Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 104

Christian Wolff

Genel Felsefe
PİNHAN YAYINCILIK
Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215
Topkapı/Zeytinbumu İstanbul
Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74
www.pinhanyayincilik.com
info®pinhanyayincilik.com
Sertifika No: 40676

Kaynak Metin: Preliminary discourse on philosophy in general, Wolff,


Christian, Freiherr von (1679-1754), Indianapolis, Bobbs-Merrill,
1963.

Genel Felsefe
Christian Wolff

©Pinhan Yayınalık, 2020


Türkçe çeviri©M. Mağsum Gökyüz

Birinci Basım: Kasım 2020

Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever


Çeviri Editörü: Y. Gurur Sev
Kapak Tasarımı: Mahmut Sever
Dizgi: Özlem Sümbül

Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt:


Yaylaak Matbaaalık San. Tic. Ltd. Şti.
Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203
Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03
Sertifika No: 44865

Pinhan Yayınalık
254
ISBN: 978-605-7768-37-7

Bu kitabın tüm yayın haklan saklıdır. Taruhm amaayla, kaynak gös­


termek şarhyla yapılacak kısa alınhlar dışında gerek metnin, gerek
görsel malzemenin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla
çoğalhlması, yayımlanması ve dağıhlması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi
ve manevi haklarının çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturur.
Genel Felsefe

Christian Wolff
çeviren
M. Mağsum Gökyüz

�2
İçindekiler

I
İnsan Bilgisinin Üç Türü: Tarih, Felsefe, Matematik 1 7

II
Genel Felsefe 1 19

III
Felsefenin Kısımları ya da Dalları 1 33

IV
Felsefede Yöntem 153

v
Felsefede Üslup 1 69

VI
Felsefe Yapma Özgürlüğü I 77
I
İnsan Bilgisinin Üç Türü: Tarih, Felsefe, Matematik

1. Maddi alemde olan ve husule gelen şeyleri duyularla bi­


liriz. Ve zihin, kendi içinde husule gelen değişimlerin bilincinde­
dir. Kimse de bundan bihaber değildir-yeter ki dikkatini kendi­
ne yöneltsin. *Duyuların öncülüğünde hayvanların, bitkilerin ve
madenlerin var olduğunu; güneşin doğup bathğını; aklın yönet­
tiği insanın hayvanların en az güçlüsü olduğunu; ruhun geçmişi
hatırlayabildiğini; bilinmeyenin arzu edilmediğini biliriz.
2. imdi, duyuların maddi alemde olan ve husule gelen şey­
lerin bilgisine ne kadar nüfuz ettiğini veya ruhun kendi içinde
husule gelen şeylerin bilincinde olup olmadığını araştırmıyoruz.
Bunları başka yerde ele alacağız.1 Şimdilik duyular aracılığıyla ve
dikkati kendimize yönelterek elde ettiğimiz bilgilerden kuşku
duyulmayacağına dikkati çeksek yeter. Burada bu bilginin sınır­
larının üzerinde durmuyoruz, zira bu mevcut tartışma için yarar­
sız olurdu.
3. Maddi alemde ya da maddi olmayan tözlerde olan ve
husule gelen şeylerin bilgisine "tarih" denir. *Örneğin, güneşin
sabahlan doğup akşamları bathğını; baharın başında ağaçların
tomurcuklarının çiçek açhğını; hayvanların üreyerek nesilden
nesile çoğaldığını ve iyi veçhesinin alhndaki şeylerden başka bir
şey arzu etmediğimizi bilen kişi tarihsel bilgiye sahiptir.
4. Mevcut olan veya husule gelen şeylerin neden var ol­
duklanru ya da husule geldiklerini anlamaya yarayan bir nedeni
vardır. Bu ifadenin doğruluğu örneklerden açıktır-yeterli ilgi ve
gerekli zekaya sahip olduğumuzu varsayarsak. *Örneğin, güneş
ışınlan belirli bir yasaya göre düzenlenmiş su damlacıklarına
düşmedikçe gökkuşağı husule gelmez. Gökler bulutlarla kaplı
olmadıkça ve havanın durumu yağmurun oluşması için elverişli
olmadığı sürece yağmur yağmaz. Zihin, iyi olduğuna hükmet-

1 Psychologia empirica, #234.

7
medikçe belirli bir nesneyi arzu etmez. Zihin sadece iyiyi arzu
eder çünkü iyideki hazzı algılar.
5. Ne bir önceki ifademi daha açık hale getireceğim ne de
onun evrenselliğini kanıtlayacağım. Bu meseleyi bir başka yerde
daha detaylı soruşturacağız.2 Şimdilik, sadece tecrübeyle sabit
olanı ortaya koysak yeter. Bütünüyle nedenden yoksun şeylere
ilişkin aksi örnekler sunmak mümkün değil. Nedeni gizli saklı
olan örnekler verilebileceğini inkar etmiyorum. Ancak, en azın­
dan, halihazırda hiçbir nedeni olmadığı açıkça gösterilebilecek
örnekler olduğunu reddediyorum. Buradaki görevimiz, öne sü­
rülmüş olanların evrenselliğini kanıtlamak da değil. Herkesin
önceki iddianın doğruluğunun apaçık olduğu çok sayıda durum
olduğu konusunda hemfikir olması yeterli. Aynca, olan veya hu­
sule gelen şeylerin nedenlerinin bizce bütünüyle bilindiğini de
düşünmüyoruz, herkesin görmesi için nedeni ortaya koyduğu­
muz yerler hariç. Bu nedenle, mevcut amaçlarımız için, iddia edi­
len şeyin evrenselliğinin kabul edilmesi veya kuşkulu görülmesi
ya da tamamen reddedilmesi arasında bir fark yoktur. Nedenlere
ilişkin bilgimize dair herhangi bir şart ileri sürmüyoruz.
6. Olan veya husule gelen şeylerin nedeninin bilgisine fel­
sefe denir. •örneğin, felsefi bilgiye sahip kişi, nehir yatağındaki
suyun hareketi hakkında, bu hareketin tabanın eğimine ve yuka­
rıdan gelen basınca nasıl bağlı olduğunu açıklayabilen kişidir.
Ayrıca felsefi bilgiye sahip kişi, arzunun felsefi bilgisine de sa­
hiptir, ki belirli bir nesneye duyulan arzunun neden o nesnenin
bilgisinden kaynaklandığını gösterebilir.
7. Felsefi bilgi, tarihsel bilgiden farklıdır. Tarihsel bilgi, ol­
gunun yalın bilgisinden ibarettir (#3). Felsefi bilgi ise bir adım
daha ileri gider ve olgunun nedenini gözler önüne serer ki, böy­
lece bu tür bir şeyin neden ortaya çıkabileceği kavranabilsin (#6).
Buradaki büyük farkı görmemek mümkün mü? Olgunun yalın
bilgisi ile olgunun nedensel bilgisi hiçbir suretle aynı şey değil­
dir. •örneğin, bir nehrin yatağında suyun akhğını bilmek bir
şeydir; bunun tabanın eğimi ve yukarıdan gelen basınç nedeniyle
olduğunu bilmek başka bir şeydir. İlki olguyu ifade eder; ikincisi
ise olgunun nedenini ihtiva eder.
8. Bir olgunun başka insanlar tarafından iddia edilen ne­
denini bilen kişi, başka insanların felsefi bilgisine dair tarihsel

2 Philosophia prima sive ontologia, #56.

8
bilgiye sahiptir. Zira bir olgunun başka insanlar tarafından iddia
edilen nedenini bilen kişi, söz konusu durumda o insanların fel­
sefi bilgisinin ne olduğunu bilir (#6). İmdi, bir başka insanın fel­
sefi bilgisi bir olgudur. Dolayısıyla bunu bilen kişi bir başkası
hakkında bir olguyu bilir ve sonuç itibarıyla bu başkasının sahip
olduğu felsefi bilginin tarihsel bilgisine sahiptir. •örneğin, bir in­
san Isaac Newton'un Güneş'in çevresinde dönen gezegenlerin,
kuyrukluyıldızların ve gezegenlerin uydularının (mesela Jüpi­
ter'in ve Satürn'ün çevresindeki uydusunun ve Dünya'nın çevre­
sindeki Ay'ın) elips şeklindeki hareketinin nedeninin bu gökci­
simlerinin bir çekim kuvvetine maruz kalmaları ve merkez ola­
rak Güneş'e veya merkez olarak Güneş'in etrafında dönen geze­
gene doğru yerçekimi kuvveti ile hareket ettirilmeleri olduğunu
söylediğini bilir. Böyle bir insan, gezegenlerin ve kuyruklu yıl­
dızların hareketi ile ilgili yüce bir adamın felsefi bilgisine dair ta­
rihsel bilgiye sahiptir. Çünkü bir olguyu bilir, yani Newton'un
gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların elips şeklindeki hareketinin
fiziksel nedenleri hakkında ne düşündüğünü bilir.
9. Eğer biri, bir olguya dair başka biri tarafından ileri sürü­
len nedenin gerçekten o olgunun nedeni olduğunu nasıl ispatla­
yacağını bilmiyorsa, söz konusu olgunun felsefi bilgisinden yok­
sundur. Sadece olgunun bir başkası tarafından ileri sürülen belir­
li bir nedeni olduğunu bilir; bunun neden ilgili olgunun nedeni
olduğunu bilmez. Bu nedenle, bu kişinin nedenin bilgisine sahip
olmadığı söylenmelidir. Böyle bir durumda o kişinin felsefi bil­
giden yoksun olduğundan şüphe edilebilir mi (#6)? •örneğin,
Newton'un Güneş'in etrafında dönen gezegenlerin bir merkez
olarak Güneş'in ve uyduların da Güneş'in etrafında dönen geze­
genlerin çevresinde yaphğı elips şeklindeki hareketin nedeninin
çekim kuvveti ve yerçekimi olduğunu ortaya koyduğunu bilen
biri olsun. Ancak dairesel hareketin ve özellikle elips şeklindeki
hareketin, çekim kuvvetinden ve dönüş hareketinin kaynaklan­
dığı cismin merkezine doğru yerçekiminden nasıl etkilendiğini
seçik bir şekilde açıklayamadıkça ve böylece gezegenlerin çekim
kuvveti tarafından hareket ettirildiğini ve yerçekimi kuvvetiyle
doğrusal hareketten uzaklaşhrıldığını kanıtlayamadıkça, bu kişi
gökcisimlerinin hareketlerinin felsefi bilgisine sahip değildir.
10. Tarihsel bilgi -tecrübe [i] olan, [ii] husule gelen ve [iii]
gelebilecek olan şeylerin nedenini verebilecek şeyleri tesis ettiği
sürece- felsefi bilgiye temel teşkil eder. Tecrübeyle tesis edilen

9
şeyler tarihle bilinir (#3). Ve eğer siz, buradan hareketle olan ve­
ya husule gelen şeylerin nedenini keşfederseniz, felsefi bilgi
üretmiş olursunuz (#6). Dolayısıyla tarih felsefi bilginin zemini­
dir. *Örneğin, deneylerden havanın hem ağırlığa hem de esnek­
liğe sahip olduğunu öğrenen, ama havanın ağırlığının ve esnek­
liğinin nedenini bilmeyen biri olsun. Bu kişi, buradan hareketle,
tulumbalarda ve yapay çeşmelerde, mesela Heron Çeşmesi'nde,
suyun yükselmesinin nedenini keşfedebilir. Böyle bir kişi, hava­
nın ağırlığı ve esnekliğine ilişkin tarihsel bilgiye sahiptir ve bu
bilginin üzerine tulumbayla çektikçe yükselen ve çeşmelerden
akan su hakkında felsefi bilgi inşa edebilir.
11. O halde, tarihsel bilginin felsefeye gönül verenler tara­
fından ihmal edilmemesi gerektiği açıkhr. Tarih, felsefeden önce
gelmeli ve sürekli olarak felsefe ile birleştirilmelidir. Tarihsel bil­
gi, felsefe için temel teşkil ettiği zaman (#10), yalnızca hakikaten
var olan ve husule gelen şeyler mümkün olarak kabul edilir (#3).
Ve böylece tarih üzerine inşa edilmiş felsefi bilgi, sağlam ve sar­
sılmaz bir temele bağlı olur. O halde, felsefi bilgiye gönül verenin
bu temel üzerinde çalışması gerektiğini kim inkar edebilir? De­
mek ki tarih felsefeyi öncelemelidir ve sürekli olarak felsefe ile
birleştirilmelidir-ki sağlam bir temelden yoksun kalınmasın.
12. Daha önce (#10) sadece fizikten örnekler vermiş olsak
da, yukarıda (#11) söylediklerimiz diğer tüm bilgi türlerine uy­
gulanabilir. İlk felsefe gibi soyut bilim dallarındaki temel kav­
ramlar, tarihsel bilgiyi tesis eden tecrübeden türetilmelidir (#3).
Ahlak ve yurttaşlık felsefesi de ilkelere ihtiyaç duyar. Hatta ma­
tematik bile bazı aksiyomlarını ve nesnesinin kavramlarını türet­
tiği tarihsel bilgiyi peşinen kabul eder. Bu, saf matematik hak­
kında kendi görüşümdür. Karma matematikte aynı şey daha bile
açıkhr. Nitekim onları karıştırmayalım diye (#7) tarihsel bilgiyi
felsefi bilgiden (#3, #6) dikkatlice ayırdık, bununla beraber tarihi
küçümsemedik veya onu reddetmedik (#11). Daha ziyade, her
ikisine de hak ettiği değeri verdik. Sahiden de bütün felsefe bo­
yunca, bizler için, ikisinin kutsal bir evliliği vardır. Tarihsel bil­
ginin yalnızca felsefede kullanılmasını değil, aynı zamanda ya­
şam içindeki faydasını da savunuyoruz. Bu hususların her ikisi
de tecrübeyle keşfedilir. Bunların nedeni mantığın kullanımını
tartışhğımızda açıklanmış olacak.3

' Philosophia raliorıalis sive logica, #743.

10
13. Sonlu her şeyin belirli bir niceliği vardır. Bu ifadenin
doğruluğu örneklerden açıkhr; yeterli dikkati versek yeter. Bu­
nun nedenini görmek de zor değildir. Bir şey sonlu olduğu süre­
ce, arttırılabilir de azalhlabilir de. Ve bir şey arthrılabildiği veya
azaltılabildiği sürece o şeye nicelik atfedilmesi gerekir. Demek ki
sınırlı bir şeye, sınırlı olduğu sürece, belirli bir nicelik atfedilmesi
gerekir. *Örneğin, ne aynı yerdeki öğle güneşinin sıcaklığı tüm
yıl boyunca aynıdır, ne de belli bir günde farklı enlemlerde aynı­
dır. Sıcaklık kıştan yaz gün dönümüne kadar artar ve yine aynı
nedenle yazdan kış gün dönümüne kadar düşer. Bu nedenle, yı­
lın herhangi bir gününde öğle güneşi, başka bir günün sıcaklı­
ğından saptanabilir miktarda artan veya azalan belirli bir sıcaklık
derecesine sahiptir (öyle ki, derecelerin bilgisinden bu fark açıkça
saptanabilir). Su, bir nehir yatağında belirli bir süratle akar, ki bu
da suyun akhğı ve bir çark tarafından baskıya maruz kaldığı da­
ha az eğimli bir yapay kanalda azalır ve su bir sarp kayalığın
üzerinden taştığında artar. Aynı şekilde Güneş'in çevresinde dö­
nen bir gezegen, yörüngesinin her bir noktasında Güneş'ten be­
lirli bir mesafe uzaktadır. Bu gezegenin belli bir noktada bir teğet
boyunca hareket etmesinin dayanağı olan çekim kuvveti de belir­
li bir derecededir ya da belirli bir hız üretir. Aynı şekilde, geze­
geni bir düz çizgi boyunca hareket etmekten alıkoyan merkezcil
kuvvetin de belirli bir derecesi vardır. Aynı şey, maddi olmayan
şeylerde de bulunur. Dikkatin derecesi insandan insana değişir.
Kiminin dikkati daha fazla, kimininki daha azdır. Biri uzunca bir
ispah düşünüp çözmeye çalışırken dahi dikkatini sürdürebilir;
bir diğeri ise kısacık bir ispatta bile dağılır. Erdem ve kötülüğün
farklı meselelerde farklı derecelerde olduğunu kim bilmez?
14. Şeylerin niceliğinin bilgisine matematik denir. *Örneğin,
öğle güneşinin sıcaklığının niceliğini bilen kişi onun matematik­
sel bilgisine sahiptir. Bu kişi, verili günlerdeki sıcaklığın oranını
veya oranhsını algılar. Mesela, yaz gün dönümündeki öğle vak­
tinin sıcağını kış gün dönümündeki öğle vaktinin sıcağı ile karşı­
laşhnr ve birincisindeki sıcaklığın ikincisinden daha fazla oldu­
ğu sonucuna varır. Benzer şekilde, suyun bir nehir yatağındaki
akışının belirli bir hız derecesinin, tabanın eğimi ve suyun derin­
liği tarafından nasıl üretildiğini bilen biri, bir nehrin hareketinin
matematiksel bilgisine sahiptir. Yörüngenin belirli bir noktasın­
daki veya Güneş'ten belirli bir mesafe uzaktaki gezegenin hızı­
nın, kütle çekim kuvveti ve merkezcil kuvvetin niceliğine nasıl

11
bağlı olduğunu, bu çifte gücün gezegen üzerindeki etkisinin yö­
rüngede bir elips şeklini nasıl ortaya çıkardığını açıklayabilen bi­
ri, yörüngedeki bir gezegenin hareketinin matematiksel bilgisine
sahiptir. Daha uzun bir ispat için gereken dikkat ile daha kısa bir
ispat için gerekli olan dikkatin arasındaki oran ya da oranhyı
kavrayan biri, dikkatin matematiksel bilgisine sahiptir.
15. Bir şeye bir başkası tarafından atfedilen niceliği bilen ki­
şi, bu başkasının matematiksel bilgisinin tarihsel bilgisine sahip­
tir. Zira bir başkasının sonlu bir şeye verdiği niceliği bilen, bir
başkası hakkındaki bir olguyu bilir. Mademki tarih olgunun (#3),
matematik niceliğin (#14) bilgisidir; sadece bir şeye bir başkası
tarafından atfedilen niceliği bilen kişi, yalnızca bu başkasının
matematik bilgisinin tarihsel bilgisine sahiptir. "'Örneğin, Newton,
Güneş çevresinde elips şeklinde dönen gezegenlerin merkezcil
kuvvetinin niceliğini ve yörüngenin belirli bir noktasındaki hız­
larını ispat etti. Newton'un yörüngenin belirli bir noktasında ve­
ya Güneş'ten belirli bir uzaklıktaki bir gezegen için ne kadar
merkezcil kuvvet ve hız saptadığını bilen biri, Newton'un geze­
genlerin hareketi hakkındaki matematiksel bilgisinin tarihsel bil­
gisine sahiptir.
16. Eğer biri, bir şeye bir başkası tarafından atfedilen niceli­
ği ispatlayabilirse, o zaman o kişi de bu başkasıyla aynı şekilde o
şeyin matematiksel bilgisine sahip olur. Zira bir şeyin niceliğini
ispat edebilen kişi, o şeyin niceliğini bilir, dolayısıyla da o şeyin
matematiksel bilgisine sahiptir (#14). Ve bir başkası ilk kez bu ni­
celiği saptamış ve böylece o şeyin matematiksel bilgisine daha
önce sahip olsa da (#14), bu, daha sonraki bilgiyi etkilemez. Zira
aradığı fark dışsal bir şey değil, o şeyde içkin olan bir ilkedir.
•örneğin, Newton'un kanıhyla veya başka bir kanıtla, merkezcil
kuvvetin niceliğini ve Güneş'ten belirli bir uzaklıkta olan ve Gü­
neş etrafında bir elips boyunca hareket eden bir gezegenin hızını
ispat edebilen birisi olsun. Hem bu kişi hem de Newton, geze­
genlerin elips şeklindeki hareketinin matematiksel bilgisine sa­
hip olurlar. Bilginin kendisi ona ilk Newton'un sahip olduğu ol­
gusundan etkilenmez.
17. Matematiksel bilgi, hem tarihsel hem de felsefi bilgiden
farklıdır. Zira tarih, olgunun yalın bilgisine dayanır (#3). Felsefe­
de ise olan veya husule gelebilecek şeylerin nedenini keşfederiz
(#6). Matematikte de şeylerde bulunan niceliği saptarız. Olguyu
tarihsel olarak bilmek bir şeydir, olgunun nedenini algılamak

12
başka bir şeydir ve yine şeylerin niceliğini saptamak bambaşka
bir şeydir. *Örnekler, bu farkı açıkça gösterir. Öğle güneşinin sı­
caklığının bazen arthğını bazen de azaldığını bilen, tarihsel bilgi
sahibidir. Daha yüksek bir sıcaklık derecesinin, bir düzleme çar­
pan ışınların daha yoğurı olmasına ve bu ışınların düşme açısının
daha az eğri olmasına bağlı olduğunu bilen biri felsefi bilgiye sa­
hiptir. Işınların yoğunluğurıu ve açının ölçüsünü ve dolayısıyla
sıcaklık derecesini saptayabilen biri matematik bilgisine sahiptir.
Gerçekten de, ışınların yoğurıluğurıun ve açının ölçüsünün ve
bunun neticesinde ortaya çıkan sıcaklık derecesinin saptanması­
nın, öğle güneşinin sıcaklığının bir zaman içindeki derecesinin
diğerinden daha büyük olduğurıa dair basit bilgiden farklı oldu­
ğu açıkhr. Böyle bir saptamanın, daha fazla veya daha az sıcaklık
derecesinin nedeninin bilgisinden farklı olduğu da daha az açık
değildir. Aynı şey, daha önceden verdiğimiz diğer örneklerden
de açıkhr.
18. Bazen tarihsel bilgi ve bazen de felsefi bilgi, matematik­
sel bilgiye temel teşkil eder. Bu olgu örneklerle kanıtlanmışhr.
Bunun neden mümkün olduğunu ve ne zaman birinin ne zaman
da diğerinin söz konusu olduğunu açıklamanın yeri burası değil.
*Catoptrica' daki Optici başlıklı incelemem, aynaların ürettiği yan­
sıma görüntüsünün matematiksel bilgisini verir. O inceleme, göz­
lemden türetilen ve aksiyom olarak ele alınması gereken yansıma
süreci ve görüntünün yeri ile ilgili önermeler ortaya koyar; örne­
ğin, yansıma açısı geliş açısına eşittir ve görüntünün yeri yansı­
yan ışınların dikmeyle kesişim noktasıdır. Ancak, yansıma açısı­
nın neden geliş açısına eşit olduğuyla ve neden görüntünün yan­
sıyan ışınların dikmeyle kesişim noktasında ortaya çıkhğıyla pek
ilgilenilmez. Ve gökbilimciler, gökcisimlerinin hareketlerinin ma­
tematiksel bilgilerini, ilgili fiziksel nedenlerden bağımsız olarak
gözlemden türetirler. Ağır şeylerin hareketinin matematiksel bir
kuramını oluşhırurken Galileo, bu hareketin nedenlerini pek
umursamadı. Daha ziyade, neden olarak yerçekiminin, etkilediği
şey her ne olursa olsun, dünyanın merkezinden herhangi bir
uzak mesafedeki ağır bir cisme de aynı şekilde etki ettiği gerçe­
ğini bilmekle yetinmekten hoşnuthı. Ancak öğle güneşinin deği­
şiklik gösteren sıcaklığı hakkında matematiksel bilgi üretmeye
çalışan birinin, bu değişikliklerin nedenlerini bilmesi gerekir
(#17). Elementa aerometriae'de, nedenlerin henüz bilinmediği yer­
de matematiğin deneylere nasıl uygulandığını ve sonuçların ne-

13
denlerin kuvveti ile oranhlı olduğunu gösterdim. Her iki duru­
mu da açıklayan örnekler mevcuttur.
19. Matematiksel hakikatlerin tarihsel bilgisi olabilir. Zira
matematiksel ilkeler tarafından, özellikle de karma matematik
tarafından kanıtlanan şeyler, aynca deneylerle de aynı şekilde
görülebilir. Bu nedenle, matematiksel teoremlerin gerçekliğini
tecrübeye başvurarak öğretenler, matematiksel ispatlardan ha­
bersiz olsalar dahi (#3), bu teoremlerin hakiki tarihsel bilgilerini
sağlarlar (#16). *Saf matematikte bu deneylere karşılık gelenler,
teoremleri açıklayan sayısal örnekler ve öne sürülen teoremlerin
yanında inşa edilen figürlerin mekanik sınanmasıdır. İspatları
ihmal eden ve bu örneklerle yetinenler yalnızca matematiksel
hakikatlerin tarihsel bilgisine sahip olurlar.
20. Doğanın olguları bazen o kadar gizlidir ki, dikkatli biri­
ne bile kendiliğinden açılmazlar. Bu ifadenin doğruluğu, bilim­
lerde ustalaşan, dolayısıyla bildikleriyle yetinmeyen ve ilkelerin
ortaya çıkma tarzını araşhranlar için muamma değildir. *Örneğin,
güneş ışığı, doğası gereği, birçok farklı ışın veya ışıktan oluşur.
Ancak bu olgu pek de bariz sayılmaz. Bu olgu güneş ışığını seyre
dalan birine kendiliğinden açılmaz. Ne de aydınlahlmış nesneler
üzerine deney yapılarak şıp diye bilinir. Sahiden de, güneş ışığı­
nın, bu olguyu görme duyusu ile algılanabilir hale getiren deney
koşullarından bağımsız olmadığının veya bu koşullarla bileşik
olduğunun ispatlanması gerekir. Güneş ışığının bileşeni olan
ışıkların hem basit hem de heterojen olduğu özel ispatlarla kanıt­
lanmalıdır. Burada kanıtlanması gereken şeyin açıkça kanıtlana­
bilmesi için tarih, felsefe, matematik bilgisi ve birçok deney gere­
kir. Tüm bunlar, doğanın bu gizli olgusunu bizim için açığa çıka­
ran Newton'un Optik'inde oldukça nettir. Aynı şey, deneysel fel­
sefenin tamamında da görülebilir. Gökbilimi de bu argümana bi­
zim için ışık tutar. Psikoloji ve ahJak felsefesini ele aldığımızda
da daha fazla örnekle karşılaşacağız.
21. Doğanın bazı olguları gizli iken (#20), diğerleri o kadar
barizdir ki (#1), bu olguları görmek sadece dikkat ve elbette biraz
zeka gerektirir. Gizli olgular usta araştırmacılar tarafından gün
ışığına çıkarılmalıdır ve o zaman bile, akıl duyulara yardımcı
olmadıkça bilinmezler. Sonuç itibarıyla, ortak ve gizli tarihsel
bilgi arasında ayrım yapıyoruz. Birincisi, rasyonel doğa da dahil
olmak üzere doğa olgularının bariz bilgisidir. İkincisi ise, rasyo­
nel doğa da dahil olmak üzere doğa olgularının gizli bilgisidir.

14
*Doğa olgularının, zihnimiz gibi maddi olmayan sonlu tözlerde
husule gelen şeyleri de içerdiğini vurgulamak için "rasyonel do­
ğa da dahil olmak üzere" ifadesini ekliyorum. Bunlar, tarihsel
bilgiyi maddi dünyada husule gelen şeylerden hiç de daha az il­
gilendirmezler (#3). Ortak tarihsel bilgi örnekleri için #3'e, gizli
tarihsel bilgi örnekleri için #20'ye bakınız.
22. Ortak tarihsel bilgi, insan bilgisinin en alt basamağıdır.
Çünkü tarihsel bilgi, gerçekte mevcut olan veya husule gelen
şeylere kablan duyular tarafından edinilir (#1, #3). Dolayısıyla o,
öncül olarak, kendisinden hareketle dolambaçlı ispatlar, zahmetli
çıkarımlar yapılacak herhangi bir ön bilgi kabul etmez. Bu neden­
le, ortak tarihsel bilgiden daha aşağı bir bilgi türü yoktur.
23. Ve böylece, bu kaba bilginin ve yaşamımızda kullandı­
ğımız şeylerin bilgisinin ve daha birçok şeyin bilgisinin neden ta­
rihsel bilgi olduğu açıkbr. Çünkü kaba bilgi ile duyular aracılı­
ğıyla ilk farkına vardığımız şeylerden daha ileri gidemeyiz. Du­
yulara açık oldukları için şeylerin sebeplerini ve/veya nedenleri­
ni hasbelkader bilsek bile, bir şeyin nasıl diğerinin nedeni olabi­
leceğini ya da şu veya bunun şu nedenden dolayı nasıl ortaya
çıkbğını seçikçe algılayamayız. Örnekler söylediklerimizi doğru­
lar. *Örneğin, herkes suyun ateşte kaynadığını bilir zira bunun
olduğuna defalarca şahit olmuşlardır. Ancak suyun neden kay­
nadığını bilmezler-sahiden de buna çok azı kafa yorar. Ve kay­
namanın nedeni ateşin sıcaklığı olmasına rağmen, bu kaba bilgi
sadece tarihsel bir bilgi olmaktan ibarettir. Çünkü bir sonucun iki
şeyin birleşmesinden kaynaklandığının yalın bilgisi, bir sonucun
nasıl ortaya çıktığına dair yapılan seçik bir açıklamadan oldukça
farklıdır. Dolayısıyla bu, felsefi bilgi değildir (#3, #6).
24. Sanat, sıklıkla, gizli tarihsel bilgiyi ortak tarihsel bilgiye
indirger. Sanat faaliyetleri ve ayrıca deneyler, genellikle, doğanın
aksi takdirde gizli kalacak sırlarına ışık tutarak doğayı aydınlatır.
Doğanın duyulara bir şey sunup sunmadığı ya da sanatın duyu­
lara başka türlü dikkatten kaçacak şeyleri sağlayıp sağlamadığı,
bilen için bir fark teşkil etmez. Sanatın sağladığı yardımlarla,
hem gizli hem de ortak tarihsel bilginin içeriğine erişmek için
dikkat ve zeka yeter. O halde gizli bilgi sanat vasıtasıyla ortak
bilgiye indirgenir. *Örneğin, metalleri eritme sanatı, gözlemciye
ateşin gizli özelliklerini ve etkilerini sergiler. Hava basınçlı pom­
panın kullanıldığı deneyler, havanın gizli özelliklerini ve etkile­
rini gözler önüne serer. İsveç'teki metalürji fakültesinde bilirkişi

15
olan Emanuel Swedenborg tarafından yazılan Nova Observata cir­
ca ferrum et ignem [Demir ve Ateşe Dair Yeni Tespitler] ve Obser­
vationes miscellaneae circa res naturales [Doğal Şeyler Hakkında
Çeşitli Tespitler] gibi kitaplarda bunlara dair örnekler mevcuttur.
İlk eserin 8-10. sayfaları karbonun her yanı kaplandıktan sonra
ısının karbona on veya on iki gün boyunca nasıl uygulandığıru
aktarır: Karbonun içerisinde herhangi bir ateş kıvılcımı ortaya
çıkmamasına rağmen, karbon, sıcaklık sayesinde, orijinal boyu­
tunun onda birine düşmüş. Ancak, yaklaşık çeyrek veya yarım
saatlik bir dövme işleminin sonunda, karbondan bir anda ateşler
ve alevler saçılmış ve demirci ocağıru kaplamış. Kaplamanın bir
çatlağında tam yanmadan kalan bir karbon parçası havayla ser­
best temas edince asılı kalmış ve yanmaya başlamış. Alevler pek
uçucuymuş ve karbonda herhangi bir kıvılcım oluşturmadan
karbonun yüzeyinde adeta yalayıp geçermişçesine dönüp durmuş.
25. Buradan, atölyelerde ve başka sanat alanlarında (kırsal
geçim bölgelerinde) tespit edilenlerin toplanmasının ve isabetli
bir şekilde tasvir edilmesinin felsefeye yardımcı olacağı sonucu­
na varılabilir. Zira bu gibi şeyler, duyular (#24) tarafından elde
edilemeyecek olan gizli tarihsel bilginin (#21) bir kısmını teşkil
ederler. Ve böylece felsefi bilgi için aksi takdirde mahrum kalabi­
leceğimiz bir zemin oluştururlar (#10).
26. Biri bir şeyin husule gelebileceğini aklıyla bilirse ve tec­
rübeyle de bunun husule geldiğini gözlemlerse, felsefi bilgiyi ta­
rihle doğrulamış olur. Ne de olsa bir şeyin husule gelebileceğini
akıl ile bilen, felsefi bilgiye sahiptir (#6). Bunun husule geldiğini
gözlemleyen kişi ise tarihsel bilgiye sahiptir (#3). Dolayısıyla,
mademki akıl yoluyla husule gelebileceği bilinen şeyin gerçekten
husule geldiği gözlemlenebilir, o zaman tarihsel bilgi felsefi bilgi
ile uyum içindedir. Gerçekten husule geldiği gözlemlenen şeyin
meydana gelip gelemeyeceğinden kuşku duyulamayacağı için,
bu tarihsel bilgi tüm kuşkulardan arındırılır ve felsefi bilgi tarih­
sel bilgi tarafından açıkça doğrulanır. *O halde, yukarıda açıkla­
dığımız üzere (#1 1), birbirleriyle aynı olmasalar da, tarihsel bil­
giyle felsefi bilgiyi neden devamlı birleştirmemiz gerektiği açık­
tır (#12).
27. Eğer bir etkinin niceliğinin nedenin kuvvetiyle oranhlı
olduğu gösteriliyorsa, felsefi bilgi, matematik sayesinde, tam bir
kesinlik elde eder. Çünkü bir etkinin niceliğinin nedenin kuvve­
tiyle doğru orantılı olduğunu ispatlayan matematiksel bilgiye

16
(1114), bir etkinin nedenini bilen ise felsefi bilgiye sahiptir (#6).
Dolayısıyla, eğer bir etkinin niceliğinin, ona atfettiğimiz nedenin
kuvvetini aşmadığı ispat edilebiliyorsa, matematiksel bilgi felsefi
bilgi ile uyum içinde demektir. Ve bir etki bir nedenin, etkinin
niceliğinin nedenin kuvvetine eşit olduğu bir durumdan daha
açık bir şekilde sonucu olamayacağı için, felsefi bilgi matematik
sayesinde tam bir kesinlik kazanmış olur. *İlk kez 1709'da yayın­
ladığım Elementa aerometriae eserime yazdığım önsözde, fiziksel
bilginin kesinliğinin matematiğe birçok açıdan bağlı olduğuna
dikkat çekmiştim. Ve bunun gözle görülebilir bir kanıhnı sun­
mak için, matematiği deneylere uygulayan fizik için bu matema­
tiksel öğeleri yazdım. Daha sonra, Hydraulica matheseos adlı ese­
rimde, bu öğelerin hatırı sayılır ölçüdeki kullanışlılığından fay­
dalanarak onları evrenin öğelerine uyguladım.
28. Buradan, mümkün olan en yüksek kesinliği arzu ediyor­
sanız, matematiksel bilginin felsefeyle birleştirilmesi gerektiği çı­
kar. *İşbu nedenle, her ne kadar felsefeden ayırmış olsak da, fel­
sefede matematiksel bilgiye ayrıcalıklı bir yer tahsis ediyoruz
(1117). Nitekim hiçbir şeyin kesinlikten daha önemli olmadığını
düşünüyoruz.

17
II

Genel Felsefe

29. Felsefe, olabilecekleri sürece mümkünlerin bilimidir. ..Bu


felsefe tanımını, 1 703 yılında Leipzig Akademisi'nde özel felsefe
derslerine kahlırken keşfettim. 1705 yılının başında, pek rafine
bir muhakeme gücü olan Breslav Kilise ve Okulları'nın müfettişi
Gaspar Neuman ile bu konu hakkında mektuplaşhm. Özel mek­
tuplarımda, bu yaphğım tanımı Bay Neuman'ın itirazlarına karşı
da savundum. Daha sonra, yani 1709'da, yukarıda (#27) bahsetti­
ğim Elementa aerometriae kitabımın önsözünde bu tanımı kamuya
açhm. Onu ilkin daha isabetli bir yöntemle ele almayı düşündük­
ten sonra bunu yaphm ki, felsefeden ne anladığım belli olsun.
Nitekim felsefeye dair bütün fikirlerimi bu tanım doğrultusunda
oluşturdum.
30. Bilimden kastım önermeleri ispat etme alışkanlığı, daha
doğrusu kesin ve değişmez ilkelerden geçerli bir dizi çıkarımlar­
da bulunma alışkanlığı . ..Mantık incelemesinde,1 kesin ve değiş­
mez ilkelerin ve geçerli bir dizi çıkarımların ne olduğunu ve bun­
ların nasıl tesis edildiğini açıklayacağız. Felsefe yapmak için bu­
nun zorunlu olduğu yeterince açık. Ancak burada, böyle bir giriş
kitabında, tüm terimleri yeterince açıklamamız ve tüm önermele­
ri yeterince kanıtlamamız imkansız. Yine de yöntemin yasalarını
elimizden geldiğince ele alacağız.
31. Felsefenin mümkünlerin neden gerçekten husule gelebi­
leceğini temellendirmesi gerekir. Ne de olsa felsefe, olabilecekleri
sürece mümkünlerin bilimidir (#29). İ mdi, mademki bilim öner­
meleri ispatlama alışkanlığıdır (#30), felsefenin de mümkünlerin
neden gerçekten husule gelebileceğini ispat etmesi gerekir. Ve bir
şeyin neden husule gelebileceğini ispat eden kişi, o şeyin neden
husule gelebileceğine dair bir neden sunmuş olur. Zira bir neden,
kendisinden hareketle bir şeyin olduğu gibi olma sebebinin anla-

1 Philosophia ratioııalis sive logica, #332, #564.

19
şıldığı ifadedir. O halde felsefenin husule gelebilecek şeylerin
neden gerçekten husule geldiğinin bir nedenini sunması gerekir.
32. Hepsi eşit derecede mümkün olan birçok şey varsa, fel­
sefenin neden diğerlerinden ziyade şunun husule geldiğini veya
gelmesi gerektiğini öğretmesi gerekir. Zira çok fazla mümkün
varsa, hepsi aynı olamaz ve diğerlerinden ziyade belli birinin hu­
sule gelmesinin bir nedeni olması gerekir (#4). Ve bu yüzden
mevcut olan ya da husule gelen şeylerin nedenlerini veren felse­
fenin neden onun veya bunun değil de şunun husule geldiğini
açıklaması gerekir. *Örneğin, bir insanın iştahı düşmana yönelik
nefrete yönelebileceği gibi, ona yönelik sevgiye de dönüşebilir.
İ mdi, bu kişinin bir düşmanı sevmektense nefret etmeyi tercih
etmesinin bir nedeni ve aynı şekilde sevmenin nefret etmeye ter­
cih edilmesinin de bir başka nedeni olmalıdır. Felsefenin bir in­
sanın neden düşmanına karşı nefret güttüğünün nedenini açık­
laması gerektiği gibi, bir insanın düşmanını sevgiyle kucaklama­
sına dair de bir neden sunması gerekir.
33. Felsefe, tam bir kesinliği elinde bulundurmalıdır. Felse­
fe, bir bilim olduğundan (#29), konusunu kesin ve değişmez ilke­
lerden geçerli bir dizi çıkarımlar yaparak ispat etmelidir (#30).
İmdi, kesin ve değişmez ilkelerden hareketle geçerli bir dizi çıka­
rım yapılmışsa, bu çıkarımlar da kesindir ve onlardan kuşku du­
yulmaz. Bunun kanıtlanacağı yer ayrı.2 Dolayısıyla, mademki bir
bilim olan felsefede kuşkuya yer yoktur, onun tam bir kesinliğe
sahip olması gerekir.
34. Felsefenin ilkelerinin tecrübeden türetilmesi gerekir. İl­
keler, deneylerle ispat edilir, gözlemlerle doğrulanır. Ayrıca fel­
sefenin matematiksel bilgiyi kullanması gerekir. Ne de olsa felse­
fede tam bir kesinliğe sahip olmak isteriz (#33). Tecrübeden türe­
tilen ilkeler ispat edilmiş hakikatin temelini oluşturur (#10). Ve
ispat edilen şeylerin sarsılmaz kesinlikleri deneylerden ve göz­
lemlerden elde edilir ki, böylece onların doğruluğu tüm kuşku­
lardan öte bir yere yerleştirilir (#26). Son olarak, tam bir kesinlik,
birçok durumda, matematiksel bilgi ve ispata bağlıdır (#27). Fel­
sefede kendisi sayesinde hakikatin bilinir kılındığı bu şeylerin
kuşkuya yer bırakmaması gerektiğini kim inkar edebilir?
35. O halde, tarihsel ve matematiksel bilginin felsefeye han­
gi şartlarda dahil edilmesi gerektiği açıkhr: Birincisi, kesin açık-

2 Philosophia rationalis sive logica, #537.

20
lamalar, sağlam ve değişmez ilkeler sağladığı sürece; ikincisi, de­
lili tamamladığı sürece. Tarihsel ve matematiksel bilgi, felsefeye,
ancak felsefenin çalışmalarına yardıma oldukları sürece kabul
edilebilir. Aksi takdirde, hiçbir neden yokken kabul edilmiş olur­
lar. Fakat eğer felsefeye bilim denecekse (#29), onun çalışmaları­
na yardımcı oldukları sürece, hem tarihsel hem de matematiksel
bilgiye ihtiyacı vardır. *Bu argüman felsefedeki tarihsel ve ma­
tematiksel bilginin sınırlarını düzgünce tesis eder. Eğer söyledik­
lerim hala kapalı görünüyorsa, yukarıda verilen örneklerin (#10,
#13) bu noktayı daha açık kılması gerekir.
36. Yukarıda öne sürülen sınırlılıklar kabul edilirse, tarihsel
ve matematiksel bilgi felsefedeki hakikat bağıntılarını tahrip et­
mez. Mademki felsefede bir hakikatin bir diğerinden hareketle
ispat edilmesi gerekir (#30), felsefenin ele aldığı her şeyin sürekli
bir düzenle birbirine bağlı olması gerekir. İmdi, yukarıda belirti­
len sınırlılıklar kabul edilirse, o zaman (I) tarihsel bilgi sağlam ve
değişmez ilkeler sağlar (#35). Dolayısıyla, belli şeyler için bir ne­
den verildiğinde (#10), bunlar kendi ilkeleriyle birleşmiş olur ve
bu da tarihsel bilginin felsefedeki bağıntıları tahrip etmediği an­
lamına gelir. (2) Aynı nedenden ötürü, tarihsel bilgi, nedenlerle
ispat edilen şeylerin hakikate yabancı olmadığını gösteren bol
miktarda delil sağlar (#35). İmdi bu delil, hakikatini doğruladığı
önermelere, sadece ispatlar ona bağlı olduğu için değil, aynı za­
manda delilin kendisi ispatlanan ile uyumlu olduğu ve söz ko­
nusu hakikatlerden çıkarılabilir olduğu için eklenmiştir. Gerçek­
ten de önermeler, delillerle birçok açıdan bağıntılıdır ve dolayı­
sıyla bu durumda tarihsel bilgi felsefedeki bağıntıları tahrip et­
mez. (3) Son olarak, yukarıda bahsi geçen sınırlılıklar kabul edi­
lirse, matematiksel bilgi delili tamamlar (#35) ve böylece birileri­
nin hala kuşkuyla bakabileceği şeyleri daha açık bir şekilde ispat
eder (#27). Daha bol ve daha fazla ispat, hakikatlerin bağıntısını
tahrip etmez, aksine onları daha sağlam bir şekilde ve daha fazla
açıdan başka hakikatlere bağlar. Dolayısıyla bu durumda mate­
matiksel bilgi, felsefede her şeyin güzel bir düzen içinde birbirine
bağlı olmasını engellemez. *Matematiksel ispatlar sayesinde fel­
sefede birbirine bağlı hakikatlerin sayısının arttığını iddia ettim.
Bunu yapmak için, kişinin, matematiksel ispatlarla eklenen haki­
katleri, örneğin, nedene atfedilen etkinin onunla orantılı olduğu­
nu bilmesi yetmez, aynı zamanda, matematiksel olarak ispat­
lanmış olanlardan çıkarılmış olan ve -bu sınıflandırmaya dahil

21
edilmeleri gerekmesine rağmen- bu ispatlar olmaksızın felsefi
hakikatler zincirine dahil olamayacak başka felsefi hakikatleri de
bilmesi gerekir. Nitekim doğada, belirli bir figüre veya niceliğe
dayandığı için, nedeni sadece matematiksel olarak ispat edilmiş
olanlardan hareketle görülebilecek şeyler vardır. Eğer verili du­
rumda başka bir figür veya daha büyük veya daha küçük bir ni­
celik kabul edilseydi, başka türlü olurlardı. Örneğin, filozofun
arıların peteklerini neden başka bir figür yerine altıgen şeklinde
inşa ettiklerinin nedenini vermesi gerekir. Tam manasıyla güve­
nilir olmak isteyen birinin tarihsel ve felsefi bilgi kadar, matema­
tik bilgisine de ihtiyacı vardır ki verili bir durumda tüm müm­
kün figürlerden seçilen bir tanesinin, hepsinin arasında neden en
uygunu olduğunu kanıtlayabilsin. Böyle ispatların felsefedeki değe­
ri büyüktür.
37. Tanımladığımız şekliyle felsefenin imkansız ve sonuç
olarak ona ilişkin ispat ettiklerimizin (#31) boşuna olmasından
korkmaya gerek yoktur. Zira felsefe imkansız değildir. Olan veya
husule gelen şeyler, kendilerinden hareketle neden var oldukla­
rını ya da husule geldiklerini anlayacağımız nedenlerden yoksun
değillerdir (#4). Dolayısıyla, olan ve husule gelen şeylerin neden
var olabileceğini ve husule gelebileceğini ve neden verili bir du­
rumda şundan ziyade bunun husule geldiğini açıklayan bir bili­
min olması imkansız değildir. Ve bu bilim felsefe olduğundan
(#31, #32), felsefenin imkansız olmadığı açıkhr. Aynı şey daha kı­
sa bir şekilde şöyle gösterilir: Olan ya da husule gelen şeylerin
nedeninin bilgisi olan felsefe (#6), verili bir olgudur. Demek ki
böylesi bir bilgiye sahip olmamızı sağlayan felsefe (#31, #32),
mümkündür. *Yukarıda ifade ettiğimiz çözümü (#5) takip etme­
diğimiz ölçüde, husule gelen her şeyin neden husule geldikleri­
nin anlaşılabileceği bir nedeninin olup olmadığı sorusu tekrar
gündeme gelir. Ancak buradaki amacımız, tüm mümkünlerin
felsefeye havale edilip edilmeyeceğini sormak değildir. Şimdilik,
şu yeterlidir: Olabileceğini veya husule gelebileceğini bildiğimiz
şeylerin nedenleri araştırılmalıdır. Nedeni keşfedilen şeylerin fel­
sefeye havale edilmesi gerekir. Nedeni bilinmediği sürece diğer
şeyler, haklı olarak, felsefenin dışında tutulur (#31, #32). Bunların
da bir nedeni olup olmadığını tartışmak faydasızdır; çünkü eğer
neden bulunursa, kuşkuya yer kalmaz. Bilinmediği müddetçe,
bir neden olup olmadığına ilişkin soru varlığını sürdürür. Her iki
durumda da felsefe susar.

22
38. Yukarıda (#29) tanımladığımız şekliyle bir felsefeye sa­
hip olabiliriz. Aslında, açık ki, olan ve husule gelen şeylerin ne­
denlerini geçerli bir başarıyla araşhrabiliriz. Varsın buna felse­
femizi kotardıktan sonra karar verilsin. Olan ve husule gelen şey­
lerin nedenlerini ispat edebilen biri, tanımladığımız haliyle felse­
feyi bilir (#31, #32). Dolayısıyla, felsefeye sahip olabiliriz. .. Bir in­
sanın felsefede ne kadar ilerleyebileceğini tartışmıyoruz. Bu gibi
tarhşmalar nafile. Şimdilik, şu söylenebilir: Bu girişim, her insa­
na, neler yapabileceğini ve neyi taşımayı reddettiğini öğretecek­
tir. Filozoflar, keşfedilmiş olanları isabetli bir yöntemle ele alarak
matematikçileri taklit ederlerse, devamlı ilerleyecek ve birçok
yeni hakikate ulaşacaklardır. Hem felsefe hem de matematik her
geçen gün birikir. Zira yeri geldiğinde,3 olan ve husule gelen her
şeyin, olmaları ve husule gelmelerinin bir nedeni olduğunu ve
insanın bu nedenleri araştıracak ve bu bilgiyle her geçen gün
ilerleyecek yetilere sahip olduğunu göstereceğiz. Ancak burası
manhk, ontoloji ve psikolojiden bir dolu ilke devşiren böylesi bir
ispat için uygun değil-henüz felsefenin eşiğinde durduğumuz
göz önüne alınırsa.
39. Hukukun, hbbın ve her bir sanatın da felsefesi ayrıca
mümkündür. (1) İçtihatlar yasaları açıklar. İ mdi, bir devlette di­
ğerlerinden ziyade belli yasaların olmasının nedenleri vardır. Bu
nedenleri açıklayan da bir bilim vardır: Hukuk felsefesi (#31,
#32). (2) Tıp, sağlık ve onun korunması, hastalıklar ve devalarla
ilgilenir. Ancak sağlık ve hastalığın da nedenleri vardır, aynı şe­
kilde diğerlerinden ziyade belli şeylerin sağlığı korumasının ve
diğerlerinden ziyade bazı ilaçların deva olmasının da nedenleri
vardır. Dolayısıyla, bu nedenleri açıklayan bir bilimin olması
imkansız değildir: Hekimlik sanahnın felsefesinin. (3) Ve her bir
diğer sanatta husule gelen şeylerin nedenleri vardır. Dolayısıyla,
aynı şekilde, her sanatın bir felsefesi olması açıkça imkansız de­
ğildir. ..Örneğin, odunculuk, el ile yapılan en mütevazı sanatlar­
dan birine aittir. Ancak, ağacın kesilebilmesinin bir nedeni oldu­
ğu gibi, bunun kama veya balta ile yapılabilmesinin de bir nede­
ni vardır. Bir kama darbesinin gücü ve şiddeti matematiksel ola­
rak ispat edilebilir. Dolayısıyla, bu mütevazı sanatın, felsefi bilgi­
si ve felsefenin kendisi sayesinde tam bir kesinlik (#27) elde ettiği
matematiksel bilgisi (#6, #14) vardır. Dolayısıyla bunun felsefeye

3 Phi/osophia prima sive ontologia, #70.

23
havale edilmesi gerektiğine kuşku yoktur (#31). Öte yandan,
kendilerini felsefeye adamış olanlar, şimdiye dek, sanatlara dair
pek az felsefe yapmışlardır. Ancak burada, çoğunlukla yapılan
şeylerle değil; yapılması gereken şeylerle ilgileniyoruz. Yukarıda
söylediğimiz gibi (#24), sanahn felsefeye yardımcı olduğunu ileri
sürdüğümüz sürece, kamunun kullanımına açık bir sanat felsefe­
sinin de sanata birçok faydasının dokunacağını eklemekte tered­
düt etmeyiz. Bu, felsefi bilginin kullanımı hakkında az sonra ka­
nıtlayacağımız şey sayesinde açıklığa kavuşacakhr.
40. Sanat ürünleri felsefi bilgiye açıkhr. Zira bu tür şeyler,
nedenlerden yoksun değildir. Bu bir gözlem olgusudur. Dolayı­
sıyla, yukarıdakiyle aynı şekilde (#39), sanat ürünlerinin felsefe­
ye dayandığı gösterilebilir. *Örneğin, binalar sanat ürünüdür. Ve
binalar için saptanması gereken her şeyin nedenini açıklayan bir
bilim vardır: Elementa matheseos universae' de, çoğunlukla yapıla­
geldiği şekliyle sanat olarak değil de bilim olarak ele aldığım
mimarlık bilimi.
41. Felsefi olarak bildiğimiz şeyler, insan yaşamının sorun­
larına, yalnızca tarihsel olarak bildiğimiz şeylerden daha bir ba­
şarıyla uygulanır. Bir varolana yüklenen her şeyin, o varolana
ancak belirli koşullarda ait olduğu manhkta ayrıca kanıtlanacak.4
Tanımda veya başka bir yerde bu belirli koşulun aranıp aran­
maması fark etmez. İmdi, felsefeyle içli dışlı biri, bir şeyin neden
var olduğunu ya da husule geldiğini bilir (#7). Dolayısıyla, bu ki­
şi, bir şeyin bir varolana hangi durumda yüklendiğini algılar ve
sonuç olarak ilgili koşulun sağlandığını görmeden bu şeyi söz
konusu varolana yüklemez. Demek ki felsefi olarak bildiklerimi­
zi kullanırken hata yapmayız. Sadece tarihsel bilgiye sahip oldu­
ğumuzda ise, ya koşulun farkında değilizdir ya da onu tam ola­
rak kavrayamayız. Tarihsel bilgi sadece bir şeyin olabileceğini
veya husule gelebileceğini söyler; bu şeyin neden olabileceğini
veya husule gelebileceğini değil (#7). Bu nedenle, insan yaşamı­
nın sorunları ile uğraşırken, sık sık gerekli koşulların sağlanıp
sağlanmadığına bakmaksızın bir şeyi bir varolana yükleriz. So­
nuç olarak, yargı yanlış olur. Böylece, felsefi olarak bilmediğimiz
şeyleri kullanırken sıkça hata yaparız. Öyleyse, felsefi bilgiyi kul­
lanırken tarihsel bilgide olduğundan daha kesin bir başarı elde
ederiz. *Bu gibi hataları her gün tecrübe ederiz. Söylediklerimi-

4 Philosophia rationalis sive logica, #515.

24
zin daha açık bir şekilde anlaşılabilmesi için, özellikle de kanıhn
önkabul olarak aldığı bazı şeyleri henüz ele almadığımız için,
birkaç örnek verelim. Biberiye fideleri toprağa ekildiğinde, kök
salarlar ve bir fidan haline gelirler. Ancak bunu herhangi bir
ağacın fidesinden yaparak aynı sonucu almaya çalışan kişinin
çabaları boşa çıkar. İmdi, bu kişi, neden bunun sadece biberiye
ile gerçekleştiğine dair yanıt arar ve bunun başarılı olmasına dair
gereken koşulları keşfeder. Bunun neticesinde, bu kişi, eğer bu
koşullar mevcut değilse, bir şeyi ekmekten ve boşa emek sarf et­
mekten kaçınır. Augustinus Mandirola, limon ağacının yaprakla­
rını özel işlemlerden geçirerek ağaçlar üretti. Ancak bu deney,
Almanya' da birçok kişi tarafından denenmesine rağmen, ne ya­
zık ki başarılı bir şekilde sonuçlanmadı. Kuralları uygularken ba­
şarısız olmalarının nedenini Mandirola şöyle açıklar: Felsefi bil­
giden yoksun olmaları. Ahlaki ve siyasi sorunlara ilişkin felsefi
bilgi, geçmişte göz ardı edilmemiştir. Ancak tecrübe, pratik me­
selelerle ilgilenmelerine rağmen, bu alanlardaki sonuçların nasıl
da kuşkulu olduğunu gösterir. Başkalarının talihsizliğini bildi­
ğimizde acıma hissi duyarız. Nedenin bilgisi ve dolayısıyla felse­
fi bilgi olmadan, bu talihsizliğin bilinmesi durumunda, başkala­
rının da acımalarını bekleriz. Ancak bu beklenti aldahcıdır. Bazı
durumlarda acıma olmaz, bazı durumlarda ise alay dahi söz ko­
nusu olabilir. İmdi, felsefenin rahle-i tedrisatından geçen biri,
mağdurun sevilmediği yerde acımanın da bulunmadığını bilir.
Dolayısıyla, bu kişi, acımaya sevk edenin sadece talihsizliğe dair
bilgi olmadığını da bilir. Ya da bu kişi, eğer olası bir neden ön­
gördüyse, kesin bir sonuç beklemez. Başkasının insan türüne
ilişkin sahip olduğu sevgi tarafından harekete geçirilip geçiril­
mediğini ve sevgisini göstermesini engelleyen özel bir neden
olup olmadığını irdelemesi gerektiğini görür. Ve buna mukabil,
başkasına karşı sevgi duymanın yollarını kendi içinde araması
gerektiğini bilir.
42. Bir türe ait olanın nedeni cinsin kavramında içeriliyorsa,
o zaman felsefi olarak bildiğimiz şeyler, sadece tarihsel olarak
bildiğimiz şeylerden daha fazla insan yaşamı sorununa uygula­
nır. Çünkü tarihsel bilgiye sahip olan, bir şeyin mevcut olduğu­
nu veya olabileceğini bilir (#3). Dolayısıyla bir türe tabi bir şeyle
ilgili bildiklerini sadece aynı türe tabi başka şeylere uygulayabi­
lir. İmdi, türe atfedilen yüklemin nedeni cinsin kavramında içeri­
liyorsa, o zaman bu yüklem tüm cinse ve sonuç olarak bu cinsin

25
diğer tüm türlerine uygulanır. Bu nedenle, tarihsel bilgi ile yeti­
nen kişi, daha birçok şeye uygulanması gereken şeyi sadece bir
türe ait şeylere uygular. Ve böylece ilgilenebileceğinden daha az
yaşam sorunuyla haşır neşir olur. Ancak eğer biri felsefi bilgiye
sahipse, olan ve husule gelen şeylerin nedenini bilir (#6). Dolayı­
sıyla, bu nedenin türün mü yoksa cinsin mi kavramında içerildi­
ğini bilir. Cinsin kavramındaki nedeni keşfederse, tarihsel bilgi­
nin sadece bir türe uygulayabileceği yüklemi birçok türe atfede­
bilir. Ve böylece, insan yaşamını ilgilendiren daha fazla sorunla
yüzleşir. ""Örneğin, bir nehrin yatağı daralırsa, su, nehrin daha
önce olduğundan daha küçük bir bölümünde akacağı için daha
hızlı hareket eder. Sadece tarihsel bilgiye sahip olan kişi, bu bil­
giyi bir nehir yatağındaki su akışını daha hızlı veya daha yavaş
hale getirmek için kullanabilir. Fakat felsefi bilgiye sahip olan ki­
şi, sadece su olmasından ziyade ağır bir sıvı olduğu için suyun
hareketinin hızlandığını veya yavaşladığını bilir. Sonuç olarak,
eğimli bir kanaldan akan herhangi bir ağır sıvının hareketinin
hızlandırılabileceğini ya da yavaşlatılabileceğini bilir. Ayrıca,
yükselti nedeniyle suyun ivmelendiğini ve dolayısıyla onun ha­
reketinin hızlandığını da bilir-nehrin daha büyük bir kesitinden
akan aynı miktardaki suyun şimdi aynı sürede daha küçük bir
kesitten akması şartıyla. Bunun bütün sıvılar için geçerli olduğu­
nu da bilir-sıvının içinden aktığı aralık daraldığı için sıvıyı ha­
reket ettiren kuvvet arttığı sürece. Nehir yatağının daralmasının
veya genişlemesinin, daha küçük veya daha büyük bir aralık an­
lamına gerektiği de o kişi için açıktır. Bu nedenle, şu evrensel
önermeyi formüle eder: "Herhangi bir sıvının herhangi bir kuv­
vetle üzerinde ya da içinde hareket ettirildiği aralık daralırsa ve
kuvvet aynı kalırsa, o zaman, daha önce daha büyük bir aralık­
tan geçen aynı miktarda sıvı, aynı zamanda, daha küçük aralık­
tan geçirilirse, sıvının hareketi büyük ölçüde hızlanır ve tersi du­
rumda yavaşlar." Herkes bu önermenin kullanımının önceden
sadece özel bir olayı ifade etmesinden açıkça daha geniş olduğu­
nu anlar. Artık bu önerme, türler içinde büyük farklılıklar göste­
ren şeylere uygulanabilir hale gelir. Örneğin, bir nehrin yatağın­
dan akan su hakkında söylediklerimiz, şimdi bir körük tarafın­
dan üretilen daha güçlü bir rüzgara uygulanabilir.
43. Tarihsel bilgi tarafından özel durumlara indirgenen şey­
ler daha evrensel olarak ifade edilebildiği zaman, felsefi bilgi
önerme sayısını azaltır. Dolayısıyla, daha az dağınık bir bilgiyi

26
kuşanan kişi, daha fazla duruma hazırlıklı olur. Çünkü felsefi
bilgiye sahip biri, tarihsel bilginin özel bir durumla sınırladığı
şeyin nedenini bilir (#6). Dolayısıyla, nedenin cinsin kavramında
içerildiğini gözünden kaçırmaz. Nedeni bir cinsin kavramında
içerilen bir şeye o cins yüklenmelidir-mantıkta5 bu daha açık bir
şekilde gösterilecek. Bu nedenle, tarihsel bilginin belirli bir türle
sınırladığı şey, daha önceden de kanıtladığımız gibi (#42), felsefe
tarafından cinse genişletilir. Böylece çeşitli türlerle ilgili birçok
önerme, tek bir önermeye indirgenir. Daha önceden birçok öner­
menin bulunduğu yerde bir tanesi yettiği zaman, daha az bilgiyi
kuşanan kişi daha fazla durum için hazırlıklı olur.
44. Felsefi bilgi ruhu tarihten beklenemeyecek bir zevkle
doldurur. Tarihsel bilgi bariz olanla uğraşırken, ruh kayıtsızdır
ve herhangi bir nedenden dolayı kıpırdamaz. Eğer olur da tarih
beklenmedik bir şeyi ortaya çıkarırsa, hayranlık duyarız. Bize ne
bilmek istediğimizi söylerse, onu ilk keşfettiğimizde seviniriz.
Ancak bu geçici zevk, bilgi tekrarlandığı zaman buhar olur gider.
Fakat bildiğimiz şeylerin nedenlerini kavrarsak, bilgi ve hakikati
arzu eden ruh, onları tekrar tekrar düşündüğümüzde dahi tek­
rarlanan harika bir zevkle dolar taşar. Felsefeye yeltenenler bunu
iyi bilir. Bu zevkin nedeni, yeri6 geldiğinde açıklanacak ve savu­
nulacak psikolojik ilkelere dayanır. Ayrıca bilimden alınan zev­
kin diğer tüm zevklere fark attığını da tecrübe ederiz.
45. Felsefe, tarihsel bilginin yaşam sorunlarındaki yararlılı­
ğından dolayı küçümsememelidir. Çünkü felsefi bilgi yaşam so­
runlarına tarihsel bilgiden daha büyük bir başarı ile uygulanır
(#41) ve kendisini tek bir özel durumla sınırlı tutmayarak daha
fazla duruma genişletir (#42) ve böylece daha az dağınık bir bil­
giyi kuşanan kişi, daha fazla soruna hazırlıklı olur (#43). Dahası
felsefe, ruhu öyle bir zevk ile doldurur ki bunu tarihsel bilgi asla
veremez (#44). Dolayısıyla, eğer insan yaşamının sorunlarında
kullanılmasına bakarsanız, felsefi bilginin tarihe nazaran önemli
bir üstünlüğü vardır. Dolayısıyla, tarihsel bilgiden daha az yarar­
lı diyerek felsefeyi küçümsemek gülünç. Felsefe daha faydalıdır
ve dahası ruhu insan mutluluğunun pek de küçük olmayan bir
parçası olan özel bir zevkle doldurur. Bu da yeri geldiğinde gös­
terilecek.7

5 Philosophia ra/iorıalis sive logica, #235.

6 Psychologia empirica, #511.

7 Philosophia practica urıiversalis, #388.

27
46. Filozof, olan veya olabilecek şeylerin nedenini verebilen
kişidir. Bu tanımın anlamı açıkhr. Onun felsefe dediğimiz bilim­
de yeteneği vardır (#29). Mümkünlerin neden gerçekten husule
gelebileceğini temellendirir (#31) ve verili bir durumda mümkün
olan şunun yerine neden bunun husule geldiğini de açıklar (#32).
47. Daha fazla şeyin nedenini verebilen daha büyük, daha
az şeyin nedenini bilen ise daha küçük filozoftur. *Bu ölçüt, haklı
olarak filozof addedilenleri uygun bir şekilde tanımlar. Ancak
aklın melekelerine bağlı olan ve felsefe derecelerini belirleyen
başka farklar da vardır. Bu son etkenler, manhğı daha yakından
incelediğimizde değerlendirilecek.8
48. Mümkünlerin sayısı o kadar çoktur ki kimse bütün şey­
lerin nedenini algılayamaz. İmdi, ancak olan veya olabilecek şey­
lerin nedenine dair bilgi verebilen kişi filozoftur (#46). Dolayısıy­
la, kimse her şeyin filozofu değildir. Eğer biri kendini bu düstur
ışığında incelemek isterse, sahiden de ne kadar küçük bir filozof
olduğunu görecektir.
49. İşte bu yüzden bizim felsefe kavrayışımız kibri yok eder.
Zira bizim tanımımıza göre, olan ya da olabilecek şeylerin nede­
nini veremediği sürece kimse filozof addedilemez (#46). İmdi,
kendini bu düstur ışığında inceleyen, sadece her şeyin filozofu
olamayacağını değil, aynı zamanda ne küçük bir filozof olduğu­
nu da bilir (#48). Ve böyle biri felsefi bilgisinden dolayı kibirlen­
mez. Demek ki felsefe anlayışımız kibri yok eder. *Bizim tanı­
mımızdan şu çıkar: Tarihsel bilginin yardımıyla, olan ve husule
gelebilecek şeyleri bilen, fakat bunların neden olduğunu veya
husule geldiğini görmeyen biri filozof değildir. Hiç kimse bu ar­
gümana gücenmesin ve bizim yargımıza göre filozof olmayan
hiç kimse kınanmasın. Yaşamda yararlı olan bilgelik ve bilgiye
sahip olduğunu inkar etmiyoruz. Bilimlerde farklı olduğu görü­
len şeyleri ayırt etmeli ve onlara farklı isimler tayin etmeliyiz.
Tarihsel ve felsefi bilginin farklılık arz ettiğini (#7) açıkça göster­
dik ve bu farkı tanımlarda belirttik (#3, #6). Akıl yürütmenin ilk
yasası, kavramlarla akıl yürüttüğümüzde, sadece tanıma karşılık
gelen şeye isim vermemiz gerektiğidir. Biri bize kendi yargımıza
göre filozof olmamasından yakınsaydı anlamsız olurdu. Zira biz­
ce olabilecek şeylerin nedenlerinden yoksun kişi filozof değildir
(#46). Ve eğer bu nedeni bile bilmiyorsa, o kişiye böylesi bir bil-

" Philosophia rationalis sive logica, #1187.

28
giye sahip olmayı yükleyemeyiz, yani ona filozof diyemeyiz. Öte
yandan, eğer bu nedeni biliyorsa, bizim için bir filozoftur. Ve bu
kişi, olan veya olabilecek şeylerin nedenini verdiği her an filozof­
tur. Bir filozof, "filozof" adından zevk almaz. Daha ziyade, bu
saygıdeğer adı reddetse de, o mertebeye ulaşmaktan hoşnut olur.
50. Felsefenin önermelerini bilen ve anlayan, ancak bunları
ispat edemeyen kişi, felsefenin tarihsel bilgisine sahiptir. Zira fel­
sefenin önermelerini bilen ve anlayan, felsefede ne öğretildiğini
bilir. Dolayısıyla, mademki bir olguyu bilir, tarihsel bilgiye sa­
hiptir (#3). Öte yandan, bu önermelerin doğruluğunu ispat ede­
mediğine göre, bilimden yoksundur (#30). Demek ki, felsefe ba­
kımından kof birinin sahip olduğu yalnızca felsefenin tarihsel
bilgisidir (#29). Haliyle ona filozof denemez. Tabii tutarsız ko­
nuşmuyorsan-ki onun da felsefede yeri yoktur. *49' da söyle­
nenler kimseyi kınamak için söylenmemiştir. Kaldı ki, akıl bu şe­
kilde anlamamızı tembihler. Soylu ruhları, mükemmel ve takdire
şayan şeyler için çabalamaya ve böylece bu bilimin semerelerini
edinmeye ve hakikatin çok büyük bir rol oynadığı insan mutlu­
luğunu kazanmaya teşvik ediyoruz. Şimdiye kadar pek az kabul
edilen başka değerlerin de farkındayız. Ancak onların hakikatleri
açıkça gösterilebilir hale gelene dek onları incelemekten imtina
ediyoruz.
51. Tarihsel felsefe bilgisine sahip olan kişi, onu insan ya­
şamının sorunlarına uygulayabilir. Ne de olsa felsefenin tarihsel
bilgisine sahip olan biri, onun önermelerini bilir. Dolayısıyla, bir
yüklemin hangi özneye atfedilmesi gerektiğini ve aynı zamanda
ona hangi şartlar altında yüklenebileceğini bilir. Önermeleri an­
ladığından, terimlerin net tanımlarına ya da terimlerin işaret et­
tiği şeylerin net kavramlarına sahiptir. Mantıkta, yeri geldiğin­
de,9 aksi takdirde önermenin anlaşılamayacağı gösterilecek. İm­
di, bir şeyin tanımına sahip olan ya da en azından o şey hakkın­
da net bir fikre sahip olan, ona neyin sunulduğunu bilir. Dolayı­
sıyla, önermede ifade edilen koşul mevcutsa, yüklemin önerme­
de kendisine atfedildiği özne ile uyum içinde olduğu sonucuna
varır. Bu nedenle, sahip olduğu tarihsel bilgiyi insan yaşamının
sorunlarına uygular. *Felsefe matematikle aynı kaderi tecrübe
eder. Matematiksel işlemlerin kurallarını ispat edemeyenler yine
de yaşamın birçok sorununda pratik aritmetiği kullanabilirler.

9 A.g.y. #1158-59.

29
Haritaalar ve askeri planlamacılar, nasıl ispat edeceklerini bil­
meseler de, geometrinin kesin pratik kaidelerini severek kullanır­
lar. İspatları kavrayabilenlerin yetenekleri daha büyüktür. Bu­
nunla birlikte, bu önermeler hala ispatlar olmadan ve felsefeden
tamamen koparılmış gibi öğretilebilirler. Diğer taraftan, kendini
felsefeye adamadan önce kişinin felsefenin tarihsel bilgisini
edinmesi faydasız değildir, zira felsefi ispatlar daha önceden aşi­
na olunan önermeleri peşinen kabul eder. Bu nedenle, ispatları
incelemeden önce bu önermelerle haşır neşir olan biri kanıtları
daha kolay öğrenir ve felsefede bütün bunlardan bihaber olan bi­
rinden daha hızlı yol alır.
52. Sadece felsefenin tarihsel bilgisine sahip olan biri, felsefe
tarhşmalannda yargıda bulunamaz. Çünkü felsefede tartışmalı
bir tez hakkında yargıda bulunan birinden, yargısının diğer tez­
lerle çelişip çelişmediğini ya da onlardan meşru bir şekilde çıkıp
çıkmadığını göstermesi beklenir. Bu, ispat alışkanlığı, dolayısıyla
da bilim gerektirir (#30). İmdi, sadece felsefenin tarihsel bilgisine
sahip olan kişi, bilime sahip değildir (#50). Dolayısıyla, açık ki,
felsefe tartışmalarında yargıda bulunamaz.
53. Bir başkasının felsefi bilgisine dair tarihsel bilgiye sahip
olan birinin felsefe tarhşmalarında yargıda bulunma imkanı da­
ha bile azdır. Zira sadece başkasının bir olgu için öne sürdüğü
nedeni bilir (#8). Dolayısıyla, felsefenin tarihsel bilgisine sahip
olandan daha bile az önemli bir bilgiye sahiptir (#50). Bu neden­
le, önceki (#52) felsefe tartışmalarında yargıda bulunamıyorsa,
bu (#53) hiç bulunamaz.
54. Tarihsel olarak bildiği ancak ispat edemediği felsefi tez­
leri deney ve gözlemle doğrulayan biri, tarihsel ve felsefi bilginin
arasında bir seviyeye ulaşmıştır. Yalnızca tarihsel bilgiye sahip
olan biri, felsefenin önermelerini bilir ve anlar fakat onların doğ­
ruluğunu algılayamaz (#50). Ve bu önermelerin deney ve göz­
lemle doğrulandığını bilen biri, filozofun husule gelebileceğini
nedeniyle bildiği şeyin husule gelebileceğini bilir (#26). Fakat ne­
deni algılayamadığı için, felsefi bilgiden yoksundur (#6, #9). Do­
layısıyla bilgisi felsefeden aşağı, tarihten yukarıdır ve bu nedenle
tarih ve felsefe arasında orta bir seviyede durur. *Felsefi ispatlar
konusunda yeteneği ya da zamanı kısıtlı olanların bu orta seviye
için gayret etmeleri umulmaktadır-hpkı optiğin teoremlerinin
onları ispat edemeyecek olanlarca deneylerle kanıtlanması gibi.
Zira bu, felsefeye en yakın düzeydir ve onun başlangıcı olarak

30
adlandırılabilir. Eğer felsefeye kademeli olarak yaklaşılsaydı, in­
sanlar felsefede oldukça güzel ilerlerdi. Hafızası güçlü olanlara
önce felsefenin tarihsel bilgisi verilirdi. Sonra, hafızaya ahlan
şeyler deney ve gözlemle doğrulanırdı. Son olarak da, yeteneği
olanlar felsefe biliminin kendisine yönlendirilirdi. Bunun devlete
de önemli bir katkısı olurdu. Zira bu, felsefeyi kısmen kibir ve
kısmen uygunsuz mizaç yüzünden mahveden korku dolu tar­
tışmaları ortadan kaldırırdı. Bunu siyaset incelememizde açıkla­
yacağız.10

10 Institutiones juris naturae et gentium, #85, #1157.

31
III
Felsefenin Kısımlan ya da Dallan

55. Bildiğimiz varolanlar Tanrı, insan ruhları, cisimler ya da


maddi şeylerdir. Kendimizi incelersek, dışımızda olan ve duyu­
larımıza etki eden şeylerin bilincinde olduğumuz zaman, kendi­
mizin de bilincinde olduğumuzu fark ederiz. İçimizde kendinin
bilincinde olan şeye ruh denir. Şekil ve büyüklük bakımından
birbirinden farklı olan ve dışımızda sezdiğimiz yayılımlı ya da
uzamlı [İng. extended] şeylere cisim denir. Böylece iki varolan
cinsi kabul ediyoruz: Cisimler ve insan ruhları. Ve cisimlerle in­
san ruhlarının müstakil varolanlar olmadığını, yani kendi güçleri
sayesinde ortaya çıkıp varlıklarını sürdürmediklerini görür gör­
mez, hem cisimlerin hem de ruhların bir Faili olduğunu kabul
ederiz, ki bu Failin gücü sayesinde bu iki varolan cinsi üretilmiş­
tir. Var olduğunu bildiğimiz şeylerin Failine "Tanrı" deriz. De­
mek ki, felsefe yapmadan önce, kendimizi inceleyerek bildiğimiz
varolanlar Tanrı, insan ruhları ve cisimlerdir.
56. Dolayısıyla, felsefenin üç kısmı vardır. Bir kısmı Tan­
rı'yı, bir kısmı insan ruhlarını ve üçüncü kısmı da cisimleri veya
maddi şeyleri inceler. Tanrı, insan ruhları ve cisimlerden başka
varolan bilmeyiz (#55). Dolayısıyla, mademki sadece bu üç varo­
lan cinsinin farkındayız, demek ki felsefenin üçten fazla kısmı
olamaz. *Cisimler, ruhlar ve Tanrı dışındaki varolanların var ol­
duğunu inkar etmiyoruz. Kutsal Kitap'ın, meleklerin var olduğu
öğretisinden de kuşku duymuyoruz. Biz sadece felsefe yapma­
dan önce ruhlar, cisimler ve Tanrı, yani Fail dışında felsefenin
uygun nesnesi olan hiçbir varolan cinsi bilmediğimizi söylüyo­
ruz. Gerçekten de felsefe henüz gelişmediği için, Tanrı'nın varlı­
ğını şimdi ispat edemeyiz. Ancak burada bunu makul nedenler­
den dolayı kabul ediyoruz, tıpkı ruhlar ve cisimler arasındaki
farkı kabul ettiğimiz gibi. Zira biz, duyular ve kendi üzerimizde
yaptığımız düşünüm ya da yansıma [İng. reflection] ile bulanık
bir şekilde bildiğimiz şeyler hakkında kesin bilgi edinmek için
felsefe yapıyoruz.

33
57. Felsefenin Tanrı'yı ele alan kısmına doğal teoloji denir.
Dolayısıyla, doğal teoloji, Tanrı vasıtasıyla mümkün olduğu bili­
nen şeylerin bilimi olarak tanımlanabilir. Çünkü felsefe, olabile­
cekleri sürece mümkünlerin bilimidir (#29). İmdi, Tanrı'nın var
olduğunu kabul eden kimse Tanrı' da var olan ve onun sayesinde
husule gelebileceği anlaşılan şeylerin mümkün olduğunu inkar
edemez. Bu nedenle doğal teoloji, Tanrı sayesinde mümkün olan
şeylerin bilimidir. "Tanrı sayesinde neyin mümkün olduğunu is­
pat edebilen, Tanrı' da neyin mevcut olduğunu bilir. Tanrı' da
mevcut olan şeylere onun sıfatları denir. Ve bu sıfatların gücüyle
Tanrı sayesinde husule gelebileceği bilinen şeyler, Tanrı'nın iş­
lemleridir, örneğin evrenin yaratılması ve hıfzedilmesi. Dolayı­
sıyla, doğal teolojinin Tanrı'nın sıfatlarını ve işlemlerini ele alma­
sı gerektiği açıkhr. İmdi, bu ilk konuşmada, önermelerden so­
nuçların çıktığı düzeni mümkün olduğunca incelemeliyiz. Bu
nedenle, doğal teolojiyi tanımlarken Tanrı'nın sıfatlarını ve iş­
lemlerini açıkça belirtmedik. Bunun yerine, doğal teolojiyi, felse­
fenin genel tanımından özel bir tanım olarak çıkarılan genel te­
rimlerle ifade ettik. Yol-yordam bilmez kişiler tanımda teolojinin
neyi incelemesi gerektiğini belirtmedik diye mızmızlanmasınlar
diye buraya dikkat çekiyoruz. Tanımlama kuralları mantıkta1 or­
taya konduktan sonra doğal teoloji tanımımızın kurallara uygun
olduğunu göstermek daha kolay olacak. Kaldı ki, bir tanımın,
kendisinden başka şeylerin çıkarılması için gerekenden fazlasını
içermemesi gerekir. Ve doğal teoloji tanımımızdan incelenmesi
gereken şeyleri çıkarabiliriz. Yeri2 geldiğinde bunu da yapacağız.
Ne yapabileceğimi biliyorum ve bu, yapılamayacak olandan
ayırt edilmelidir.
58. Felsefenin ruhu inceleyen kısmına psikoloji diyorum.
Dolayısıyla, psikoloji, insan ruhları sayesinde mümkün olan şey­
lerin bilimidir. Bu tanımın nedeni, yukarıdakiyle aynıdır (#57).
Ne de olsa genel olarak felsefe, olabilecekleri sürece mümkünle­
rin bilimidir (#29). Mademki psikoloji felsefenin ruhu ele alan
kısmıdır, o zaman o insan ruhu aracılığıyla mümkün olan şeyle­
rin bilimidir.
59. Son olarak, felsefenin cisimleri inceleyen kısmına fizik
denir. Dolayısıyla fizik, cisimler sayesinde mümkün olan şeyle-

1 Philosophia rationalis sive logica, #152.

2 Theologia natura/is, #1.

34
rin bilimi olarak tanımlanır. Bu tanımın nedeni de yukarıdakiyle
aynıdır (#57). Felsefe, olabilecekleri sürece mümkünlerin bilimi­
dir (#29) ve fizik, cisimleri incelediğinden, cisimler aracılığıyla
husule gelebilecek şeylerin bilimidir. Yukarıda doğal teolojinin
tanımı hakkında söylediklerimiz (#57), mutatis mutandis psikoloji
ve fizik tanımlarına da uygulanabilir. Daha sonra, bu özel disiplin­
lere yazacağımız prolegomenada,3 her birinin incelemesi gereken şey­
leri belirlemek için bu tanımların yeterli olduğunu göstereceğiz.
60. Ruhun, bilme [İng. cognitive] ve iştah duyma [İng. appeti­
tive] olmak üzere iki yetisi vardır. Bundan tecrübe sayesinde
eminiz. Yeri geldiğinde bunun açıklanıp geliştirilmesi gerekir.4
Bu yetilerin her birinin hatalı işleyebileceği de açıktır. Bilme yeti­
si doğrudan, iştah da iyiden sapabilir. Böylece ilki doğru yerine
yanlışı benimser ve ikincisi ise iyi yerine kötüyü seçer. *Bunları
psikolojide derinlemesine açıklayacağız. Şimdilik, terimlerin açık
kavramları ve açıklamalarımızı doğrulayan bariz tecrübeler ye­
terlidir.
61. Felsefenin, doğruyu bilmek ve yanlıştan kaçınmak için
bilme yetisinin nasıl kullanılacağını araştıran kısmına mantık
denir. Dolayısıyla mantık, bilme yetisine hakikatin ya da doğru­
nun yolunu gösteren bilim olarak tanımlanır. *Bu tanımın kesin
anlamı mantığa prolegomenada5 açıklanacak.
62. Felsefenin iyiyi seçmede ve kötüden kaçınmada iştah ye­
tisinin kullanımını ele alan kısmına pratik felsefe denir. Dolayı­
sıyla pratik felsefe iştahı iyiyi seçip kötüden kaçınmaya yönelt­
menin bilimidir.
63. İnsan, iki şekilde ele alınabilir, [i] insan olarak ya da [ii]
vatandaş olarak. Başka bir deyişle, [i ] bir insan türü toplumunda,
doğa durumunda yaşayan biri olarak, ya da [ii] sivil toplumda
yaşayan biri olarak. Bu ikili yön nedeniyle pratik felsefe iki bö­
lüme ayrılmıştır.
64. Felsefenin, insanın doğa durumundaki haliyle ya da in­
san türü toplumunda yaşadığı düşünülen kısmına etik denir. Bu
nedenle etiği, insanın doğa durumunda ya da kendi başına hare­
ket ettiği ve bir başkasının gücüne tabi olmadığı sürece özgür ey­
lemlerini yönetme bilimi olarak tanımlarız. İmdi, bir başkasının

' Psychologia empirica, #1; Psychologia rationalis, #1; Cosmologia gcneralis, #1.
4 Psyclıologia empirica, #509; Psychologia rationalis, #480.

5 Philosophia rationa/is sive logica, #1.

35
gücüne tabi olduğumuz bir doğa durumunda yaşamasak da, bir
sivil devlette, insanın özgürlüğü eylemlerinin tamamında olmasa
da çoğunda sınırlanmışbr. Ancak yine de büyük bir özgürlükle
eylemlerini gerçekleştirir. Bu eylemler, sanki doğa durumunda
yaşıyormuş, hiç kimsenin gücüne tabi değilmiş ve kendi eylem­
lerinin efendisiymiş gibi incelenmelidir.
65. Felsefenin, insanın bir devlette veya sivil toplumda ya­
şadığını dikkate alan kısmına siyaset denir. Dolayısıyla siyaset,
bir sivil toplumdaki veya devletteki özgür eylemleri yönetme bi­
limidir.
66. Devletin veya sivil toplumun yanı sıra, devletten farklı
olan ve insanın doğa durumuna ait, örneğin evlilik birliği [İng.
conjugal], babanın hakimiyeti [İng. paternal] ve hane birliği [İng.
domestic) gibi daha küçük toplumlar da vardır. Bu tür toplumlara
basit toplumlar denmelidir.
67. Felsefenin insanın daha küçük bir toplumun üyesi oldu­
ğu düşünülen kısmına hane idaresi ya da iktisat [İng. economics]
denir. O halde iktisat devletten ayrı olan küçük toplumlarda öz­
gür eylemleri yönetme bilimidir. ..Disiplinlerin geleneksel bö­
lümlerini muhafaza ettik ve tanımları müşterek bilgiye uygun
olarak kurduk.
68. İnsan bilmediği iyiyi arayamaz, bilmediği kötüden de
kaçamaz. Bu nedenle, felsefenin, hangi eylemlerin iyi ve hangile­
rinin kötü olduğunu öğreten doğa kanunu Uus naturae) adı veri­
len bir bölümü vardır. Bu nedenle, doğa kanunu, iyi ve kötü ey­
lemlerin bilimi olarak tanımlanır . ..Doğa kanunu belli ki bir pra­
tik felsefe kuramıdır (#62), yani etik, siyaset ve iktisadın (#64).
Bununla birlikte, burada kuram ve uygulamayı birbirinden
ayırmak amacımız olmadığından, doğa kanunu, etik, iktisat ve
siyaset içerisinde incelenebilir.
69. Pratik felsefenin her kuram ve uygulamasının dayandığı
belli başlı genel ilkeler vardır. Bu ifade, yalnızca bu tür genel il­
kelere dikkat çekilerek kanıtlanmışhr. ..Bu aynı zamanda a priori
de kanıtlanabilir. Ancak böyle bir kanıt ontoloji ve psikolojiye ait
sıradan insanın bilmediği şeyleri peşinen kabul eder. Dolayısıyla,
uygun yöntem burada bu kanıtı vermemizi engeller. Zira ilkeler­
le kanıtlanabilecek önermeden daha fazla zorluk yaratacak ilke­
leri önden kabul etmek [İng. postulate] durumunda kalırdık.
70. Felsefenin pratik felsefenin genel kuram ve uygulaması­
nı inceleyen kısmına evrensel pratik felsefe diyorum. Bunu özgür

36
eylemleri en genel kurallarla yönetmeye ilişkin <bilgi üreten>
"tesirli pratik bilim" [İng. affective practical science] olarak tanım­
ladım. *1703'te matematiksel yöntemi kullanarak evrensel pratik
felsefe üzerine bir inceleme yazmıştım. Bu çalışmayı kamuya
açık bir tartışmada Leipzig Akademisi'ndeki mürekkep yalamış­
ların incelemesine sundum, zira yönetmelikler doktora derecesi
alacakların akademik bir tez savunmasını zorunlu tutuyordu. Bu
çalışmayla ilkin, Johannes Mencke'den çalışmamın bir kopyasını
edindikten sonra beni lütfuna ve arkadaşlığına layık gören, Le­
ibniz tarafından tanındım. Bu çalışmayı genç bir adamken yaz­
mıştım-ortak bir evrensel matematik çerçevesinde aritmetik ve
geometrinin ilkelerinin genel bir incelenmesini veren yakın dö­
nem matematikçilerin bazılarını taklit ederek. Kuram üzerinde
daha derin düşündükten ve nedenlerini derinlemesine inceledik­
ten sonra bile, bu çalışmada ha!a sıkı bir içerik buluyorum. Ev­
rensel pratik felsefe ispatlayıcı bir şekilde çalışıldığında en büyük
yardımcılardan biridir. Bunu "tesirli" olarak tanımladım çünkü
iradeyi yaklaşmaya ve kaçınmaya yönlendiriyor. Ayrıca bunu
"pratik" bir bilim olarak tanımladım çünkü bu kişiye içsel eylem­
lerle uyumlu bir biçimde yer değiştirme yetisinin nasıl kontrol
edileceğini öğretiyor.
71. Şimdiye kadar ihmal edilmiş olsa da, sanatların felsefesi
de ayrıca mümkündür (#39). Buna teknik veya teknoloji adı veri­
lebilir. Dolayısıyla teknoloji, sanatların ve sanat ürünlerinin bili­
midir. Veya sizin tercih ettiğiniz şekliyle, insanın vücudun or­
ganlarını, özellikle ellerini kullanarak ürettiği şeylerin bilimidir.
*Teknolojinin vücudun yapısının, ellerin ve bir sanat eseri üret­
mek için gerekli olan diğer organların hareketini nasıl mümkün
kıldığını açıklaması gerekmez. Bunu irdelemek fiziğin işidir
(#59). Daha ziyade, sanat kurallarının ve sanat ile üretilen eserle­
rin nedenini vermesi gerekir. Bir hasat artışının nedenini belir­
leme denemesiyle, bu tür felsefeye tarım üzerinden bir örnek
sunmuştum. Dolayısıyla, bir sanat felsefesinin mümkün olduğu
açıktır-felsefenin geri kalanını önceden gerektirse de. Zira şey­
lerin nedenlerini içeren sanat kuralları vardır, tıpkı felsefi teo­
remler arasında çıkarımlar olduğu gibi. Eğer bu kurallar mucitle­
ri tarafından keşfedilmeseydi, onları kullanan sanatkarlar tara­
fından da bilinmezdi. Daha da şaşırtıcı olanı, sanatkarların genel­
likle çalıştıkları alanlardaki kurallar hakkında belirgin bir kavra­
yışa sahip olmamalarıdır. Yukarıda (#40), bir bilim olarak gelişen

37
mimarlık üzerine yaphğım incelemenin bu tür felsefeye örnek
olduğundan bahsehniştim. Zira mimarlık, bu şekilde ele alındı­
ğında, bir teknoloji türüdür.
72. Bir bilim biçimine indirgenmişlerse, özgür sanatların da
bir felsefesi olabilir. Örneğin, genel olarak dilbilgisine ilişkin ge­
nel kuralların nedenlerini veren fakat farklı dillerin özel nedenle­
rini dikkate almayan bir dilbilgisi felsefesi vardır. Alışılmış ifa­
deyi kullanarak buna "grammatik felsefe" de denebilir. Aynı şe­
kilde retorik felsefeden ya da poietik felsefeden de bahsedilebilir.
Grammatik felsefe ilkelerini ontoloji, manhk ve psikolojiden
ödünç alır. Retorik felsefe ontolojiyi, manhğı, psikolojiyi ve ayrı­
ca pratik felsefeyi gerektirir. Thomas Campanella grammatik, re­
torik ve poietik felsefeyi rasyonel felsefenin kısımları yaph ve on­
ları kendi ilkelerine göre inceledi. Bilimsel tarih yazma becerisi
olarak tanımladığı tarih yazımını da bunlara ekledi. Ne ki, felse­
fenin bu bölümleri genellikle ihmal edilir.
73. Tüm varolanlar için ortak olan ve hem ruhlara hem de
doğal ve yapay cisimlere yüklenen bazı şeyler vardır. Felsefenin
genel olarak varolanı ve onun genel hallerini inceleyen kısmına
ontoloji ya da ilk felsefe denir. Dolayısıyla ontoloji ya da ilk felse­
fe, genel olarak varolanı ya da varolanı varolan olarak ele alan
bilim olarak tanımlanır. *Bu gibi genel kavramlar öz, varoluş, sı­
fatlar, kipler, zorunluluk, olumsallık, yer, zaman, tamamlanma,
düzen, basitlik, bileşim gibi şeylerdir. Bunlar ne psikolojide
adam akıllı açıklanır, ne de fizikte; zira her iki bilim de, felsefenin
diğer kısımlarında olduğu gibi, bu genel kavramları ve onlardan
türetilen ilkeleri kullanır. Dolayısıyla her bilim ve sanatın ve hat­
ta yaşamın kendisinin bile (eğer bir düzene sokulacaksa) sürekli
olarak kullandığı bu kavramları ve genel ilkeleri açıklayan özel
bir felsefe dalına ihtiyaç vardır. Gerçekten de ontoloji olmadan
felsefe ispata dayalı bir yönteme göre geliştirilemez. Hatta keşif
sanah bile ilkelerini ontolojiden alır.
74. Bir de gizli hakikatin araşhrılmasında aklı yönlendiren
kurallar vardır. Bunun örnekleri gizli hakikatleri kolayca gün
yüzüne çıkaran ve bilimini günbegün geliştiren matematikçilerin
cebir ve tüm analitik sanatlarıdır. Felsefenin aklı gizli hakikate
yönlendirme kurallarını açıklayan kısmına keşif sanah [ars inve­
niendi] denir. Dolayısıyla keşif sanah gizli hakikati araşhrma bi­
limi olarak tanımlanır. *Keşif sanah, sıklıkla mantıkla karıştırılır.
Ancak mantığın keşif sanatına önemli bir katkısı bulunmasına

38
rağmen, aynı sonuçları elde ehnesi zordur. Özel durumlarda ke­
şif sanah manhk dışındaki bilimlerden türetilmiş ilkeleri kulla­
nır-ontolojiden sıklıkla yararlandığını belirhniştim. Ve özel so­
runlarla uğraşırken, felsefenin her dalından birçok şeyi önkabul
olarak alır. Ne ki, henüz kimse keşif sanah adı verilebilecek bir
eser yayınlamamışhr.
75. Fizikte incelenen birçok cisim cinsi vardır. Dünyanın bi­
leşeni olan birtakım bütün cisimler [İng. whole bodies] vardır. Ve
bütün cisimlerde kısmi cisimler vardır, örneğin madenler, bitki­
ler ve hayvanlar alemi. Dolayısıyla fizik her birinin kendi adı
olan kısımlara ayrılmışhr.
76. Fiziğin cisimlerin genel halleriyle ve birçok türde ortak
olan hallerle ilgilenen kısmına genel fizik denir. Dolayısıyla ge­
nel fizik, tüm cisimlere ya da çeşitli cisim türlerine ait olan şeyle­
rin bilimi olarak tanımlanır. *Tüm cisimlere veya çeşitli cisim
türlerine ait olan şeylerin özel bir bilim içinde ele alınması gere­
kir, aksi takdirde aynı incelemelerin birçok kez tekrarlanması ge­
rekir. Ayrıca cisimlerin genel özelliklerinin nedeni ortaya çıka­
rılmışsa, diğer gizli özellikler de keşfedilebilir.
77. Fiziğin dünyanın toptan cisimlerini [İng. total bodies] ele
alan ve dünyanın o cisimlerden nasıl oluştuğunu öğreten kısmı­
na kozmoloji denir. Dolayısıyla kozmoloji, bu haliyle dünyanın
bilimidir. *Dünyanın toptan ya da bütün cisimleri hareket ettiği­
ne göre, fiziğin de bu cisimlerin hareketlerinin nedenini vermesi
gerekir. Kozmolojide gökcisimlerinin hareketlerinin nedenlerini
inceleyen kısma Kepler "göksel fizik" adı vermiştir.
78. Mevcut dünyada ve herhangi bir başka mümkün dün­
yada ortak olan şeyleri açıklayan genel dünya anlayışı da vardır.
Felsefenin bu genel ve soyut kavramları geliştiren kısmına tran­
sandantal veya genel kozmoloji diyorum. Dolayısıyla genel
kozmoloji genel olarak dünya bilimi olarak tanımlanır. *Genel
kozmoloji, yer yer onun konularına değinmiş olsalar da, eskiden
filozoflar tarafından pek bilinmezdi. Bu bilimi kurmaya karar
verdim çünkü psikoloji, doğal teoloji ve fizik bu bilimden ilkeler
devşirir. Dahası, genel kozmolojinin konuları başka hiçbir yerde
doğru düzgün incelenmez.
79. Psikoloji ve doğal teoloji bazen "pnömatik" ortak adıyla
anılır. Pnömatik genellikle ruhların bilimi olarak tanımlanır. On­
toloji, genel kozmoloji ve pnömatik, "metafizik" ortak adının al-

39
hna düşer. Dolayısıyla metafizik varlığın, genel olarak dünyanın
ve ruhların bilimidir.
80. Fiziğin hava olaylarını inceleyen kısmına meteoroloji
denir. Dolayısıyla meteoroloji, hava olaylarının, yani atmosferde
husule gelen şeylerin bilimidir; sözgelişi yağmur, gökkuşağı, yıl­
dırım ve kuzey ışıklarının [aurora borealis].
81. Fiziğin madenleri inceleyen kısmına "oriktoloji" denir.
Dolayısıyla oriktoloji, madenlerin bilimidir. *"Madenler" terimi
çeşitli topraklara ve pıhhlaşmış edilmiş sıvılara işaret eder; mese­
la tuz, kükürt, taşlar, mücevherler ve metallere. Doğa tarihinin
bir parçası olan minerallerin tasvirine de "oriktografi" denir.
82. Fiziğin akışkanları inceleyen kısmına "hidroloji" denir.
Dolayısıyla hidroloji, akışkanların bilimidir. *Fizik, şeylerin ne­
denlerini vermelidir. Bu nedenle hidrolojinin suyun nehirlerdeki,
denizdeki, pınarlardaki, kaynaklardaki, kaplıcalardaki vb. hare­
ketinin nedenini vermesi gerekir.
83. Fiziğin bitki veya zerzevah inceleyen kısmına "fitoloji"
denir. Dolayısıyla fitoloji bitkilerin bilimidir. Bazen kendi başına
incelenen çeşitli zerzevat türleri vardır. Dolayısıyla fitolojinin
farklı kısımları vardır. Örneğin, botanik otların tasviridir. Bu,
doğa tarihinin bir kısmıdır. Fiziğin bitkilerin kendilerine has
özelliklerinin nedenlerini sunan kısmına "botanoloji" denir. Fizi­
ğin ağaçların özelliklerini açıklayan kısmına "dendroloji" denir.
Dolayısıyla botanoloji otların bilimi olarak tanımlanır. Dendroloji
ise ağaç ve fidan bilimi olarak tanımlanır. Geçmişte bitkilerin ge­
nel bilimi olan fitoloji henüz yeterince gelişmemişti. Bu nedenle
burada onun özel kısımlarını atlıyoruz. Yine de, insanlığa büyük
değer vaat eden ne çok şeyin fizikte hala araşhrılmayı beklediği­
ni belirtmek için birkaç ayrım yaptık.
84. Son olarak, fiziğin canlı cisimleri ya da bedenleri ve özel­
likle insan vücudunu inceleyen kısmına "fizyoloji" denir. Bazen
buna hayvan iktisadı [İng. animal economics] de denir. Claude
Perrault buna "hayvan mekaniği" diyor. Fizyoloji, canlı cisimle­
rin ya da bedenlerin [İng. animated bodies] bilimi olarak tanımla­
nır. Hekim tarafından, daha dar anlamda, sağlıklı insan vücudu­
nun bilimi olarak tanımlanır. "Antropoloji" adı bazen insanın fi­
ziksel incelemesine işaret etmek için de kullanılır. "Patoloji" te­
rimi, hekim tarafından, hasta bedenlerin incelenmesine veya be­
deni etkileyen hastalıkların incelenmesine işaret etmek için kul-

40
lanılır. Tıp felsefesi varsa (#39), fiziksel patoloji diye de bir bilim
olmalıdır. Mademki felsefe olan ve husule gelen şeylerin nedeni­
ni verir (#31), fiziğin de hasta bir vücutta husule gelen şeylerin
nedenini vermesi gerekir. Demek ki fiziksel patoloji hasta bede­
nin bilimidir. *Fiziğin fizyolojinin bir alt bölümü olarak fiziksel
patolojiyi içermemesi için hiçbir neden yoktur. Sağlık ve hastalık,
insan vücudunun iki halidir ve fizik bu durumların nedenini
vermelidir. Bu koşulların her ikisinin de nedeni, insan vücudu­
nun yapısında ve doğasında ve ayrıca vücudun yapısı ve doğası
yoluyla oluşabilecek işleyişleri etkileyen ilgili dış nedenlerde bu­
lunmak zorundadır. Öte yandan, olur da hekimlerin yaphğı gibi
patolojiyi fizyolojiden ayırmak isteyen biri çıkarsa, bunu kına­
mayız. Uygulamada bir fark yaratmadığı sürece ikisini de kabul
edebiliriz.
85. Doğal şeylerin nedeni iki şekilde verilebilir: Bunların biri
failde bulunur, diğeriyse amaçta. Failde aranan nedenler daha
önce tanımladığımız bilimlere aittir. Bu bilimlerin yanı sıra, do­
ğal felsefenin şeylerin amacını açıklayan başka bir kısmı daha
vardır. Çok önemli ve yararlı olmasına rağmen, bu disiplinin adı
yoktur. Buna teleoloji adı verilmelidir.
86. Bu noktaya kadar felsefenin kısımlarını gözden geçirdik.
Böylece filozofun işinin de çerçevesi çizilmiş oldu. Ancak doğa­
nın tüm hazinesinin bu kadar olduğunu ya da tüketildiğini de
düşünmemeliyiz. Gizli kalmış daha birçok felsefe disiplini var.
Bu hazineler, zamanı gelince, mürekkep yalamışlar kendilerini
felsefeye ciddiyetle adadıkça, elbet gün ışığına çıkacaktır. Bu in­
sanlar başkalarını küçümseyip aşağılamayı zafer sananlara öze­
nip boş hırsların peşinden koşmaktan ziyade gelişen bilimin
meyvelerini toplayacaktır. Felsefede böylesi bir işi tek bir kişi ko­
taramaz, birden fazla kişinin çabası gerekir. Bizim mütevazı gö­
revimiz, felsefe disiplinlerinin henüz hepsi keşfedilmemiş olsa
da, felsefenin kısımlarını tasnif edip düzenlemeye yardımcı ol­
maktır.
87. Felsefenin kısımları diğer kısımlar için ilkeler sağlayan
kısımlar önce gelecek şekilde terkip edilmiştir. Felsefe bir bilim­
dir (#29). Bu nedenle, ele aldığı şeyler, kesin ve değişmez ilkeler­
den geçerli bir dizi akıl yürütmeyle çıkarılmalıdır (#30). Dolayı­
sıyla, felsefenin diğer kısımlara ilke sağlayan kısımları önce; ilke­
leri ödünç alan kısımlar sonra gelmelidir. Bunu reddetmek de­
mek, kendi ispat ilkelerini diğer disiplinlerden alan disiplinlere

41
öncelik vermek demektir. Bu da henüz tanımlanmamış terimler
ve henüz ispatlanmamış ilkeler kullanmak anlamına gelir. Bu
durumda terim ve ilkeler kesin ve değişmez olmayacak. Öner­
meler yarım yamalak anlaşılacak, felsefenin diğer kısımları ol­
madığı sürece onların doğruluğundan da emin olamayacağız.
Ancak bu bilime aykırı olur (#30), oysa felsefenin bir bilim olması
gerekir (#29). Bu, felsefenin aradığı tam kesinlikle tutarlı da ol­
maz (#33). Bu nedenle, felsefenin diğer kısımlar için ilkeler sağ­
layan kısımlarına öncelik veren bir terkibi titizlikle yapmamız
gerekir. Ancak bu şekilde felsefede ele alınan konular doğru
düzgün anlaşılıp ispat edilebilir. *Bu sırayı takip etmeye karar
verdik zira çünkü felsefenin hakikatlerini birbirine bağlı bir dizi
içinde sunmayı planlıyoruz. Başka hiçbir düzen formüle ettiği­
miz felsefe kavramıyla tutarlı değildir.
88. Verimli bir felsefe yapmak istiyorsanız manhğı ilk sıraya
koymanız lazım. Manhk, bilme yetisini hakikatin bilgisine yönel­
ten kuralları ele alır (#61). İmdi, felsefeyi tam bir kesinlik elde
edecek şekilde çalışmalıyız (#33). Dolayısıyla, felsefe çalışan kişi­
nin hakikatin bilgisine nasıl ilerleyeceğini bilmesi gere­
kir-dolayısıyla da mantıkla haşır neşir olması. O halde manhk
ilk sıraya konmalıdır. *Felsefeye başlayanların acemiliklerinin
üstesinden mantık çalışarak geldikleri de söylenmeli. Bunun ne­
denini zaten vermiştik. Manhktan bihaber biri tanımları ve ispat­
ları nasıl titizlikle inceleyeceğini bilmez. Bu nedenle delillerle
tam örtüşmeyen şeyleri kolayca kesin addeder ve çoğu zaman
incelemediği şeyleri anladığını sanır.
89. Ancak, eğer manhktaki her şey eğer ispatlanacaksa, ilke­
ler ontoloji ve psikolojiden alınmalıdır. Manhk, aklı tüm varlığın
bilgisine yönelten kuralları inceler (#61), zira manhğın tanımı
onu herhangi bir varolan türüyle sınırlamaz; bu nedenle onun
bize şeyleri bilmek için nelere bakmamız gerektiğini öğretmesi
gerekir. İmdi, varolanm genel bilgisine ait olan, ontolojiden türe­
tilmiştir (#73). Dolayısıyla, açık ki, mantık kurallarını ispatlamak
için ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Dahası, mademki man­
hk aklın hakikatin bilgisine nasıl yöneltileceğini öğretir (#61),
onun aklın işlemlerinin hakikati bilmede nasıl kullanılacağını da
öğretmesi gerekir. İmdi, psikolojiden bilme yetisinin ve onun iş­
lemlerinin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir (#58). Dolayısıyla,
açık ki, manhk kurallarını ispatlamak için psikolojiden ilkeler
alınması gerekir. •Bu, mantığı öğrendiğinizde ve onu ontoloji ve

42
psikoloji ile karşılaşbrdığınızda daha açık olacakbr. Manbk ku­
rallarını ve onların nedenlerini dikkatle araştırırken bunu birçok
kez tecrübe ettik.
90. Manbktaki her şey sahih kanıtlarla titizlikle ispat edile­
cekse, mantığın ontoloji ve psikolojiden sonra gelmesi gerekir.
Mantık, ilkelerini ontoloji ve psikolojiden alır (#89). İmdi, felsefe­
nin kısımlan diğer kısımlar için ilkeler sağlayan bu kısımlar önce
gelecek şekilde tertip edilmelidir (#87). Bu nedenle, eğer manbk­
taki her şey titizlikle ispat edilecekse ve kuralları sahih bir şekil­
de karutlanacaksa ontoloji ve psikolojinin manbğı öncelemesi ge­
rekir.
91. İspatlayıcı yöntem, manbğın ontoloji ve psikolojiden
sonra ele alınmasını gerektirir (#90). Bununla birlikte, öğrenme
süreci manbğın, ontoloji ve psikoloji de dahil olmak üzere, felse­
fenin diğer tüm kısımlarından önce gelmesini gerektirir (#88).
İkisi <yani hem ispat hem öğrenme> bir arada olmaz. Bunu daha
dikkatli tartarak, mantık bilmeyenin ontoloji ve psikolojiyle fay­
dalı bir ilişki kuramayacağını anlamamız Jazım. Bununla birlikte,
ontoloji ve psikolojinin manbğa özgü ilkeleri mantığın içerisinde
kolayca açıklanabilir. Bu nedenle yöntem olarak ispattan önce
öğrenmeyi seçiyoruz. *Bu yaklaşımın daha tercih edilesi olması­
nın bir nedeni de ontolojik ilkelerin tanımlar olması ve psikolojik
ilkelerin tecrübeyle de edinilebilmesidir. Sonuç olarak, ontoloji­
nin diğer konuları henüz incelenmemiş olsa da, ontolojik ilkeler
anlaşılıp doğru kabul edilebilir. Mantığın ispatı psikolojide olan
önkabulleri ise, a posteriori kavranabilir. Daha sonra psikolojide
öğrenilecek olan ispat, manbkta kabul edilmiş olanlarla uyum
içerisinde olacakbr.
92. Eğer pratik felsefedeki her şey ispat edilecekse, ilkelerin
metafizikten ödünç alınması gerekir. Pratik felsefe, iştahın nasıl
iyiyi seçip kötüden kaçınmaya yönlendirileceğini açıklar (#62).
Fakat insan ruhuyla mümkün olan şeyleri açıklayan ve bunun
nedenlerini veren psikoloji (#58), iştah yetisinin zihnin diğer yeti­
lerine bağlı olduğunu öğretir. Demek ki pratik felsefe psikoloji­
den ilkeler alır. Pratik felsefenin bir parçası olan doğa kanunu
(#68), insanın Tanrı'ya ilişkin ödevlerini açıklar. Etik de, sivil oto­
rite tarafından herhangi bir dış zorunluluk getirilmeden insanın
bu ödevleri nasıl yerine getirebileceğini öğretir. Ancak Tanrı'run
bilgisi olmadan, insanın etik ve doğa kanununda tanımlanan
Tann'ya ilişkin ödevlerini kanıtlamak ve gözlemlemek imkansız-

43
dır. İmdi, Tanrı'nın felsefi bilgisi doğal teolojiden türetilmiştir.
Bu nedenle, etik ve doğa kanunu ispatlayıcı bir şekilde tesis edi­
lecekse, ilkelerin doğal teolojiden alınması gerekir. Evrensel pra­
tik felsefe, pratik felsefenin tüm kısımlarının genel kuram ve uy­
gulamasını açıklar (#70). Bu gibi genel kavramları kurarken, pek
çok açıdan doğal teoloji ve psikolojiye başvurması gerekir. Bu iki
disipline aşina biri bunun nedenini anlayacakhr. O halde, evren­
sel pratik felsefe doğal teoloji ve psikolojiden ilkeler alır. Son ola­
rak, pratik felsefenin de, felsefenin geri kalanı gibi, ispatlarında
ontolojide geliştirilen evrensel kavramları kullanması gerekir.
Bu, pratik felsefenin formülasyonunda oldukça açıkhr. Demek
ki, pratik felsefe ontolojiden de ilkeler alır. Kanıtladıklarımızdan
açık ki pratik felsefe metafiziğin kısımları olan ontoloji, psikoloji
ve doğal teolojiden ilkeler alır (#79). Dolayısıyla, eğer evrensel
pratik felsefedeki her şey ispat edilecekse, ilkelerin metafizikten
alınması icap eder. ,.Ludwig Philipp Thümmig, Almanca anlath­
ğım "felsefenin kısımları" derslerinin bir özetini yazdı. Çalışma­
sının adı Institutiones Philosophiae Wolfianae [Wolff'ün Felsefeler
Tasnifi]. Dolayısıyla, bilimlerin yapısında görülebilecek şeylere
işaret ettiğimde, Thümmig'in Institutiones'ine başvurulabilir, ne
de olsa eser bizim düşüncelerimizi açıklar. Hakikati arzu edenler
için yazarız. Her türlü engeli ortadan kaldırmaya ve hakikati el­
de etmeye yardımcı olabilecek hiçbir şeyi atlamamaya çalışıyo­
ruz. Metafiziğin pratik felsefede nasıl kullanıldığını gösteren bir­
çok başka argüman ortaya konabilirdi, ancak daha fazla kanıt is­
teyen kişiler Thümmig'in Institutiones'ini dikkatlice okurlarsa
tatmin olacaklardır.
93. Söylenenlerden şu çıkar: Pratik felsefe ispatlı bir şekilde
geliştirilecekse, metafizik pratik felsefenin tüm kısımlarından ön­
ce gelmelidir. Zira pratik felsefe ispatlı bir şekilde geliştirilecekse,
ilkelerinin metafizikten alınması gerekir (#92). Ve felsefenin kı­
sımları, diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kısımlar önce gelecek
şekilde sıralanmıştır (# 87). O halde metafiziğin pratik felsefeden
önce gelmesi gerekir.
94. Eğer fiziğin içindeki her şey kesin bir şekilde ispatlana­
caksa, ilkelerin metafizikten ödünç alınması gerekir. Fizik, cisim
yoluyla mümkün olan şeyleri açıklar (#59). Eğer bu şeylere ispat­
layıcı bir şekilde yaklaşılacaksa, o zaman cisim, madde, doğa, ha­
reket, öğeler vb. diğer genel kavramların bilinmesi şarttır. Zira
bu gibi kavramlar pek çok şeyin nedenini içerir. İmdi, bu kav-

44
ramlar genel kozmoloji ve ontolojide açıklanır (#73, #78). Bu ne­
denle, fizikte her şey kesin bir şekilde ispat edilecekse, genel
kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alınmalıdır. Gerçekten de, onto­
lojide geliştirilen hemen her kavram fizikte kullanılır, zira fizikte
nedenden sonuca her ispat ontolojik ilkelere dayanır. Dolayısıy­
la, fizikle arası iyi olan biri ontolojinin fiziğe tuttuğu ışıktan bi­
haber olamaz. İspat edilenlerden çıkan şu: Fizikte her şey kesin
bir şekilde ispat edilecekse, metafiziğin kısımları olan genel
kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Demek ki fizik,
metafizikten ilkeler alır.
95. Dolayısıyla, açık ki, eğer fizik ispatlı bir şekilde geliştiri­
lecekse, metafiziğin fizikten önce gelmesi gerekir. Çünkü fiziğin,
eğer ispatlı bir şekilde geliştirilecekse, metafizikten ilkeler alması
gerekir (# 94). İmdi, felsefenin kısımları, diğer kısımlar için ilke­
ler sağlayan kısımlar önce gelecek şekilde terkip edilmelidir
(#87). O halde metafizik fizikten önce gelmelidir.
96. Eğer doğal teoloji ispat edici bir şekilde ele alınacaksa;
kozmoloji, psikoloji ve ontolojiden ilkeler alınması gerekir. Doğal
teoloji Tanrı'nın varlığını, sıfatlarını ve işlemlerini ele alır (#57).
Eğer bunlar ispabyla ele alınacaksa, o zaman Tanrı'ya atfedilen
yüklemlerin kesin ve değişmez ilkelerden çıkarılması gerekir
(#30). Tann'nın varlığının ve sıfatlarının sağlam bir şekilde kanıt­
lanabileceği bu gibi değişmez ilkelerin dünyayı temaşa ederek
türetilmesi gerekir. Zira dünyanın olumsal varlığından hareketle
Tann'nın zorunlu varlığına ulaştığımızı iddia ediyoruz. Ve dün­
yanın eşsiz Fail'ini açıklayan bu sıfatları Tann'ya yüklememiz
gerekir. Dolayısıyla doğal teoloji kozmolojiden ilkeler alır çünkü
genel kozmoloji, dünyanın ilahi sıfatlara bağımlılığını açığa çıka­
ran, genel dünya temaşasıdır (#78). Ruha özgü şeylerin kavram­
larından tüm sınırlılıkları kaldırdığımızda ilahi sıfatların kav­
ramlarını oluştururuz. Dolayısıyla, ruhun bilgisi psikolojiden tü­
retildiği için (#58), doğal teoloji psikolojiden ilkeler alır. Son ola­
rak, ontolojide geliştirilen genel kavramlar (#73), doğal teolojinin
ispatlarında sıklıkla kullanılır. Dolayısıyla, doğal teoloji ontoloji­
den de ilkeler alır. *Burada, doğal teolojiye ait olan ve şimdilik
ispat edemediğimiz birçok şeyi varsayıyoruz. Bunlar için, yine,
Thümmig'in Institutiones'ine başvurulabilir (#92). Ontoloji ve
psikolojinin doğal teolojideki kullanımı, doğal teolojiyi tam ma­
nasıyla sistematik olarak ele alındıktan sonra çok daha açık olacak.
97. Genel kozmoloji ispatlayıcı bir şekilde ele alınacaksa, on-

45
tolojik ilkeleri kullanması gerekir. Genel kozmoloji dünyanın,
dünyayı oluşturan cisimlerin ve bu cisimlerin bileşeni olan öğe­
lerin genel açıklamasıdır (#78). Bu nedenle cisimler, cisimlerin
öğeleri ve dünyanın genel sıfatlarıyla ilgili daha özel ilkelerin is­
patlanması gerekiyorsa, varlığa ilişkin genel kavramların peşinen
kabul edilmesi gerekir. Dolayısıyla, mademki bu kavramları on­
toloji açıklar, o halde genel kozmoloji ontolojik ilkeleri kullanır.
•örneğin ontoloji [i] yalın ve [ii] bileşik varolanlardan söz eder.
Kozmoloji [i] ilkini cismin öğelerine, [ii] ikincisini de cisimlere
uygular. Ontoloji, kozmolojide cisimlerin yayılım ve sürekliliği­
ni, onların etki ve edilgilerini, doğanın düzenini ve evrenin mü­
kemmelliğini ispatlamak için kullanılan uzay, zaman, sürey, dü­
zen, tamamlanma, güç, imkan vb. kavramlarını geliştirir.
98. Psikoloji, eğer ispatlayıcı bir şekilde ele alınacaksa, koz­
moloji ve ontolojiden ilkeler alması gerekir. Hiç kimse ruhun du­
yu organlarında meydana gelen değişimlere göre evreni temsil
etme gücüne sahip olduğunu inkar edemez. Dikkatli bir çözüm­
leme bu kavramın asli olduğunu ve zihnin yetilerinin ve bu yeti­
lerin anladığı şeylerin öbür değişimlerinin nedenini verdiğini
gösterecektir. Bu güç, genel güç kavramı ontolojiden ve dünya­
nın genel anlayışı kozmolojiden alınmadığı sürece seçik anlaşıl­
maz (#73, #78). Dolayısıyla psikolojinin kozmoloji ve ontolojiden
ilkeler alması gerekir. Psikolojinin güncel yapısı onun ontolojide
geliştirilen birçok başka genel kavramı kullandığını açıkça göste­
rir.
99. Metafizikte ontoloji veya ilk felsefe önce gelir, genel
kozmoloji ikinci, psikoloji üçüncü ve doğal teoloji sonuncu gelir.
Metafiziğin kısımları, diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kısımlar
önce gelecek şekilde tasnif ya da terkip edilmelidir (#87). Doğal
teoloji psikoloji, kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alır (#96). Psiko­
loji genel kozmoloji ve ontolojiden ilkeler alır (#98). Kozmoloji de
ontolojiden ilkeler alır (#97). O halde, ontolojinin birinci, kozmo­
lojinin ikinci, psikolojinin üçüncü, doğal teolojinin de dördüncü
olarak ele alınması gerektiği açıkhr.
100. Fiziğin teleolojiden önce gelmesi gerekir. Fizik doğal
şeylerin fail nedenlerini gösterirken, teleoloji onların amaçlarını
ya da ereksel nedenlerini gösterir. İmdi, amaçlar, fail nedenler
tanındıktan sonra anlaşılır. Dolayısıyla teleolojik ispatların ilke­
leri fizikten türetilir. Bu nedenle, mademki felsefenin diğer kı­
sımlara ilkeler sağlayan kısımlarının önce gelmesi gerekir (#87),
fiziğin de teleolojiden önce gelmesi icap eder.

46
101. Teleoloji doğal teolojide kurulan Tanrı bilgisini doğrular.
Teleoloji doğal şeylerin amacını açıklar (#85). İmdi, ilk amaç Tan­
rı'yı şeylerin Fail'i olarak bilmektir. Ve böylece, doğal şeyleri sey­
re dalarak zihin, doğal teolojide ispat edilen Tanrı'ya yükselir.
Teleoloji ayrıca Tanrı'nın doğal şeylerden hareketle nasıl bilindi­
ğini de göstermelidir. Tanrı'ya dair ispat edilen şeyler, bu tür
araştırmalarla doğrulanır. Demek ki, doğal teolojide edinilen
Tanrı bilgisi, teleolojiyle açıkça doğrulanır. •Teleoloji, son derece
faydalıdır. Tanrı'ya dair bilgimizi güçlendirdiğimiz sürece, Tan­
rı'ya karşı ödevlerimizi daha gönülden yerine getiririz ve onun
ihtişamı tüm eylemlerimizde parlar. Bu bilgi her bir sağlam er­
dem çeşidinde kendine yer bulur. Bunlar, pratik felsefenin tüm
gelişimi boyunca apaçık olacaktır.
102. Teleoloji, doğal teolojiden sonra ele alınmalıdır. Teleolo­
ji, doğal teolojide kurulan Tanrı bilgisini doğrular (#101). Bu ne­
denle, teleoloji sadece ilahi mükemmellikler hakkında kavramla­
ra sahip olduğumuzu değil, aynı zamanda bu mükemmelliklerin
Tanrı'ya ait olduğunu da ispat edebileceğimizi varsayar. Dolayı­
sıyla, mademki bu bilgi doğal teolojide kurulmuştur (#57), teleo­
loji doğal teolojiden sonra ele alınmalıdır.
103. Evrensel pratik felsefenin etikten, iktisattan ve siyasetten
önce gelmesi gerekir. Evrensel pratik felsefe, pratik felsefenin
genel kuram ve uygulamasını açıklar. Bu nedenle pratik felsefe­
nin özel kısımları (#62, #64, #65, #67) olan etik, iktisat ve siyaset,
pratik felsefenin ilkelerini kullanır. İmdi, felsefenin kısımları di­
ğer kısımlar için ilkeler sağlayan bu kısımlar önce gelecek şekilde
tertip edilmelidir (#87). Bu nedenle, evrensel pratik felsefe, etiği,
iktisadı ve siyaseti öncelemelidir.
104. Etiğin iktisattan, iktisadın da siyasetten önce gelmesi ge­
rekir. Bu disiplinlerin güncel yapısından, iktisadın etikte ispat
edilen ilkeleri kabul ettiği ve siyasetin iktisat ve etikten ilkeler
kullandığı açıktır. Dolayısıyla, yukarıdakiyle aynı nedenden
(#87), etiğin iktisattan, iktisadın da siyasetten önce gelmesi gerek­
tiği açıktır. •Doğa kanunu etik, iktisat ve siyasetten ayrılabilir, zi­
ra bu disiplinlerin kuramını içerir (#68). İmdi, kimse uygulama­
nın zemini olan kuramın önce gelmesi gerektiğini inkar edemez.
Dolayısıyla doğa kanununun etik, iktisat ve siyasetten önce gel­
mesi gerekir.
105. Pratik felsefe metafizikten hemen sonra ele alınabilir.
Çünkü pratik felsefe kuram ve uygulamasını ispat etmesine ya-

47
rayan ilkeleri doğal teolojiden ve özellikle psikoloji ve ontoloji­
den alır (#92). Onun fizikten türettiği ilkelerin tecrübeyle bilindi­
ği farz edilebilir. Bu nedenle, pratik felsefenin metafizikten he­
men sonra ele alınmasına engel yoktur. Ahlaki uygulamada tele­
olojinin değeri yadsınamaz (#101). Sonuç olarak, madem teleoloji
fizikten sonra gelir (#101), fizik pratik felsefeden önce gelse ge­
rektir. Fakat doğal teolojide Tann'ya ilişkin kanıtlanmış şeyler,
pratik felsefenin ispatları için yeterlidir. Teleoloji, doğal teolojide
öğretilenleri anlamada çok yardıma olur. Ancak teleolojinin
hakkını teslim ehnek için onu pratik felsefeden sonra ele almak
daha yerinde olur.
106. Fizik, metafizikten hemen sonra ele alınabilir. Diğerleri­
nin hepsini kuşatan başat disiplinler metafizik, fizik ve pratik fel­
sefedir (#59, #62, #76). Metafiziğin fizikten önce gelmesi gerektiği
gösterilmişti (#95). Fizik de pratik felsefeden hiçbir ilke almadı­
ğına göre, onun pratik felsefeden önce gelmesine engel yoktur
(#87). Demek ki fizik metafizikten hemen sonra ele alınabilir.
*Demek ki fizik de önce gelebilir, pratik felsefe de (#105). Ancak
fiziğin bir kısmı olan teleoloji (#85), pratik felsefenin kimi ilkele­
rini önkabul olarak alır, dolayısıyla da pratik felsefeden sonra ele
alınmalıdır (#87). Bunun sonucu olarak, bir bütün olarak fiziğin
pratik felsefeden sonra ele alınması daha yerinde görünebilir.
Ancak evrensel pratik felsefeyi ve doğa kanununu metafiziğe,
etik ile siyaseti de fiziğe katmak isteyenler çıkabilir. Nitekim be­
riki disiplinlerin öğretileri öteki disiplinlerde kullanılır. Kaldı ki,
fiziğe dayalı olan teknoloji (#71) dahi siyasete birtakım ilkeler
sağlayabilir.
107. Fizik, cisimlerde husule gelebilecek şeylerin nedenini
verir (#31, #59). İmdi, genel kozmolojinin ispatlarından çıkan, ni­
hai nedenlere ulaşamayacağımız, en yakın nedenlerden türetilen­
lerle yetinmemiz gerektiği, bu açık. Dolayısıyla ilkeler, husule
gelen şeylerin nedenini verebilecek olan, tecrübelerden türetil­
melidir. Bu ilkeler her zaman gözleme açık olmadığı için, onların
deneylerle açığa çıkarılmaları gerekir. Kaldı ki, fizikte ispat edi­
lenler de deneylerle doğrulanır (#34). Kişi tarihle felsefe arasın­
daki bu orta bilgi seviyesine ulaşh mı, arhk fizik bilimi için ge­
rekli hazırlığa sahip olur (#54). Felsefenin fizik ilkelerini deneysel
olarak kuran ve fizikte ele alınan şeyleri gözler önüne seren bu
kısmına "deneysel fizik" denir. Dolayısıyla, deneysel fizik, şeyle­
rin doğasında husule gelen şeylerin nedenini verebilecek ilkeleri

48
deneysel olarak kurma bilimi olarak tanımlanır. ""Fizikte ispat
edilenleri doğrulamak için deneyler kullanılırsa, bu deneyler is­
patlara katılabilir. Deneysellik, felsefenin diğer kısımlarına da
genişletilebilir. Ve böylece, genellikle fizikle sınırlandırılsa da,
deneysel fizikten daha fazlasına uygulanabilir. Örneğin, teleoloji,
doğal teolojide Tanrı hakkında ispat edilen şeyleri doğanın eser­
lerini temaşa ederek doğruladığı ölçüde, deneysel teolojidir.
Geçmişte ihmal edilseler de, ahlaki ve siyasi deneyler vardır. Bu
deneyleri yeri geldiğinde6 göstereceğiz-yalan yanlış bir şey id­
dia ediyor gibi gözükmeyelim diye.
108. Deneysel fiziğin takdimiyle birlikte "fizik" terimi genel
bir isim haline gelir. Daha önceden fizik dediğimiz (#59) bilimi
deneysel fizikten ayırmak için, öncekine artık "dogmatik fizik"
denecek. Burada dogmatik fiziği tanımlamaya gerek yok. Yuka­
rıda fiziği nasıl tanımladıysak (#59), onu da aynı şekilde tanımla­
yabiliriz.
109. Deneysel fiziğin dogmatik fizikten önce gelmesi gerekir.
Deneysel fizik, dogmatik fiziğe ilkeler sağlar ve kişiyi dogmatik
fiziği daha kolay ve daha düzgün bir şekilde anlamaya hazırlar
(#107). İmdi, dogmatik fiziğe ilkelerini sağlayanın ondan önce
gelmesi gerekir (#87). Kaldı ki, kişiyi fizik bilimine hazırlayan bir
şeyin ondan önce gelmesi gerekir.
110. Deneylerin, sonraki deneylerin nedeni daha önceki de­
neylerde bulunabilecek düzende ayarlanması gerekir. Tecrübele­
rim, pek yapılmamış olsa da, bunun yapılabileceğini söylüyor.
Husule geleceği bilinenin kolaylıkla kabul edilmesi gerekir. De­
neyler, şeylerin doğasında husule gelen şeyin nedenini verebile­
cek ilkeleri kursunlar ve bizi dogmatik fiziğe veya doğanın bi­
limsel bilgisine hazırlasınlar diye, dogmatik fizikten önce gelirler
(#107). İmdi, deneyler, sonraki deneylerin nedeni önceki deney­
lerde keşfedilebilecek düzende ayarlanmışsa, bu deneyler husule
gelenin nedeninin verilmesinde kullanılan ilkeleri sağlamakla
kalmaz, bu ilkelerin nasıl kullanılacağını da öğretir. Dolayısıyla
deneyler iki amaca da hizmet eder. O halde, deneylerin bu şekil­
de ayarlanması gerektiğinden kim şüphe edebilir? ""Bu argümana
göre, deneysel fiziğin dogmatik fiziğe ait birçok şeyi ele almasına
engel yok. Deneysel fizikte ele alınanlar, dogmatik fizikte genel­
likle hesaba katılmaz. Gerçekten de, doğanın o kadar zengin bir

6 Philosophia practica uniııersalis, il, #261 .

49
hazinesi vardır ki, dogmatik fiziğe her zaman tarhşma konusu
bulunur. Bir tezin doğru olduğunda hemfikir olduğumuz sürece,
onu deneysel ya da dogmatik fizikten öğrenmiş olmamız çok da
önemli değildir. Yukarıda (#107) deneysel fiziğe ait şeylerin
dogmatik fizikte tekrar ele alınması gerektiğini görmüştük. Fel­
sefede aradığımız tam kesinliği dikkatle ve bilgece elde etmek
için (#33), disiplinlerin sınırlarının bir bilimin konusu başka bir
bilimde ele alınmayacak şekilde daraltılmaması gerekir. Bunun
nedeni mantıkta7 açıklanacak. Buna yeterince aşina olduğum
için, bunun doğru olduğunu biliyorum. Bunun bir başka faydası
daha var. Deneysel fizik, bahsettiğimiz şekilde ele alınırsa, fiziğin
kısımları -sayıları da az değil (#80)- herhangi bir kafa karışık­
lığı yaratmadan geliştirilebilir. Fiziğin bir kısmında ele alınan
şeyler genellikle diğer bir kısımda önkabul olarak alınır. İmdi, fi­
ziğin farklı kısımlarının ortaklaşa kullandığı ilkeler deneysel fi­
zikte geliştirilir. Dolayısıyla, deneysel fizik sağ olsun, dogmatik
fiziğin kısımları ispat edilebilir bir şekilde geliştirilebilir ve hiçbir
kısım başka bir kısımda ispat edilenleri önkabul olarak alma ih­
tiyacı duymaz. Ayrıca bir kanıtın sonucu için önkabul olarak alı­
nan şeylerin kanıtladıkları önermeden bağımsız olarak ispat
edilmesi ispatlayıcı yöntemle oldukça tutarlıdır. Bunun hem öğ­
retmen tarafından gözetilmesi gerekir (ki döngüselliğe düşme­
sin), hem de öğrenci tarafından (ki hata olmadığından emin ola­
bilsin). Fiziğin henüz ele alınmamış olan kısımlarından alınan
şeyler deneysel fizikte önceden kurulmuş ise, böyle bir derdimiz
olmaz.
111. Psikoloji, insan ruhuyla mümkün olan şeylerin nedenini
verir (#31,#58). İmdi psikoloji mantık (#89), keşif sanatı (#74) ve
aynı zamanda pratik felsefe (#92) için ispat ilkeleri sunar. İnsan
eylemlerine rehberlik eden bu beriki disiplinlerin kesinliğinin,
özel nedenleri genel nedenlere büyük dikkat ve bilgelikle da­
yandırarak muhafaza edilmesi gerekir (#33). Bu nedenle, psikolo­
jinin ilkelerinin tecrübelerden türetilmesi (#34) ve tıpkı deneysel
fizikte olduğu gibi (#110) daha sonraki ilkelerin nedeninin önce­
kilerde keşfedilebileceği şekilde ayarlanması gerekir. Bu nedenle,
felsefeye, tecrübenin insan ruhu aracılığıyla husule gelen şeylerin
nedenini verebilecek ilkeler kurduğu, "ampirik psikoloji" adında
bir dal açtık. Dolayısıyla, ampirik psikolojiyi insan ruhunda hu-

7 Philosophia ratiorıalis sive logica, #564.

50
sule gelen şeylerin nedenini veren ilkeleri deneysel olarak kurma
bilimi olarak tanımlıyorum. *Böylece, ampirik psikolojinin de­
neysel fiziğin dengi ve dolayısıyla deneysel felsefeye ait olduğu
açıkhr. Deneysel psikolojinin ve deneysel fiziğin, yöntemimize
(#1 10) göre ele alındıklarında, tarihin kısımları olmadıkları da
açıktır. Zira ampirik psikoloji sadece ruhta gözlenenlere bakmaz.
Aynı zamanda yetilerin ve alışkanlıkların da kavramlarını for­
müle eder ve başka ilkeler tesis eder. Hatta bazı şeylerin nedeni­
ni verdiği bile olur. Ve felsefi bilgiye özgü olan (#6), yalnızca ta­
rih (#3) olarak sınıflandırılamaz.
112. Ampirik psikolojiyi felsefenin yukarıda (#58) psikoloji
adı alhnda tanımladığımız kısmından ayırmak için, berikine
"rasyonel psikoloji" diyelim. Burada rasyonel psikolojiyi bir da­
ha tanımlamaya gerek yok. *Rasyonel psikolojide, felsefeye uy­
gun oldukları sürece, ruha ait olduğu a posteriori gözlenen ve bu
gözlemlerden çıkarılan şeyleri, insan ruhunun eşsiz kavramın­
dan a priori türetiriz. Bu, önceki görüşe aykırı olan yeni ve cesur
bir girişimdir. Çoğunluk genellikle ilk başta bir yeniyi kabul et­
mekte gönülsüzdür. Rasyonel ve ampirik psikolojiyi birbirinden
ayırmamın temel nedeni, psikoloji bilgisinin ayrım gözetmeden
reddedilmesini önlemektir. Ahlakla siyasetin kuram ve uygula­
ması, ayrıca onlardan ispahyla bildiğimiz şeylerin çıkarılması
için psikolojik ilkeler gereklidir. Pratik felsefe önemlidir ve onu
tarhşmalı ilkelere dayandırmak istemeyiz. Bu nedenle, pratik fel­
sefenin hakikatlerini sadece ampirik psikolojide tecrübeyle açık­
ça tesis edilen ilkelere dayandırmalıyız. Felsefenin özel meyvesi­
nin hakiki erdem olduğuna inanırız. Dolayısıyla da, yöneldiği­
miz amacın önündeki tüm engelleri dikkatle ortadan kaldırırız.
Delilin hakikate uyduğunu gösteren hiçbir şeyi atlamayız.
113. Teknoloji fizikten, özellikle de deneysel fizikten ilkeler
alır. Teknoloji, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini verir
(#71). Sanat, fizikte bilinen doğal cisimlerle ilgilenir (#59). Dolayı­
sıyla, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini veren kişinin,
fiziğe dönmesi gerekir. Kaldı ki, sanat birçok alet kullanır. Bu
aletlerin yapı ve kullanımının mekanik ilkelerle değerlendirilme­
si gerekir. Bu ilkeler, deneysel fizikte deneylerle keşfedilir ve
doğrulanır, hatta matematikten bihaber olanlar bile bunları anla­
yabilir. Demek ki, sanat yoluyla husule gelen şeylerin nedenini
veren kişinin deneysel fiziğe dönmesi gerekir. Dahası, deneysel
fizik, hem sanat yoluyla husule gelen şeyleri hem de şeylerin do-

51
ğasında husule gelen şeyleri açıklamak için kullanılan fiziksel il­
keleri tesis eder. Dolayısıyla, açık ki, teknoloji fizikten ilkeler alır,
özellikle de deneysel fizikten. *Teknoloji, bizim yaphğımız gibi
bir bilim olarak ele alınırsa, mimarlığı da içerir (#71). Mimarlığın
öğelerini bizim onu ele aldığımız şekliyle anlayan biri, fiziksel il­
kelerin kullanımını kabul edecektir.
114. Teknoloji, fizikten sonra ele alınmalıdır. Teknoloji, hem
dogmatik fizikten, hem de deneysel fizikten ilkeler alır (#1 13).
İmdi, felsefenin kısımları diğer kısımlar için ilkeler sağlayan kı­
sımlar önce gelecek şekilde terkip edilmelidir (#87). Dolayısıyla
teknoloji fizikten sonra ele alınmalıdır. *Birçok sanat var. Her­
halde bu sanatların sayısı kadar teknoloji dalı olduğunu söyle­
meme gerek yok. öte yandan, sanatların çeşitli cinslere ayrıldı­
ğını ve teknolojinin kısımlarının bu cinslere göre ayrılacağını
söylemek daha yerinde olur. Aksi takdirde gereğinden fazla tek­
nolojinin dalı olur. Bu konuda daha fazlasını söyleyemeyiz. Bi­
limlerin tarihi kadar isabetli bir sanatlar tarihine sahip değiliz.
Bilinen ve tesis edilen bilimler olarak kabul gören şeyler hakkın­
da da daha fazla konuşmaya gerek yok.

52
IV
Felsefede Yöntem

115. Felsefi yöntem, filozofun dogmaları ele alırken kullan­


ması gereken düzendir. *Bu, felsefenin tek tek kısımlarında göz­
lenmesi gereken yöntemdir. Dolayısıyla burada bahsettiğimiz
düzen, bir önceki bölümde ispatladığımız (#87), çeşitli disiplinler
arasındaki düzenle aynı şey değildir. Orada farklı disiplinlerin
nasıl düzenlenmesi <terkip ya da tasnif edilmesi> gerektiğini
gösterdik; burada ise her disiplinin kendi içindeki dogmaların
nasıl düzenlenmesi gerektiğini açıklıyoruz. Manhkta,1 bu yönte­
min disiplinleri geliştirmede nasıl kullanıldığını göstereceğiz.
Bununla birlikte, manhk bilgisi olmadan da anlaşılabilecek bu
yöntemle ilgili belli şeyleri burada açıklayamamamız için bir ne­
den yoktur.
116. Felsefede sadece isabetli tanımlarla açıklanan terimler
kullanılmalıdır. Zira felsefede sadece isabetli tanımlarla açıklan­
mış terimleri kullanırsak, her önermenin anlamı açık olacakhr.
Mademki felsefe bir bilimdir (# 29), onun tüm iddialarının ispat
edilmesi gerekir (#30). Dolayısıyla, anlamı kesin olmadığı sürece
bir tez ispat edilemeyeceğine göre, ayrıca her felsefi önermenin
anlamının kesin olması gerektiği için, felsefede sadece isabetli ta­
nımlarla açıklanan terimlerin kullanılması gerekir. ,.Açıklanmamış
veya isabetsiz bir şekilde tanımlanmış terimler kullanırsak, an­
lam kapalı veya en azından müphem olacaktır. Öteki durumda,
bu terimlerle oluşturulan önermeler anlaşılmayacak; beriki du­
rumda ise kuşkuyla yorumlanacaklar. Dikkatli biri bunun felse­
fede arzulanması gereken tam kesinlikle tutarlı olmadığını fark
edecektir (#33). Dahası, anlamlan kesin olmayan, bulanık veya
belirlenmemiş olan önermeler somut meselelere hatasız uygula­
namaz. Ve böylece felsefenin onun bilgide ve yaşamdaki kulla­
nışlılığından başka bir şey olmayan meyvesinden mahrum kalı-

1 Philosophia rationalis sive logica, #5 1 5 .

53
rız. Bu en değerli semereyi arzuladığımıza göre, terimlerimizin
isabetli tanımlarını formüle etmeye özen göstermemiz gerekir.
Manhkta isabetli tanımların ne olduğunu açıklayacağız.2
117. Felsefede yalnızca yeterince kanıtlanmış ilkelerin kulla­
nılması gerekir. Felsefe bir bilim olduğundan (#29), onun iddiala­
rının kesin ve değişmez ilkelerden hareketle geçerli bir dizi akıl
yürütmeyle çıkarılması gerekir (#30). İlkeler yeterince kanıtlan­
mamışsa, doğrulukları bizim için kesin olmayacaktır. Dolayısıy­
la, güvenilmez olacaklardır. Dahası, kuşku duyan biri itiraz etti­
ğinde, biz de ilkelerin doğruluğundan bizzat şüphe etmeye baş­
layabiliriz. Bu durumda, ilkeler değişmez olmayacakhr. Ama bu,
ispat edilene ters. Dolayısıyla, açık ki, felsefede yalnızca yeterin­
ce kanıtlanmış ilkelerin kullanılması gerekir. *Yeterince kanıt­
lanmamış ilkeler kabul edersek, felsefedeki tam kesinlik telef
olur. Manhkta3 şunu göstereceğiz: Bir önerme, kendisinden ha­
reketle kanıtlandığı ilkelerden daha kesin olamaz. Bir ilkenin ne
zaman yeterince kanıtlanmış olduğu sorusunu manhkta4 yanıt­
layacağız. Ne de olsa manhk, doğru ilkelerin hem tecrübe hem
de akıl yürütmeyle nasıl tesis edildiğini açıklar.
118. Yeterince kanıtlanmış ilkelerden geçerli olarak çıkarıl­
madığı sürece, hiçbir önerme felsefeye kabul edilmemelidir.
Çünkü felsefe bir bilimdir (#29), bu nedenle de önermelerini ke­
sin ve değişmez ilkelerden geçerli bir dizi akıl yürütmeyle çı­
karmalıdır (#30). O halde, önceki ilkelerden, yani yeterince kanıt­
lanmış ilkelerden, geçerli bir şekilde çıkarılmadığı sürece hiçbir
önerme kabul edilemez, zira bunlar felsefede kullanılması gere­
ken yegane ilkelerdir (#1 1 7). *Felsefede arzuladığımız kesinliğin
sadece yeterince kanıtlanmış ilkelerde değil, aynı zamanda bu il­
kelerden geçerli bir şekilde çıkarılmış önermelerde de bulunması
gerekir. Manhkta5 sonuçların ilkelerden nasıl geçerli bir şekilde
çıkarıldığını açıklayacağız.
119. Müteakip tanımlarda kullanılan felsefe terimlerinin ön­
ceki tanımlarda açıklanmış olması gerekir. Burada dikkate alın­
ması gereken iki husus var. Tanımlarda kullanılan terimler ya
tam olarak açıklanmamışhr ya da müteakip tanımlarda açıklanır.

2 A.g.y. #152.

3 A.g.y. #564.

4 A.g.y. #669.

5 A.g.y. #332.

54
Öncelikli husus, yani yeterince açıklanmamış terimleri kullandı­
ğımız durum, daha yaygındır. Bunun tanımlarda ya da önerme­
lerde olması bir şey değiştirmez. İmdi, sonuç itibarıyla, bir kişi­
nin açıklanmamış terimleri kullanması şöyle dursun, yeterince
açıklanmamış terimleri bile kullanamayacağını gösterdik (#1 16).
Dolayısıyla mevcut tartışma daha ziyade önceki tanımlarda kul­
lanılan terimlerin müteakip tanımlarda açıklandığı ikinci durum­
la ilgilidir. Şu sebepten, bunun tersinin olması gerektiği kanısın­
dayız: Felsefede kuşkuya yer vermeyecek bir kesinlik arzulama­
mız gerekir (#33). İmdi, bir tanımda henüz açıklanmamış terim­
ler kullanıyorsak, anlamı açıkça yakalayamayız. Ve bu kesinliğe
engel olduğundan, yalnızca önceki tanımlarda açıklanmış olan
terimleri kullanmamız gerekir. Her ne kadar önceki tanımları
oluşturan terimleri müteakip tanımlarda açıkladığımızda kesin­
liğe engel olan şeyi ortadan kaldırsak da, bu oldukça sakıncalı­
dır, zira bu sefer de döngüselliğe düşüp düşmediğimizi araşhr­
mak zorunda kalırız. Bunun bir başka sonucu da, okurun kuşku­
ya kapılabilmesidir, ki bu da aranan kesinliğin tersi. Dahası, bir
kısır döngüden kaçınmak gibi bir külfet meydana gelir. O halde,
kimse müteakip tanımlarda kullanılan terimlerin önceki tanım­
larda açıklanmış olması gerektiğini inkar edemez. *Tanımların
düzeni arhk açık olsa gerek. Bu, aynı zamanda, tanımlar verildi­
ğinde ve haklı olarak reddedilebilecek bir şeyi kabul etmemeye
dikkat edildiğinde neyin yapılmaması gerektiğini de açıklar.
120. Sonraki ispatlarda kullanılan felsefe önermelerinin ön­
cekilerde ispatlanmış olması gerekir. Burada da dikkate alınması
gereken iki husus var. İspat sırasında ilke olarak [i] ya ispat
edilmemiş önermeleri kullanırız, [ii] ya da sonraki ispatlarda is­
pat edilenleri. [i] Ötekini burada incelemeye gerek yok. Bunu za­
ten yukarıda (#1 17) tartıştık. Dolayısıyla şu an asıl sorun [ii] beri­
ki. Konumumuzu şöyle kanıtlarız: Felsefede kuşkuya mahal
vermeyecek bir tam kesinlik arzularız (#33). İspat sırasında ilke
olarak önceden ispat edilmemiş bir önerme kullanırsak, bunun
doğru olup olmadığından kuşkulanırız. Kuşkulu bir ilkeden ha­
reketle ispat edilen önerme de kuşkulu ve kesin olmaktan uzak
olur. İmdi bu, olması gerektiğini gösterdiğimiz tam kesinliğin
tersidir. Dolayısıyla müteakip ispatlarda ilke olarak kullanılan
önermelerin önceki ispatlarda ispat edilmiş olması gerekir. Nite­
kim önceki kanıtlarda doğru olduğu varsayılan önermeler son­
raki kanıtlarda ispat edildiğinde hakikatin önündeki engel kaldı-

55
rılmış gibi olsa da, daha sonra bir döngüselliğe düşüp düşmedi­
ğimizi didik didik etmek zorunda kalacağımız için, bu epey uy­
gunsuz olur. Bunun bir başka sonucu da okurun kuşkuya kapı­
labilmesidir ki bu da bulunması gereken hakikatin tersi (#33).
Dahası, bu bize, hiç gereği yokken, döngüselliğe düşmediğimiz­
den emin olmak için önceki ispatlarda kullanılan önermelerin
müteakip ispatlarını incelemek gibi zahmetli bir iş çıkanr. O hal­
de, sonraki ispatlarda kullanılan önermelerin önceki ispatlarda
kanıtlanması gerektiğini kim inkar edebilir? *Buradan, önermele­
rin düzeninin açık olması gerektiği çıkar. Bu, aynı zamanda, bir
önerme kanıtlandığında ve haklı bir itirazdan kaçınmak için fel­
sefenin kısımlarını geliştirmeye özen gösterildiğinde ne yapıl­
maması gerektiğini de açıklar. Böylesi bir giriş kitabında tanım­
ların ve önermelerin düzenini tümüyle gözetmenin neden müm­
kün olmadığını yukarıda (#30) zaten açıklamışhk.
121. Felsefi önermelerde, bir yüklemin bir özneye uyacağı ya
da bir şey için bir şeyin evetlenip değilleneceği koşulu isabetli bir
şekilde belirlememiz gerekir. Zira felsefenin mümkünlerin neden
gerçekleşebileceğini (#31) ve buna bağlı olarak bir şeyin bir şey
için neden söylenmesi ve değillenmesi gerektiğini açıklaması ge­
rekir. Dolayısıyla, bir yüklemin bir özneyle uyumlu olmasının
nedeni bir tanımda ya da bir koşulda ise, filozofun da bu yükle­
min bu özne ile nasıl uyum içinde olduğunu tanım ya da koşul
üzerinden göstermesi gerekir. Dolayısıyla da tanım veya koşul
üzerinden ilgili yüklemin bu özneye atfedilip atfedilemeyeceği
belli olacak şekilde önermeyi açıklaması gerekir. Demek ki yük­
lem özneye tanım gereği yani mutlak ait olmadığı sürece koşu­
lun isabetli bir şekilde belirlenmesi gerekir. Bu nokta başka şe­
kilde de kanıtlanabilir. Bir yüklemin bir özneye ait olduğu koşul
önermede isabetli şekilde ifade edilmezse, yüklem özneye her
koşulda mutlak surette mi uyuyor, yoksa belli koşullarda ve bazı
durumlarda mı, kuşku doğar-bunun hangi durum olduğunu
görmek şöyle dursun. Böyle bir bilgisizlik durumunda kişi, tam
bir kesinliği yakalamak şöyle dursun, belli bir bilgiye bile sahip
değildir. Ve bu, felsefe kavramına terstir (#33). *Sahiden de, bir
yüklemin bir özneye [i] mutlak olarak mı yoksa [ii] sadece belirli
bir koşulda mı ait olduğu bilinmediği sürece, özellikle [ii] beriki
koşul isabetli bir şekilde belirlenmediğinde, bir önerme ispat edi­
lemez. [i] Öteki durumda akıl yürütme tanımla ya da tanımın zo­
runlu sonucu olan ya da ondan zaten çıkarılmış olan şeylerle

56
başlar. [ii] Beriki durumda bir öznenin belirlendiği koşulla başla­
rız. Bunlar manhğın ispat öğretisi incelendiğinde daha iyi anlaşı­
lır. Buradaki esas noktamızın kanıtı mantığı ele aldıktan sonra
daha açık olacak.
122. Bir yüklemin bir özneye atfedildiği felsefi önermeler
hem bilime hem de pratik meselelere yarar. Çünkü bilimde
önermeleri diğer önermelerin doğruluğuna dair akıl yürütmek
için kullanırız. Dolayısıyla, bir yüklemin bir özneye atfedileceği
koşulu bilirsek, varsayılan ya da ispatlanmış olanlar sayesinde
ilgili koşulun sağlandığını bilmediğimiz sürece, bu önermeyi akıl
yürütmede asla kullanmayız. Bu şekilde, önceden bilinen öner­
melerden hareketle henüz bilinmeyen başka önermeler çıkarabi­
liriz. O halde, bir yüklemin bir özneye atfedileceği koşulun doğ­
ru olarak belirlendiği önermeler bilim için yararlıdır. Günlük ya­
şamımızda şeyleri değerlendirmek için önermeler kullanırız. Do­
layısıyla, bir yüklemin bir özneye atfedildiği koşul bu önerme­
lerde doğru bir şekilde ifade edilirse, bu koşulun sağlandığını
bilmedikçe bir yüklemi bir şeye atfetmeyiz. Bir koşuldan ziyade
bir tanım söz konusuysa, günlük yaşamda karşılaşılan nesne, fel­
sefede verilen tanımla bilinir (#1 16). Sonuç olarak, yüklem yal­
nızca tanıma uyana atfedilmiş olur. Böylece günlük tecrübenin
nesnelerini doğru değerlendiririz. *Burada, felsefi bilginin tarih­
sel bilgiden daha fazla pratik değere sahip olduğu hakkında yu­
karıda (#41) söylediklerimizi hatırlayabiliriz. Bir yüklemin bir
özneye ait olduğu koşulun önermede isabetli bir şekilde ifade
edilmemesi durumunda, böyle bir önermenin hem bilimde hem
de pratik meselelerde hatalı kullanılacağı oldukça açık. Bu nok­
tanın ayrıntılı bir kanıtına gerek yok. Tecrübe yeterince örnek
sağlar. Bu, aynı zamanda, yargıların neden bu kadar sık hatalı
olduğunu açıklar. Mademki pratik meseleler hakkındaki değer­
lendirmelerimiz eylemlerimizi belirler, o zaman kesin önermeleri
ihmal etmek büyük zarar verir. Bu nedenle, en değerli insanlar
önermeleri isabetli hale getirenlerdir.
123. İspatlar önceki önermelere aşina olan okurun kanıtı ta­
mamlamak için hatırlaması gerekenden fazlasını içermemeli.
Çünkü isabetli ve yöntemli bir şekilde geliştirilen bir felsefede,
sonuçlar öncülleriyle anlaşılır ve ispat edilir (#1 19, #120). Bu du­
rumda sadece öncüllere aşina olanın sonuçlara karar vermesi ge­
rekir. İmdi, belirli bir ispatta öncüllerle aşina olan bir okur, kanıtı
tamamlamak için neyin gerekli olduğunu hatırlayabilirse, zih-

57
ninde mükemmel ve mutlak bir ispat yaratabilir. Demek ki başka
bir şey eklenmeye gerek yok. ,.Filozof, okurunun işin üstesinden
geleceğini varsayar. Felsefe gerekli mesaiden yoksun birinin, ne­
yin doğru olarak varsayıldığını kendiliğinden hahrlayamayaca­
ğını kendine itiraf etmelidir. Ve felsefi hakikati elde etmek için
yeterli yeteneğe sahip olmayan birinin felsefeyle uğraşmayı bı­
rakması gerekir. Böyle birinin yaşamın sorunlarının üstesinden
gelmesini sağlayacak bir tarihsel felsefe bilgisiyle ya da felsefeyle
tarih arasındaki orta bilgi seviyesiyle yetinmesi gerekir.
124. Bir ispattaki tek tek önermelerin, ispah kavrayanın zih­
nine girdikleri sırayla düzenlenmesi gerekir. Manhkta her ispahn
önceki çıkarımların sonuçlarının sonrakilere öncül olacak şekilde
bağlandığı belli sayıdaki bir dizi akıl yürütmeden oluştuğunu
göstereceğiz.6 Dolayısıyla bir ispah net bir şekilde kavramak is­
teyenin ispattaki tüm önermeleri belli bir düzen içinde ele alması
gerekir. Mademki bu usul felsefede arzuladığımız kesin bilgi için
gerekli (#33), önermelerin ispah kavrayanın zihnine girdikleri sı­
rayla düzenlenmesi gerektiğini kim inkar edebilir? Başka bir dü­
zen için bir neden yok. ,.Matematiksel ispatlarda bu düzenin sık­
lıkla ihlal edildiğini reddetmiyorum. Ancak bunun ispahn ken­
dine has doğasının bir sonucu olarak gerçekleştiğini reddediyo­
rum. İlineksel olan veya dışsal nedenlere dayanan şeyler kural­
lardan sapmadır ve onların yerini alamazlar.
125. Denenmiş bir kullanışlılık ispat edilemiyorsa ve ancak
olası olarak savunulabiliyorsa, bu olasılığın kesin olandan dik­
katlice ayırt edilmesi gerekir. Zira felsefede tam bir kesinlik arzu
ederiz (#33) ve sadece olası olan, kesin değildir. Herhalde kimse
olasının kesinden ayırt edilmesi gerektiğini inkar etmez. Aynı
şey başka bir şekilde de kanıtlanabilir. Felsefenin yeterince kanıt­
lanmadıkça bir ilkeyi (#1 1 7), yeterince ispat edilmedikçe de her­
hangi bir önermeyi (#118) kabul etmemesi gerekir. Bu nedenle,
denenmiş kullanışlı bir şeyin, örneğin pratik yaşam için bilinmesi
gereken bir şeyin, eğer kesin değilse, kullanışlılığı nedeniyle fel­
sefeye bir olasılık olarak kabul edilmesi (kesin bilgi elde edilene
kadar) ve bu olasılığın kesin olandan ayırt edilmesi gerekir. Bir­
çok olasılık derecesi olduğunu manhkta göstereceğiz.7 Zira olası
bilgi bir öngörünün olası kurulma tarzına dayanır. Bu şekilde

' A.g.y. #549.


7 A.g.y. #579.

58
olasılık derecesini değerlendirebilir ve kesin olmayan ancak ek­
sikliği onarılarak kesinleşebilecek şeyleri anlayabiliriz. Olasılık,
manhkta göstereceğimiz üzere,8 uygun bir nedene dayanmalıdır.
*Olasılıklar felsefeye esasen yaşamdaki kullanışlılıkları nedeniy­
le kabul edilirler. Bununla birlikte, olasılıkların bilimde kullanışlı
kabul edilmesinin özel bir nedeni vardır. Şöyle ki, daha önceki
olasılık olmadan kesin bilgi edinilemez. Bu nokta, ilk nokta ka­
dar bariz olmadığından, onu daha net bir şekilde açıklayalım.
126. Felsefede belli olayların nedenini verdiği varsayılan şey­
ler, hakiki nedeni içerdikleri ispat edilemese de, bir felsefi hipo­
tez teşkil eder. Ben de, bir felsefi hipotezi, henüz ispat edilemese
de bir neden ortaya koyan varsayım olarak tanımlıyorum.
*Örneğin, gökbilimin ilk hareket sorununa ilişkin, dünyanın
merkezde duradurduğu ve gök kubbenin onun üzerinde doğu­
dan batıya hareket ettiği varsayılabilir. Bu varsayıma durağan
dünya hipotezi denir.
127. Felsefenin, hakikatin keşfine giden yolu açhğı sürece,
hipotezleri kullanması gerekir. Zira bir felsefe hipotezinde, husu­
le geldiği gözlenen şeylerin nedenini verdikleri için, sıkı bir şe­
kilde kurulmamış belli şeyler varsayılır (#126). İmdi, <bunlardan
hareketle> husule geldiği gözlenmeyen başka şeyleri de çıkarabi­
lirsek, aksi takdirde gözden kaçırabileceğimiz şeyleri gözlemle­
me veya deneysel olarak tespit ehne fırsahmız olur. Böylece hi­
potezin sonuçlarının tecrübeye ters olup olmadığına daha bir
emin oluruz. Çıkarımlarımız tecrübeye ters olursa, hipotez yan­
lışhr. Çıkarımlar tecrübeye uyuyorsa, o zaman hipotezin olasılığı
artar. Bu şekilde hakikatin keşfinin yolu açılır. Bir varsayımın,
husule geldiği gözlenen şeylerin nedenini verdiğini gördüğümüz
sürece, varsayımın hakiki nedeni içerip içermediğini araşhrma
fırsahmız olur. Böylece, hakikatin keşfinin yolu açılır. *Gökbilimi,
özellikle kuramsal veçhelerinde, yüzyıllardır hipotezlerle iş gö­
rür. Nitekim başlarda gezegenlerin hareketlerine ilişkin doğru
bir kuram geliştirilememişti ve bunun sonucu olarak gökbilimci­
ler gökcisimlerinin hareketlerini açıklamak için hipotezler ortaya
koydular. Bu hipotezlerden hareketle de, sonuçlarını gözlemle­
riyle karşılaşhrdıkları çıkarımlar yaphlar. Böylece hiç akıllarına
gelmeyecek şeyleri gözleme ve nihayet hakikati keşfedene kadar
hipotezlerini sürekli ve adım adım düzeltme fırsah buldular. Ve

8 A.g.y. #578.

59
bence, filozoflar olarak, varsayımlarda bulunarak hakikati keş­
fetme zemini bulabileceğimiz sorunlarla karşılaştığımızda gökbi­
limcileri taklit etmeliyiz. Hipotezlere ilişkin örnekler, beni felse­
fede hipotezlere daha sıcak bakmaya teşvik eden aritmetikte de
bulunur. Sözgelişi bir Pythagoras abaküsünde bir bileşik bölenle
yapılan bölme işlemi doğru bölümü vermez. Bu durumda, felsefi
bir hipoteze benzer şekilde, bir varsayım yapılır: Bölünenin ilk
rakamı bölenin ilk rakamının kaç katıysa, bölünen de bir bütün
olarak bölenin o kadar kahdır. Bunu sınayarak hipotezin başarı­
sız olup olmadığını görürüz. Başarısız olursa hakikate uyana ka­
dar düzeltiriz. Önümüze gelen her hipotezi de kanıtlamaya ça­
lışmayız. Daha ziyade, bir hipotezden o hipotezin kendisi için
varsayıldığı şeyler zorunlu olarak çıkarılamıyorsa, hipotez bo­
zuktur. Felsefede hipotez seviyesinin ötesine geçmeyen şeyleri
kesinlikle kanıtlamayız. Bu, ifade ettiğimiz felsefe kavramına
(#29) ve felsefede arzuladığımız tam kesinliğe (#33) ters olurdu.
Her hipotezi aynı özenle ölçüp biçmeli ve değerlendirmeliyiz.
128. Felsefeye dogma olarak kabul edilen önermelerin ispa­
tında hipotezler ilke olarak kullanılmamalıdır. Çünkü felsefi hi­
potezler henüz kanıtlanamayan, dolayısıyla kesin olmaktan uzak
şeyleri varsayar (#126). Bu nedenle, felsefeye dogma olarak kabul
edilen önermelerin ispatında hipotezleri ilke olarak kullanırsa­
nız, dogmaları kanıtlamak için kesin olmayan ilkeler kullanmış
olursunuz. Bu, felsefenin hakiki doğasına terstir. O halde, öner­
meleri ispat etmek için hipotezler asla kullanılmamalıdır. *Ruh
ve beden arasındaki ilişki konusunda Leibniz ve diğerlerinin öne
sürdüğü hipotezi ele alalım. Bu hipotezi ahlak ve siyaset felsefe­
sinde kullanmayacağız ki pratik yaşamın idaresi için önemli olan
temel hakikatler belirsizlik denizinde dalgalanıp durmasın. Her
ne kadar filozof bu hipotezi ruh ve beden ilişkisini açıklamak için
kullansa da, onun sınırlarını tıpkı herhangi bir başka felsefe hi­
potezindeki gibi çizmesi gerekir (#127). Benzer şekilde, Tanrı'nın
varlığı bir felsefe hipotezinden hareketle ispatlanmaya çalışılırsa,
hiçbir şey kanıtlanamaz-tabii eğer bir kafirin kuşkusu çürütül­
müyorsa. Zira felsefi hipotezler, yaygın kabul görmeden önce,
genellikle küfrün orta yerinde koyutlanırlar. Bütün bir tarih buna
tanıklık eder.
129. Kendisinden önce gelenler kullanılarak bir hipoteze iliş­
kin bir şeyler ispat edilebiliyorsa, hipotezin gerçeğe uyup uyma­
dığı henüz belirlenmemiş olsa bile, ispatın verilmesi gerekir. Ni-

60
tekim felsefenin her önermenin kendisinden öncekiler sayesinde
ispat edilebileceği bir tertibi olması gerekir (#120). Dolayısıyla,
kendisinden önce gelenler kullanılarak bir hipoteze ilişkin bir
şeyler ispat edilebiliyorsa, ispatın hemen oracıkta verilmesi gere­
kir. Böylece, ilkeler kolayca hatırlanacağı için, ispat da çok daha
kolay anlaşılacaktır. Hipotezin gerçeğe uygunluğu kendisinden
önce gelenlerle henüz tespit edilmemiş olsa da, korkacak bir şey
yoktur. Hipotezle ilgili ispat edilenler yalnızca uygun bulacağı­
mız durumlara uygulanacaktır. Ve eğer bir hipotezin imkansız
olduğunu keşfedersek, ona dair ispat edilenleri de reddederiz.
Bu yolla, varsayımsal bir önerme hatayı çürütmeye yarar. Dola­
yısıyla, bir hipotezden çıkanların, yeterli ilkeler mevcut oldu­
ğunda, onun hakkında ispat edilmesi gerekir-hipotezin müm­
kün olduğu henüz belirlenmemiş olsa, hatta sonuçlarından hare­
ketle onun imkansız olduğunu görsek bile. *Örneğin antolojide,
tam manasıyla bir yalın varolanın, yani tümüyle kısımsız bir şe­
yin, var olup olmadığı veya hatta var olup olamayacağı henüz
belirlenemez. Yine de, yalın varolan kavramından çıkanların an­
tolojide ispat edilmesi gerekir. Çünkü düzgün akıl yürüten biri,
yalın varolan kavramından çıkanları sadece kısımlardan tümüyle
yoksun olduğunu bildiği şeye yükler. Kısımlara sahip olduğunu
bildiği şeyleri reddeder. Kaldı ki, yalın varolanların var olup ol­
madığından korkmaya gerek yoktur. Zira yalın varolanın özel­
liklerinin ispatı, bileşik varolanlar hakkında neyin reddedilmesi
gerektiğinin belirlenmesine de yarar-ki onlara yalan yanlış şey­
ler yüklemeyelim. Psikolojide,9 insan ruhunun bir yalın varolan
olduğunu tekrar tekrar göstereceğiz. Kozmolojide,1 0 öğelerin ya­
lın varolanlar olduğunu göstereceğiz. Dolayısıyla, genel olarak
yalın varolan hakkında ispatlanan şey insan ruhuna ve öğelere
uygulanacaktır. İmdi, yalın varolan kavramı bir hipotez olarak
kabul edildiği için, yalın varolanın genel özelliklerinin ispatı at­
lanmışsa, o zaman, antolojide bir kez sunulabilen ve sunulması
gereken bu aynı ispatın, kozmolojide maddi şeylerin öğeleri için,
psikolojide ruhlar için ve doğal teolojide Tanrı için tekrar edilme­
si gerekir. Felsefede bunun örneği boldur, matematikte de daha
az sayılmaz. Kaldı ki, daha sonra kullanmak üzere belli şeylere
girişen filozofun, sırf bir şey söylemiş olmak için kullanışsız ve
kısır hipotezler uydurmayacağı açıktır.

9 Psychologia rationalis,#48.
10 Cosmologia generalis, #176.

61
130. Felsefi bir önermenin yükleminin isabetli bir şekilde be­
lirlenmesi gerekir ki, özneye kendisinden önce gelenlerden hare­
ketle ispat edilebilecek olanlardan fazlası atfedilmesin. Zira eğer
yüklem isabetli bir şekilde belirlenmezse, yani özneye kendisin­
den önce gelenlerden hareketle ispat edilebilecek olanlardan faz­
lası atfedilirse, her türlü ekleme keyfi olur. Öte yandan felsefe
yalnızca önceki argümanlarda yeterince kanıtlanmış ilkelerden
hareketle geçerli bir şekilde çıkarılanları kabul edebilir. Dolayı­
sıyla, bir özneye kendisinden önce gelenlerden hareketle ispat
edilebilecek olanların dışında atfedilen yüklemler kestirmeden
kabul edilemez. *Örneğin, biri zorunlu ya da müstakil bir varo­
lanın, yani Tanrı'nın var olduğunu ispat edebilir. Ancak buradan
hareketle Tanrı'nın dünyanın Fail'i olduğu söylenemez. O'nun
dünyayı hiçlikten yarathğını söyleyebilmek şöyle dursun. Çünkü
bu henüz kanıtlanmamış olana, yani Tanrı'nın dünyanın Fail'i
olduğuna ve onu hiçlikten yarattığına dair kestirme bir varsayım
olurdu. Ve bunun, doğru olsa bile, kanıtlanması gerekir çünkü
felsefede tam bir kesinlik arzu ederiz (#33). Kestirme varsayım,
eğer isabetli bir şekilde tanımlanmadığı sürece hiçbir terim yük­
lem olarak kullanılmazsa, bertaraf edilmiş olur (#1 16). İmdi, eğer
biri "Tanrı" sözcüğünün anlamının doğru bir tanımını belirtmiş­
se, akıl yürütme yasalarına dikkat ederek, Tanrı kavramının içe­
riği o varolana denk düşmediği sürece, "Tanrı" sözcüğünü var
olduğunu kanıtladığı hiçbir varolana yüklemez. Belki bazıları bu
konuyu gereksiz uzathğımızı düşünebilir. Ancak bir yüklem isa­
betli bir şekilde belirlenmediği için kestirme varsayımların ne sık
ortaya çıktığını bilen biri farklı düşünecektir.
131. Her durumda bir özneye ait her şeyi ispat etmeye çalış­
mamamız gerekir. Zira yukarıda (#130) söylediklerimizden açık­
ça çıkar ki, özneye kendisinden öncekilerden hareketle ispat edi­
lebilecek şeylerden fazlasının yüklenmemesi gerekir. Bu nedenle,
belli bir yerde bir özneye ait olandan azı ispat edilebiliyorsa, ön­
ce diğer şeylerin ispat edilmesi gerekeceğinden, bundan fazlasını
ispat etmemeliyiz. Diğer ispatların daha uygun bir zamana bıra­
kılması gerekir. *Örneğin, doğal teolojide ilk olarak Tanrı'nın
olumsal evrenin yeter nedenini içeren varolan olduğunu ispat
etmemiz gerekir. Buradan da ilahi sıfatları ispatlayabiliriz. Ve
Tanrı, dünyayı hiçlikten yaratmasına rağmen, yine de, başlangıç­
ta dünyanın Tanrı'nın varlığına bağlı olduğuna işaret eden her
şeyi ispat edemeyiz. Çünkü bizim ispat yöntemimize göre, doğal

62
teolojinin başlangıcında ispat edilemeyecek birçok şey vardır. İl­
kin ilahi sıfatları tesis etmemiz gerekir, ancak o zaman yaratılışın
hiçlikten bir şey türetme eylemi olduğunu çıkarabiliriz. Bunun
bir başka örneği Eukleides'te görülebilir. Eukleides, doğrusal bir
üçgenin üç açısının iki dik açıya eşit olduğunun farkındaydı. Ay­
rıca, bir üçgenin bir köşesindeki geniş dış açının diğer köşelerde­
ki iki iç açıya eşit olduğunu da biliyordu. Buna rağmen başlan­
gıçta sadece dış açının diğer iç açıların birinden daha büyük ol­
duğunu ispat eder, çünkü bu teoremi dış açının iki diğer iki iç
açının toplamına eşitliğini çıkardığı başka şeyleri ispat etmek için
kullanmak zorundadır. Peter Ramus, Scholae mathematicae'de,
Eukleides'i burada ve birçok başka durumda geriye doğru akıl
yürütmekle itham eder. Öte yandan, bu itiraza rağmen, geomet­
rinin öğelerine ilişkin Eukleides'in adımlarına uymayı tercih ede­
riz. Aksi takdirde Ramus'un geometrisinde terk ettiği ispat titiz­
liği elden kaçar. Kaldı ki Eukleides ispatlarında son derece titizdi.
132. Felsefenin her kısmında şu düzeni gözetmek gerekir:
Kendisinden sonra gelen şeylerin anlaşılması, ispat edilmesi ya
da en azından olası addedilmesine yarayan şeylerin önce gelmesi
gerekir. Felsefenin her kısmında, mantıkta da gösterileceği gibi,11
yalnızca önerme ve tanımlar kullanılabilir. İmdi, felsefenin her
kısmında, sonraki tanımlarda kullanılan terimleri önceki tanım­
larda açıklamak gerekir (#1 19) Sonraki ispatlarda kullanılan
önermeleri önceki ispatlarda kanıtlamak gerekir (#120). Tek tek
ispatlarda, önceki kanıtların sonuçları sonraki kanıtların öncülü
olacak şekilde akıl yürütmek gerekir (#124). O halde, açık ki, fel­
sefenin her kısmının, sonrakilerin anlaşılmasını ve ispatlanması­
nı ya da en azından olası addedilmesini sağlayan şeylerin önce
geleceği şekilde düzenlenmesi gerektiği açıktır. Zira olasılığın,
kesinlikten açıkça ayırt edildiği sürece, felsefenin dışında bıra­
kılmaması gerekir (#125, #127).
133. Felsefi yöntem filozofun dogmaları ele alırken kullan­
ması gereken düzendir (#115). İmdi, daha şimdi (#132) felsefenin
daha sonraki şeylerin anlaşılmasını ve ispat edilmesini ya da en
azından olası addedilmesini sağlayan şeyler önce gelecek şekilde
düzenlenmesi gerektiğini gösterdik. Demek ki, felsefi yöntemin
en yüce yasası, sonraki şeylerin anlaşılması ve tesis edilmesine
yarayan şeylerin önce gelmesidir.

ıı Philosophia ralionalis sive logica, #198.

63
134. Bu, felsefenin kısımlarının terkibinde gözetilmesi gere­
ken düzenin aynısıdır (#87). Demek ki, felsefenin bütününde bir
ve aynı düzen kullanılır. Bu düzenin temel yasası, sonrakilerin
bilgisi bir şekilde kendisine bağlı olan şeylerin önce gelmesidir.
*Burası felsefi yöntemin can alıcı noktasıdır. Bu noktayı felsefede
arzuladığımız tam kesinlik kavramından yola çıkarak daha önce
ispat etmiş olabilirdik (#33). Ve daha sonra verdiğimiz özel ku­
ralları da ondan türetebilirdik (#1 16). Ancak özel kuralları felsefe
kavramından ve onun kesinliğinden türetmeyi tercih ettik ki,
özel kuralların önemi daha akılda kalıcı olabilsin.
135. Eğer biri felsefeyi yöntemi uyarınca ele almak istiyorsa,
ilkin mantık kurallarını bilmeli ve sonra bunları somut meselele­
re uygulama alışkanlığını kazanmış olmalı. Felsefeyi yöntemi
uyarınca ele alan biri, kullandığı tüm terimleri isabetli bir şekilde
tanımlamalı (#1 16). Ayrıca ilkelerini yeterince kanıtlamalı (#1 17)
ve onlardan önermeleri geçerli bir şekilde çıkarmalı (#1 18). Her
önermenin öznesini ve yüklemini isabetli bir şekilde belirlemeli
(#121, #130). Her şeyi, sonrakilerin anlaşılmasını ve tesis edilme­
sini sağlayan şeyler önce gelecek şekilde düzenlemeli (#133). İs­
patlarının tek tek önermelerini ispatı kavrayanın zihnine girdiği
sırayla düzenlemeli (#124). İspatı tamamlamak için yalnızca ön­
cekilere aşina olan okurun hatırlayabileceği önermeleri kullan­
malı. İmdi, mantık, isabetli bir tanımın nasıl yapılacağını; belirli
önermelerin nasıl formüle edileceğini ve geçerli bir şekilde nasıl
ispat yapılacağını açıklar. Dolayısıyla, felsefi yöntemin kuralları­
nı gözeten biri, mantığın kurallarını bilmeli ve anlamalı, aynca
bu kuralları somut meselelere uygulama alışkanlığını geliştirmiş
olmalı. *Bu, layıkıyla felsefe yapmak için mantığın neden zorun­
lu olduğunu net bir şekilde açıklar. Burada mantığın layıkıyla
tanımlama, yargılama ve ispat edebilme yolunu açıklayabildiğini
varsayıyoruz. Yeri geldiğinde mantığın görevini yerine getirip
getirmediğine karar verme ölçütünü sunacağız.12 Bununla birlik­
te, mantık kurallarını bilen biri, onları hemencecik somut mesele­
lere uygulayamaz. Tanımlama, yargı oluşturma ve ispat etme
alışkanlığının ancak bir dolu alıştırmadan sonra edinildiği tecrü­
beyle sabittir. Mantıkta,13 felsefi yöntemi alışkanlık haline getiren
alıştırmaları açıklayacağız.

12 A.g.y. # 545 .
13 A.g.y. #1135 .

64
136. Eğer biri, felsefeyi ele alırken felsefi yöntemi kullanmaz­
sa, ne neyi ele aldığını yeterince anlayabilir, ne de onun hakika­
tini açıkça kavrayabilir. Zira felsefe sorunlarını ele alırken felsefi
yöntem kullanmayan biri, isabetli bir şekilde tanımlanmamış te­
rimler kullanır (#1 16). Ve terimlerinin bir kısmını tanımlasa bile,
daha sonraki tanımlar tarafından önkabul olarak alınan tanımla­
ra öncelikli bir yer vermez (#1 19). Bu nedenle, önermelerinin an­
lamı kuşkuya açıkhr ve beriki durumda tanımlarında bir döngü­
selliğe yol açmış olabilir. Dolayısıyla bu önermeler yeterince an­
laşılmaz. Dahası, kanıtlanmamış ya da yeterince kanıtlanmamış
ilkeler kullanır (#1 1 7). Önceki durumda sonra gelmesi gereken
üzerinden kanıt yapar. Dahası, yüklemin özneye atfedilme ne­
denini zar zor belirtir ve mutlak bir ispat vermez. Dolayısıyla, bu
ilkelerin ve ispata konu önermelerin hakikatini açıkça kavraya­
maz.
137. Dolayısıyla, buradan, felsefi yöntem göz ardı edilirse ke­
sin ve seçik bir bilginin elde edilemeyeceği çıkar. Çünkü felsefi
yöntem göz ardı edilirse ne terimler yeterince anlaşılır, ne de
önermeler (#136). Dolayısıyla eşyanın bilgisi çorba olur. Dahası,
ele alınan şeyler açıkça doğru addedilmez (#136). Bu durumda
tüm bilgi kesinlikten uzak ve kuşkulu olur. *Tecrübesizler uz­
manlara kapalı veya kuşkulu gelen şeyleri açıkça anladıkları ko­
nusunda kendilerini ikna edebilirler. Bir önermenin doğruluğu­
na kani olduklarını düşünürler; öte yandan, ispatlara aşina kişi­
ler orada hala birçok kuşkulu durum görürler. Burada tecrübe­
sizlik hakkında vaaz vermek niyetinde değiliz. Yalnızca böyle bir
şeyin var olduğuna işaret etmek istiyoruz. Olmayan pek çok şey
var görünür. Filozof ise olan şeylerle ilgilenir.
138. Eğer biri, felsefeyi ele alırken felsefi yöntem kullanmaz­
sa, kullanışsız veya insan yaşamının sorunlarına gerektiği gibi
uygulanamayacak şeyler öğretir. Burada, neyi ele aldığını yete­
rince anlayamadığı hususunu vurgulamıyoruz (#136). Zira kimse
yeterince anlaşılmayan şeylerin insan yaşamının sorunlarına ge­
rektiği gibi uygulanamayacağını reddetmez. Bu nokta, başka bir
şekilde daha açık kanıtlanabilir. Felsefeyi ele alırken felsefi yön­
temi kullanmayan kişi, bir önermenin yükleminin öznesine ait
olduğu koşulu doğru bir şekilde belirleyemez (#121). İmdi, yük­
lemin özneye ait olduğu koşulun doğru olarak belirlendiği şekil­
de formüle edilen önermeler, hem bilimde hem de yaşam sorun­
larında kullanışlıdır (# 122). Bu nedenle, eğer koşul doğru bir şe-

65
kilde belirlenmezse ve sonuç olarak önerme bulanık ve belirsiz
olursa, kullanışlı olmaktan çıkar.
139. Felsefi yöntemin kuralları, matematiksel yöntemin ku­
rallarıyla aynıdır. Nitekim felsefi yöntemde yalnızca isabetli ta­
nımlanmış terimler kullanmak gerekir (#116). Ve yalnızca yete­
rince ispat edilmiş olanlar doğru kabul edilebilir (#1 17, #118).
Her önermenin hem öznesinin hem yükleminin isabetli belir­
lenmesi gerekir (#121, #130). Her şeyin sonrakilerin anlaşılmasını
ve tesis edilmesini sağlayanlar önce gelecek şekilde düzenlenme­
si gerekir (#123, #124, #133). İmdi, Elementa matheseos universae'de
matematiksel yöntemi ve matematiğin geliştirildiği isabetli yolu
dikkatlice inceledim. Burada, matematiğin gelişiminde kullanı­
lan terimlerin isabetli tanımlandığını; sonraki tanımlarda kullanı­
lan terimlerin tanımdaki içerik başka bir yoldan yeterince anla­
şılmadığı sürece önceki tanımlarda açıklandığını; matematiğin
ilkelerinin layıkıyla tesis edildiğini; matematiksel önermelerin
hem özne hem de yükleminin isabetli belirlendiğini ve bu öner­
melerin önceden belirlenmiş tanım ve önermelerden hareketle ti­
tizlikle ispat edildiğini; nihayet matematiğin sonrakilerin anla­
şılmasına ve ispat edilmesine yarayan şeylere öncelik verme ya­
sasını dikkatle gözettiğini gösterdim. O halde, matematiksel yön­
temin kurallarının felsefi yöntemin kurallarıyla aynı olduğunu
kim inkar edebilir? *Felsefi ve matematiksel yöntemin özdeşliği
yalnızca matematikle felsefenin kurallarının türetildiği ortak
kaynağı bilmeyeni şaşırhr. Felsefi yöntemin kurallarını, kanıtla­
dığımız üzere, felsefede arzu edilmesi gereken kesinlik kavra­
mından çıkardık (#33). Matematiksel yöntemin nedenini araşh­
ran biri, bunun her matematikçinin kendi alanında aradığı bilgi­
nin kesinliği olduğunu görür. Kesin bilgiye sahip olabilecekken
kesin olmayanı tercih etmek çılgınlık olurdu-özellikle de kesin
bilgi yaşamın sorunlarıyla başa çıkmada şaşmaz bir başarı vaat
ederken? Dolayısıyla, mademki felsefi ve matematiksel bilginin
kuralları aynı nedene dayanır, bu kuralların aynı olmasına şaş­
mamak gerekir. Buna felsefenin matematiksel yöntemle gelişti­
rilmesi gerektiğini eklememeli. Zira matematik mevcut olmasay­
dı veya adanmışlara kesin bilgi sunacak kadar gelişmemiş olsay­
dı bile, tesis ettiğimizden başka bir felsefi yöntem olmayacaktı.
Bu, elbette, bu durumda dahi kesin bilgiyi ve hem bilimlerde
ilerlemek hem de yaşam sorunlarıyla başa çıkmak için kullanışlı
bilgiye sahip olmayı arzu edeceğimizi varsayar (#122). O halde

66
matematiksel yöntemdeki her kusuru felsefeye uygulamak boş
ve kullanışsızdır, nitekim felsefe yöntemini matematikten almaz;
daha ziyade, felsefe de matematik de yöntemini hakiki manhk­
tan alır. Bu nedenle felsefe, hem bilimlerde ilerlemek hem de ya­
şam sorunlarıyla baş etmek için kullanışlı olan kesin bilgiye
ulaşmasını sağlayan tek yöntem olduğu sürece, kendi yöntemini
tanır. Kesin olmayan bilgiden tatmin olanlar da vardır. Bu tür
bilgiler, katkıda bulunmak şöyle dursun, bilimlerde ilerlemeye
karşıdır. Tek faydaları bizi rastlanhya ve müphem tahminlere
teslim etmek ve ruhu sık sık boş umutlarla doldurmakhr. Böyle
insanlara kendi tarzlarında iş gördükleri için kızgın değiliz. En
yüksekle en düşüğü karışhrırlar; belirli bir fikre karşılık gelme­
yen terimler kullanırlar; öznenin ve yüklemin layıkıyla belirlen­
mediği bulanık önermeler savunurlar; bir çelişkinin her iki
ucunda benzer bir doğruluğu tartışırlar. Ayrıca, kesin bilgiden
bihaber, sözde zaferlerinin ihtişamıyla kendilerini pohpohlama­
larına da hınç duymuyoruz. Kendi payımıza, biz kesin bilgiyi ar­
zuluyoruz, gösteriş için değil, bilimleri genişletmek ve yaşam so­
runlarıyla baş etmek için. Felsefenin kesin bilgiye ulaşıp ulaşa­
mayacağını tarhşmak da yersiz. Bence bunun yerine neleri başa­
rıp neleri başaramayacağımızı görmek için çaba sarf etmeliyiz.
Çabalarımız derhal ve bütünüyle başarılı olmazsa, nihayet ara­
dığımız açık hakikati elde edene kadar hipotezimizi boyuna dik­
katle düzeltmeliyiz. Bitmek bilmez çalışkanlık ve dirayetleriyle
kendi yüksek beklentilerinin dahi ötesinde şeyler keşfetmiş olan
gökbilimcileri taklit etmeliyiz. Yıldızların bilimsel bilgisinin
imkansız olduğunu düşünmüş olabilirlerdi. Yıldızların olağanüs­
tü mesafesine, insan aklının gizli veya bilgimize uzak şeyleri in­
celerken düştüğü acze ya da yüzyıllarca en parlak zihinlerin bile
çabasının boşa çıktığına dayanan çeşitli argümanlarla ikna olmuş
olabilirlerdi. Fakat şimdi kimse gökbilimcilerin insan aklının za­
yıf, boş ve tembel olduğunu düşünenlerin övgüsünü kazandı­
ğından şüphe edemez. Yıldızların bilimi muazzam bir biçimde
büyüdü ve şimdilerde imrenilen sıkı bir onur mevkiine yükseldi.

67
v

Felsefede Üslup

140. Felsefi üslup filozofun kullanması gereken yazma tarzı­


dır. *Burada filozofun kullanabileceği herhangi bir dil için geçerli
olan üslubun genel özelliklerini açıklıyoruz. Felsefemizi Latince
sunsak da, Latince ifadelere ilişkin özel bir açıklamamız olmaya­
cak.
141. Felsefi üslubun tek amaa anlamı başkasının zihnine açık
kılmakhr. Çünkü felsefe sadece yeterince anlaşılmış ve kanıt­
lanmış olanı kullanmalıdır. Niyetimiz başkasını cazip sözcüklerle
alt etmek ya da onun rızasını kazanmak değil. Dolayısıyla felsefi
üslubun tek amaa anlamı başkasının zihnine açık kılmaktır.
*Burada asıl niyetimiz uygun felsefi üslubu kurmak ve ona hangi
yüklemlerin neden atfedilmesi gerektiğini göstermek. Niyetimizi
ya da manayı [İng. lntention] okura açıkça iletmek için büyük bir
sözcükler alayı kullanıyoruz. Zira aksi takdirde felsefi literatürü
okumak için gerekli dikkate sahip biri dahi kaybolabilir. Sözcük­
lerin gücüyle değil, nedenlerin ağırlığıyla rıza kazanırız. Umarız
başkaları da bizim çalışmalarımızla kesin bilgi yoluna sokulmuş
olur.
142. Felsefede sözcüklerin tesis edilmiş anlamlarından sap­
mamalıyız, demem o ki, sözcüklerin yaygın olarak işaret ettikleri
şeylerden başka bir şey için kullanılmaması gerekir. Çünkü felse­
fi üslubun ana amaa kendimizi başkasının zihnine açıkça ifade
etmektir (#141). Sözcükleri yaygın olarak işaret etmedikleri şey­
ler için kullanırsak, okur düşüncemizi ya takip edemez ya da zar
zor edebilir. Her iki durumda da ya sözcüklerimizin bir tanımını
vermemiş oluruz, ya da okur tanımı her zaman hatırlayamayabi­
lir. Dolayısıyla, sözcüklerin anlamı değiştirilirse, felsefi üsluba
yaraşır duruluk tahrip edilmiş olur. *Ortak olanlar dışındaki ta­
nımlar kullanıldığında sözcüklerin işaret ettiği şeylerin değişti­
ğini düşünenler var. Ama yanılıyorlar. Zira aynı şey aynı sözcük­
le adlandırıldığı sürece sözcüğün işaret ettiği şey aynı kalır. Bu,

69
aynı figürü farklı şekillerde tanımlayan geometriciler tarafından
uzun süredir kabul görüyor-sözcüğün işaret ettiği şeyin rastge­
le değiştirilmemesi gerektiğinin epey farkında olsalar da. Sözge­
lişi Apollonius, parabolün bir koninin eksen üçgeninin tabanını
dik kesen bir doğruyu taban kabul eden ve ekseni koninin kena­
rına paralel olan bir koni kesiti olduğunu söyler. Claudius Dec­
hales ise bir parabolü apsisleri onlara karşılık gelen ordinatları­
nın kareleri gibi birbiriyle orantılı olan şekil olarak tanımlar. İm­
di, parabol teriminin bu anlamı Apollonius'unkinden farklı de­
ğildir çünkü tanımların her ikisi de aynı şekle işaret eder. Benzer
şekilde, bazıları Tann'yı müstakil bir ruh olarak tanımlarken,
Descartes Tanrı'yı en mükemmel varolan olarak tanımlar; biz ise
Tanrı'yı olumsal evrenin yeter nedeni olan müstakil varolan ola­
rak tanımlıyoruz. İmdi, bu "Tanrı" sözcüğünün işaret ettiği şey
üç durumda da aynıdır. Çünkü müstakil ruh da, en mükemmel
varolan da, olumsal evrenin yeter nedeni olan müstakil varolan
da aynı varolandır.
143. Felsefede ya da en azından felsefenin herhangi bir kıs­
mında bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit kalması gerekir. Bu­
nun nedeni önceki kuralla aynıdır. Bir sözcük hep aynı şeye işa­
ret edecek şekilde kullanılmazsa, anlamı müphem olur, okur da
kolaylıkla kaybolup gider. Bu da felsefede olması gereken duru­
luğu tahrip eder (#141). Bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit ol­
ması gerekliliğinin başka bir nedeni daha var. Felsefede, sonraki
önermeler öncekilerden hareketle ispat edilir (#121); dolayısıyla
sonraki önermelerdeki sözcüklerin işaret ettiği şeylerin önceki
önermelerdekilerle aynı olması gerekir, aksi takdirde mantıkta
kurulan akıl yürütme yasaları sonraki önermelerin ispatında ön­
cekilerin kullanılmasını yasaklardı. *Mantığın bütününe hakim
olan, yani felsefi yöntemi yakından tanıyan ve daha net anlayan
herkes, isabetsiz bir dilin felsefi yönteme ne denli aykırı olduğu­
nu rahatlıkla görür. Gerçekten de, hiçbir şey isabetsiz dilden da­
ha yaygın değildir. Öte yandan, hiçbir şeyin de felsefi yönteme
ondan daha ters olmadığını görürüz.
144. Buradan, bir sözcüğün neye işaret ettiği, dilin isabetsiz
kullanımı nedeniyle bulanık ve/veya kesin olmaktan uzak kal­
mışsa, filozofun onun neye işaret ettiğini belirlemesi gerektiği
sonucu çıkar. Felsefenin sözcüklerin işaret ettiği kabul gören şey­
lerden sapmaması gerektiğini de söylemiştik (#142). Demek ki,
bulanık ve belirsiz bir imlemi, eğer terime böyle bir anlam zaten

70
atfedilmişse, sürdürmemiz gerekir. Ama felsefenin herhangi bir
kısmında bir sözcüğün işaret ettiği şeyin sabit olması, bulanık
olmaktansa belirli olması gerektiğini de söylemiştik (#143). De­
mek ki, yaygın da olsa, dilin isabetsiz kullanımından kaçınmalı­
yız. İmdi, bu kuralların her ikisini de gözetemeyiz, çünkü aynı
sözcüğe hem sabit hem değişken bir anlam ya da imlem atfede­
meyiz. O halde, bu kurallardan biri için bir istisna söz konusu
olmalı. İmdi, bir sözcüğün neye işaret ettiği isabetli bir şekilde
tanımlandığında (#1 16), onun anlamı yalnızca özensiz ve verilen
tanıma dikkat etmeyen okur için müphem olur. Kaldı ki, isabet­
siz dil felsefi yönteme terstir (#143). Bu durumda önceki kurala
bir istisna yapmak gerekir, yani dilin yaygın kullanımıyla ilgili
olana. Dolayısıyla bulanık ve belirsiz bir imlemi belirli ve sabit
kılmak gerekir. *Felsefi üslup dediğimizde temelde sözcüklerin
manhğın buyurduğu şekilde kullanımını kast ederiz. Manhk ge­
liştikçe, yalnızca felsefi üslup hakkında söylediklerimizi açıkla­
makla kalmayacak, bu üslubun nasıl kullanılabileceğini de net
bir şekilde gösterecek. Filozofun işi yaygın olarak bulanık ve be­
lirsiz şekilde kullanılan sözcükler için sabit ve belirli imlemler ya
da anlamlar tesis etmektir. Bu da isabetli tanımlarla yapılır. Ta­
nımları sonraki tanımlardaki sözcükler öncekilerde açıklanacak
şekilde düzenlemeye çalışhğımızda, işler daha da zorlaşır. Dön­
güselliğe düşmemeye dikkat etmek gerekir. Öte yandan, mate­
matikte sağda solda sunulan tanımları başarıyla toplamayı ve
düzenlemeyi denemişseniz, bir uzman olarak konuşanlara olan
inancınızı kaybetmezsiniz.
145. Sabit bir içkin farkla birbirinden ayrılan şeyler için felse­
fede farklı isimler kullanılması gerekir. Çünkü filozof, olan veya
olabilecek olan şeylerin nedenini verir (#46). İmdi, olan şeylerin
nedenleri, şeyleri birbirinden ayıran içkin etmenlerdedir. Dolayı­
sıyla filozofun şeylerin cins ve türünü onların içinde bulunan
şeyler vasıtasıyla belirlemesi gerekir. Böylece bir yüklemin bir
şeye genel bir nedenden ötürü mü yoksa özel bir nedenle mi ait
olduğunu bilecektir. Böylelikle yargıları da isabetli formüle
edilmiş olacakhr. Bunları manhkta daha ayrınhlı açıklayacağız.1
Dolayısıyla, mademki şeylerin cins ve türü onların içkin farkla­
rından hareketle belirlenir, sabit içkin farklar kadar cins ve tür
olması gerekir. Ve her bir cins ve türe ayn bir isim vermek gere-

1 Philosophia rationalis sive logica, #1004.

71
kir. O halde, sabit bir farkla birbirinden ayrılan şeyler için felse­
fede farklı isimler kullanmak gerekir. *Farklı şeylerin farklı isim­
lerle ayırt edildiğine dair ortak kanının de sebebi budur. Öte
yandan, ortak isimlerin gelişiminde ya çok az düşünce vardır ya
da hiç, çünkü dikkate alınacak çok fazla mesele vardır. Sonuç
olarak, şeyler cins ve türlere belirgin ya da seçik kavramlardan
ziyade karışık olanlar üzerinden ayrılmışhr. O halde, şeylerin
farklarını daha isabetli irdeleyen filozofun, verili bir cinste pek
çok şeyi dışarıda bırakmasına şaşmamak gerekir.
146. Felsefi terimler, sıradan insan tarafından değil, filozof
tarafından birbirinden ayrılan şeylere verilen isimlerdir.
*Farkları genel olarak tanınmayan şeylerin özel bir ismi olmaz.
Nitekim şeylerin tür ve cinsleri, ayrıldıkları farklar tanınmadığı
sürece, gizli kalır. İmdi, filozof böyle şeyleri adlandırdığında,
günlük dilde yeri olmayan terimler kullanır. Böylelikle felsefe
kendi terimlerine sahip olur. Matematik, teoloji, hukuk, tıp ve
tüm sanat dallarında da bu böyledir. Bu disiplinlerin her biri, fel­
sefeyle aynı nedenden, kendi terimlerine sahiptir. Ancak madem
felsefi terimlerden hoşlanmayanlar var, bunları iyice açıklamak
için uğraşmaya değecektir.
147. Ha.Jihazırda kullanımda olan felsefi terimlerin değişti­
rilmemesi gerekir. Fakat bunlar yeterince isabetli tanımlanma­
mışsa, tanımların daha isabetli olanlarla değiştirilmesi gerekir.
Halihazırda belirlenmiş olan felsefi terimlerin değiştirilmemesi
gerektiğini, sözcüklerin yerleşik anlamının değiştirilmemesi ge­
rektiğini kanıtlamak için yukarıda verdiğimiz argümanı kullana­
rak kanıtlayabiliriz (#142). Aynı şey farklı bir yoldan da kanıtla­
nabilir. Önceden belirlenmiş terimleri yenileriyle değiştirirsek,
eskisine aşina olan okur yenisini anlamaz. Okurun çalışmaları­
mızda kullanılan terimlere aşina olması gerekir. Öte yandan okur
ilkin yenileri öğrenmişse, bu sefer de eskileri anlamaz. Okurun
diğer yazarlar tarafından kullanılan terimlere de aşina olması ge­
rekir. Dolayısıyla diğer yazarlarla haşır neşir olan biri bizim ça­
lışmalarımızı okuyamaz ya da tam tersi olur. Ya da çalışmaları­
mızdaki terimlerin diğer yazarların hangi terimlerini karşıladığı­
nı ezberlemek ve hahrlamak gibi bir gereksiz iş yüküyle karşı
karşıya kalınır. İmdi, okurun enerjisini gereksiz işlere yönelhnek
arzulanır bir şey değildir. O halde, yerleşik ve bilinen felsefe te­
rimlerini değiştirmemek gerekir. Kaldı ki, felsefede kullanılan
tüm terimlerin isabetli tanımlanmış olması gerekir (#1 16). Dola-

72
yısıyla, terimler başkaları tarafından yeterince isabetli tanımlan­
mamışsa, bunların yerine daha isabetli olanları koymamız gere­
kir. *Antik felsefede kullanılan terimleri kullanmayı sürdürme­
mizin nedeni de budur. Bu, söz konusu terimler yabana görünse
ve işaret ettikleri şeylerle etimolojileri uyuşmasa bile, ahmakça
olmaz. Çünkü biz, kavramlarından hareketle akıl yürütürüz, te­
rimlerin grammatik türeyişlerinden değil. Felsefe ince sözden
değil, hakikatten tat alır. Söylediklerimize örnek olarak yanlış
kanılardan kaynaklanan terimleri kullanmayı sürdüren gökbi­
limcileri verebiliriz. Örneğin, "çakılı yıldızlar" ve "gezegenler
veya gezinen yıldızlar" isimlerini bir düşünün. Bu isimler, bir ha­
tadan kaynaklandı, zira ilk başta çakılı yıldızların katı bir gökyü­
züne sabitlendiğine ve gezegenlerin de kesin olmayan bir yasaya
göre gökyüzünde dolaştığına inanılıyordu. Kepler, Yeni Gökbili­
mi'nde [Astronomia Nova] eski gökbilimcilerin terimlerini kul­
lanmayı sürdürdü. Aynı zamanda, yeni kuramında eski kuram­
lardan alınan şeylere işaret ettiğinde, bu terimlerin imlem
ve/veya anlamının değiştirilmesi gerektiğini savundu. Yine de,
Kepler, terimlerin kullanımını bizim anladığımız şekliyle anla­
maz. Zira yukarıda söylediğimiz üzere, yeni bir tanım, öncesinde
isabetsiz tanımlanmış olan bir terimin işaret ettiği şeyi değiştir­
mez (#142). Dahası, yeni bir şey bulunmuş gibi görünsün ya da
ortaya çıkan şey müstakilen keşfedilmiş sanılsın diye başkaları­
nın söylediklerine yeni terimler de uydurmamak gerekir. Filozof
laf ebesi değildir.
148. İsabetli tanımlanmış terimler seçik bilgi üretir ve hem bi­
limlerin ilerlemesi hem de yaşamın sorunlarıyla baş etmek için
kullanışlıdır. Çünkü terimler isabetli tanımlanmışsa, akıl şeylerin
farklarını seçik bir biçimde algılar. Böylece şeyleri özel isimlerle
ayırt eder, onlara uygun cins ve türleri belirleriz. Mantıkta, seçik
bilginin şeylere uygun cins ve türlerin isabetli belirlenmesinin
sonucu olduğunu göstereceğiz.2 Dahası, farklı şeylerin cins ve
türlerini isabetli bir biçimde belirleyebilirsek, şeylere cins ve tür­
lerine has özellikler yükleyerek isabetli önermeler formüle edebi­
liriz. İmdi, bu tür önermeler, hem bilimde ilerlemek hem de ya­
şamın sorunlarıyla baş etmek için kullanışlıdır (#122). Dolayısıy­
la, isabetli tanımlanmış terimlere dayanan felsefi bilgi, hem bi­
limde ilerlemek hem de yaşamın sorunlarıyla baş etmek için kul-

2 Phi/osophia rationalis sive logica, #710.

73
lanışlıdır. "Hiç terim olmasaydı, onların yerine tanımlar kullanı­
lırdı. Böylece, bir tanesinin yeteceği yerde birçok sözcüğe ihtiyaç
duyardık. Tanımların boyuna tekrarlanması sık sık kafaları karış­
hrırdı. Kareden her bahsedildiğinde karenin tanımı verilseydi,
geometri bıkhrıcı olmaz mıydı? Sözgelişi ünlü Pisagor Teoremi
şöyle ifade edilmek zorunda kalırdı: Kenarı bir dik üçgenin hipo­
tenüsü olan dik açılı dörtgen şekil, kenarları aynı dik üçgenin iki
dik kenarına sırasıyla eşit olan dik açılı eşkenar dörtgen şekle
eşittir. İspatlara aşina olan ve önermelerin kendi terimleri üze­
rinden birbirine bağlandığı ispat biçimine özen gösterenler, açık­
lamaya çalışhğım şeyin yeterince farkındadır. Yine de, felsefenin
kendine has terimleriyle kapalı hale geldiği yanılgısına kani
olanlar da vardır. Oysa isabetli tanımlanmış terimler, sıklıkla
kullandığımız tanıdık sözcüklerden daha aydınlatıcıdır. Bu te­
rimleri kullanmadan bilimde ilerleme bekleyemeyiz. Sonuç ola­
rak, felsefenin eşiğinde duranlar onlarsız da yapabilirler. Son
zamanlarda aritmetik terimleri kullanmanın kişiye kafa karışhrı­
cı ve anlaşılması zor büyük sayılar hakkında nasıl da rahat ve se­
çik konuşma imkanı sağladığını gözlemledim.
149. Felsefe yerinde sözcükler kullanmalı, hakikati açıkça
ifade etmeye yetecek olandan fazlasını elemeli. Zira felsefede
şeylerin tanımlarını belirleriz (#116). Tanım gereği veya belirli bir
koşul alhnda şeylere neyin uygun düştüğünü ispatlar (#121,
#130), belli şeyleri nasıl yapabileceğimizi gösteririz (#58, #71).
İmdi, manhkta bir tanıma tanımlanan nesneye işaret edenden
fazlasının kahlmaması gerektiğini göstereceğiz.3 Dahası, felsefi
önermelerde bir yüklemin bir özneye ait olduğu koşulu isabetli
belirlememiz gerekir (#121). Demek ki bir önermenin yalnızca bir
özne, bir yüklem ve bunların ilgili ya da gerekli [İng. pertinent]
belirlenimlerini içermesi gerekir (#121, #130). Son olarak, ispatla­
rın yalnızca kanıtı tamamlamak için neyin gerekli olduğunu ha­
hrlatması (#123), ispatın anlaşılmasını sağlamak için yeterli olanı
aşmaması gerekir. Ve bir şeyleri nasıl yaptığımızı açıkladığımız­
da, herhalde yalnızca hedefimize ulaşmak için yapmamız gere­
kenleri açıklamamız gerekir. Sonuç olarak yalnızca tanımlar, be­
lirli önermeler, bu önermelerin ispatları ve sorunların çözülmesi
veya şeylerin işlemesi için gerektiği kadar sözcük kullanmalıyız.
Bundan fazlasını kullanmayan, hakikati seçik ifade edebilir. Da-

3 A.g.y. #836.

74
hası, sözcükler atfedildikleri şeylere sebatla işaret ettiklerinde
"yerinde" olurlar. Demek ki, eğer yalnızca geliştirdiğimiz fikirle­
ri bir başkasına aktarmak için gerektiği kadar sözcük kullanma­
mız gerekiyorsa, o zaman yerinde sözcükler kullanmalıyız. Aynı
şey başka yoldan da kanıtlanabilir. Felsefede yalnızca isabetli ta­
nımlanmış terimler kullanılmalıdır (#116). Felsefe sözcüklerin
yerleşik imlem veya anlamlarını terk ehnemelidir (#142). Sonuç
olarak, tek tek şeyler hakkında konuşurken, dilin ortak kullanımı
veya filozofun kastı gereği bir şeylere sebatla işaret eden sözcük­
ler kullanmalıyız (#144). O halde yerleşik tanımlarla yerinde hale
getirilmiş sözcükler kullanmalıyız. *Burada söylemiş oldukları­
mız, felsefi üslubun yüce yasasıyla uyum içindedir: Üslubun tek
amacı, anlamı başkasının zihnine açık hale getirmektir. Kaldı ki,
söylediklerimizin örneği başından beri geometride vardır. Nite­
kim geometriciler sadece yerinde sözcükleri kullanmış, hakikati
seçik ifade ehnek için gerekeni aşmamışlardır. Tek niyetimiz
başkalarına öğrehnek olduğunda, eldeki meselenin gerektirdi­
ğinden başka veya fazla sözcük kullanmak için neden yoktur. Fi­
lozof, ilehnek için yazar-ne hatip gibi ikna ehnek için, ne de şair
gibi hoşnut ehnek için. Filozofun tek amacı, ileri sürdüğü hakika­
ti bilinir kılmaktır. Çünkü o, hakikat aşkıyla cezbolanlara yazar.
Yine de, buradan, aynı zamanda birer filozof da olan şair veya
hatibin bir başka yerde başka bir amaç için söylediklerini kına­
mak gerektiği sonucuna varmamak gerekir. Öte yandan, saf fel­
sefi hakikatin sevilmediği yerde dahi, kanıtları kavrayamayan­
larda hakikat sevgisi oluşturmak için şairlerin veya hatiplerin
onu süslemesinin uygun olduğunu düşünmüyorum. Doğrudur,
yaşamın sorunlarıyla baş etmede kullanışlı olan hakikatin müm­
kün olan her şekilde tüm insanların aklına kazınması gerekir.
Ama yine de, felsefeye yabancı olan şeylerin felsefi dünyadan
sürülmesi gerektiğinde ısrarcıyım. Ne ki, bu, onların kınanması
veya yazın dünyasından dışlanması gerektiği anlamına gelmez.
150. Buradan, filozofun hatiplerin kullandığı süslü sözlerden
kaçınması gerektiği sonucu çıkar. Bu gibi ifadeler, her ikisi de
felsefi üslubun duruluğuna aykırı olan, [i] yerinde olmayan veya
[ii] müphem sözcüklere dayanır (#149). *Önceki paragrafa ekle­
diğimiz not burada tekrarlanabilir.

75
VI
Felsefe Yapma Özgürlüğü

151. İki koşul alhnda felsefe yapabiliriz. [i] Ya doğru veya


yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyi açıkça ifade etmemize mü­
saade edilir ya da [ii] yalnızca başkalarının düşündüklerinin
doğru olduğunu savunmamıza. Herhalde kimse ilk durumda
özgürce felsefe yaphğımızı, ikinci durumda özgür olmadığımızı
inkar etmez. O halde, felsefe yapma özgürlüğü, felsefe meselele­
rinde kendi görüşümüzü alenen açıklamamıza müsaade edilme­
sidir. ,.Özgürce çalışan filozof, kendi görüşleri uyarınca tanımlar,
yargılar ve kanıtlar. Tanımın hakiki manhk kurallarına ters ol­
duğunu fark edip de, sırf başkaları istiyor diye, bir tanım formü­
le etmez. Kendi görüşü uyarınca yargıda bulunur, başkalarının
hakikate ters görünen fikirlerine göre değil. Bir tezi kanıtlamak
için başkası tarafından bir argüman sunulduğunda, ilgili argü­
manda birçok kuşkulu nokta tespit edip de, argümanın geçerli
olduğunu söylemez. Nitekim özgürce felsefe yapan birinin kendi
felsefi yargısını temel alması gerekir. Bir gökbilimci Dünya'nın
yılda bir kez Güneş'in etrafında döndüğüne dair gökbilimsel ar­
gümanlara ikna olursa, dünyanın bir yıl içinde güneşin etrafında
döndüğünü söyler ve bu hareketin sonucu olarak ortaya çıkan
gezegen sapmalarını açıklar. Mesela Kepler, gökbilimde tecrübe­
siz olanların duruşunun saçma ve kafirce olduğunu söylemeleri­
ne rağmen, gökyüzündeki olayların gözlemiyle tutarlı olduğunu
söylemeyi sürdürerek böyle bir hareketi savundu. Böylece Kep­
ler felsefe yapma özgürlüğü kazandı.
152. Felsefi esaret başkalarının felsefi görüşlerini doğru kabul
edip savunmaya zorlanmaktır-bu görüşlerin doğru olduğunu
düşünmesek de. *Felsefede özgürlük değil de yalnızca kokuşmuş
bir esaret söz konusuysa, felsefi meseleler hakkında kişinin kendi
görüşünü açıkça ifade etmesine izin verilmez. Felsefi esaret al­
hndaki kişi, hakikatle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını gör­
se bile, başkalarına hakikat görünen şeyi kabul eder. Tanımlama

77
kurallarına tamamen ters olmasına rağmen, tanımları başkalarını
da hoşnut edecek şekilde formüle eder. Hakikati karşılamadıkla­
rını görse de, başkalarının yargılarının devamlılığına katkıda bu­
lunur. Tezleri kanıtlarken, zayıf olduklarını bilse de, başkalarının
geçerli saydığı argümanları kullanır. Bir gökbilimci düşünelim.
Bu gökbilimci gözlemlerinin Dünya'nın Güneş etrafındaki yıllık
hareketiyle tutarlı olduğuna ve Güneş'in hareketsiz Dünya'nın
etrafında hareket ettiği görüşüyle tutarsız olduğuna kanaat ge­
tirmiş olsun. Bu kişi, can sıkıcı bir eleştiriye maruz kalmamak
için, Güneş'in sabit Dünya'nın etrafında hareket ettiğini pekala
söyleyebilir. Böyle biri, felsefi özgürlükten yoksundur ve esaret
altında inler durur. Örneğin Galileo, Engizisyon' daki Kardinaller
tarafından İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog kitabında
geçerli argümanlarla ortaya koyduğu hareketli yeryüzü iddiasını
inkar etmeye zorlandı. Böylece felsefe yapma özgürlüğünü ta­
damamış oldu. Felsefe yapma özgürlüğünün yerinde durmasını
veya bazı durumlarda onu kısıtlamanın uygun olup olmadığını
henüz sormuyoruz. Bunu birazdan (#167) tarhşacağız. Şimdilik
sadece felsefede özgürlük ve esaretle ne kastettiğimizi açıklıyo­
ruz. Engizisyon'un eylemleriyle ilgili görüşümüzü de burada
araya sıkıştırmayacağız.
153. Eğer biri felsefe geliştirirken felsefi yöntemi kullanacak­
sa, felsefi esaretin boyunduruğu ona dayatılamaz. Çünkü felsefi
esaretin boyunduruğu altında emek sarf edenler, manhk kuralla­
rına aykırı olduğunu bildikleri tanımları, sırf başkaları bu tanım­
ların iyi olduğunu düşündüğü için sahih kabul ederler. Kuşkulu
gördükleri ya da yanlış olduğunu bildikleri önermeleri başkaları
doğru saydığı için doğru addederler. Oldukça kusurlu olduğunu
bildikleri önermeleri ispatlanmış sayarlar, çünkü başkaları bu
argümanların titiz ve geçerli olduklarını söylemiştir (#152). Felse­
feyi geliştirirken felsefi yöntemi kullanan kişi isabetli tanımlar
(#1 16, #1 19); ihtiyatlı yargılar (#121, #130); titizlikle ispatlar (#1 17-
#123) ve sabırla düzenler (#124). Felsefi yöntemin kurallarına ria­
yet eden, başkalarına hürmeten bu kurallara ters şeyler ileri sü­
remez. O halde, felsefe geliştirmede felsefi yöntemi kullanan kişi,
bu esaretin boyunduruğu altında emek sarf edemez. "Tarif etti­
ğimiz şekliyle felsefi esaretin çağların geleneklerine ters olduğu­
na kani bazıları olacaktır. Burada kendi başıma gelenlerden bah­
setmeyeceğim. Ne yazık ki, bugün yalnız felsefede değil, kutsal
meselelerde dahi her türlü ehliyeti tekeline alan, başkalarına ise

78
esaretin boyunduruğunu layık gören insanlar var. Bunun başka
örnekleri de var. Utrecht teoloğu Gisbert Voet, Descartes'ı ateizm
ile ya da en azından ateizmi savunmakla suçlamadı mı? Neden?
Çünkü Descartes, Tann'nın varlığını ispat ederken, geleneksel
argümanları kullanmak yerine, bu denli önemli bir mesele için
daha güvenli bir yaklaşım benimsemişti. Descartes ne yaptı? Me­
ditasyonlar kitabına eklediği, hem kendisine yöneltilen eleştirileri
hem de bunlara yanıtlarını içeren bir mektupla kendini Voet'e
karşı savundu. Campanella da başkalarına bu felsefe yapma öz­
gürlüğünü sunmayan insanlar tarafından benzer şekilde suç­
lanmadı mı? Yine o da Atheismus triumphatus kitabında ateizmle
savaşırken alışılagelmiş silahları kullanmamıştı. İğrenç. Aklı ba­
şında insanlara bu deli ve hasta zihniyetin örneklerini sunma­
mayı yeğlerim.
154. Eğer felsefe felsefi yönteme göre geliştirilecekse, kişinin
görüşlerini belirlerken yalnızca hakikatin gücüne dayanması ge­
rekir. Çünkü felsefeyi felsefi yönteme göre geliştiren birinin yal­
nızca yeterince kanıtlanmış ilkelerden geçerli olarak çıkarabile­
ceği önermeleri kullanması gerekir (#1 18). Sadece yeterince ka­
nıtlanmış ilkeleri (#1 1 7) ve sadece isabetli tanımlanmış terimleri
(#116). İmdi, tanımlar yalnızca mantık kurallarına karşılık geldi­
ğinde isabetli olur (#1 16); bu nedenle kişinin sadece bu kurallara
karşılık geldiği gösterilebilecek tanımları kullanması gerekir.
Mantıkta kesin ilkelerin hem akıl hem de tecrübe ile nasıl tesis
edildiği açıklanacak (#1 17).1 Demek ki filozof, doğruluğunu man­
tık kurallarıyla kabul ettiği, yeterince kanıtlanmış ilkeleri kulla­
nır. Son olarak, mantık, geçerli sonuçların ilkelerden nasıl çıkarı­
lacağını öğretecek (#1 18).2 Bu yüzden filozof, sadece mantık ku­
rallarıyla ispat edildiğini gösterebileceği şeyleri ispatlanmış ola­
rak kabul eder. İmdi, tüm felsefi bilgiler, mantıkta gösterileceği
üzere, tanımlara, önermelere ve onların ispatlarına indirgenir. Bu
nedenle, biri felsefi yönteme göre felsefe geliştirecekse, yalnızca
mantık kurallarıyla tesis edilebilecek şeyleri kabul edebilir. Zira
mantık, bilme yetisini hakikatin bilgisine yönlendiren kuralları
açıklar (#61). Sonuç olarak, sadece mantık kuralları ile tesis edi­
lebilecek olanları kabul eden, kabul ettiği şeyin doğru olduğu­
nun açıkça farkına varır. O halde, felsefeyi felsefi yönteme göre

1 Philosophia rationalis sive logica, #669.

2 A.g.y. #332.

79
geliştirenin, görüşünü belirlerken yalnızca hakikatin gücüne da­
yanması gerekir.
155. Bunu, felsefi yönteme göre felsefe geliştirenin, görüşünü
belirlerken tüm dışsal nedenleri dışlaması gerektiği izler. Çünkü
filozofun birtakım görüşleri incelerken ve hakikatle uyumlu ola­
nı seçerken yalnızca hakikatin gücüne dayanması gerekir (#154).
Bu nedenle filozof, doğru görüşü şeyler hakkındaki bilgisine da­
yanarak seçer, herhangi bir başka nedenden ötürü değil. *Felsefi
yöntem söz konusu olduğunda, bir hakikat uzun zamandır mı
biliniyor yoksa ye!li mi keşfedildi; bir hakikate değer mi veriliyor
yoksa bu hakikat kınanıyor mu; hakikat başkaları tarafından mı
keşfedildi yoksa bağımsız olarak mı; ünlü bir yazar tarafından
mı savunuldu yoksa kuyhı köşedeki bir yazarın çalışmasında ör­
tük olarak mı. . . fark etmez. Çünkü filozof, hakikati sırf hakikat
aşkına sever ve onun için çalışır. Şöhreti, gücü ya da başkalarının
gözüne girmeyi hakikate tercih etmez. Hakikat pahasına mala
mülke tamah etmez. Aksi takdirde, felsefi yönteme göre felsefe
geliştirecek olan, başkalarının gözüne girmek ve/veya ünlü ol­
mak ve/veya dikkatsiz okura istediğini vermek için yanlışı doğru
ve kuşkulu olanı da kesin addeder. Ve sonuçları kanıtlamak için
öncülleri kullanırken (#132), hatalı olan ve kesin olmayan sonuç­
ları kanıtlamak için yine hatalı olan ve kesin olmayan ilkelerden
yola çıkar (#1 17). Böylece, hatayı kendi kazancı için boyuna ço­
ğalhr ve başkalarını da hataya sürükler. Öğrettiği şeyler de ge­
rektiği gibi birbirine bağlı olmaz. Öte yandan, anlaşılmamış
olandan felsefi yöntemle feragat edilmelidir. Çünkü yeterince
kanıtlanmış ilkelerden (#1 18) geçerli olarak çıkarılmadıkça hiçbir
önerme felsefeye dahil edilmemelidir. Herhalde kendi çıkarı uğ­
runa başkalarını kandırmanın saygın insanların dürüstlüğüne ve
geleneklere ters olduğunu söylememe gerek yok.
156. Eğer biri felsefi yönteme göre felsefe geliştirecekse, onun
kendi yargılarını temel alması gerekir, başkalarınınkileri değil.
Çünkü felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, yalnızca isabet­
li tanımlanmış terimleri (#116) ve yalnızca yeterince kanıtlanmış
ilkeleri (#1 1 7) kullanır. Dahası, yalnızca yeterince kanıtlanmış
olan ilkelerden geçerli çıkarılan önermeleri kabul eder (#1 1 8). Ve
kullanışlılığı kanıtlanmış bir şey ispat edilemezse, onun olası ol­
duğunu göstermek için gerekli argümanları kullanır ve bu olası­
lığı kesinlikten özenle ayırır (#125). Mantık hangi tanımların isa­
betli olduğunu, ilkelerin nasıl yeterince kanıtlandığını ve henüz

80
bilinmeyen sonuçların ilkelerden geçerli şekilde nasıl çıkarıldığı­
nı açıklar (#1 16, #117, #118, #125). O halde, felsefi yönteme göre
felsefe geliştiren birinin manhğın genel kurallarını bu özel du­
rumlara, yani tanımlara, ilkelere ve önermelere uygulaması ge­
rekir. Böylece tanımları, ilkeleri ve önermeleri değerlendirirken
başkalarınınkini değil de, kendi yargısını temel alır. Başkalarının
yargılarını temel alsaydı, böylesi bir soruşturmayı sürdürmesi
gerekmezdi. Ama bu, felsefi yönteme ters. *Birtakım sayıları top­
layan kişi, bir başkası zaten doğru toplamı bulmuş olsa bile, top­
lamı kendi belirler. Fakat eğer başka birinin belirlediği toplama
güvenmeyi tercih ederse, hesabı kendi tutmamış olur. Benzer şe­
kilde, eğer kişi bir başkasının yetkesi alhnda tanımları, ilkeleri ve
önermeleri kabul ederse, başkaları tarafından tasdik ya da red­
dedilen şeyleri manhk kurallarıyla bizzat karşılaşhrmamış olur.
Ne de mantık kurallarını öğrenmeye ve bu manhk kurallarını
somut olaylara uygulama alışkanlığı kazanmaya çaba göstermiş
olur. Öte yandan, felsefeyi felsefi yönteme göre ele alacak birinin
böyle yapması gerekir (#135). Kendi yargılarını görmezden gelen
ve sadece başkalarının yetkesi altındaki tanımların isabetli oldu­
ğunu, ilkelerin yeterince kanıtlandığını, önermelerin ilkelerden
geçerli çıkarıldığını ve diğer önermelerin olası olduğunu kabul
eden biri olsun. Böyle biri yalnızca başkalarının söylediklerini bi­
lir, dolayısıyla da yalnızca başkalarının bilgisi hakkında tarihsel
bilgiye sahiptir (#3). Böyle birinden yalnızca başkalarının felsefi
bilgisine dair tarihsel bilgiye sahip olmasını bekleyebilirsiniz
(#8). Doğrusal bir üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya
eşit olduğunun kanıtı için Eukleides'e ve matematikçilerin ev­
rensel uzlaşısına başvuran bir matematikçiye kim gülmez? Yuka­
rıdaki teoremin bir kanıtını sunarken "bu, paralel çizgiler arasın­
daki iç ters açıların eşitliği ile ispat edilir, tüm matematikçiler de
bu kanıtın geçerli olduğunda hemfikirdir" diyen bir matematik­
çiye kim gülmez? Kim bu şekilde tartışan birini kınamaz? Aynı
nedenden, sırf ünlüler böyle söyledi diye bir tanımı doğru, ilkeyi
kanıtlanmış ya da bir önermeyi ispatlanmış veya olası olarak ta­
nıtanlara da gülmemiz gerekir. Ayrıca, argümanlarını sahih bir
ispat biçimine indirgemek için çaba göstermeyip başkalarından
sağlam ve geçerli argümanlar alanlarla da alay etmeliyiz. Aklı
başında kimsenin kuşku duymayacağı şeylerin neden dikkatle
incelenmesi gerektiğini merak edenler olabilir. Bu onlara zaman
kaybı gibi gelebilir. Ancak bunu yapmanın zahmete değer oldu­
ğunu yeterince gösterdik.

81
157. Felsefi yönteme göre felsefe geliştirecek biri, başkaları­
nın vardığı sonuçları, ilkeleri anlayıp ispat edemediği sürece, ha­
kiki kabul etmemelidir. Çünkü felsefeyi felsefi yönteme göre ge­
liştiren biri, tanım ve önermelerinde daha önce açıklanmış terim­
leri kullanmalıdır (#1 1 6, #1 19). İspatlarında, yalnızca daha önce
ispat edilmiş olan önermeleri kullanmalıdır (#120). Dolayısıyla,
başka birinin tanımını kullanacaksa, ilgili tanımdaki terimleri
açıklayabilmelidir. Ve eğer başka birinin önermesini kullanacak­
sa, ilgili önermedeki terimleri açıklayabilmeli ve onu daha önce
ispat ettiği önermelerden hareketle ispat edebilmelidir. O halde,
ilkelerini anlayamadığı ve ispat edemediği sürece, başkalarının
vardığı sonuçları kullanmaması gerekir.
158. Buna bağlı olarak, felsefi yönteme göre felsefe geliştiren
kişi, konuya bir itirazı olmasa da başkalarının kullandığı sözcük­
lere itiraz edebilir. Ya da tam tersi, konuya kahlmasa bile, bir
başkası tarafından kullanılan sözcüklere kahlabilir. Felsefi yön­
teme göre felsefe geliştiren biri, imlemi ve/veya anlamı bulanık
olan sözcükleri sabit anlamlı sözcüklere dönüştürür (#144). Ve
aynı anlamı sebatla sürdürür (#143). İmdi, biri bir şeye işaret et­
mek için farklı bir sözcük kullanabilir. Bu ya bu kişi isabetsiz ko­
nuştuğu için olur ya da adını bulamadığı bir şeye kendince uy­
gun gördüğü bir isim verdiği için. Ve eğer filozof bu şey hakkın­
da her ikisinin de yargısının doğru olduğunu görürse, konuya
katılır, fakat diğer kişinin kullandığı sözcüğe katılmaz. Öte yan­
dan, eğer bir başkasının bir sözcükle adlandırılan bir şeye ilişkin
yargısının yanlış olduğunu görürse, bunun, sözcüğün yanlış şeye
işaret etmek için kullanmasından kaynaklandığı hükmüne varır.
Bunun sonucu olarak, diğerinin kullandığı sözcüğe kahlır, fakat
konuyla ilgili hemfikir olmaz. *Buradaki niyetimiz sözcüklerde
uzlaşılan ancak konuya ilişkin hemfikir olunmayan ya da tersi
konuya ilişkin hemfikir olunan ama sözcüklerde uzlaşının olma­
dığı tüm durumları tarhşmak değil. Her ikisinin de olabileceğini
göstermiş olmak bize yeter. Öte yandan, nedenlere gereken
önemi vermeyenler için bunu netleştirmek adına söylediklerimi­
zi örneklerle pekiştireceğiz. Teodise başlıklı dikkat çeken çalışma­
sında Leibniz, "dünya" sözcüğünü genel olarak varolanların bü­
tün evrenini ve evrende karşılıklı olarak birbirini izleyen varolan
dizilerini belirtmek için kullandı. Çünkü sözcüğün bu anlamının
kendi amaçları için en uygunu olduğunu ve dilin ortak kullanı­
mına da ters olmadığını düşünüyordu. Ayrıca, şeylerin bir dizi

82
halinde bulunduğu bu evrenin mümkün tüm dünyaların içinde
en iyisi olduğunu söyledi. Dolayısıyla, mevcut dünyanın en iyi
dünya olduğunu kabul etti. Öte yandan Kutsal Kitap, "dünya"
sözcüğünü insan ırkına işaret etmek için kullanır. Sözcüğün bu
imlemini kullanarak, kutsal yazar bütün dünyanın kötü olduğu­
nu söyler. Dolayısıyla, kutsal yazar ve Leibniz, sözcükler üzerin­
de anlaşmazlar, fakat konuda anlaşırlar. Nitekim ne Leibniz tüm
insan ırkına ahlaki kötülüğün bulaşhğını reddeder, ne de Kutsal
Kitap Tann'nın mümkün dünyaların en iyisi olan bir şeyler dizisi
seçtiğini. Gerçekten de, dikkatli bir şekilde incelersek, Leibniz'in
Teodise' de insan ırkına ahlaki kötülüğün bulaştığından kuşku
duymadığını görürüz. Aynca Kutsal Kitap'ın beyanlarının Tan­
n'nın mümkün dünyaların en iyisi olan bir şeyler dizisi seçtiği
fikrine kahldığını da görürüz. Matematikte de sözcükler ve/veya
konu hakkında anlaşmaya dair söylediklerimizi doğrulayan ör­
nekler bulunur. Optikte, ışık yayan bir cisimden farklı olarak,
opak bir cismin ışık yaymayan bir cisim olduğu söylenir. İmdi,
optiğin hakikatlerini kendi biliminde kullanan gökbilimci, "opak
cisim" ifadesini optikteki imlem ve/veya anlamıyla kullanır. Ve
bu imlem ve/veya anlamı kullanarak, Ay'ın opak bir cisim oldu­
ğunu söyler. İmdi, kutsal yazar "aydınlatma" sözcüğünü, opak
cisimlere ışık tutulmasına işaret etmek için kullanır. Bu bağlam­
da hem Ay hem de Güneş için "aydınlahcı" denilebilir. İmdi "Ay
opak bir cisimdir" ve "Ay bir aydınlahcıdır" önermelerinde, söz­
cüklere ilişkin bir anlaşmazlık vardır, fakat konuya ilişkin yok­
tur. Çünkü hem gökbilimci hem de kutsal yazar, konunun içeri­
ğinde hemfikirdir. Kutsal yazar, Ay'ın ışık yaydığını söylemez,
dolayısıyla onun opak bir cisim olduğunu reddetmez. Gökbilim­
ci de Ay'ın yeryüzündeki opak cisimlere ışık tuttuğunu ve böy­
lece onları aydınlattığını reddetmez. Ay'ın, Güneş'in yaphğı gibi
ışık yaymadığı pek tabii doğrudur, nitekim kendisi ışık vermez.
Yine de bu görüş, Ay'ın Güneş ışığını Dünya'ya yansıttığı ve
böylece yeryüzünde karanlıkta olabilecek cisimleri aydınlatabile­
ceği düşüncesiyle tutarlıdır. Yine, benzer şekilde, Leibniz kalkü­
lüsün veya diferansiyel yöntemin diferansiyel niceliklerin hesap­
lanması olduğunu söyler. Fakat Newton'a göre diferansiyel yön­
tem verili sayıdaki noktayla bir eğri çizmenin özel bir yöntemi­
dir. Diferansiyel yöntemi Leibniz'in anladığı haliyle alarak, kök
işaretinin alhnda kesir veya nicelikler içeriyor olsalar bile, tüm
cebirsel eğrilerin teğetlerinin kolayca belirlenebileceği eklenebi-

83
lir. Öte yandan, aynı şey, Newton'un anladığı şekliyle diferansi­
yel yöntem için de söylenebilir. Dolayısıyla Newton'un anladığı
diferansiyel yöntemle Leibniz'inkinin aynı olmadığını söyleyen
biri, yalnızca sözcük bakımından bir anlaşmazlık yarahr, konu­
nun içeriği bakımından değil. Başka bir örnek: Newton, sürekli
artan nicelikleri arthran ve sürekli azalan nicelikleri azaltan son­
suz küçük nicelikleri ifade etmek için "akışlar" [İng. fluxions]
sözcüğünü kullanır. Bununla birlikte, Leibniz, aynı şeyden dife­
ransiyeller veya diferansiyel nicelikler olarak bahseder. Bu du­
rumda, Newton ve Leibniz sözcüklere ilişkin mutabakat sağla­
mamış olsalar da konunun içeriğinde anlaşmış olurlar, yani hem
akışların hem de diferansiyellerin değişkene veya değişene ora­
nının belirlenemez olduğu konusunda.
159. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, bir önermeyi
kendisiyle aynı önermeyi dile getiren birinden farklı bir neden­
den ötürü öne sürebilir. Zira felsefi yönteme göre felsefe gelişti­
ren biri, yeterince kanıtlanmış önceki önermelerden geçerli bir
şekilde çıkarmadıkça, bir başkasının önermesini kabul etmez
(#1 18, #120). Dolayısıyla, eğer onun ilkeleri bir başkasının bir
önermeyi kanıtlamak için kullandıklarından farklıysa, vardığı
sonucu, bir başkasının aynı sonucu öne sürmek için sahip oldu­
ğundan açıkça farklı bir nedenden ötürü öne sürer. Demek ki
aynı önermeyi kanıtlamak için farklı nedenlerin kullanıldığı olur.
*Matematikte de olur bu. Yalnızca tecrübesizler veya yeterince
okumamış kişiler aynı teoremin farklı şekillerde ispat edilebile­
ceğini bilmez. Zira aynı şeyi söylemek ve/veya evetlemek veya
değillemek için farklı nedenler olabilir. Bir yazar, başkası tara­
fından yetersiz bir şekilde kanıtlanmış bir tezi savunduğunda,
önceki kanıtın yetersizliğine işaret etmeden önce kendi kanıtları­
nı sunar. Henüz kimse doğru olduklarını ispat etmemiş olsa da,
şeyler doğru olabilir. Birinin sonradan çıkıp doğru olduklarını
açıkça kanıtlaması imkansız değildir. Sırf henüz yeterince kanıt­
lanmadı diye bir tez yanlış olmaz. Bilakis, onun yanlışlığının
açıkça kanıtlanması gerekir. Bir ve aynı şeyin birden fazla nedeni
olabiliyorsa, bu şey farklı şekillerde layıkıyla kanıtlanabilir. Ör­
neğin, matematik çalışmanın filozof için yararlı olmasının birçok
nedeni vardır. Çünkü matematik felsefeye ilkeler ve felsefenin
kural ve kavramlarını çok iyi gösteren örnekler sağlar. Ayrıca,
zihni de bilime hazırlar. Bu argümanlardan herhangi biri mate­
matiğin kullanışlılığını kanıtlamada kullanılabilir. Benzer şekil-

84
de, ruh ve beden arasındaki fiziksel akış kuramının şimdilerde
eleştirilmesinin ve reddedilmesinin birden fazla nedeni vardır.
Bazıları bu kuramı net bir şekilde açıklanamadığı için reddeder;
öte yandan, bu kuramı reddeden herkesin onu iyice anlayamadı­
ğı için reddettiğini söylemek yanlış olur. Sonlu bir ruhun madde
üzerinde etkide bulunamayacağı iddiasıyla fiziksel akış kuramını
reddeden başkaları da vardır ve bu kuramı reddeden herkesin
bu nedenle öyle yaphğını söylemek de aynı derece yanlış olur.
160. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, bir başkasının
görüşünün tamamını değil de bir kısmını kabul edebilir. Çünkü
felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, daha önceden tesis
etmiş olduğu öncüllerden geçerli bir biçimde çıkarmadıkça bir
başkasından hiçbir şey almaz (#118). Dolayısıyla, eğer kendi ilke­
lerinden hareketle bir başkası tarafından savunulan şeyin sadece
bir kısmını çıkarabiliyorsa, başkasının görüşünün tamamını de­
ğil, yalnızca kendi ilkelerinden çıkarabileceği kısmı alır. *Felsefi
yönteme göre felsefe yapmayan kişiyse, yukarıda yeterince açık­
ladığımız üzere, yargılarını hem içkin hem de dışsal nedenlere
dayandırır (#155). Ve bu nedenle, sadece bir kısmı kendi ilkele­
riyle uyum içinde olsa bile, genellikle başkalarının görüşlerinin
tamamını kabul eder. Öte yandan böylesi bir acelecilik, dışsal
nedenleri reddeden felsefi yöntemle de tutarsızlık içerisindedir.
Örneğin skolastikler, ayrıca antik teologlar da, sadece Tanrı' da
bulunan mutlak veya bağımsız sonsuzlukla dünyaya aykırı ol­
madığını düşündükleri bağımlı sonsuzluğu birbirinden ayırdılar.
İmdi, biri, ilkeleriyle ispatlayabileceği için, bağımlı ve bağımsız
sonsuzluk arasındaki bu ayrımı kabul edebilir. Fakat dünyanın
işler halde ya da gerçekten [İng. actually] ezeli olduğunu değil,
yalnızca imkan halinde [İng. possibly] ezeli olduğunu iddia etmiş
olur. Nitekim imkanı öne sürenin işlerliği de öne sürdüğünü söy­
lemek uygun olmaz. Ve dünyanın sonsuzluğunu bir imkan ola­
rak görenler, bağımlı sonsuzluğu da bir imkan olarak görürler.
Öte yandan, yalnızca bağımlı ve bağımsız sonsuzluk ayrımını
kabul edenler, bağımlı sonsuzluğun imkanının bir hipotez oldu­
ğunu öne sürerler, yani dünyanın sonsuzluğunun bir imkan ol­
duğunu varsayarlar. Leibniz, maddi şeylerin öğelerinin sınırlı bir
güçle evreni temsil eden monadlar veya yalın tözler olduğunu ile­
ri sürdü. İmdi, biri maddi şeylerin öğelerinin yalın tözler oldu­
ğunu kabul edebilir ve onlara devamlı değişmelerini sağlayan bir
güç atfedebilir. Ama bu, bu kişinin buradan hareketle onlarda

85
evreni temsil etine gücü keşfettiği anlamına gelmez. Zira bir va­
rolanın bir cinse ait olduğunu belirleyen biri, buradan hareketle
bu varolanın bu cinsin şu türüne ait olduğu sonucuna varamaz,
en nihayetinde bir cinsin birçok türü vardır. Copernicus, Dün­
ya'nın da dahil olduğu gezegenlerin etrafında döndüğü merke­
zin Güneş olduğunu iddia etti. Tycho Brahe de Güneş'in, etra­
fında gezegenlerin hareket ettiği bir merkez olduğunu savundu.
Fakat buradan hareketle Dünya'nın da Güneş'in etrafında dön­
düğünü iddia ehnedi.
161. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, başkalarının
söylediklerini gözden geçirdiğinde, onu daha net anlar, kesinleş­
tirir ve diğer hakikatlerle ilişkilendirir. Çünkü felsefi yönteme
göre felsefe geliştiren biri, yalnızca terimlerini açıkladığı (#1 16)
ve yeterince kanıtlanmış öncüllerden geçerli bir şekilde çıkardığı
önermeleri kabul eder (#117, #1 18). Dolayısıyla, bu kişi bir başka­
sından önermeler alırsa, bunları kendi tanımlarıyla açıklayıp
kendi ilkelerinden hareketle ispatlar. Ve eğer diğer yazar öner­
melerinin terimlerini tanımlamamışsa ya da en azından yeterince
isabetli tanımlamamışsa, o zaman filozof daha iyi tanımlar orta­
ya koyar. Ve böylece başkalarının söylediklerini daha net anlar.
Benzer şekilde, eğer diğer yazar önermelerinin doğruluğunu is­
pat ehnemişse ya da en azından uygun şekilde ispat ehnemişse
veya bunları diğer hakikatlerle ilişkilendirmemişse, filozof daha
kuvvetli bir ispat ortaya koyar ve sonuçlarını sistematik bir bi­
çimde diğer hakikatlerle ilişkilendirir. Ve böylece başkasının
önermelerini kesinleştirip diğer hakikatlerle ilişkilendirir.
*Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren biri, sıklıkla başkalarının
söylediklerini yeni bir ışıkla aydınlatır. Ve bunları kendi tanımla­
rıyla açıklayıp kendi ilkelerinden hareketle ispat ettiği sürece,
başka şeylerle birlikte onları da ispatlarında ilkeler olarak kulla­
nabilir, böylelikle de onları kendi mülkiyetine alır. Başkalarının
söyledikleri genellikle bu şekilde aydınlatılmadıkça yeterince an­
laşılmaz ve doğru görülmez. Örneğin, Robert Hooke, ana geze­
genlerin Güneş'e doğru çekildiklerini ve bu çekiminin kuvveti
nedeniyle doğrusal hareketten saptıklarını iddia etti. Ne ki, Hoo­
ke bu hipotezi ispat edemedi. Ancak Newton, Doğa Felsefesinin
Matematiksel İlkeleri [ Principia] adlı kusursuz çalışmasında, azami
bir geometrik titizlikle şunu ispat etti: Kepler' in gözlemle tesis et­
tiği yasalara da uygun şekilde, kütle çekim kuvveti ve yerçekimi
nedeniyle bir merkez olarak Güneş'e doğru çekilen gezegenler

86
Apollonius elipsi adı verilen yatık çemberden başka bir yörün­
gede hareket ettirilemez. Ayrıca, gezegenlerin doğrusal hareket­
ten saptırıldığı kuvvetin, yerçekimi kanunları gereğince, bir
merkez olarak Güneş'e doğru yöneldiğini de kanıtladı. İmdi,
gökcisimlerinin hareketlerinin fiziksel nedenlerinin daha önce
Hooke tarafından açıklandığını söyleyip Newton'un keşiflerini
küçümsemeye çalışmak yersiz olur. Nitekim Newton'un ispatları
özel bir yetenek, parlak bir zeka ve derin matematik-geometri
bilgisi gerektirir. Bunlar olmasaydı, Kepler'in elips şeklindeki
yörüngelerine ve Galileo'nun atılan cisimlerin parabol hareketi
açıklamasına aşina biri, elips şeklindeki hareketin, daha doğrusu
eğri şeklindeki hareketin Güneş' e doğru çekildiğini göremezdi.
Felsefi yönteme göre felsefe geliştirmeyenler, yalnızca diğer ya­
zarların sözlerinden hareketle bir bulamaç yaparlar. Başkalarının
söylediklerini yeni bir ışıkla aydınlatmadıkları gibi, daha da ka­
rartırlar. Hiçbir şekilde başkalarının söylediklerini açıklamaz ve­
ya ispat etmezler, aksine onların anlamlarını çarpıtırlar. Başkala­
rının güzelce söylediklerini berbat eden bu gibi çarpıtmalara son
vermemiz gerekir.
162. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri karşıt fikirleri çü­
rütmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe ya­
pan biri, bir önermeyi düzgünce kanıtladığı ilkelerden çıkarma­
dıkça, doğru kabul etmez (#1 17, #1 18). Dahası, olasılığı kesinlik­
ten ayırır (#125) ve dogmaların ispatı için hipotezleri ilke olarak
kullanmaz (#128). İmdi, iki kişi aynı fikirde olmadığında, biri ya
diğerinin söylediğini reddeder ya da diğerinin ispat ettiği şeyin
kesin olmadığını veya diğerinin kesin olmadığını söylediği şeyin
aslında kesin olduğunu söyler. Ancak evetleyici olan ispat edilir­
se, değilleyici olan böylece ortadan kaldırılır. Dolayısıyla ispatı
anlayan biri evetleyici olanı doğru kabul ettiğinde, değilleyici
olanı kendiliğinden reddeder. Bu nedenle, değilleyici bir görüşü
çürütmek epey gereksizdir. Aynı şekilde, eğer değilleyici olan is­
pat edilmişse, evetleyici olanı çürütmeye gerek kalmaz. Benzer
şekilde, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri bir önermenin
yalnızca olası olduğu sonucuna varmışsa, başkasının ona kesin
demesinden rahatsız olmasına gerek yoktur. Ne de olsa önerme­
nin ispatını engelleyen kusuru tespit etmiştir. Ve muhatap, bu
kusurun üstesinden gelemediği sürece, ilgili kusurun farkında
olan kimse tarafından kabul görmez. Dolayısıyla muhatabın gö­
rüşünü çürütmeye uğraşmaya değmez. *Bu sebepten, filozof sa-

87
dece önermelerinin doğruluğunu kanıtlamakla ilgilenir. Ve bir
görüşe karşı çıkhğı zaman, ya onun yanlış olduğu onun kendi
ispahnın doğal sonucudur, ya da onun yanlışlığını doğru bir
önermeyi dolaylı olarak güçlendirmek için ispat eder. Filozof bu
yolu ilgilendiği şey sadece hakikat olduğunda izler. Felsefi yön­
tem kullanıldığında olması gereken de budur. Duyguyla hareket
etmeyen, başkalarının hatalarından zevk almayan, yalnızca baş­
kalarının kendisinin sahip olduğu hakikatten pay almasını arzu
eden biri, yanlışları çürütmenin karşıt doğruları ispat etmekten
daha iyi bir yolu olmadığını fark eder. Zaferi başkalarının hatala­
rında aramanın ne denli boş olduğu, manhkta hatanın kökenle­
rini incelediğimizde daha açık olacak.3
163. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, açığa çıkmış ha­
kikate ters bir şeyi savunamaz. Felsefi yönteme göre felsefe ya­
pan biri yalnızca yeterince ispatlanmış olanları kabul eder (#117,
#1 18). Olur da bir hata yaparsa, hatalı önermenin ilkelerine ters
olduğunu görünce hata yaptığına kolayca ikna olur. Sadece ha­
kikatle ilgilendiği için de (#154), farkına varılan bir hatayı kabul
etmez, düzeltir. Bunu yapması gerekir, aksi takdirde öncüllerden
sonuçları çıkardığında aşama kaydetmez (#120). İmdi, felsefi ya
da doğal hakikatin açığa çıkmış hakikatle çelişemeyeceğinin is­
pat edileceği yer burası değil, bunu yeri geldiğinde kanıtlayaca­
ğız.4 Demek ki, felsefi yönteme göre felsefe yapan birinin açığa
çıkmış hakikate ters bir şeyi savunmaması gerekir. *Filozofun,
Kutsal Kitap'ın hatalı yorumlarına veya Kutsal Kitap'tan geçerli
çıkarılmamış şeylere ters olanları savunması mümkündür. Ne de
olsa Kutsal Kitap'ın hatalı yorumları ve Kutsal Kitap'tan geçerli
çıkarılmamış şeyler, açığa çıkmış hakikatler değildir. İmdi, bazen
filozofun teolojik bir önermeye ya da bir Kutsal Kitap yorumuna
ters bir önerme ortaya koyduğu da olur. Öte yandan, mademki
filozof kadar teolog da hata yapar, yalnızca filozofun değil, teo­
loğun da Kutsal Kitap'a dair yorumunu veya teolojik önermesini
gözden geçirmesi gerekir. Örneğin, bazı kilise babaları bir za­
manlar dünyanın yuvarlak olmasının Kutsal Kitap' a aykırı oldu­
ğuna inandılar, çünkü Kutsal Kitap'taki bazı parçaları dünyanın
yuvarlaklığıyla tutarsız olarak yorumlamışlardı. Fakat gökbilim­
le içli dışlı olan filozoflar, dünyanın yarımküre olmadığını, yu-

' Philosophia rationalis sive logica, #623.


' A.g.y. #968.

88
varlak olduğunu ispat ettiler. Dolayısıyla, bu felsefi tez, bazı
Kutsal Kitap yorumlarıyla çelişir. Gelgelelim Kutsal Kitap'ın yo­
rumunun doğru olduğu ve dolayısıyla felsefi tezin yanlış olduğu
da varsayılamaz. Aksine, filozof ispahnı yeniden incelemekle,
teolog da Kutsal Kitap yorumunu gözden geçirmekle mesuldü.
Filozoflar, meseleyi yeniden inceledikten sonra, dünyanın yuvar­
lak olduğunun kuşkuya yer vermeyecek kadar açık bir şekilde
ispatlandığı sonucuna vardılar. Teologlarsa, şaşkınlıkla, yorum­
larının yanlış olduğunu fark ettiler, filozoflara müteşekkir oldu­
lar.
164. Felsefi yönteme göre felsefe yapan kişinin öğretileri er­
deme ters olamaz. Zira felsefi yönteme göre felsefe yapan biri
yalnızca kanıtlanmış olanı doğru kabul eder (#1 1 7, #118). Olasılı­
ğını doğru bir şekilde belirleyemediği sürece hiçbir şeyi olası ka­
bul etmez (#125). Ve dogmaları kanıtlamak için hipotezlere baş­
vurmaz (#128). İmdi, doğru ilkelerden hareketle ispat edilebile­
cek bir şey erdeme ters olamaz, zira evrensel pratik felsefede gös­
terileceği üzere,5 erdem kavramı böyle ilkeleri temel alır. Dahası,
olasılıkları dogmaları tesis etmek için kullanmayan biri, olasılık­
ları hakikate uymasa dahi, erdemi tehlikeye atacak hiçbir şey
yapmaz. Ve bir hipotezi sadece bir olasılık olarak kullanan biri,
hipotezin yanlış olduğu kanıtlansa bile, erdemi tehlikeye atmış
olmaz. *Örneğin, felsefi yönteme göre felsefe yapan birinin ruh­
beden ilişkisini açıklamak için bir hipotez kullandığını farz ede­
lim. Bu hipotez başarısız olursa, erdem için herhangi bir tehdit
oluşmaz. Çünkü felsefi yönteme göre felsefe yapan biri hipotezi
ispatlanmış hakikat addetmez. Dolayısıyla ahlaki ilkeleri ispat
etmek için bir hipotez kullanmaz. O, tecrübenin kesin olduğunu
iddia eder ve bir hipotez tecrübeyi açıkladığında ona ilke mua­
melesi yapar. Öte yandan, tecrübeye uygunluk, filozofun tecrü­
beyi açıklamak için kullanabileceği bir hipotezin kusurlarını
örtmez. Bir filozofun Leibniz'in ruh-beden ilişkisini açıklamak
için icat ettiği önceden kurulmuş uyum [harmonia praestabilita]
dizgesini benimsediğini varsayalım. Ruh ve bedenin birbirlerine
karşılıklı olarak tesir ediyormuşçasına etkileşimi bir tecrübe ol­
gusudur. Leibniz'inki de dahil olmak üzere, bu ilişkiyi açıklamak
için oluşturulan her hipotez, bu hakikati benimser. Dolayısıyla
pratik ahlakta bunun tecrübeye uyduğunu savunur, ruh ve be-

5 Philosophia practica universalis, I, #321.

89
denin karşılıklı etkileşim içinde olmasının olası sonuçlarını ko­
nuşuruz. Fakat eğer önceden kurulmuş uyum dizgesi tecrübeye
ters çıksaydı, belli tecrübe dayatmalarının yanlış olduğu sonucu­
na değil, hipotezin yanlış olduğu sonucuna varırdık. O halde,
önceden kurulmuş uyum dizgesinin erdemi baltalayacağından
çekinmeye gerek yoktur. Roma' da papalık mahkemesi Curia ta­
rafından Copemicus dizgesinin gökcisimlerinin hareketlerini
açıklamak ve hesaplamak için bir hipotez olarak kullanılmasına
izin verildiğinde de aynı şeyin farkına varıldı. Yine de, doğrulu­
ğu dünyanın yuvarlaklığı kadar bariz olmadan, teologları Kutsal
Kitap yorumlarını gözden geçirmeye zorlayacak bir dogma ola­
rak kullanılmamalıydı. Açığa çıkmış hakikatle çelişenler ve ge­
çerli sonuçları hakikate ters olan şeyleri öğretenler felsefi yönte­
me göre felsefe yapmazlar. Çünkü kesin olmayan ilkeler ve zayıf
ispatlar kullanırlar. Kendi ilkelerini ihlal etmelerine, özellikle de
ilkelerinin kesin ve tutarlı olmamasına dikkat çekmeliyiz.
165. Felsefi yönteme göre felsefe yapan biri kamu yaşamına
ters şeyler öğretmez. Kamu yaşamı gerekenden yozlaşmış değil­
se, yukarıdaki ispat (#164) demek istediğimizi kanıtlar. Eğer yoz­
laşmışsa, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri yine de herhangi
bir kargaşaya yol açmaz. Çünkü yalnızca münasip bir kamu ya­
şamının genel özellikleri öğretir ve tek tek olayları tartışmaz.
Dahası, felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, güçlü bir yurttaş­
lık felsefesine dayanan iyi yasalara ve kamu düzenine karşı çık­
mayacakhr, çünkü o hakikatlerin birbiriyle ilişkisini gözetir (#133).
Dolayısıyla, kargaşaya yol açma korkusu olmadan dogmaları
sunamayacağını anlarsa, hem yurttaşlık düzeninin hem de kili­
senin bekası için sessiz kalacaktır. *Felsefi ispat, rıza kazanmak
için akla başvurur. Dolayısıyla, özellikle kamu yaşamının mevcut
durumuna uygulanmazsa, duyguları hemen hiç rahatsız etmez.
Bunu, siyaset incelememizde ayrıntılı açıklayacağız.6
166. Felsefi yönteme göre felsefe geliştiren birinin felsefe
yapma özgürlüğüne sahip olması gerekir. Zira felsefi yönteme
göre felsefe geliştiren birinin görüşlerini belirlerken hakikatten
başka bir şeyle ilgilenmemesi gerekir (#154). Başkalarınınkilere
değil, kendi yargılarına dayanması gerekir (#156). Kendi ilkele­
rinden hareketle anlayıp ispat edemediği sürece, başkalarının
söylediklerini kabul etmemesi gerekir (#157). Dolayısıyla onun

• Institutiones juris naturae et gentium, Praefatio.

90
kendi görüşünü kamuya açıklamasına izin verilmesi gerekir.
Başka bir deyişle, felsefe yapmasının engellenmemesi gerekir, ki
bu hem saçma hem de yukarıdaki paragrafta belirttiğimiz şeye
de ters olur. İmdi, kişinin kendi görüşünü açıklamasına izin ve­
rilmesi felsefe yapma özgürlüğüdür (#151). Dolayısıyla, felsefi
yönteme göre felsefe geliştiren birinin felsefe yapma özgürlüğü
olması gerekir. ""Birinin sırf felsefi yöntemi kullanıyor diye felsefe
yapmasını engellemenin saçma olacağını söylemiştim. Aksi tak­
dirde kişinin felsefi yönteme karşı felsefe yapması gerekirdi. Bu
durumda yalnızca tam manasıyla anlamadığı ve doğru olduğu­
nu açıkça görmediği şeyleri öğretenlerin felsefe yapmasına izin
verilirdi (#136). Dolayısıyla, böyle birinin bilgisi ne kesin olurdu
ne de seçik (#137). İnsan yaşamın sorunlarına da doğru düzgün
uygulanamazdı (#138). Bunun saçma olduğu bariz, en nihayetin­
de felsefe yaşamdaki kullanışlılığı için öğrenilir. Bunu inkar
eden, öğrenildikten kısa süre sonra unutulacağını ümit ettiğim
şeyler öğretiyor demektir. Fransa'da Paris Kraliyet Bilimler Aka­
demisi üyelerine felsefe yapma özgürlüğü verildi, çünkü hakika­
ti doğru yöntemle aradılar ve tüm gayretleri gizli hakikati açığa
çıkarmak üzerineydi. Öte yandan, Paris Üniversitesi'ndeki felsefe
profesörleri sadece Aristotelesçi felsefeyi öğretmeye ve savun­
maya yönlendirildi, çünkü felsefeyi yalnızca skolastik teolojide
kullanılsın diye öğretiyorlardı. Bu konuya Sorbonne mensubu ve
Paris Akademisi'nde felsefe profesörü olan Jean-Baptiste Duha­
mel Philosophia vetus et nova [Eski ve Yeni Felsefe] eserine yazdığı
girişte değinmişti.
167. Felsefi yönteme göre felsefe yapanlara sınırsız felsefe
yapma özgürlüğü verilmesi din, erdem veya devlet için bir tehdit
oluşturmaz. Nitekim felsefi yönteme göre felsefe yapan biri açığa
çıkmış hakikatle çelişmez (#163). Erdeme ya da kamu yaşamına
ters düşen bir şey öğretmez (#164, #165). Eğer felsefi bir tez ile bir
Kutsal Kitap yorumu veya teolojik tez arasında anlaşmazlık do­
ğarsa, bunu hakikati daha isabetli araşhrmak ve daha sağlam be­
lirlemek için fırsat bilir. Sonuç olarak, eğer Kutsal Kitap yorumu
veya teoloji tezi hatalıysa, bu, yukarıda söylediğimiz üzere, der­
hal fark edilir (#163). Bir görüşün savunulması yurttaşlık düze­
nine yahut dini yaşama zararlı olursa, yukarıda söylediğimiz
(#165) ve yeri ve zamanı gelince kanıtlayacağımız üzere/ filozof

7 Institutiones juris naturae et gentium, #1050.

91
bir süreliğine kendi hakikatine sessizce perde çeker. Devlette fel­
sefe yapma özgürlüğü sınırlanacaksa, bu yalnızca dine, erdeme
ya da kamu yaşamına muhalefetin engellenmesi için yapılabilir.
Bunu siyaset incelememizde kanıtlayacağız,8 zira bütün bunlar
siyasetin ilkelerinden çıkar. Dolayısıyla felsefi yönteme göre fel­
sefe yapan biri kendi sınırını belirler-çoğu zaman başkalarının
çiğnediği sınırlar. Dolayısıyla eğer ona felsefe yapma özgürlüğü
verilirse din, erdem ya da kamu yaşamı için tehdit oluşturmaz.
"Tecrübenin bunun aksini gösterdiği itirazı yükselebilir. Denebi­
lir ki Spinoza felsefi yöntemle aynı olan matematiksel yönteme
göre felsefe yapmışb (#139), ama bu onun dine ve erdeme ters
şeyler öğretmesini engellemedi. Buna şöyle cevap veririm: Felsefi
yöntemi uygularken hata yapılabilir ve böylece zarar verici yan­
lışlar doğabilir. Fakat yöntemden böylesi bir sapma, başkaları ta­
rafından açıkça ispat edilebilir ve haliyle hata da düzeltilir ve bu
hatalar felsefede kabul edilmez (#118). Etika'da Spinoza, tanımla­
rını, aksiyomlarını, önermelerini ve ispatlaruu düzenlemek ve/veya

sıralamak için geometrik yöntemi kullandı. Ancak buradan Spi­


noza'nın felsefi yönteme göre felsefe yaphğı ve böylece tanımla­
rındaki bütün terimleri yeterince açıkladığı, yalnızca tam mana­
sıyla kanıtlanmış ilkeleri ispatlarında kullandığı ve felsefi yön­
temin gerektirdiği sahih ispat yöntemini gözettiği çıkmaz (#116,
#118, #124). Spinoza'nın doğru yöntemden nasıl saphğını ince­
lemeyen için onun zararlı hatalarının nedenleri açıkhr. Burada
bu arenaya inmek istemiyoruz. Yine de geçerken bir uğrayalım:
Spinoza'nın töz ve özgürlük tanımlarına göre, tek töz ve özgür
olduğu söylenebilecek tek varolan Tanrı'dır. Nitekim Spinoza,
tözü, kendi başına var olan ve kendi aracılığıyla kavranabilen,
yani kavramının ifade edilmesi için başka bir şeyin kavramına
ihtiyaç olmayan şey olduğunu belirtti. Özgürü ise yalnızca kendi
doğasının zorunluluğu gereği var olan ve eylemi yalnızca kendi­
si tarafından belirlenen olarak tanımladı. Bu tanımları inceleyip
de birincisinin müstakil varolanın tanımı olduğunu kim görmez?
Tanrı yegane müstakil varolan olduğu için de, bu tanım sadece
Tanrı'ya uygulanabilir. Spinoza'nın özgür varolan tanımının da
yalnızca Tanrı için geçerli olduğunu kim fark etmez? Zira kendi
zorunluluğu gereği var olmak, müstakil bir varolanın özelliğidir
ve yalnızca Tanrı için geçerlidir. Birinin kendisini tüm diğer şey-

• A.g.y. #1024.

92
lerden müstakil olarak belirlemesi de sadece Tanrı'da bulunan
bir özelliktir. Öte yandan, felsefi yönteme göre felsefe yapan,
sözcüklerin yerleşik anlamından sapmaz (#142). Sonuç olarak,
çoğu zaman hem Tanrı'nın hem de insanın yüklemi olarak anla­
şılan şeylerin yalnızca Tanrı'run yüklemi olabilecek şekilde ta­
nımlanmaması gerekir. Bu tanımlarda arzulanan başka şeylere
değinmeyeceğim. Felsefi yönteme göre felsefe yapanların zaman
zaman felsefe özgürlüğünü suiistimal etmesinin kaçınılmaz ol­
duğunu kabul edelim. Yine de bu, felsefe yapma özgürlüğü ol­
madan var olamayan felsefi yöntemi bastırmayı (#166) ve yerine
bilimlerde ilerlemeye zararlı bir esareti getirmeyi meşrulaştırabi­
lecek bir neden değildir (#152). Bu büsbütün yanlış olurdu. Çok
daha aydın bir yöntem aramak zorunda kalmayalım diye zaman
zaman suiistimallere izin vermeliyiz, özellikle de siyasette9 tartış­
tığımız yasal çözümler bu suiistimallere uygulanabileceği için.
Felsefi yöntem daha yakından anlaşılırsa ve filozof da bunu bir
alışkanlık haline getirmek için alıştırmalar yaparsa, suiistimaller
daha az olur. Zihinsel alışkanlıkların hızla kazanılabileceği dü­
şüncesi, terk edilmesi gereken bir hayaldir.
168. Felsefi bir önermenin teolojik bir önermeyle ya da Kutsal
Kitap'ın kabul edilmiş bir yorumuyla çeliştiği düşünülüyorsa, bu
çelişkinin açıkça ispat edilmesi gerekir. İmdi, iki tür çelişki var­
dır. İlk olarak, bazı çelişkiler barizdir. Örneğin Ptolemaios Dün­
ya'nın evrenin merkezinde hareketsiz durduğunu, Copernicus
da gezegenler arasında ara bir konuma sahip olan Dünya'nın
Güneş'in etrafında döndüğünü söyler. Sonra, bazı çelişkiler ör­
tüktür. Örneğin, "biri diğerine içeriden temas eden iki çemberin
merkezi aynı olabilir" geometrik önermesi, "aynı çemberin tüm
yarıçapları eşittir" önermesiyle çelişir. Örtük çelişkilerin nedeni
bazen sözcüklerin farklı şeylere işaret edecek şekilde kullanılma­
sıdır. İmdi, felsefi esaret, zorunlu olarak felsefe yapma özgürlü­
ğünü de içeren (#166) felsefi yöntemle (#153) çelişir. Dolayısıyla,
filozofun tam manasıyla anlamadığı ve doğruluğunu açıkça kav­
rayamadığı şeyleri tartışması istenmedikçe felsefi yöntem redde­
dilemez (#136). Bu durumda, onun bilgisi ne kesin olur, ne seçik
(#137). Yaşamın sorunlarına da uygulanamaz (#138). O halde, fi­
lozofa çelişki dayatılamaz, daha ziyade başkalarının yargısıyla
değil de kendi yargısıyla onu fark edebilsin diye, çelişkinin açık-

9 A.g.y. #1048.

93
ça ispatlanması gerekir (#156). Dahası, sözcüklerde anlaşmazlık
olsa bile, konuda hemfikir olunabilir (#158). Dolayısıyla, bir çe­
lişki ancak, hem filozof hem de teolog sözcükleri aynı şeye işaret
edecek şekilde kullansa dahi, filozofun öncül olarak kullandığı
tanımlardan gerçek bir anlaşmazlık çıktığı gösterilebilirse bariz
addedilebilir (#1 16). Eğer bir çelişki örtük ise, o zaman bu çelişki,
tezin yazan tarafından sunulan ilkeleri öncül alarak, çelişkili ol­
duğu söylenen teolojik tezden geçerli bir şekilde türetilmelidir.
Dolayısıyla, teolojiye veya Kutsal Kitap'a ilişkin çelişkinin, felsefi
yönteme zarar vermediği sürece, filozofa dayatılamayacağı açık­
tır. Demek ki bir çelişkinin, ister örtük isterse bariz olsun, açıkça
ispatlanması gerekir. *Bu, çüriihnenin nasıl yapıldığını açıklaya­
cağımız mantıkta10 ve felsefe yapma özgürlüğünün devletle nasıl
ilişkili olduğunu açıklayacağımız siyasette11 çok daha açık hale
getirilecek. Burada şimdilik şuna dikkat çekmek yeterli olur:
Açığa çıkmış hakikatle çelişen keyfi iddialara izin vermek, felsefi
yönteme zarar vermektir. Üstelik şu da açık: Kutsal Kitap'ın veya
teolojik tezlerin kabul gören yorumlarına ilişkin çelişki, özellikle
de bunlar Hristiyanlar tarafından hala tartışılıyorsa, Kutsal Ki­
tap'ın kendisine ya da açığa çıkmış hakikate zarar vermez. Zira
bir çelişki kanıtlanırsa, buradan felsefi tezin yanlış olduğu sonu­
cu kendiliğinden çıkmaz (#163). Dünya'nın yuvarlaklığı, kilise
babalarının Kutsal Kitap yorumlarıyla çelişir (#163). Ama bura­
dan Dünya'nın yuvarlak olmadığı sonucu çıkmaz. Bununla bir­
likte, ilk zamanlarda, daha Dünya çepeçevre dolaşılmadan önce
(Geographia, #6), teologların Kutsal Kitap sözlerinde ima edilen
anlamı fark etmesine yardımcı olacak kadar kanıt yoktu. Galileo,
dine zarar vermek için felsefe yapma özgürlüğünü suiistimal et­
mekle suçlandığında, Roma'daki papalık mahkemesi Curia, onun
söylediklerini dikkatle inceledi. Engizisyon' daki Kardinaller, Ga­
lileo'ya bir çelişki dayatmaktan ziyade Galileo'nun kendisinin
inkar edemeyeceği bariz bir çelişkiye dikkat çektiler. Hepimiz bi­
liyoruz ki Copernicus'tan önce yaşayan herkes ve Tycho Brahe
dahil ondan sonra gelen pek çok kişi, Güneş'in hareketini ele
alan Kutsal Kitap metinlerini lafzi anlamıyla kabul etti ve böyle­
ce Güneş'in günlük dönme hareketine ilişkin iddiayı sürdürdü­
ler. Kutsal Kitap'ın bu yorumuna dayanarak Dünya'nın evrenin

ıo Philosophia rationalis sive logica, #1017.


1 1 Institutiones juris naturae et gen ti um,#1075.

94
merkezinde hareketsiz durduğunu düşündüler. Ancak Copemi­
cus'u takip eden Galileo, Dünya'nın hem Güneş'in çevresinde
hem de kendi ekseni etrafında döndüğünü ileri sürdü. Ve böyle­
ce, yeryüzünün değil de Güneş'in evrenin merkezinde durduğu
sonucuna vardı. Dolayısıyla, Galileo'nun konumu ile Kutsal Ki­
tap'ın yerleşik yorumu arasında açık bir çelişki söz konusu oldu.
Yine de, Roma'daki papalık mahkemesi Curia, bu yorumdan ha­
reketli Dünya hipotezinin yanlış olduğu sonucunun çıkmadığı
kanaatine vardı. Nitekim kilise mahkemesi başkanı rahip Honore
Fahri, 1 665 tarihli Transactiones Anglicani' de şunu söyledi: "Co­
pemicus'u izleyenler yeryüzünün hareketini kesin olarak ispat
ederlerse ya da ettikleri zaman, bu, Kutsal Kitap'a aykırı olmaya­
cak; öte yandan, bir skandaldan kaçınmak için bunun doğru ol­
duğunu ileri sürmemek gerekir." Hareketli Dünya hipotezi ile
karşı karşıya kalındığında, Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumu ısrar­
la kabul edilebilir veya reddedilebilir. Fahri, her iki durumda da
bir skandalın kaçınılmaz olduğunu anlamışh. Kutsal Kitap'ın
yerleşik yorumunda ısrar edilirken aynı zamanda Dünya'nın ha­
reketi de doğru olarak savunulsaydı, bazıları Kutsal Kitap'ın ha­
kikate ters şeyler öğrettiği sonucuna varabilirdi. Demek ki, bir
hipotez veya bir diğeri kabul edildiği sürece, dine ters pek çok
sonuç çıkabilir. Diğer taraftan, henüz ispat edilmemiş bir hipote­
ze dayanarak Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumu reddedilirse, ilgili
hipotez daha sonra yanlış da çıkabilir. Bu tehlike her zaman var­
dır. Dahası, yeterli delil olmadığında, teoloğun filozofa itibar et­
memesi gerekir. O halde, her iki durumda da dinle tutarlı olma­
yan sonuçlar olur. Bu tutarsızlıklar, sonuçların çıkarıldığı akıl
yürütme süreçlerinde öncül olarak kullanılabilecek hipotezlere
göre değişir. Böylece Fahri makul bir şekilde skandalı öngördü
ve felsefi bir hipotezle karşılaşhğında Kutsal Kitap'ın yerleşik yo­
rumu lehine tavır aldı. Curia Dünya'nın hareketinin ispat edil­
meden önce doğru kabul edilmesini istemiyordu ki herhangi bir
skandal patlak vermesin. Ö te yandan, Curia bu kuramın gökci­
simlerinin hareketlerini hesaplamak ve gökyüzü olaylarını açık­
lamak için bir hipotez olarak kullanılmasını yasaklamadı. Nite­
kim Giovanni Riccioli bunu bir hipotez olarak kullandı. Paris
Kraliyet Bilimler Akademisi'nde gökbilimci James Cassini de
1717'de bu hipotezi ispat etmek için çakılı yıldızların ıraklık açı­
sına [ İng. parallax] ilişkin gözlemlerini Akademi'ye sundu. Bu
son olay Roma Kilisesi'nin Kutsal Kitap'ın yerleşik yorumuna

95
aykırı hipotezlerin doğruluğunu soruşturmaya izin verdiğini
açıkça gösterir. Bu örnek ayrıca ispatladıklarımızı da destekler.
Zira felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, yeterince kanıtlanmış
ilkelerden geçerli çıkarılmamış hiçbir şeyi doğru kabul ederek
felsefeye dahil etmez (#1 18). Olasıyı kesinden isabetli bir şekilde
ayırt eder (#125). Hipotezleri yalnızca saf hakikatin keşfine giden
yolu hazırladıkları sürece kullanır (#127). Dogmaların ispahnda
ilke olarak kullanmaz (#128). Felsefi yönteme göre felsefe yapan
biri sadece felsefi yönteme uygun düşen felsefe yapma özgürlü­
ğünü talep eder. Dolayısıyla, bir hipotezin olasılığını tesis eden
argümanlara kani olduğunda, hipotezini daha ileri bir araştırma
için kamuya sunabiliyorsa, bundan memnun olur. Bir felsefe hi­
potezi Kutsal Kitap' taki bir metnin yerleşik yorumuna ters olur­
sa, daha önce başka bir yerde göstermiş olduğumuz gibi (Astro­
nomia, #577), bu felsefi gelişmeden dolayı Kutsal Kitap'ın anlamı
kesinliğini yitirmez. Kutsal Kitap yorumunda mantığın kullanı­
mını açıkladığımızda,12 söylediklerimiz daha açık olacak. Burada
detaylara girmek niyetinde değiliz.
169. Felsefe yapma özgürlüğü yoksa bilimde ilerleme de yok­
tur. Çünkü felsefe yapma özgürlüğü yeşermezse, kimsenin yer­
leşik görüşe uymayan bir felsefi görüşü kamuya sunma izni ol­
maz (#151). Bu durumda herkes, hakikate ters görünse bile, yay­
gın görüşü savunmak zorunda kalır. Sonuç olarak, kimsenin fel­
sefi yönteme göre felsefe yapamadığı (#153) bir felsefi esaret
(#152) doğar. İmdi, eğer felsefe felsefi yöntem olmaksızın gelişti­
rilirse, ele alınan şeyler yeterince anlaşılamaz ve açıkça doğru
kabul edilemez (#136). Böyle bir bilgi ne kesin olur, ne de seçik
(#137). Yaşamın sorunlarına da uygulanamaz (#138). Böyle bir
durumda felsefede kayda değer bir ilerleme kim bekleyebilir?
Aynı şey başka bir şekilde de kanıtlanabilir. Filozofların, mate­
matikçiler gibi, bilmedikleri şeyleri kabul etmemeleri gerekir.
Fakat olur da bu tür şeylerden söz ederlerse, hem başkalarına
hem de kendilerine yetkinliklerinin çok dışında kalan şeyleri de
bildikleri izlenimini vermek istiyorlar demektir. Dolayısıyla, eğer
felsefe yapma özgürlüğü yok edilmişse ve başkalarının yargıla­
nru savunmak gerekiyorsa (#151), hakikate ters şeyler savunmak

durumunda kalınabilir. Bir hata kabul edilir, sonuçlar çıkarmak


için ilke olarak kullanılırsa, nice yeni hatalar üretilir. O halde, bir

12 Philosophia rationalis sive logica, #968.

96
hata fark edilirse, o noktada durmak gerekir. Hatanın düzeltil­
mesine izin verilmez ve hakikate ters olan hakikatin yerini alırsa,
ilerleme beklenemez . ..Tarih, felsefi esaretin çağlar boyunca bi­
limlerde ilerlemeye ne denli ket vurduğunu gösterir. Aristoteles­
çi-Skolastik görüşten bir saç teli kadar sapmaya bile izin veril­
mediği zamanlarda felsefenin çok az geliştiğini görmemek
mümkün mü? Felsefi disiplinler esareti reddeden, felsefe yapma
özgürlüğü talep eden ve başkalarına yaranmaya çalışanlarla alay
edenler sayesinde gelişir. Felsefi esaretin sonucu olamayacak pek
çok kabahatin felsefe yapma özgürlüğünden kaynaklandığını
inkar etmiyoruz. Öte yandan, böyle bir esaret, tembel gençleri
memnun edip bundan çıkar sağlamak isteyenlerin yapacağı yü­
zeysel felsefi incelemelerin önünü açar. Söz konusu kabahatler
felsefe yapma özgürlüğünden değil, felsefi yöntemin uygunsuz
kullanımından kaynaklanır. Felsefi yöntem kullanıldığında kim­
senin korkmasına gerek kalmaz. Zira felsefi yönteme göre felsefe
yapan biri, kendi ilkelerinden hareketle anlayamadığı ve ispat
edemediği sürece başkalarının söylediklerini kabul etmez (#157).
Tam manasıyla kanıtlanmış ilkelerden çıkmadıkça herhangi bir
şeyin doğru olduğunu savunmaz (#1 18). Olasıyı kesinden ayırır
(#125). Başkalarının söylediklerini daha net anlar, kesinleştirir ve
diğer hakikatlerle ilişkilendirir (#161). Bu yüzeysel bir inceleme
olmaktan Güneş' in Dünya'ya olan uzaklığı kadar uzaktır. Felsefe
yapma özgürlüğünün hem felsefi yöntemle tutarlı olduğunu
hem de ondan ayrılamayacağını gösterdik (#166). Dolayısıyla
onun bilimler için zararlı olmamasında şaşacak bir şey yoktur.
Ancak felsefi yöntemi kullanmayanlar felsefe yapma özgürlüğü­
nü gasp ederse, bunun sonucu yüzeysel bir inceleme ve birçok
çarpık görüş olur. Ve felsefe yapma özgürlüğü ortadan kalktı­
ğında, bilimsel gelişmeler genellikle suçlamalara dönüşür.
Utanmaz insanlar, hakikati savunma bahanesiyle, başka sebep­
lerden nefret ettikleri yazarlara zorluklar çıkarırlar. Sokrates, asıl
neden Anytos'un özel bir sebepten dolayı ondan nefret etmesiy­
ken, dinsizliği öğretmekle ve gençleri yanlış yönlendirmekle suç­
lanıp baldıran içmeye zorlanmadı mı? Güneş'in duyumdan ve
akıldan yoksun olduğunu öğrettiği için Sokrates'in hocası Anak­
sagoras, Kleon tarafından dinsizlikle suçlanmadı mı? Bunun için
hapse ahldı ve ölüme mahkum edildi. Aristoteles'in kendisi de,
başkalarının da söylediği gibi, rahip Eurymedon veya Demophi­
los tarafından dinsizlikle suçlanmamış mıydı? Bu nedenle Ati-

97
na' dan ayrıldı ve dediğine göre Sokrates' e öfkeli olan Atinalıla­
rın felsefeye karşı ikinci kez günah işlemesine izin vermek iste­
mediği için Khalkis'e gitti.
170. İnsanlar felsefi yönteme göre felsefe yapmaya başladık­
larında, ortak çabalarıyla bilimlerin sınırlarını genişletirler. Çün­
kü felsefi yönteme göre felsefe yapan biri, manhk kurallarını öğ­
renir ve bunları somut olaylara uygulama alışkanlığı kazanır
(#135). Sonuç olarak felsefi yönteme göre felsefe yapıp yapmadı­
ğını bilir. Olur da hata yaparsa, derhal fark edip düzeltir. Aynı
şekilde, aritmetikle ilgilenen ve hesap yapma alışkanlığını geliş­
tiren biri de dikkatli olduğu zaman matematik işlemlerini doğru
yaptığını bilir. Ve yine aynı şekilde, hata yaparsa hemen fark
edip düzeltir. İ mdi, felsefi yönteme göre, yalnızca isabetli tanım­
lanmış terimler (#1 16) ve yeterince kanıtlanmış ilkeler (#1 17) kul­
lanmalı. Yeterince kanıtlanmış ilkelerden (#1 18) geçerli bir şekil­
de çıkarılan önermeler kullanmalı ve ispatlar da isabetli olmalı
(#120, #123, #124). Hipotezler, yalnızca hakikatin keşfinin yolunu
açtıkları sürece kullanılmalı (#127, #128). Kesin olan, pratik ya­
şamdaki kullanışlılıkları nedeniyle kabul edilen olasılıklardan
ayırt edilmeli (#125). Ve son olarak, sözcükleri şeylerden isabetli
bir şekilde ayırt etmeli (#158). Dikkatli olunduğunda tanımları­
nın yerinde olup olmadığı, ilkelerinin yeterince kanıtlanıp kanıt­
lanmadığı, önermelerinin tam manasıyla ispat edilip edilmediği,
ispatlarının mutlak olup olmadığı, bir önermenin olası olup ol­
madığı ve hipotezlerin hakikatin keşfine giden yolu hazırlamak
için kullanılıp kullanılmadığı fark edilir. Yine de bir şey unutul­
muş veya dikkatsizlik sonucu mantık kurallarını uygulamada
hata yapılmış olunabilir (mantıkta13 bunu daha ayrıntılı açıklaya­
cağız). Bu durumda, uygun bir zamanda düşünceler sakince
gözden geçirilerek hatalar fark edilir. Daha sonra ya hata düzelti­
lir ya da doğrusu henüz bilinmiyorsa, basitçe reddedilir. İmdi,
felsefi yönteme göre felsefe yapan herkes bunları yapar. Dolayı­
sıyla biri bir başkası tarafından tesis edilmiş bir hakikati hemen
tanır ve ilerleme kat etmek için kullanır. Başka biri de ya bir ha­
taya dikkat çeker ya da onu düzeltir. Ve böylece hatayı yapan da
hatasını fark eder ve başka biri henüz düzeltmemişse hemen dü­
zeltir. Böylece ortak bir çabayla bilimlerin sınırları genişletilmiş
olur. *Felsefi yöntem hakkında söylediklerimizin tecrübeye ters
olduğuna kani olanlar çıkabilir. Zira insanlar, yaptıkları hatalara

13 Philosophia rationalis sive logica, #634.

98
ne kadar dikkat çekilirse çekilsin, onları inatla savunmak için pek
çok neden bulurlar. Tespit edilen hataların böylesine inatla sa­
vunulması, hepimizin bildiği gibi, yaygın bir şeydir. Çünkü pek
çok yanlış doğru görünür ve doğruymuş gibi savunulur. Dolayı­
sıyla, görünen o ki, yaygın olarak da inanıldığı üzere, akıl delile
ters yönde işler ve iradenin emrini yerine getirir. Bir ispatı hiçbir
zaman seçik bir şekilde anlamayanlar, hakiki mantıktan ya da
mantığı uygulama alışkanlığından yoksun olanlar, yargılarını ak­
lın sunduğu delile değil de, türlü türlü dış etmenlere dayandırır­
lar. Dolayısıyla, rızaları iradeye dayanır ve bu nedenle çelişkinin
her iki tarafına da kayıtsızdır. Bugün şevkle savunduklarının ak­
sini yarın aynı coşkuyla savunduklarını görürsünüz. Bugün biz­
zat savundukları şeyleri öğrettiği için yarın başkalarını kınadık­
larını görürsünüz. Fakat bu örnekler, söylediklerimize halel ge­
tirmez. Zira herhangi bir hata yüzünden azarlanmış olanın yön­
teme aşina olan ve onu somut olaylara uygulama alışkanlığını
geliştirmiş biri olduğunu varsaydık. Ayrıca, başkasının hatasına
dikkat çekenin de bu iki erdeme sahip olunduğu farz ettik. Aksi
takdirde kişi, cehaletten, bu erdemlere sahip biri tarafından ka­
nıtlanabilecek şeyleri kınayabilir. Felsefi yönteme aşina birinin
tespit edilmiş bir hatayı inatla sürdüreceğinden korkmaya gerek
yoktur. Zira delilleri gözden geçirince hatasını kabul edecektir.
Hata yapmış gibi görünmesin diye bile isteye hatasını savunursa,
hatasından utanıyor olsa gerektir. Ancak felsefi yönteme aşina
biri başkalarının hatasını fark etmeyeceğine ve/veya bir hatada
bile isteye ısrar ettiğini anlamayacağına kani olamaz. Hatasından
utanıyorsa, azarlanmasın diye hatasında ısrar etmekten daha faz­
la utanacaktır. O halde tespit edilmiş bir hatayı hata yapmış gö­
rünmesin diye inatla savunamaz. Öte yandan bu, delili anlama­
yanlar için alışılmış bir durumdur. Başkalarını kendileri gibi sa­
narak, onları eksik ve kusurlu argümanlarla ikna edilebilecekle­
rine inanırlar. Fakat felsefi yöntemde tecrübeli biri, bir anlık
unutma veya diğer kaygılarının neden olduğu dikkat eksikliği
nedeniyle ne zaman hata yaptığını bilir. Ve bu hatayı kabul et­
menin ve düzeltmenin, basit güdülerle onu savunmaktan daha
iyi olduğu yargısına varır (bu tür güdüleri başka bir yerde14 tartı­
şacağız). Ne ki, felsefi yöntem ve onun pratik uygulaması henüz
çok iyi bilinmiyor ve haliyle söylediklerimizin aksi yönde örnek­
ler de mevcut. Genel olarak felsefe hakkında söylediklerimizin

14 Philosophia practica universalis, !, #322.

99
felsefedeki amaçlarımızı açıklayacağını umuyoruz. Çok daha faz­
lası söylenebilirdi, ama şimdilik bu kadarı yeter. Geri kalanı za­
manı gelince sağlam bir şekilde ispat edilecekleri yerde açıklana­
cak. Söylediklerimizden hareketle, okur, onları anlamak ve on­
lardaki hakikati görmek istiyorsa, çalışmalarımızı okurken nasıl
özenli olacağını bilecektir.

100

You might also like