zaferleri onun
eseri idi. Garp cephesi komutanı olmak sıfatıyla Yunanlılarla yapı-
lan savaşları o kazanmıştı. Lozan sulhu onun eseri idi. Demiryol-
ları ve bütün fabrikalar onun eseri idi. Memleketi harbin dışında
tutmuştu.
Peki ya Mustafa Kemal Paşa ne yapmıştı?
O, yalnızca akşamları içki sofralarında vakit geçirmişti. Hani
utanmasalar Millî Hareketi başlatanın, Mustafa Kemal Paşa’yı
Anadolu’ya gönderenin de o olduğunu ileri süreceklerdi.
Tekrar ediyorum ben bütün bu propagandaların hep İsmet
Paşa’nın verdiği emirlere yapıldığına inanmıyorum. Bunu yapan-
lar hep çevresini çeviren kişilerdi. Onu yeryüzüne eşi gelmemiş
büyük bir dâhi, büyük bir kurtarıcı olarak tanıtmak istiyorlardı.
Acaba buna kendileri de inanıyorlar mı idi? Hiç sanmam.
Nitekim 1946 seçimlerinden sonra ona çok yakın bilinen pek
çok kimse kendisini bırakarak istikbalini daha parlak gördükleri
Celâl Bayar’ın etrafında koşmaya başlamışlardı.
Ben daha politikaya girmeden önce bana reva görülen şeylerden
sadece bir kısmını anlattım. Politikaya girdikten sonra ise iktidar
partisinin gazeteleri tarafından bir kat daha ağırlaşan hücumları
ile karşılaştım. Ne komünistliğim kaldı, ne yobazlığım..
Ama halk arasına katıldığım gün öylesine büyük bir sevgi ve
muhabbetle karşılanmıştım ki şaşırmaktan kendimi alamadım.
Halk tarafından bu kadar büyük bir sevgi ile, bu kadar yürekten se-
vilmekte olduğumu hayalimin kenarından bile geçirmiş değildim.
Demek istediğim şudur: Çok kimseler halkı kandırmanın kolay
bir şey olduğunu sanır, buna inanırlar. Bu inanç kökünden yanlış
bir inançtır.
Millî Mücadele sıralarında Damat Ferid Hükümetleri Anado-
lu’da başlayan Millî Hareketi az mı kötülemişlerdi. Hakkımızda
az mı iftiralarda bulunmuşlardı! Bizi bağî, yani haydut; padişaha,
halifeye karşı çıkmış eşkıya takımı şeklinde göstermek için az mı

121
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

gayret harcamışlardı.
Bunların ne faydası olmuştu? Hiç.. Halk Anadolu hareketinin
haklı bir hareket olduğuna inanmıştı. Onun başında bulunanlara
da tam olarak güveniyordu. Bunların namuslu kimseler oldukları-
nı biliyordu. Onun içindir ki hakkımızda yapılan en alçakça iftira-
lar hiçbir akis bulamamıştı.
Tarihimizde bunun gibi daha nice ve nice misaller bulunduğu
halde dediğim gibi emekliye ayrıldığım günden itibaren beni kü-
çük düşürmek, beni lekelemek, halkın sevgisini benden uzaklaştır-
mak için yine de ellerinden gelen herşeyi yaptılar.
Fakat bütün bu gayretleri boşuna oldu. Türk halkı bana hayatı-
mın en büyük mükâfatını vermiştir. Bu mükâfat sevgi, muhabbet
ve bana inançtır. Onun içindir ki onlara eğer kalmışsa bütün hak-
kımı helâl ediyorum. Bana haksızlık ve düşmanlık edenlere gelin-
ce, onları da bağışlıyorum.

122
MURAT SERTOĞLU

39
O DAĞ GİBİ ADAM
BİR MUM GİBİ ERİYİP GİDİYORDU

Hayat, Mareşal’ı çok yıpratmıştı, politikaya


atılmasa belki daha çok yaşardı

Mareşal Fevzi Çakmak’ın yeğeni sayın Adnan Çakmak amca-


sı büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak’ın rahatsızlığını ve vefatını
şöyle anlatır:
“-Amcanın yaşı 70’i geçmişti. Ve hayatı çok ağır şartlar altın-
da geçmişti. Hiçbir suiistimali olmadığı halde geçirdiği askerlik
hayatı ona iyiden iyiye yıpratmış bulunuyordu. Bilhassa Filistin
Cephesinde yakalandığı amipli dizanteriden hiçbir zaman tam
olarak kurtulmuş sayılmazdı. Sonra da kendisinde şeker, bu da
yetmiyormuş gibi prostat hastalıkları belirdi.
Eğer politika hayatına atılmasa, kendisini rahat bıraksalar-
dı muhakkak ki çok daha fazla yaşardı. Onu, girmek zorunda
kaldığı siyasi hayat haddinden fazla yormuştu. Hele yapmak
zorunda kalmış bulunduğu bazı yolculuklar kendisini fazla-
sıyla yıpratmıştı. Trakya’da yaptığı bir geziden sonra zatürreeye
yakalanması bünyesini çok zayıf düşürmüştü. Aylarca yatağında
hasta yatmak zorunda kalmış, çok da kilo vermişti. İşte prostat
hastalığı da zaten kendisini bundan sonra göstermeye başlamıştır.
Amcamı tedavi eden doktorlar bu durum karşısında ameli-
yata lüzum görmüşlerdi. Çaresiz kabul ettik. Amcamın prostat
hastalığı 1949 yılının Ekim ayında başlamıştı. Bu ameliyat iki
seferde yapılacaktı. İlk ameliyat da Nişantaşı Sağlık Evi’nde 1950
yılının Ocak ayında yapıldı.
Doktorlar bu ameliyatın başarılı geçmiş olduğunu söylemiş-
lerdi. Bu da biz yakınlarını pek sevindirmişti.
Paşa ameliyattan sonra bir kat daha zayıf düşmekle beraber
oldukça iyi görünüyordu. Istırabı az çok hafiflemişti. Bir haf-

123
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

ta sonra da ziyaretçilerini yeniden hastanedeki odasında kabul


etmeye başladı. Bunların bir kısmı Tayyip Gökbilgin gibi şahsî
dostları fakat çoğunluğu parti arkadaşları idiler.
Seçim kanunu değiştirilmiş, seçimler Türk hâkiminin mu-
hakemesine bırakılmıştı. Seçim tarihi de 14 Mayıs 1950 olarak
kararlaştırılmış bulunuyordu.
Amcam seçim kanununun değiştirilmiş bulunduğuna pek
memnundu. Bu durum karşısında seçimlerin dürüst olarak ya-
pılabileceğini, seçimlere fesat karıştırılmayacağını umuyordu.
Seçimlerin yaklaşmış bulunması bütün partilerin faaliyetini ar-
tırmış bulunduğu gibi Millet Partisi’ndeki çalışmaları da sıklaş-
tırmıştı. Halbuki doktorlar Mareşalin mümkün olduğu kadar
fazla dinlenmesini, rahatsız edilmemesini istiyorlardı. İstiyor-
lardı, ama olmuyordu.
O dağ gibi adam adeta bir mum gibi eriyip duruyordu. Bize
belli etmemeye çalışmakla beraber büyük bir ıstırap çekmekte
olduğu ortada idi. Bunu gayet iyi anlıyorduk. Zaten az olan uy-
kusu büsbütün yok olmuştu. Hemen hemen hiç uyumuyordu.
Üstelik bu halde olmakla da kalmıyordu. Birincisinden
daha ağır geçmesi beklenen ikinci bir ameliyat daha geçirmesi
gerekiyordu. Doktorlar bunun şart olduğunu söylüyorlardı.
Halbuki İngiltere’de bu çeşit ameliyatların bir defada yapıl-
dığını ve çok başarılı sonuçlar alındığını biliyorduk. Nitekim
Celal Bayar da aynı prostat hastalığına yakalanmış. Londra’da
bir defada yapılan başarılı bir ameliyattan sonra tamamiyle iyi-
leşerek memleketine dönmüştü.
Sonradan pek çok kimseler bize neden bu yolu tutmamış ol-
duğumuzu sordular. Bunun nedeni çok basitti. Mareşal bu ame-
liyatın bedelini ödeyemeyecek derecede fakirdi. Hiçbir yerde
birikmiş parası yoktu.
Hatta ilk ameliyattan sonra doktorlar kendisini hastane ya-
kınlarında kiralayacağımız bir apartmana nakletmemizi, orada
belki daha iyi dinleneceğini, daha rahat edeceğini söylemişlerdi.
Biz de bu öğüde kulak asarak bir yer aradık.
Fakat bulmak mümkün olmadı. Kiraların çok yüksek olması
dışında bizden en azından 10 bin lira hava parası isteniyordu.
Ameliyat ücretleri, oda kirası ve hastane masrafları da göz önü-
ne alındığı takdirde bizde bunları karşılayacak para yoktu.

124
MURAT SERTOĞLU

Evet, Maraşalin İzmir’de İzmirlilerin kurtuluş hatırası ola-


rak Atatürk’e, İsmet Paşa’ya olduğu gibi kendisine de hediye et-
tikleri bir evi vardı. Ve buna büyük bir para veriyorlardı.
Ancak Mareşal çok sevdiği İzmir halkının çok büyük manevî
kıymet verdiği bu hediyesini satmayı aklının ucundan bile ge-
çirmiyordu. Orasını yüksek tahsil gençliğine bir yurt yapmak
gibi bir hayır işine vakfetmeye niyeti vardı. Ne yazık ki bu niyeti
hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti.
Bu mali imkansızlıklar yüzünden amcam hastaneden
çıkamadı. Ve ikinci ameliyatını da aynı hastanede geçirdi.
Bu ikinci ameliyat 3 Nisan Pazartesi günü yapıldı. Ameliyat-
tan sonra ise kendisini daha rahat ve iyi hissettiğini söyleyince
hepimiz bayram yaptık.
Ne yazık ki bu iyi gibi görünen hali 48 saatten fazla sürmedi.
Sonra birden ateşi yükseldi. Ağırlaştı.. Bir hafta sonra da hepi-
mizi sonsuz acılar içinde bırakarak ebediyete intikal etti.

125
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

40
MAREŞALİN TABUTU
ELLER ÜSTÜNDE UÇUYOR GİBİYDİ

İsmet İnönü’nün son saatlerini yaşamakta olan Mareşalı


ziyaret talebi reddedildi ve dargın ayrıldılar

Rahmetli amcam Fevzi Çakmak’ın 3 Nisan 1950 Pazartesi


günü yapılan ikinci ameliyattan sonra vücutça çok zayıf düştüğün-
den kendisine birkaç defa kan verilmişti. 40’a kadar yükselen ateşi
de komaya girişi de bundan sonra başlamıştı.
Biz büyük bir ümitsizlik içinde çırpınıyorduk. Doktorlar da bu
durum karşısında Allah’tan başka ümit kalmadığını söylemek zo-
runda kalmışlardı.
İşte mareşalin bazen kendisine gelebildiği, fakat çoğunlukla
büyük bir dalgınlık içinde yattığı o kahredici, ümitsiz günlerde
eski silâh arkadaşı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kendisini ziyaret
etmek isteğini göstermişti. Ve hastaneye de gelmişti.
Fakat ailesi bu ziyarete izin vermedi. Mareşalin durumu çok
ağırdı. Bu halde iken karşısında İsmet Paşa’yı görmek, üzerinde
önceden kestirilemeyecek tepkiler yaratabilirdi. Zaten doktorlar da
artık ona yapılacak bütün ziyaretleri yasaklamış bulunuyorlardı.
Mareşal Çakmak 10 Nisan Pazartesi günü sabahı saat 6,5’ta
dalgın halinden gülümseyerek uyanmış, fakat yanındakilerle ko-
nuşacak halde olmadığı için bir şey söylememiş, bu hali bir saat
kadar sürdükten sonra ağzından “Allah, Allah” kelimeleri çıkmış
ve başını yanına çevirerek tertemiz ruhunu o büyük varlığa teslim
etmişti.
Büyük adamın ölüm haberi çok çabuk duyuldu. Ve hastaneye
hemen ziyaretler başladı. Gelenler arasında zamanın vali ve bele-
diye başkanı da vardı. Hükümet adına resmi taziyette bulunuldu.
Amcamın parti arkadaşları ise hem üzgün ve perişan hem de şaş-
kın idiler. Bu beklenmedik ölümün bir ay sonra yapılacak olan se-

126
MURAT SERTOĞLU

çimlerde Millet Partisi’nin şansını çok sarsacağını gizlemiyorlardı.


Mareşalı kaybetmekle Millet Partisi en büyük dayanağını kaybet-
mişti… Bunu hepsi de kabul ediyorlardı.
Nitekim de öyle oldu. 14 Mayıs seçimlerinde muhalefet oyları
olduğu gibi Demokrat Partiye aktı. Ve Demokrat Parti’yi iktidara
getirdi.
Mareşal için askeri bir cenaze töreni tertip edilmişti. Bu tören
iki gün sonra yapıldı.
Ama bu tören hiç de umulduğu ve istenildiği gibi olmadı. Yüz-
binlerce İstanbullu Mareşal’ın aziz naaşının içinde bulunduğu
tabutu top arabasına bırakmadılar. Tabut birden havalandı. Eller
üstünde âdeta uçmaya başladı.
Ben tabutu bir defa Harbiye’de görebildim. Sonra kaybettim.
Ancak Beyazıd’da bir defa daha görebildim. Ama kalabalıktan ya-
nına bile yaklaşamadım. Yeniden kaybedince bu defa Eyüp’teki aile
kabristanına koştum. Cenazenin oraya gömüleceğini biliyordum..
Ve ancak bu sayede amcama son görevimi yapabildim.

Nasıl bir insandı?


Rahmetli amcam Mareşal Fevzi Çakmak çok mazbut bir aile
reisi idi. Özel hayatını da son derece sade geçirirdi.
Sabahları çok erken kalkar, bir yumurta ile birkaç zeytinden
ibaret olan hafif kahvaltısını yaparken gazetelere göz gezdirir, gi-
yindikten sonra Bakanlıklara kadar yürür, ondan sonra arkasın-
dan gelen makam arabasına binerek Genelkurmay Başkanlığı’na
giderdi.
Genelkurmay’daki çalışmaları akşam 19.00’a kadar sürerdi…
Sonra yine arabasına binerek doğruca evine gelirdi. Eve varınca
resmi elbisesini çıkarır, elini yüzünü yıkar, gecelik kıyafetini giyer
ve saat tam 19.30’da sofradaki yerini alırdı.
Hiçbir zaman fazla yemek yemez, tabii içki olarak da ağzına bir
damla bile bir şey almazdı. Esasen ömrü boyunca ne içki ne de si-
gara içmiş değildi.
Aile sofrasında yediği akşam yemeğinden sonra salonda bir
süre dolaşmak âdetinde idi. Bu arada ailesi efradı ile, pek nadir ola-
rak varsa misafirleri ile konuşur, hoş beş ederdi. Böylece bir saat
kadar vakit geçirdikten sonra okuma zamanı gelirdi.
Bilmem ki dünyada onun kadar okumayı seven ve okuyan baş-

127
MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK’IN HATIRALARI

ka bir kişi var mı idi? Hangi kitabı okuyorsa bunu alır, köşesine
çekilir ve okumaya dalardı. Biz o zaman kendisini rahatsız etme-
mek için aramızda ancak yavaş sesle, o da pek az olmak şartıyle
konuşurduk.
Amcamın bu okuma faslı tam 22.45’e kadar sürerdi. O zaman
kitabını kapatır ve radyoyu açar, ajans haberlerini sonuna kadar
büyük bir dikkatle dinlerdi. Ajans haberleri tamamlanınca kalkar;
- “Allah rahatlık versin!” diyerek yatak odasına çekilirdi.
Cumartesi günlerini kendisi için süt günü olarak kabul eder ve
perhiz yapardı. O gün yalnız süt içerdi. Özel ziyaretleri de Cumar-
tesi günü Genelkurmay’da kabul ederdi. Bunlar hiçbir zaman fazla
olmazdı. Çoğunluğunu da askeri okul ve silâh arkadaşları teşkil
ederdi. Onlarla konuşmaktan eski hâtıralarını tazelemekten çok
zevk alırdı. Bunun için de Cumartesi akşamları eve geldiği zaman
pek neşeli olurdu.
Bakın, hatırıma geldi. Son defa tarihî bir hakikat olarak bunu
da kaydetmek isterim:
Cuma tatili Pazar’a çevrildikten sonra bazı kimseler Şeker ve
Kurban Bayramlarını da resmî tatil günleri arasından çıkarmak is-
tedikleri vakit Mareşal hemen Atatürk’ün yanına gitmiş ve gerekli
şeyleri söyleyerek böyle Türk ve İslâm geleneklerine uymayan bir
kararın alınmasına engel olmuştur.
Allah’ın bütün rahmetleri onun üzerinde olsun!...”

SON

128

You might also like