Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 223

(<fELENEKI
2017
İMAM GAZALI

ADAB-1 MUAŞERET
Farsça'dan Osmanlıca'ya çeviren:
VANLI MUSTAFA EFENDİ

Osmanlıca'dan Günümüz Türkçe'sine Çeviren:


OSMAN YOLCUOGLU
İÇİNDEKİLER

YOLCULUGUN EDEPLERl ......................................................................................................9


Yolculuğun Çeşitleri ve Edepleri ....................................................................................1O
Yolcunun Edepleri...................................................................................................................18
Yolcunun, Yola Çıkmadan önce Bilmesi Gereken Şeyler ............................... 27

SEMA VE VECDİN EDEPLERl .............................................................................................35


Sema'nın Hangisi Helal, Hangisi Haramdır? ............................................................ 35
Sema'yı Haram Kılan Sebepler ........................................................................................ 44
Sema'nın Tesirleri ve Edepleri ..........................................................................................51
Sema'nın Edepleri ................................................................................................................... 60

EMR -İ MA'RUF VE NEHY-1 MÜNKER .......................................................................... 65


Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker'in Farziyyeti ........................................................... 65
Nehy-i Münker'in Şartları ..................................................................................................... 68
Birinci Rükün: Nehy-i Münker'i Kim Yapar? ....................................................... 69
İkinci Rükün: Nehy-i Münker Nerede Yapılır? ..................................................73
üçüncü Rükün: Nehy-i Münker Kime Yapılır? .................................................77
Dördüncü Rükün: Nehy-i Münker Nasıl Yapılmalı?...................................... 83
Kötülükleri Yasaklayan Kişinin Edepleri Nelerdir? ................................................ 89
Çok Vaki Olan ve Adet Haline Gelen Münkerler .................................................. 93
Mescitlerdeki Münkerler ...............................................................................................94
Pazar Yeri Münkerleri ......................................................................................................96
Cadde ve Sokak Münkerleri ........................................................................................97
Hamamlardaki Münkerler ............................................................................................ 99
Konukluk Münkerleri....................................................................................................... 99
MUAMELELER ........................................................................................................................ 101
Yemek Yeme Adabı............................................................................................................. 101
Yemekten önceki Adab ................................................................................................... 102
Yemek Vaktinin Adabı ....................................................................................................... 104
Su içme Adabı.,,,,,.,,,.,,,.,.,,,.,,,.,.,.,.,,,.,,,,,.,,,.,,,,,.,,,.,,,...,.,.,,,.,.,,,.,,,.,.,,,.,,,.,,,.,.,.,.,,,.,.,,,.,,,.,.,,,., 106
Yemek Sonrası Adabı ......................................................................................................... 107
Bir Kimseyle Yemek Yemenin Adabı ........................................................................ 109
Ahbaplarla Yemek Yemek ............................................................................................... 112
Birbirine Ziyafete Gelen Dostların Yemek Adabı .............................................. 113
Misafirlere Verilen Ziyafetin Fazileti ........................................................................... 118
Sünnet Olan Davete Gidiş Adabı................................................................................ 118
Daveti Kabul Etmenin Adabı ......................................................................................... 119
Davette Hazır Bulunmanın Adabı .............................................................................. 122
Sofraya Yemek Koymanın Adabı................................................................................. 123
Misafirlikten Dönüp Gitmenin Adabı ....................................................................... 125
BÜTÜN YÖNLERiYLE EVLİLİK ........................................................................................ 127
Evlenmenin Fayda ve Zararları ..................................................................................... 128
Evi en menin Zararları .................................................................................................... 134
Evlenmenin Edepleri .......................................................................................................... 136
Kadınlarda Bulunması Sünnet Olan Sıfatlar................................................... 140
Kadınlarla iyi Geçimin Adabı................................................................................... 143
Erkeğin Kadın üzerindeki Hakları ................................................................................ 160
TiCARET ADABI ...................................................................................................................... 163
Kazancın Doğru Olması .................................................................................................... 164
Kazanç Elde Etmek ............................................................................................................... 167
Alım-Satım ................................................................................................................................ 168
Akidler .......................................................................................................................................... 168
Ticaret Malında Bulunması Gerekli özellikler ...................................................... 170
Sözleşme (Akit)..,.,.................................................................................................................. 173
F!liz (Rib!l) .................................................................................................................................. 177
Selem le Satış ............................................................................................................................ 180
Kira ................................................................................................................................................. 182
Mud!lrebe.................................................................................................................................. 189
Şirket Akdi ................................................................................................................................. 192
Alışveriş Muamelesinde insaflı ve Adil Olmak .................................................... 193
Lütuf ve Ihsan Sahibi Olmak ................................................ ,.,.,.,........................,.,... ,,, 204
Dünya Alışverişinde Ahireti Unutmamak .............................................................. 211
YOLCULUĞUN EDEPLERİ

E
y aziz, kişi! Bil ki, yolculuk (sefer) iki kısımdır:
1- Batıni yolculuk (gönül seferi)
2- Zahiri yolculuk (dış sefer)
Batını sefer gönülle yolculuktur ki, yer ve gök ale­
minde, Allahu Teala'nın acaip sun'unda olur. Din yo­
lunun duraklarında ve konaklarında yolculukta bu­
lunmaktır. Mercilerin, Allah adamlarının yolculuğu,
böyle bir batını seferdir. Beden varlıklarıyla evlerin­
de oturmaktadırlar. Fakat yedi kat gök, yedi kat yer­
den daha geniş olan cennette gönülleri dolaşır, ce­
velan eder. Ariflerin cenneti o melekfit alemidir ki, ne
yolu kesilebilir, ne sonsuzluğuna varılabilir. Ne ziya­
reti yasaklanabilir.
Hak Sübhanehu ve Teala bu gönül yolculuğuna şu
davette bulunur: "Onlar, yer ve gök alemlerine ve Al­
la hu Teô.lô.'nın yarattığı şeylere nazar eylemedi/er
mi?" (Araf: 185)
Eğer bir kişi bu iç alemin yolculuğundan acizse ve
ondan uzak kalmışsa, zahirı yolculuk yapmalı, bede­
nini bir yerden bir yere dolaştırmalı. Her yerden bir
fayda, ibret edinmeli. Bu da kendi ayağı ile Kabe'ye

9
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

giden, zahir Kabe'yi gören ve tavaf eden kişiye ben­


zer.
İç alem ile yolculuk yapan kişinin de benzeri şu­
dur: O kimse yerli yerinde otururken, Kabe onun
ayağına gelir. O kişinin çevresini dolaşır, tavaf eder.
Bütün sırlarını ona açıklar.
O halde bu iki kişi arasında çok büyük farklar var­
dır. Bundan ötürüdür ki, Şeyh Ebfı Said der ki: Mert­
ler (Allah'a yakın kişiler) gönüllerine zahmet verdi­
ler. Namertler ise o zahmeti ayaklarına verdiler.
Biz zahir yolculuğun edeblerini bu kitapta iki bö­
lümde açıklayacağız. Batını yolculuğun şehri, açığa
vurulması güçtür. Bunun gibi küçük bir kitapta kısa­
ca anlatılması imkanı yoktur.
Birinci bölüm: Zahir yolculuğun çeşitleri ve edeb­
leri hakkındadır.
İkinci bölüm: Yolculuğun ilmi ve ruhsatları konu­
sundadır.

Yolculuğun Çeşitleri ve Edepleri


Ey aziz kişi! Sen bil ki, bu türlü yolculuğun çeşitle­
ri yedidir.
Birinci Yolculuk: İlim, bilgi için yapılan yolculuk­
tur. Bu yolculuk öğrenilmesi farz olan bilgiler için
farzdır. Eğer yolcunun dilediği ilim sünnet ise onun
öğrenilmesi için gereken yolculuk da sünnettir. Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: "Her kim
kendi evinden ilim talebi için dışarı çıksa, o kişi geri
dönünceye kadar Al/ahu Teala'nm yolundadır." Yine
bir hadıs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Bir kimse

10
Yolculuğun Edepleri

ilim öğrenmek için bir yola girse Allahu Teala ona cen­
net durağını kolay kılar." Yine bir hadıs-i şerifte de
şöyle buyurulmuştur: "Melekler, kendi kanatlarını,
ilim öğrenmek isteyenlerin yollarına döşerler."
Eski müslümanlardan kimileri bu hadisten ötürü
uzak yolculuklara çıkmışlardır. Şa'bı şöyle der: Eğer
bir kişi bir kelime duymak, bellemek için Şam'dan
Yemen'e yolculuk yapsa, o kelimenin o kişiye faydası
vardır.
Lakin ilim öğrenmek isteyen o yolculuğu, ahiret
azığını hazırlamak için yapmalıdır. Bir ilim, ahirete
hazırlık için okunmuyorsa, hırstan geçip kanaat için
değilse, riyayı unutturup ihlas için değilse ve halk
korkusunu bırakıp Hak korkusundan değilse böyle
bir ilim o kişinin noksanlığına sebep olur.
İkinci Yolculuk: İnsanın kendisini, ahlakını bilmek
için yaptığı yolculuktur. Kişi, böyle bir yolculukta, ken­
disinde olan kötü sıfatların giderilmesi ilacı ile uğraşır.
Bu da çok önemlidir. Çünkü evinde oturan bir kimse,
işlerini istediği gibi yapınca sanır ki, kendisi iyi bir ki­
şi, ahlakı güzel bir kimsedir. Oysa, yolculukta gizli olan
ahlakından perde kalkar, her şey aşikare olur. Öyle
halleri ortaya çıkar ki, onlardan kendisinin zayıflığını,
kötü huylarını ve kendi acizliğini anlar. Böylece hasta­
lığın ne olduğu bilinince onun ilacı ile meşgul olmak
kolaylaşır. Eğer bir kişi yolculuk yapmamış olursa,
yaptığı işleri merdane olmaz.
Bişr-i Hafi zahid kişilere şöyle derdi: Sizler yolcu­
luğa çıkın. Çıkın ki, temizliğe eresiniz. Çünkü durgun
su, yerinde durdukça, kokusunu artırır.

11
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Üçüncü Yolculuk: Allahu Teala'nm acaib sun'unu,


şaşkınlık verecek işlerini ve türlü ülkelerdeki garip­
likleri temaşa eylemektir. Yaratılanların türlü cinsle­
rini canlılardan, bitkilerden, ağaçlardan ve yedi iklim
dört bucaktaki her şeyden neler varsa onları anlayıp
bilmektir. Her şeyin yüce Yaradana ne türlü teşbihte
bulunduğunu görmektir. Allah'ın birliğine onların
nasıl şehadet ettiklerine şahit olmaktır. Eğer bir kişi­
nin gezisi açık bir gezi olursa cansızların (taşların,
madenlerin) ne harf, ne ses olan sözlerini ve ilahı ya­
zı ki, yazık ki, bütün varlıkların alnında yazılmıştır,
ne harftir, ne de kitabettir, onu da okumaya kudret
kazanır. Ve memleketin sırlarını onlardan anlamaya
güç kazanır. O zaman o kişinin, yeryüzünü dolaşma­
ğa, tavaf etmeğe ihtiyacı da kalmaz. Belki gökler ale­
mine bakışlar uzatır.
Çünkü o gökler alemi, gündüz onun çevresinde ge­
zer, dolaşır durur. Nitekim Hak Teala şöyle buyurur:
"Göklerde ve yerde nice alametler vardır ki, o alamet­
lerin yanından geçerler de onlardan haberleri olmaz."
(Yusuf: 105)
Eğer bir kişi, kendi yaradılışının, azasının ve sıfat­
larının acaipliğine baksa, bütün ömrü boyunca onu
bir temaşa yeri olarak görür. O zaman da kendisinin
acaipliğini anlar. Dış gözü ile bakmaktan vazgeçer,
gönül gözüyle onlara bakmak ister.
Yüce din adamlarından birisi şöyle demiştir: "Kimi
kişiler: "Gözünü aç da dünya acaipliklerini gör!" der­
ler. Ben de derim ki: "Gözlerini yum ki acaipliklerini
göresin!"

12
Yolculuğun Edepleri

Bu sözlerin ikisi de doğrudur. Çünkü ilk durak za­


hiri gözü açıp zahiri alemi, sonra ikinci durak ise,
batını gözü açıp gayb alemini seyretmektir. Zahirde
olan acaipliklerin sonu vardır. Çünkü onun ilgisi ci­
simler alemi iledir. Cisimler aleminin ise sonu vardır.
Batıni acaipliklerin sonu yoktur; çünkü onun ilgisi
ruhlarla ve hakikatlerledir. Ruhların ve hakikatlerin
de sonu yoktur. Her surette bir ruh ve bir hakikat bu­
lunur. Suret, dış gözün nasibidir. Hakikat ise batını
gözün, gönül gözünün nasibidir. Suret, muhtasar bir
şekildedir, basittir. Bunun örneği de şudur: Eğer bir
kişi dili görse onu bir et parçası sanır. Eğer yüreği
görse bir parça uyuşmuş kara kan sanır. Bak, nazar
kıl ki, zahirdeki dilinin ve kalbinin hakikatte nasibi
ne kadardır.
Sözün kısası, bütün uzuvların ve alemin zerreleri­
nin durumu böyledir. Bir kimseye zahir gözünden
başka bir nasip vermemişlerse onun derecesi hay­
vanlar derecesine yakındır. Bununla beraber zahiri
gözün, batını gözün anahtarı olduğu hakkında haber­
ler de vardır. Bu sebeple Allahu Teala'nm acaip yara­
tıklarına zahir gözüyle bakmak suretiyle yapılan bu
yolculuklar da faydasız değildir.
Dördüncü Yolculuk: İbadet ehli için hac ve gaza
için yapılan yolculuklardır. Peygamberlerin, yüce ve­
li kişilerin, sahabelerin, tabiinin mezarlarını ziyaret
etmek, hatta din alimlerinin, din büyüklerinin ziyare­
tine gitmek, onların yüzlerini temaşa etmek de birer
ibadettir. Onların dualarının bereketi büyüktür. On­
ların mübarek yüzlerini müşahede etmek önemli bir
görüştür. Bunun sebebi; o gibi kişilere iktidar rağbeti

13
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

artar. Onları görmek bir ibadet olur. O ziyaretler,


sonra başka bir ibadetin tohumunu teşkil eder. Çün­
kü onların mübarek nefesleri ve mübarek sözleri
ziyaretlerle birlikte olur. Çünkü o nefesler, sözler çok
faydalıdır. Bu niyetle yüce kişilerin mezarlarını ziya­
rete gitmek caizdir. Nitekim Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur:
"Üç mescitten başkası için sefere çıkmayın: Biri
Mekke mescidi, biri Medine mescidi, biri de Mesci­
dil-Aksa'dır." Bu had'is-i şerife göre, başka yerleri ve
mescitleri teberrüken ziyarette bulunmamalıdır.
Mescitlerin hepsi manevi eşitliktedir. Hepsi birdir.
Bir de şu din bilginlerini ziyaret etmeli ki, din yolun­
da ve sağdırlar. Ama sağ olmayıp ölmüş iseler kabri
ziyaretle- rini geri bırakmamalıdır. Enbiya ve evliya­
nın mezarlarını murad ederek ziyaret yolculuğuna
çıkmak, bu yönden caizdir.
Beşinci Yolculuk: Dine bozukluk, karışıklık veren
şeylerden kaçınmak için yapılan yolculuklar, sefer­
lerdir. Bu da makam, mal, para, hükmetmek gibi dün­
ya işlerinden uzaklaşmaktır. Ve bu türlü yolculuk
farzdır. Dünya işleriyle uğraşmaktan kendisine din
yolunda hizmet etme müyesser olmayan kimseler bu
yolculuğu yapar. Çünkü din yolunun yolculuğu fera­
gat ister. Kalb rahat olmalıdır. Her ne kadar, bir kim­
se zaruretten ve kendisine ihtiyacı olan şeylerden el
çekmezse de hafif yüklü olmak mümkündür. Yüksüz
olmanın imkanı yoktur. Nitekim şöyle denilmiştir:
'Yükü hafif olanlar kurtulur. Gerçi, bu gibi kişiler de
yüksüz demek değildir. Çünkü hafif yükler de ağırlık­
tan uzak değildir. Bir kişinin halkın arasında ululuğu,

14
Yolculuğun Edepleri

şüpheli olunca, onun o hali, kendisini Allahu Teala'ya


olan ibadetlerden uzaklaştırır."
Altıncı Yolculuk: Ticaret için yapılan yolculuktur.
Yalnız dünya malını kazanmak için yapılır. Bu yolcu­
luk mübahtır. O yolcunun niyeti, kendisini ve ev hal­
kını, insanlara muhtaç etmemek içinse, bu yolculuk
ibadet yerine geçer. Eğer niyeti dünyada fazla kazanç
elde etmek veya böbürlenmek, öğünmek ve süslen­
mek amacıyla olursa böylesi şeytan yoluna girmek
için ya-pılmış olur. Öyle ki buna benzer yolculuğu ya­
pan kişiler, bütün ömürleri boyunca yolculuk zahme­
tinden kurtulamazlar. Çünkü yeteri kadarından çok
mal hırsının sonu yoktur. En sonunda haramiler o ki­
şinin yolunu keserler. Malım vurur, alıp götürürler. O
kişinin gurbet diyarında geride kalan, malını ya hü­
kümet alır ya da o malı mirasçılara kalır. Onlar da
kendi havasına göre harcar. Onu hiçbir zaman an­
maz, hatırlarına bile getirmez, ellerinden geldiği ka­
dar onun vasiyetini yerine getirmemeğe çalışırlar.
Borcu varsa onu ödemezler. Ahiret borcu da o kişinin
üzerinde kalır. İşte bundan daha büyük ziyan yoktur.
Çünkü rahata başkaları erdiği halde acı ve zahmetle­
ri, çeken o kişi olmuştur.
Yedinci Yolculuk: Dört yanı seyretmek ve gez­
mek için yapılan yolculuktur. Eğer azar azar, zaman
zaman yapılacak olursa, böylesi mübah olan bir se­
ferdir. Ama eğer bir kimse yalnızca kentleri, kasaba­
ları seyreyle- meyi adet ve gelenek haline getirmişse
ve kendisinin yeni yeni şehirleri, garip garip kimsele­
ri görmekten başka bir muradı yoksa bu türlü yolcu­
luk hakkında din alimleri arasında türlü ayrılıklar, zıt

15
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

fikirler meydana gelmiştir. Bir kısım din bilginleri:


Bu yolculukta kişi kendisini faydasız yere incitmiş
olur, boş yere zahmet çeker. Bu türlü yolculuk caiz
değildir! demişlerdir!
Ama bizim görüşümüze göre doğrusu budur ki, bu
gibi yolculuklar haram değildir. Çünkü bir şehri te­
maşa etmekte, memleket dolaşmakta bir maksat, bir
niyet vardır. Her ne kadar bu maksat, hasis bir mak­
sat olsa da mübahtır. Yapılmasında sevap vardır. Her
kişi kendisine göre layığını bulur. Bu gibi kişiler ha­
sistir, böyle bir dilek de ona layıktır.
Ama derviş hırkası giyenlerden bir kısım insanlar
vardır ki, bir şehirden bir şehre gitmeği adet haline
getirmişlerdir. Bir tarikat pirine erişip onun hizme­
tinde olmayı dilek edinmezler. Belki onların maksadı
yalnız temaşa ve seyirdir. İbadette bulunmaya takat
getiremezler. Onların gönüllerine tasavvuf yolundan
bir yol açılmamıştır. Yaşlılık ve battallık sebebiyle
pirlerden bi-risinin hükmü altına bir yerde oturmaya
da takat yetiremezler. Aksine, şehirleri dolaşıp du­
rurlar. Ama bir yerde yemek sofrası, bir ziyafet mec­
lisi kurulmuşsa orada oturur kalırlar. Eğer yemek
tepsileri mükellef, karın doyuracak şekilde değilse
hizmetçilere dil uzatırlar. Onların kalbini kırarlar.
Eğer başka bir yerde bir yemek sofrasının gözü ve
karnı doyurmak şekilde olduğunu haber alırlarsa,
hemen o yere, o sofraya koşarlar. Hatta zaman olur
ki, ünlü bir türbeyi ziyaret etmeği bahane ederek,
"Bizim maksadımız ziyaret- lerde bulunmaktır!" der­
lerse de makbere ziyaretleri ile ilgileri yoktur.

16
Yolculuğun Edepleri

İşte böyle yolculuklar haram değilse bile mekruh­


tur. Yine bu gibi kişiler, ne asi ne de fa.sık iseler de
mezmum, kötü kişilerdir. Sofilerin ekmeğini yiyip,
suyunu içip kendilerini sofi şeklinde gösterirlerse o
zaman fa.sık ve asi olmuş olurlar. Ne alırsa ona haram
olur. Çünkü bir kimse üstüne cübbe, hırka giyse, beş
vakit namaz da kılsa sofi olamaz. Sofi kişi ancak o ki­
şidir ki:
1- Onun Cenab-ı Allah yönünden bir dileği olur,
yüzünü hakikat ışığına yöneltmiş bulunur. Ya hakika­
te erişmiş veya hakikatin talebinde olmalıdır. Yani
Hakk'ı aramalıdır.
2- Sofi, zaruret miktarına çalışır, hiçbir işine kusur
göstermez.
3- Yahut böyle muhterem insanların hizmeti ile
uğraşır.
Sofilerin ekmeği, bu üç grup kişiden başkasına
helal değildir. Eğer o kişilerin zatında sofilik yoksa
hırka, cübbe giymekle sofi olamazlar. Aksine yanke­
sicilik yapmış olurlar. Çünkü, kendisini sofi suretinde
gösterip sofiler sıfatında olmamak ancak bir yankesi­
cilik, bir soygunculuktur. Bunların da en kötüsü, sofi­
lere mahsus birkaç sözü ezberleyip bellemiştir ki,
boş yere söyler dururlar. Hem de öyle sanırlar ki, ev­
velin ve ahirin (yani önceki ve sonraki din adamları­
nın) ilim yolları kendilerine açılmıştır. Ve bunu da
korkusuzca söyleyebilirler. Ama zaman olur, bu söz­
lerinin kötülüğü onları öyle bir yere kadar götürür ki,
ilim yolunda, alimlere bile hakaret gözü ile bakarlar.

17
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ve zaman olur şeriatı bile gözlerinde çok küçük gö­


rürler.
- Bu şeriat, zayıflar içindir! Hakikatte kuvvetli
olanlar şeriata uymasa- lar bile bunun onlara zararı
dokunmaz. Onların dini büyük havuz gibidir ki, hiç­
bir pislikle kirlenmez, derler.
Bir kişi bu dereceye erişirse, o kimseyi yok etmek,
öldürmek bin Rum veya Hindu askerini öldürmekten
daha faziletlidir. Çünkü müslümanlar kendi adamla­
rını kafirden korurlar. Bu melunlar ise Müslümanlığı,
yine Müslümanlık dili ile batıl eylerler.
İşte şeytan, bu zamanda buna benzer bir tuzağı
hiçbir zaman kurmamıştır. Birçok kişiler bu tuzağın
içine düşüp felakete uğramış ve helak olmuşlardır.

Yolcunun Edepleri
Zahirı yolculuğun başından sonuna kadar olan
edepleri sekiz tanedir:
Birinci Edeb: Yola çıkacak kişi önce vecibelerin­
den sıyrılmalıdır. Onları üstünden atmalıdır. Onlar
da şunlardır:
1- Kimlere nafaka veriyorsa o nafakayı devam et­
tirmeli, vermelidir.
2- Yol ağzını helal maldan temin etmeli.
3- Bu azık öyle çok olmalı ki, yolculukta yoldaşla­
rına da menfaat sağlamalı, faydalı olmalıdır.
4- Yolda arkadaşlarını yedirmeli, içirmeli, güzel
konuşmalar yapmalı, kafileyi götüren kişiye güzel
ahlak örneği göstermelidir. Bunlar güzel ahlakdan­
dır.

18
Yolculuğun Edepleri

İkinci Edeb: Sefere çıkan kişi, yanma bir yoldaş


almalıdır. O yoldaş ona dinde yardımcı olur. Resul
(aleyhisselam) yola arkadaşsız çıkmayı yasaklamakta
ve şöyle buyurmaktadır: 'Yolculukta üç kişi olduğu­
nuz zaman birinizi başkan seçin!"
Bunun da sebebi, yolculukta çeşitli fikirler ortaya
sürülür. Bir karışık işin düğümü ele alınmazsa o iş
çözülmez, zayi olur. Kafile reisi son ve kesin kararı
verir, iş düzelir. Nitekim bütün kainatın idaresi tek
Allah'ın elindedir. İki Huda (haşa) olsaydı dünya ha­
rap olurdu.
Hak Teala Hazretleri bir ayet-i kerime'de şöyle
buyurmuştur: "Yerde ve göklerde Allah'tan başka bir
ilah olsayd1 onlar fesada uğrard1." (Enbiya: 22)
Yolculukta kafileye başkan olarak seçilecek kişi-
nin:
1- Ahlakı güzel olmalı.
2- Önceden de yolculuk yapmış bulunmalı.
Üçüncü Edeb: Kafile yola çıkınca geride oturup
kalan kişiler, yola düşenlere dua etmelidir. Resul (sal­
lallahu aleyhi ve sellem), Hazret-i Lokman'dan rivayet
buyurduğu şu hadisini öğretmiştir:
"Lokman buyurdu ki, Allahu Teala kendisine ema­
net edilen şeyleri muhafaza eder, korur. Ben de, ey
yolcu, senin, malını, dininin, emanetinin ve amelinin
sonunu Allah'a emanet ediyorum."
Yine Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in yanında bir
kişi yolculuğa çıksa ona şöyle derdi:
''Al/ahu Teala, seni takva ile az1kland1rsm. Senin

19
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

günahmı yargılasm. Her ne yana dönersen yüzünü


hayra döndürsün."
Bu dua, geride, evde kalanın yola çıkana duasıdır.
Ve veda zamanında, Allah'a ısmarladık denirken bü­
tün yolcu kişiler geride kalanları Allahu Teala'ya ıs­
marlamalı, emanet etmelidir.
Bir gün, Hazret-i Örneğin huzuruna, yanında bir
çocukla birlikte bir kişi girdi. Ömer, bir çocuğa bir de
adama baktı.
"Sübhanallah, dedi. Hiçbir zaman senin oğlun ka­
dar sana benzeyen tek kişi görmedim."
O kişi de: Ey Mü'minlerin Emiri! dedi. Bu oğlun
acaip işlerinden birini sana haber vereyim. Ben bir
yolculuğa çıkarken bu oğlanın annesi ona gebe kal­
mıştı. Bana: "Ey helalim, beni bu hal ile niçin bırakıp
gidersin" dedi. Ben de: "Ben senin karnında olan oğ­
lunu Allah'a emanet ediyorum!" dedim.Vakta ki, yol­
culuktan döndüm. Oğlumun anacığını ölmüş buldum.
Bir gece oturdum, komşularla konuşuyordum ki,
uzak bir yerden bir ateşin parıldadığını gördüm: "Bu
ateş de ne ola?" diye sordum. Bana: "Bu ateş yanan
yer, senin hatununun mezarıdır. Orada her gece böy­
le bir ateşin yandığını görürüz!" dediler. Ben: "O ka­
dıncağız namaz kılıcı, oruç tutucu bir kadındı. Bu ateş
neden yanar? dedim. Hemen o mezarın yanına var­
dım. Onu açtım. Bir de ne göreyim. Bir mum yanıp
duruyordu. Ve yanında bir oğlan çocuğu vardı. Mu­
mun kenarında oynayıp duruyordu. Birden bir ses
işittim. Bu ses bana: "Ey oğlumun babası!" Diyordu.
"Bu oğlunu Allah'a ısmarlayıp gittindi. Eğer anasını

20
Yolculuğun Edepleri

da Allah'a ısmarlasaydm geri dönünce onu da sağ bu­


lurdun!"
Dördüncü Edeb: Yola çıkan kişi iki türlü namaz
kılmalıdır:
1- Yola çıkmazdan önce istihare namazı kılmalı­
dır. İstihare namazı çok meşhurdur, onu hemen her­
kes bilir.
2- Namaz da yolculuğa çıkma zamanında kılınır.
Bu namaz dört rekattir.
Enes der ki: Bir kişi Resul (sallallahu aleyhi ve sel­
lem)'in yanına geldi:Ey Allah'ın Resulü! dedi. Benim
yolculuğa çıkmağa niyetim var. Vasiyet namemi de
yazdım. Yerime, vekil olarak anamı mı bırakayım,
yoksa oğlumu veya kardeşimi mi? Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem): "Eğer bir kimse yolculuğa çıkıyorsa ye­
rine hiç kimseyi bırakmaz. Dört rekat namaz kılar. Bu
namazdan daha sevgili hiçbir şey yoktur ki, onu geride
bırakır, gider. Bu namazın her rekatinde Fatiha ve
KulhCı.- vallahi ehad surelerini okur. Sonra namazı bi­
tirince şu duayı okur:
"Al/ah'ım bu namazlarımla sana ihtiyaç arz kıl­
dım. Bu namazları bana, eh/im ve malım üzerine ha­
life kıl. Ben, evime ve eh/ime dönünceye kadar, onla­
rı koru."
Bu namaz böylece yola çıkan o kişinin ev halkına,
malına ve evinin çevresinde olan evlere, yolculuktan
dönünceye ve evine girinceye kadar o kişinin yerine
halef bırakılmış olur.
Beşinci Edeb: Yola çıkan kişi evinin kapısına ge­
lince Bismillahirrahmanirrahim der ve şu duayı okur:

21
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

"Ey Allah'ım! Yolculuğa ben senin adına sığınmak­


la başladım. Allahu Teala'yı tevekkül kıldım. Kudret
ve kuvvet ancak Allah'tandır. Ya Rab, ben saptırmak­
tan veya saptırılmaktan, zulüm etmekten veya zulüm
edilmekten, bilmezlikten veya bilmezliğe düşürül­
mekten sana sığınırım."
Bu duayı okuduktan sonra yolcu evinin önünde
bekleyen (At, katır, deve gibi) hayvanına binmeden
de şu duayı okur:
"Ey Allah'ım! Senin yardımın ile yola çıkıyorum.
Sana güvenç duyuyor, sana gönlümü bağlıyor, sana
teveccüh ediyor, yüzümü tutuyorum. Ey Allah'ım! Bi­
ricik dayanağım ve dilek kaynağım sensin. Her ha­
limde ve her zorluğumda ve senin bildiğin her işimde
bana medet kıl. Senin şanın yücedir, büyüktür. Sen­
den başka tapacak, ibadet edilecek yoktur. Ey Al­
lah'ım benim azığım sana takva olsun. Eksiklerimi
bağışla benim. Beni her zaman hayra ilet, yüzümü
hayra döndür."
Hayvanına binerken de: "Ben o Allahu Teala'yı
teşbih eylerim ki, bindiğimiz hayvanı bizim buyruğu­
muza teslim etti. Oysa biz ona azap edemezdik!" Bun­
dan sonra yola çıkan kişi, yolculuk gününün sabahını
perşembe gününe rastlatmalıdır. Resul (sallallahu aley­
hi ve sellem) yolculuklarını perşembe günü yapardı.
İbn-i Abbas şöyle demiştir: "Resul (sallallahu aleyhi ve
sellem) perşembe yolculuğu için şu duayı yapardı: "Ey
Allah'ım! Sen benim ümmetime perşembe günlerinin
sabahlarını mübarek kıl." Rasfılullah Efendimiz yine
şöyle buyurmuştur: "Ey Rabbim! Sen erken iş başına

22
Yolculuğun Edepleri

koşan ümmetimin işlerini mübarek kıl." Resul (aley­


hisselam) cumartesi günleri için de şu duada bulunur­
du: "Ya Rabbim! Benim ümmetimin cumartesi günle­
rinin sabahlarını mübarek kıl." Böylece anlaşılmış
oluyor ki, perşembe ve cumartesi sabahları mübarek
sabahlardır.
Altıncı Edeb: Yola çıkardığınız hayvanın yükünü
hafif yüklemektir. Hayvanın sırtında iken uyku uyu­
mamalı, hayvancağızın yüzüne ağaç, dal, değnekle,
vurmamalı. Sabahleyin ve akşam vakti bineğin sırtın­
dan birer saat kadar inilmelidir. Ta ki, hem binenin
ayağı karıncalanmaz, hem de hayvanını kiralayan
hayvan sahibinin gönlü şenlenir.
Eski müslümanlardan kimi kişiler, bir bineği kira­
ladıkları zaman, hayvandan hiç inilmeyeceği hakkın­
da şart koşarlardı. Ama yine de kimi zaman, binekten
aşağı iner ve: Bu inişimiz bu hayvancağıza sadaka ol­
sun! Derlerdi. Eğer sebepsiz yere onu kamçılar veya
ona ağır bir yük vururlarsa, kıyamet gününde hayva­
nın sahibi ile husumete düşeceklerine inanır, bundan
korkarlardı.
İbnil-Mübarek bir hayvana binmişti. Bir kişi ona
bir mektup sundu: "Bunu filan kişiye ver!" diye rica­
da bulundu. O, bu mektubu almadı: -Ben hayvanını
bana kiralayanla bu mektubu götürmeye dair sözleş­
medim! dedi. Ve böylece de fakih kişilerin: Bu mek­
tup hafif bir şeydir, ağırlığı yoktur. Bu kadar küçük
bir şeye göz yumulur! Dediklerine itibar etmedi.
Omuz silkti. Çok takva sahibi olduğu için de bu gibi

23
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

şeylere göz yummanın kapısını kapadı, zühdün


kemalini bildi.
Yedinci Edeb: Bu da yolcunun yanında götürece­
ği bazı eşya hakkındadır. Aişe şöyle buyurmuştur:
"Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)her ne zaman yolculu­
ğa giderse yanında: Tarak, ayna, misvak, sürme ve
baş tarağı bulundururdu." Bir rivayete göre yanına
makas ve bir şişe de koku alırdı. Sofi yun taifesi ise
kova ve ipi de yanlarına almış taşımışlardır. Nitekim
sürme hakkında Rasulullah Efendimiz şöyle buyur­
muştur: "Yatarken siyah sürme kullanın. Çünkü siyah
sürme gözün ışığını artırır ve gözün kirpiğinin art­
masını sağlar." Eski müslümanlar yolculukta yanla­
rında ip ve kova götürmeyi adet edinmemişlerdi. Ne­
reye gitseler su bulunmadığı yerde taşla istinca eder,
teyemmümde bulunurlardı. Ve necasetten kendileri­
ni armdırırlardı. Eğer bir suda necaset olup olmadı­
ğını bilmezlerse, o su ile taharet de ederlerdi. Bun­
dan ötürü eski müslümanlar arasında kuyudan su
çekme için iple kova götürülmesi, yolculukta adet
edilmemiştir. İlk müslümanlar için böyle bir şeyin
adet olmaması da iyi bir şeydi. Çünkü onlar, yolcu­
lukla bu gibi ihtiyaçlara ihtiyaç hissetmez ve önem
vermezlerdi. İlk müslümanlar seferleri çok kez savaş,
gaza veya daha büyük işler için yapılırdı. Kova imiş,
ipmiş, bu gibi küçük işlere kafa yormazlardı.
Sekizinci Edeb: Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)bir
yolculuktan döndüğü zaman uğradığı her yerde yük­
sek bir tepeye çıkar üç kez tekbir getirir, şu duayı
okurdu:

24
Yolculuğun Edepleri

"Allah'tan başka ilah yoktur. O, Bir'dir. Ortağı yok­


tur. Mülk O'nundur. Hamd ise ancak O'na mahsustur.
O'nun her şeyi yapmağa kudreti yeler. Biz O'na dönü­
cüyüz. Secde ediciyiz. Biz Rabbimize hamdederiz. Al­
lahu Teala kullarına yardım etti. Düşman ordularını
inhizama uğratarak vadini sağladı." Son durakta, Me­
dine şehri görününce şu duayı okudu: 'Ya Rabbi! Sen
bize burada karar (yerleşme) müyesser kıl, güzel rı­
zık nasip eyle."
Daha sonra da hiç kimsenin evine ansızın girme­
mesi için, ileriye bir haberci gönderirdi. Şehrin içine
gelince ilk önce mescide varırdı. Orada iki rekat na­
maz kılardı. Sonra evine girer, şu duayı okurdu:
"Tevbe, tevbe Rabbimize ki, ona sığınmakla onun
bilmediği hiçbir günahı işlemeyiz."
Yine müekked sünnettir ki, yolculuktan dönen bir
kişi, evinin halkına, çoluk çocuğuna armağanlar, he­
diyeler getirmelidir. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
buyurdu ki:
- Evine bir hediye getirmeyen kimse torbasına bir
taş koyup getirsin. (Torbasına bir taş koyup getirsin
demek, hediye getirmenin sünnet-i müekked olduğu­
na bir misaldir.)
Yolculuğun zahiri edebleri işte bunlardır.
Has Kulların (Seçkin Müslümanların) Yolculuk
Adabı
Allahu Teala'nm has, seçkin kullarının batını edep­
leri de şunlardır:
1- Dininin artması ve kuvvetlenmesi için yolda ol­
duğuna kanaat getirilmeyince sefere çıkılmamalıdır.

25
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

2- Yolda dininin eksilmesine şahit olan yolcu geri­


ye dönmelidir.
3- Hangi kente varırsa oranın ulu kişilerinin tür­
belerini ziyaret etmelidir.
4- O şehrin din büyüklerini, pirlerini, alimlerini
görmek istemelidir. Hepsinden faydalanmalıdır. Ama
bu ziyaretler: 'Filan yerdeki ünlü kişilere gittim, onları
gördüm' diye tefahür, gurur vesilesi olmamalıdır. Yal­
nızca onların öğütleri ile amel etmek için olmalıdır.
5- Hiçbir şehirde on günden çok oturmamalıdır.
Konukluğun sınırı, eğer o şehirde oturmayacaksa an­
cak on gündür. Eğer hasta olursa, orada fazlaca kala­
bilir. Bir müslüman kardeşini ziyarete giden kimse
için misafirliğin sınırı ise üç gündür.
6- Bir yaşlı din adamının hizmetine varırsa onun
ziyaretine bir günden fazla oturulmamalıdır. Bir din
büyüğünün evine selamlaşmak için vardığı zaman
evinin kapısını vurmamalıdır. Sabretmeli, o yaşlı kişi
dışarı çıkıncaya kadar beklemelidir. Şehre girilince
de hiçbir şey yapmağa kalkılmamalıdır. Yalnızca o
pir ziyaret edilmelidir.
7- Böyle bir ziyarete varılınca da kendisine bir şey
sorulmadıkça söz söylenmemeli, susulmalıdır. Bir
şey sorarsa cevap niteliğinde söz söylemeli, fazla dil
dökülmemelidir.
8- O şehirde kalındığı müddet içinde karın doyur­
mağa (yemeye, içmeye) kalkılmamalıdır. Çünkü,
ziyaretin ihlası kaybolur.
9- Yolda gizli gizli zikir ve teşbihe, Kur'an okuma­
ya devam etmelidir.

26
Yolculuğun Edepleri

10- Eğer oturduğu yerde bir iş, bir hizmet ile meş­
gul ise ve bu işinin kendi memleketinde yapılması
daha kolay ise iş bulmak, geçimini sağlamak için yol­
culuğa çıkılmamalıdır. Yolculuk yapmak bu gibi kişi­
ler için küfran-ı nimet olur.

Yolcunun, Yola Çıkmadan önce


Bilmesi Gereken Şeyler
Ey aziz kişi! Sen bil ki, yolculuğa çıkan kişinin yol­
culukta bilmesi gereken ruhsatları öğrenmesi -eğer
kendisi bunları öğrenmek istemese de- ona vaciptir.
Çünkü yolda zaruretler, onu bu ruhsatlara muhtaç
kılabilir. Bu ruhsatlardan kıble bilgisini vaki bilgiyi
öğrenmek şarttır.
Yolculukta taharet hususunda iki ruhsat vardır.
Birisi ayaktaki mestini meshetmek.
Diğeri de teyemmüm etmektir.
Farz olan namazlarda da iki ruhsat vardır:
Birisi namazı kasretmek (kısaltmak)tır. Yani dört
rekat olan namazın farzını iki rekat olarak kılmaktır.
ikincisi de namazları cem eylemek, birleştirmek­
tir. Yani, öğle namazı ile ikindi namazını bir vakitte
kılmak, ayrıca akşam namazı ile yatsı namazını bir
vakitte eda etmektir.
Ayrıca üç ruhsat (kolaylık) da yolda hayvan üze­
rindedir ki:
1- Binilen hayvanın sırtı üstünde sünneti kılmak­
tır.
2- Yayan gidilirken, yürünürken sünneti icra et­
mektir.

27
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

3- Bir ruhsat da oruçta vardır. O da yolculukta


oruç tutmamaktır.
Birinci Ruhsat: Yolculukta mest üstüne meshet­
mektir ki, doğru, tamam bir taharetten sonra mest aya­
ğa giyilmelidir. Bu ilk abdesti aldıktan sonra alman ab­
dest bozulursa yeniden abdest alındığında mestin üs­
tüne mesh çekmek caizdir. Bu mesh çekiş, abdest alın­
dığı vakitten üç gün, üç gece geçinceye kadar sürer, gi­
der. Eğer evde oturuluyorsa ancak bir gün, bir gece ge­
çinceye kadardır. Ama bu meshte beş şart vardır:
1- Taharet (abdest) tamamlanmalı, bundan sonra
mest giyilmeli. Eğer bir ayak yıkanır öbür ayak yı­
kanmazdan önce mest giyilse bu, İmam Şafii mezhe­
bine göre dürüst değildir. Öbür ayak yıkandığı zaman
mest giyildiğinde, önce yıkanan ayağın mesti çıkarıl­
malı, yeniden giyilmelidir. (Hanefi mezhebine göre
iki mest bir abdestte ayağa çekilmiş olmalıdır.)
2- Eğer mestin altı deri (gön) olmazsa caiz değil­
dir. Çünkü mestler yürünülebilecek kadar dayanıklı
olmalıdır. (Yün, keçe, çorap da caiz değildir.)
3- Mestin topuğa varıncaya kadar, yıkanması farz
olan yerinde asla delik olmamalıdır. Hatta o farz olan
yerlerin birazı görünse, ya da bir deliği olsa o mesti
kullanmak caiz değildir. Bu Şafii'ye göredir. Maliki
mezhebine göre yırtık da olsa caizdir. Yeter ki, üstün­
de yürüyebilmek mümkün olsun. İmam Maliki'nin bu
kavli, Şafii'nin ilk kavlidir.
Bizce bu kavi evladır. Çünkü mest yollarda yırtıla­
bilir. Onu her vakit dikmek ve yamamak mümkün ol­
maz.

28
Yolculuğun Edepleri

4- Üzeri meshedilen mest, bir daha ayaktan çıka­


rılmamalıdır. Eğer çıkarılmışsa yeniden abdest alın­
ması daha iyidir. Eğer abdest yenilenmeyip yalnız
ayak yıkanır ve mest giyilirse bu da caizdir.
5- Baldır üzerine mesh etmemelidir. Yalnız ayağın
üstüne meshedilmeli- dir. Ayağın arkasını da mes­
hetmek evladır. Bir parmakla da meshediş caizdir. Üç
parmakla meshetmek evladır. Yalnız bir kereden zi­
yade mesh çekmemelidir. Yolculuğa çıkmadan önce
meshedilmiş ise meshin müddeti bir gün, bir gecedir.
(Hanefi mezhebine göre 24 saat geçmeden yolculuğa
çıkıldı ise üç gün üç gece mesh devam eder.)
Mest giymekte sünnet de şudur: Bir kişi mest giy­
mek istese o mestin başını ayağa doğru tutup silkele­
meli. Bir gün Rasfılullah Efendimiz mestinin bir teki­
ni ayağına giymişti. Öteki tekini karga alıp götürmüş­
tü. Sonra yere bıraktı. Resfıl aleyhisselam, onu silke­
ledi. Mestin içinden bir yılan düştü. Rasfılullah Efen­
dimiz:
"Bir kimse Allahu Teala'ya ve kıyamete imam geti­
rirse o kişi mestini silkelemeyince ayağına giyme­
sin!" diye buyurdu.
İkinci Ruhsat: Teyemmümdür ki, onu uzun uza­
dıya taharet bölümünde açıklamış bulunuyoruz. Ye­
nilemeyelim. Ta ki, sözümüz uzamasın.
Üçüncü Ruhsat: Bu, namazdır ki, dört rekat olan
farzları iki rekat olarak kısa kılmaktır. Lakin bunda
dört şart vardır:
1- Kısa kılman namazlar, gerek eda vaktinde, ge­
rek sonra kaza vaktinde kısaltılmamak, dört rekatli

29
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

farzlar yolculukta kaza edilecek olursa yine dört re­


kat olarak tamam kılınmalıdır.
2- Namazı kısaltmak için niyet etmektir. Eğer ta­
mam kılmağa niyet edilirse veya kasra niyet eyleme­
sinden veya tamamen kılmasına niyet eylemesinden
şüpheye düşerse namazı tamam kılmak gerektir.
3- Eğer, kişi namazı tamam kılan bir kişiye uyarsa
kendisine de namazı tamam kılmak gerekir. Eğer
imamı mukim sanarak namazı tam kılacağını umarsa
ve bu düşünceyle imama uyarsa sonra da onun bir
yolcu olduğunu anlarsa, o namazı tamam kılmak ge­
rekir. Ama yolcu olduğunu bilse ve namazı kısaltma­
ğa niyet ettiğinde şüphesi olsa ona namazı kısaltma­
mak reva olur. Hatta imam namazı kasreylemiş, kı­
saltmış olsa bile! .. Çünkü niyet gizli olur. Bilinmesini
şart kılmak caiz değildir.
4- Yolculuk hem uzun, hem de mübah olmalıdır.
Ama kaçkın (firari) kölenin, yol kesmeğe gidenin, ha­
ram maaş ve haraç istemek için yola çıkanın, yahut
anasının, babasının izm olmadan yola çıkmaya kalka­
nın, yolculuğa çıkmasına ruhsat yoktur. Bundan baş­
ka, borcunu öd emeğe kudreti varken onu eda etmek­
ten kaçan kişiye, kendisinden borç isteyen kimseden
kaçana da yolculuk izni yoktur. Eğer yola çıkmışsa bu
gibi kimseler de yolculuğun ruhsatlarından istifade
edemez.
Sözün kısası, yolculuk elbette bir gaye için yapılır.
Eğer o yolculuğa sebep olan niyet haram ise, o yolcu­
luk da haram olur.
Uzak bir yolculuk için o yolun uzunluğu 16 fersah

30
Yolculuğun Edepleri

(16x6-96 km. kadar) olmalıdır. Bundan az olan yolda


namazları kısaltmak caiz değildir. Her bir fersah
12.000 adımdır. Hanefi imamlarına göre bu, üç ko­
naklık yoldur.
Seferin başlangıcı, şehrin imaretinden çıkış nokta­
sıdır. Harabe, bağ ve bahçelerinden çıkış yeri değil­
dir. Yolculuğun sonu da vatanının imar bölgesine
eriştiği yerdir. Yahut:
- Ben bu şehirde üç gün veya daha fazla kalaca­
ğım! diye niyet etmekle olur.
Bu üç gün, şehre girdiği günle şehirden ayrılacağı
günden gayrı olan günlerdir (Hanefi mezhebine göre
on beş gün oturmağa niyet edilmezse mukim olur).
Eğer, seferde bulunan kişi üç gün o şehirde oturmağa
niyet eyle- mese lakin bazı işleri hazırlamak ve bitir­
mek üzere olsa, lakin üç gün içinde bitirip bitireme­
yeceğini bilmese ve o işin bitmesini beklese ve üç
günden fazla orada kalsa, kıyasa yakın bir kavle göre,
namazları kısaltmak caizdir. Çünkü, önceki hali gibi
seferidir. Gönlü o şehirde kalmak için karar etme­
miştir ve kesin bir niyeti de yoktur.
Dördüncü Ruhsat: İki vakti bir vakitte toplamak,
namazları cem etmektir. Uzun ve günah olmayan yol­
culuklarda:
1- Öğle namazı geri bırakılsa ve ikindi namazı ile
birlikte kılınsa,
2- Veya ikindi namazını öne alarak, öğle namazı ile
birlikte kılsa.
3- Yahut akşam namazı ile yatsı namazını birlikte
kılsa bu namazları birleştirmek olur ki, caizdir.

31
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Eğer ikindi namazı öğle namazı ile birlikte kılınırsa


önce öğleyi kılmalıdır. En iyisi şudur ki, sünnetler geri
bırakılmamalı ki, sünnetlerin fazileti kaybolmasın.
Çünkü yolculuğun faydası sünnetleri kaybedişin ziya­
nı ile eksilmiş olmaz. Ama yolcu kişi, dilese sünnetleri
hayvanının üstünde kılar. Yahut yayan giderken kıl­
malıdır. Bu namaz kılış da şu tertip üzerine olmalıdır.
a- Önce öğle namazının dört rekat sünneti kılın­
malı.
b- Bundan sonra dört rekat yine sünnet kılınmalı
ki bu, ikindi namazının önce kılman sünnetidir.
c- Daha sonra ezan okunmalı ve kamet getirmeli.
Öğle namazının farzı kılınmalı.
ç- Bundan sonra da kamet getirmeli. Eğer teyem­
müm eylemişse teyemmüm yenilenmeli ve ikindi na­
mazının farzı kılınmalıdır. Her iki namazın arasını te­
yemmümden ve ikametten daha ziyade eylememelidir.
d- Bundan sonra öğle namazının iki rekat sünnetini
ikindi namazının farzından sonra kılmalıdır. Eğer öğle
namazını ikindiye kadar geri bırakırsa yine böyle ya­
pıp onu ikindi ile birlikte kılmalı. Eğer ikindi namazını
kılsa ve gün batmadan şehre erişse o zaman ikindiyi
yeniden kılmalı. Ve akşam namazı ile yatsı namazının
hükmü de, öğle ile ikindi namazının hükmü gibidir.
Bir kavle göre; uzun olmayan yolculukta da nama­
zı cem etmek caiz ve revadır.
Beşinci Ruhsat: Sünnetleri hayvan üzerinde kıl­
makta yüzün kıbleye dönük olması vacip değildir.
Belki yol kıbleye bedel olur. Eğer kasıtla o yoldan
dönse, döndüğü cihet de kıble olmasa namazı batıl

32
Yolculuğun Edepleri

olur. Eğer yanlışlığa düşse, ya da hayvanı azacak olsa


ziyan gelmez. Rüku ve secdeleri işaretle yapar. Rüku­
da sırt eğilmeli, secdede ise eğiliş bundan ziyade ol­
malıdır. Mahfe içinde olursa rüku ve secdeleri tamam
ve gereği gibi yapmalıdır.
Altıncı Ruhsat: Yaya yürürken sünnet kılmaktır.
Önce tekbir getirilir ve yüz kıbleye döndürülür. Yaya
yürürken yüzü kıbleye çevirmek kolaydır. Hayvan
üstünde olan kişiye kıbleye dönüş zordur. Rüku ve
secdeler, işaretle yapılmalıdır. Teşehhüt vaktinde de
yürürken tahiyyat okunmalıdır. Ama ayağının bir ne­
casete değmesinden sakınmalıdır.
Fakat, yürürken yolda olan necasete basmamak
için yoldan sapıp kişinin kendisine yol zorluğu çıkar­
ması da vacip değildir. Bir kimse düşmandan kaçı­
yorsa veya cenk ediyorsa yahut itten, kurttan kaçı­
yorsa giderken farzı hayvan üstünde kılmak caizdir.
Bu da sünnette zikrettiğimiz yolda yapılmalıdır. Son­
ra kaza etmek de vacip olmaz.
Yedinci Ruhsat: Oruç açmaktır ki, eğer yolcu oruç
açmağa niyet eylese, şayet tanyeri ağardıktan sonra
şehirden çıkarsa orucunu açması caiz değildir. Eğer
yolda iken orucunu açsa ve o gün şehre varsa, şehir­
de gündüz ekmek yemesi caizdir. Eğer yolda iken gü­
nün başlangıcında bir şey yememiş ise o gün şehre
varsa da orucu açması caiz değildir.
Yolculukta namazın kısaltılması tamam kılmaktan
daha faziletlidir. Ta ki şüphe hilafından beri olmalı­
dır. İmam Ebu Hanife katında yolculukta namazı ta­
mam kılmak caiz değildir. Ama yolda oruç tutmak

33
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

oruç yemekten efdaldir. Çünkü kaza eylemek ıstıra­


bına düşülmez. Eğer nefsine bir zarar geleceğinden
korkarsa, takati kesilmiş ise böyle bir durumda oruç
açması daha üstündür.
Bu yedi ruhsatın üçü uzun yolculuklarda olur ki,
bunlar da:
1- Namazı kısaltmak,
2- Oruç yemek,
3- Üç gün üç gece meste meshetmektir.
Üçü de kısa yolculuktadır ki, onlar da:
1- Hayvan üzerinde ve yaya yürürken sünneti kıl-
mak.
2- Cumayı kılmamak,
3- Kaza gerekmeksizin teyemmüm etmektir.
Fakat iki namazın arasını cem etmekte ihtilaf var-
dır. Zahir olan kavil budur ki, kısa yolculukta cem ey­
lemek reva değildir. Bu amelleri yolcunun yola çık­
mazdan önce öğrenmesi gerekir. Eğer seferde soracak
kimse ile yoldaş olmazsa, kıblenin delilleri ve namazın
vakitleri ile ilgili olan şeyleri öğrenmesi öncelikle ge­
rekir. Eğer yol üstünde açıklayıcı deliller yoksa kıble
yönü bilinmezse, şunları mutlaka bilmesi gerektir:
1- Öğle namazı vaktinde güneş ne yerdedir?
2- Yüz kıbleye döndüğü zaman, gün doğduğu ve
battığı zaman güneş nerede bulunuyor?
3- Kutup yönü hangi köşeye düşmektedir?
4- Eğer yolda yüce bir dağ varsa kıble onun sağma
mı soluna mı düşer? Bunlar bilinmezse o yolculuktan
umulan sevap çok eksik olur. Daha doğrusunu Allah
bilir.

34
SEMA VE VECDİN EDEPLERİ

A
ilah kısmet ederse sema'ın hükmünü iki bö­
lümde açıklayacağız. Birinci Bölüm: Hangisi
helal, hangisi haramdır. Onun beyanındandır.
İkinci Bölüm: Sema'ın eserleri, edebleri nelerdir?

Sema'nın Hangisi Helal, Hangisi Haramdır?


Ey ilahı sırları öğrenmek isteyen! Sen bil ki, Allahu
Teala'nın bir sırrı vardır ki, o sır insanoğlunun gön­
lünde ateşin taş ve demirde gizli olduğu gibi gizlidir.
Nitekim taşı demire vurmaktan ateş nasıl kıvılcımla­
nıp ortaya çıkarsa, güzel bir sesi dinlemekle de gön­
lün cevheri harekete gelir, insanın o durumda ihtiya­
rı elden gider. Bunu kendisi de bilmez. Bunun sebebi,
ade- moğlunun, yüce alemle olan ilgisidir. Bu ilgi din­
den doğar. O Yüce Alem'e, Ruhlar Alemi denilir. Bu
Yüce Alem, cemal, güzellik alemidir. Güzelliğin aslı da
tenasüh, birbirine uygunluktur. Herhangi bir şeyin
tenasübü olursa Yüce Alem'in güzelliğinden örnek
olmuş olur. Bu dünyada görülen her cemal, her hüsn
ve tenasüh (yani güzellik ve uygunluk) bütün Yüce
Alem'de olan güzelliğin semeresidir. Böylece güzel
sesler ki, biçimli, uyumlu, düzgün seslerdir, o alemin
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

acaipliklerine benzer. Bundan ötürü onlarla insanın


gönlünde bir kımıldayış olur, şevk belirir. Öyle ki, in­
sanın kendisi bile o halin nasıl meydana geldiğini bil­
mez. Bu tesir, hareketsiz duran, şevk ve aşktan boş
olan bir gönlü harekete getirir. Fakat gönül bir şeye
tutulmuş, ona bağlanmış ise bu tesirle gönlün meşgul
olduğu şey de hareke-te gelir. Tıpkı ateşe körükle ha­
va salsalar nasıl aydınlanırsa, bir kişinin de gönlünde
Allahu Teala'nın dostluğunun ateşi üstün gelince, o
kişinin güzel sesler dinlemesi önemli olur. İçinde ate­
şi çokça artar. Eğer bir kimsenin gönlündeki dostlu­
ğu bir batıl şey olursa, o kişinin güzel bir ses dinle­
mesi öldürücü bir zehir olur. O sesi dinlemek o kişiye
haramdır.
Güzel sesler ki, sema'dır, bunda din alimleri, "Ha­
ram mıdır, helal midir?" diye fikir ayrılığına düşmüş­
lerdir. "Haramdır" diyenler zahir ehlidir. Bunlar, Al­
lah sevgisinin insan kalbinde olabileceğini anlaya­
maz ve şöyle derler:
-Allahu Teala'nın dostluğu insanın gönlünde bir
şekil, bir suret, bir biçim kurmamıştır.
Bu gibi zahir ehli kişiler hem de şöyle derler:
İnsanın ancak kendi cinsini sevmesi mümkündür.
Ama Allah'ı ne türlü dost tutunmalıdır? O dost hangi
insanın cinsinden olmalı ya da hangi insan cinsine
benzemeli? İnsan onu ne yolda dost tutmalı?..
Böylece onun gönlünde yaratılanların aşkından
başka şeye suret bağlanmaz. Yaradan'm aşkı suret
bağlarsa hayale ve benzemeye göre olur ki, bu gibi
aşk, batıl aşktır. Bundan ötürüdür ki, zahir ehli şöyle

36
Sema ve Vecdin Edepleri

der: Sema' (musiki), ya oyun ve eğlencede olur, ya da


bir mahlukun aşkında olur. Bunun ikisi de kötüdür,
mezmumdur. Eğer zahir ehline: Allahu Teala'nın mu­
habbetinin halk üzerine vacib olmasının manası ne­
dir? diye sorulsa şu cevabı verirler: Allahu Teala'nın
buyruğunu tutup itaat eylemektir!
Bu, çok büyük bir hatadır ki, zahir ehli bu hataya
düşmüşlerdir.
Biz de Münciyat rüknündeki muhabbet kitabında
bu hatanın yolunu (inşallah) bildireceğiz. Ama bura­
da şunu beyan edelim ki, sema'ın (musiki dinleme­
nin) hükmünü gönle göre tutmak gerekir. Çünkü hiç­
bir sema', gönlünde olmayan şeyi gönüle getirmez.
Gönülde olanı harekete getirir. Bir kişinin gönlünde
bir muhabbeti olsa ve o muhabbet şeriatte güzel olsa
o muhabbetin kuvvet bulması ve artması istenilse ve
sema' o muhabbeti artırsa, o türlü sema'ın sevabı
vardır. Ama bir kimsenin gönlünde batıl bir şey şeri­
atça kötü bir şey olsa sema' o kişiye ceza getirir. Gön­
lünde her iki şekli de bulunmayan, fakat semai sade­
ce eğlence kabilinden dinleyen bir kimsenin güzel
sesten lezzet alması helal olur.
Bundan ötürü sema üç kısımdır:
Birinci Kısım: Gaflet ve oyuncak, eğlence yolu ile
dinlemektir. Bu hal, gaflet ehlinin halidir. Dünyanın
her hali de oyundur, eğlencedir. Sema' da bunlardan
biridir. Dinlemek, nefsin hazzı, hoşlanması, zevklen­
mesi olduğundan ötürü haram olması reva değildir.
Çünkü nefsin hoşlanması, bütün bütün haram değil­
dir. Hoşa giden, zevklendiren şeyin haram olabilmesi

37
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

için onun bir zarar ve fesat yönü olması gerektir.


Çünkü kuşların sesleri güzeldir. Nefis, kuş seslerin­
den haz duyar. Bununla beraber bu haram değildir.
Şu halde kulak için güzel sesler, göz için olan yeşillik
ve akarsu gibidir. Ve burun için olan misk kokusu ve
dil için olan tad alma ve akılda latif hikmetlerden du­
yulan zevk gibidir. Bu duygulardan her birinde bir
türlü lezzet vardır. Bundan ötürü bunların içinden
kimisinin haram olması, kimisinin haram olmaması
gerekir.
(Müzik) dinlemenin, ondan haz duymanın mübah
olduğuna, müzik çalanları ve gülüp oynayanları sey­
retmenin haram olmadığına delil şudur ki; Hazret-i
Aişe (Allah o kadından razı olsun) der ki: "Bir bay­
ram günü Habeşliler, mescidin kapısında oynuyor­
lardı. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) bana: "Ey Aişe!
Bunları temaşa eylemeyi diler misin?" diye sordu.
Ben de: "Dilerim, ya Rasulullah!" dedim. Peygamber
Efendimiz hemen elini yukarı kaldırdı, perde kıldı.
Ben de çenemi Rasulullah Efendimizin elinin üstüne
koydum. O kadar temaşaya daldım ki, Resul-i Ekrem
kaç defa: "Yetmez mi?" diye sorardı. Ben de: "Biraz
daha seyredeyim, ya Resulallah!" derdim."
Bu hadis haberi sahihtir. Bu hadisten beş ruhsat
bilindi.
1- Oynamak, gülmek, temaşa kılmak, arada sırada
olursa haram değildir. Çünkü Habeşliler oyununda
yalnız raksetmek ve türkü söylemek vardı.
2- Habeşliler mescit kapısı önünde oynuyorlardı.
3- Rasulullah Efendimiz, Hazret-i Aişe'yi eve

38
Sema ve Vecdin Edepleri

ilettiği zaman onlara: "Ey Habeşli çocuklar! Oyunu­


nuza devam edin!" diye buyurdu. Böylece Resul aley­
hisselam'ın şu sözü oyunun devamı içindir, ferman­
dır. Eğer temaşa ve oyun seyri haram olsaydı bu fer­
man nasıl verilebilirdi?
4- Rasulullah Efendimiz ilk önce söze başlayıp:
"Ey Aişe! Temaşa eylemek ister misin? dedi. Eğer, Ai­
şe'yi Habeşliler'i seyrederken bulsaydı Resul aleyhis­
selam tarafından seslenmemek ancak bir takaza
olurdu. Ta ki bir kimse "Aişe'yi rahatsız etmemek için
seslenmemiş" derdi.
Aişe şöyle rivayet etmiştir: Bir bayram günü iki
cariye benim yanımda def çalmaktaydı. Resul (sallalla­
hu aleyhi ve sellem) içeri girdi. Döşeğin üzerine yattı.
Yüzünü de öteki tarafa çevirdi. Ebu Bekir geldi. Cari­
yeleri o halde görünce onları yasakladı. Ve: "Allah'ın
peygamberinin evinde şeytanın sazı ne arar?" dedi.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) de: "Ya Ebu Bekir!" de-
di. "Onlardan el çek, bugün bayram günüdür."
İşte bu haberden de anlaşılıyor ki; def çalmak ve
şarkı söylemek helaldir. Şüphe yok ki, o defin sesi
Rasulullah Efendimizin onu önlemek isteyen Ebu Be­
kir'i bundan men eylemek açık bir delildir ki, sema'
(musiki dinlemek) helaldir.
İkinci Kısım: Gönülde kötü bir şeyin sevgisi var­
ken onu dinlemektir. Mesela bir kadının ya da bir oğ­
lan çocuğun muhabbeti olsa, onlar orada hazırken o
sesleri dinlese, onun kalbinde onların şevki artsa ya
da şu şarkıyı dinlese ki, sözlerinde kakül ve ben gibi
şeyler anlatılsa ve bu sözler o sevdiğinin zülüfünü ve

39
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

benlerini yad ettirse, bu gibi çalgı çalış, şarkı söyleyiş


haramdır. Gençler, delikanlılar böyledir.
Bu da şu yönden haramdır ki, bu gibi şarkıları din­
leyiş batıl aşkın ateşini artırır. O ateş ki, onun sönme­
si vacip olurken onu hatırlatıp artırmak nasıl caiz
olur? Fakat eğer bu aşk kendi avradına ve cariyesine
karşı olursa, bu, dünyada olan lezzetlerden olur ki,
mübahtır, helaldir. Bu hal, helal eşini boşar veya ca­
riyesini satarsa o zamana kadar sürer. Boşanma veya
satma işinden sonra da o kişiye haram olur.
Üçüncü Kısım: Gönülde bir güzel sıfat olur ki, se­
ma, güzel ses, tatlı musiki dinlemek o sıfata kuvvet
verir. Bu da dört cinstir:
1- Hacıların Kabe'nin vasfını bildiren şiirler oku­
ması. Bu türkü söyleyişler ki, Allah'ın evinin (Ka­
be'nin) ziyareti şevkini gönülde artırır, hacca git­
mesi caiz olan kişiye bu sema'ları dinlemek sevap­
tır. Ama anası, babası tarafından hacca izin verilme­
yen bir kişinin veya başka bir sebeple hacceylemesi
reva olmayan kimsenin bu sema'ı dinlemesi ve kal­
bindeki bu arzuyu kuvvet-lendirmesi caiz değildir.
Ama hac şevki olur ve hacca gidebileceğini bilir, an­
larsa haccı vasfında olan şiirlere yakın şiirlerse on­
ları dinleyebilir.
Gazilerin de şarkı, cenk türküsü söylemesi ve bun­
ları dinlemesi sevaptır. Bunlar halkı gazaya, Allahu
Teala'nm düşmanları ile olan cenge ve şanı yüce Al­
lah'ın yolunda malını ve canını harcamaya istekli kı­
lar. Kim ki, böyledir ve böyle şiirleri savaş alanların­
da söylerler ve böylece halkın cesaretlerini ar- tırırsa

40
Sema ve Vecdin Edepleri

bu gibi şiirleri söylemek ve dinlemek sevaptır. Eğer


hak din ehli ile cenk olursa haramdır.
2- Mersiyeler söylemektir. Ağıtlar, sağular sağ­
mak, teganni etmektir ki, Ademoğlunu ağlamaya gö­
türür. Gönülde gussayı, kaygıyı artırır. Eğer sağu sağ­
mak (ağıt söylemek), kendinden doğan günah ve tak­
siratından ötürü olursa bunda sevap vardır. Ya Alla­
hu Teala'nın rızasıyla elden kaçırılmış ulu dereceler
için yapılmış ya da Davut aleyhisselamm feryadı gibi
feryatlardır ki, nefesinin tesirinden niceleri ölür, ce­
nazelerini de onun önünden götürürlerdi. Ama Da­
vud (aleyhisselam)'ın kendisi, o halde bile güzel ses ve
hoş ahenkle hıçkırıp inlerdi.
Ama eğer gönülde haram olan bir şey için sağı sa­
ğılıp ağıt dökülürse, bu haramdır. Nitekim, onun ge­
ride kalan bir kimsesi olur. Ve Allahu Teala şöyle bu­
yurmuştur: "Geçmiş şeyler için üzülmeyin, size verdik­
lerim için de sevinmeyin." (Hadid: 23)
Böylece, bir kimse Allahu Teala'nm kazasını çirkin
görür, beğenmezse onunla gamlanmak ve ağıt düz­
mek, o gamı, tasayı artırmak haramdır. Bundan ötü­
rüdür ki, ağıt döken kişinin alacağı akçe haramdır.
Kendisi asidir. Dinleyen bütün kişiler de asi ve gü­
nahkardır.
3- Gönül sevinçli olsa ve sevinci musiki dinlemek
ile artırmağı dinlemektir. Eğer sevinç, hayır nesneler
içinse mübahtır. Nitekim gelin götürülürken, doğan
çocuğun ilk kez başı tıraş edilirken, oğul doğarken,
oğlan sünnet edilirken, yolculuktan dönülünce duyu­
lan sevinçler, hayırlı olan sevinçlerdir ve bunların

41
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

şenlikleri mübahlardandır. Rasulullah Efendimiz,


Medine'ye Mekke'den hicret edip geldiği zaman şeh­
re eriştiğinde, Medine haklı ona def çalarak, şenlikler
eyleyerek karşılamış ve şu şiiri okumuşlardı:
Dolunay doğdu Veda dağlarının üstünden.
Oldu vacib şükür etmek Yüce Allah'a hemen.
Edelim şimdi dualar yakaran ellerle.
Oldu vacib şükür etmek Yüce Allah'a bu an!
Bunun gibi şenlik ve bayram günlerinde sevinmek,
güzel sesler dinlemek caizdir. Ayrıca dostlar bir araya
gelerek yemek yeseler, birbirlerinin vaktini hoş eyle­
seler, musiki dinleyip şenlik eyleseler revadır.
4-Bütün bu haram olmayan beş çeşidin aslıdır. Bir
kişinin gönlüne Allahu Teala'nm muhabbeti üstün
gelse ve aşk mertebesine erse o kişiye sema' dinle­
mek çok ehemmiyetlidir. Kimi zaman olur ki, o se­
ma'm eseri, büyük hayırlardan daha ileri olur. Çünkü
bir şeyle Allahu Teala'nm dostluğu ziyade olursa,
onun sevabı da çok artar.
Sofi kişilerin sema'ı asılda vaki olmuştur. Bundan
ötürü meydana gelmiştir. Her ne kadar bu zamanlar­
da karışmış ise de ... Onlar, zahirde sofiler suretinde­
dir. Ve batın yüzünde sofilerin manasından iflas ha­
lindedirler. Aşk ateşini kıvılcımlandırmakta, alevlen­
dirmekte sema'm büyük etkisi vardır. Kimi kişiler
vardır ki, ona bu sema' arasında mükaşefeler doğar,
esrarlı açılışlar olur.
O kişiye şu lütuflar da görünür ki, sema' dışında
hiçbir yerde olmaz. O latif haller gayb aleminden o ki­
şilere ulaşır. Bu hale sema'dan ötürü vecd (yani

42
Sema ve Vecdin Edepleri

kendini kaybetme derecesinde ilahi aşka dalma) der­


ler. Kimi zaman olur ki, gönül, sema' halinde pak ve sa­
fı bir hal alır. Külçe halinde gümüşü ateşe koyduğun
zaman, gümüş nasıl saf hale gelirse, sema' da gönüle
ateş salar, gönülden bütün pasları temizler, giderir.
Lakin bu hallerde yanlışlık çok olur. Yanlış zan ve
sanılar ortaya çok atılır. Bu halin doğru nişanelerin­
den ve batıl nişanelerinden, ancak ermiş, gün- gör­
müş, dinde pişmiş ihtiyar kişiler anlayabilirler. Mü­
rid olan kişilerin kendi kendisine sema' eylemesi caiz
değildir. Kendisine sema dileği gelse bile! ..
Ali Hallaç ki, Ebfil Kasım-ı Gürgani'nin müridlerin­
dendi, sema' etmek
için destur diledi. Ebfil Kasım:
- Üç gün ağzına lokma atma, bir şey yeme! Ondan
sonra mükellef bir yemek hazırla. Eğer sema' etmeyi
bu güzel yemekten üstün görürsen, sema' etme ar­
zun haktır, doğrudur. Sema' eylemek müsellemdir!
dedi.
Ama henüz kalb halleri ortaya çıkmamış, bu yolun
muamelesini bilmeyen yahut bildiği halde zevk duy­
mamış olan bir müridi sema'dan alıkoymak, onu ya­
saklamak da vacibdir. Çünkü o müridin sema'daki za­
rarı, yararından daha fazladır.
Sen bil ki, sema'ı, vecdi ve sofilerin hallerini inkar
eden kişi, kendi bilgisizliğinden inkar eyler. Ama o,
bu inkarda mazurdur.
Çünkü bir şey insanda yoksa, bulunmuyorsa, o kişi­
nin o şeye iman edip inanması çok zordur. Bu erkekli­
ği bulunmayan bir kişinin, erkek-kadın sevişmesinde

43
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

lezzet olduğuna inanmamasına benzer. Zira bu tad,


şehvet gücü ile olur. Oysa, kendisinde şehvet duygusu
yaratılmamış kişi, bu lezzeti nasıl anlayabilir? Gözleri
görmeyen bir kimse, yeşilliği, akarsuları inkar ederse
buna şaşar mıyız? Çünkü onu gören göz verilmemiştir.
Görme lezzeti de ancak gören gözle bilinir. Başka bir
şeyle bilinmez. Eğer oğlan çocuk, başkanlığın, saltana­
tın, buyruk buyurmanın lezzetini inkar ederse bu da
şaşılacak bir şey değildir. Çünkü çocuk kısmı oyunu
sever. Onunla vaktini geçirir. Memleket savunması ile
ilgili, vatanı korumak gibi haberlerden uzaktır.
Ey, bu gibi bilgileri öğrenmek isteyen! Sen bil ki,
halk sofi kişilerin hallerini inkar eder. Bu inkar eden
kimseler ister bilgin, ister bilgisiz olsun, çocuklara
benzerler. Ve sofilerin eriştiği lezzeti inkar ederler.
Bir kimsenin aklı, düşünce seyrekliği varsa bu halleri
ikrar eder ve bunu caiz görüp şöyle der:
-Bana bu hal erişmemiştir. Lakin bilirim ki, sofile­
re bu hal erişmiştir. Fakat bir kişi kendisinde doğma­
yan bir şeyin başkasında da doğamayacağına inansa
o kişi, çok ahmak, aptal, çok bilgisiz bir kimsedir. Bu
gibi kişiler, Allahu Teala'nın haklarında şu ayeti bu­
yurduğu kimselerdir:
"Kur'an-, Kerim'le hidayete ermeyen kişiler: Bu, es­
ki bir yalandır! Derler." (Ahkaf: 11)

Sema'yı Haram Kılan Sebepler


Sen bil ki, mübah olan semaları açıkladık, bildir­
dik. Sema'ın haram olduğu beş sebep vardır ki, onlar­
dan sakınmak gerektir.

44
Sema ve Vecdin Edepleri

Birinci Sebep: Güzel bir sesi bir kadından veya


şehveti harekete getiren bir erkek çocuktan dinle­
mektir. Bu dinleyiş haramdır. Ve nasıl haram olmaz
ki, Allahu Teala'nın düşüncesiyle bir gönül dolu olsa
bile insanın yaradılışında şehvet vardır, güzel bir yüz
gördüğü zaman şeytan onun şehvetinin canlanması­
na, ayaklanmasına yardımcı olur. O da o sesleri, o se­
ma'ı, o musikiyi şehvet içinde dinler.
Ama bir şarkıcı oğlan çocuk şehveti uyandırmı­
yorsa, fitne doğurmuyorsa o erkek çocuğu dinlemek
mübahtır. Ama çirkin olan kadından -onu görerek­
şarkı dinlemek mübah değildir. Çünkü kadına ne sı­
fatta olursa olsun, bakmak, süzmek ve göz önünde
görmek haramdır. Ama kadın, perde ardından dinle­
nir ve eğer onda bir fitne korkusu olursa bu dinleyiş
de haramdır. Şayet fitne korkusu olmazsa musiki
dinleyiş haram değildir. Delili de şudur: İki kadın (ca­
riye) Hazret-i Aişe'nin evinde teganni ediyor, şarkı
söylüyorlardı ve Rasfılullah Efendimiz hu cariyelerin
sesini işitmekteydi.
Böylece bilindi ki, kadınların sesi, oğlan çocukla­
rın yüzü gibi avret değildir. Lakin oğlan çocukların
yüzüne şehvetle bakmak fitne ihtimali olan yerde ha­
ramdır. Kadınların sesi de böyledir. Fitne uyandırdı­
ğında haramdır. Fakat bu haller değişik değişiktir. Ki­
mi kişiler olur ki, kendisinden emin olur. Kimi kişiler
ise güvenli olmaz. Buna örnek şudur: Ramazan ayın­
da eşini öpmek kocaya helaldir. Ama o kişi kendi
kendine güvenmelidir. Fakat o erkeğin iştihası, onu
yatağa doğru birleşmeğe çeker diye korkarsa ya da

45
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

öpüşle döl suyu boşanır diye heyecanlanırsa o kişiye


eşi ile öpüşmek haramdır.
İkinci Sebep: Bu da, o sema'dır ki, rübab ve kopuz
gibi çalgı sesleriyle olur. Öyle sazlarla olur ki, ya ki­
rişle çalınır, ya da nay-ı ıraki avazı ile olur. Ama bu
çalgılar kiriş sesinden veya bu sazların sesinin güzel
olmasından dolayı haram edilmiş, nehyedilmiş değil­
dir. Bu sazları bir kimse ahenksiz, bir makama uygun
olmayarak çalsa da yine bu çalışlar haramdır. Bun­
dan ötürü ki: Bu sazları çalmak, şarap gibi içkileri
içen kişilerin adetidir. Bir şey şarap içenlere özgü
olursa o şey haramdır. Rübaba uyulunca da içmek
hatıra gelir. İçmek isteği ise arzuları, şehveti depreş­
tirir. Fakat davul ve düdük (zurna, klarnet, kaval) ha­
ram değildir. Çünkü defin haram olduğu hakkında
hiçbir haber gelmemiştir. Def, kılla (kirişle) çalman
çalgılar gibi değildir. Çünkü kılla çalınan sazlar içki
içenlerin alametlerindendir. Böylece defi onlarla kı­
yaslamak doğru olmaz. Hatta tef Rasfi.lullah Efendi­
mizin önünde çalınmıştır. Ve hatta kendileri: "Nikah­
ta, düğünde çalınsın" diye emir buyurmuştur.
Defe fazla olarak madeni pullar eklemek de yine
haram olmaz.
Davul çalmak ise hacılar ve gazadan dönen gaziler
için adet olmuştur. Ama erkekliği olmayan hüsna
gençlerin davulunu çalmak haramdır. Çünkü davul
çalma onlara adet olmuştur.
Eğer bir davul uzun (darbuka) gibi iki başı da yas­
sı olursa o da haramdır. Ama düdük haram değildir.
Gerek deliği yukarısından olsun, gerekse aşağısından

46
Sema ve Vecdin Edepleri

olsun bu türlü düdüğü (kavalı) çalmak çobanların


adetidir.
imam Şafii kavalın helal olduğuna şu hadisi delil
getirir. Nafi diyor ki: Ben Abdullah b. Ömer ile bera­
ber yolda giderken bir çobanın kaval sesini işittik.
Abdullah elleriyle kulaklarını tıkayıp yoldan uzaklaş­
tı ve "Ey Nafi, ses hala geliyor mu?" diye sordu. Ben
"Artık sesi gelmiyor," dediğim zaman kulağını açtı ve
"Ben Rasfılullah Efendimizin böyle yaptığım gör­
düm." dedi. Kaval sesini dinlemek gerçekten haram
olsaydı Abdullah bin Örneğin Nafi'ye de aynı şeyi em­
retmesi gerekirdi. Halbuki ona bir şey söylemedi.
Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in
parmağım kulağına koyması, kendilerinin o vakitte
mübarek bir halet içinde bulunduğuna delildir. Bu
kaval sesini dinlemesi kendisini belki de o ilahı halet­
ten uzaklaştırır diye düşünmüşlerdir. Çünkü musiki
dinlemenin Allahu Teala'mn şevkini harekete geçir­
mekte büyük tesiri vardır. Öyle ki, bir kişi Allahu
Teala'nın sevgisinden dolup taşmış- sa, sema' onun o
vecd haline noksanlık verir. Bundan ötürüdür ki,
Resul aley- hisselam'm düdük (kaval) sesini dinleme­
mesi onun haramlığına delalet etmez. Çünkü çok
helal şey vardır ki, ondan el çekilir, sakınca duyulur.
Ama Hazret-i Resul 'ün, Abdullah bin Ömer'e: "Din­
le!" diye izin vermesi o sesin mübahlığma delildir. Zi­
ra başka hiçbir ihtimal yoktur.
Üçüncü Sebep: Okunan bir şiirin içinde kötü söz­
ler bulunmasıdır. Mesela bir hicivde, din ehline dil
uzatma, söğme olabilir. Rafız'ilerin Ashab-ı Kiram

47
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

hakkında söyledikleri şiirler veya tanınmış bir kadı­


nın vasfını anlatan mısralar bu cinstendir. Oysa ka­
dınların namahrem erkekler önünde sıfatlarını açık­
lamak caiz değildir. Bu türlü şiirlerin dinlenmesi ha­
ramdır.
Fakat içinde kakül, ben, güzellik, vuslat ve ayrılık
haberleri varsa ve aşıkların adetleri olan şiirlerse
söylemek de, dinlemek de haram değildir. Eğer bir
kimse bu gibi şiirleri sevdiği kadın sebebiyle ya da
sevdiği erkek fikriyle söylüyorsa o vakit haram olur.
Ama sofiler ve Allahu Teala'nın dostluğuna dalmış
kişiler sema'ı Allahu Teala'nın sevgisi, derin muhab­
beti ile yapıyorlarsa bu gibi şiirler ve tek, çift mısra­
lar onlara zarar vermez. Hem de bu şiir ve mısraların
her birinden birer mana çıkarırlar ki, kendi hallerine
uygun düşer.
Dördüncü Sebep: Şarkı dinleyen kişi genç olabi­
lir. Çünkü genç olan kişi zülf, ben, güzel yüz haberini
işitince şeytan o gencin boynuna basar, onun şehve­
tini harekete getirir. Güzellerin aşkını onun gönlüne
salar. Kalbinde o güzele rağbet duyurur. Ve o genç
aşıkların halini dinlediği zaman kendi benliğine de
bu hoş gelir. Aşk arzular, aşk aramaya başlar. En so­
nunda onun da gönlü aşk yoluna girer.
Erkek ve kadınlardan çok kişiler vardır ki, sofile­
rin elbiselerini üstlerine giymişler ve bu cins aşkla
uğraşmışlardır. Rızk ehlinin sözlerini öğrenip bu aşk­
larına özürler ararlar. Sonra da şöyle derler: Filan ki­
şide bir sevda doğmuştur. Yoluna aşkın çalı çırpıları
dökülmüştür. Ve bu kişiler sanırlar ki, böyle bir aşk

48
Sema ve Vecdin Edepleri

Hakk'ın tuzağıdır. Ve yine: Aşık olan bu kimse Hakk'm


tuzağına düşürülmüştür! Derler.
Yine öyle sanırlar ki, aşık kişinin, nefsini sakınıp
sevdiğini görmeğe çalışması büyük bir hayırdır. Bu
hayırsız işe zariflik ve hoş huyluluk diye ad koymuş­
lardır. Fısk ve fücur edip livata eylemeği sevda diye
isimlendirmişlerdir. Kimi olur ki, kendilerinin özürlü
olduğunu göstermek için: Filan pirin filan oğlana
günlü kaymıştır. Bu türlü aşk ulu kişilerin yolunda
çok vaki olmuştur! Bu livata değildir. Belki şahbazlık,
mahbub ile gönül eğlendirmek, ruhbazlık derler. Bu
türlü saçma sapan sözleri birbirlerine söylerler. Ta
ki, kendi kusurlarını bu türlü akla aykırı şeylerle ört­
mek isterler. Eğer bir kişi, böyle işlerin haram ve fısk
olduğuna inanmaz ve itikad etmezse kanı helaldir.
Bunların ihtiyar üstadlarmdan hikaye ettikleri
şeyler yalandır. Onlar mahbub (sevimli, güzel) birisi­
ne bakarken şehvetli gözlerle bakmamışlardır. Bir
yeşile, bir kırmızı güle ya da bir çiçeğe bakarcasına
bakmışlardır. İhtimal o pir de hataya düşmüş olabilir.
Çünkü böyle bir günah işlemek mübah, helal olmaz.
Davud Peygamberin kıssası bu husustan ötürü
söylenmiştir ki, hiç kimse, bir yüce kişi de olsa, bu gi­
bi hatalardan uzak kalamaz. Davud aleyhisselam'ın
kıldığı tevbe ve ağlamasını bundan ötürü anlatmış­
lardır: Bilinmeli, unutulmamalıdır ki, kimse onu hüc­
cet tutup kendisini mazur göstermesin.
Yaşlı kişinin bir gence göz süzmesine bir sebep da­
ha vardır. Ama bu sebep çok az vaki olur. Mesela ba­
zı kimseler olur ki, onda sofilerde olan hallerden bazı

49
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

nesneler görünür. Meleklerin cevheri yahut peygam­


berlerin ruhu onlara bu suretlerde görünür. Kimi za­
man da bu görünüş, çok güzel bir insan şeklinde bir
misalle olur. Çünkü mananın gerçekliği için örnek la­
zımdır. Ve ruhlar aleminden mananın gerçekliği için
örnek lazımdır. Ve ruhlar aleminden mananın örne­
ğinin çok güzel olması gerektir. Onun örneği, görü­
nür alemde güzel bir surette tecelli eder. Araplarda
Dıhyetil-Kelbt'den daha güzel ve yakışıklı kimse yok­
tu. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrail'i Dıhye­
til-Kelbt'nin şeklinde görürdü. Bundan sonra kimi za­
man olurdu ki, o görünüşten bazı şeyler, bir sakalsız
yüz şeklinde belirir. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) de
o yüzden büyük bir lezzet duyardı. Çünkü o halden
çıkıp da o mana perde arkasında kalınca o mananın
şevkine düşer, onu bulmak dileğinde bulunurdu. Ki­
mi olurdu ki, o manayı bulamaz. Onun zahir gözü, bir
güzel yüzde onu görse, o manada olan yüzle bu güzel
yüzün ilgisi olsa, o hal kendisinde tazelenir, müşaha­
de ettiği lezzeti yine bulur. Ve o kimsede bu yüzden
vecd ve eski hal hasıl olur. Böyle olunca bir kimse gü­
zel bir yüzü temaşa eylemeğe rağbet eyler. Ama bu
haleti bulmak için her kişi bu sırlardan haberdar ola­
maz. Bu kişinin güzel şekle rağbetini görünce bu da
yüze kendisinin baktığı gibi baktığını sanır. Ama ken­
disinin o sıfattan başka şeyden haberi yoktur.
Sözün kısası, sofilerin işi çok büyük, çok tehlikeli,
çok da gizlidir. Hiçbir yanılma, sofilerin hallerine yol
bulduğu kadar, hiçbir şeye yol bulmaz. Bundan dolayı
bir parça buna işaret olundu. Ta ki, sofi kişilerin maz­
lumluğu bilinsin. Çünkü halk öyle sanırlar ki, bütün

50
Sema ve Vecdin Edepleri

sofiler bu zamanda peyda olanlar cinsindendir. Ger­


çek sofiler, bu benzetmeyle bile zulme maruz kalmak­
tadırlar. Hele onlar hakkında yanlış zanlar beslemek
ve yakışıksız söyler söylemek, ne büyük zulümdür!..
Onları onlarla ilgisi olmayan kötü kişilere benzetmek,
o mazlumlara zulmetmek olduğu gibi kişinin bizzat
kendisi için de büyük bir zulüm ve haksızlıktır.
Beşinci Sebep: Sema'ı oyun ve eğlence olarak adet
edinmektir. Bu türlü sema' etmek aslında mübahtır.
Lakin o şartla ki, onu adet, gelenek haline getirip mes­
lek edinmemelidir. Nitekim günahlardan kimisi küçük
günahtır. Lakin o günah çok işlenirse büyük günah de­
recesine erişir. Kimi şeyler vardır ki, mübahtır, ama
bir şartla ki, ara sıra ve az az olmalı. Eğer çok olursa
haram olur. Mesela, o zencilerin mescit kapısında
oyun oynamaları gibi, ki Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
onları yasaklamamıştı. Eğer Mescid- i Şerifi her zaman
oyun yeri haline getirselerdi elbette yasaklardı. Ve
Haz- ret-i Aişe'ye o zencilere bakmaktan, onları sey­
retmekten meneylemedi. Eğer o kişi onları seyretmeyi
adet haline getirseydi bu reva olmazdı. Zaman zaman
şakalaşmak, latif (şaka) eylemek mübahtır. Lakin bir
kimse şakalaşmayı adet haline getirirse maskara olur.
Ve bu türlü latifeler caiz değildir.

Sema'nın Tesirleri ve Edepleri


Ey ilahı bilgileri öğrenmek isteyen! Şunu bil ki, se­
ma'da üç makam (derece) vardır:
1- Önce anlamak.
2-S onra vecde gelmek.

51
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

3- Bundan sora da harekete geçmektir.


Bu makamların her birisi hakkında söylenecek ba­
zı sözler vardır.
Birinci Makam: Anlama hakkındadır ki, eğer bir
kişi sema'ı gaflette yapsa ya da bir yaratığın endişesi
ile eylese o sema' en aşağı derecededir. Sema'ın anla­
yışında ve hallerinden söz söylemek durumunda
olanlar daha aşağılıktır. Eğer o sema'da din endişesi
galip olursa Hak Teala'nın dostluğu ve sevgisi üstün
olur ki, bu türlü sema'da iki derece üzerinedir:
Birinci Derece: Müridin derecesidir ki, dilediğine
erişmede ve tarıkate sülukunde halleri türlü türlü
olur. Bu başkalıklar şunlardır:
1- Kabz (daralma) yönü.
2- Bast (genişleme) yönü.
3- Kolaylık, zorluk yönleri.
4- Kabul ve red yönleri.
Eğer müridin gönlü bunlara tutulmuş olsa bir söz
işitince, o sözde gazap, kavuşma, yaklaşma veya
uzaklaşma, razı olmak, kızmak, ümit etmek-umut­
suzluk, ayrılık-buluşma, korku-güven, vefa-vefasız­
lık, vuslat sevinci-vuslat kaygısı, haberi olsa ve bun­
lara benzer neler varsa mürit bu gibi kelamı dinle­
yince kendi haline bakar. Kalbinde olan ateş alevlen­
meğe başlar, onda türlü türlü haller görülür. Eğer o
müridin ilminin ve inancının binası sağlam değilse
ona bu sema'dan nice türlü düşünceler gelir. O dü­
şünceler hakikatte küfür olur.
İkinci Derece: Müridlik derecesini aşmış olanla­
rın derecesidir. Bunlar, başlangıç devrelerini

52
Sema ve Vecdin Edepleri

arkalarda bırakmışlardır. O halin sonuna erişirler ki,


ona Allah'dan başka şeylere nisbetle fena (yoktur)
derler. Hak Teala'nın zatına nisbetle tevhit ve vahdet
hali de denir. Bu türlü kimselerin sema'ı, fehim, anla­
yış yolu ile olur. Hatta, sema' ona eriştikçe yokluk ve
birlik (vahdet) halleri onun kalbinde tazelenir, tama­
men kendinden geçer. Bu alemden habersiz kalır. Ki­
mi zaman olur ki, ateşe düşse bile haberi olmaz.
Nitekim Ebu Hasan Nuri bir yerde sema' halinde
seğirtiyordu. Öyle bir yere geldi ki, orada kamış ekip
biçmişlerdi. Ayakları parça parça olmuş yaralanmış­
tı. Fakat onun kendisi bu yaralardan habersizdi. Bu
dereceye eren kişinin sema'ı ziyade kemal mertebe­
sine ermiştir. Son dereceye varmıştır. Müridlerin se­
ma'ı, beşeriyet, insanlık sıfatı ile karışıktır. Bu sema'
ise özbenliğinden tamamen soyunmuş olan kişinin
sema'ıdır. Nitekim Yusuf aleyhisselamm güzelliği
önünde kendilerinden geçen kadınlar benliklerini ta­
mamen unutmuş ellerini kesmişlerdi. Sen ise, bu
yokluk alemini inkar edip şöyle dersin: Ben o kimse­
yi görürüm. O nasıl yok olmuştur?
Çünkü senin gördüğün kişi, o kimse değildir. Belki
görünen, yalnız önün şahsıdır. Eğer o kişi helak olsa
onu görürsün, amma hakikatte o yok olmuştur. Zira
onun hakikati, o latif manadır ki, marifet mahallidir.
Eğer her şeyin marifeti, ondan kaybolsa bu marifetle­
re nisbetle o da yok olmuş olur. Ve eğer özbenliğin­
den habersiz olsa özüne nisbetle de yok olmuş olur.
Ve Allahu Teala'nm zikrinden başka şey kalmayıp
her şey fani olur, yok olup gider. Ancak baki olan Al­
lah'ın zikri kalır.

53
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

İkinci Makam: Sema'da olan kişinin sema'ı anla­


yışından sonra onda bir hal meydana gelir. O hale
vecd derler. Vecdin lügattaki manası bulmaktır. Yani
vecdin anlamı, önce erişilemeyen bir hale ermektir.
Bu halin ne gibi bir nesne olduğu hakkında hakikatte
çok söz vardır. Ama doğrusu budur ki, vecd, yalnız
bir çeşit değildir. Belki çok çeşitleri vardır. Ama bü­
tün nevileri iki cinste toplanır:
1- Hal cinsinden olan vecd.
2- Mükaşefe cinsinden olan vecd.
1- Hal cinsinden olan şudur ki; sema' ehline bir sı­
fat üstün gelse onu sarhoş eder. O sıfat kimi şevk olur,
kimi korku, kimi defa da aşk ateşi olur. Kimi gam, kimi
de hasret olur. Bunların kısımları çoktur. Ama o ateş
kalbe galebe çaldığı an onun dumanı dimağa erişir. Di­
mağdaki duyguların üstüne galip gelir. Ta ki, o kişi
görmez ve işitmez olur. Sanki uykuya varmış bir kişiye
döner. Veya görüp işitirse de o gördüğü, işittiği şeyler­
den, sarhoş olan kişi gibi gafil olur.
2- Mükaşefe cinsinden olan da şudur: Sema' halin­
de bulunan kimselere bazı şeyler belirmeğe başlar. O
şeyler ki, kimi kere bir örnek şeklinde meydana gelir.
Kimi kere de açık şekilde ortaya çıkar. Mükaşefe hu­
susunda sema'nın tesiri, kalbi bir yönden saf, terte­
miz, kılmasındadır. Şu sema' ile kalb ayna gibi temiz­
lenir ki, o aynanın üstüne toz konmuştur. O aynayı o
tozdan temiz kılınca üstünde şekil, suret görünür. Bu
manayı ibare ve kelime yolu ile inceleyen kişinin il­
mi, kıyasi ve emsali olur. Mananın gerçekliği, ona
eğer erişmiş bir kimse ise, ondan başkasına malum

54
Sema ve Vecdin Edepleri

olmaz. Ancak o dereceye ulaşan kişice anlaşılabilir. O


zaman her kişi bastığı yeri bilir. Eğer bir başka kişi­
nin bastığı yere tasarruf kılmak dilese kendi bastığı
yere kıyas eylemelidir. Bir şey kıyasla olursa, o ilim
kitabından, bilgi yaprağından olur, zevk varakından
olmaz. Fakat, zikrettiğimiz bu zevki duyamayan kişi­
ler bu hususa itikat edip inkarda bulunmasınlar.
Çünkü inkarda ziyan vardır. Çok aptal olan kişiler öy­
le sanırlar ki, kendi bucağında bulunmayan şeyler,
padişahın hazinesinde de yoktur. Bu akılsız kişiden
daha eblehi de o kişidir ki, kendini, elinde olan az bir
şeyle padişah olmuş sanır: Ben her şeye eriştim! Her
şey benden hasıl oldu. Ve benden hasıl olmayan bir
şey aslında yoktur! Der.
Bütün inkarlar bu iki akılsızdan, bu iki aptal dü­
şünceden doğar.
Sen bil ki, tekellüfle (zorlama ile) olan vecd yalnız
nifak, münafıklık yaratır. Ancak vecdin hakikatinin
meydana gelmesi için onun sebeplerini zorlayacak,
çalışıp çabalayarak da olsa gönle getirmek ve kalbe
yerleştirmek güzel bir şeydir. Resul (sallallahu aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Kur'an-1 azimüşşan oku­
nurken ağlaym! Eğer içinizden ağlamak gelmezse bari
zorla ağlaym!"
Bu hadisin manası da şudur ki, ağlamanın manala­
rını gönle getirmelisin. Ve hiç şüphe yok ki, zorlama­
nın tesiri vardır. Çünkü kişi o zaman anlar ki, zorla­
ma hakikate eriştiren yoldur.
Soru: Eğer bir kişi bir soru sorup derse ki: "Sofile­
rin sema'ı hak olup mademki Hak içindir, o halde dini

55
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

meclislerde neden güzel sesli hafızlar getirip Kur'an


okutmazlar? Aksine hoş sesli kişileri getirip gazel oku­
turlar? Mademki Kur'an, Hakk'ın kelamıdır, onu dinle­
mek, gazel veya ilahı dinlemekten önce gelmez mi?"
Cevap: Kur'an ayeti üzerine de sema' (dinleyiş)
çok olur. Vecd halleri de onda çok görünür. Yine çok
kişiler vardır ki, Kur'an dinlerken kendini kaybeder.
Ve yine çok kimseler, Kur'an dinlerken can vermiş­
lerdir. Bunun hikayesi uzundur. İhya kitabında uzun
uzun anlatılmıştır. Ama hafızın yerine hoş sesli biri­
nin (muganninin) ve Kur'an yerine gazel okumanın
beş sebebi vardır:
Birinci sebep şudur ki: Kur'an ayetlerinin çoğu
aşıkların haline uygun değildir. Çünkü Kur'an'da, ka­
firlerin hikayesi, dünya ehlinin muamelesi ve bunun
gibi şeyler çoktur. Zira Kur'an, dünya halkının sınıfla­
rının hepsinin şifasıdır. Eğer hafız, mesela, bir ayeti
okusa ve o ayetler şunlar olsa: "Annenin mirastan
hakkı altıda birdir." (Nisa: 11) veya: "Ölen erkeğin kız
kardeşinin hakkı yarımdır." (Nisa: 178) veya "Sizden
ölenlerin geride bıraktıkları dul kadınlar kendi kendi­
lerine dört ay on gün iddet beklerler." (Bakara: 234). İş­
te bu türlü ayetler aşk ateşini artırır. Ancak gönlü aş­
ka çok bağlı olana tesir eder, aşkının ateşini körükler.
İsterse muradından uzak olsun o ateş artar. Ama bu­
nun gibi aşık da az bulunur.
İkinci sebep: Halkın çoğu Kur'an'ı tekrar tekrar
okumuşlardır. Bir şey çok işitilmiş olursa gönlü uyar­
maz. Mesela bir kişi bir şiiri önce işitip heyecan du­
yar bir hali varsa, ikinci kez okunuşunda ilk hal

56
Sema ve Vecdin Edepleri

kendisinde belirmez. Taze taze gazel okunur, ama ta­


ze taze Kur'an okumanın imkanı yoktur.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında Araplar,
Kur'an'ı önce gelip dinledikleri zaman ağlarlardı. On­
larda nice türlü hal olurdu.
Böylece bir şey taze, yeni olursa onun tesiri fazla
olur. Bundan ötürü Hazret-i Ömer hacılara şöyle der­
di: "Mekke'de fazla durup vakit geçirmeyip herkes
yerli yerine gitsin!" Ve sonra şöyle derdi "Korkarım
ki, Kabe'ye gözleri alışır, Kabe'nin hürmeti gönülle­
rinden gider."
Üçüncü sebep: Gönüllerin çoğu, güzel bir sesle, ve­
zinli, ölçülü şiirlerle hareketlenir. Bundan ötürüdür
ki, düz sözlü sema' çok az vaki olur. Güzel sesle yapı­
lır ki, vezin ve makamla olursa her destanın ve her
makamın bir hali vardır. Kur'an'ı destanvari okumak,
yani destana uydurmak, onda tasarruflar eylemek
reva değildir. Makamsız ve nağmesiz okumakla ise
yalnız kelimeler söylenir ve tesirsiz olur. Ancak çok
ateşli bir gönül olmalı ki, bununla alevlenip parlasın.
Dördüncü sebep: Nağmelere güzel seslerin yar­
dımcı olması gerektir. Def, davul, zil, düdük, kaval ve
bunlar gibi daha ne sazlar nağmeye yardımcı olur ki,
bunlarla Kur'an okumak caiz ve uygun değildir. Çün­
kü bunlar oyun ve eğlence aletleridir. Nitekim Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) Rebi bin Muavvez'in evine
varmıştı. Cariyeleri def çalıp teganni eder şarkı söy­
lerlerdi. Kızlar peygamberi görünce şiir söyleyerek
duaya başladılar. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) kızla­
ra: "Susun!" Dedi. "Önce nasıl şarkı söylüyorsanız

57
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

yine öyle yapın." Dua bir ibadettir ki, yalnız sesle


olur. Defte ise oyun ve eğlence vardır. Duaya uygun
düşmez!
Beşinci Sebep: Her kişinin bir hali vardır. Her kişi
kendi haline uygun bir şiir dinlemek ister. Eğer haline
uygun şiir yoksa bir teganniyi dinlemek hoşuna git­
mez. Ona kulak tutmayı kerih görür. Ve kimi olur ki, o
beyti okuyan kişi: Bunu okuma! Filan şiiri oku! der.
Oysa Kur'an'ı dinlememek isteğinde bulunmak
olamaz. Kimi zaman olur ki, bütün ayetler, bir kişinin
haline de uygun düşmez. Eğer söylenilen beyit kendi­
sinin haline uygun düşmezse bile, kendisi beytin
manasını kendi öz haline uygunmuş gibi kabul eder.
Okunan şiirden, şairinin kasdettiği manayı anlamak
vacip değildir. Fakat Kur'an-ı Azimüşşanı kendi, fikri­
ne göre tefsir edip kendi manasıyla başka bir manaya
almak layık değildir.
Sözün kısası, meşayihin gazel söyleyicileri ve hoş
sesli kimseleri seçmelerinin sebebi budur. Bu söyle­
nilen manaların özü iki sebep içindedir:
1- Dinleyen kişinin halinin vasfı olmak.
2- Kur'an'ın hürmetini sakınmak ve korumaktır.
Üçüncü Makam: Sema'da hareket; raks ve yaka
yırtmaktır. İnsan, bir şeyden mağlup olur ve ne yapa­
cağını bilmezse bundan ötürü yaptığı işlerden kendi­
sine soru-hesap yoktur. Lakin bir şey bile bile yapıl­
sa, bundan da halka gösterişte bulunsa: "Ben hal sa­
hibiyim! Denmek istense ve o kişi hal sahibi olmasa
gösterişi haram olur. Çünkü bu, nifakın da kendisidir.
Ebill- Kasım Nasr-ı Abadi dedi ki: "Ben derim ki, bu

58
Sema ve Vecdin Edepleri

halkın sema' ile meşgul olmaları gıybetle uğraşmala­


rından daha hayırlıdır. Ömer bin Mecid dedi ki: Otuz
yıl gıybet eylemek, sema'da bir sahte hal sahipliği
göstermekten daha iyidir. Ey ilahi bilgileri öğrenmek
isteyen! Sen bil ki, sema'da en üstün olan, sema' ey­
lerken sakin olmaktır. Sema' edenin aldığı tesir o ki­
şinin dışına vurmamalı, görünmemelidir. Kendisini
taşkınlıktan koruyacak kadar gücü olmalıdır. Çünkü
o bağırmalar, çağırmalar, harekette bulunmalar, ağ­
lamalar din zayıflığından ileri gelir.
Bir kimse rızasız raks eylese yahut zorla kendisini
ağlamaya bıraksa bunları yapmak caizdir. Ve raks,
şeriatta mübahtır. Çünkü Habeşliler, Mes- cid- Şerifin
kapısında raksettiler ve Hazret-i Aişe, onların tema­
şasında bulundu.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali: "Sen
bendensin, ben de sendenim!" dediği zaman Ali, se­
vincinden raks eyleyip ayağını nice defa yerlere
vurmuş, oynamıştı. Nitekim Arapların adetidir, se­
vinç halinde raksedip, ayaklarını toprağa vururlar.
Rasulullah Efendimiz Ca'fer'e: "Yaradılışta, ahlakta
sen bana benzersin!" dediği zaman Ca'fer de sevin­
cinden oynadı zıpladı, raksetti. Yine Resululah Efen­
dimiz, Zeyd bin Harise'ye: "Sen bizim hem kölemiz,
hem de kardeşimizsin", diye buyurduğu zaman
Zeyd, sevincinden raksetmişti. O halde bir kimse,
'Raks haramdır!' derse bu yanlıştır. O kişi hata işler,
Çünkü raks, nihayet bir oyundur. Oyun ise haram
değildir. Hele gönülde olan hal güçlü ve ziyade ol­
sun diye raks yapılırsa bu haram bir şey değil aksi­
ne makbul bir şey olur.

59
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ama, esvap parçalamak, yaka yırtmak, bilerek ve


istenerek yapılırsa bir malı kaybetmek olur ki, caiz de­
ğildir. Elbisesini parçalamakta aklın ne kadar tesiri
olursa olsun bunu yapmakta zorlanmış olmalıdır. Rak­
setmemek istese bile raks yapmaktan kendini tutama­
dığı gibi elbisesini yırtmak istemediği halde yapsa bu­
nun zararı yoktur. Çünkü bu haline engel olmakta ma­
zurdur. Nitekim hastanın inlemesi bilerek olur. Ama
eğer inlememek dilese, elinden gelmez. Çünkü insanın
bazen iradesi ile olan şeylerden el çekmeğe gücü yete­
mez ve herhangi bir vakitte, sofi bu yola mağlup olur­
sa günah işlemiş olmaz. Ama onların iradeleri ile elbi­
selerini, hırkalarını parçalayıp dağıtmalarına bir kısım
taife: Bu, caiz değildir! diyerek karşı çıkmışlardır. Bu
itirazlarında onlar hata etmişlerdir. Çünkü bunda ku­
maşı zayi etmek yoktur. Nitekim bezi de parçalayıp
gömlek dikerler. Zira onu bir maksat için parçalamala­
rı caiz olur. Eğer hırkanın parçalarını dört yana dağıt­
salar ve herkes o parçalardan nasibini alıp seccadele­
rine ve hırkalarına dikse bu caiz olur. Zira bir kimse­
nin bir parça bezi parçalayıp yüz fakire vermesi caiz­
dir. O hırkanın her parçası, işe yarayan bir yama olur.

Sema' nın Edepleri


Sema'daki edeplerin beyanı şudur: Sen bil ki, se-
ma' da üç şey önemlidir.
Onlar da:
1- Zaman,
2- Mekan,
3- İhvan (arkadaş)tır.

60
Sema ve Vecdin Edepleri

Zaman şartı şunu ifade eder: Gönül bir şeyle meş­


gul olunca yahut namaz vakti veya yemek yeme za­
manı gelince, ya da gönüllerin dağmık olduğu zaman­
larda sema' faydasız olur.
Mekana gelince: Eğer, yolüstü olursa, yahut ışık
girmez karanhk bir yer olursa sema' yine faydasızdır.
İhvan'a gelince: Her kim sema'a hazırlanırsa se­
ma' ehlinden olmahdtr. Ona yabancı bulunmamah­
dır. Eğer orada dünya ehlinden, kibirli kimselerden
biri olursa veya o kişi sema'ı inkar edici bir kişi yahut
güçlükle rakseden bir kimse ise yahut gaflet ehlinden
olan bir kısım halk o sema'a hazır bulunuyorsa -ki
onlar sema'ı battı fikirlerle yaparlar- yahut faydasız
kelimeler söyleyip dört yana bakan, saygıya layık ol­
mayan kişiler hazır olursa veya bir kadm topluluğu­
nun teması için gelen kişilerse, ki bunlar gençler ara­
smda bulunup birbirlerinin fikirlerinde birleştikleri
noktalar vardır, böyle bir sema' faydasız, haram bir
sema' olur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin: "Sema'da zaman, mekan,
ihvan şarttır." Demesinin manası budur. Ama sema',
öyle bir yerde olsa ki, orada genç kadmlar veya kızlar
seyre gelseler, o sırada genç erkeklere şehvet üstün
gelse, sema' haram olur. Çünkü, bu demde sema',
şehvet ateşini iki taraftan (kadm ve erkek yönünden)
tez yakar ve herkes birbirine şehvetle bakar. Bu hal
ise fesada tohum olur ki, sema'm o fesadla birlikte
hayn da kalmaz.
Şu halde sema'a ancak emin olan kişiler oturabilir.
Sema' meclisinde de sema'm edeplerine uymak

61
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

gerekir. Mecliste herkes başını önüne eğmelidir. Bir­


birine bakmamalıdır. Herkes kendisini bütün benli­
ğiyle, baştanbaşa sema'a vermelidir. Sema' arasında,
sema'm devamı müddetince söz söylenmemelidir. Su
içilmemeli, dört yana bakılmamalı, eller baş üstünde
oynatılmamalıdır. Zorlukla ve zahmetle hareket edil­
memelidir. Belki namazda teşehhüde nasıl oturulur­
sa, sema'da öyle oturulmalıdır. Gönüller tamamen
hak divanına çevrilmelidir. Sema' dolayısıyla gayb­
dan keşifler meydana gelirse o keşfin beklenmesi ve
herkesten gizlenmesi gerekir. Herkes kendi sesini
zapteylemeli, iradesiyle ayağa kalkmamalı ve hare­
ket etmemelidir. Eğer bir kişi vecdin galebesi ile aya­
ğa kalkarsa ona uyulmalı, ona yoldaşlık edilmelidir.
Eğer başından tülbendi düşerse kendi tülbendini de
çıkarmalıdır.
Gerçi bu anlattıklarımızın hepsi öyle bid'atlerdir
ki, sahabeden ve tabiinden bildirilmemiştir. Lakin
her bid'at olan şey, yapılması caiz olmayan bir hare­
ket demek değildir. Çünkü öyle bid'atlar vardır ki,
bid'at-i hasenedir. İmam Şafii: "Teravihi cemaatle kıl­
mak, Emirül-Mü'minin Ömer'in ortaya koyduğu bir
bid'attir. Fakat bu bid'at-i hasenedir. Kötü olan, mez­
mum olan bid'at ise sünnete aykırı olan bid'atlardır."
der.
Böyle olunca güzel ahlaklı olmak ve halkın gönlü­
nü sevindirmek, şeriatça iyi bir harekettir. Her kav­
min bir adeti vardır. Onların adetine aykırı hareket
eylemek kötü huyluluktur. Peygamber (sallallahu aleyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herkesle kendi huyuna
ve adetlerine göre hoş geçinin!"

62
Sema ve Vecdin Edepleri

Mademki sufi kişiler sema' ile ve raksla şad olur­


lar, onlara muhalefet gösterilse rahatsız olurlar, on­
lara uymak, muvafakat etmek sünnettir. Rasfılullah
Efendimizin sahabeleri kendisini gördükleri zaman
ayağa kalkmazlardı. Çünkü onların ayakta durmala­
rını Resul aleyhisselam sevmez, istemezdi. Lakin,
eğer bir yerde ayağa kalkmamak kötü bir adet sayılır
ve kötü görülürse ve ayağa kalkılmakla huzur doğar­
sa, hatır olmak, gönül almak için ayağa kalkılmak da­
ha iyi bir harekettir. Çünkü Arab'ın adeti, geleneği
ayrıdır; Acemin adedi ve geleneği ayrıdır. Tevfik Al­
lah'tandır.

63
EMR-İ MA'RUF VE NEHY-İ MÜNKER

E
mr-i ma'ruf ve nehy-i münker dinin erkanın­
dan öyle bir rükündür ki, bütün peygamber­
ler, Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker için gön-
derilmişlerdin Eğer, Emr-i ma'ruf ve nehy-i mün­
ker'in esasları bozulup halkın arasından gidilirse gö­
zetimin bütün esasları batıl olur, din bozulur, düzen
yıkılır. Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'in bilgisini biz
üç bölümde bildireceğiz:
Birinci Bölüm: Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'in
farz olmasının beyanıdır.
İkinci Bölüm: Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'de
olan yasakçılık şartının beyanındadır.
Üçüncü Bölüm: Çok kez vaki olan münker nesne­
lerin beyanındadır.

Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker'in Farziyyeti


Bil ki, emr-i ma'ruf ve nehy-i münker vaciptir
(farzdır). Bir kişi emr-i ma'ruf ve nehy-i münker'den
el çekerse Yüce Allah'a asi olur. Allahu Teala şöyle
buyurur: "Sizden bir taife bulunsun ki, onların işleri,
hayra davet etmek ve iyilikleri emredip kötü işlerden
neyhetmek olsun." (Al-i İmran: 104)

65
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Bu ayet-i kerime ona delildir ki, emr-i ma'ruf ve


nehy-i münker farzdır.
Lakin farz-ı kifayedir. Çünkü kimi kişilerin bu far­
zı yerine getirmesi kafidir. Ama hiçbir kişi farz-ı kifa­
yeyi yapmazsa o topluluğun hepsi günahkar olur.
Yine Allahu Teala şöyle buyurmuştur: "Yurtların­
dan haksız olarak çıkarılmış olanları biz yeryüzünde
sakin kılacağız. Onlar namaz kılarlar, zekat verirler,
ma'rufu (iyiliği) emrederler ve münkerden (kötülük­
lerden) nehyederler. Bütün işlerin sonu Allah'a döner."
(Hac: 41)
Böylece Allahu Teala, emr-i ma'ruf ve nehy-i mün­
ker (iyilik etmeyi ve kötülükten yasaklamayı) namaz
ve zekatla birlikte andı ve din ehlini iyilik edici ve kö­
tülükten nehy edici olarak zikretti.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu:
"Emr-i ma'ruf ve nehy-i münker eyleyin. Eğer bunları
yapmazsanız Al/ahu Teala sizin, en kötü olanınızı üs­
tünüze musallat eder. Ondan sonra en iyileriniz sizin
hakkınızda hayır dua eylese bile kabul olmaz."
Emirül-Mü'minin Ebu Bekir Sıddık rivayet etmiş­
tir ki, Rasfılullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kö­
tüleri kötülük işleyip de iyileri onları kötülükten men
etmeyen insanlara, Allah en kısa zamanda bir azap
gönderir."
Yine buyurmuşlardır ki: "Bütün iyi ameller, Allah
yolunda gaza etmenin yanında denizde bir damla ka­
lır. Allah yolunda gaza etmek de emr-i ma'ruf ve nehy-i
münker etmenin yanında denize nisbetle bir damla gi­
bi kalır."

66
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Yine Resul-Ü Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuş­


tur: "İnsanoğlunun söylediği her sözün faydası ve za­
rarı kendinedir. Ancak emr-i ma'ruf ve nehy-i münker
ve Allah'ı zikretme bunun dışında kalır."
"Bir kimsenin zulümle öldürüldüğü veya dövüldüğü
yerde oturmayın. Çünkü orada bulunup da o kötülüğü
defetmeyen kimsenin üzerine lanet yağar."
Yine Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Haksız işler işlenen bir yerde oturmak caiz değildir.
Eğer oturulursa ancak Allah için konuşmak (nehy-i
münker etmek) üzere oturmalıdır. Şüphesiz nehy-i
münker, ne eceli yaklaştırır, ne de rızkı uzaklaştırır."
Bu hadis ona delildir ki zalimlerin sarayında ve
yasakçılık yapılmayan yerlerde zaruret olmadan dur­
mak caiz değildir. Bundan ötürü geçmiş zamanlarda
olan yüce kişilerin çoğu uzleti seçmiş bulunuyorlar­
dı. Çünkü, çarşı ve pazarları, yolları kötü işlerden
uzak bulmamışlardı.
Hazreti Aişe şöyle rivayet etmiştir: Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Allahu Teala bir şehrin
halkına azap yolladı ki, o şehirde 18.000 kişi bulunu­
yordu. Bunların ilmi, bilgisi peygamberler bilgisi gibi
idi." Bunun üzerine Rasulullah'a: Ey Allah'ın nebisi!
Bu niçin böyle? diye sordum. Peygamber Efendimiz
şu cevabı verdi: "Çünkü onlar Allah rızası için hiçbir
kimseye kızıp kötülüğü nehy eylemez/erdi!"
Ebu Ubeyde bin Cerrah şöyle demiştir: Resul (sal­
lallahu aleyhi ve sellem)'e dediler ki: Ya Rasulullah! Şe­
hitlerden kimin derecesi en üstün derecedir. Rasulul­
lah Efendimiz de buyurdu ki: "O kişinin ki, öldürecek

67
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

olsa bile zalim bir sultanın kötülüğünü neyheder. Eğer


öldürülmezse, onun defterine, yaşadığı müddetçe hiç­
bir zaman günah yazılmaz."
Ve yine Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyur­
du: "Şehitlerin en faziletlisi, zalim bir sultana iyiliği
emrettiği ve onu kötülükten yasakladığı için sultanın
öldürdüğü kişidir. Bu şehidin yeri, cennette Hamza ile
Cafer arasındadır."
Haberde gelmiştir ki: "Allahu Teala Yuşa Nun aley­
hisselama vahiy gönderdi. Şöyle buyurdu: "Senin
kavminden 100.000 kişiyi helak edeceğim! Bunların
40.000 kişisi iyi amelli kişilerdendir, 60.000 kişisi de
kötü amellilerdir." O zaman Yuşa aleyhisselam: 'Ya
Rabbi, dedi, iyi amelli kişileri niçin helak edeceksin?
Allahu Teala buyurdu: "Şundan ötürü ki, diğerlerine
düşmanlık etmediler. Yemede, içmede, oturup kalk­
mada ve alışverişlerinde onlardan sakınmadılar."

Nehy-i Münker'in Şartları


Sen bil ki, iyi şeyleri yaptırmak, kötü şeyleri ya­
saklamak bütün müslümanlara vaciptir. Bunun bilgi­
si ve şartlarını öğrenmek, bilmek bütün müslü- man­
tara farzdır. Çünkü şartlarıyla yapılmazsa onu yerine
getirmek mümkün olmaz.
Nehy-i münkerin dört rüknü vardır:
1- Nehyeden kişi,
2- Nehyedilen kişi,
3- Nehyedilen konu,
4- Nehiy eylemenin nasıl yapılacağı.

68
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Birinci Rükün: Nehy-i Münker'i Kim Yapar?


Nehy-i münker yapanın müslüman ve buluğa er­
mesi şarttır. Çünkü nehy-i münker, dinin hakkını eda
etmektir.
Bir kimse din ehli olursa, o böyle bir hakka layık
olur. Kimileri arasında, adaletin ve sultanın izin ver­
mesi şart mıdır, değil midir? diye de ihtilaf vardır. Bi­
ze göre doğru olan şudur ki; nehy-i münker yapacak
kimsenin adil ve zahid olması şart olmadığı gibi sul­
tanın izni de şart değildir. Çünkü adalet ve zahitlik
nasıl şart olabilir? Bir kişi nehy-i münker yapmak is­
tese, hiçbir günah işlememiş olması şart konulursa,
nehy-i münker yapılamaz. Çünkü hiç kimse günahtan
masun değildir.
Hasan-ı Basri'ye bir kişi şöyle dedi: Bir kimse di­
yor ki; özü sözü temizlemeden halkı dine çağırmayı­
nız! Siz ne buyurursunuz? Hasan-ı Basri de dedi ki:
Şeytan da, bu sözü arzu eder. Ta ki, bu sözü bizim gö­
zümüze hoş göstersin ve nehy-i münker'in yolunu bi­
ze kapasın! Bu meselede bilinecek şey nehy-i mün­
ker'in iki türlü olmasıdır.
Birincisi: Nasihatla, vaaz iledir.
Bir kişi bir iş işler ve başkalarına da: "Bu işi işleme­
yin!" diye öğüt verirse bunun, halkı kendisine güldür­
mekten başka hiçbir faydası olmaz. Onun vaazı, halkın
gönlünde hiç iz bırakmaz. Bu kötülüğü yasaklama işi
fa.sık kişiye layık değildir. Belki halkın dinlemedikleri­
ni görüp kendisine güleceklerini de bilirse bu nehy-i
münkerle günahkar bile olur. Çünkü vaazın revnakı ve
şeriatın haşmeti halkın nazarında batıl olur. Bundan

69
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

ötürüdür ki, günahı meydana çıkan bilginlerin halka


ziyanı vardır ve böyle vaaz eyleyenler günahkar olur­
lar. Bundan ötürüdür ki, Resul (sallallahualeyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "Bizi Miraca ilettikleri gece, bir
kavim gördüm. Dudaklarını uzun bir makasla keser­
lerdi. Onlara: "Siz kimlersiniz?" dedim. Onlar: 'Biz, hal­
ka iyilik yapın! diye söylerdik. Ama kendimiz iyilik iş­
lemezdik ve halkı şerden yasaklardık, kendimiz kötü­
lükten el çekmezdik" dediler."
İsa aleyhisselama vahiy gelmişti. Şöyle diyordu:
"Ey Meryem'in oğlu! Öğüt kabul eylersen önce kendi­
ne öğüt ver. Ondan sonra halka nasihat eyle. Ama
benden utan!"
İkincisi: El ile zor ve kuvvetle olur. Şarap görüp
dökmek gibi, saz aletlerini görüp kırmak, söğmek gi­
bi! Ve eğer bir kişi bir fesada, kötülüğe yönel- se o ki­
şiyi zorla, kahırla o fesaddan döndürmek gibi ki, bu
türlü kötü şeylerin yasaklanmasını fa.sık olan kişile­
rin bile yapması caizdir. Çünkü bir kimseye iki şey
vacip olur. Biri şudur ki: Kötü işi kendisi işlememeli­
dir. İkincisi şudur ki; başka bir kişiyi kötülüğü işle­
meğe bırakmamasıdır. Eğer denilirse ki: Bir kimse
kendisine kötü işleri yasaklayamazsa başka kimsele­
re o işten el çektirmek neden gerekir? Mesela bir ki­
şi: İpek elbise giymek kötü bir şeydir! dese, sonra
kendisi ipekliler giyerek başkasını men eylemeğe
kalsa veya şarap için biri, başkalarının şarabı dök- se,
bu hareketler çirkindir dense, bu sözler için biz deriz
ki: Çirkin şey ayrıdır, batıl şey ayrıdır. Bu şundan
ötürü çirkindir ki, o kişi, en önemli olan bir şeyden el
çekmiştir. Onu kendisi yapmamıştır. Ve şundan

70
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

ötürü de çirkin değildir ki, yapılmaması gereken bir


şey nehy etmiştir. Eğer bir kimse oruç tutsa ve na­
maz kılmasa bu çirkin görülür. Sebebi de en mühim
olan bir şeyden, namazdan el çekmiştir. Bu, kabih sa­
yılır.
Çünkü namaz, oruç tutmaktan daha ehemmiyetli,
daha önemlidir. Yoksa sadece oruç tutmuş olması
çirkin değildir. Yine bunun gibi işlemek, buyurmak­
tan daha mühimdir. Bu ikisi de farzdır. Lakin buyur­
manın şartı yoktur.
Çünkü biri, ötekine şart değildir. Bunun da mana­
sı: "Şarap içeni şarap içmekten yasaklamak için ken­
disinin şaraptan el çekmesi gerekir. Şaraptan men
eylemenin vücubu şarap içenden düşer!" demek de­
ğildir. Çünkü bir farzı yapmadı diye öbür farzın da o
kişi üzerinden düşmesi muhaldir.
Sultanın izin vermesine gelince: "İyilikle amel
edin, kötülüğü menedin" diye sultanın emir vermesi
ve ferman yazması da şart değildir. Çünkü geçmiş
günlerde yüce kişiler, sultanlara ve halifelere bu
emr-i ma'rG.fu ve nehy- i münker'i her zaman yap­
mışlardır. Bunların hikayesi uzundur. Böyle kısa bir
kitapta anlatılması uygun olmaz. Zikrolunan mesele­
nin hakikati, o vazi-felerin derecelerini anlamakla bi­
linir ki, onun da dört derecesi vardır:
Birinci Derece: Öğüt vermek, nasihat kılmak, Alla­
hu Teala ile korkutmaktır. Bu da bütün müslümanla­
ra vaciptir. Sultan tarafından ferman çıkarılmasına,
emir yazılmasına hacet yoktur. Ferman çıkarılması
nasıl lazım olur ki, ibadetlerin en yücesi sultanlara

71
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

öğüt vermektir. Onları Cenab-ı Hak'la, Yüce Yara­


dan'la korkutmaktır.
İkinci Derece: Sert sözler söyleyip: Ey fa.sık, ey za­
lim, ey ahmak, Allah'tan kork! Bu işi işleme! demek­
tir. Bu sözleri söylemek için de hiçbir fermana ihtiyaç
yoktur.
Üçüncü Derece: Eliyle yasaklamaktır. Mesela şara­
bı yere dökmek, çalgıyı kırmak, başta olan bir ibrişim
tülbendi çekip almak, çıkarmak, zor kullanmaktır.
Bunların hepsinin yapılması, ibadetin farz olduğu gi­
bi farzdır. Birinci Bölüm'de anlattığımız gibi, bir kim­
se mü'min olursa şeriat ona, sultan icazet vermemiş
bile olsa bu izni vermiştir.
Dördüncü Derece: Sopa ile döğmek, canını yakmak­
la korkutmaktır. Eğer, döğülenler, korkutanlar ve on­
ların taraftarları toplanıp karşı koyarlarsa ve yardım
almak zorunda kalınırsa o zaman, sultanın izni olmasa
da kendi taraftarlarını toplayıp bu fitneyi bastırmalı.
Fakat belki bir karışıklığa, bir fitneye yol açması bakı­
mından sultanın müsaadesi alınırsa daha iyi olur.
Nehy-i münker'in derecesinin çeşitli olması şaşıla­
cak bir şey değildir. Mesela oğul, babasını kötü iş
yapmamakta uyandırmaya kalkarsa tatlı tatlı söyle­
mekten başka şey yapması caiz değildir. Hasan-ı Bas­
ri derdi ki: Babanıza nasihat eyleyin. Eğer kızıp hu­
zursuz olursa susun.
Babaya acı söz söylemek, cahil ve ahmak demek,
bunlar gibi sözlerle hitap etmek de reva değildir. He­
le babayı kamçı ile döğmek asla caiz değildir. Baba
kafir de olsa ona sopa vurmak, hatta babası fa.sık

72
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

olup kendisine had cezası vurmak gerekse ve oğlu


cellad bile olsa, hiç caiz değildir.
Oğlunun elinden gelirse babanın elindeki şarabı
dökmeli, ipekli elbisesini sökmeli, haram olarak aldı­
ğı bir şeyi sahibine geri vermelidir. Gümüş maşra­
basmı kırmalı, duvarlarda olan resimleri silmeli.
Bunlara benzer ne varsa onları ortadan kaldırmak
caizdir. Zahir olan budur ki, çocuk doğru iş işlemiş
olur. Baba kızsa da kızgınlığı yersizdir. Bu onu döğ­
mek, ona söğmek demek değildir. Bununla beraber
birisi, babasının kırılıp üzüleceğini bilse, bunları da
yapmamak gerekir. Nitekim Hasan-ı Basri Hazretleri:
Babanın kızmak ihtimali varsa susun! Nasihat eyle­
mekten de el çekin kaçının! Der.
Sen bil ki, efendinin kölesine, kölenin de efendisi­
ne, kadının kocasına, memurların sultana, devlet rei­
sine nehy-i münker etmesi, çocuğun babaya ihtarda
bulunması gibidir. Bunlar üzerinde de diğerlerinin
büyük hakları vardır. Fakat öğrencilerin hocalarına
ikazda bulunması daha kolaydır. Çünkü, din öğrenci­
sinin üstadlarma saygısı yalnızca din dolayısıyledir.
O bilgilerle amel eylemezse olmaz. Çünkü alim kişi il­
mi ile amel etmezse kendi hürmetini yere vurmuş
olur, saygısını kaybeder.

İkinci Rükün: Nehy-i Münker Nerede Yapılır?


Bir iş münker olursa ve hala kötülüğü sürdürüyor­
sa onu yasaklayacak olan kişi bunu arayıp sormadan,
incelemeğe hacet kalmadan açıkça biliyorsa o iş için

73
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

yasaklama yapılır. Bu cümleden olarak dört şart bi­


linmelidir.
Birinci Şart: Yasaklanacak iş, büyük günah olmasa
bile çirkin, kötü bir hareket olmalıdır. Hatta küçük
günah hududunda bile olsa yine yasaklanmalıdır.
Mesela bir delinin yahut bir çocuğun bir hayvana uy­
gunsuz harekette bulunduğu görülünce onu yasakla­
mak gerektir. Her ne kadar bu münasebete masiyet
denilmezse de. Çünkü ne hayvan, ne deli ve ne de ço­
cuk mükellef kimselerdir. Fakat bu gibi fiiller şeriatta
çirkin ve kötü sayılır. Bir divaneyi şarap içerken veya
bir çocuğu bir kişinin malını ziyana uğratırken gören
kişinin, bunu meneylemesi gerekir. Hele bir günah
işlenmiş olursa, küçük günahlardan da olsa, onu me­
neylemek iktiza eder: Hamamda avret yerini açmak,
kadınların ardından dikkatli dikkatli bakmak gibi gü­
nahlardan meneylemek gerektir.
İkinci Şart: Nehy-i münker yapılabilmesi için gü­
nahın o anda işlenmesi lazımdır. Günah işlenmeden
önce veya sonra o kimseyi nasihat vermekten başka
bir şeyle incitmek doğru değildir. Bir kimse içki iç­
meyi bitirdikten sonra ona ancak içki içmemesi için
nasihat verilir, böyle yapmasının doğru olmadığı bil­
dirilebilir. İçki içtiğinden dolayı ona had vurmayı sul­
tandan başkası yapamaz. Bunun gibi "Bu gece içki
içeceğim" diye düşünen veya böyle söyleyen kimseyi
de henüz işlememiş olduğu bu günah için döğmek
veya onu bu günahtan men etmek için döğmek, incit­
mek, canını yakmak doğru değildir.
Olsa olsa ona içmemesi için nasihat edilebilir. Eğer

74
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

içmeyecegım derse mutlaka, içeceğini düşünerek


hakkında su-i zanda bulunmamalıdır. Bir kadınla
tenhada yalnız oturan erkeğe, oturmadan önce nehy-i
münker yapılabilir. Çünkü tenha bir yerde bir kadın­
la yalnız olarak oturmak zaten günahtır. Bilahare zi­
na suçunu işlerlerse o da ayrı bir günah olur. Yine
böyle kadınlar hamamının önünde bekleyip hamam­
dan çıkacak kadınları seyredecek olan kimseye de
nehy-i münker yapılır. Yani orada kadınların çıkma­
sını beklemenin doğru olmadığı kendisine bildirile­
rek bundan men edilir. Çünkü orada durup beklemek
de başlı başına bir günahtır.
Üçüncü Şart: Kötü işi yasaklayan kimseye, günah
işleyenin günahı, tecessüste bulunmadan açıkça belli
olmalıdır. Çünkü tecessüste bulunmak reva değildir.
Bir kişi evine girip kapısını kapayıncaya ve onun izni
olmayınca o eve girip: Ne işler yapıyorsun? diye göz­
cülük etmenin caizliği yoktur. Bir işi yasaklamak için
kapıdan ve damdan kulak kabartmak da caiz değil­
dir. Eğer haram olan çalgı seslerini işitirse o kişi gö­
zeticilik edebilir. Ama Allahu Teala'nın örttüğü örtü­
yü açmamak gerekir. Ancak saz eserleri ile sarhoşla­
rın naralarını dışarıdan duyan bir kişi, onların iznini
almadan içeri girer. Yasakçılık ödevini yapar. Ancak
fasıkm biri, eteğinin altına bir haram şey alır da git­
meğe kalkarsa ve şarap, içki olması ihtimali varsa o
kişiye: O nedir? Bana göster! Demesi reva değildir.
Çünkü bunu yapmak tecessüs olur. Belki de şarap
olmayan bir şeyi gizli götürmektedir. Ama bir kişi, iç­
kinin kokusunu alsa, onu döküvermesi caizdir. Ayrıca
eteği altında kopuz, saz götürüyorsa ve esvabı dar ve

75
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

ince ise o sazın şekli biliniyorsa onu kırmak, parçala­


mak revadır. Eğer bundan başka bir şey olmak ihtima­
li olursa görmemezlikten gelmeli. Bu daha iyidir.
Dördüncü Şart: Yasaklanacak şey mekruh cinsin­
den olmalıdır. Ve bu yakinen bilinmelidir. Onun
münker olması zanla ve içtihadla olmaz.
Bu hale göre, Şafü mezhebinden olan bir kimsenin
Hanefi mezhebinde olan kimseye: Kızın velisi olma­
dan nikah yapılıyor! diye itirazda bulunması doğru
olmaz. Ama Şaffi mezhebinden olan kişi, velisiz nikah
eylerse yahut hurma ne- bizi içerse ona karışmak, iti­
raz etmek revadır. Çünkü bir kimsenin, kendi mezhe­
binin ulularına uymaması reva değildir.
Bir kişi: Herkes dilediği mezheblere göre amel et­
sin! Derse o kişinin sözü beyhudedir, boştur, güvenil­
meğe yaramaz. Belki her kişi, kendi zan ve düşünce­
sine göre bir mezhebi kabul etmek zorundadır.
Çünkü onun zannı, mesela: İmam-ı Şafü bütün
imamların en alimidir, dese, onun Şaffi mezhebinde
muhalefetinde, kötülük, şehvet arzularına uymaktan
başka hiçbir özrü yoktur.
Ama bid'at ehli ki, Allahu Teala'ya cisim izafe eder.
Kur'an'a mahluk diye bakar ve "Allahu Teala'yı gör­
mek kimseye müyesser olmaz!" derler veya bunun
gibi neler söylerse bunlara karşı yasakçılık etmek la­
zımdır. Her ne kadar Şafü mezhebinde olanların Ha­
nefi ve Maliki mezhebinde olanları yasaklamaları
caiz değilse de bid'at sahibi olanların hataları kesin­
dir. Maliki veya Hanefi mezhebinde olanların hatası
ise yakinen bilinmez.

76
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Lakin bid'at ehline karşı yasakçılık yapılan bir şe­


hirde, böyle kişilerin sayısı az olmalıdır. Çoğu Ehl-i
Sünnet'ten bulunmalıdır.
Ama bir şehirde ayrı inançta iki grup olursa, birisi
kötü itikatlarda ya- sakçılık yaparsa, öteki de nehy-i
münkerde bulunursa (onlar da ötekilerini yasaklar­
sa) o zaman o iş fitneyi doğurur. Ancak o zamanın pa­
dişahının (hükümetinin) izni ve kuvveti ile fitne da­
ğıtılabilir.

Üçüncü Rükün: Nehy-i Münker Kime Yapılır?


Bir kişinin kötü işleri yasaklaması için kendisinde
bulunması gereken şartlar vardır: O kişi mükellef ol­
malıdır. Ve işlenen kötü işin günah sayılması gerek­
tir. Onun, kendisine hürmet duyacağı bir kimsesi ol­
mamalıdır. Mesela: O şahıs babası gibi bir kişi olma­
malıdır. Zira, onun hürmeti, evladın el ile veya dil ile,
sair hareket verici şeylerle olan yasakçılığa mani
olur. Fakat deli ve divaneyi, küçük çocuğu da kötü
şeylerden yasaklamalıdır. Nitekim önceden zikrolun­
du. Ama bunları menetmeye denilmez. Nasıl ki, müs­
lümanların tarlasına hayvan girip ekinini, otunu yer­
ken gören kimse o hayvanı yasaklar. Böylece müslü­
manların malını muhafaza etmiş olur. Lakin bu hay­
vanları yasaklamak, ekini yemesine mani olmak va­
cip değildir. Ancak meneden kişiye kolay olursa müs­
lümanları zarardan korumak gerektir. Ziyan ve zah­
met olmayınca hayvan tarlaya girmekten alıkonur ve
bu da kolaydır. Bu kadarını yapmak da vaciptir. Bu
müslümanların hakkını korumaktır.

77
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ama eğer bir akıl ve baliğ kişi, bir kimsenin malını


telef eylerse onu meneylemekte zahmet de olsa onu
yasakçılık etmek gerekir. Çünkü o bir zulümdür ve
günah işlemektir. Zulüm ve günaha karşı çıkıp onu
engellemek zahmetinden kaçınmak doğru olmaz. Bu
zahmeti çekmek gerektir. Ancak dayanamayacağı, ta­
kat getiremeyeceği kadar onu yasaklamaktan acizse
bunu yapamaz. Kötülükleri yasaklamaktan maksat
Müslümanlık yollarını ortaya koymaktır. Bundan do­
layı bunun zahmetini çekmek vaciptir, farzdır. Eğer
bir koyun sürüsü bir tarlaya girse, o sürüyü tarladan
çıkarmak gerekse, elbette yorulur. Yorulduğu için de
o koyun sürüsünü tarla dışına sürmek vacip olmaz.
Çünkü kişi, kendi hakkını da başkalarının hakkı gibi
korumak zorundadır. Kendisinin vakitleri, yine ken­
disinindir. Kendisinin vakitlerini bir korunmasına
sarfeylemesi onun üzerine vacip değildir. Ama ona
vacip olan dininin yolunda tavizde bulunması, canını
karşılık tutması, vakitlerini harcaması ve böylece gü­
nahından kurtulması, o günahı engellemesidir. Ama
günahı engellemek için zahmetlere katlanmak vacip
olmaz. Bunda açıklanacak dört hal vardır:
Birincisi: Bir şeyi menetmekten kendini aciz du­
yarsa, yani elle olsun, dille olsun yasaklamak işi elin­
den gelmiyorsa, ma'zur sayılır. Ona gönüllü red eyle­
mekten başka bir şey vacip olmaz. Ama acizliği yok­
sa, ancak kendisini vururlar korkusu ona hakimse,
karşımdakilerin günahtan el çekmediklerini görür ve
bilirse onları yasaklamak da vacip olmaz. Lakin bu
gibi yerde dil ile, el ile yasakçılık yapıp zahmetlere
sabır göstermek mübahtır. Hatta bu sabırda sevaba

78
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

bile erer. Çünkü haberde şöyle buyurulmuştur: Şu


şehidden daha faziletli kimse yoktur ki, bir zalim sul­
tana iyilikleri emrettiği ve onu kötülükten yasakladı­
ğı için öldürülmüş bulunsun.
İkincisi: Günahı kaldırmağa gücü yeterse ve hiç
korkusu yoksa, bir kadir-i mutlak bir kimseyi bu ya­
sakçılık ödevini seçtiği halde o bu yasaklamayı yap­
mazsa asi olur.
Üçüncüsü: Günah işleyenler, günahtan el çekmez­
lerse ve kötülükleri yasaklayan kişiyi vurmağa güçle­
ri yetmezse bu gibi kişinin üzerine şeriata ta'zimden
ötürü dil ile kötülükleri men eylemek vacip olur.
Çünkü kalp ile inkar eyleyebildıği gibi dil ile de inkar
eylemeğe gücü yetebilir.
Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyu­
rur: "Sizden biriniz bir kötülüğü gördüğü zaman onu
eliyle bozsun. Gücü yetmiyorsa diliyle bozsun. Buna da
gücü yok ise kalbiyle bozsun. Bu, imanın en zayıf ola­
nıdır."
Dördüncüsü: Günahı meneylemek ümidi olmaz­
sa, kendisine zarar eriştireceklerinden korkusu var­
sa o kişiye kötülükleri yasaklamak vacip olmaz. Nite­
kim, şarap şişesini vurup kırmak yahut çalgı aletleri­
ni kırmak ona vacip değildir. Ancak yine kötülüğü
menedip belaya sabreylemek en faziletlisidir. Çünkü
Allahu Teala şöyle buyurur: "Kendi ellerinizle kendi­
nizi tehlikeye atmayın." (Bakara: 195)
İbn-i Abbas şöyle buyurur: Bu ayetin manası şu­
dur ki, malınızı Hak Teala yolunda nafaka eyleyin. Ta
ki, helak olmayasınız.

79
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Sözün kısası; eğer bir müslüman, kendisini kafirle­


rin saflarına atıp orada yer tutup dayanabilirse ölün­
ceye kadar çarpışması caizdir. Gerçi bu kendisini teh­
likelere atmaktır. Ama onun da kafiri öldürmesi ihti­
mali vardır. Belki de kafirlerin yürekleri ürker ve: Bü­
tün müslümanlar böyle bahadır kişilerdir! Derler.
Bundan ötürü bu bahadırlıkta, kahramanlıkta se­
vap çok fazla olur. Eğer gözleri olmayan ya da elin­
den bir iş gelmeyen kişi kendisini düşman safları içi­
ne atsa, bu caiz değildir. Çünkü bu kişiler kendilerini
faydasız, yararsız yere öldürtmüş olurlar.
Bunun gibi eğer nehy-i münker yapan kimsenin
kendisini öldürseler yahut yaralasalar, incitseler, böy­
le bir yerde fa.sıklar günah işlemekten el çekmezlerse,
o kişiyi gören müslüman bir kişiye hayrı dokunmaya­
caksa onun gösterdiği celadet karşısında fasıkların gö­
nüllerinde taş gibi bir duygusuzluk meydana gelecek­
se, buna benzer bir kişinin nehy-i münker yapması
caiz değildir. Çünkü fayda yerine zarar vermiş olur.
Bir kimsenin nehy-i münker yapmaktan korkma­
sında iki şekil vardır:
1- O kişinin korkusu, belki de kendisinin vehmin­
den, zannından ileri gelir.
2- Yahut kendisinin ölmesinden korkmayıp da
mevkiinden veya geride bırakacağı çoluk çocuğuna,
akrabasına zarar, eziyet gelmesinden korku duyar.
Birinci şekilde eğer döğüleceğini iyiden iyiye, kesin
olarak biliyorsa halkı uyarmakta ma'zur olur. Yani
nehy-i münker yapamaz. Eğer döğüleceği hakkında
kesin bilgisi, kanaati yoksa yalnız bunun ihtimalini

80
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

düşünürse nehy-i münker yapmakta ma'zur sayılmaz.


Çünkü bu ihtimal uzaktır. Zaten böyle bir vehim her
gönülde vardır ve gönülden uzaklaşmaz.
Eğer şüphe üzerinde ise "Döğülmem veya döğülü­
rüm!" diye düşünürse böyle bir yasakçılık onun üze­
rine vacip olur. Zira bu mühim farz, kuşku ve şüphe
ile ortadan kalkmaz. Hatta deriz ki, selamet olan yer­
de, kötülüğe nehyetme ödevini yapmak vacip olur.
Başka şekillerde olan zarara gelince: Bu da ya mal­
da, ya mevkide, ya kendisinde, ya akrabasında, ya
hizmetkar ve kullarında ziyan doğacağı hakkında
kalbinde korku uyanmasıdır. Yahut kendisine dil
uzatılmasından endişelenir. Ya da kendisinin din ve
dünya kazançlarına engel olacağından korkar. Bunla­
rın her birinin bir hükmü vardır.
Kendisi için korkmasında iki kısım vardır:
Birinci Kısmı: Gelecek zamanda kendisinin başı­
na bir şey gelmesi korkusudur. Eğer efendisine uya­
rıda bulunmaya kalkarsa gündelik veya aylığını ver­
memesinde korkar, yahut ona bir işi düşerse yapma­
yacağını ve kendisini korumayacağını düşünürse, bu
gibi şeylerde nehy-i münker ma'zur görülmez. Zira
bunların hepsinin olması korkusu ileriye, geleceğe
aittir. Ama eğer bu korku yakın bir zamana aitse, me­
sela hasta olsa, hekimin de elbisesi ipekten olsa, onu
bu ipekten nehyetse, onun kendi hastalığına bakma­
yacağını sansa ya da fakir biri olsa, gücü olmasa, ne
azığı var, ne tevekkülde bulunursa ve kendisine nafa­
ka vereni kötülükten men ettiği taktirde: "Nafakam
kesilir!" diye korkarsa, yahut bir kötü kişinin eline

81
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

düşer de kendisini koruyacak bir durumda olmazsa


nehy-i münker ona borç olmaz. Çünkü bunlar ona en
yakın bir zamanda, hatta o anda gerekli olan ihtiyaç­
lardır. Zararları da o anda zahir olur, belirir. Ancak
bu zararın miktarı, yerine göre türlü türlü olur. Onu
bilmek düşünce ve içtihadla ilgilidir. Bundan ötürü,
kişi kendi dinine bakıp ihtiyatlı olmalı. Ta ki, bir za­
ruret olmadan kötülüğü yasaklamayı, yani nehy-i
münker'i elden bırakmamalı.
İkinci Kısım: Nehy-i münkerde bulunan kişi, ken­
disine bağışlanmış olan nimetler kaybolacak diye
korkar. Mesela:
a) Ya malımı alırlarsa;
b) Ya evimi başıma yıkarlarsa;
c) Yahut vücudumun sağlığı elden giderse;
d) Ya beni soyup soğana çevirerek döverlerse;
e) Ya namusum elden giderse;
Deyip ürkerse o kişi bundan ötürü ma'zur sayılabi­
lir. Ama bir şeyden, ırzına, namusuna dokunulmasın­
dan korkmaz da vekar ve haysiyetine dokunulmasın­
dan ürkerse bu düşünce ma'zur görülmez. Zira, ken­
disini baş açık pazar yerine, halkın arasına sürmeleri,
hakarette bulunmaları, süslü, ziynetli elbiselerini giy­
mesini önlemeleri, ya da yüzüne karşı edebe aykırı,
bayağı sözler söylemeleri, bunların hepsi mevkiinin
yüceliğinden ileri gelir. Bu sebeplerden ötürü yasak­
lamayı bırakmak şeriatta makbul değildir. Lakin na­
mus ve haysiyetini korumak şeriatta güzel işlerden­
dir. Nitekim: Düşmanlarım bana gıybette bulunurlar,
arkamdan söz söylerler. Dostlarım bana dil uzatır,

82
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

beni düşman sayarlar. Adamlarım ve yakınlarım nice


işlerde bana itaat etmezler! diyerek korku duysa,
şüphe yok ki, bunların hiçbiri özür sayılmaz. Çünkü
kötülükten nehyeyleyen hiçbir kimse yoktur ki, bu
sözlerden uzak kalabilsin ve onun hakkında söylen­
miş olmasın. Yasaklama şekli, ancak gıybet şeklini
alırsa her türlü şimşekleri kendisine çeker. Böylece
günah işleyeceğinden korkarsa bu sebeplerle nehy-i
münkerde bulunması kendisine caiz değildir.
Fakat kendi hısım ve akrabasına, yakınlarına zarar
erişmesinden korkarsa ve şu zahit gibi ki, kendisine
dokunulmayacağını bildiği ve malı da olmadığı halde:
'Ya malımı alırlarsa? Ya yakın kişilerimi intikam için
incitirler, ya hizmetçilerime kötülük ederlerse!" diye­
rek korkular içinde kalırsa ona nehy-i münker caiz de­
ğildir. Çünkü insan kendisine gelen zarara sabreyler,
ama başkasına gelen zarara sabreylemeye cevaz yok­
tur. Aksine, başkalarının hakkını korumak dinin hak­
kıdır. Dinin hakkı da hakların en önem 1 i sidir.

Dördüncü Rükün: Nehy-i Münker Nasıl Yapılmalı?


Ey aziz kişi! Sen bil ki, kötülüğü yasaklamanın se­
kiz derecesi vardır: Kötülükten yasaklayacağın kim­
senin önce halini bilmek gerekir. Sonra o kişiye bunu
bildirmek gelir. Sonra nasihat edilir. Daha sonra dil
ile hareket etmeli ya da el ile korkutmalı ya da yara­
lamalı veya döğmekle tehdit etmeli. Yahut silah çek­
meli. Çok mecbur kalınca yardımcı arkadaşları topla­
yıp savaşa girişmeli.

83
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Yalnız bu zikrettiğimizde sırasıyla dikkat edilmesi


vaciptir.
Birinci Derece: Halin gerçeğini bilmektir. Önce
münker olan (kötülüğü söyleyecek olan) şeyin varlığı
yakından bilinmelidir. Kapıdan veya damdan dinle­
mekle veya komşulardan sorup öğrenmekle hiçbir
şey öğrenilmemeli. Eğer, eteğinin altında bir şey olsa
el sokup: "Bu nedir? "' denilmemeli. Eğer kulak ka­
bartmadan, tecessüste bulunmadan saz sesleri işitse,
yahut içki kokusu alsa, yahut içki olduğunu görse o
zaman onu yasaklamaya kalkmalıdır. Eğer iki adil
kimse ona, bunları haber verseler, o iki şahidin sö­
züyle evin içine izinsiz girmesi caizdir. Ama bir adil
kişinin sözü dinlenmemelidir. Zira, o kişinin evi ken­
di mülküdür. Bir kişinin sözü ile onun mülkiyet hakkı
bozulmaz. Rivayet edilir ki, Lokman aleyhisselam'm
yüzüğünde şöyle yazı vardı: Gözün görüp örttüğü
şey, şüphede rüvsay etmenden daha yeğdir.
İkinci Derece: Tarif etmedir. Yani nehyi bildirmek­
tir. Kimi olur ki, bir kişi iş işler, onu işlemenin caiz ol­
madığını bilmez. Sanki bir köylü bilgisizliğindedir ki,
adam mescide gelir, namaz kılmağa kalkar, rüku ve
secdeyi tam yapmaz. Yahut ayakkabısında necaset
olur. Onu temizlemeden namaz kılar. Ama bunların
namazda caiz olmadığını bilseydi namaza, rüku ve
secdeye kalkmazdı. Böylece bu gibi kişiye bunları bil­
dirmek gerektir. Ve bundaki edeb, bunları lfı.tf ile bil­
dirmektedir. Ta ki, köylüceğiz incinmesin, huzursuz
olmasın. Zaruret olmadan bir müslümanı incitmek
reva değildir. Bir kişiye, bir şey öğretirken onu bilgi­
sizlikle, cahillikle, nadanlıkla suçlamamalıdır. O kişiye

84
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

hakaret etmiş, onu zavallı görmüş, yaralamış olursun.


Gönülde açılan bu yara da merhemsiz iyileşmez. Ve
merhem de o kişiden özür dilemektir. Hiç kimse ana­
sından bilgin olarak doğmaz. Aksine, her şey öğren­
mekle olur. Bir kimse öğrenmeyip cahil kalırsa günah
önce anasında ve babasındadır.
Üçüncü Derece: Kötü işler yapana nasihat ver­
mektir. Ama bu öğüt tatlı tatlı, incelikle, mülayemet
içinde olmalıdır. Kızmamak gerektir. Eğer bir kişi, bir
şeyin haram olduğunu bilmese, ona o şeyin haram ol­
duğunu anlatmakta çokluk fayda vardır. Eğer anla­
mazsa onu korkutmak gerektir. Bu yolda lütuf, tatlı
öğüt şöyle olur: Eğer bir kişi gıybette bulunuyorsa
ona: Bizden kim vardır ki, onun bir kusuru, bir ayıbı
olmasın? Sen kendi halinle uğraş, dur! Demeli, ya da
gıybet hakkında ona bir kitap okumalıdır.
Fakat verilen bu öğütte büyük bir afet vardır ki, on­
dan kurtuluş için ancak o kişinin Allahu Teala katında
hidayet bulmuş kişilerden olması şarttır. Çünkü öğüt
ve nasihat etmekte iki türlü üstünlük şerefi doğar. Şe­
reflerin biri kendi izzetini, ululuğunu ve zühtünü gös­
termektir. Birisi de öğüt verdiği kişinin üzerine hük­
metmek ve kendisinin zilletini belirtmektir. Bu iki hal
de makam, mevkii, baş olma sevgisinden ileri gelir.
Başkanlığı sevmek Ademoğlunun tabiatı ve yaratılışı
gereğidir. Çok zaman olur ki, bu gibi kimseler öğüt
vermekle şeriata itaatkar olduklarını sanırlar. Fakat
bu hatalı bir düşüncedir. Çünkü bu türlü öğüdün haki­
kati mevki ve başkanlıktır. Bunların şiddetli isteğine
boyun eğmektir. Bundan ötürü de nasihat edicinin
üzerine günah yazılır. Ve bu günah nasihat ettiği

85
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kimsenin günahından daha beter olur. Nasihat eden


kişinin kendi haline göz atması gerektir.
Eğer nasihat ettiği kimsenin tövbesinin başkası­
nın nasihati ile meydana gelmesini, kendi öğütlerin­
den hasıl olmasından daha çok ister ve kendi öğütle­
rini kerih görürse, nasihat etmesi doğru ve yerinde­
dir. Bu açıkladıklarımızı sevmeyip kendi nasihati ile
tövbe etmesini dilerse Allahu Teala'dan korkması ge­
rektir. Çünkü böyle hareket etmekle bu nasihat eyle­
diği kişiyi kendisine davet eder. Allahu Teala'ya da­
vet etmiş olmaz.
Dördüncü Derece: Kötü sözleri yasaklarken sert
ve şiddetli konuşmaktır. Bunda iki edeb vardır:
a) Biri şudur ki, güzellikle söyleyebilmek kafi ge­
lirse, iyilik ve dostlukla söylemelidir. Hiçbir zaman
kaba söz söylenmemelidir.
b) Birisi de kötü, çirkin söz söylenmemeli ve doğru
sözden ayrılmamalı, küfretmeye varılmamalıdır. An­
cak: Sen fa.sıkın birisin, ahmaksın, bilgisizsin! denilme­
lidir. Ama pek ileri varılmamalıdır. Resfıl-ü Ekrem
Efendimiz şöyle buyurmuştur: ''Akıllı olan şu kişidir ki,
kendini bilir, kıyamet günü hesabını idrak eyler ve
ölümden sonrası için gerekli işleri yapar. Ahmak kişi ise
kendi nefsinin hevasma tabi olur, kendini aldatarak,
'Benim günahımı sormazlar!' der, kendine teselli verir."
Pek söz, sert laf, bir fayda vereceği ümid edildiği
zaman söylenir. Eğer fayda vermeyeceği bilinirse yüz
ekşitir ve o kişiye hakaretle bakılır, surat asılır, yüz
döndürülüp uzaklaşılır.

86
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Beşinci Derece: Yasak ve menedilen şeyleri eliyle


ortadan kaldırmaktır.
Bu yolda da iki edep vardır:
a) Birisi şudur ki, eğer elden gelirse nasihat ver­
meli, ö kişiye buyrukta bulunmalı ve onun düşünce­
sini değiştirmeli. Mesela ona: İpek elbisenin yüzlerini
sök, zulüm yaparak kaldığın yerde oturma, oradan
çık! Denilmelidir. Eğer içki içiyorsa: İçkini dök! İbri­
şim kumaşlar içinde oturma! Demeli. Eğer boy ab­
desti gerektiği halde gusletmemişse: Camiden dışarı
çık! İhtarında bulunmalı.
b) İkinci edeb de şunu gerektirir ki, eğer bunlar o
kişiye fayda vermezse onun yakasına yapışmalı,
onu dışarı atmalıdır. Bunda dikkat edilecek edep şu­
dur: En küçük mertebeden başlamalı. Mesela elin­
den tutulup atılabilirse sakalına yapışmamalı. Elin­
deki sazı kırsa tuzla buz edilmemeli, ipek elbisenin
yüzünü yavaş yavaş çekmeli, onu yırtmamak. Şarap
kabını hurdahaş etmeli, parçalamak, şarap kabı içe­
nin elinde ise ve şarabı bundan ötürü dökmezse o
zaman o kabı taşla vurup kırmalıdır. Çünkü o kınlan
kabın hakkı, batıl olmuştur. Kıran kişiye, bedelini
ödemek borç olmaz. Eğer şarap şişesinin başı kü­
çükse ve şarap tamamen dökülemiyorsa ve dökün­
ceye kadar da şarap sahibi erişip kendisini patakla­
mak, döğmek ihtimali varsa, o şişeyi kırıp kaçmak
caizdir. Şarap ilk haram edildiği zaman, şarabın ka­
bının kırılması zikredilmişti. Fakat, o emir sonradan
ortadan kaldırılmıştır. Şöyle denilmiştir: O kaplar,
zaten şaraptan başka şeye yaramazdı.

87
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ama bu zamanda bir özür bulunmadan kah kırmak


caiz değildir. Kıran kişiye parasını ödemek gerekir.
Altıncı Derece: Kötülük, nehyedilecek yerde teh­
dit etmeli, karşısındakini korkutmalıdır. Mesela: Bu
tehdide -ancak sözle, nasikatla yola gelmez ve şarabı
yere dökmezse- lüzum görülür. Bunu yapanın da
edebi iki şeydir.
a) Biri şudur ki, o kişiyi layık olmayan bir şekilde
korkutmamalıdır. Mesela "Elbiseni yırtarım ha! Hem
evini de yakarım. Karma, çocuklarına işkence ede­
rim!" denilmemelidir.
b) İkinci edeb de şudur ki, elinden geleceği şekilde
şöyle korkutma yapılmalıdır. Ta ki yalan söylemiş ol­
mamalıdır. Mesela: Boynunu vururum. Seni boğazın­
dan asarım! Denmemek.
Çünkü bunlar yalandır, yapılamayacak işlerdir.
Ama eğer gönülde olan şeyin fazlasını söylerse, bu
şeyleri söylemekle korku yaratacağına inancı varsa,
bunları söylemek caizdir. Nitekim iki kişinin arasını
bularak onları barıştırmak isterse, artık eksik söyle­
mek gerekirse söylemek reva olur.
Yedinci Derece: Nehy-i münkeri (kötü işlerden
yasaklamayı) el ile veya falakaya çekip değnekle vu­
rup yapmaktır. Lüzum gördüğü takdirde bunu yap­
mak caizdir. Hacet olduğu vakitte ve hacet olduğu
miktarda yapılmalıdır. Bu zaman o kişinin işlediği
günahtan kendisini döğmeden, hırpalamadan el çek­
meyeceği zamandır.
Ama günah işleyen kimse bundan vazgeçerse bun­
lardan birisi ile ona ceza vermek haksızlık olur.

88
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Günahtan sonra ceza vermek, az veya belirli sayıda


falakaya çekmek, ancak sultanın emriyle olur. Bunda
edeb şudur ki, elle vurmak yeterli ise, değnekle vu­
rulmamalıdır. Sonra değnekle kaba etlerine vurmalı,
yüzüne, gözüne vurulmamalıdır. Bunlar yapılıp da
aklı başına gelmezse üstüne kılıç çekip yürümelidir.
Bu caizdir. Eğer bir kişi, bir kadınla yapışmış olursa
(cima halinde iseler) ve kılıçtan başka bir şeyle o işi
bırakmazlarsa kılıç çekip Üzerlerine yürümek reva
olur. Eğer yasakçı olan kimse ile günah işleyen kimse
arasında bir ırmak varsa ok yaya konulmalı ve ada­
ma: Bu işi bırak, yoksa sizi vururum! Demeli.
Eğer birbirlerine yapışmaları devam ederse, onları
okla vurmak caiz olur. Fakat oku oyluğu veya baldıra
atmalıdır. Korkulu, tehlikeli yerine vur- mamalıdır.
Sekizinci Derece: Yasakçı olan kişi, adam topla­
yıp vuruşmağa kalkmamalı. Çünkü işlediği kötü işten
menedilen öteki kimse de, belki kendi taraftarlarını
ve bildirdiklerini toplar, vurup kırmaya yol açar. Din
bilginlerinden bir kısmı şöyle demişlerdir: "Nitekim
bir kavim, kafirlerle izinsiz olarak gazaya gitse reva­
dır. Bunun gibi fasıklarla dahi destursuz cenk eyle­
mek caizdir. Eğer bu arada kötülükleri yasaklayan ki­
şi öldürülürse şehit olur."

Kötülükleri Yasaklayan Kişinin Edepleri Nelerdir?


Nehy-i münker yapan kişinin edebleri üçtür. Bun­
lar da: Bilgi, vera ve güzel ahlaktır.
Eğer bir kişinin bilgisi olmazsa kötülüğü yasakla­
mayı, iyiliği emretmekten ayıramaz. Eğer veraı ve

89
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

perhizi olmazsa iyiyi kötüden ayırsa bile maksadın


hilafına hareket eder. Eğer iyi ahlakı, olmazsa kendi­
sini incittikleri zaman öfkelenir, Allahu Teala'yı unu­
tur, şeriat sınırlarında duramaz, işlediği işi nefsinin
istediği gibi işler. Hak üstünde yürümez. Bundan ötü­
rü yasaklama işi ona günah olur.
Mü'minlerin Emiri Hazret-i Ali, bir kafiri savaşır­
ken yere yıkmıştı. Kafir, hayatından ümit keserek
yattığı yerden hakaret için onun mübarek yüzüne tü­
kürdü. O da onu öldürmekten vazgeçti. Kafir, hayret­
le bunun sebebini sorunca Ali: Kızmıştım. Eğer o an­
da seni öldürsem belki Allah için değil, nefsim için öl­
dürmüş olacaktım, dedi.
Bundan ötürü Rasulullah Efendimiz şöyle buyur­
du: "Emredileni ve yasaklanam bilmeyen,yumuşaklık­
la emredip yasaklamayan kimse emr-i ma'rufve nehy-i
münker yapmasın."
Hasan-ı Basri der ki: Bir işi emretmek, buyurmak
istersen, önce sen verilen emri yerine getirmeli ve
onunla amel etmelisin.
Hasan-ı Basri'nin bu sözü edebde şart değildir.
Çünkü Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'e ashab: Ya
Rasulullah! Önce biz amel etmeden emr-i ma'ruf ve
nehy-i münker'i yapmayalım mı? diye sordular. O da:
"Her ne kadar bütün iyiliklerle amel edip hepsini yeri­
ne getirmezseniz bile,yine iyiliği emredin ve her ne ka­
dar bütün kötülüklerden tamamen kaçmamıyorsanız
da yine de kötülükten men edin." diye buyurdu.
Kötülüğü yasaklayan vazifelerin birisi de sabırlı ol­
maktır. Kendisini huzursuzluğa salmamalıdır. Allahu

90
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Teala, Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "Ey oğul!


Namaz kıl ma'ruf (iyiliği) emret, münkerden (kötülük­
lerden) nehyet. Sana isabet edecek eziyete sabır göster.
Çünkü bunlar farz kılınan işlerdir." (Lokman: 17)
Yani sabır göstermeyen kimsenin elinden yasakçı­
lık gelmez.
Edeblerden mühim olan biri de şudur: Dünya ile
ilgisi çok olmamalı ve teması az olmalıdır. Yaptığı ya­
saklama işine tamah ederse bu iş batıl olur.
Ulu kişilerden biri her gün et torbasını doldurur,
kendisine verirdi. Bir gün kasaptan et alırken orada
kötü bir iş yaptığını gördü. Önce eve geldi, kediyi
koğdu. Sonra kasap dükkanına giderek gördüğü kötü
işin giderilmesi nasihatinde bulundu. Kasap: Bir kere
daha kedi için et ister misin? diye sordu.
O kişi de: Kediyi evden kovdum. Ondan sonra se­
nin yaptığın kötü işlen nehye geldim! dedi.
Eğer bir kimse, halk kendisine dost olsun, dua et­
sin ve kendisinden hoşnut kalsın, halini beğensin di­
ye karşılık beklerse o kişi nehy-i münker yapamaz.
Ey aziz kişi! Sen bil ki, asıl kötülüklerden nehyet­
me işinde gözetilecek şey şudur ki, günah işleyen asi­
den ötürü kaygılanmak, duygulu ve saygılı davran­
malı. Ona daima şefkat gözü ile bakmalı. Onu günah­
lardan menettiği zaman, sanki kendi oğulcağızını gü­
nahlardan yasakladığı gibi yasakta bulunmalı, her za­
man gönlünü kırmamaya dikkat etmeli.
Bir gün bir kişi Halife Me'mun'a kötülüklerde bu­
lunmaması hakkında çok sert sözler söyledi. Me'mun:
Ey civanmerdi Allahu Teala senden daha iyisini ve

91
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

benden daha kötüsünü göndermemiştir. Müşfik söy­


le, tatlı konuş! dedi.
Me'mfin, Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet-i kerimeye
işaret etmişti ki, Musa ile Harun Mısır hükümdarı Fi­
ravun'a gönderilmişti, onlara: "Firavun'a gidin. O ger­
çekten azdı. Ona yumuşak, mülayim söz söyleyin,belki
bu yolu severek kabul eder,yahut korkar! Denilmişti."
(Taha: 44)
Bu hususta Rasfilullah Efendimiz'e uyulmak ge­
rektir. Bir genç adam bir gün kendisinin yanına gel­
mişti: "Ya Rasfilullah! Bana izin ver de bir zinada bu­
lunayım!" dedi. Ashab-ı Kiram'm hepsi bağrışıp çağ­
rışarak gencin üzerine yürüdüler. O zaman Rasfilul­
lah Efendimiz: "Bu gençten elinizi çekin!" diye buyur­
du. Sonra onu yanına çağırdı, dizini dizine değdire­
rek: "Ey genç! Bir kişinin senin ananla bu kötü işi
yapmasını caiz görür müsün?" dedi. Genç adam:
"Caiz görmem!" dedi. Rasfilullah Efendimiz: "Halk da
kendi analarıy- la bu işin yapılmasını caiz görmez!"
diye buyurdu. Sonra: "Peki, bu işi senin kızına yapsa­
lar sever misin? Ya da teyzene veya halana eyleseler
reva görür müsün?" buyurdu: Genç de her biri için:
"Reva görmem, reva görmem, ya Rasfilullah!" diye
cevap verdi. Rasfilullah Efendimiz de her cevap hak­
kında: "Halk da senin gibi o işi sevmezler!" diye bu­
yurdu. Sonra yine sordu: "Kızkar- deşin için sever
misin?" Genç de: "Nasıl sevebilirim ya Rasfilullah?"
diye cevap verdi. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra
mübarek elini gencin göğsüne koydu, şu duada bu­
lundu: "Ey Allah'ım! Sen bu gencin kalbini tertemiz
eyle! Bunun erkekliğini koru ve haramdan sakla,

92
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

günahını bağışla!" dedi. Genç oradan ayrılıp gitti. On­


dan sonra o gence böyle kötülük yapma düşünceleri
hiç uğramadı.
Yine Sılla bin Eyşem bir yerde öğrencileriyle otu­
rurken yanlarından bir kişi geçti. Kaftanının etekleri
yerde sürünüyordu. Zaten Arapların gururlu, kibirli
kimselerinin adeti böyleydi. Bu kibirlerinden yasak­
lanmışlardı. Sılla bin Eyşem'in öğrencileri o mağrur
kişiye birkaç söz söylemeği düşündüler. Sılla: Siz su­
sun! Ben ona yeterim! dedi. O kişiye doğru ilerledi:
Kardeşim! Seninle konuşacak bir muradım var! dedi.
O kişi de: Nedir o? diye sordu. Sılla: Kaftanının eteği­
ni biraz yukarı çek, kaldır! dedi. O kişi: Allahu Teala
sana keramet versin! dedi. O zaman Sılla bin Eyşem
öğrencilerine: Eğer sertlikle, kabaca söyleseydim, ka­
bul etmezdi belki! dedi.

Çok Vaki Olan ve Adet Haline Gelen Münkerler


Ey aziz kişi! Sen bil ki, dünya münker şeylerle dol­
muştur. Bu zamanda insanlar münkerlerin düzeltilme­
sinden ümitlerini kesmişlerdir. Ve bütün münkerleri
dağıtmaya güçleri yetişmediği için, güçleri yetişenleri
de yasaklamaktan el çekmişlerdir. Bu anlattığımız din
ehli olanlaradır. Fakat gaflet içinde olanlar ise bu mün­
kerlere razıdırlar. Ve din ehli olan kimseye de yasakla­
yabildiği münkeri yasaklamaması caiz değildir.
Bunlardan bir kısmına işaret edelim. Çünkü bun­
ların hepsini açıklamanın yolu yoktur, mümkün de­
ğildir. Münkerlerin kimisi mescidlerde, kimisi pazar
ve çarşıda, kimisi hamam ve evlerde olur.

93
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Mescitlerdeki Münkerler
Mescitlerdeki münkerler şunlardır:
1- Bir kişinin namaz kılarken rüku ve secdeleri
tam etmemesidir.
2- Kur'an okurken, şarkı söyler gibi, teganni ile
okumasıdır.
3- Müezzinlerden kimilerinin ezan okurken ma­
kamlı okumaları hakkında yasaklama gelmiştir. Ya­
hut müezzinlerin "Hayye ales salah ve Hayye al'el fe­
lah" dedikleri zaman bütün vücutlarını kıbleden çe­
virmeleridir.
4- Bu da hatibe aittir ki, kara ipekli cübbe giymesi,
kılıcının kabzasının altın ile süslenmiş bulunmasıdır.
Bunlar haram şeylerdir.
5- Camiye gidip gürültü yaparlar, hikayeler, kıssa­
lar anlatır, şiirler okurlar. Muska, teşbih, koku gibi
başka şeyler satarlar. Bunları satmak caiz değildir.
6- Delilerin, küçük çocukların ve sarhoşların mes­
cide gelmeleri yasaktır. Ama kavga, şamata etmeyen,
uslu duran, sessiz çocukların, kimseyi incitmeyen,
mescid halkını dağıtmayan delilerin mescide gelme­
leri caizdir.
Mescide zaman zaman gelip oyun oynayan çocuk­
ların oyunlarını yasaklamak doğru değildir. Ve bun­
lara nehy-i münker yapmak vacip olmaz. Çünkü Mes­
cid-i Nebevi karşısında zenciler mızrak ve deriden
kalkanlarla oyun oynarlardı. Ayşe onları seyretmeye
bile gelirdi. Ama çocuklar nıescidleri oyun yeri haline
getirirlerse yasaklamak gerekmektedir. Eğer bir kişi
mescidde terzilik eylese, ya da bir şey yazsa, mescid

94
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

halkına ondan bir huzursuzluk gelmezse bunları da


yapmak caizdir. Lakin eğer mescidi her zaman dük­
kan haline getirirse bu mekruh olur. Ama şu işler ya­
pılırken cami kalabalıklaşırsa, kadılar orada hüküm
vermeğe kalkarsa, hükmü kağıtları yazılmağa başla­
nırsa, bunları mescidde yapmak caiz değildir.
Ancak tek bir hüküm yazmak vaki olursa o zaman
caiz olabilir. Çünkü Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
mescitte bu türlü hükümlerde bulunmuştu. Ama baş
ağrıtan kimselerin mescidde bez kurutması, boyacı­
ların bez boyaması ve bez kurutması, buna benzer
bütün işlerin hepsi münkerdir.
Mescidde meclis kuran, hikayelerde artık eksik
sözler söyleyen, güvenilir din kitaplarının ifadeleri
dışındaki sözleri sarfedenleri, mescidden dışarı at­
mak gerektir. Geçmiş günlerde din büyüklerimiz
böyle yaparlardı. Ama kendilerini süsleyen, kendile­
rine şehveti üstün gelen, kafiyeli sözler, şiirler yu­
murtlayan ve kopuzlarla teganni edenler, genç ka­
dınlarla dolu olan bir toplantıda hazır olanlar -ki
bunlar büyük günahlardandır- bunları mescid dışın­
da bile yapmamalıdırlar. Va'z edenler eğer dış görü­
nüşleri salih kimselerse, din ehli kişilerden olmalı­
dırlar. Sözün kısası, her ne sıfatla olursa olsun genç
kadınlar ve civan halindeki erkek kişilerin -araların­
da bir perde yoksa- mescidde oturması caiz değildir.
Hatta Hazreti Aişe zamanında kadınlar mescide gel­
mekten yasaklanmıştı.
RasG.lullah Efendimiz zamanında kadınların mesci­
de girmeleri yasak değildi. Ama sonraları mü'minlerin

95
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

anası şöyle demiştir: Eğer Rasfılullah (sallallahu aleyhi


ve sellem) bu zamanenin halini görseydi kadınları
mescidlere girmekten alıkordu.
Şunlar da münker olan şeylerdendir:
a) Mescidde divan kurup mal paylaşmak,
b) Ekincilerin yaptığı işleri görüp onların hesabını
yapmak,
c) Mescidde oturup burasını temaşa yerine çevir­
mek,
d) Mü'minlerin arasında sözler söylemeye uğraş­
mak.
Bütün bunların hepsi münkerlerden menedilen
hareketlerdendir. Çünkü hepsi caminin kudsi hür­
metine aykırıdır.

Pazar Yeri Münkerleri


Pazar, çarşı yerlerinin münkerleri şunlardır:
1- Satışta yalan söylenmesi,
2- Kumaşın kusurunun saklanması,
3- Terazinin ve dirhemin, arşının (metrenin) doğ-
ru tutulmaması,
4- Mala illet, hile katılması,
5- Saz aletleri satılması,
6- Bayramlarda çocuklara hayvan resimleri satıl­
ması,
7- Nevruz gününde ağaçtan yapılmış kılıç ve kal­
kan satılması,
8- Topraktan yapılmış heykel satılması,
9- Bir gece için erkek kişilere ipek kaftan, ipek kü­
lah kiralanması,

96
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

10- Yıkanıp temizlenmiş eski elbise ve kumaşları


yeni diye satmak ve bunlar gibi hileli her şeyi satışa
çıkarmak,
11- Gümüş ve altın buhurdan, bardak, divit ve baş­
ka aletler satmak ki, bunların kimisi haram, kimisi de
mekruhtur. Hayvan heykelleri satmak haramdır. Ama
Nevruz günü için tahtadan kılıç ve kalkan gibi şeyler
yapılması haram değildir. Kafirlerin adeti olan bir şeyi
göstermek doğru değildir. Hatta, pazar yerini Nevruz
şenliği için süslemek ve bezemekte aşırı yolu tutmak,
kadayıf sinisini donatmak, yeni yeni Nevruz zahmetle­
ri çıkarmak gibi aşırılıklara da cevaz yoktur, Mecusile­
rin saye (bayram) gecesinde şenlik yapmak ve Nev­
ruz'u karşılamak da doğru değildir. Bu yüzden müslü­
manların temiz adetleri bütün bütün bozulmuştur. Hiç
kimse bunların adını anmamalıdır. Eskilerden kimi ki­
şiler şöyle demişlerdir: Nevruz gününde oruç tutmak
gerektir. Ta ki, pişen yemekler yenilmemelidir. Saye
gecesinde de değil ateş, mum bile yakmamak lazımdır.
Ta ki, ateşin dumanı bile görülmesin.
Dinde derin ve ince bilgi sahibi has din bilginleri
şöyle demişlerdir: Nevruz'un orucunu tutmak da
Nevruz'un adını anmak olur. Bu, hiçbir surette caiz
değildir ve bunun gibi şeylerin adı anılmamalıdır.
Aksine Nevruz'u öteki günlerle eşit görmek gerektir.
Nevruz'dan nam ve nişan görünmemelidir.

Cadde ve Sokak Münkerleri


Ey aziz kişi, cadde, sokak ve yollara ait en büyük
münker, bir büyük yolu darlaştırmaktır. Mesela o

97
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

yola ağaçlar, sütunlar dikilir, dükkanlar yapılır. Bir


atlı geçecek olsa başı bunlara dokunur. Yol üzerine
yükler yıkılır, denkler bağlanır, yolu dar bir hale ge­
tirirler. Bunları yapmak reva değildir. Yalnız hacet
kadar yol kapatılırsa bu olabilir. Başka hiçbir yol
bulunmamalı ki, o zaman zaruret dolayısıyla yol tı­
kanmış olsun.
Hayvana fazla yük yüklemek doğru değildir. Kasa­
bın da koyunu yol üstünde kesmesi iyi bir hareket ol­
maz. Müslüman kişilerin elbisesine koyunun kanın­
dan ziyan dokunabilir. Bundan ötürü kasap dükka­
nında koyun boğazlamak için bir yer ayrılmalıdır.
Ayrıca yola karpuz kabuğu atmak, yola su saçmak
da caiz değildir. Çünkü halkın ayakları kayabilir. Bu
ve bunlar gibi yola kar birikintisi atan, yahut evinin
damından inen suyu yola veren kişinin bu hareketi
doğru değildir ve sudan, kardan orasını temizlemek
o kişinin borcudur. Umumi yola bakmak herkesin va­
zifesidir, halkın tümünün üstüne onu temizlemek va­
cip olur. Beldenin hakimi olan kimseye vaciptir ki,
halkı bu gibi işlere zorlasın.
Bir kimsenin yırtıcı bir köpeği olsa ve halk da on­
dan korksa, o köpeği evinde beslemek caiz değildir.
Eğer o köpek, yolu kirletmekten başka zarar ve ziyan
vermiyorsa, başkaca bir zahmeti yoksa necasetten
temizlemek de mümkünse, o köpeği yoldan menet­
memelidir. Eğer köpek, yolun üstünde yatıp sokağı
darlaştırıyorsa, onu sokaktan uzaklaştırmak gerekti­
ği gibi o köpeğin sahibi de yolu darlaştırırsa, yol üs­
tüne oturup yatması caiz değildir.

98
Emr-i Ma'ruf ve Nehy-i Münker

Hamamlardaki Münkerler
Hamamların münkerleri şunlardır:
1- Hamamda olan kişinin dizinden göbeğine ya da
oyluğuna kadar tellak önünde kirlerini gidermek için
bedenini açması;
2- Tellakın elini yıkadığı kimsenin peştemalının
altından sokması caiz değildir. Çünkü elle mahrem
yere dokunmak da görmek gibidir. Hamam duvarla­
rında hayvan resmi bulundurmak münkerdir. O res­
mi silmek, bozmak gerekir. Yahut o hamamdan çıkı­
lıp gidilmelidir. Temiz olmayan eli veya temiz olma­
yan hamam tasını suya sokmak münkerdir. İmam Şa­
m katında böyledir. Ama Maliki katında olan kimseye
münker olmaz. Çünkü Maliki mezhebine göre caizdir.
Suyu çok döküp israf etmek mekruhtur. Bu söyledik­
lerimizden daha başka münkerler vardır ki, taharet
kitabında bildirilmişti.

Konukluk Münkerleri
Konukluğun, ziyafetin münkerleri ipek döşek, gü­
müşten buhurluk, gül suyu kabı ve resmi yapılmış
perdeler gibi şeyler kullanmaktır. Ama döşekle ve
yastıkta resim olması revadır. Hayvan resmi bulu­
nan, hayvan şeklinde olan buhurdan kullanmak mek­
ruhtur. Ama sema' eylemek ve sema' halinde genç
kadınların ve genç erkek çocukların birbirine bak­
ması fesad ve fitnenin tohumudur. Bütün bunları
baştanbaşa yasaklamak vaciptir. Eğer yasaklamağa
güç yetişmezse oradan kalkıp gitmek vaciptir.

99
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ahmed bin Hanbel ziyafete vardığı yerde gümüş­


ten bir sürmedanı görünce kalkıp gitti. İşte buna ben­
zer şekilde ziyafet meclislerinde ipekli giyinmiş bir
kişi bulunsa ve altın yüzük takınmış olsa, konuklukta
oturmak reva olmaz. Eğer aklı olan ve iyiyi kötüyü
ayırd eden bir oğlan çocuk olursa ipekli elbise giyme­
si reva değildir. İpek, Muhammed ümmetinin erkek­
lerine, tıpkı şarabın haram olduğu gibi haramdır.
Çünkü, erkek çocuk harama alışıp onu huy edinince
haramın kötülüğü o çocuk akil baliğ olunca onun ah­
lakında, tabiatında iz bırakarak sürekli kalır. Eğer ço­
cuğun iyiyi, kötüyü ayırma kabiliyeti yoksa, ipekli gi­
yinmenin zevkini, lezzetini almazsa ipek ona mekruh
olur, haramlık derecesine erişmez.
Eğer mecliste bir maskara, hokkabaz varsa, halkı
boş, manasız, herze sözler söylemekle, yalan atmakla
güldürürse o gibi kimseyle oturmak da reva değildir.
Münker olan şeyleri uzun uzun anlatmak mümkün­
dür. Ama bu anlatılanlar öğrenilince medreselerin,
tekkelerin, mahkemelerin, sultan divanlarını ve baş­
ka yerlerin münkerlerini bunlara kıyaslayabilirsiniz.

100
MUAMELELER

Yemek Yeme Adabı

E
y ilahi sırlara ermek isteyen!
Sen bil ki, ibadetin yolu da ibadettendir. Din
yolunun yemek yemeğe ihtiyacı vardır. Nasıl
ihtiyacı olmasın ki, Hak talibi olanların muradı Alla­
hu Teala'nın yanındadır. Yüce Yaradanı görmek işti­
yakıdır. Bunun da tohumu ilim ve ameldir. İlim ve
amel ise bedenin sağlıksızlığı ile olmaz. Bedenin sağ­
lığı ise ancak yemek ve içmekledir. Yemek yemek din
yolunun ihtiyacındandır. Bu sebeple yeme-içme de
din topluluğundandır.
Bundan ötürü Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
"Ey Resuller! Temiz/helal şeylerden yiyin, sô.lih amel
işleyin. Çünkü ben yaptıklarınızı hakkıyla bilenim."
(Mü'minun: 51) Böylece Allahu Teala yemekle salih
amelleri birbirinden ayırmayıp aksine birbirine bir­
leştirerek zikreyledi. Bir kimse yemeği ahiret için ye­
se, yani "Üzerimde ilim ve amel gücüm artsın, ahiret
yoluna gitme kudretim çoğalsın!" diye yese o kişinin
yemek yiyişi ibadet olur.
Bundan ötürü Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Mü'min'e her şeyden sevap vardır.

101
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Hatta, kendi ağzına attığı ve çoluk çocuğunun ağzına


attığı lokmadan bile!''
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in bu sözü söyleme­
sinin sebebi, mü'minin maksadının yemekte, içmek­
te, her şeyde ahiret yolu olduğunu belirtmek içindir.
Yemek yemenin ahiret için olduğunun alameti, ha­
ramdan yemeyip helalden yemektir. İhtiyaç olduğu
kadar yemek ve yemeğin edeplerine, usulüne, yoluna
riayet etmektir. Ey aziz kişi, sen bil ki, yemek yemek­
te birtakım edepler vardır. Bunların kimisi yemekten
öncedir. Kimisi yemekten sonra, kimisi de yemeği
yerken...

Yemekten önceki Adab


Yemekten önce olan edepler şunlardır:
1- Yemeğe başlamadan eller ve ağız yıkanmalıdır.
Çünkü yemek yeme ahiret yolunun azığı olması niye­
tiyle yapıldığı için ibadet sayılır. Eli yıkamak da bu
ibadetin abdesti gibi olur. Bundan ötürü Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: "Yemek­
ten önce elleri yıkamak yoksulluğu giderir, yemekten
sonra yıkamak da günahları giderir."
2- Yemek sofra bezi üstüne konulmalıdır. Müm­
künse sininin üstüne konulmamalıdır. Çünkü, RasG.­
lullah (sallallahu aleyhi ve sellem)yemeğini sofra üstün­
de yemiştir. Çünkü sofra yolculuğu, yolculuk da ahi­
reti hatırlatır. Hem de sofra üstünde yemek yemek
alçak gönüllülüğe yakın bir ifadedir. Ama sini üs­
tünde de yenilirse caizdir. Çünkü sini üstünde ye­
mek yeme yasaklanmış değildir. Ama önceki

102
Muameleler

çağlarda müslümanlar arasında adet sofra üzerinde


yemek yeme olmuştur. Ve Resul aleyhisselam sofra
üstünde yemek yemiştir.
3- Yemekte sağ dizin üstüne değil sol dizin üstüne
oturulmalıdır ve sağ diz yukarı kaldırılmalıdır. Ye­
meği bir yere dayanıp yememelidir. Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: "Ben bir şeye yasla­
narak, söylenerek yemek yemem. Çünkü ben bir ku­
lum. Kullar nasıl yemeği oturup yerse ben de onlar gi­
bi yerim ve onlar nasıl otururlarsa öyle otururum."
4- Yemeği, ibadet için yemeye niyet eylemektir.
Şehvet için niyet eylememelidir. İbrahim bin Şeyban
şöyle demiştir: Ben, seksen yıl var ki, şehvet için bir
şey yememişimdir. Yemeği, şehvet (zevk) için yeme­
menin alameti: Nimeti az yemek, çok yememektir.
Çünkü çok yemek insanı ibadetten alıkoyar. İbadet
niyetiyle yenilen az yemekle şehvetler kırılır. Az şeye
kanaat edilmeli, çok yeme israfının önüne geçilmeli­
dir. Nitekim Resul (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur:
"İnsanların doldurmuş olduğu kabın en şerlisi karnı
tamamen doldurmaktır. Ademoğluna, belini doğrulta­
cak birkaç lokmacık yeterlidir. Şayet bu kadarı yeterli
görmezse, o zaman karnının üçte birini yemeğe, üçte
birini suya, üçte birini de nefese ayırmalıdır."
5- Acıkmayınca yiyeceğe el sürülmemelidir. Ye­
mekten önce olan sünnetlerin en faziletlisi açıktır.
Çünkü acıkmadan önce yemek yemek mekruhtur.
Acıktığı zaman da ancak elini yemeğe sunup uzatan
ve yemeğe doymadan elini çeken kişi hiçbir zaman
hekime başvurmaz, ona muhtaç olmaz.

103
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

6- Hazır olan yemekle kanaat edilmeli, güzel ye­


meklerin hazırlanması için zahmet çekilmemelidir.
Çünkü mü'min kişinin yemekten dileği, ibadet gücünü
muhafaza etmektir. Ten beslemek değildir. Ekmeğe iz­
zet eyleyip onu saygılı tutmak sünnettir. İnsanın yaşa­
ması, ayakta durması geremektedir. Ekmeği de yüce
tutmak, başka bir şey beklemeden yemektir. Hatta ek­
mek denilen nimet, namaz için de olsa bekletilmeme­
lidir. Ekmek sofrada hazır olunca hemen yenilmelidir.
Namaz da yemekten sonra kılınmalıdır. Nitekim ha­
dis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Yemekle namaz bir
araya gelirse önce yemeği yiyin sonra namaz kılın."
7- Yemekte başka kimseler bulunuyorsa onlar ge­
linceye kadar yemek yenilmemelidir. Zira yemekte,
sahana uzanan el ne kadar çok olursa bereketi de o
kadar ziyade olur, Enes (radıyallahu anhu); Resul (sallal­
lahu aleyhi ve sellem)yalnız başına yemek yemezdi! de­
miş ve Peygamber Efendimizden şu hadisi naklet­
miştir: "Yemeğin hayırlısı, ona uzanan ellerin çoklu­
ğundandır." Yine Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)şöyle
buyurmuştur: "Toplu olarak yemek yiyiniz. Bereketli
ve mübarek olanı bu yemektir."

Yemek Vaktinin Adabı


Yemeğe el uzatılıp ilk lokma yenilirken: "Bismil­
lah!" Denilmelidir. İkinci lokmada: "Bismillahirrah­
man" ve üçüncü lokmada: "Bismillahirrahmanirra­
him!" Denmelidir.
Besmeleyi yüksek sesle söylemeli ki, sofradakile­
rin de hatırına gelsin. Yemek sağ el ile yenilmelidir.

104
Muameleler

Günün önünde ve sonunda tuz yenilmemelidir. Ha­


dis-i şerifte de bildirilmiştir ki, önce iştihayı kesen
bir şey yemekle nefsin hırsı söndürülmüş olur. Lok­
ma, ağza küçük küçük götürülmeli ve güzelce çiğnen­
melidir. Sonra bir lokmayı yutmadan başka bir lok­
maya el sürülmemelidir. Hiçbir yemek kusurlu görül­
memelidir. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)hiçbir ye­
mekte ayıp, kusur bulmazdı. Eğer iyi değilse sessiz
dururdu.
Yemeği her kişi kendi önünden yemelidir. Nitekim
Peygamberimiz: "Yemeği önünden ye!" buyurmuştur.
Eğer yenilen şey yemiş çeşidinden olursa, yemişi ta­
bağın çevresinden yemelidir. Çünkü yemiş cins
cins'dir, ayrılı gayrılıdır. Çorba ve diğer yemekler de
çanağın ortasından yenilmemelidir. Aksine önce ke­
nar, köşeden başlamalı, sonra ortaya erişmelidir. Ek­
mek bıçakla kesilmemelidir. Çanağı buna benzer şey­
leri yenen cinsten olmayan her şeyi ekmeğin üstüne
koymamalıdır. Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "Ekmeğe hürmet edin. Allahu
Teala onu göklerin bereketinden indirmiştir." Yine
şöyle buyurmuştur: "Bir kişinin lokması,yere düşerse,
onu alıp tozunu toprağını üstünden silsin. Sonra yesin.
Sakın onu şeytana bırakmasın. Parmaklarını yalama­
dan mendile sürmesin. İnsan,yemeğin hangi bölümün­
de bereket olduğunu bilemez ki!"
Parmak ağız ile yalandıktan ve havlu ile silindik­
ten sonra artık yemeğin son kısımları da yenilmiş
olur. Belki de sofra bereketi o son yudum ve kırıntı­
lardadır. Sıcak yemeği üfürüp soğutulmamalıdır. So­
ğuyuncaya kadar sabredilmelidir. Eğer hurma,

105
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kayısı, zerdali veya başka yemişler yenilirse sayıhp


yenilmeli, tek sayıda yemeli. Yedi, dokuz, on bir, yir­
mi bir gibi. Böylesi Allahu Teala'nm tekliği, birliği ile
ilgili olmahdtr. Çünkü Allahu Teala'mn çift ve ortağı
yoktur. Her ne iş olursa olsun. Allahu Teala'yı andtr­
mayacak bir yönü olursa o iş batıldır, faydasızdır. Şu
halde tek sayı, çift sayıdan daha üstündür. Hurma gi­
bi yemişleri yerken çekirdeği hurma ile birlikte bir
tabağa konulmamah, çekirdek elde de tutulmamah­
dır. Çekirdeği yenmeyen yemişler, kabuklar ve çöp­
ler ayn bir kaba bırakılmahdır. Yemek yenirken su
içilmemelidir.

su içme Adabı
Su bulunan bardak sağ el ile tutulmah. "Bismillah!"
denilip ağır ağır tamamı içilmemeli. Ayaküstünde iken
su içilmemelidir. Nitekim Resul (aleyhisselam) şöyle bu­
yurmuştur: "Suyu yudum yudum ve ağır ağır ;ç;n;z. für­
den boşaltıp ;çmey;nfa." Çünkü böylece ciğerler hasta­
lamr. Su içilmeden önce bardağa bakılmah, sonra içil­
melidir. Belki çer-çöp, böcek filan olabilir. Eğer su kek­
remsi gelirse ağız su kabmdan uzaklaştmlmahdır.
Eğer su bir kereden fazla, arahkh içilecekse üç defada
içilmeli, her içişte: "Bismillah!" ve her duruşta, "El­
hamdü lillah!" denilmelidir.
Su kabmm da altma dikkat edilmelidir. Ta ki, bir
yere su damlamamah. Ve su tamamen içilince şu dua
okunmahdtr: "Hamdolsun o Allah'a ki, içtiğim suyu
orta kararda kıldı. Bizim günahlanmıza karşıhk ne
tuzlu, ne acı eyledi."

106
Muameleler

Üç kadeh su içilirse yemeğe başlanırken olduğu


gibi ilk yudumda besmele çekilmeli, birinci yudum
bitince: "Elhamdülillah!" İkinci yudumda: "Elhamdü­
lillahi rabbil-alemin", üçüncü yudumda: "Elhamdülil­
lahi rabbil-alemin errahmanir-rahtm!" denilmelidir.

Yemek Sonrası Adabı


Yemekten sonra dikkat edilecek edebler şunlar­
dır:
1- Yemeğe doymadan, tokluk hissedilmeden o ye­
mekten el çekmek.
2- Yemek tutulan parmağı yalayıp temizlemek.
Sonra mendil, peşkir, el bezi ile silmek.
3- Ekmek kırıntılarını ağza atıp yemek.
Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Ek­
mek kırıntılarını yerden toplayanın geçimi bolluk üze­
re olur. Eğer çocukları varsa sağ ve salim olup kusurlu
olmazlar." Ve RasG.lullah Efendimiz sözlerine şunları
eklemiştir: "O ekmek kırıntıları, güzel hurilerin, se­
vapları yazan cennet meleklerinin katibi olurlar."
Bundan sonra dişler temizlenir. Dişlerle dil arasında
kalan parçalar da yutulur. Ama dişlerin arasında ka­
lanlar çıkarılmalı, fakat yutulmamalı, dışarı çıkarıl­
malı. Yemek tabağı da parmakla temizlenmelidir. Ni­
tekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ye­
mek yenen çanak yalanır ve o çanakla su içilirse bir
köle azat edilmiş gibi sevap kazanılır."
Yemekten sonra da şu dua okunur: "Bütün haller­
de Allah'a hamdederim. Ya Rabbi, bu yemeği bize hiç­
bir zaman bizi isyana götürecek bir güç yapma." "O

107
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Allah'a hamdolsun ki, bizi yedirdi, içirdi, onu bize ye­


terli kıldı. Bize oturacak yer verdi. Bizim mevlamız,
Efendimiz O'dur."
Sonra, İhlas suresi okunur. Sonra Kureyş suresi
okunmalıdır.
Böylece helal kazancından yiyecek bulan iman eh­
li, sonra şükürde bulunmalıdır. Nitekim Allahu Teala
Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "Ey iman edenler!
Size verdiğim rızıkları, temiz ve helalinden yiyiniz ve
Allah'a şükrediniz." Eğer şüpheli yemek yiyor, helal
olduğundan kuşku duyuyorsan ağlamalı, sızlamalı, o
yemeğin üzüntüsünü çekmelisin. Şüpheli yemek yi­
yen, gaflet içinde pervasız kesilenler gibi olmamalı­
dır.Vakta ki el yıkanır, sabun veya fakir kişilerin kul­
landıkları çöğen dedikleri şey, sol ele alınır, önce sağ
elin üç parmağı yıkanır. Sonra parmağını kuru çöğe­
ne değdirerek, dişlerine, dudağına ve damağına sü­
rer. Ve güzelce ovar. Sonra parmaklarını yıkar. Ağ­
zındaki çöğeni de yıkayıp tertemiz eyler. Yemekten
sonra şu şükür duası edilir: "Ey Allah'ım! Bizi yedirip
içiren, kanmcaya kadar doyuran. Sen Rabbimize
hamd ve şükürler olsun. Ey, hiçbir şeye ihtiyacı olma­
yan, ey alemlerde her şey kendisine muhtaç olan
Rabbimiz! Karnımızı doyurdun, artık korkum yok,
güvenim var. Beni darlıktan kurtardın. Kötü yoldan
doğru yola ilettin. Hamd Sanadır. Övülmeğe sensin
layık olan! Ey Allah'ım! Bana helal kazanç verdin. Ba­
na ve aileme, çocuklarıma helalinden yedirdin, helal
işleri yapmağı, helalden kazanmayı da nasip et. Ey
Allah'ım, yediğimiz bu sofra yemeğinin tekrarını

108
Muameleler

yeniden bize nasip et. Her türlü şerden sana sığmıyo­


ruz, ey Rabbim."

Bir Kimseyle Yemek Yemenin Adabı


Bundan önce açıkladığımız yemek adabı, yemek
yiyen kimse ister yalnız olsun ister olmasın mutlaka
uyulması gerekliydi. Ama eğer bir kişi ile birlikte ye­
mek yerse altı edeb daha artar:
Birincisi: Yemeğe el uzatılması yaşta, bilgide, iba­
dette, doğrulukta veya başka bir yönde ileri, yüce
olan kişiden sonra olmalıdır. Eğer, kendisi sofranın
bu vasıflarda bir kişi ise, başkalarını bekletmemek
için kendisi hemen yemeğe el uzatır.
İkincisi: Yemek yenirken susulmamalıdır. Her ne
kadar susmak her İranlı'nın adeti ise de suskun dur­
mamalı, güzel sözler söylemeli. Zühd, takva ve din
hikayeleri anlatılmalı, hikmet bildiren konulardan
görüşülmeli ve gereksiz konuşmalar yapılmamalıdır.
Üçüncüsü: Kendisiyle birlikte yemek yiyorsa
onun tarafına dikkat etmeli, o kişinin önünden ye­
mek yememelidir. Eğer yemek ortaklama olursa, çok
yemek haram olur. Hatta yemeğin iyisini yanındaki
kişinin önüne koymalıdır. Eğer arkadaşı yavaş vavaş
yemek yerse, onun şevk ile yemek yemesi için tatlı
sözler söylemeli. Fakat: "Buyurunuz, yeyiniz, afiyet
olsun!" gibi sözler üç kereden fazla söylenmemelidir.
Bu teklifler ısrar olur. Ve ısrar sıkıcıdır. "Yemeği
yiyiniz!" diye şartta bulunmak yemek sofrasında uy­
gun değildir. Yemek için şart koşulmaz.
Dördüncüsü: Sofra arkadaşına: 'Yeyiniz!" demeye

109
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

lüzum gösterilmemelidir. Ona uymalı ve birlikte ye­


melidir. Ta ki, sofra arkadaşı yemekten erkence el
çekmemeli, eski adetinden daha az yemek yememeli­
dir. Az yerse riya olur.
Lakin yalnızken kendisini az yemeye alıştıran kişi,
halk arasında da yemek yerken az yemek yiyebilir.
Ama yanındaki arkadaşı yesin diye az yerse bu da iyi
ve güzeldir. Riya olmaz. Fakat arkadaşlarına şevk
gelsin diye çok yerse bu da güzeldir.
İbn-i Mübarek yoksul kişileri yemeğe çağırdığı za­
man onları hurma ile ağırlardı. Ve onlara:
"Her kim hurmayı çok yerse, başkasından ne ka­
dar fazla yemişse, her hurma için bir akçe verece­
ğim!" derdi.
Ziyafet bitince hurma çekirdeklerini saydırır, ki­
min yediği hurma fazla ise her taneye bir akçe ihsan­
da bulunurdu.
Beşincisi: Topluca yemek yiyen kimse kendi
önündeki yemeğe bakmalıdır. Başkalarının lokması­
na göz atmamalıdır. Yine başkasından daha önce sof­
radan el çekmemelidir. Başkaları da ondan utanır,
yemekten el çekerler. Eğer az yemek yemeyi gelenek
haline getirmişse önce az az yemeli, yemeğin sonun­
da istekle, şevk ile yemelidir. Eğer bunu yapamıyorsa
özür dilemelidir. Böylece sofrada bulunanlar ondan
utanıp yemekten el çekmezler.
Altıncısı: Sofrada başkalarına ikrah ve nefret ve­
ren bir şeyi işlememektedir. Mesela elini yemek sa­
hanı veya çanağın silkmemelidir. Ağzını çanağa yakın
tutmalıdır. Ta ki, ağzından bir şey yemek kabına

110
Muameleler

düşmesin. Eğer ağzından bir şey çıkacak olsa yüzünü


yana döndürmelidir.
Yağlı lokma da sirkeye batırılmamalı. Dişlenmiş,
ısırılmış lokmalar da yeniden yemek çanağına konul­
mamalıdır. Bu türlü hareketten her kişi tabiaten nef­
ret ve ikrah duyar. Pis, kerih, çirkin hikayeler de sof­
ra başında anlatılmamak dır.
Yağa bulanmış eller leğende yıkanmalı, fakat ağzı
çalkalama suyunu herkesin gözü önünde leğene dök­
memelidir.
Yedincisi: Eğer Mecliste bir kimse saygı gösterile­
cek kişi ise el yıkamada o öne alınmalıdır. Eğer Mec­
liste bulunanlar böyle bir ulu kişiye hürmet göslerir­
lerse o da kabul etmelidir.
El yıkama sağ baştan başlanmalı ve sırayla gitme­
lidir. Bütün ellerin suyu bir yerde toplanmalıdır. Her­
kesin suyu ayrı ayrı dökülmemelidir. Leğen dolunca
dışarı dökülmelidir. Nitekim Rasulullah Efendimiz
şöyle buyurmuştur: "El suyunuzu biriktirin. Al/ahu
Teala da sizi bir araya getirsin."
Her kişinin el suyunun ayrı ayrı dökülmesi iranlı­
ların adetidir. Sofra halkının bir araya gelerek elleri­
ni bir leğenin içinde yıkamasının fazileti vardır. Bu
da tevazuun, alçakgönüllülüğün, hürmetin ifadesidir.
Ağızda çalkalanan suyu da ağzından yavaş yavaş dı­
şarı dökmeli, kimsenin üstüne sıçrat- mamalıdır. Ve
ele su döken kişinin ayaküstü durması, oturup su dö­
külmesinden daha iyi ve üstündür.
Sözün kısası bu açıkladığımız edeplerin hepsi hadis-i
şeriflerden ve önceki mü'minlerden naklolunmuşlar.

111
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Çünkü insanlarla hayvanların ayrımı, bu edeplerle,


bu görgülerledir. Hayvanlar kendi yaradılışları gere­
ğince yer ve iyi ile kötüyü anlamazlar. Hayvanlarda
idrak yoktur. Bu üstün nimet onlara verilmemiştir.
İnsana idrak verilmiştir. İnsan, o idraki kullanmamış
olursa o zaman da Allahu Teala'nm verdiği nimete
kafir (nankör) olanlardan olur.

Ahbaplarla Yemek Yemek


Ey ilahı sırları isteyen! bil ki, bir dosta yemek ye­
dirip ona ziyafet vermek çok çok sadaka vermekten
daha üstündür. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur.
"Kula, dostlarına yedirdiğinden hesap sorulmaz."
Bu yolda Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) yine şöyle
buyurmuştur:
"Üç yemekten sorgu yoktur: Sahurda yenen yemek­
ten, oruç açılan yemekten ve dostlarla birlikte yenen
yemekten."
Cafer bin Muhammed Sadık demişti ki: "Mü'min
kardeşlerinle sofraya oturacağın zaman acele etme.
Ta ki, çok zaman geçsin. Çünkü bu geçen vakitler
ömürden hesap edilmez."
Hasan-ı Basri der ki: "Eğer Allah'ın kulları kendi
özünü, anasını, babanını nafakalandırma- mışsa ona
kıyamet günü hesap sorarlar. Ama dostlarının önüne
koyduğu yemekten hesap sormazlar. Allahu Teala
bunu sormaktan münezzehtir."
Eski din büyükleri şöyle gelenek haline getirmiş­
lerdir ki, mü'min kardeşlerine sofra açar, ziyafet çe­
kerlerdi. Yemeği bol bol koyarlardı.

112
Muameleler

Ve Rasfılullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'den bana


şöyle erişmiştir ki, fakirlere, dostlara verilen yemek­
ten artık kalan yemeğe kıyamet günü hesap sorul­
maz. Ben dilerdim ki, sizin önünüzden artık kalkan
yemekten ben de yiyeyim. İkram sofraları hakkında
Resfıl (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Bir kişinin yemek sofrası konuğunun önünde bulun­
duğu müddetçe melekler, o kişi için istiğfarda bulu­
nurlar. "Yine Resfıl (aleyhisselam) şöyle buyurdu: "Sizin
en hayırlınız açları yedirip doyuranınızdır."

Birbirine Ziyafete Gelen Dostların Yemek Adabı


Ey bu edepleri öğrenmek isteyen! Bil ki, bu ziya­
fetlerde dört edeb vardır:
Birinci Edep: Yemek yenilme vaktinde kimseye
gidilmeye niyet edilmemelidir. Bu, doğru değildir.
Nitekim Resfıl (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyur­
muştur: "Bir kişinin davet etmediği sofraya varmak
isteyen kişi oraya gitmekle hem /asık olur, hem de ha­
ram yiyici!" Fakat yemek yenilen bir yere tesadüfi
olarak gelirse kurulu sofraya buyur edilmeden otur­
mamalı, yemek yememelidir. Hatta ev sahibi ye de­
se bile kendisinin gönülden sofraya çağırmadığını
bilirse yemeğe oturmaz. Çünkü gönülsüz davetle
yemek yemek uygun değildir. Lakin bir bahane söy­
leyip güler yüzle sofradan el çekmelidir. Eğer dost­
lardan birinin evine gidilirse ve o kişinin rahatsız
olmayacağına güvenirse, mizacı, huyu bilinirse ona
gitmek doğru olur. Hatta bu gidiş, dostlar arasında
sünnettir. Çünkü Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) ve

113
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Ebubekir ile Ömer açlık zamanlarında, Ebu Eyyüb-i


Ensari'nin ve EbG.1-Haysem'in evlerine varmışlar ve
yemek yemişlerdir. Bu türlü bir yemeğe varış, ev sa­
hibinin hele konuğa meyli olduğu bilinirse onun
hayra girmesine yardım etmiş olur. Bu, eskilerin bir
geleneğiydi.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) Berire'nin evine var­
dı. Berire evde yoktu. Onun yemeğinden yedi. Biliyor­
du ki, Berire bu haberi alınca çok sevinecekti. Muham­
med bin Vasi zahidlerin büyüklerindendi. Kendi mü­
ritleri ile Hasan-ı Basri'nin evine giderdi, Hasan-ı Bas­
ri evde bulunmasa bile, her ne bulurlarsa yerlerdi. Ha­
san-ı Basri eve gelince o kişilerin yemek yemelerinden
sevinç duyardı. Bir kısım kişiler de Süfyan-ı Sevri'nin
evinde o yokken, yediler, içtiler. Sevri Hazretleri evine
geldi, yemeklerinin yenilip içildiğini görünce: "Bu ce­
maatin ben evde yokken yemek yemeleri, eskiler ara­
sında gelen büyüklerin adetlerini bana yad ettirdi. On­
lar da böyle yaparlardı" dedi.
İkinci Edep: Bir miktar yemeği hazırda bulundur­
mamalı, bir dostu gelince sıkıntı çekilmemelidir.
Eğer bunu yapmaya kudreti yoksa hazırlığını borçla
yapmamalıdır. Eğer ailesine gerekenden ziyade yok­
sa hazırlık yapmaya kalkmamalı. Hazret-i Ali'yi (ker­
remallahu vechehu) bir kişi yemeğe davet etmek iste­
di. O da: "Senin çağrına üç şartla gelirim" dedi. Biri
şudur: "Pazardan hiçbir şey almayacaksın. İkincisi
de: Önceden hiçbir şey hazırlamış olmayacaksın.
Üçüncüsü de: Çoluk-çocuğunun hissesini ayırmış ola­
caksın" diye buyurdu.

114
Muameleler

Selman-ı Farisi (radıyallahu anhu) der ki: Bizim


Resulümüz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki:
"Hazır bulunmayan yemeği bulmakta zahmet çekme­
yiniz, hazır bulunanı da esirgemeyiniz." Ashab-ı Kiram
gün olur, birbirlerinin önüne kuru ekmek parçası ile
kuru hurma koyarlardı ve: "Ortaya geleni hakir gö­
ren mi, ortaya getirmeyen mi günahkardır? Yoksa or­
taya geleni hakir görüp getirmeyen mi günahkardır,
bunu bilmiyoruz" derlerdi.
Yunus (aleyhisselam), konukların önüne ekmek par­
çalarını ve tere otunu sunar ve: "Eğer Allahu Teala ye­
mek için külfet çekenlere lanet etmemiş olsaydı ben
de iyi yemek bulmak için zahmet çekerdim!" derdi. Bir
kavmin aralarında düşmanlık doğmuştu. Peygamber
Zekeriya (aleyhisselam)'ı çağırmaya gittiler. 'Aramızı
bul, bizi barıştır!' diyeceklerdi.
Onun evine gittiler, evde bulamadılar. Lakin güzel
bir kadın evde bulunuyordu. Onu görünce şaşırdılar.
Bir Peygamber neden bu kadar güzel kadını sakla­
mıştı? Ona: 'Zekeriya (aleyhisselam)'ı nerede buluruz?'
diye sordular. Öğrenince gittiler. Onu gündelikle iş
işlenen bir yerde yemek yerken buldular. Onunla ko­
nuşmaya başladılar. Fakat Zekeriya (aleyhisselam) on­
lara: 'Buyurun, benimle yemek yeyin!' diye teklifte
bulunmadı. Yerinden kalktı. Oradan yalınayak dışarı
çıktı. O zaman bu gelenler üç şeye şaşıp kaldılar. Ze­
keriya (aleyhisselam)'a sebebini sordular. O da onlara
dedi ki:
1- Hatunum güzeldir, onu bundan ötürü saklarım.

115
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Hem benim dinimi muhafaza ediyor, saklıyor, hem


de gözümü ve gönlümü harama kaymaktan koruyor.
2- Size: "Buyurun, birlikte yiyelim!" demediğimin
sebebi ise benim yemeğim gündeliğimin karşılığı idi.
İş işlememin ücretiydi. Eğer yediğimden daha az ye­
seydim bana işlerini işlemek farz olan kimselerin iş­
lerinde kusur, eksiklik gösterirdim.
3- O yerden yalınayak çıkmamın sebebine gelince:
O yer sahiplerinin arasında düşmanlık vardı. İhtiyat­
lı davrandım, bunların birinin toprağı benim ayakka­
bımla ötekinin yerine varmasın diye düşündüm. İşte
bundan da anlaşılır ki, bütün işlerde gerçeklik ve
doğruluk zorluk ve zahmet çekilmekten önce gelir.
Üçüncü Edep: Konuk olan ev sahihine hükmet­
memelidir. Ondan huzursuzluk verecek şeyleri iste­
memelidir. Eğer konuğu iki şey arasında serbest kıl­
sa: "Hangisinden dilersen ondan sunayım" dese, ev
sahibine kolay geleni, ehveni seçmelidir. Resulü Ek­
rem Efendimiz bütün işlerde kolayını seçerdi. Nite­
kim şöyle rivayet edilmiştir: "ResG.1-i Ekrem (sallallahu
aleyhi ve sellem) kendi dileğine bırakıldığı zaman iki
şeyden daima ehven olanını, kolayını seçerdi."
Bir kişi Selman-ı Farisi'nin yanına geldi. Selman,
arpa ekmeği ile tuz getirdi. Konuk kişi:
"Eğer bu tuzda kekik olsaydı daha iyi olurdu" dedi.
Selman hazretleri matarasını eline aldı. Rehin verdi
kekik aldı. Konuğu bunu yedi ve: "Hamdolsun o Al­
lah'a ki bize nasip ettiği rızıkla kanaat verdi" dedi. O
zaman Selman-ı Farisi: "Eğer sen kanaat etseydin,
benim mataram rehine düşmezdi!" dedi. Ama bir

116
Muameleler

yerde konuk olduğu kimseye bazı şeyler dilemesinin


zor gelmediği bilinirse, hatta o ev sahibi bundan se­
vinirse o yerde konuk bir kimsenin dilediğini teklif
etmesi caiz ve reva olur.
İmam Şafii Bağdat'ta Zağferani'nin evinde bulunu­
yordu. Zağferani her gün birkaç yemeği bir kağıda
yazar, cariyeye verirdi. O isimlere göre yemek pişiri­
lirdi, İmam Şafii bir gün cariyenin elinden o kağıdı al­
dı. Kendi eli ile bir cins yemek daha yazdı, Zağferani
cariyenin elinde o yazıyı görünce sevindi. Bu sevin­
menin şükrü için cariyeyi azat eyledi. Konuğu evinde
konaklayan kimsenin onun istediğini yapmasında fa­
zilet olduğu şu hadis-i şerifte bildirilmiştir: "Din kar­
deşinin dilediği yiyeceği kendisine yediren kişinin gü­
nahları bağışlanır ve Hak Tealayı sevindirir." Yine
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) bu yolda şunu buyur­
muştur: "Bir kimse, din kardeşinin canının dilediği şey
ile onun ağzını tat/andırırsa Allahu Teala ona bin kere
bin (1.000.000) sevap yazar. Bin kere bin de günahla­
rını bağışlar. Derecesini de bin kere bin yüceltir ve Al­
/ahu Teala, Firdevs Cenneti'nden Adn Cenneti'nden
Huld Cenneti'nden ona yemekler ihsan eder."
Dördüncü Edep: Ev sahiplen konuklarına: "Ne di­
liyorsunuz? Gönlünüz ne arzu ediyor?" diye sormalı­
dır. Çünkü ev sahibi, misafirlerine istediklerine razı
olmalıdır. Onların arzu ettikleri şeyi hazırlamakla bol
sevap kazanır. Nitekim ev sahibinin konuklarına:
"Yemek getireyim mi, yer misiniz?" diye sorması
mekruh ve mezmumdur. Belki o yemek sofraya geti­
rilip yenilmezse geri mutfağa götürmek en uygun bir
harekettir.

117
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Misafirlere Verilen Ziyafetin Fazileti


Ey aziz, bil ki, buraya kadar açıkladığımız, çağırıl­
madan ziyafete gelenler hakkındaki edeplerdir. Ama
çağırılmanın başka hüküm ve edepleri vardır. Konu­
ğunuz gelince aşırı külfet ve zahmet çekmeyiniz. Da­
vetlinizden hiçbir şeyi esirgemeyiniz. Onu güzelce
ağırlayın ve elinizdekini sarfeyleyiniz. Ziyafet vermek
hakkında çok haberler gelmiştir. Bundan ötürü Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Konuk dostlar
için külfete girmeyiniz. Bu külfet için onu kendinize düş­
man edinmiş olursunuz. Konuğunu kendisine düşman
tutan kimse Allahu Tealô.'yı da düşman tutmuş olur. Bir
kimse Allahu Teô.lô.'yı düşman tutarsa Allah da buğze
der."Yine Allah'ın Resulü şöyle buyurmuştur: "Kimse­
ye bir şey yedirmeyen kişide hayır yoktur."
Müslümanın Müslümana ziyafet vermesi hakkın­
da daha birçok hadisler gelmiştir. Bu anlattığımız zi­
yafetler Arapların adeti idi ki, onlar yolculuklarda
birbirlerinin evlerine uğrarlardı. O evde konaklarlar­
dı. Bu şekilde gelen konuğun hakkını eda etmek de
çok önemlidir. Eğer garip bir kişi konuk olarak gelse
onun için zahmete girmeli, borca da girilmelidir. Ama
her zaman birbirine gelen dostlar için külfet, zahmet
çekmek doğru değildir. Bu zahmetler dostları birbi­
rinden soğutabilir, dostluğun kesilmesine sebep olur.

Sünnet Olan Davete Gidiş Adabı


Ziyafete iyi kişileri davet etmek sünnettir. Başkası
çağırılmamalıdır. Nitekim Rasulullah Efendimiz şöy­
le buyurmuştur: "Yemeği günahtan sakınan, iyi huylu

118
Muameleler

ve Allah'a yakm kişUer yesin." Resul (sallallahu aleyhi ve


sellem) yine şöyle buyurmuştur: "Yemeğin kötüsü o
düğün yemeğidir ki, ona yalnız zenginler, varlık sahibi
olanlar davet edilir, fakirler çağrılmazlar." Ziyafetler­
de yakın olanlar, dostlar ve köleler unutulmamalıdır.
Onları çağırmamak, darlığa sebep olur. Davet edil­
mekle de övünülmemelidir. Ortaya laf atılmamalıdır.
Belki sünnete riayet etmek, yoksulları rahata eriştir­
mek düşünülmelidir. Davete gelmesi zor olan kişi ça­
ğırılmamalıdır. Davet, onun rahatsızlığına sebep ol­
muş olur. Kendi arzusuyla yemeğe gelmeye istekli ol­
mayan kişi davet edilmemelidir. Çünkü ziyafete ge­
lince yemeği gönülden değil kerahatle yemiş olur.
Yemeği kerahatle yemek günaha sebeptir.

Daveti Kabul Etmenin Adabı


Davet kabul etmenin beş edebi vardır. Onlar da
şunlardır:
Birinci Edep: Fakirle varlıklı kişiler arasında ay­
rım yapılmamalıdır. Fakirin davetinde de baş yukarı­
da tutulmamalıdır. Yani tenezzül etmez görünmeme­
li, fakire tepeden bakmamalıdır. Rasfılullah Efendi­
miz fakir, yoksul her kişinin davetine giderdi. Hasan
bin Ali bir fakir topluluğunun içinden geçiyordu. Bir
ekmeği parçalayıp önlerine koymuşlardı. Yeyip dur­
maktaydılar. Onu görenler ona baktılar. Selamlaştı­
lar. Ve: "Ey Allah'm Rasfılü'nün kızı Fatıma'nın oğlu!"
dediler. "Gel, bizimle yemek ye." Hazret-i Hasan de­
vesinden aşağıya indi. O kişilerle birlikte yemek yedi.
Ve, "Allahu Teala büyüklük taslayanları sevmez.

119
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Yarın da siz benim davetime gelin" diye onları veda


etti. Ertesi gün güzel yemekler hazırladı. O yoksul ki­
şilerle birlikle oturup yemek yedi.
İkinci Edep: Konukluk yapan kimsenin bunu başa
kakacağı bilinirse veya ziyafete çağırılanlar arasında
büyüklenme için yaptığı sanılıyorsa o davete gidil­
memelidir.
Konuk gidecek yerde şu kötü şeyler varsa oraya
da ayak almamalıdır:
1- Konukluk eden kişinin halinden şüphelenirse.
2- Çağırdıklarının gelmesinde onları, minnet altın­
da bırakma ve onlardan gurur duyma ihtimali varsa.
3- Daveti konukları arasında büyüklenmek için
yapılıyorsa.
4- Ziyafet verilen yerde kötü şeylerin bulunduğu
bilinirse.
5- Odalarda ipek döşek ve gümüş buhurdanlık bu-
lunuyorsa,
6- Duvarda veya tavanda hayvan resimleri varsa.
7- Telli sazların sesleri geliyorsa.
8- Maskaralık, hokkabazlık yapılıyorsa,
9- Taze, genç kadınlar erkekleri görmek için gel­
mişse, bütün bu kötü şeyler bulunan yere gidilmeme­
lidir.
Bunun gibi eğer davette bulunan kişi bid'at ehli,
fasık veya zalim biri olursa, yahut maksadı övünmek,
zenginliğini göstermek, çalım satmaksa o davete gi­
dilmemesi gerekir. Eğer o evde bu açıkladığımız şey­
lerden birisini görecek olursa ve onu men edemezse
o kişinin oradan uzaklaşması vacip olur.

120
Muameleler

Üçüncü Edep: Ziyafete davetli olan kişi: Yol çok


uzak olduğundan ötürü oraya gidemem! diyerek
kendisi davete varmaktan çekinmemelidir. Çünkü
zahmetine katlanılacak her şeye katlanılabilir. O ki­
şi de bu davetin uzaklık zahmetine dayanmalı, kat­
lanmalıdır. Nitekim Tevrat'ta şöyle denilmiştir:
2500 adımlık yerden hastayı ziyarete gitti. 2500
adımlık yerden cenazeye koş, onu son yolculuğuna
uğurla, 4500 adımlık yerdeki müslüman kardeşleri­
ni ziyaret eyle.
Dördüncü Edep: Oruç tuttuğundan ötürü sakın
kendini davet edildiğin yere gitmekten alıkoyma.
Evin sahibi, eğer ziyafette oruç açmadığın için üzül­
mezse, ziyafet yerini güzel kokularla ve güzel sohbet­
lerle bezemeli ve hoş sohbetlerle yetinilmelidir. Eğer
ziyafet sahibi, misafiri, onun orucu açmamasına üzü­
lürse o zaman nafile orucunu açmalıdır. Çünkü bir
müslüınanm gönlünü hoş etmenin sevabı, nafile oruç
tutmaktan daha çoktur. Nitekim Resfı- lullah Efendi­
miz davet edildiği yerin sahibini huzursuz ederek
"orucum" diyenler için şöyle buyurmuştur: "Senin
kardeşin senin için bu kadar zahmet çeker de sen na­
sıl oruçluyum dersin". Yine bu yolda İbn-i Abbas şöy­
le demiştir: "İyiliklerin en üstünü kendi nafile orucu­
nu bozmak ve bu yolda arkadaşlarına ikramda bu­
lunmaktır. Nafile orucunu açmamakta ısrar eden, gü­
zel kokular sürünerek, güzel sohbetler yaparak ziya­
fet verdiği kimselere ikramlarda bulunmalıdır."
Beşinci Edep: Davete, yalnız karın doyurmak için
gidilmemelidir. Ancak hayvanlardır ki, karın doyur­
mak havasındadırlar. Bundan ötürü Rasfılullah

121
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Efendimizin sünnetine uyulmağa niyet edilmelidir.


Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Davete
icabet etmeyen bir kişi, Allah'a ve Resulüne asi olur!"
Bu sebepledir ki: "Davete gitmek vaciptir!" denilmiş­
tir. Hem de bir mü'min, kardeşi bir mü'minin daveti­
ne, Allah'a ve Resulüne itaat niyetiyle gitmelidir. Ni­
tekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş­
tur: "Mü'mini sevindiren Allah'ı sevindirmiş olur." Bu
sebeple o mü'min, diğer bir mü'min kardeşine: O,
kibrinden ve kötü huylulu- ğundan gelmedi! dedirt­
memeli ve arkadan kendisini gıybet ettirip kötü söz
söyletmemelidir.
Yukarıdaki beş edebin ve bu niyetlerin her birinde
ayrı bir sevap vardır. Bu niyetlerle öğünmek de bir
ibadettir. Yüce kişiler, durmalarında, oturmalarında
dine uygun bir niyetleri olmasına çalışırlardı. Ta ki,
nefeslerinden hiçbir şeyin zayi olmasını dilemez,
hepsinin ibadet olmasını isterlerdi.

Davette Hazır Bulunmanın Adabı


Davette hazır bulunmanın edepleri yedidir ve on-
lar da şunlardır:
1- Ev sahibi hiçbir zaman bekletilmemeli.
2- Yemek yemeye acele edilmemelidir.
3- Müsait olan yere oturmalı, en iyi yer kapılma­
malıdır. Ev sahibinin gösterdiği yere oturulmalıdır.
4- Başka konuklar ona başka yeri gösterirlerse al­
çakgönüllülük yolundan ayrılmamalıdır. Tevazu gös­
terilmesi hakkında Rasulullah Efendimiz şöyle

122
Muameleler

buyurmuştur: "Topluluğun alt taraftnı beğenmek, Al­


lah için alçak gönüllülüktendir."
5- Kadınların olduğu yere karşı oturmamalı. Ye­
mek getirilen (mutfak) yönüne çok bakılmamalı.
6- Oturduğu, yerin yakınında bulunanlara selam
vermeli ve "Nasılsınız?" diye hatır gönül sormalı.
7- Sohbette kötü bir şey meydana gelirse onu or­
tadan kaldırmaya bakmalı. Şayet bu elinden gelmi­
yorsa kentlisi meclisten dışarı çıkmalıdır.

Sofraya Yemek Koymanın Adabı


Sofraya yemek koymanın başlıca edepleri, üçtür:
Birinci Edep: Yemeği sofrada, tez hazır kılmalı­
dır. Yemeği çabuk hazırlamak, konuğa karşı bir ta­
zim, onu büyük kişi saymaktır. Onu bekletmemek­
tir. Davetlilerin hepsi gelmişse içlerinden bir kişi
gelmemiş olsa hazır olanların hakkını gözetmek ön­
celik kazanır. Eğer beklenen kişi gayet fakir ve gön­
lü daralmış bir kişi ise o vakit bu niyet üzerine ye­
mek geri bırakılır, o fakir kişi beklenebilir. Assamlı
Hatem şöyle der:
"Acele etmek şeytandandır. Ama beş şeyde acele
etmek sünnettir:
1- Yemeği hazır kılmak.
2- Cenaze hazırlığını çabuk görmek.
3- Yetişkin kızı evlendirmek.
4- Borcu erken ödemek.
5- Günahlardan tevbe etmek."
Düğünün ilk gününde yemek vermek sünnet, ikin­
ci gününde adet, üçüncü gününde ise riyadır.

123
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

İkinci Edep: Sofraya ilk önce yemiş getirmeli, sof­


ra örtüsünün üstü yeşillikten uzak kalmamalıdır.
Çünkü yeşillik olan sofrada meleklerin de hazır bulu­
nacağı hakkında hadis-i şerif vardır. Sonra, güzel ye­
mekler önce sofraya getirilmelidir. Ta ki, önce o gü­
zel yemekle duyulmalıdır. Çok yemek yiyenlerin ade­
ti ise çok ağır yemekleri önce yemektir. Ta ki güzel
yemekleri sonda, fazlaca yemeği isterler. Ama böyle
yapmak mekruhtur. Bir insan topluluğunun geleneği
ise üstün yemekleri bir arada sofra bezi üstüne koy­
maktır. Bundan maksat, her kişinin beğendiğinden
yemesidir.
Üçüncü Edep: Birkaç türlü yemek konulduktan
sonra yenilmeyenler tez kaldırılmamalıdır. Bu mü­
rüvvetsizlik olur. Sofraya az yemek de konulmama­
lıdır. Çok da konursa kibirlilik olur. Ama: "Kıyamet
günü sofradan artan yemeğin hesabı sorulmaz!" di­
ye niyetlenmeli, sofraya fazla yemek konulmalı, İb­
rahim Edhem sofraya çok yemek koyunca Süfyan-ı
Sevri demiş ki: "İsraftan korkmaz mısınız?" İbrahim
Edhem ona şu cevabı verdi: "İsraf olmaz! Çünkü o
misafirin önüne konulmuştur. Yemekten önce ev
halkının çocuklarının payları ayrılmalıdır. Ta ki, on­
ların gözü sofrada kalmasın, diğer ev halkına, yani
ev sahibinin çoluğuna çocuğuna bir şey kalmazsa
onlar konuklara dil uzatırlar. Onların ise konuğa dil
uzatması bir hıyanet olur."
Misafirin de, yediği yemekten artanını götürmeye
hakkı yoktur. Sofiler bu artık yemeğe zelle derler.
Bunu, eğer ziyafet sahibi: Alın, götürün! diye rıza
gösterirse alıp götürürler. Ama bu, utançlıktan ileri

124
Muameleler

gelmemiş olmalı. Gönülden söylenmiş olursa, o za­


man zelle götürmek caizdir. Ama şu şartla ki, her kişi
yanı başındaki arkadaşına zulmetmemeli, o arkadaş­
tan ziyade götürürse, tabağından alırsa o yiyecek o
kişiye haram olur. Eğer ev sahibi zelle götürmesin­
den hoşlanmaz, bunu çirkin olarak görürse, o zelle
yine haram olur. Ev sahibinin rızasıyla alınan artık
yemek helaldir, rızası ile alınmayan yemeğin hırsız­
lık yemeğinden farkı yoktur. Bir yemeği yanında olan
arkadaşı, utandığından, gönül rahatlığı olmadan terk
ederse bu da haram olur.

Misafirlikten Dönüp Gitmenin Adabı


Yemek sahibinin izni ile evden ayrılmalıdır. Ev sa­
hibi de konuklarını evin kapısına kadar geçirir. Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) böyle yapmayı buyurmuştur.
Konuklarını uğurlayan kişi tatlı dilli, güler yüzlü ol­
malıdır. Hem de konuklarında bir kusur görürse ba­
ğışlamalı ve eksikliği gizlemelidir. Bu ahlak, bütün
ibadetlerden daha sevaplıdır. Şu hikaye de dillerde
dolaşmıştır:
Cüneyd-i Bağdadi'yi bir oğlancık, babasının ziya­
fetine çağırmıştı. Cüneyd, evin kapısına geldiği za­
man, çocuğun babası onu eve almadı, o da geri dön­
dü. Çocukcağız, Cüneyd'i yine tam dört kere çağırdı,
gidip geldi. Dileği, çocuğun gönlünün kırılmaması,
hoş olmasıydı. Babasının gönlü de hoş olsun diye ge­
ri döner, giderdi. Cüneyd, bu arada her kabul ve red­
den bir ibret alırdı. Bunu Hak tarafından gelmiş

125
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

görür ve Allah'ın bir imtihanı sayardı. Bundan dolayı


incinmez, hiç kırılmazdı.
Bu konular hakkında şu hadis-i şerifler gelmiştir:
"Al/ahu Tealaya ve ahirete iman eden mü'min kişi,
misafirine ikramda bulunsun."
Başka bir hadis de şudur: "Yemeğe çağrılan misafi­
ri evin kapısına kadar uğurlamak sünnettir."

126
BÜTÜN YÖNLERİYLE EVLİLİK

E
y saadet kimyasını öğrenmek isteyen!
Bil ki, evlenmek, din yolunda gereken bir
şeydir. Yemek yemek nasıl lazımsa evlenmek
de insana lazımdır. Nitekim, insanın hayatta olup
biraz baki kalmasına din yolunun bir miktar ihtiya­
cı vardır. İnsanın hayatta kalması yemeden, içme­
den mümkün olamaz. Bunun gibi, insanın aile zinci­
rinin baki kalmasına, soy ve çocuklarının meydana
gelmesine dinin ihtiyacı vardır. Bu da evlenmeden
olmaz. Evlenme insanın asıl varlığına ve yeme içme
de o varlığın devamına sebeptir. Evlenmenin helal
olması bundandır, şehvetten ötürü değildir. Şehvet
de insanın neslinin devamlı, baki kalması için yara­
tılmıştır.
Ta ki şehvet insanı evlenmeye zorlasın. Ve ta ki,
din yoluna gidici evlat ve zürriyet meydana gelsin.
Çünkü bütün halk din için yaratılmışlardır! Bundan
ötürüdür ki, Allahu Teala şöyle buyurmuştur: "Ben
cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye ya­
rattım." (Zariyat: 56) İnsanlar ne kadar çoğalırsa, Alla­
hu Teala'ya ibadet de o kadar çok olur. Bu sebepten­
dir ki, Rasillullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:

127
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

"Evlenin ki, çoğa/asınız. Ben, kıyamet gününde başka


peygamberlerin ümmetine karşı sizinle övünürüm.
Hatta şu annesinin karnına düşen çocukla da övünü­
rüm." O halde din yolunda giden her kişinin aynı yol­
da giden bir kul daha artırmaya çalışması gerektir.
Ve sevabı yücedir. Dünyada baba ile hoca hakkı bü­
yüktür. Çünkü baba insanın doğumuna, vücuduna se­
beptir. Hoca da din yolunu göstermesine. Bundan
ötürüdür ki, bir topluluk şöyle demiştir: Evlenmek,
nafile ibadetle uğraşmaktan daha faziletlidir. Çünkü
evlenmek, din yolunda vacip olan şeylerdendir. Bun­
dan ötürü evleniş edeplerini açıklama da şu üç bölü­
mü bilmekle olur:
Birinci Bölüm: Evlenmenin fayda ve zararlarını
bildirir.
İkinci Bölüm: Evlenişin edeplerini bildirir.
Üçüncü Bölüm: Evlendikten sonra eşlerin yaşayış­
larını bildirir.

Evlenmenin Fayda ve Zararları


Evlenmenin beş faydası vardır. Bu faydalar şun­
lardır.:
Evlenmenin Birinci Faydası: Evlat yetiştirmektir
ki, bunun da dört sevabı vardır:
1- Bu sevap Allahu Teala'nın sevgilisi olan şeye
çalışmaktır ki, o da Ademoğlunun vücuda gelmesi­
dir. Dünyaya çocuk ve nesil yetiştirmedir. Yaratıl­
manın hikmetini bilen kişi. Allahu Teala'nın bunu
sevmiş olduğunda hiç şüphe duymaz. Allahu Teala
ekin ekmeğe yarar bir yeri kuluna verse, o kula

128
Bütün Yönleriyle Evlilik

ekeceği tohumu, toprağı süreceği bir çift havvanı,


ekin aracını, her gerekeni o kişiye teslim etse, o ku­
lun üzerine bir vekil gönderip ekin ekmeğe onu zor­
lar. Eğer o kulun aklı varsa Allahu Teala'nm muradı­
nın, dileğinin ne olduğunu anlar. Mesela her ne ka­
dar buyruğunu dille söylemezse de bunlarla bildi­
rir. Allahu Teala ana rahmini yarattı. Erkekte ve ka­
dında birleşme uzuvlarını yarattı. Nesil, evlat tohu­
munu erkeklerin beline, kadınların göğsüne koydu.
Şehveti de onları isteklendirsin diye kadınla erke­
ğin üzerine vekil koydu. Bunlarla maksadın ne oldu­
ğu hiçbir akıllı kişiye gizli değildir Çünkü bir kimse
o tohumu kaybetse, boşa salsa veya vekili (şehveti)
bir hile ile kendisinden geri döndürse şüphesiz ki, o
yaratılacak olan şeyin yolu kapatılmış olur. Bundan
ötürü Ashab-ı Kiram'ı ve eskiler dul veya bekar ola­
rak ölmeyi çirkin görürlerdi. Hazret-i Muaz taun
hastalığından iki eşini kaybetmişti. Kendisi de tau­
nu bilirdi. Yanındakilere: "Bana ölmeden bir eş ni­
kahlayın ki, bekarlık hali ile ölmeyi istemem!" de­
mişti.
2- Rasfı.lullah Efendimiz'e uyulmuş olur ki, böyle­
ce müslüman ümmeti artmış olur. Çünkü Resul (sallal­
lahu aleyhi ve sellem) kıyamet gününde ümmetinin çok­
luğu ile öğünecektir. Bundan dolayı ki, doğurmayan
ve doğuramayan kadınla evlenmeyi iyi görmemiş ve
şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızın hayırlısı çocuk
doğuran/ardır." Yine Rasfı.lullah Efendimiz kısır ka­
dınlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Evin bucağın­
daki hasır, doğurmayan kısır kadından daha hayırlı­
dır." Resul (aleyhisselam), yine bu sebepledir ki, şöyle

129
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

buyurmuştur: "Doğuran çirkin kadın, doğurmayan


güzel kadından hayırlıdır." Bundan da anlaşılıyor ki
evlenme, şehvet için değildir ve güzel kadın ise ancak
şehvet söndürmek için tercih edilir.
3- Baba, ana ölünce arkada kendilerine dua yolla­
yacak evlat kalır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyu­
rulmuştur: "İnsan öldükten sonra sevabı kesilmeyen
hasatların birisi de oğuldur. Onun duası, babası öl­
dükten sonra kesilmeyip ölenlerinin ruhuna yetişir."
Yine Resfı.1-i Ekrem Efendimiz bu yolda şöyle buyur­
muştur: "Okunan dualar, nurdan tabakalar üstünde
ölmüşlerin ruhuna sunulur." Ve Resul (sallallahu aleyhi
ve sellem) şu sözlerini eklemiştir: "Bu dualarla ölmüş­
lerin ruhu şad olur, ki kimi çocuklar ana ve babasın­
dan önce Allah'ın emrine kavuşur, ana ve babası
onun acı ve musibetini çeker. Evlat onun şefaatçisi
olur."
Rasfı.lullah Efendimiz şöyle buyurur: "Kıyamet gü­
nü çocuğa: "Cennet'e gir!" derler. Çocuk kızar ve öfkey­
le: "Beni ancak annemle babamla beraber cennete ko­
yun," der."
Yine bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İki
çocuğu ölen kimse, cehennem ateşinden bir duvarla
korunmuştur. "Yüce kişilerden birisi evlenmekten ka­
çınırdı. Bir gece rüyasında kıyamet koptuğunu gör­
dü. Halk susuzluktan şaşırıp kalmışlardı. Çocuklar­
dan bir grup altın ve gümüş maşrabalarla bir toplulu­
ğa su dağıtıyorlardı. Bu kişi o çocuklardan su istedi.
Onlar su vermediler. Çocuklar: Bizim aramızda senin
oğlun yoktur! dediler.

130
Bütün Yönleriyle Evlilik

O kişi uykudan uyanınca hemen evlendi.


Evlenmenin ikinci Faydası: Evlenme sebebiyle in­
san kendisini sanki bir kale içinde saklar. Şeytanın afe­
ti olan şehveti kendisinden uzaklaştırır. Bu sebepten­
dir ki, Rasfılullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: Bir
kimse evlenirse dinin yarısını bir kale içinde saklar.
Evlenmeyen bir kişi ise nesil üreme organını haram­
dan saklarsa bile çok kere iki gözünü kötü bakıştan ve
gönlünü kuruntudan kötü düşünceden kurtaramaz.
Fakat evlenmek ve nikah, evlat sahibi olmak için olma­
lıdır. Şehvetten kurtulmak için yapılmamalıdır, Allahu
Teala'nın sevdiği, kulunun kendi emrine uymasıdır.
Yoksa kulun şehvetten uzaklaşması değildir. Hem de
şehvetin yaratılmasında başka bir hikmet vardır. O da
şudur: Şehvet başka bir lezzette yaratılmıştır ki, ahi­
rette hurilerin sohbetine örnek olsun diye. Nitekim bu
dünyada ateş, ahirette cehennem ateşine örnek olsun
diye halk edilmiştir. Fakat dünyada olan çiftleşmenin
lezzeti ve dünyada olan ateşin zahmeti ahirette olan
lezzet ile zahmetin yanında çok azaltılmış ve çok kısal­
tılmıştır. Allahu Teala her ne yaratmışsa onda nice
hikmetler vardır. Ona nice hikmetler koymuştur. Her
bir şeyde hikmetler de gizlidir. Belki bunlar, ancak din
bilginlerinin alimlerin büyüklerine gizli değildir. Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kadınlar
gelirken onlarla birlikte şeytan da gelir. Eğer onu gören
kimsenin gözüne o güzel bir kadın olarak görünürse, o
kişi, evine varıp o anda kendi helali ile birleşsin. Çünkü
bütün kadınlar cinsi birleşmenin manasında eşittirler."
Evlenmenin Üçüncü Faydası: Erkek, karısının yü­
züne bakmaya alışkanlık duyar. Onların sohbeti ve

131
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

latifeleri erini gönül rahatlığına kavuşturur. Bu ra­


hatlık sebebi ile erkeğin ibadete istek ve rağbeti ar­
tar. Fakat gönül fazla ibadetle sıkıntı ve darlığa dü­
şerse, işte o rahatlık, ona gücünü, kuvvetini geri geti­
rir. Mü'minlerin Emiri Hazret-i Ali der ki: "Gönlün
içinden huzuru hiçbir zaman götürmeyiniz ki, gönül
daima huzursuz olmaktan kör olur." Kimi kez Pey­
gamber Efendimiz, melekfı.t alemine dalıp gizlikleri
ruhu ile açmaya daldığı, vahiy beklediği zaman öyle
yüce şeyler gözüne keşfolunurdu ki, o işe kendileri
takat getiremezdi, elini Ayşe'ye uzatırdı. Ve elini ona
dokundurarak: Ya Ayşe, benimle sohbet eyle, konuş!
Derdi. İsterdi ki, kendisine yeni bir kuvvet gelsin.
Böylece vahiy yükünü çekmeğe takat getirsin. Rasfı.­
lullah Efendimiz yeniden bu aleme döndüğü zaman
kuvveti, kudreti kemalini bulurdu. Ve vahyin susuz­
luğu ona garip Bilal-i Habeşi'ye: Bizi rahattandır, ya
Bilal! Derdi. Sonra namaza dururdu, kimi kez olurdu
ki dimağına güzel kokularla güç verirdi. Bundan ötü­
rüdür ki, Resul aleyhisselam güzel kokular sevdiğini
şu hadis-i şerifte bildirmiştir. "Bu dünyada bana üç
şey sevgili geldi. Biri güzel koku, biri kadın, birisi de
gözümün nuru namazdır." Fakat namaz için Resul
(aleyhisselam), hasseten: "Namaz benim gözümün nu­
ru" demiştir. Güzel koku, güzel kadın bedenin rahat­
lığı içindir. Rahatlıklar da namaz kılmaya kuvvet bul­
mak ve namazda gereken göz nurunu elde etmek
içindir. Bundan ötürüdür ki, Resul (aleyhisselam), dün­
ya malını toplamaktan ümmetini men etti. O zaman
Hazret-i Ömer şöyle sordu: "Dünyadan ne gibi şeyler
alalım?" Resul (aleyhisselam), ona şu cevabı verdi:

132
Bütün Yönleriyle Evlilik

"Zikredici dili, şükredici kalbi ve ô.hiretinize yardımcı


olan safiha kadrnı almaya çalrşm." Görüldüğü gibi
Peygamber Efendimiz, saliha kadını zikir ve şükürle
birlikle andı.
Evlenmenin Dördüncü Faydası: Evin kadını, evi
temizler, yemeği pişirir, çamaşırları, kapkacağı yıkar.
Evin her işini yerine getirir. Eğer evin erkeği bu işler­
le uğraşsaydı ilimde, amelde, ibadette geri kalırdı.
Kadın bu sebepten din yolunda erkeğe yol arkadaşı­
dır. Ebu Süleyman-ı Darani şöyle demiştir: İyi kadın,
dünya kadını değil, ahiret kadınıdır. Bu şu demektir
ki, iyi kadın seni dünya işinden uzak kılar, ahiret işi
ile uğraşmana yardımcı olur. Hazret-i Ömer demiştir
ki: İmandan sonra saliha kadından daha büyük bir
nimet yoktur.
Evlenmenin Beşinci Faydası: Kadınların çevrine
sabır göstermek, onların önemli olan işlerini hemen
görmek, onları saymak kendilerine riayet etmek, şe­
riat yolunda muhafaza ve tam mücahede başka bir
şeyle olmaz. Bu mücahede ibadetin en faziletlisidir.
Haberde buyurulmuştur ki: "Kişinin ailesine nafaka
vermesi, sadaka vermekten üstündür." Büyükler de
şöyle demişlerdir: Helalden kazanıp çoluk çocuğuna
nafaka eylemek velilerin işidir. İbnü'l Mübarek gaza­
dan daha faziletli iş var mıdır? Gazadan daha faziletli
işi bilmiyoruz. O zaman İbnü'l Mübarek: "Ben gaza­
dan daha faziletli olan ameli bilirim. O da bir kimse­
nin karısı ve çocukları olsa, onları iyi bir şekilde ko­
rusa, bir gece uykudan uyanıp o çocukları açılmış
görse, üstlerine bir örtü örtse, bu amel bizim yaptığı­
mız gazalardan daha faziletlidir!" dedi. Bişr-i Hafı

133
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

dedi ki: "Ahmed İbni Hanbel'in üç fazileti vardı. O fa­


ziletler bende yoktur. Biri, o hem kendisi için, hem de
çoluk çocuğu için helal kazanç dilerdi. Bense sadece
kendim için helal kazanç dilerim."

Evlenmenin Zararları
Evlenmenin üç zararı vardır:
Birinci Zararı: Helal kazanç elde etmekten aciz,
yoksun olmaktır. Hele bu zamanda ailesi sebebiyle
şüpheli mala ve harama düşmek ihtimali olursa bu
hale düşmek kişinin hem kendisinin, hem çoluk ve
çocuğunun dininin helak olmasına sebep olur. Hiçbir
sevap, bu günahı ortadan kaldırmaz. Resul aleyhis­
selam bu yolda şöyle buyurmuştur. "Kıyamet günü,
kul kişiyi, terazi başına yakın getirirler. Onun hase­
natı (iyi amelleri) dağlar gibi yüce görünür. Ondan
sonra ona: Çoluk çocuğuna nafakayı nereden bul­
dun? diye sorarlar. O kişiyi sorumlu tutarlar. Bütün
hasenatı alacaklarının haklarına karşılık verilip borç­
ları ödenir. Sonra..." Sonrası için Resul aleyhisselam
şöyle buyurmuştur. "Melekler nida ederek: Bu o kişi­
dir ki, çoluk çocuğu onun bütün hasenatını (iyilikleri­
ni) yedi, bitirdi. Kendisi de bugün (borçlarına karşı­
lık) rehin alındı!" derler. Sahabelerden şöyle rivayet
edilmiştir: Kıyauıet gününde insanın ilk alacaklısı ka­
rısı ve çocuklarıdır. O gün Allah'ın huzurunda eşi: Ya
Rabbi! Der. Benim hakkımı bu kişiden al! O bana ha­
ram yemekten yedirdi. Biz o yiyeceğin haram oldu­
ğunu bilmiyorduk. O, bize haramı ve helali de öğret­
meliydi. Oysa öğretmedi, bildirmedi. Bundan ötürü

134
Bütün Yönleriyle Evlilik

cahil kaldık. Öyleyse bir kişinin kendi geliri ve kazan­


cı veya mirastan kalmış helal malı yoksa ona evlen­
mek caiz değildir. Eğer evlenmeyince kendisini zina­
ya salacaksa, geçim vasıtalarını temin edip hemen
evlenmelidir.
İkinci Zarar: Evlenmede ikinci zarar, çoluk çocu­
ğunun hakkını yerine getirmemekle olur. Kişi ailesi­
ne iyi huylu olmalıdır. Onların edalarına sabır göster­
meli, yüklerini, ağırlıklarını çekmelidir. Zor işlerini
kolaylaştırmaya çalışmalıdır. O haklar, yerine getiril­
meden ödenmez. Allahu Teala yüce Kur'an'mda şöyle
buyurmuştur: "Ey iman edenler! Nefsinizi ve çoluk ço­
cuğunuzu ateşten koruyunuz." (Tahrim: 6)
Yukarıda açıklanan vazifeleri yerine getirmeye
her kişinin gücü yetişmez. Çünkü kimi kez olur ki, on­
ların gönlünü kırar. Onların gönlünü kırmakla da gü­
naha girmiş olur. Yahut çoluk çocuğunu nafakasız, bı­
rakıp kaçar, onları kaybetmiş olur. Rasulullah Efen­
dimiz şöyle buyurmuştur: "Çoluğundan, çocuğundan
kaçan kişi kaçak köle gibidir. Çoluk ve çocuğunun ya­
nına geri dönmedikçe onun ne namazı ne orucu ka­
bul olunur." Sözün kısası, her insanda bir nefis var­
dır. Kendi nefsiyle başa çıkamayan kişi başka bir nef­
si boynuna almamalıdır. Bekar olan Bişr-i Hafi'ye
şöyle soruldu: "Sen niçin evlenmiyorsun?" "Şu ayet­
ten utanır ve korkarım da ondan!" dedi. "Kadınların
da erkeklerin üzerinde çektikleri zarar kadar birtakım
hakları vardır." (Bakara: 228) İbrahim Edhem şöyle de­
miştir: "Ben niçin evleneyim? Ben kadına muhtaç de­
ğilim. O halde yok yere onları kendimle neden alda­
tayım?"

135
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Üçüncü Zarar: İnsanın gönlü ve düşüncesi çoluk


çocuğun nafakasiyle uğraşır durur. Böylece de Allahu
Teala'yı anmaktan ve ahiret işlerini hazırlamaktan
geri kalınır. Oysa, Allahu Teala'yı anmaktan alıkoyan
her şey, helak olmanın sebebidir. Bundan ötürüdür
ki, Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler!
Sizi, mallarınız ve evladınız, Allah'ı anmaktan alıkoy­
masın." (Münafikı1n: 9) O halde bir kimsenin çoluk ve
çocuğu kendisini Allahu Teala'yı anmaktan geri bı­
rakmazsa Resul (aleyhisselam) gibi o gücü kendinden
buluyorsa evlenmeli ve eğer evlenmediği zaman da
ima zikir ve ibadet yolunda kalacağını, haramdan
uzak kalacağını bilirse, o kişinin evlenmemesi daha
faziletlidir. Bir kimse, zinadan korkarsa evlenmesin­
de çok fazilet vardır. Ama o kişi zinadan korkmuyor­
sa onun evlenmemesi daha iyidir. Ama bir kişi ki:
1- Helal kazanca kudreti yetiyorsa,
2- Kendisinin ahlakına ve şefkatine güveniyorsa,
3- Evlenmek kendisini Allah'ın zikrinden ayırmaz-
sa,
4- Evlenmediği takdirde Allahu Teala'nın zikri ile
meşgul olamayacağından korkuyorsa, bu gibi kişile­
rin nikahlanması efdal bir harekettir.

Evlenmenin Edepleri
Bu konu, evlenecek olan kadınlarda bulunması ge­
reken sıfatları açıklar. Evlenmenin şartları beştir:
Birinci Şart: Velidir. Yani kadının yakın hısmıdır
ki, velisiz nikah dürüst olmaz. Bir kimsenin eğer veli­
si olmazsa, onun velisi sultandır.

136
Bütün Yönleriyle Evlilik

İkinci Şart: Kadının evlenmeye razı olmasıdır. Şa­


yet bakire ise babası veya babasının babası nikah et­
se kızın rızasına ihtiyaç kalmaz. Ama babası nikahı
kızma bildirmelidir. Eğer kız ona dönüp cevap ver­
mezse bu sonuç rızaya yeterlidir (Hanefi mezhebin­
de bakirenin de rızasına ihtiyaç vardır).
Üçüncü Şart: İki adil şahidin nikah vaktinde hazır
bulunmasıdır. Ama daha iyisi salih kişilerden bir top­
luluğun bulunmasıdır. İki kişi ile kanaat edilmemeli­
dir. Eğer gerek erkeğin, gerek kadının ve şahidlerin
fışkı bilinmezse, onların kötülüğü onlarca malum de­
ğilse nikah olur, sahih sayılır.
Dördüncü Şart: Kızın velisi "verdim", erkek de
"aldım" demelidir. Ya da onların vekilleri, böyle de­
melidir. Öyle ki, nikah kelimesini yahut tezviç keli­
mesini (yani evlendirme sözünü) açıkça söylemeli­
dirler. Sünnet olan şudur: Nikahın hutbesi (yani far­
zı) okunduktan sonra kızın velisi: "Bismillahi vel­
hamdulillahi filan hatunu söylediğiniz ağırlıkla (o
kadar mehirle) nikaha kabul eyledim!" der. Hutbe
ve nikahtan, kızı almazdan önce erkeğin onu görme­
si daha iyidir. Kızı veya kadını beğendikten sonra
nikahına alırsa iki eşin birbirine yakınlıkta güveni
çok ziyade olur. Evlenmekten maksat; dünyaya ev­
lat yetiştirmek olmalıdır. Hem gözü, özü ve gönlü
haramdan saklamak da olmalıdır. Evlenmekten
maksadın, çiftleşmek ve nefsin hevasına uymak ol­
duğu düşünülmemelidir.
Beşinci Şart: Kadında öyle sıfatlar bulunmalı ki,
onunla nikahlanmak, evlenmek helal olmalıdır.

137
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Yirmiye yakın sıfat vardır ki, o sıfatlarda bulunan ka­


dına nikah haram olur. O sıfatlar da şunlardır.
1- Hiçbir erkeğin nikahı altında bulunmamalıdır.
2- Yine başka bir kişinin iddetinde olmamalı.
3- Ya da mürted olmamalı.
4- Putperest olmamalı.
5- Zındıklıktan uzak, yani kıyamete, Allahu Teala
ve Rasulüne iman etmiş olmalı.
6- Her ne yaparsa onu yapmağı mubah görmeyen
kişi olmalı.
7- Yabancı kimselerle oturup durmayı caiz görme­
meli.
8- Namaz kılmamayı caiz görmemeli.
9- "Biz namahremle oturmayı ve namaz kılmama­
yı caiz görürüz" diyen bir kimse olmamalı.
10- "Bu işlerden ötürü bize sorgu sual olmaz!" di­
yenlerden olmamalı.
11- Hristiyan veya Yahudi olmamalı. Yani Hristi­
yanlığı ve Yahudiliği Resul (aleyhisselam) gönderildik­
ten sonra kabul edenlerin soyundan olmamalıdır.
12- Hür kadın olmaya kudreti varken evlenmek is­
tediği azatsız cariye olmamalı.
13- Erkek, alacağı hür hatunun zina yapmayaca­
ğından emin olmalı.
14- Ya da evlenmek istenen cariyenin malı ve pa­
rası erkeğin mülkünde olmalı.
15- Yahut nikah etmek istenilen kadın, erkeğe
mahrem (mesela almak isteği kız kardeşi olduğu ya­
hut birlikte süt emdiği için evlenmeleri haram kılın­
mış) bulunmamalı.

138
Bütün Yönleriyle Evlilik

16- Sıhriyet sebebiyle istediği kadının kızını ni­


kahlamış olsa, gerekse o kadının kızına nikah etmiş
olsun, gerekse kızının kızına yahut almak istediği
kadının annesine veya annesinin annesine nikah et­
miş olsa ve nikahtan sonra gerdeğe girmiş (yani
cima etmiş olsa), ya da almak istediği kadın, erkeğin
babasının nikahına girmiş, yahut kendi oğlunun
nikahına girmiş olsa, yahut erkeğin dilediği kadının
kız kardeşine veya anasının kız kardeşine, yahut ba­
basının kız kardeşine nikah etmiş bulunsa, bu ka­
dınların nikahta aralarını cemetmek caiz değildir.
Her iki kadın ki, bir hısımlığı olsa, eğer biri baba ta­
rafından, birisi kadın tarafından hısım olsa, -teyze
ve hala gibi- onların birbirine nikahı caiz olmazsa,
bunların bir erkeğin nikahı altında bulunması caiz
değildir.
17- Erkeğin dilediği kadın, ondan üç kere kesin
olarak boşanmışsa yahut erkeğin dilediği cariyesi
olup da üç kez almışsa veya onu üç kez satmışsa baş­
ka biri ile cima etmeyince nikah olmaz.
18- İstenen kadınla erkeğin arasında lanetleme ol­
muşsa, yani erkek kadına: "Sen zaniyesin, zina yapan
birisin." demekle Kadı da onları birbirinden ayırmış­
sa, yeni nikah caiz değildir.
19- Kadın ve erkek hac için ihram giyinirlerse
nikah caiz olmaz.
20- Kadın yetim kişi olsa ve çocuk olsa onun nika­
hı da caiz değildir. Ta bülfığa erinceye kadar onlara
nikah kıyılmaz.
İşte, evlenmeyecek olan kadın ve bakirelerin

139
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kimler olduğu açıklandı. Bunların hepsine de nikah


batıldır. Nikah kıyılmaları helal olsa da sahih değil­
dir.

Kadınlarda Bulunması Sünnet Olan Sıfatlar


Kadınların sahip olması gereken ve sünnet olan sı­
fatlar yedidir:
Birinci Sıfat: Kadın, saliha olmalıdır. Zaten kadın
için asıl sıfat budur. Eğer kadın, doğru, iyi, yani sali­
ha olmazsa kocasına hıyanet eyler. Erkek ondan her
zaman elem duyar. Eğer kadın bedeninde hıyanette
bulunursa ve o yoldan dönmezse erkeğin dinine
noksan gelir. Halkın içinde yüzü kara düşer. Günah­
kar olur. Eğer bunu halka açıklayıp söylese bütün
evin dirliği bozulur. Eğer boşasa belki de gönlü ona
bağlanmış olabilir. Sonunda perişan da olur. Bir kişi
Rasulullah Efendimize gelip helalinden şikayet ede­
rek şöyle demişti: "Ya Rasfı.lullah, eşim gelene yok
demez. Hiçbirini boş çevirmez. Ne yapayım?" Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) "Boşa onu!" diye buyurdu. O
kişi: "Ya Resulfı.llah! Onu sevmekteyim ben!" dedi.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) "Boşama!" diye bu­
yurdu. "Onu muhafaza et!" Resfı.l-i Ekrem Efendimi­
zin bu tavsiyede bulunmasının sebebi kadının ileri­
de kötülüklerden tevbe etmesi, eğer boşarsa onun
ardınca giderek belalara düşmesi kuşkusuydu. Alla­
hu Teala da Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmuş­
tur: "Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi ateşten
sakının." (Tahrim: 6) Rasfı.lullah Efendimiz bir hadis-ı
şerifinde şöyle buyurmuştur: "Kadını, malı ve

140
Bütün Yönleriyle Evlilik

güzelliği için isteyen kimse ikisinden de mahrum


olur. Eğer din için isterse mal da güzellik de ikisi bir­
den nasip olur."
İkinci Sıfat: Kadının huyu ve ahlakı iyi olmalıdır.
Kötü huylu kadın, iyilik bilmez olur. Hayasız olur. Er­
keğine güç işler emreder. Bu tıynetle kadınla dirlik,
düzenlik içinde yaşamak güçleşir. Onunla birlikte ya­
şamak elinin fesadına sebep olur.
Üçüncü Sıfat: Güzelliktir. Erkeğin kadına yaklaş­
masına sebep güzelliktir. Bundan ötürüdür ki ka­
dınla nikahlanmazdan önce onu görmek sünnettir.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ensarın kadınlarının gözünde bir şey vardır ki, gö­
nül ondan nefret eder. Bir kimse onlarla evlenmek di­
lerse önce görsün, ondan sonra nikahlasın." Evet,
görmeden kıyılan nikahın sonu kaygı ve pişmanlık­
tır. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in buyurduğu gibi,
kadını din için istemek gerektir. Güzellik için dile­
mek gerekmez. Ama bu güzellik işe yaramaz demek
değildir. Ancak bir kimsenin nikahtan maksadı sün­
net-i şerifeye uymak, evlada sahip olmaktır. Onu bu
türlü görmek istememek zahitlikten bir bölümü alıp
götürmüş olur. Ahmet bin Hanbel tek gözlü olan ka­
dınla evlenmişti. Çünkü ona: "Tek gözlü olan kadın,
güzel olan kız kardeşinden daha akıllıdır!" demiş­
lerdi. O da bunun üzerine tek gözlü kadınla nikah
kıydırmıştı.
Dördüncü Sıfat: Evlenilen kadının nikah akçesi
(mehri) az olmalıdır. RasG.lullah Efendimiz nikahlar­
dan kimisinde bunu 10 akçe eylemiş ve kendi

141
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kızlarını dört yüz dirhemden fazlaya vermemiştir.


Bundan ötürü de şöyle buyurmuştur: "Kadınların ha­
yırlısı,yüzleri güzel ve nikahlarının akçesi az olanıdır."
Beşinci Sıfat: Evlenen kadın doğurmayan, kısır
kadın olmamalıdır. Nitekim Resul (aleyhisselam) şöyle
buyurmuştur. "Bir evin bucağındaki hasır, doğurma­
yan kadından daha hayırlıdır." Resul (sallallahu aleyhi ve
sellem) ayrıca şöyle buyurmuştur: "Çok çocuk doğuran
verimli kadınlarla evlenin."
Altıncı Sıfat: Evlenecek kadın bakire olmalıdır ki,
erkek ve kadın birbirine çok yaklaşsın, birbiriyle
kaynaşsın. Dul kadın her zaman eski kocasını anar.
Cabir dul bir kadınla evlenmek diledi. Rasfılullah
Efendimiz ona şöyle sordu: "Niçin bakire almıyorsun?
Ta ki, sen onunla, o seninle oynaşır, sevişir,birbirinize
daha iyi kaynaşırdınız." Nitekim Resul (aleyhisselam),
dul alınan kadını koklanan bir güle benzeterek şöyle
buyurmuştur. "Çöplükte yetişen gülden uzak/aşınız."
Burada çöplükten maksat kötü ailedir.
Yedinci Sıfat: Nikahlayacağınız kadın, iyi soydan,
yüce aileden olmalıdır. Müslüman ve doğru yolu tut­
muş soydan olmalı ki, aslı, kökü olmayan kişi edep
görmemiş olur. Kötü huyludur. Hatta o kötü huyun
evlada da tesiri olur. Resfılullah Efendimiz bu konu­
da şöyle buyurmuştur: "Bel suyunuzu temiz kaba bo­
şaltın, kan anaya da çeker."
Sekizinci Sıfat: Evlenilecek olan kadın yakın akra­
badan ve hısımdan olmamalıdır. Bir hadis-i şerifte
şöyle buyurulmuştur: "Yakın akrabalarınızı nikahla­
mayın. Çünkü yakın akrabalardan doğan çocuk zayıf,

142
Bütün Yönleriyle Evlilik

cılız olur." Bu türlü doğumun sebebi de şudur ki, er­


keğin şehveti yakın akrabaya az olur. İşte kadınların
sıfatı da bu anlattıklarımızdır. Ana babalarla veliler
kız evlatlarını erkeğe vermeyi dilediği zaman kızının
masrafına faydalı olmalıdır. Uygun bir koca seçmeli,
kötü erkekten kaçınmalıdır. Çirkin huylu, karısının
nafakasını kazanmaktan aciz olan kocadan sakınma­
lıdır. Eğer kadının dengi olmazsa nikahı da doğru ol­
maz. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş­
tur: "Bir kimse kendi kızını fa.sık bir kişiye verirse, ger­
çektir ki, yakınlığını kesmek demektir."

Kadınlarla iyi Geçimin Adabı


Ey Aziz! Nikahın, dinin köklerinden, asıl ve esasla­
rından biri olduğu bilindi. Dinin edebini nikahta gö­
zetip ona riayet gerektir. Yoksa insanoğullarının ev­
lenmesi ile hayvanların eşleşmesinin ayrılığı kalmaz.
Bundan ötürü 12 şeyde edebe uymak gerektir:
1- Veltme, yani nikahtan sonra düğün ziyafeti ver­
mek.
2- Kadına karşı güzel davranıp tatlı dil kullanarak
iyi geçinmek.
3- Eşlerle latife ve şakada bulunmak, oynaşmak,
donuk olmamak.
4- Latife ve şakayı, gülüp oynamayı kötü bir hava­
ya büründürmemek. Erkek, erkekliğini unutmamalı
ve unutturmamalıdır.
5- Namusu sakınmak yolunda erkek ölçülü olmalı­
dır.
6- Kadına iyi nafaka verilmelidir.

143
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

7- Din bilgisi öğretilmelidir.


8- İki ve daha fazla karısı olan erkek onların arası­
nı eşit tutmalıdır.
9- Kadın söz dinlemezse erkek onu lfıtufla ve şef­
katle kendisine itaat ettirmelidir.
10- Erkek, karısı ile eşleşirken yüzünü kıbleden
başka yöne döndürmelidir.
11- Çocuk doğumunda sağ kulağına babasının
ezan okuması, sol kulağına kamet getirmesidir.
12- Erkek, elinden geldiği kadar eşini boşamama­
lıdır.
Birinci Edep: Düğün yemeği vermektir. Düğün
daveti sünnet-i müekkede'dir. Rasulullah Efendimiz,
Abdurrahman bin Avf ın nikahını kıymak istediği za­
man ona: "Ziyafet ver! Hatta bir koyunun da olsa ziya­
fet ver. Düğünü Allah mübarek k1/sın!" dedi. Eğer evle­
nenin bir koyunu bile yoksa, elinin yettiği kadarını
düğün yemeğine harcar, davetlilerin önüne koyar. Bu
velime (düğün ziyafeti) olur. ResG.10.llah Efendimiz,
Safiye hatunla nikahlandığı zaman arpa ekmeği ile
hurmayı velime (düğün ziyafeti) eyledi. Yalnız dikkat
etmeli ki, mümkün olduğu kadar nikahı yüceltmeli,
ona saygı gösterilmelidir. Düğün, üç günü geçirilme­
meli ve eğer geri bırakılırsa bir haftadan öteye geç­
memelidir.
Düğünde, def çalmak, düğünü açıklamak, duyur­
mak, ona sevinmek sünnettir. Çünkü yer toprağında
bulunan yaratıkların azizi, en şereflisi Ademoğulları­
dır. Ve Ademoğullarının yaratılmasının açılış kapısı
evlenmektir. Öyleyse bu sevinç, düğün gününde tam

144
Bütün Yönleriyle Evlilik

yerinde bir hareket olmuş olur. Ve böyle vakitlerde


def çalmak, sema etmek sünnettir.
Rebi binti Muazzez'den rivayet edilmiştir ki: "Ba­
na düğün yaptıklarının ertesi günü Rasulullah Efen­
dimiz bize geldi. Kadınların def çaldıklanm ve türkü
söylediklerini gördü. Kadınlar Rasfilullah'ı görünce,
türkü söylemeyi bırakıp onu öğen şiirler okumaya
başladılar. O zaman ResfılG.llah Efendimiz: "Şarkınıza
devam edin, evvelkini sürdürün" diye buyurdu. Çalgı
çalarken kendi üzerine dua edilmesini istemedi. Ve
kendisinin övülmesi hakkında da: "Onu bana dua
ederken söyleyiniz! Çünkü o dualar oyuncakla beraber
edilirse makbul olmaz" diye buyurdu. Bu sebepledir
ki, Peygamber Efendimiz'e dua etmek, önemli din iş­
lerinin en önde gelenidir. Nikahı herkese bildirmek
müstehaptlr. Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: "Helal ile haramı ayıran defle ses­
tir." Yine bu yolda Resul (aleyhisselam)'dan şu hadis-i
şerif rivayet edilmiştir: "Nikahı duyurun, onu mescit­
lerde kıyın, def çalarak ilan edin."
İkinci Edeb: Kadınlara karşı iyi davranmak, güzel
huylu olmak, onlarla iyi geçinmektir. Güzel huylu ol­
mak; onlan incitmemek anlamında değildir. Belki ka­
dınların sözüne dayamkh olmak, onların iyilik bil­
mezliklerine sabreylemek demektir. Bir hadiste şöy­
le buyurulmuştur: "Kadınlar zayıf ve avretle yaratıl­
mışlardır. Onların zayıflıklarının ilacı susmaktır, ayıp­
larının çaresi evi onların üzerine zindan etmektir."
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Karısının kötü huyuna sabır gösteren kişiye o kadar
sevap verilir ki, ancak çektiği beladan ötürü Eyyüb'e

145
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

verilmişti. Ve kocasının kötü huyuna sabır gösteren


kadına da Firavun'ın kansı Asiye'nin sevabı kadar se­
vap verilir." Son hadis olarak ResG.lG.llah Efendi­
miz'den ölüm döşeğinde işitilen ve dilinin altından
yavaş yavaş söylenen üç şey şunlardır:
1- Namazı ayak üstü kılın.
2- Köleleri hoş tutun.
3- Kadınlarınız için Allah'tan korkun ki, onlar sizin
ellerinizde birer tutsaktırlar. Onlarla iyice dirlik ku­
run.
Üçüncü Edeb: Kadınlarla şakalaşmak ve oyna­
mak, kadınına karşı donuk durmamaktır. Oynaşmayı
kadınların aklının erişine göre yapmamalıdır. Hiçbir
kişi ehli ile Rasulullah Efendimiz kadar güzel ve tatlı
mülayemet içinde dirlikli değildi. Bu hal o dereceye
varmıştı ki bir gün Ayşe Hatun ile yarıştılar, koşuştu­
lar. Bir kere Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) Ayşe'yi
geçti. Sonra bir daha yarıştılar. Bu kez Ayşe onu geç­
ti. Rasulullah Efendimiz: "Bu, ötekine karşılık olsun,
(yani şimdi berabere olduk)" dedi. Yine bir gün Resul
(sallallahu aleyhi ve sellem) ile Ayşe şöyle şakalaşmışlar­
dı: Bir Aşure günüydü. Habeşli müslümanlar Mes­
cid-i Nebevi önünde mızrak ve kalkan oyunları gös­
terisi yapıyorlar, yere ayak vuruyorlardı. Rasulullah
Efendimiz Hazret-i Ayşe'ye: "Ey Ayşe, onların oyunla­
rını görmek ister misin?" diye sordu. "İsterim ya
Resulullah!" dedi. Kalkıp zencilere yakın bir yere gel­
diler. Resul (aleyhisselam), elini Ayşe'nin önüne tuttu.
Ve Hazret-i Ayşe çenesini Resul'ün koluna dayadı.
Uzun bir zaman Habeşlilerin oyunlarını seyretti.

146
Bütün Yönleriyle Evlilik

Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) ona: "Yetmez mi ya Ay­


şe?" diye sordu. O da: "Biraz daha sabreyle" dedi. Bu
sorular ve cevaplar üç kere tekrarlandı. Bundan son­
ra Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ayşe'ye: "Ey Ayşe!
Yeter sana bu kadar!" dedi.
Hazret-i Ömer herkese karşı sertliğine rağmen yi­
ne: "İnsanın, kendi ehli ile bir çocuk gibi olması ge­
rektir. Eğer ondan itaat dilerse o zaman da ona erkek
gibi davranmalıdır." derdi. Ev dirliği, düzenliği için
şöyle denilmiştir: "Erkek ne zaman evin kapısından
içeri ayak basarsa suskun olmalıdır. Ne zaman evden
dışarı çıkarsa suskun olmalı, her ne bulursa yemeli,
her bulmadığı şeyi de istememelidir."
Dördüncü Edeb: Erkeğin eşiyle oynayıp gülme­
sidir. Fakat bu hal, erkeğin vakarını gidermemeli,
kadına kötü bir hava, azgınlık vermemelidir. Erkek
karısında eğer sevgiye ve şeriate aykırı bir iş görür­
se ona göz yummamalı, o işi yapmağa izin verme­
melidir. Erkeklik vakarını öldürmemelidir. Karısını
kendi haline bırakırsa koca onun eli altına girer. Al­
lahu Teala şöyle buyurmuştur: "Erkeklerin kadınla­
ra üstün olması gerekir." Resul (sallallahu aleyhi ve sel­
lem) de şöyle buyurmuştur: "Karısmın kulu olan kişi­
nin, daima başı aşağıdadır. Bunun için ancak kadm
erkeğin kulu olmalıdır." Ayrıca: Kadınlarla yarenlik
etmemek gerektir. Kadınların doğru saydıkları şe­
yin aksini yapmalıdır, denilmiştir. Gerçekte kadının
da nefsi erkeğin nefsi gibidir ki, eğer büsbütün başı­
boş bırakırsan sınırını aşar, onu geri getirmek zor
olur. Sözün kısası kadınlarda bir zayıf yön vardır ki,
onun ilacı sabırdır. Eğer erkek, kadında zayıf tarafı

147
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

görürse hemen onun ilacını tatbik etmelidir. Bu da


erkeğin usta bir hekim gibi bu ilacı zamanına göre
gözetip vermesidir. Sözün kısası erkeğin sabrı ve
dayanışı üstün olmalıdır. Bir Hadis-i Şerifte şöyle
denilmiştir: "Kadın, eğe kemiği gibidir. Eğer doğrult­
mak istersen kırarsın. Hali üzerine bırakırsan eğrili­
ğinden yarar görürsün."
Beşinci Edeb: Kadını kıskanmakta ölçü gözetil­
melidir. Fitne doğmak kuşkusu olan her şeyden kadı­
nı sakındırmalı, gücü yettiği kadar kadın dışarı bıra­
kılmamalıdır. Erkek, karısını hiçbir erkeğin (namah­
remin) görmesine fırsat vermemek için kapı ve pen­
cere önlerinde onu bulundurmamalıdır. Bu manaları
erkeğin kolay görüp ihmal etmesi caiz değildir. Ama
sebepsiz yere de karısı hakkında erkek, kötü kuşku­
larda bulunmamalı, kadının günahını işitirse sakın­
makta ve bu hallerini araştırmakta acele etmeye
kalkmamalıdır. Bu, uygun değildir. Resulullah Efen­
dimiz seferden gelmişti. Adamlarına: "Bu gece hiçbi­
riniz evlerine gitmesin! Sabaha kadar sabretsin" diye­
rek onların evlerine gitmelerini yasakladı. Ama iki ki­
şi bu yasağı dinlemedi. İkisi de kendi evine gitti. Ev­
lerinde kötü işler gördüler. Emirü'l Mü'minin Haz­
ret-i Ali buyurmuştur ki: "Kadınlarınızı sakınmakta
haddi aşmayın. Bu sakınmanız, gören kişiler karınıza
dil uzatıp tan eylerler."
Kadınlarınızı sakınmanın aslı ve gerekli olanı na­
mahremden saklamalıdır. Resul (sallallahu aleyhi ve sel­
lem) kızı Fatıma hatuna dedi ki: "Kadınlar için hangi
şey daha iyidir?" Fatıma hatun da: "Onların, hiçbir er­
keği görmemesidir!" diye cevap verdi. Bu söz Resul

148
Bütün Yönleriyle Evlilik

(sallallahu aleyhi ve sellem)'e çok hoş geldi. Hazreti Fatı­


ma'yı kucakladı ve: "Peygamberler birbirinden üremiş
seçkin zürriyet/erdir. Allah her şeyi duyan ve bilendir."
(Al-i İmran: 34) diye Kur'an suresini okudu.
Muaz hatununu dövmüştü. Çünkü onu pencere­
den dışarı baktığı vakitte görmüştü. Bir başka gün de
yine karısını bir elmanın yarısını yerken gördü. Kala­
nını Hazret-i Muaz'ın kölesine verdi. Bu sebepten
ötürü de ona dayak atmıştı. Ömer dedi ki: "Kadınlara
evlerinin kapısına çıkması için güzel giyecekler yap­
mayın. Ta ki, evde otursunlar. Çünkü iyi elbiseler bu­
lunca, evden dışarı gitmek isterler." Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem)'in zamanında kadınların örtünerek
mescide varıp arka saflarda oturmalarına izin veril­
mişti. Sonraları Ashab-ı Kiram onların mescide gir­
melerini yasakladı. Ayşe Hatun: "Eğer Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem) kadınları, bu zamanki kadınlarda olan
vasıflarla görmüş olsaydı onları mescide koymazdı!"
demişti. Bu devirde, kadınları mescide gitmekten, bi­
rarada toplu bulundurmaktan ve namahreme bak­
maktan yasaklamak farzdır. Ancak, çarşaf veya fera­
ce ile örtünmüş yaşlı bir kadın olursa bu kadının dı­
şarı çıkmasında herhangi bir sakınca yoktur. Çok ka­
dınlar için zararlar, taplantılarda hazır bulunup na­
mahreme bakmaktan doğmaktadır. Ve bir yerde fit­
ne çıkmak kuşkusu varsa kadına yaraşan, o yerde
gözlerini namahremden korumasıdır. Bir kere bir
kör kişi Rasulullah Efendimizin evine geldi. Ayşe ha­
tun başka bir hatun kişi ile oturuyordu. O kör kişiyi
görünce oturup gitmediler. Ve: "Bu kör bir adamdır,
bundan ne diye kaçalım!" dediler. Resul (sallallahu

149
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

onlara: "O adam kör ise siz kör değilsi­


aleyhi ve sellem)
niz, niçin ondan kaçmıyorsunuz?" diye sordu.
Altıncı Edeb: Kadına erkek iyi bir nafaka verme­
lidir. Onu ne darlıkta bırakmalı ne de israfta bulun­
durmalıdır. Öyle bilmeli ki, çoluk çocuğa verilecek
nafakanın sevabı, sadaka vermenin sevabından da­
ha çoktur. Rasulullah Efendimiz şöyle buyurur: "Eli­
ni sakın boynuna bağlama ve tamamen de açma."Ya­
ni ne elini kıs, pintilik et, ne de elindekini boşu bo­
şuna savur. Allahu Teala, Kur'an-ı Kerim'inde şöyle
buyurur: "Yiyin için, ama israf etmeyin. Allah, müsrif
olanları sevmez." (Araf: 31) Yine Resul (sallallahualeyhi
ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şu altın ki gazaya
harcanır, şu altın ki, çoluk çocuğa harcanır, şu altın
ki, onunla köle azat edilir, şu altın ki, yoksula sadaka
olarak verilir, bütün bu altınların en sevaplısı, çoluk
çocuğa harcedilen altındır." İyi yemekleri, çoluk ço­
cuktan ayrı olarak yememelidir. Yemek istenirse
gizlice yenmelidir. Hoşlanılmayan yemekten ailesi
yanında söz açmamalıdır. İbni Sirin şöyle der: "Haf­
tada bir kere, erkek, ailesine ya helva veya güzel bir
şey, bir tatlı hazırlatmalıdır. Bundan büsbütün el
çekmek mürüvvet, şefkat değildir." Ailede yemek
topluca, biraraya gelinerek yenmelidir. Onları ya­
bancı kimsenin ziyafeti gibi tutmamalıdır. Haberde
şöyle buyurulmuştur: Allahu Teala'nın melekleri,
yemeği birarada yiyen aile topluluğuna salavat geti­
rirler. Bunda da asıl nokta, çoluk çocuğa verilen na­
fakayı helal kazançtan ele geçirmek olmalıdır. Erke­
ğin ailesini haram kazançla beslemesinden daha bü­
yük günah ve zulüm yoktur.

150
Bütün Yönleriyle Evlilik

Yedinci Edeb: Erkek, ailesine, din bilgisinden,


Namaz, Taharet, Hayız ve bunlardan başka ne kadar
gerekli bilgiler varsa onları öğretmeli, bildirmelidir.
Eğer erkek bildirmezse kadına düşen, evin dışından
sorup öğrenmesidir. Eğer erkek bunları öğretmişse
o zaman da kadının izin almadan dışarı çıkması caiz
değildir. Erkek bu yolda kusur gösterirse asilik et­
miş olur. Nitekim Allahu Teala da şöyle buyurmuş­
tur: "Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi (ev halkı­
nızı) cehennem ateşinden koruyun ki, o ateşin tutuş­
turucusu insanlar ve taşlardır. Ki üstünde öyle melek­
ler bulunur ki, çok serttirler. Al/ahu Teala kendilerine
ne emretti ise emre uyar ve o buyruğu yerine getirir­
ler." (Tahrim: 6) Kadına bu kadarını öğretmek gerek­
tir ki, eğer gün batmazdan önce hayzı kesilirse ikin­
di namazını kaza etmesi gerekir. Kadınların birçoğu
bu meseleyi bilmezler.
Sekizinci Edeb: Karısı iki tane olan erkek, ikisinin
arasını eşit tutmalıdır. Adalete uymalıdır. Hadis-i şe­
rifte şöyle buyurulmuştur: "İki karısı olan kişi onlar­
dan birisine ziyade gönül verirse kıyamet gününde bir
gözü sarkmış olarak mahşer yerine gelir." Kadınların
arasında eşitliği hediye vermekle ve gecelemekte gö­
zetmek gerektir. Ama sevmekte, cima etmekte eşit
tutmak vacip değildir (Çünkü sevmek ve sevişmek
irade dışındadır, sevgi zorla olmaz.). Nitekim Allahu
Teala şöyle buyurur: "Kadınlarınız arasında sevgide
eşitlik göstermeğe haris olsanız bile, buna gücünüz
yetmez." (Nisa: 129)
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem), her gece bir kadının
evinde olurdu. Fakat Hazret-i Ayşe'yi hepsinden çok

151
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

severdi. Ve şöyle buyururdu: "Ya Rabbi! Elimde olan


güçle adalet yolunda olmaya çalışıyorum. Ama gönül
benim elimde değildir." Eğer bir kimse karısına doyar
ve ona yaklaşmak istemiyorsa, o kadını boşaması ge­
rektir. Onu nikah hapsinde tutmamalıdır. Rasfılullah
Efendimiz, temiz mü'minelerinden Sevde hatunu bo­
şamak istedi. Çünkü ihtiyarlamıştı. Sevde hatun:
"Ben gece nöbetimi Ayşe'ye verdim, beni boşama! Ta
ki, kıyamet gününde senin hatunlarından biri ola­
yım!" dedi. Böylece Resul (aleyhisselam), onu boşama­
dı, haftada iki geceyi Ayşe hatunun yanında geçirir,
birer gecesini de öteki kadınlarının birisinin yanında
geçirirdi.
Dokuzuncu Edeb: Kadın erkeğinin sözünü dinle­
mezse, ona itaat etmezse kocası ona lütf ile, şefkatle,
güzellikle kendine baş eğdirmelidir. Eğer sözüne yi­
ne itaat etmezse erkek kızarak yatağında karısına ar­
kasını dönmelidir. Eğer karısı yine ona asilik eder,
sözünü dinlemezse erkek üç gece karısının yatağın­
dan ayrı kalmalıdır. Eğer yine fayda görmezse biraz
bir şeyle vurmalıdır. Ama yüzüne vurmamalı, tokat­
lamamalıdır. Bir yeri kırılacak, ağrıyacak kadar da
dövmemelidir. Ama namazda, dinin başka işlerinden
bir ibadette kusur gösterirse erkeğin, karısına kız­
gınlığı bir ay veya ne kadar gerekirse erkeğin, karısı­
na kızgınlığı bir ay veya ne kadar gerekirse devam
eder. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınlarına kır­
gınlığını bir ay sürdürmüştür.
Onuncu Edeb: Bu konu, erkekle kadının cinsi ilgi­
si hakkındadır. Erkek, karısı ile cinsi ilgi kurarken
yüzünü, Kabe'ye saygısı dolayısıyla kıble yönünden

152
Bütün Yönleriyle Evlilik

başka yöne döndürmelidir. Ne kendisi ne de eşi çıp­


lak bulunmalıdır. Bundan ötürü Rasfilullah Efendi­
miz şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz ehli ile birleş­
tiği zaman hayvanlar gibi çıplak olmamalıdır." Sonra
Besmele çekmeli, İhlas Suresini okumalı. Tekbir ve
tehlil getirmeli ve şu duayı okumalı: "Azametli olan
yüce Allah'ın adı ile... Ya Rabbi! Eğer bel suyumdan
bir çocuğum olursa, mukadder kılmışsan onu hayırlı,
iyi bir zürriyet kıl." Yine Resul (aleyhisselam) şöyle bu­
yurmuştur: "Hiçbir kişi eşinin üzerine hayvan gibi dü­
şüp çullanmasın. Cimô.dan önce bir elçi, bir haber veri­
ci olmalıdır." Ashab-ı Kiram: "O haberci nedir, ya
Rasfilullah?" diye sordular, o da şöyle buyurdu: "Öp­
mek, söyleşmek, oynaşmaktır. Yô.ni şehveti harekete
getirmektir." Erkek, nefsini birleşmeye böyle hazırla­
yınca Besmele ile: 'Allahu Ekber, Allahu Ekber!" de­
meli sonra şu duayı okumalı: "Ya Rabbi! Sen bizi şey­
tandan ırak kıl, onu bize nasip eylediğin şeylerden
uzaklaştır." Bundan sonra duanın şu devamını oku­
malıdır: "O şeytanın zararından hem de bize verece­
ğin çocuğu uzak tut." Peygamber (sallallahu aleyhi ve sel­
lem): "Her kim bu duayı okursa çocuğu oğlan olur! Ve
şeytanın şerlerinden emin olur." diye buyurmuştur.
Erkek, beli gelirken şu ayet-i kerimeyi okumalıdır:
"Al/ahu Teô.lô. ki, insanın suyundan insanı yarattı da
onu kavm ve hısım diye ikiye ayırdı." (Furkan: 54) Erkek,
bel suyunu indirdikten sonra kadının belinin gelmesi
için sabır göstermeli. Nitekim Rasulullah Efendimiz
şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki, kişinin becerek­
sizliğini gösterir:

153
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

1- Bir kimsenin, kendisini sevdiğini görür de onun


adını, nesebini sorup bilmez.
2- Birisi ona ikramda bulunur da bu ikramı geri çe­
virir.
3- Karısına yaklaşırken, önce öpüp koklamadan
ona yaklaşır ve kendi işi bittikten sonra, helalinin beji­
nin gelmesine sabretmez."
Mü'minlerin emiri Hazret-i Ali, Muaviye ve Ebfı.
Hureyre'den rivayet edilmiştir ki, bir kimsenin her
gök ayının ilk gecesinde, orta gecesinde ve son gece­
sinde kadını ile birleşmesi mekruhtur. Çünkü bu üç
gecede şeytan erkek-kadın cinsi ilgisinde hazır bulu­
nur. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hadisine göre
Cuma gününde cinsi ilgi kurmak müstahap sayılmak­
tadır. O hadis-i şerif de şudur: "Cuma günü gusledene
ve eşine guslettirene Al/ahu Teala rahmet eyler." Hayz
zamanında çiftler kendilerini cima.dan sakınmalıdır­
lar. Ama hayz vaktinde çıplak yatmak caizdir. Aybaş­
larında, yıkanmadan karı-kocanın birleşmesi mek­
ruhtur, uygun değildir. Eğer birleşim isterse erkeğin
tenasül azasını yıkaması gerektir. Cünüplü iken bir
şey yemek istenirse yine abdest almak gerekir. Gusul
abdesti alınmadan saç ve tırnak da kesilmemelidir.
Ta ki cünüplü bir kişinin parmağından ve başından
ayrılmış olmasınlar. En iyisi, erkek bel suyunu kadı­
nın rahmine eriştirmemeli geri alıkoymalıdır. Erkek
kendi uzvunu, beli gelirken rahimden dışarı çıkarır,
bel suyunu dışarı döker, akıtırsa sahihtir. Bunun ha­
ram olmadığı rivayet edilmiştir. Bir kişi Resfı.lfı.llah
Efendimiz'e sordu: "Ya Rasfı.lullah, benim bir cariyem

154
Bütün Yönleriyle Evlilik

var. Benden yüklü kalmasını istemiyorum. Ta ki, hiz­


metimizden geri kalmasın." Rasulullah Efendimiz de
"Dışarı boşalt! Eğer Al/ahu Teala çocuk olmasını yaz­
mışsa elbette olur!" diye buyurdu. Ve en sonunda da
o kişinin bu cariyeden bir oğlu dünyaya geldi.
Cabir der ki: "Biz bel suyumuzu dışarı akıtırdık. Ve
nazil olan Kur'an bizi dışarı akıtmaktan men etmez­
di." Erkek, beli gelince hemen eşinden kendini çek­
memeli, karısının da isteğinin tamamlanmasını bek­
lemelidir. Çünkü kimi kez kadının bel suyu uzun za­
manda gelir. Hem onu gıcıklandır, tahrik et, hem de
kendi isteğini sona erdir, onu istekli bırak! Bu, kadı­
na eziyet vermek demektir. Eğer, ilk önce erkek bo­
şalırsa kadın da erkeğinden tiksinme duyar, şehvet
hırsı sönmeyince kocasına hırslanır. Fakat, iki şehvet
birlikte sona ererse kadın için daha zevkli ve tatlıdır.
İki zevk de uzamış olur. Erkeğin kadın ile sevişmesi­
nin en iyisi, dört gecede bir kez olanıdır. Hele dört
karısı olan erkek için en adaletli olanı budur, ama bu
kadınla erkeğinin isteğine göre eksiltilip artırılabilir.
Kadının aybaşı günlerinde ve aybaşı müddeti sona
erip de boy abdesti almadıkça yapılan birleşmeler
haramdır. Şeriat kesin olarak yasaklar. Hatta kimi ki­
şiler, "kadın aybaşı halinde iken birleşirse, doğan ço­
cuk cüzzamlı olur!" demişlerdir. Tohum temiz topra­
ğa ekildiği gibi erkek tohumu da temiz döl kesesine
atılır. Allahu Teala ayet-i kerimede şöyle buyurur:
"Kadınlarınız, çocuk yetiştiren ekin tarlanızdır. O tar­
laya (ön yoldan) nasıl isterseniz öyle tohum atın." (Ba­
kara: 223) Döl kesesi aybaşı halinde bulunursa kadının
elinden, gömleğin altında bile olsa, bedenin haram

155
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

olmayan her yerinden erkek faydalanabilir. Yalnız


kadın, belden aşağısını bir örtü ile örter. Kocası
onunla yatıp kalkabilir. Yemek yer, onu öper, okşar,
fakat birleşmek haramdır. Erkek bir rüya görerek döl
suyunu akıtmış bulunur ve akmış olursa ve yine bir­
leşmek isterse kalkıp erkeklik aracını yıkamalıdır.
Yatsı namazından sonra yatağa girer girmez birleş­
mek abdestsiz uykuya dalınacağı için mekruhtur.
Uyumak dileyenler, hemen yıkanmalı ve uykuya te­
miz olarak dalmalıdır. Bu yıkanma sünnettir. Abdul­
lah bin Ömer: Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'e "Ya
Rasfılullah! Acaba biz, cünüpken uyuyabilir miyiz?"
diye sordu. Rasfılullah Efendimiz de: 'Evet! Abdest
alınca uyunur!" dedi. Fakat boy abdesti almadan da
uyunabilir. Buna izin vardır. Nitekim Aişe: "ResCı.1-i
Ekrem cünüp halindeyken abdest almadan uyurdu!"
demiştir. Yıkanmadan yatmak isteyen, yatağının üs­
tünü eli ile sıvazlayıp süpürmeli veya yatak örtüsünü
silkelemelidir. Çünkü insan uykuya dalınca başına ne
geleceğini bilmez.
Cünüpken tıraş olmak, kan aldırmak, bedenden
bir uzvu kesmek iyi değildir. Boy abdesti almalı. Son­
ra o işleri yapmalıdır. Hele bedenden ayrılan uzuvlar,
ahirette temiz olarak bedene dönerler. Erkek belinin
suyunu, kadının dişilik tarlasından başka yere akıt­
mamalıdır. Rasfılullah Efendimiz: "Kaderde olan ço­
cuk mutlaka gelecektir!" diye buyurmuştur. Bel suyu­
nun dışarı akıtılmasında din bilginleri birbirinden
dört şekilde ayrılmışlardır.
Bir Kısmı: Her ne biçimde olursa olsun dışarı akıt­
mak günahtır.

156
Bütün Yönleriyle Evlilik

Bir Kısmı: Her ne suretle olursa olsun o haram de­


ğildir.
Yine bir kısmı: Kadın izin verirse helal, vermezse
haramdır.
Bir kısmı da: Cariyelerde mubah, fakat nikahlı evli­
lerde mubah değildir! demiştir. Bize göre doğru olan,
dışarı boşaltmak mubahtır. Ama denilirse ki: "Çocuk
olmaması için dışarıya akıtmak mekruh değilse de ço­
cuk olmaması bakımından yine kerahat vardır!
Ben de derim ki: Erkek dört şeyden birinden ötü­
rü dışarı akıtır:
1- Cariyelerin, cariye kalmasını ister. Çünkü cari­
yeler çocuk yapınca çocuk anası olur, efendisinin
mülklüğünden çıkmış sayılır. Bundan ötürü bel suyu­
nu cariyesinin haznesine değil, dışarı akıtır.
2- Kadın çocuk doğura doğura kocalır. Erkek karı­
sının gençliğini ve güzelliğini koruması için dışarı bo­
şaltma yapar.
3- Kadın çocuk yapınca kadın ev halkının arttığını
görür. Eve bakma zorlaşır, onlara bakma korkusu ar­
tar. O zaman da ev halkını artırmamak gerekir. Erkek
daha çok para kazanmak için ibadetini geri bırakır.
Fakat her rızık için Allah'a tevekkül edilmelidir. Nite­
kim Kur'an-ı Kerim'inde Hak Teala şöyle buyurmuş­
tur: "Yeryüzündeki bütün yaratıkların rızkı Al/ahu Te­
tila'nm üstündedir." (Hud: 6) Baba, o rızkı dağıtmamak
ve hazırlamak için hazneye boşaltmaktan uzak kalır,
boşa boşaltır. Bu ona yasak olmaz.
4- Erkek, çocuğunun kız olacağı ve onu evlendire­
meyeceği kaygısıyla boşa inzal eder. Hatta eski

157
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri


bu kaygıdan ötürüydü. Ama bu düşünceyle hareket
etmek günahtır. Evlenmeyi reddedeceğine veya cinsi
ilişkiyi bırakacağına bel suyunu dışarı akıtması çeki­
lecek bir hareket değildir. Temizlikte çok titiz olan
kimi kadınlar da, çocuk doğurmaktan korktukların­
dan ötürü veya meni tiksintisinden kaçtıkları için er­
keklerin bel sularını dışarı akıttırırlar. Medine'de
Havariç Kabilesi kadınları temizliklerine çok önem
verir ve kocalarını dışarı akıtmak zorunda bırakırlar­
dı. Ama döl suyunu dışarı atmak, fazileti terketmek,
sünnetten uzaklaşmak demektir. Nitekim Resul (sal­
lallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "Diri olarak
toprağa gömülen kız çocuğunun niçin öldürüldüğü­
nün hesabı sorulacaktır." Boşaltma için de Resul (sal­
lallahu aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: "Boşaltma, gizli
bir çocuğu yok etmektir."
Onbirinci Edeb: Bir kişinin çocuğu olunca, önce
sağ kulağına ezan okumalıdır. Sol kulağına da ikamet
getirilir, Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Her
kim,yeni dünyaya gelen çocuğunun sağ kulağına ezan
okur ve sol kulağına da kamet getirirse, çocukları has­
talıklardan muhafaza edilmiş olur." Sonra da, çocuğa
güzel ad konulmalıdır. Bu isimler için Resul Aleyhis­
selam şöyle buyurmuştur. "Allahu Teala'nın katında
adların en sevgilisi Abdullah, Abdurrahman ve Ab­
durrahim adlarıdır. Ve bunlara benzer adlardır."
Eğer çocuk düşük de olsa o çocuğa ad vermek sün­
nettir. Çocuğuna güzel ad vermek babanın hakkıdır
ki, Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Çocuğunuza ad koyduğunuz zaman kul kelimesini

158
Bütün Yönleriyle Evlilik

ona ekleyin." Çocuk doğduğu zaman akika kesmek,


yani ziyafet vermek sünnettir. Kız doğunca bir ko­
yunla, oğlanda ise iki koyunla ziyafet verilir. Ama bir
koyunla da olabilir. Hazret-i Ayşe şöyle demiştir:
"Oğlan ziyafetinde kesilen koyunun kemikleri kırıl­
maz. Ve sünnettir." Çocuk doğduğu zaman onun ağzı­
na tatlı, güzel şeyler çiğnenip konulmalıdır.
On ikinci Edeb: Erkek elinden geldiği kadar karısı­
nı boşamamalıdır. Allahu Teala mübah olan şeylerin
içinde boşamayı düşman kılmıştır. Sözün kısası bir
kişiyi rahatsız, huzursuz kılıp incitmek helal olmaz.
Ancak bir zaruret, bir zorluk meydana gelmesi halin­
de mutlaka bir boşama gerekirse boşama olur. Fakat
birden fazla boşama (talak) vermemeli, üç telaki bir­
den vermek haramdır. Erkek karısını boşadığı zaman
lütuf yolu ile tatlılıkla, mülayametle, özür dileyerek
karısından ayrılmalıdır. Hakaretle, kızgınlıkla boşa­
mamalıdır. Boşadıktan sonra da karısına bir şey ba­
ğışlamalıdır. Onunla boşadığı karısının gönlünü hoş
etmelidir. Sırlarını, gizlenmesi gereken hallerini kim­
seye söylememelidir. Karısını hangi kusurdan dolayı
boşadığını ve boşadığı kadının gizlenmesi gereken
hallerini hiçbir kimseye söylememelidir. Bir kimse­
ye: "Karını niye boşuyorsun?" diye sordular. O da:
"Bir kimse karısının sırrını ortaya koymaz!" diye ce­
vap verdi. Boşayınca da: "Niçin boşadın?" dediler. O
da: "Benim başkasının karısı ile ne işim var ki, onun
halinden söz edeyim." dedi. Allahu Teala boşanıp ay­
rılan çiftler için şöyle buyurmuştur: "Çiftler eğer bir­
birinden ayrılırsa Allahu Teala her birini faziletin­
den, kereminden uzak tutmaz."

159
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Erkeğin Kadın üzerindeki Hakları


Yukarılarda anlattıklarımız, erkeğin üzerindeki
kadın haklarıydı. Erkeğin kadın üzerinde olan hakla­
rına gelince: Bunlar çok büyüktür. Çünkü kadın, ha­
kikatte erkeğin kulu, kullukçusudur. Her işinde koca­
sının emrindedir. Kocasının her buyruğuna itaat
eden kadınlar hakkında Rasfılullah Efendimiz şöyle
buyurmuştur. "Bir kadın, kocası kendisinden hoşnut
ve razı kalarak bu dünyadan ayrılırsa cennete girer."
Resfıl (sallallahu aleyhi ve sellem) yine şöyle buyurmuş­
tur: "Eğer Allahu Teô.lô.'dan başkasına secde etmek ge­
rekseydi, kadınların kocalarına secde etmesi uygun
olurdu."
Erkeğin kadın üzerinde olan hakkından ötürü, ka­
dına düşen işler şunlardır:
1- Kadın evinde oturmalı ve kocası izin vermeyin­
ce kapı dışına çıkmamalı.
2- Pencereye, bacaya koşmamalı.
3- Az söyleyip az konuşmalı. Zaruret olmadan
komşularına gitmemeli.
4- Kadın kendi kocası hakkında iyilikten başka bir
şey söylememeli.
5- Bütün işlerde kocasının murada ermesine ve
onu şad etmeğe haris olmalı.
6- Kocasının malına hıyanetlik etmemeli, erkeğine
karşı şefkatli olmalıdır.
7- Sohbetlerinde, yaşamalarının gizliliklerinde,
kocası ile kendi arasındaki edebe aykırı hareketleri,
küstahlıkları kimseye anlatmamalıdır.

160
Bütün Yönleriyle Evlilik

8- Bütün yakın bildiklerinden, arkadaşlarından


kocasının sırrını saklamalıdır.
9- Her şeye kanaat edip fazla şeyler istememelidir.
Ne bulursa onu hoş görmelidir.
10- Kocanın hakkını kadın kendi yakınlarından,
akraba ve hısımlarından önde görmelidir.
11- Kadın, birleşim için kendisini temiz tuttuğu gi­
bi her zaman için de temiz tutmalıdır.
12- Elinden gelebilen her ne olursa olsun yapma­
lıdır.
13- Kendi güzelliği ile kocasına karşı övünmeme­
lidir.
14- Kadın, kocasından gördüğü iyiliği inkar etme­
meli ve "Zaten ben senden ne iyilik gördüm?" deme­
melidir.
Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) şöy­
le buyurur: "Cehenneme baktım birçok kadınlar gör­
düm." Bunun sebebi olarak da şunu buyurdu: "Çün­
kü bana: Onlar kocalarına çok lanet ederlerdi! diye
cevap verdiler. Erkeklerin iyiliğini inkar ederlerdi!"
dediler.
İbn-i Abbas şöyle anlatmıştır: Has'am Kabilesin­
den bir kadın, Resulfıllah Efendimize gelmişti; "Ben
evlenmek istiyorum. Kocanın karısında olan hakları
acaba nelerdir?' diye sordu. Resul (sallallahu aleyhi ve
sellem) de şöyle buyurdu: "Kocanın karısındaki hakla­
rından kimileri işte şunlardır: Koca, kadınını cinsi te­
masa çağırdığı zaman, deve üstünde de olsa, bu çağrı­
ya koşmalı. Kocanın izni olmadan evinden bir şey ver­
memeli. Çünkü o zaman sevabı kocasına, günahı

161
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kendisine olur. Kocasının izni olmadan nafile oruç tut­


mamalı. O zaman açlığı ve susuzluğu yanına kalır. Ko­
casının izni olmadan evden çıktığı zaman eve dönün­
ceye veya tevbe edinceye kadar ona melekler lanette
bulunurlar."

162
TİCARET ADABI

E
y aziz, bil ki bu dünya, ahiret yolunun bir kona­
ğı gibidir. Ve insanın bu konakta azığa ve güce,
kudrete ihtiyacı vardır. Azık da, insanın kazan-
cı olmazsa elde edilemez. Ama insan kendisini sadece
dünya işi ile uğraştırırsa o kişi bahtsız, mutsuz kişidir.
İnsanın hem dünya işine sarılması, onunla uğraşması,
hem de ahiret azığını elde etmesi gerektiği unutulma­
malıdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'inde Allahu Teala
şöyle buyurur: "Biz gündüz vakitlerini geçiminize ayır­
dık." (Nebe: 11) Hicr Suresi'nde de şöyle buyurulur: "O
yerde hem sizin için, hem de rızıklandıracağınız (canlı­
lar ve köleleriniz gibi) kimseler için geçimlik/er vardır."
(Hicr: 20) Cuma Suresi'nde de rızk hakkında şu ayet bu­
yurulmuştur: "Yeryüzüne dağılın da Allah'ın fazlından
azıklarınızı arayın." (Cuma: 10)
Biz şimdi bilinmesi vacip olan kazanç işlerinden
bahsedecek, onları açıklayacağız. Bunlar da beş kı­
sımdır.
1- Kazancın sevabı ve fazileti.
2- Kazanç işinin doğru olmasının şartları.
3- Alışverişte vicdanlı olmak, adalet ve insafı gö­
zetmek.

163
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

4- İnsaftan sonra ihsanda bulunmak.


5- Alışverişte şefkat göstermek.

Kazancın Doğru Olması


Ey aziz, bil ki, kendini ve çoluk çocuğunu halka
muhtaç etmemek ve helal kazançtan onların ihtiyacı­
nı tedarik etmek, din yolunda gaza etmekten ve çok
ibadette bulunmaktan daha faziletlidir. Resul (sallalla­
hu aleyhi ve sellem) bir gün ashabı ile birlikte oturmuş­
tu. Bir genç, ashabın yanından hızla geçip gitti. Pazar
yerindeki dükkanına vardı. Sahabe-i Kiram: 'Yazık,
yazık!" dediler. "Bu gencin seher vaktinde acele et­
mesi Allah yolunda olsaydı!" Resul (aleyhissselam), on­
lara şöyle buyurdu: "Böyle söylemeyin! Eğer bu kişinin
kazancı kendisini halka muhtaç etmemek ve anasını,
babasını, çocuklarını da halka muhtaç etmemek için­
se, gerçektir ki, o kişi Al/ahu Teala'nın yolundadır. Ve
eğer zengin olmak, kendisini övdürtmek, ün kazanmak
içinse şeytan yolundadır." Ve yine Resulullah Efendi­
miz şöyle buyurmuştur: "Bir kişi, dünyada helal ka­
zanmak diler, komşularına ve yakınlarına iyilik etmeyi
isterse, o kişinin kıyamet gününde yüzü, ayın ondördü
gibi parlak durur."
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) yine şöyle buyur­
muştur: "Al/ahu Teala sanat ehli olan mü'mini kendi­
sine dost edinir." Resul (aleyhisselam) yine şöyle buyur­
du: "Doğru sözlü tüccarlar, kıyamet gününde sıddık­
larla ve şehitlerle birlikte haşrolunurlar." Resul (sallal­
lahu aleyhi ve sellem) yine buyurur ki: "Malların en çok
helal olanı san'at ehlinin kazancıdır." Ve yine

164
TiCARET ADABI

buyurmuştur ki: "Ticarette bulunun. Zira rızkın onda


dokuzu alışveriştedir." Yine buyurdu ki: "Bir kişi ken­
disine dilenmek kapısını açarsa Allah Teala ona yet­
miş fakirlik kapısı açar."
Hazret-i İsa bir kişiyi gördü. Ona: "Sen ne iş işler­
sin?" diye sordu. O kişi de: "İbadette bulunurum!" di­
ye cevap verdi. Hazret-i İsa: "Yiyeceğini, içeceğini, ya­
ni günlük rızkını nereden ele geçirirsin?" diye sordu.
O kişi: "Benim bir kardeşim vardır. Günlük rızkımı
o hazırlar" dedi. Hazret-i İsa da: "Senin kardeşin öy­
leyse senden çok ibadet eder olmuş" dedi.
Hazret-i Ömer der ki:
- Elinizi helal kazançtan çekmeyin. Çünkü Allahu
Teala gökten altın ve gümüş yağdırmaz. Ve Lokman
Hekim, oğluna vasiyetinde şöyle demişti:
Elini kazanç kazanmaktan çekme. Bir kimse eğer
muhtaç olursa onun dini dar, noksan, aklı ise zayıf
olur. Halk ona hakaret gözü ile bakar. Din büyükle­
rinden birisine sordular: "İbadet eden kişi mi daha
faziletlidir, yoksa güvenilir tüccar mı?" O dini bütün
kişi şu cevabı verdi: "Güvenilir tüccar daha faziletli­
dir. Çünkü tüccar daima şeytanla uğraşmaktadır. Ve
şeytan daima terazide tüccara kasıtta bulunur. O da
daima şeytana karşı kor."
Hazret-i Ömer buyurur ki: "Bana ölüm yetişse ço­
luk çocuğum için helal kazanç elde ettiğim yerde can
vermeyi başka bir yerde olmaktan üstün görürüm.
Ahmed bin Hanbel'e sordular: "Ya İbni Hanbel! Bir
kişi daima mescidde otursa, Allahu Teala benim rız­
kımı bana yetiştirir! Dese sen buna ne dersin?" İbni

165
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Hanbel: "Böyle diyen bir kimse şeriatini bilmeyen bir


cahildir. Zira Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle bu­
yurmuştur: "Allahu Teala bana rızkımı mızrağımın
gölgesinde vermiştir."
Soru: Eğer bir kişi derse ki, Resul (aleyhisselam) şöy­
le demişti: "Bana mal topla, tüccarlardan ol demedi­
ler. Aksine tesbih edicilerden ve sana yakin verilince­
ye kadar Rabbine ibadet edicilerden ol denildi." Bu,
ibadetin kazançtan üstün olduğuna bir delil değil mi­
dir? Bu sorunun cevabı şudur: "Şunu bil ki, ev halkı­
na yetecek kadar malı olan kişinin hiç şüphesiz iba­
dette bulunması en faziletli şeydir. Çünkü her kazanç
yeterinden çok olursa onda fazilet yoktur. Belki de
zarar vardır. Bir kimsenin malı olmasa ve lakin ev­
kaftan ulO.fesini (aylığını) alsa o aylık kendisine ye­
terli olsa, onun kazanç yoluna düşmemesi daha ye­
rinde bir iştir.
Bu türlü evkaftan aylık bağlanması da dört sınıf
için caizdir:
1- İlimle uğraşan kişiler ki, onun ilminden din yo­
lunda faydalar edinilir (Şeriat bilgileri, doktorluk il­
mi gibi).
2- Kadılık mesleği ile uğraşan kimseler ki, halkın
işleriyle uğraşırlar.
3- Yahut öyle bir kimse olmalı ki, batini yoldan su­
filerin keşiflerine ve hallerine vukuftan, bilgileri var­
dır.
4- Yahut da zahiri ibadetle bir tekkede meşgul
olurlar. Ama o tekke de bu gibi ibadetle uğraşan kişi­
lere ayrılmış olmalıdır.

166
TiCARET ADABI

Bütün bu türlü kişilerin kazanç yolunu düşünme­


mesi daha yeğdir. Eğer bunların nafakaları halkın
elinden veriliyorsa ve halk da hayır işlerine karşı
rağbet duyuyorsa, onların dilenmelerine meydan
bırakmadan yiyecek ve içeceklerini onlara yetiştiri­
yorlarsa bu türlü kişilerin kazanç yoluna düşmeme­
leri daha iyidir. Çünkü büyük din adamlarından bir
kişi vardı ki, onun 360 dostu vardı. Kendisi daima
ibadetle vakit geçirirdi. Ve her gece o dostlardan bi­
risinin konuğu olurdu. Onu her gece ağırlamak, ona
sofra kurmak o dostların ibadetiydi. Her biri o aziz
kişiyi gönül hoşluğu ile davet ederlerdi. O aziz de
dostlarının üstüne hayır kapısının açılmasına sebep
olurdu.

Kazanç Elde Etmek


Kazanç elde etmek şeriatın şart koyduğu şeylerde
olmalıdır. Bil ki, bu konu uzundur. Bunun hepsi fıkıh
bilgisinde şerh edilmiş, açıklanmıştır.
Biz, bu kitapta, kendisine çok ihtiyaç duyulan şey­
leri açıklayalım ki, bir kimse onu bilsin. Eğer ona öğ­
renmesi zor gelirse başkasına sorabilsin. Fakat bir
kimse bunu bilmezse harama ve riyaya düşer. Bu
zorluğu sormak durumunda kalır.
Çalışıp kazanmak, çok kere, altı muamele, altı yol
üzerine yapılır:
1- Bey (alım-satım).
2- Riba (faiz).
3- Selem, yani peşin para ile veresiye mal almak.
4- icare (kira).

167
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

5- Borç para vermek ve almak (karz).


6- Ortaklık (şirket)tir. Şimdi bu sözleşmelerin
şartlarını söyleyelim.

Alım-Satım
Alım-Satım muamelesinin bilgisini öğrenmek farz­
dır. Hiçbir kişi alışverişten uzak kalamaz. Hazret-i
Ömer pazar yerine gider, oturur, halkı kamçı ile dö­
ver ve: "Hiçbir kimse alışveriş ilmini öğrenmeden
önce bizim pazar yerimize gelip iş yapmasın. Yoksa
bilmeyerek harama ve ribaya düşer!" derdi.
Ey aziz kişi! Sen bil ki alışverişin üç rüknü vardır:
Birincisi, satıcı ile alıcılardır. Onlara akidler (söz­
leşmenin tarafları) denir.
İkincisi, satılan maldır. Giysiler, kumaşlar ve baş­
ka şeyler ki, üzerinde sözleşme yapılır.
Üçüncüsü, '"sattım, aldım" denilerek söz kesmeli­
dir ki, buna sözleşme (akit) denir.
Şimdi bunları da açık olarak görelim:

Akidler
Pazar yerinde beş kişi ile alışveriş yapılmamalıdır:
Çocuklarla, Delilerle, Haram yiyicilerle, Kölelerle,
Gözü kör olanlarla.
Ama çocukların alım-satım yapması Şafii Mezhe­
bine göre doğru değildir. Hatta, anasının, babasının
izni de olsa batıldır. Delinin de alım-satımı dürüst de­
ğildir. Eğer bir mal çocuklardan veya delilerden satın
alınsa ve o mal helak olsa, alan kişiye ödemek gere­
kir. Bir mal, çocuklara veya bir deliye satılmış olsa ve

168
TiCARET ADABI

o mal onların elinde helak olsa ödemek gerekmez. Zi­


ra o malın sahibi onu kendisi helak etmiş olur ki o
malı satmak için çocuğa veya deliye kendi eli ile ver­
memeliydi. Ama kölenin mal alması ve satması efen­
disinin izni olmayınca batıl olur, doğru olmaz. Bak­
kal, kasap, aşçıya veya bu türlü esnafa kölelerle alış­
veriş yapmak caiz değildir. Ancak efendisinden izin
almışsa ve satıcı da bunu işitmişse veya izin verildik­
ten sonra köle Müslüman olmuşsa ve bu da bir Müs­
lüman tarafından haber verilmişse ona mal satın al­
ma caiz olur. Ya da o şehirde o köleye efendisinin izin
verdiği duyulmuş olmalı. Eğer izin verilmemiş bir kö­
leden bir şey satın alınsa, alman şey helak olsa, alan
kimseye ödemek zorunluluğu düşer. Eğer köleye bir
şey verseler, o şey de kölenin elinde helak olsa öde­
mek zorunda değildir.
Ama köre gelince: Kör kişi ile pazarlık batıldır. An­
cak gören bir kişiyi vekil seçerse doğru olur. Ama kör
kişi bir mal alırsa ve kaybederse ona ödemek düşer.
Çünkü hem büluğa ermiştir, hem de hürdür. Ama ha­
ram yiyicilerle, yağmacı, zalim, hırsız, yol kesiciler ve­
ya onlara içki satanlarla, çalgıcılık yapanlarla, ölü ar­
kasından ağıt okuyanlarla ya da yalan yere tanıklık
eden ve rüşvet alanlarla alışveriş yapmak caiz değil­
dir. Satın alan kişi, bunlarla alışveriş yaparsa ve kesin
olarak aldığı malı satan kişinin de malı olmadığını bi­
lirse o alışveriş batıldır. Eğer aldığı şeyin satanın malı
olduğundan kuşku duyuyorsa almaktan çekinmelidir.
Eğer satış yapan kişinin o malının çoğu helal mal ise ve
haramı azsa zahirde bu alışveriş batıldır. Eğer aldığı
şeyin satanın malı olduğundan kuşku duyuyorsa

169
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

almaktan çekinmelidir. Eğer satış yapan kişinin o ma­


lının çoğu helal mal ise ve haramı azsa zahirde bu alış­
veriş batıl olmaz. Lakin bu öyle bir şüphe olur ki, hara­
ma yakındır. Bu gibi muamelenin büyük tehlikesi, kor­
kusu olur. Yahudilerle, Ermenilerle (Hıristi- yanlarla)
alışveriş yapmak caizdir. Lakin onlara Müslüman köle
ve mushaf satmamak gerektir. Bu türlü muamele Mez­
hebin (Şafii'nin) zahirine göre batıldır. Ve bu muame­
leyi yapan kişi asidir. Ama zındık olanlarla, yani Allah
korusun Allah'ı ve Resulünü inkar edenlerle de iş yap­
mak batıldır. Onların hükmü de mürted (Müslüman­
lık'tan çıkıp başka bir dine girmiş kimse) hükmü gibi­
dir. Bir kişi içki içmeği, namahrem (haram olan) ka­
dınla oturmağı ve namaz kılmayı caiz görürse, Müslü­
manlık unvanında söylediğimiz şüpheli yedi kişinin
birisi olmasından ötürü zındık olur. Ahirete inanma­
yan bu kişilerle alışveriş ve nikah yapmamalı.

Ticaret Malında Bulunması Gerekli özellikler


Ticarette kullanılan malda altı işlemin gözetilmesi
gereklidir.
Birincisi: Satılan mal murdar olmamalı, necasetli
bulunmamalıdır. Köpeği, domuzu, davar tezeğini, fil
kemiğini ve dişini, şarabı, murdar hayvanın etini ve
yağını satmak batıldır. Necaset bulaşmış elbiseyi sat­
mak haram olmaz. Göbek miskini, ipek böceğinin ko­
zasını satmak da caizdir. Çünkü bunların ikisi de pak
ve temizdir.
İkincisi: Satılan şeyde bir fayda olmalıdır. O fayda
da esaslı olmalıdır.

170
TiCARET ADABI

Sıçanı, yılanı ve akrebi, yerde yuva tutan canavar­


ları satmak mekruhtur. Yılan oynatmakla faydalanan
yılancıya da yılanın faydası olduğu asılsızdır. Buğda­
yı tane ile satmak veya faydası olmayan, kendisiyle
faydalı bir maksada erilmeyen bir nesneyi satmak da
batıldır. Fakat bal arısını ve kediyi, parsı, aslanı, kur­
du yahut derisinden veya kendisinden faydalanılan
her hayvanı satmak uygundur. Papağanı, tavus kuşu­
nu, güzel kuşları satmak da yerinde bir satıştır. Çün­
kü onları seyretmekle gönüller rahatlanır. Kopuz,
saz, kemani rebab satmak da caiz değildir. Çünkü
bunların faydaları haramdır ve haram olanda yarar
yok gibidir. Çamurdan (veya alçıdan) çocuklar için
yapılan hayvan şeklindeki oyuncakların da satışı
batıldır. Satılırsa parası haramdır ve bunların kırıl­
maları vaciptir. Ama ağaçların ve otların resmini sat­
mak caizdir. Üstünde yazı bulunan tabağı ve kumaşı
satmak da caizdir. Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sel­
lem) Hazret-i Ayşe'ye şöyle buyurmuştur: "Bunlardan
(resimli örgülerden) yastık ve döşek gibi şeyler yap!"
Yalnız bu türlü bez ve kumaşların duvarlara asıl­
ması caiz değildir. Yerlere serilebilir. Böylece onlar­
dan faydalanıldığı için alım ve satımları caizdir.
Sonra o kumaştan döşek, yastık yapmak caizse de
onu giymek caiz değildir.
Üçüncüsü: Satılan mal, satan kimsenin mülkü ol­
mak gerektir. Çünkü, bir kişi başka birinin malını sat­
sa o satış batıldır. Eğer, satan kişi mal sahibinin koca­
sı veya babası, yahut oğlu olsa, sattıktan sonra izin

171
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

verse de yine doğru değildir. Bu izin satıştan önce ge­


çerlidir.
Dördüncüsü: Satılan şey, satan tarafından satılan
kişiye teslim edilebilmelidir. Kaçmış köleyi satmak,
havuzdan olan balığı, havada uçan kuşu, ana karnında
olan bir yavruyu, aygır atın belinde olan döl tohumu­
nu satmak caiz değildir. Çünkü bu adlarını saydığımız
nesneleri satıldığı anda teslim etmek, satış yapan kişi­
nin elinde değildir. Keçi ve koyun gibi davarların sır­
tında taşıdığı kılı, yünü ve onların dişilerinin meme­
sinde olan sütü de satmak batıldır. Çünkü teslim edi­
linceye kadar ve satıştan sonra memede toplanan süt
önceki sütle karışmış olur. Alan kişinin hakkından çok
süt alması gerekir. Rehin edilen, borç karşılığında bı­
rakılan eşyayı, sahibinin izni olmayınca satmak caiz
değildir. Bir cariyenin bebeği varsa, o cariyeyi satmak
caiz değildir. O cariyeyi çocuğundan ayırıp teslim et­
mek doğru değildir. Bir cariyenin oğlu varsa, onu da
annesinden ayırıp çocukcağızı satmak caiz değildir.
Çünkü oğlunu anadan ayırmak haramdır.
Beşincisi: Satılan malın kendisi, niteliği (vasfı),
niceliği (miktarı, sayısı) bilinmelidir. Kendisinin bi­
linmesinin örneği şöyle olur:
Bir koyun sürüsünden herhangi bir koyun için sat­
tım denirse veya bir top bezden: Şu bezi ki, gönlün
çekti, onu sana sattım! Denilse bu satışlar eksik, batıl
iştir. Lakin onlardan birisini işaretleyip belirterek on­
dan sonra satmak gerektir. Yeter ki: Bu kumaştan bir
arşınını sana sattım, herhangi tarafından dilersen al!
Derse, bu da batıldır.

172
TiCARET ADABI

Miktarın bilinmesi şudur: Satılan şey gözle görül­


melidir. Diyelim ki, satan kimse: Sana bu malı, filan
kişinin sattığı fiyata sattım! Veya filan şeyin ağırlığı
kadar altın veya gümüşe satıyorum! Dese o şeyin ne
kadar olduğu bilinmezse bu satış caiz değildir, ama:
Bu buğdayı, sana bu kadar avuç altın veya gümüşe
sattım, derse, o buğdayın miktarı, ne kadar olduğu
görülürse satış caiz olur.
Satılan şeyin sıfatını, niteliğini, bilmek ise ancak
gözle görmekle olur. Ama o satılan şey hiç görülme­
miş olsa, yahut gördüğü zamandan çok aralık geçse,
çok ziyanlık olsa ve bu arada da o şeyde değişiklikler
görülse o malın satışı batıldır.
Bohça içinde top içinde katlanmış, durulmuş ola­
rak duran kumaşı ve başakta duran buğdayı satmak
caiz değildir, batıldır.
Bir cariye alınmak istense başını, saçını, elini, aya­
ğını görmelidir. Ve alıcının o cariyenin görmesi gele­
nek haline gelen yerlerini görmesi lazımdır. Eğer bu
yerlerden kimisini görmese o cariyenin satışı batıldır.
Ama kendi kabukları ile örtülen cevizi, bademi,
baklayı, narı ve yumurtayı satmak caizdir. Çünkü sa­
tılmalarına ihtiyaç vardır.
Altıncısı: Satın alman şeyin, önce elle teslim alın­
madan satış yapılması doğru değildir. Önce o mal ele
geçirilmeli, sonra satılmalıdır.

Sözleşme (Akit)
Mal satılıp alınırken sözleşme (akit) kelimelerini
söylemeden akit yapılamaz. Yani sözleşmekte satış

173
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

bağlantısı gerektir. Öyleyse satan kişi: "Sana bu malı


sattım!" demeli. Alan kimse de: "Aldım!" demelidir.
Yahut satan kişi "verdim" der, alan kişi "aldım" veya
"kabul ettim" der. Yahut satışa ve ahşa uyan sözler
söylenir. Akit kurulur (Antlaşma yapılır).
Eğer malı teslim etmeden önce, ara yerde alıp-sat­
mak sözleşmesi yapılmazsa satış doğru olmaz. Nite­
kim bu zamanda sözleşmeden alıp-vermek gelenek
halini almıştır. Ama küçük olan mallarda sözleşme
yapılmadan aynen alıp vermekle satış doğru olur.
Buna izin vardır. Bundan ötürü de küçük eşyanın
sözleşme yapılmadan alınıp verilmesi çok görülmek­
tedir. Ebu Hanife'nin mezhebi böyledir. Yani küçük
malda, basit şeylerde akitsiz satış doğrudur. Mal ay­
nen alıp verilir. İmam Şafii'nin mezhebinden bir kı­
sım kişiler de bunu kabul etmişlerdir.
Şafiilerce, bu türlü satış sözlerini söylemeden ya­
pılan satış işinin doğru olmasına fetva verilse bu üç
sebepten ötürü fetva verilmekten uzak değildir.
1- Bu sözleşmeden, malı alıp götürüp satmaya hal­
kın ihtiyacı vardır.
2- Öyle sanılıyor ki ve üstün zan da budur ki, saha­
beler zamanında buna benzer satış adet olmuştur.
Yoksa satış sözleri söylenseydi, o zamanın müslü­
manlarına o satış sözleri belki de zor gelseydi, bu
zorlukları Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'e veya asha­
bına bildirirlerdi ve cevaplar verildi ise bu zamana
kadar gelir, anlatılırdı, ne gibi hükümlerin var olduğu
gizli kalmazdı.
3- Yapılan işin söz yerine geçmesinde zorluk yoktur.

174
TiCARET ADABI

Hediye vermekte fiilin söz yerine geçmekte olduğu


bilinir. Rasulullah Efendimize armağan edilen şeyler­
de: "Verdim, aldım" demek külfeti ortadan kaldırıl­
mıştı. Sonra her zaman da böyle olmuştur. Armağan­
da karşılık (bedel) yokken, zaten: "Aldım, verdim"
dememek gerekirdi. Satışta ise karşılık vardı. Mülk
edilmesi güç değildir. Ama şu var ki hediyede azla
çok arasında fark yoktur.
Lakin satışta fark vardır. Eğer bir şeyde değerlilik,
kıymet varsa onda satış sözlerini söylemek adet ol­
muştur. Örnek olarak diyebiliriz ki, ev, yer, davar, kö­
le, değeri çok giyim eşyası satmak gibi şeylerde satış
sözleri söylenilmezse bizden önce gelenlerin adetin­
den dışarı çıkılmış olunur ve mülkiyet meydana gel­
mez. Ama yemişlerde ve her zaman alman şeylerde
satış sözleri söylenmeden alışveriş yapılmasına izin
vermeye yol vardır.
Çünkü hem gelenek haline gelmiştir, hem de ihti­
yaç ziyade olabilir. Küçük değersiz, itibarsız şeylerle
kıymetli şeylerin arasında dereceler vardır. Kimi
olur ki, bir şeyin değeri az mıdır veya çok değerli,
kıymetli midir, fark olunmaz.
Bu yolda sınır takdir edip: Kıymeti az mıdır, çok
mudur? diye birbirinden ayırıp tayin etmek mümkün
değildir. Ayırım zorlaşınca ihtiyat yolunu tutmak ge­
rektir. Yani şüpheli olan yerde "aldım, verdim" sözle­
ri söylenmelidir.
Sen bil ki, eğer bir kişi, bir yük buğday alsa, eğer
taraflar satış sözlerini söylememiş olursa, satılan
buğday satın alan kişinin malı olmaz. Ama o buğdayı

175
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

yemesi, sarf etmesi haram olmaz. Zira sahibinin tes­


lim etmesiyle helal olur. Ama ona malik olamaz. Eğer
bir kimseyi konuk olarak alsa, o buğdaydan yedirse
helal de olur. Çünkü buğdayı teslim etmesi, onun is­
tediği gibi harcamasına delalet eder ki, bu da helal­
dir. Ama değerini vermek şartı ile ve açıkça; "Benim
buğdayımı gelen konuğuna ver, bana sonra parasını
verirsin!" dese bu söz doğru olurdu. Öteki kişiye de
buğdayın akçesini ödemek vacip olurdu. Böylece ya­
pılan iş, söz uygun düşer, delil olursa yine bu mana
meydana gelir.
Satış sözleri söylenmediği zaman o buğday, onu
satın almaya kalkan kişinin malı olmaz. Bir kimseye
satmak istese satmaz. Eğer o buğdaydan hiç kimse
yememiş ise, eski sahibi geri almak istese geri alabi­
lir. Bu ziyafetten önce sofraya konmuş yiyecek ve içe­
cekler gibidir. Yani o yemekler yenmezken önce sahi­
bi tarafından sofradan kaldırılabilir. Eğer yenmiş
olursa helal olur.
Ey aziz, sen bil ki, alışverişin (satışın) gerçek ola­
bilmesi için şart, o satışın başka bir şeyle şart, edil­
memesidir. Mesela: Ben bu odunu alırım ama bizim
evimize kadar iletilmelisin! Denilse, veya, ben bu
buğdayı un haline getirmen şartı ile alıveririm! Den­
se, veya: Bana borca vermen şartı ile şu, şu eşyayı
senden alıyorum! diye teklif yapılsa, ya da başka bir
şartla pazarlık yapılsa satış batıl olur. Ancak altı şart­
la bu alışveriş batıl olmaz.
1- Satıcı herhangi bir şeyi rehin almaya kalkarsa,
2- Tanık tutmak şartı ile satarsa,

176
TiCARET ADABI

3- Alıcı kişi bir kimseyi kefil gösterirse,


4- Satıcı, tayin olunan vakte kadar parasını iste­
memek şartı ile veresiye verirse,
5- Pazarlık istenildiği zaman bozulabilirse,
6- Üç güne kadar veya daha az zamanda, ama üç
gün geçmemek üzere yapılan muhayyer satışlar ge­
çerlidir.
Bir de yazı yazmayı bilen veya sanat bilen bir ol­
mak şartı ile köle satılmış ise bu satış da batıl değildir.

Faiz (Riba)
Faiz (Riba) iki türlü şeyde olur:
i-Nakit parada. 2-Yemekte.
Parada Faiz: Paranın satışında iki şey haramdır:
Birisi veresiye satıştır ki, mesela ikisi de orada ha­
zır olmayınca altın altınla, gümüş gümüşle veresiye
satılmaz. Birbirlerinden ayrılmadan önce ikisi de mal
alışı (kabzı) yapmazlarsa satış batıl olur. İkincisi de
bir şeyi cinsi cinsine satmak gerekir. Bundan fazlası
haramdır. Bir tam altını, bir tam altınla bir çekirdek
altına satmak caiz değildir. O bir çekirdek altın ha­
ramdır. Ve iyi altını, kötü altınla fazlasıyla satmak da
caiz değildir. Çünkü altının iyisi olsun, kötüsü olsun,
sağlamı, çürüğü olsun hepsi eşittir, birdir. Bir elbise,
tam bir altına alınıp da bir altın ve bir çekirdek altına
satılmak istenilse bu caizdir. Gümüşle karışık altını
halis altına satmak ve halis gümüşe satmak yahut yi­
ne karışık altınla satmak caiz değildir. Aksine, pazar­
lıkta ara yere başka bir şey eklenmesi, mesela bir es­
vah ilavesi gerektir. Ki o altınlı, sırmalı esvabın, altını

177
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

halis olmamalıdır. Bu gibi işlerin hepsinde de hal


böyledir. Eğer inci dizisi arasında altın olursa, onu al­
tına satmak caiz olmaz. Altınlı elbise de öyledir. An­
cak elbise ateşe konacak olduğu takdirde altın sırma­
sından geriye bir şey kalmayacak kadar altını az
olursa satılabilir.
Yemekte Faiz: Bir yemeği veresiye alarak başkası­
na yemesi için satmak caiz değildir. Bu, iki cins ye­
mek olsa da böyledir. Ancak, bir mecliste ikisi de (ya­
ni para ve mal) kabzolunmalıdır.
Eğer satılanla onun karşılığı olan nesne bir cins
olursa, buğdayı buğdaya satmak gibi ki, hem veresi­
ye vermek, hem de fazlasıyla satmak caiz değildir.
Ancak kilede eşitlik caizdir. Eğer terazide beraber
iseler bir zarar vermez. Beraberlik o şeyde gözetil­
meli ki, adete göre satılan şeyin miktarı onunla bi­
linmelidir. Kasaba koyunu verip et almak, buğdayı
verip ekmek almak, susam veya cevizi yağcıya verip
yağ almak ve bunlara benzer şeylerin yapılması caiz
değildir. Lakin bir kimse sattığı buğdayı ekmek ola­
rak alsa, o ekmeği alan kişiye o ekmeği yemek helal­
dir. Lakin aldığı ekmek onun malı olmaz. Buğdayı
satın alan ekmekçiye o buğdayı istediği gibi sarf et­
mek helal olur. Ama onun satışını yapmak caiz de­
ğildir. Ekmek alanın verdiği buğday ekmekçinin
üzerinde borç olur. Ekmekçinin ekmeğini alan kişi
onun üzerinde borçlu olur. Her ne vakit isteseler ge­
ri isteyebilir. Şayet birbirlerine helal bile etseler ye­
terli değildir. Eğer birisi:
Sana verdiğim şeyi helal ettim! Ama sen de bana

178
TiCARET ADABI

verdiğin şeyi helal edesin! Dese ve ortaya böyle bir


şart koysa, bu şart o işi batıl kılar. Ve eğer bu şartı
açıkça söylemese, ama: Sana verdiğim şeyi helal et­
tim! Sen de bana gerek helal et, gerekse helal etme!
Dese ve hem de gönlünde böyle bir şey varsa, bu hü­
küm caiz, sahih olur.
Eğer arkadaşı da böyle helal eylese helal olur. Ve
eğer birbirine helal etmeseler, ama mallarının değe­
ri birbirine eşit, miktarı aynı olsa bu dünyada husu­
met ortaya çıkmaz, öteki dünyada da ödek (kısas)
gerekmez. Ama eğer fark varsa bu dünyada husu­
met eylemek, öteki dünyada da zulüm olmak korku­
su vardır.
Sen bil ki, yemekten yapılan bir şeyi yine yemek­
ten yapılan bir şeye karşılık satmak, hatta eşit de ol­
salar caiz değildir. Böylece bir şeyi ki, buğdaydan
yapsalar, o şeyi un gibi, ekmek gibi, hamur gibi o buğ­
day mamulüne satmak caiz değildir. Hatta üzümü
sirkeye, pekmeze satmak caiz değildir. Yaş üzümü
yaş üzüme, yaş hurmayı yaş hurmaya karşılık satmak
da caiz değildir. Ama üzüm kurur, hurma kurur, yaş­
lığı, tazeliği geçerse o zaman caizdir.
Bu yolda uzun uzadıya söylenecek çok söz vardır.
Lakin söylediklerimizin bu kadarı öğrenilmesi vacib
olanıdır. Bu hususlarda çok sakınmak gerektir. Ta ki,
bir bilmediğin şeyle karşılaşırsan bilmediğini bilip
bilen kişilerden sormalısın. Bunu öğrendikten sonra
ona göre amel etmek de farzdır. Yoksa insan ansızın
harama düşer. Bilmemekle mazur sayılmaz. Zira din
bilgisini öğrenmek farzdır.

179
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Selemle Satış
Selem bir malı, vakti gelmeden bedelini verip sa­
tın almaktır. Selemle satışta on şart vardır. Ve bu
şartlara uymak gerektir.
1. Şart: Sözleşme vaktinde bir kimse bir kimseye:
Bu altını yahut bu elbiseyi veya başka bir şeyi sana
bir yük buğdaya selem veriyorum! Der. Ancak buğda­
yın sıfatlarını "şudur, şudur" diyerek açıklar. Bu sıfat­
ların meydana gelmesi için mümkün olan vasıflar ol­
malıdır. Zaten maksat da bu sıfattadır. Buna göz yu­
mulmamalı. Hesaba gelmeyen şeyler de olmamalıdır.
Bu temel sıfatların tam olarak zikredilmesi gerekir.
Ta ki her şey bilinmeli, ileride kavgaya mahal kalma­
malıdır. Öteki kişi de: Kabul ettim! Demelidir. Ama
selem sözünün yerine: Satın aldım! Bana verdiğin
mal da şu sıfatta, bu sıfatta olmalıdır! Der.
2. Şart: Satışta verilen malın satışını yapan kişi,
fazla fazla, ölçüsüz, tartısız vermemeli. Ağırlığını, ha­
fifliğini, ne kadar olduğunu bilip vermelidir.
Ta ki, selemi bozup verdiği malı geri almak isterse,
o zaman önceden verdiği mal bilinmelidir.
3. Şart: Pazarlık yapılan yerde veya mecliste ora­
dan ayrılmadan önce malın bedeli teslim edilmeli,
ödenmiş olmalıdır. Eğer bedelin teslimi sonraya ka­
lırsa, selem bozulmuş olur.
4. Şart: Bir şeyi selem verip satın alınan malın da
sıfatı, vasıfları bilinmelidir. Mesela, hububat gibi ta­
neli, pamuk, yün, ibrişim gibi, süt, et, hayvan gibi şey­
lerin vasfı ve hali bilinmelidir. Ama bir şey ki, bazı
şeylerle karıştırılmış, yoğrulmuş, macun haline

180
TiCARET ADABI

getirilmiş şeylerden olursa ve o kanşık şeylerin mik­


tan bilinmez üstün misk gibi, yahut birkaç şeyden
terkip olunmuş şeyler gibi, ya da fazla işlenmiş yay
gibi yaşmak, çizme, parlatılmış ok gibi bunlann hep­
sinde selem batıldır. Çünkü bunların sıfatlarının açık,
seçik ve tamamen açıklanması mümkün değildir. Ek­
meğe gelince: Tuz ve su ile kanşmış olsa da ekmekte
selem caizdir. Tuzun, pişirmekliğin, yani bu tür şey­
lerin miktan hesaba gelir şeyler değildir. Onların bi­
linmemesi de zarar vermez.
5. Şart: Malın bedeli vadeye bağlanmış, yani mal,
sonradan bedeli ödenmek üzere satılmış olursa, bu,
belirtilmelidir. Mesela: Harman zamanına dek! Denil­
memelidir. Çünkü bu zaman kararlı bir vakit değildir.
Eğer, "Nevruza dek!" Denirse ve Nevruz biliniyorsa,
yahut "Cemaziyele dek" diye şart konursa bu sahih
ve caiz olur. Bu da cemaziyel evvel diye yorumlanır.
6. Şart: Bir şeyi selem verince ve vade tamam oldu­
ğu zaman, o şey o vakitte ele geçecek nesne olmalıdır.
Vade tamam olduğu zaman bir meyvenin yetişmemesi
selemle satışı batıl kılar. Eğer vade zamanına kadar,
meyvenin yetişmesi ihtimali çoğalırsa selem dürüst
olur. Eğer meyvenin yetişmesi, kemale ermesi bir haf­
ta sonra olacaksa, istenirse mühlet verilir, istenirse
bağlantı selemi bozulur. Ve verilen mal geri alınır.
7. Şart: Selemi kabul eden kişi vereceği şeyleri
hangi yerde, nerede teslim edeceğini belirtmelidir.
Şehirde mi teslim edecektir, yahut köyde mi verecek­
tir, bunlar bilinmeli. Sonra ara açılması, ihtilaf ve
düşmanlık ihtimali olacak şeyler tarif edilmelidir.

181
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

8. Şart: Selemde, hiçbir belirli şeye işaret edil­


memelidir. Mesela: "Bu bağın üzümü, bu toprağın
buğdayı" denilmemelidir. Çünkü bu türlü selem
batıldır.
9. Şart: Şehdane inci gibi değerinin bilinmesi çok
zor olan bir şeye selem vermemelidir. Çünkü onun
eşi bulunmaz veyahut güzel bir cariyeye veya buna
benzer şeye de selem verilmemeli.
10. Şart: Yiyecek içecek maddesine selem verilme­
meli. Malın bahası için arpa, buğday gibi ve bunlara
benzer ne varsa selem olarak verilemez.

Kira
Kiranın iki rüknü vardır: Birisi ücrettir. Birisi de
menfaattir. Ama icareyi akdeden kimselerin gerekli­
ği ve icare sözleşmesinin akdinde icap ve kabul lazım
olduğu, yani: kareye aldım, icareye verdim! diye söz­
leşmesi bey'de (alım-satımda) olduğu gibidir.

ücret:
Ücret belirli olmalıdır. Eğer bir ev, tamirine karşı­
lık kiraya verilirse icare batıl olur. Çünkü tamir işi
belli değildir. Kasabı koyunun derisine icareye tut­
mak, değirmenciyi önündeki unun kepeğine ya da bir
miktar una icareye tutmak batıldır. Bir şeyin ürünü
eğer ücretle tutulan kişinin işlediği işle meydana ge­
liyorsa, o ürünün o kimseye ücret tutulması caiz de­
ğildir. Bu dükkanı ayda bir altına icareye verdim! De­
mek batıldır. Çünkü icarenin müddeti belli değildir.

182
TiCARET ADABI

İcare anlaşılsın diye: Bir yıl, iki yıl! Denilmesi ve süre


belirtilmelidir.

Menfaat:
Ey aziz! Sen bil ki, icarede meydana gelen menfaat
belli olmalı, bilinmeli. O icarede zahmet çekilmeli ve
icarede yerine vekil dikmek kabil olmalı. Böyle bir
icareye cevaz vardır.
İcarda 5 şartı gözetmek gerektir:
Birinci Şart: İşlenen işin değeri, itibarı olmalıdır.
O işte zahmet çekilmelidir. Dükkanını süslemek için
bir kimsenin yiyeceğini kiralamak, üstündeki elbise­
yi kurutmak için ağaç kiralamak, koklamak için elma
ağacı kiralamak, bunlardan başka daha benzeri neler
varsa bunları kiralamanın hepsi batıldır. Çünkü bu
işlerin değeri, itibarı, tek buğday tanesinin kıymeti
kadar yoktur. Eğer sözü sohbeti yerinde, hürmet ve
izzeti olan bir tüccar aracı olursa ve bir sözü ile pa­
zarlık olursa o tüccara birkaç söz söylesin ve pazarlı­
ğı kolaylaştırsın diye bir ücret vermek şart değilse bu
pazarlık batıl olur. Ve verilen ücret de aracıya haram
olur. Çünkü bu işte hiçbir zahmet ve yorgunluk yok­
tur. Ama aracı ve tellalın aldığı şu zamanda helal olur
ki, çok söz söyler, malı satarken çok gidip gelir. Zah­
met çeker ve çektiği zahmetin zaruri karşılığını al­
ması vacip olur. Ama o tellalların adet ettiği onda bi­
rini almak, o ücretin miktarı belli olmadığı ve malın
değeri ile çektiği emek ve zahmet arasında bir nisbet
de bulunmadığı için böyle alınan ücret haramdır.

183
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Böylece aracıların ve tellalların bu yolda topladıkları


malların hepsi haramdır.
Ama tellal bu günahtan iki şekilde kurtulur:
1- Tellal, kendisine verilen şeyi almalı, çektiği zah­
mete ve sattığı malın değerine ve miktarına bakma­
malıdır.
2- Tellal malı satmazdan önce, mal sahibine "Bu
malı satarım, ama şu kadar akçe alırım" demeli, satı­
cı da buna razı olmalıdır. Her halde "Malın bedelinin
onda birini isterim" dememeli. Çünkü mal ne kadar
satılacaktır, miktarı ne tutacaktır, belli olmamıştır.
Eğer böyle bir iş yapılırsa icare batıl olur. Çekilen
zahmetin değerinden fazla bir şey vermek ve almak
lazım olur.
İkinci Şart: Menfaat, kiralanan şeyin kendisi ol­
mamalıdır. Yani icareden maksat, para vererek tuttu­
ğun kişiye bir iş yaptırmak ve ondan bir kazanç elde
etmektir.
Bir kişi, eğer bir bahçeyi, bir bağ veya bostanı
meyvesini götürmek için veya bir ineği sütünü almak
için kiralarsa, masrafını taahhüt ederek ineğin ve sü­
tün yarısını almak üzere kiralarsa, bütün bunlar
batıldır. Eğer, çocuk emzirmek için bir kadın icareye
tutulsa bu caizdir. Çünkü asıl maksat çocuktur, onu
korumak, gözetmektir. Bir yazıcının harcadığı mü­
rekkep ve terzinin ibrişimi, ipliği gibi miktarı az şey­
ler ise amele tabidir.
Üçüncü Şart: Bir kişi öyle bir iş için icareye tutul­
malı ki, o işin teslimi mümkün olabilsin, hem de helal
bir amel olsun. Zayıf bir kimseyi yapamayacağı bir

184
TiCARET ADABI

işe almak, dilsiz kişiyi öğretmen tutmak batıldır. Caiz


değildir. Eğer aybaşı (hayız) görmekte bulunan bir
kadın mescidi temizlemek, süpürmek için kiralansa,
bu kiralayış batıl olur. Çünkü aybaşı halinde olan bir
kadının mescide girmesi haramdır.
Eğer bir kişi: Sağlam bir dişi çekmek için, Şeriatın
izni olmadan sağlam bir (kol, kulak) uzvu kesmek
için, bir yavrucağın küpe yerini açmak gibi işler için
icareye tutulsa bu kiralayış da batıldır. Çünkü bu gibi
işlerin hepsi haramdır.
Ve yine bunlar gibi kurnaz kişilerin, kabadayıların
kollarına, ellerinin üstüne iğne ile nakışlar, resimler
yapıp siyah siyah düğümler meydana getiren kişile­
rin işleri haramdır. Erkeklere ipek takke, ipek elbise
diken terzilerin aldığı ücret de haramdır. Bu gibi kişi­
ler kiraya tutulsalar ücretleri de batıldır.
Eğer bir kişi, ip üstünde cambazlık öğretsin diye
kiralansa bu da öncekiler gibi haramdır. Oyuna bak­
mak, oyunu seyretmek de haramdır. Bir kimse bu
oyunu oynarsa kendisini ölüm yoluna atmış olur.
Böyle bir ölüm oyununa bakan, onu seyreden kişiler
de cambazlık yapan kişinin kanına, ölümüne ortak
olur. Çünkü halk eğer onun oyunlarına bakmasaydı,
o cambaz da kendisini bu türlü tehlikelere atmazdı.
Bir kimse ip üstüne gerilen krişte oynayana ve bu­
nun gibi tehlikeli ve faydasız işlere bir şey, bir ücret
verse asi olur. Yine bunlar gibi maskaralık yapanlara,
sazendelik eyleyenlere, sağu sağıcılara (şarkıcılık
edenlere) ve şairlik eyleyip bir kimseyi kötüleyene,
hicvedene bir şey vermek haramdır. Kadı efendinin

185
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

hüküm vermesi ve tanığın tanıklık etmesi karşılığın­


da bir şey almalan, ücret istemeleri haramdır. Ama
kadı efendinin ilam ve sicil yazması, deftere geçirme­
si ve bu yazının ücretini alması, caizdir. Çünkü sicil
yazılması, kendi üstüne farz değildir. Ama başka
kimseleri sicil yazmaktan men etmemesi de şarttır.
Eğer başkalanm engelleyip yalnız kendisi yazmaya
kalkarsa ve yazacağı sicili bir saatte yazmak müm­
kün iken on altın veya on akçe karşılık isterse, bu ha­
ramdır. Ama başka kişiyi men etmeyip: "Eğer bu sici­
li ben yazarsam, on altın yazma ücreti alının!" Derse
bu, o zaman caiz olur. Fakat, sicili başka biri yazıp da
kendisi imzalayacaksa hiçbir ücret istemeyip: "İmza
atmak bana vacip değildir!" derse, bu da, ona haram­
dır. Çünkü doğru olan şey, eğer halkın hakkı o imza
ile muhkem olacaksa bu da ona vaciptir. Eğer vacip
değil derse, bunun karşılığı bir avuç kadar buğday ta­
nesi değerinde olur ki, onun da bir değeri yoktur.
Ama kadı vekili olan kişinin aldığı ücret helaldir.
Yalnız şu şartla: Bir kişinin vekilliğini eylemeli ki, o
kişi ehl-i haktan olmalı, vekil de onun ehl-i haktan ol­
duğunu bilmelidir. Ya da battl kişi olduğunu bilme­
meli. Vekil bu şartlar içinde yalan söylememeli. Ve
hem de bu şartlar içinde vekalet ödevini alan kişi ya­
lan söylememeli, sG.ret-i haktan görünüp hile, oyun
etmemeli. Sahtekarlıkta bulunmamalı, bir kimsenin
hakkını örtbas etmeğe kalkmamalıdır. Aksine batıl
olan kusuru, ayıbı yok etmeği bilmelidir. Hak ortaya
çıkınca hakka razı olmalı ve susmalıdır. Bir şeyi söy­
lemekle hakkm battı olacağını bilirse onu inkar eyle­
mek caizdir.

186
TiCARET ADABI

Bir aracı, iki kişi arasında aracılık yaparsa onun


iki taraftan da aracılık ücreti alması caiz değildir.
Çünkü bir davada iki tarafın da yararını gözetmek
mümkün olmaz. Ama bir taraf için çalışır, zahmet
çekerse zahmet değeri de çok olursa o zaman ücret
alması helal olur. Şu şartla ki, yalan söylememeli.
Çünkü yalan söylemek haramdır. Sahtekarlıkta, hi­
lede bulunmamalıdır. Bir şey hak olunca iki taraftan
da gizlenmemelidir. Ve her birine bir iç korkusu
vermemelidir. Çünkü bu korku sebebiyle iki taraf da
barışmaya rağbet, istek göstermiş olabilirler ki,
eğer halin gerçeğini bilmiş olsalardı belki de iki ta­
raf barışmazlardı. Bu şartlarla olan aracılıkta galip
budur ki, aracılık batıla meyletmekten, zulüm yapıl­
masından, yalan söylemekten ve hile, sahtekarlık­
tan uzak kalmaz ve aracı olanın aldığı ücret de ha­
ramdır. Eğer aracı hakkın hangi tarafta olduğunu
bilirse onun, hak sahibi kimseyi hile ile az bir hak
karşılığında barışa razı etmesi caiz değildir. Ama
eğer hasmın zulmettiği bilinirse, aracı da o kişiye
hile ile korku verirse ve böylece onu zulmünden
vazgeçirtmek isterse buna izin, ruhsat vardır.
Bir kimsenin Müslümanlığı çok üstün ise dili ile ik­
rar ettiği her sözün hesabını yarın ahirette vermesi
gerektiğine inanır. Bilir ki, yarın ona: "Niçin söyle­
din? Ne kasıtla, hangi niyetle söyledin? Doğru mu
söyledin? Sözlerin haklı mıydı? Yoksa batıl mıydı?"
diye sorulacaktır.
İşte bunları düşünen kişinin, aracılık ve dava ve­
killiği yapmak işi elinden gelmez. Eğer bir kimsenin
maslahatını görmeğe varan kişi, büyüklerin, ulu

187
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

kişilerin yanma şefaate gidince ve eğer zahmet de çe­


kerse aldığı ücret helal olur. Şu şartla ki, ettiği şefaat­
te işlediği iş zor ve müşkül olmalıdır. Makamının ve­
ya şerefinin karşılığı olmamalıdır. Hem bir kişi için
şefaat etmeli ki, iyi huyda olmalı. Eğer zalime yardım
eyleyip şefaatte bulunsa yahut bir zalime yardım için
şefaat edilse veya haram akçe karşılığında söylense,
yahut da şehadette hakkı gizlemek için şefaatte bu­
lunsa veya başka bir haram maksat için şefaat etse,
bu türlü şefaatte bulunan kişi asi olur ve aldığı ücret
de haramdır.
Bütün bu hükümler, geçen icare kısmında zikro­
lundu, hepsinin bilinmesi vaciptir. Çünkü icareye ve­
renler de, alan kişiler de bu türlü caiz olmayan şey­
lerde asi olurlar. Bunlar uzun uzadıya anlatılabilir.
Ama bu kadarlık bilgi halk için yeterlidir. Nerede
şüphe vardır, nerede ihtiyat gerekir, bunu bilmek ge­
rekir.
Dördüncü Şart: kareye, kiraya tutulan iş, icare­
ye tutulan kimsenin kendi üzerine vacip olmayan iş
olmalıdır. Hem de o işte naip (vekil) tutmak caiz ol­
mamalıdır. Mesela bir mücahidi gaza için ücretle
tutmak caiz değildir. "Bir kişiye bir başka kişinin
adına oruç tutsun, namaz kılsın" diye ücret vermek
caiz değildir.
Hac eylemek için ücret vermek şu şartla caizdir:
Hacı namzedi kötürüm ise, sağlık umudu yoksa, ken­
di yerine ücretli kimseyi gönderebilir. Kur'an öğret­
mek için belirli bir bilgi belletmek için bir kişiyi ica­
reye tutmak, kiralamak caizdir.

188
TiCARET ADABI

Makbere (mezar) kazmak işinde, cenaze götür­


mekte, ölü yollanmasında icare ile adam tutmak caiz­
dir. Ama teravih namazını kıldırmaya imamlık ve
müezzinlik için: "kareye cevaz var mı, yok mu?" diye
din bilginleri arasında ihtilaf vardır. Sahih olan şudur
ki, bu, haram değildir. Çünkü onlara verilecek ücret,
imamın ve müezzinin vakit gözetmelerinden ötürü
ve mescitte bulunmasından dolayı çektikleri zahmet
karşılığıdır. Lakin gerek kerahatten, gerekse şüphe­
den uzak şeyler değildir.
Beşinci Şart: karede yapılan iş bilinmelidir. Me­
sela bir davarı kiralayan kişinin o hayvanı görmesi,
kiraya verenin de hayvanına ne kadar yük vurulaca­
ğını, ona kimin bineceğini bilmeleri gerekir. Hayvan
toprağı sürecekse ne kadar yer sürecektir, yol ala­
caksa ne kadar yol alacaktır, bunlar belirtilmelidir.
Bu gibi hususlarda ancak meşhur bir gelenek varsa
onunla ye- tinilmelidir.
Eğer icare ile bir yer, bir toprak alınsa, ne ekilmesi
gerekir, bu da konuşulmalıdır. Çünkü mesela darının
ekim zararı, buğdaydan daha fazladır. Ama adet üzere
bu biliniyorsa bu bilgiler yeterlidir. Bütün icarelerin
hali böyledir, icarenin temeli ve binası arada kavga gü­
rültünün kalkması için, ilim üzerine kurulur. Eğer her
icare bilgisizlikle kurulursa ve şartlar bilinmezse öyle
bir icareden düşmanlık doğar, iş bağlantısı batıl olur.

Mudarebe
Bir yandan sermaye, bir yandan emek konulan bir
ortaklıktır. Yani bir kişi başka bir kişiye para verir, o

189
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

da bu parayı işletir, sonra karında ortak olurlar. Ki


buna Kırad veya Mudarebe denilir. Bu ortaklık şöyle
olur: Bir kişi bir kişiye: "Al şu parayı, şunu işlet! Ka­
rında ortak olalım!" der.
Bu şekilde sözleşme yaparlar. Ortak olurlar. Bu
türlü sözleşmenin, ticari bağlantısının üç rüknü var­
dır:
Birinci Rükün: Sermayedir. Sermayenin nakit ol­
ması gerektir. Nakit haline getirilmemiş altın, gümüş
veya eşya, mal sermaye verilirse ortaklık kurulmaz.
Bunların satışı zordur. Sermayenin ağırlığı bilinmeli­
dir. Bu türlü ortalıkta sermaye sahibi ortak aldığı ki­
şiye malı teslim etmelidir. Eğer sermaye sahibi satı­
lacak malı elinde tutmak isterse bu şart ile ortaklık
caiz olmaz.
İkinci Rükün: Ortaklığın kazancı, kardır ki, serma­
ye sahibi ortak kıldığı kişiye kazancı, karı bildirmeli­
dir. Mesela: "Karın yarısı veya karın üçte biri senin
olsun!" demelidir.
Eğer "kardan şu kadar senin, şu kadar lira benim
olsun, kalanını da paylaşırız" diye şart koyarsa bu ti­
caret batıl olur.
Üçüncü Rükün: İşyeri, iş mahallidir. Yapılacak işin
alışverişle, ticaretle, amelle olması şarttır. Ve iş
alım-satım cinsinden olmalıdır. San'at cinsinden ol­
mamalıdır. Mesela buğdayı aşçı bir kişiye verip: "Ye­
mek yap, aşçılık et! Kazanç yarı yarıya olsun!" dese,
bu, batıl olur. Ve keteni eğiriciye verip: "Kazancı yarı
yarıya olsun" dese bu da batıldır. Şayet, yine sermaye
sahibi: "Filanca kişiden başkasına mal satma!" dese,

190
TiCARET ADABI

veya: "Filanca kişiden başka kimseden mal alma!"


dese bu şartlarla ortaklık batıl olur. Ve bir şey bu tür­
lü ticareti kısıtlarsa, ona darlık verirse anlaşmalara
bu türlü şartlar koymak caiz olmaz. Bir ortaklık ku­
ruluşu şöyle olur: Mal sahibi: Bu malı sana verdim,
ama ticaret yapmak şartı ile veriyorum. Edeceğin ka­
zanç yarı yarıya olacaktır, der. Ortağı da: "Şartını ka­
bul ettim!" der. Böylece aralarında bir bağlantı yapı­
lır. Artık iş yapacak olan kişi, sermaye sahibinin orta­
ğı olarak almakta da, satmakta da onun vekili olmuş
olur. Eğer sermaye sahibi ortağı ile işi bozmak istese
bozabilir. İşi yapan da o zaman anlaşmayı bozmaya
gider. Eğer mal bütün nakit haline gelmişse ve kar da
olmuşsa yalnız kar eşitlik üzere paylaşılır. Eğer mal
eldeyse ve kar yoksa mal, sermaye sahibine teslim
edilir, işi yapan ortağın mal satıp paraya çevirmesi
vacip olmaz. Eğer: "Malı veya kumaşı satayım da pa­
rasını sana vereyim!" dese sermaye sahibini buna or­
tağına yasaklaması caizdir.
Meğer bir müşteri bulup da kazanç ile satarsa, o
zaman sermaye sahibi de o malın satışını engelleye­
mez. Ancak iş ortağı, elde mal olup da karla satmak
ihtimali varsa, o malı satması vaciptir. Satış sermaye
cinsi nakille yapılmalıdır. Başka cins para ile satıla­
maz. Malın sermaye kadarı nakit haline gelince kala­
nını da aralarında pay ederler. Kalan malı satmak, sa­
tış işleriyle uğraşan ortağın üstüne vacip olmaz.
Ortaklık üzerinden bir yıl geçerse mal sahibi, ma­
lının zekatını vermek için malının değerini bilmek
zorundadır. Ortağının zekatını da ortaya koyan ortak
verir. İşi yapan ortak, sermaye sahibinin izni

191
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

olmadan yola çıkamaz. Yol hazırlığı yapamaz. Eğer


mal sahibinin izniyle yolculuğa çıkarsa yol masrafları
sermayeden yapılır. Nitekim ölçmek, tartmak, nakli­
ye masrafları, dükkan kirası, sermaye üzerinden
olur. Yolculuktan geri dönülünce sermayeden alman
yol eşyası, matra gibi şeyler yine sayılıp sermayeye
eklenir, mal sahibine geri verilir.

Şirket Akdi
Bu, şirket (ortaklık) sözleşmesidir ki, mal şirket
üzerine yapılmıştır. İki ortak birbirine malda tasar­
ruf etmeğe izin verirler. Eğer ortaya koydukları
malları eşitse kazancı, karları da yarı yarıya olur.
Eğer bu mallar eşit değilse karları da ona göre olur.
Şartları değiştirmek caiz değildir. Eğer işi birisi gör­
mek dilerse bu vakit şartı değiştirmek caizdir. Çün­
kü işi idare edene çalışması sebebiyle kar şartlarını
artırırlar. Bu cins şirkette (mudarebe) ortaklığı
meydana gelmiş olur.
Fakat üç ortaklık (şirket) daha vardır ki, üçü de
batıl oldukları halde halk arasında adet haline getiril­
miştir:
1- Biri taşıyıcıların, hamalların ve sanat ehlinin
şirketidir ki, her ne kazanırlarsa aralarında müşterek
olmasını şart koşarlar. Bu cins ortaklık batıldır. Çün­
kü her kişinin kazancı kendi emeğine göredir.
2- Ötekisi de müfavaza şirketidir. Yani eşitlik iş­
birliğidir. Bu şirket iki kişi arasında olur. Ve: "Her ne
kazanç olursa hepsi ortaya konulacaktır. Zarar ve

192
TiCARET ADABI

kazanç ortaklaşa olsun!" Derler. Fakat bu türlü şirket


de batıldır.
3- Üçüncüsü de şudur: İki kişiden birinin malı or­
taya konur. Ötekinin de cemiyet içinde şerefi, yüceli­
ği olur. Mal sahibinin kendisi işi yönetir. O ne mua­
mele yapar, ne iş işlerse, o şerefli ortağı, sözü ve ha­
reketi ile ortağına yardım eder. Malını sattırır. Böyle­
ce ortaya çıkan karı, kazancı da ortaklaşa paylaşırlar.
Ama bu da batıl bir şirkettir.
İş yapma, ticaret etme, alışveriş bilgisinden bu ka­
darını bilmek vacipdir. Çünkü bu kadarı ihtiyaca ye­
terlidir. Bazı şeyler bunların dışında vaki olursa da
pek azdır. Şayet bu söylediğimiz kadarı bilinmezse
ve zor bir iş ortaya çıkarsa sorulabilir, öğrenilebilir
Ama, bu kadarını bilmemekten de harama düşülür.
Bu haram iş, işleyişte fark edilemeyebilir. Sonra da
cehalet özrü kabul edilmez.

Alışveriş Muamelesinde insaflı ve Adil Olmak


Ey aziz, bil ki, buraya kadar açıkladığımız alışveriş
muamelesinin sahih olmasının şartlarıdır. Fakat bir­
çok muamele vardır ki, biz ona: "sahihtir" diye fetva
veririz. Ama o ticareti yapan kişi, Allahu Teala'nın la­
netine boğulur. Bunlar öyle ticaret muameleleridir
ki, onlarda müslümanların zarara ve zahmete uğra­
ması tehlikesi vardır. Bu türlü ticaret de verdiği zara­
rın nevine göre iki kısımdır: Birincisi hususidir. İkin­
cisi umumidir.
Zararı umuma ait olan ticaret, yani müslüman hal­
ka zararı olan alışveriş iki türlüdür:

193
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Birincisi İhtikar'dır. İhtikarı yapana karaborsacı


denir. Karaborsacılar yiyecek ve içecek gibi ihtiyaç
maddelerini ucuz alırlar. Biriktirip pahalıya satarlar.
Karaborsacı mel'undur. Yani ihtikarda bulunan kişi,
Allahu Teala'nın lanetine batar. Pahalılaşan şey,
ucuzken fiyatı yükseltilen şeydir. Resul (sallallahu aley­
hi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse pahalılaş­
ması için malını kırk gün saklasa, Al/ahu Teala ondan
uzaklaşır. O kişi de Al/ahu Tea/a'dan uzak kalır". Ve yi­
ne Rasulullah Efendimiz buyurur ki: "Her kim bir mal
alıp bir şehre iletse, o vaktin malını ona göre satsa o
malı sadaka vermiş gibi olur." Bir rivayete göre de:
"Bir köle azat etmiş gibi olur." Zararı bütün halka ge­
çen karaborsa zulmü için yine Resul (aleyhisselam)
şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, yiyecekleri kırk gün
sakladıktan sonra, sadaka olarak verse, yine de bu ve­
riş karaborsa günahının ke_ffareti olamaz." Hazret-i
Ali'ye: "Filan kişi mal saklayıcıdır ve onun fiyatının
artmasını beklemektedir" dediler, O da: "O malı yakı­
nız!" diye buyurdu.
İleri gelenlerden birisi, malını kendi vekili ile sat­
mak için onu Vasıt şehrinden Basra şehrine gönder­
di. Vekil, Basra'ya gidince malın değerini çok ucuz
buldu. Bir hafta sabreyleyip bekledi. Sonra, Basra'ya
vardığı zamankinden daha yüksek bir fiyat bulunca
eldeki malı yüksek bedelle sattı. Malın sahibine: "Bir
hafta bekledim. Malınızı daha fazla bir fiyatla sat­
tım!" diye bir mektup yazıp durumu bildirdi. Mal sa­
hibi de ona Vasıt şehrinden şu cevabı yazdı: "Biraz
kazançla ve din selameti ile kanaat etmiş, yetinmiş­
tik. Senin bizim dinimizi yüksek pahaya satman bize

194
TiCARET ADABI

gerekmezdi. Madem ki bu günahı işledin, büyük bir


cinayet işlenmiş oldu. Bu günahın keffareti için bu
malın hepsini sadaka olarak vermek gerekir. Yoksa
bu günahın uğursuzluğundan kurtulmamak korkusu
vardır" dedi.
Ey aziz kişi! Sen bil ki, mal saklamanın haram ol­
masının sebebi, halkın ondan zarar görmesinden, sı­
kıntı çekmesinden ötürüdür. Çünkü insanın dünyada
canlı kalabilmesine sebep olan yiyeceklerdir, besin­
dir. Yenilecek şeyler satılacak olursa bütün halka onu
satmak helal olur. Ve o satılan şeyde bütün bir halkın
alakası vardır. Çünkü o malı halktan bir kişi alıp sak­
la- sa, başkalarının elini o mala değdirtmese tıpkı Al­
lahu Teala'nm bir kimseye mubah kıldığı suyu sakla­
mak, hapseylemek gibi olur ki, o kimsenin dileği, su­
suz kalan halka üstün baha ile o suyu satmaktır. Bu
anlattığımız günah, malı saklayıp fazlasına satmak
niyeti ile satın almanın günahıdır.
Ama çiftçinin malı kendi ektiğinden gelmişse, o
ekin yalnız kendisinindir, ona mahsustur. O malı is­
terse saklar, isterse satar. Ve mutlaka satması da çift­
çinin üstüne vacip değildir. Lakin satışını geciktirme­
mesi öncelik taşır. Eğer çiftçinin, ekincinin gönlünde
hububatını pahalı satmanın meyli, isteği varsa işte
bu mezmumdur, kötüdür, iyi bir hareket değildir.
Ey aziz kişi! Sen bil ki, insana derman olan şeyle­
rin -ki onlar gıdadır, besindir- dışında halkın ihtiya­
cı olmayan şeyleri alıp saklamak haram değildir.
Ancak besin, gıda olan ve kuvvet yerine geçen ilaç­
ları alıp saklamak haramdır. Ama gıdaya yakın olan

195
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

et, yağ ve bunlara benzer ne varsa, bu gibi madde­


lerde, din bilginleri arasında ihtilaf vardır. Gerçek
olan şudur ki, etin, yağın ve bunlara benzer şeylerin
alınıp satılması haram değildir. Fakat pahalılaşması
için saklanması, mekruhluktan da uzak değildir.
Çünkü bunlar, daimi yiyecek maddeleri gibi her an
lüzumlu değildirler.
Yiyecek maddelerinin stok yapılmasının haram ol­
ması, ancak bunların azaldığı ve sıkıntı çekildiği za­
mana mahsustur. Her zaman kolayca bulunabilecek
şeyleri saklamak haram değildir. Çünkü böyle yap­
mada bir zarar yoktur. Din bilginlerinden kimileri:
Böyle zamanlarda da ihtikar haramdır! Demişlerdir.
Sahih olan şey bunun mekruh olmasıdır. Çünkü müs­
lüman halkın sıkıntıya düşmesini beklemek hem
mezmum, çirkin, hem de mekruhtur. Yine eskiler
arasındaki din bilginleri, o eski mü'min- ler, iki türlü
ticareti mezmum, mekruh görmüşlerdir. Bunlardan
biri yiyecek satmak, diğeri de kefen satışıdır. Çünkü
bu satışları yapmakta insanların sıkıntıya, zahmete
uğramalarını ve onların ölmelerini beklemek vardır.
İki türlü san'at da mekruh görülmüştür ki, biri ku­
yumculuk, öbürü de kasaplıktır. Çünkü kuyumcu,
dünya süsleri yapmakla uğraşır, kasap ise, hayvan
boğazlamakla kalbi katılaşır.
İkincisi Kalp Para Sürmek'dir. Zararı umuma ait
olan ikinci ticaret nevi, alışveriş alanına kalp para
sürmektir. Bu, bütün halka zahmet veren şeylerden­
dir. Kalp para alan kişi onun işe yaramadığını bilmez­
se kendisine zulmedilmiş olur. Eğer bilip de alırsa ve
başka birisine verirse ihtimaldir ki, o da o kişiye

196
TiCARET ADABI

zulmetmiş olur. Böylece kalp para nice zaman elden


ele dolaşır ve o paranın elden ele dolaşmasına sebep
olan ve ilk piyasaya süren kişi boyu kadar günaha gi­
rer. Bundan ötürü şu rivayet ileri sürülmüştür: Aziz
kişilerden birisi (Allah ona rahmet eylesin) şöyle de­
miştir: "Halka kalp akçayı vermek, yüz dirhem akça
çalmaktan daha kötüdür. Çünkü hırsızlığın günahı
bir malın çalındığı andadır. Kalp para sürmenin gü­
nahı ise, öldükten sonra da sürüp gider. Bahtsız olan
kişi şudur ki, öldükten sonra da günahı kendisinden
eksilmez. Özünde baki kalır. O kişi helak olur, günahı
helak olmaz. Yüz yıl, ikiyüz yıl kabrinde ona azap
ederler. Ve o bu azabı belki haşre kadar çeker durur.
Çünkü o kişi kalp parayı ilk önce harcamış, can yak­
mıştı. Başkasının harcamasına sebep olmuştu. Şu
halde kalp altın ve gümüş hakkında dört hüküm var­
dır ki, bilinmesi vaciptir:
1- Eğer bir kimsenin eline kalp para geçerse, onu
kuyuya atmak gerektir. Bir kişiye verip de: "Bu kalp
paradır" dememeli. Çünkü o kişinin de, ihtimal ki, o
parayı verdiği kimse bir başkasına hilede bulunabi­
lir.
2- Çarşı-pazar esnafı, bir paranın iyi mi, kötü mü
olduğunu, bunun ilmini bilmelidir. Ta ki, kalp akçayı
ayırabilmelidir. Bu, kalp akçayı ayırabilmesi içindir.
Yoksa sahte parayı bilmek kendisini o kalp paradan
korumak için değildir, yanlışlıkla başkalarına verme­
mek içindir. Paranın özelliklerini bilmeyen esnaf,
elinden kalp akçe çıkarırsa asi olur. Bundan dolayı
bir işe mübtela olan kişinin, onun muamelesiyle ilgili
ilmini de bilip öğrenmesi vaciptir.

197
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

3- Kalp parayı borçlusundan kabul eden kişi,


Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu hadisine uyarak
niyetlenmelidir: "Al/ahu Teala'nm rahmeti o kişinin
üzerinedir ki, satışı kolaydır, satın alışı kolaydır, hü­
küm vermesi kolay ve hüküm verdirilmesi kolaydır."
Böyle yapan ve bu hadise uyan kişi sevap işlemiş
olur. Ama sahte, kalp parayı alan kimse onu koşup
kuyunun içine atmalıdır. Eğer onu harcamak niyetin­
de olursa harcaması caiz değildir.
4- Kalp akçe denilen para, içinde hiç altın ve gü­
müş olmayan paradır. Ama altını veya gümüşü az
olan akçeyi kuyuya atmak caiz değildir. Eğer harca­
nacak olursa iki şey de vacip olur:
a) Biri, paranın kalplığını saklamayıp sahte oldu­
ğunu söylemek, gizlememektir.
b) Öteki vacip de şudur: Kalp para öyle bir kimse­
ye verilmeli ki, onun, başkalarına hile etmeyeceği bi­
linmeli, kendisi güvenilir kişi olmalı. Sahte akçeyi
verdiği kimsenin onu pervasız harcamayı mubah
gördüğünü bilirse ve verdiği kimseye kalp olduğunu
bildirmezse bu hal, şarap yapacağı bilinen bir kimse­
ye üzüm satmaya benzer. Veya silahla eşkıyalık yapa­
cağı, adam vura-cağı bilinen kişiye silah satmağı an­
dırır. Bütün bunlar haramdır. Bu alışverişlerde emin
olmak zor olduğu için eskiler şöyle demişlerdir: "Gü­
venilir, emniyet duyulan tüccar, çok ibadette bulu­
nan kimseden daha faziletlidir."
Zararı hususi olan ticarete gelince: Öyle bir zu­
lümdür ki, alışveriş yapılan kişiden başkasına geç­
mez. Öyle bir muameledir ki, bu bir zulümdür ve

198
TiCARET ADABI

haramdır. Zarar zulüm yapılanın üzerinde kalır. Sö­


zün kısası, şudur: Bir kimse bir şeyin kendi nefsine
yapılmasını caiz görmüyorsa, onu hiçbir müs- lüma­
na yapmayı caiz görmemelidir. Zira bir kişi, bir müs­
lümana bir şeyin yapılmasını reva görür de kendi öz
nefsine yapılmasını istemezse onun imanı doğru bir
iman olmaz. Böyle bir zulüm dört şekilde açıklanır:
1- Malını satan kişi, o malı olduğundan fazla öv­
memeli, haddinden aşırı methedilmemelidir. Böyle
yapılmakla yalan söylenmiş, hile ve zulüm edilmiş
olur. Hatta malın, özelliği kadar bile övülmemelidir.
Çünkü alan kimse maldan anlayan biri ise bu övülme
boş, değersiz, abes bir övüş olur. Nitekim Hak Teala
Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "İnsanın telaffuz
ettiği her sözü yazan bir gözcü vardır." (Kaf: 18) Yani
Allahu Teala her söylenen sözden: "Onu niçin söyle­
din?" diye sual etse gerektir. Boş yere söylenen sö­
zün, Allahu Teala katında, özrü kabul edilmez. Ama
ant içmek, yemin etmek eğer yalan yere olursa büyük
günahlardan olur. Eğer bir aşağılık iş için Allahu
Teala'nın adını anmış olursa böyle küçük şeyler için
Allahu Teala'nın adını anmak saygısızlık, hürmetsiz­
liktir. Nitekim haberde şöyle gelmiştir: "Yazıklar ol­
sun o tüccara ki, "Hayır vallahi, evet vallahi, Allah'a
ant olsun ki öyle değildir, Allah'a ant içerim ki böyle­
dir!" derler ve yazıklar olsun o sanat ehli kişilere ki:
'Yarın, öbür gün gel!" der dururlar.
2- Satış yaparken malın kusurlarından hiçbiri
müşteriden gizlenmeyip hepsini göstermek gerekir.
Eğer satılan bir kumaşın kusuru saklanacak olursa
saklayan kişi hainlik etmiş olur. Kendisine ticaret

199
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

işleri hakkında verilen öğütleri de dinlememiş olur.


Bunlar zalim ve asi kişilerdir. Bir kişi malının yalnız
iyi yanlarını müşteriye gösterirse hem zalim, hem hi­
lekar olur. Bir gün Resul (sallallahu aleyhi ve sellem),
buğday satışı yapan bir kişinin yanından geçiyordu.
Elini buğday çuvalının içine soktu. Çuvaldaki buğda­
yın alt tarafının yaş olduğunu gördü. Satıcıya: "Bu
yaşlık nedir?" diye sordu. Buğday sahibi: "Yağmur
değmiş olacak!" dedi. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: "Ya niçin nemli tarafı üste koymadın?
Onu görenler ona göre satın alırdı? Bir kimse hilecilik
ederse o bizden değildir."
Bir kişi bir gün yüz akçeye bir deve sattı. Oysa de­
venin ayağında kusuru vardı. Sahabeden Va.ile bin
Eska o mecliste oturuyordu. Bazı işlerle uğraştığın­
dan devenin kusurlarını göremedi ve söylemedi, son­
radan gördü. Deveyi alan kişi oradan gitmişti, onun
ardından yetişti: "Aldığınız devenin ayağında bir ku­
suru var!" dedi. O kişi de geri dönüp deveyi satan ki­
şiden yüz akçeyi geri aldı. Deveci, Vaile'ye: "Niçin be­
nim işimi bozdun?" diye söylendi. Va.ile bin Eska da:
Niçin mi? Şundan ötürü ki, biz her kişiye öğüt ver­
mek ve doğruyu bildirmek için söz verdik. Rasulullah
Efendimizden işitmiştim ki, şöyle buyurmuştu: "Bir
şeyi satan kişinin, sattığının ayıp ve kusurunu sakla­
ması helal değildir. O kusuru bilen kişi de onu söyle­
mezse bu da helal değildir." Va.ile, sonra o kişiye şu
sözleri söyledi: Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) müslü­
manlara öğüt vermemiz için, onları şefkat ile koru­
mak, gözetmek için bize ant içilmiştir. Kusurları söy­
lememek bu nasihati dinlememek olur. Ey aziz kişi!

200
TiCARET ADABI

Bu türlü iş, ticaret yapmak çok zordur. Büyük, zah­


metli, sıkıntılı işlerdendir. Ama iki şeyle zorluklar ko­
laylaşır.
Birincisi: Kusurlu mal satın alınmamalıdır. Ku­
surlu olan malın kusurlarını da müşteriye söylemeyi
gönülden uzaklaştırmamalıdır. Eğer kendisine ku­
surlu bir mal hile ile satılmış olsa ve bunu sonradan
duysa gönlünden: Bu ziyan madem ki benim başıma
geldi, başkasını da bu belaya uğratmayayım! Demeli­
dir. Çünkü kendisine gelen zarar ve ziyandan ötürü
malı satan kişiye satın alan kişi lanet eder. Hiç kimse
başkasının lanetine kendisini uğratmamalıdır. Şu aslı
da iyi bilmeli ki, hile ile rızık artmaz. Aksine maldan
bereket gider. Hayır, mutluluk kalmaz. Bir mal, bir
şey ki, hilekarlıkla elde edilip toplanır, ona ansızın
bir felaket gelebilir, o malın yerinde hemen can yan­
ması, günahlar ve zulüm kalır. Onun malı da sütüne
su katan kişinin haline döner ki, bir gün seller süt ve­
ren ineğini alıp götürmüştü. Resul aleyhisselam şöy­
le buyurmuştur: "Satıcı ile alıcı doğruya sadık kala­
rak birbirlerine öğüt verirlerse alışverişleri bereket
bulur. Ama kusurları gizler, yalan söylerlerse ticaret­
lerinin bereketi kalmaz." Yine bir hadis-i şerifte şöyle
buyurur: "Ticari muameleye hıyanet yol bulursa bere­
ket elden gider. Bereketin manası da şudur: Bir kişi
olur ki, malı azdır. Ama özü saadetli, mutlu olur. Çok
kimseye de ondan rahatlık erişir. Hayrı, hasenatı, iyi­
likleri çok olur. Bir kişi de olur ki, malı çoktur, ama o
mal onun helakine, ölümüne sebep olur. Gerek dünya­
da, gerek ahirette hiç saadete erişemez." Bundan ötü­
rü bir malın bereketi istenmelidir. Yoksa mal fazlası

201
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

istenmemelidir. Bereket doğrulukta, emin kişilikte­


dir. Malın çokluğu bile yine doğruluktadır. Hainliği
ile şöhret kazanan kişiden de herkes kaçar, uzaklaşır.
İşin kolaylığının ikincisi de şudur: İnsan ömrünün
yüz yılı bile aşmayacağı düşünülmelidir. Fakat ahiret
ömrünün sonu yoktur. Öyleyse, bir kişi, ebedi yaşayı­
şını, sonsuz ömrünü, birkaç günlük akçe biriktirmek
için ziyana sokmayı nasıl göze alır, bunu nasıl uygun
görür? Daima bu manalar o kişinin gönlünde yer tut­
malıdır. Böylece hilekarlık, hainlik o gönülde görün­
mez olur.
Ahmet bin Hanbel'e: "Elbisene gizli, görülmeyecek
yama yapmanın hükmü nedir?" diye sordular. O da:
"Doğru bir şey değildir. Ama onu giyecek kişi kendisi
ise yama yamamak caizdir. Satmak için yama yapıl­
mamalıdır. Eğer hıyanet için yapılıyorsa, yamayan ki­
şi asi olur. Aldığı akçe de haramdır."
3- Satış yapan kişi sattığı malın ölçü ve tartısında
hile yapmamalıdır. Hak Teala Mutaffıfin Sfıresi'nde
şöyle buyurur: "Vay o kişilere ki, verdikleri vakit eksik
tartarlar, aldıkları vakit de fazla tartarlar. Oysa in­
sanlara verilmek için ölçtükleri veya tarttıkları vakit
eksiltir/er." (Mutaffıfin: 1-3) Eski günlerde yaşayan müs­
lümanlarm yüce kişilerinin adeti şuydu: Onlar her al­
dıkları şeyi yarım habbe eksik alırlardı. Verirken de
yarım habbe fazla verirlerdi. Ve şöyle derlerdi: Bu
yarım habbe fazlalık, bizimle cehennem arasında bir
perdedir. Doğru dürüst tartmamaktan korkarlardı.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) bir şey satın aldığı za­
man: "İyi tart, ağır tart!" diye buyururdu.

202
TiCARET ADABI

Fudayl bin İyad oğlunu altın tartarken gördü. Ço­


cuk altının süsleri içinde olan kirleri temizlemektey­
di. Fudayl ona: "Oğlum!" dedi. "Senin, bu altını terazi­
de ağır gelmesin diye temizlemen iki kez hacdan ve
iki kez umreden daha sevaplıdır."
4- Malın satış fiyatında hiç hile yapılmamalıdır. Ve
beldenin fiyatı da gizli tutulmamalıdır. Tabiinden bi­
ri Basra'daydı. Kölesi, Horasan'ın Şuşter şehrinden
ona bir mektup yolladı. Mektupta: "Şekere bu yıl afet
geldi. Kıtlığa uğradı. Şeker pahalılaşacaktır. Halk
duymazdan önce şekeri çokça satın al" diye yazdı. O
tüccar da ziyadesiyle şeker satın aldı. Vakti gelince
sattı, 30.000 akçe kar etti. Biraz vakit geçince tüccar
kendi kendisine düşündü: "Ben müslümanlara zul­
meyledim" dedi. Şekere afet erdiğini sakladım, hiç
kimseye bir şey söylemedim. Bu nasıl reva olur? Böy­
lece o 30.000 akçeyi aldı. Şekeri kendisine satan kişi­
nin yanına geldi. Bu parayı al, senindir! dedi. Şekerini
aldığı kişi: Neden? diye sordu. O da hikayeyi, olup bi­
teni baştan sonuna kadar anlattı. Ona şekeri satan ki­
şi: Bu para benimse sana helal ettim! Senin olsun! de­
di. Akçe sahibi evine döndü. Akşam düşünceye daldı:
Belki o kişi benden utandığından ötürü bu parayı al­
mamıştır! Ben ona zulmettim! dedi. Ertesi gün parayı
yine geri götürdü. O kişiye çok ısrarda bulundu: Bu
parayı benden al! dedi. O kişi de bu ısrara dayanama­
dı, 30.000 akçenin hepsini aldı, kabul etti.
Ey aziz kişi! Sen bil ki bir kimsenin, malının nasıl
alındığını söylemesi, doğruyu bildirmesi gerektir.
Hiçbir hilede bulunmamalıdır. Eğer malı aldıktan
sonra kusuru, ayıbı ortaya çıkarsa müşteriye öylece

203
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

bildirmelidir. Eğer malı pahalı almış ve akrabası, hış­


mı olan kimselere bir yardımda bulunmak için aldı­
ğından daha ucuz fiyata satmış ise bunu olduğu gibi
bildirmelidir. Eğer aldığı mal ucuz olup sattığı za­
manda mal pahalılaşmışsa müşteriye de öylece an­
latmalıdır.
Bunu uzun uzadıya anlatma gerçekten sahifeler
alır. Pazar, çarşı ehli bu işlerde, bu gibi yollarda çok
hiyanette bulunurlar. Ama yaptıklarını hainlik bil­
mezler. Bunu da bilmenin yolu şudur ki, bir kimse,
kendisine yapılması istenilmeyen bir şeyi başkasına
yapmayı caiz görmemelidir. Bu manada bir ticareti,
her tüccarın kendisine ölçü yapması gerektir. Çünkü
bir malın almış fiyatını söylemekle müşteri de o malı
aldığı zaman ucuza almış olduğunu sanır. Çünkü bilir
ki, malı satan kimse çalışmış, çabalamış o malı ucuza
almıştır. Ama malın alınışında hile olduğunu sezen
kişi ona razı olmaz. Bu hile ile satmak hiyanet olur.

Lütuf ve ihsan Sahibi Olmak


Ey aziz, sen bil ki, Hak Teala adaleti emrettiği gibi
ihsan etmeyi de emir buyurmuştur. Kuı'an-ı Ke­
rim'de özellikle buyuruyor ki: ''Allah sana ihsan ettiği
gibi sen de ihsanda bulun." (Kasas: 77) Yine Allahu
Teala Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurur: "Muhakkak
ki, Al/ahu Teala adalet ve ihsan eyleyin, diye emir bu­
yurur." (Nahl: 90) Geçen üçüncü kısım, baştan başa ti­
caret yapan kimse zulümden çekinip sakınsın diye
adaleti açıklıyordu. Bu dördüncü kısımda ise ihsanda
bulunmayı açıklayacağız. Başka bir ayet-i kerime'de

204
TiCARET ADABI

de şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, ihsanda bulunanla­


ra, iyilik yapanlara Allah'm rahmeti yakındır." (Araf:
56) Bir kişi yalnız adalette bulunsa, ihsan, adalet üstü
iyilikte bulunmasa dinde yalnızca sermayesini kur­
tarmış olur. Amma kar etmek ihsandadır. Hiçbir akıl­
lı kimse hiçbir muamelede, hiçbir alışverişte bu ahi­
ret karını terk etmemelidir. İhsan, şu iyiliğe denir ki,
senin üzerine vacip değilken alışveriş yaptığın kişiye
o iyiliği göstermendir. İhsanın derecesi de altı şekil­
de olur.
Birinci Derecede İhsan: Çok kar almamaktır.
Müşteri, ihtiyacının çokluğundan fazla kar vermeye
razı olsa da bunu almak caiz değildir.
Seriyyü's-Sekati dükkanında alışveriş yapan yüce
bir kişiydi. Yalnız, yüzde beşin üstünde kar almazdı.
Bir gün altmış altınlık badem satın aldı. Badem fiyatı o
sırada birden yükseldi. Bir tellal, ondan satış yapmak
için badem istedi. O da: "Hepsini altmış üç altına sat!"
dedi. Tellal: "Onun değeri bugünkü günde doksan al­
tındır!" dedi. SeriyyG.'s Sekati: "Ben Allahu Teala ile an­
dımı karın onda birinin yarısından fazlasını bile sat­
mak üzere yapmamıştım. Bu andı bozmayı reva göre­
mem!" dedi. Tellal da: "Ben de senin malını eksiğine
satmağı reva görmem!" dedi. Ne tellal bademleri sattı,
ne de Seriyyü's-Sekati pahalı olarak satışa razı oldu.
İhsanın derecesi bu anlattığımız gibidir.
Emirül-Mü'minin Hazret-i Ali KG.fe şehrinin çarşı­
sında dolaşıp, müslümanlara: "Ey müslümanlar!"
derdi. "Az kazancı geri tepmeyin. Yoksa çok karda da
geri kalırsınız."

205
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Abdurrahman bin Avf a sordular: "O büyük malı­


nın çoğalmasının sebebi nedir?" "Az karla kanaat et­
tim. Çok yerine azı reva gördüm. Bir kimse benden
bir şey isteyince gizlemedim. Ve sermayesine sattım.
Bir günde bin deve sattığım oldu. Bin devenin diz ba­
ğından başka karım olmadı. Ama her dizbağı bir akçe
değerindeydi. Her deve yeminin de akçesi yanıma
kar kaldı. Böylece 2000 akçe kazancım oldu" dedi.
İkinci Derecede İhsan: Fakir, yoksul kişilerin mal­
larını çok değere alıp gönüllerini hoş etmektir. Yaşlı
kadınların elinden malı pahalıca almalıdır. Çocukların
sattığı yemişlerde de onlara yüksek ücret ödemelidir.
Bu türlü ihsan, sadaka vermekten daha faziletlidir.
Böyle yapanlara Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)'in şu
duası erişir: "Kolaylıkla satan ve alan kişiye Allah rah­
met eylesin." Lakin zengin olan kişiden kendinize ziyan
verecek şekilde mal satın almak ne sevaptır, ne de iyi­
liktir. Belki yok yere mal kaybetmektir. Aksine o tüc­
carla uzun boylu pazarlık yapmalı, malı ucuz almaya
bakmalıdır. Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz he ne za­
man bir şey satın alsalar, pazarlık ederlerdi. Ucuz al­
maya çalışırlar, pazarlıkta kavga bile ederlerdi. Bir kişi
onlara şöyle sordu: "Siz, bir günde halka şu kadar bin
akçe para sadaka edersiniz. Neden bu türlü pazarlık­
larda kavga gürültü edip boğuşuyorsunuz?" Onlar da:
"Biz o sadakayı veriyorsak, Allah yolunda veririz. O
verdiğimiz azdır bile. Ama alışverişte zarar etmek, akıl
noksanı, mal eksikliğidir."
Üçüncü Derecede İhsan: Müşteriden malın be­
delini almakta gösterilen ihsandır ki, bu da üç türlü­
dür:

206
TiCARET ADABI

1- Fiyattan ikramda bulunmak.


2- Müşteriden sağlam para değil, paranın eksiğini
ve kötüsünü almak.
3- Müşteriye mühlet vermek, peşin fiyatına vere­
siye satmaktır.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadiste şöyle bu­
yurmuştur: "Alışverişte aldanan kişi, ne mükafat, ne
de sevap kazanır." Bir rivayette de şöyle buyurulmuş­
tur: ''Al/ahu Teala alışverişte zorluk göstermeyenin
hesabını kolaylaştırır." Başka bir rivayete göre de:
"Gölgesinden başka bir gölge bulunmadığı gün, o kişi­
yi, yüce arşın gölgesinde gölgelendirir."
Fakirlere, yoksullara mühlet vermekten daha üs­
tün ihsan yoktur. Eğer fakir kişinin parası yoksa, ona
mühlet vermek vacip olur. Bu da anlattığımız adalet
ve ihsan cümesindendir. Ama fakirin malı bulunup
da nakit akçesi yoksa ve sermayesinden bir şeyi eksi­
ğe satmadıkça veya muhtaç olduğu bir şeyi elden çı­
karmadıkça ödeyemezse ona mühlet vermek ihsan­
dır. Ve bu büyük bir sadakadır.
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Bir kişiyi kıyamet gününde getirirler. O, din yolunda
kendi nefsine zulmetmiş olan bir kişidir. Ama defterin­
de işlenmiş hiç sevabı yoktur, Ona: "Sen ömründe hiç
hayır işledin mi?" diye sorarlar. O kişi de: "Hiçbir za­
man hayır işlemedim. Ancak ben, hizmetçime, 'Bir
kimsenin bana yereceği varsa ona mühlet verip mer­
hamet et' diye tenbihte bulunurdum." diye cevap verir.
O zaman Al/ahu Teala da ona: "Bugün sen de fakirsin!
Bana muhtaçsın! Biz de senin günahlarından

207
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

geçiyoruz!" diye buyurur. O kimseyi bağışlar." Yine


Resfı.llah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Bir kimse,
bir kişiye birkaç akçe borç verse ve ona bir vade tam­
sa, her gün için sadaka sevabı alır. O müddet tamam
olduktan sonra birkaç gün daha mühlet verse, her gün
için, borca verdiği maim tamamı kadar sadaka dağıt­
mış gibi olur."
Bu sebepledir ki, eski müslümanlar arasında kimi­
leri vardı ki, borçluların borçlarını ödemelerini iste­
mezlerdi. Ta ki, kendilerine her gün borç verdiği mal
kadar sadaka vermenin sevabının yazılmasını ister­
lerdi. Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) yine şöyle buyur­
muştur: "Cennetin kapısında gördüm ki şöyle yazılıydı.
"Sadakanın her akçesi için on, ama borç olarak verilen
her akçe için on sekiz sevap vardır." Bunun sebebi şu­
dur ki, borç, ihtiyaç ve darlık zamanında alınır. Ama
sadakanın, ihtiyacı olan kişinin eline düşmemesi ihti­
mali vardır.
Yine Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
"İster tamam olsun, ister noksan olsun, hakkını kötü
sözü dile getirmeden, önce helal ve şeriate göre al ki,
Al/ahu Teala seni en kolay biçimde hesaba çeksin."
Dördüncü Derecede İhsan: Borçlunun alacaklısı
istemeden borcunu ödemesi ve alacaklının borçluyu
sıkıştırmamasıdır. Ödemede acele edilmeli, sağ akçe­
den, iyi paradan eda edilmeli ve gidip: "Sağ ol, var ol"
diyerek alacaklının gönlünü hoş etmelidir. Kendisi­
ne: "Borcunu ver" demeye kimse gelmeden borçlu
borcunu ödemeye koşmalıdır. Rasfı.lullah Efendimiz
şöyle buyurmuştur: "Sizin en hayırlınız borcunu en

208
TiCARET ADABI

güzel biçimde ödemiş olanrdrr." Yine Resul (sallallahu


aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Borç alan ve bor­
cunu iyilikle ödemeye niyeti olan kimseye Hak Teala
nice melekleri vekil olarak gönderir. Melekler de borç­
luyu belalardan saklamak için kendine borcunu öde­
yinceye kadar duacı olurlar."
Fakat, bir kişi borcunu ödeyebileceği halde, ala­
caklının izni ve rızası olmadan borcunu bir saat geri
bıraksa o kişi zalim ve asilerden olur. O kişiye melek­
ler lanet ederler. Ama o saatte gerek uykuya varmış
olsun, gerekse orucunu tutmuş olsun, gerekse namaz
kılmakta olsun, o günah yine yazılmaktan uzak kal­
maz. Bu öyle bir günahtır ki, borçlunun kendisi uyku­
da bile olsa boynuna vebaldir, ondan ayrılmaz.
Borç ödeyebilmenin şartı nakit olmasıdır. Borçlu­
nun satacak bir şeyi varsa da satmazsa yine asi olur.
Eğer borcu çürük akçe ile ödemeye kalksa yahut kar­
şılık gösterdiği bir malda alacaklı gönülsüz olsa yine
asi olur. Ta ki, alacaklısının gönlünü hoş etmeyince
günahtan kurtulamaz. Hem de bu o türlü günahlar­
dandır ki, halk onu basit bir şey gibi görür. Oysa bü­
yük günahlardandır. Yalnız dikkat etmeli ki, borçlu
ve alacaklı arasında bir anlaşama- mazlık çıktığı va­
kit, ortaya aracılar çıkmalıdır. Bu gibi kişilere yara­
yan hareket, en fazla, borçlu arkadaşlarını korumak,
kayırmak olmalıdır. Neden bu böyle? Çünkü veren
kişi zengindir. Alan kişi bir ihtiyacını gidermek için
ondan borç para almıştır. Hatta almada ve satmada
da her demde müşteri korunmalı, kayırılmalıdır. Sa­
tan kazanç için satar. Alan ise ihtiyacı için alır. Ancak
borçlu hataya düşerse hemen uyandırılmalıdır.

209
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Beşinci Derecede İhsan: Bir kimse, bir kişi ile iş


muamelesi yaptıktan sonra iş yaptığı kişi pişmanlık
gösterirse o kişiyi reddedip geri çevirmemelidir. An­
cak eski pazarlığı bozmalı, onu geri çevirmelidir. Ni­
tekim Resfılullah Efendimiz şöyle buyurur: "Bir kim­
se, yaptığı pazarlığı pişman olup geri döndürürse ve
alacaklı da bu pazarlıktan dolayı hakkını yok hesabın­
da görse, Al/ahu Teô.lô. onun da günahlarını yarın ahi­
rette yok hesabına sayar."
Bu durumda alışverişi bozma vacip değildir. Ama
kabul eden için büyük sevabı vardır.
Altıncı Derecede İhsan: Malı fakirlere veresiye
vermektir. Eğer bu alacak az olursa ve alan fakirler
borçlarını ödeyemeyeceklerse bu türlü borçlar isten­
mez. Eğer fakirlik içinde göç ederlerse helal edilir.
Eski müslümanlar arasında kimi kişiler vardır ki,
bunların iki defteri vardır. Bir deftere belirsiz adlar
yazılırdı ki, bunlar baştan başa fakirlerin isimleriydi.
Onların adının belirsiz yazılması o tüccar kişi ölürse
hiçbir kimsenin onlardan o borcu almaya kalkmama­
sı içindi. Böyle iki defter tutmaya kalkan kişiler, iyi
kimse olarak tanınmazlardı. Böyle defterler tutma­
yan, fakirlerin, muhtaçların adlarını deftere yazma­
yan kişi daha üstün tutulurdu. Bunlara fakirler gelip
borçlarını getirirlerse alırlar, eğer getirmezlerse ge­
tirmelerini beklemezlerdi. Din ehli kişiler, alışverişte
böyleydiler.
Din ulularının derecesi, dine bağlılıkları, haram­
dan kaçmaları böylece dünya alışverişlerinde belli
olur.

210
TiCARET ADABI

Sözün kısası, bir kişi ki dinini korumak için tek ak­


çe bile olsa, şüpheli şeyi kabul etmezse din uluların­
dan olur. Bir dirhem şüpheli malı kabul eden kimse
de din büyüklerinden olamaz.

Dünya Alışverişinde Ahireti Unutmamak


Ey aziz, sen bil ki, bir kişiyi dünya alışverişi ahiret
ticaretinden el çektirirse, o kişi bahtsızdır. Bir kişi,
bir altın bardağı, bir saksı parçasına değişirse düşün­
meli ki, onun hali nice olur.
Böylece dünyanın benzeri bir toprak saksı gibi çir­
kindir. Ve çabuk kırılır, çabuk parçalanır, ahiretin
benzeri ise altın bardak gibidir.
Hem güzel, hem de ebedden ebede bakidir. Bu ba­
kiliğin sonu yoktur. Dünya alışverişinin ahiret azığı­
na faydası yoktur. Aksine, ticaretin cehenneme yol
almamasına çalışmalıdır. İnsanın sermayesi dini ve
ahiretidir. İnsanın kendisine de acımaması, şefkat
göstermemesi doğru olamaz.
Dünyada kişinin yaptığı yalnız dünya işi ve dünya
tarlasında kazandığı ekin olmamalıdır. İnsanın ken­
disine, kendi özüne yararı şu yedi şeyi ihtiyat etmek­
le olur. Çünkü ticaretle uğraşanların dinine acıması
alışverişte bu yedi ihtiyata uymakla mümkün olur.
Birinci İhtiyat: Her gün gönülde hayırlı niyetler
beslemektir. Mesela: 'Yarın pazara varıp kendim için
helal yiyecek satın alayım. Çoluk çocuğum için de
helal yiyecekten alayım. Yabancılardan, başka kişi­
lerden bir şey dilemeyeyim. Halktan ümidim ve ihti­
yacım tamamen kesilsin. Böylece şu kadar yiyecek

211
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

içecek alıp götüreyim ki, onunla Allahu Teala'nın iba­


detine baş koyayım ve ahiret yoluna varabileyim" de­
melidir.
Halka emr-i maruf işlemeye ve nehy-i münker iş­
lemeye niyet etmelidir. Bir kişi hıyanette bulunursa,
ona karşı koymalı, o hiyanete rıza göstermemelidir.
Halka karşı sabahtan akşama kadar şefkat, nasihat
ve güvenlik üzerinde olmaya niyet etmelidir. Bu zik­
rettiklerimiz ahiret temellerindendir ve ahiret ka­
zançlarıdır. Bu kazançlardan başka dünyadan bir
şey elde etmişse bu da fazladan bir fayda, açıktan
bir kar olur. Ama kar edemezse ahiretini kazanmış
demektir.
İkinci İhtiyat: İnsan bilmeli ki, tek başına bir
gün bile yaşayamaz. Diri kalamaz. En az .Ademoğul­
larmdan bin kişi ona hizmet etmektedirler. Mesela
aşçı, çiftçi, ekinci ve demirci gibi, dokumacı ve baş­
ka sanat ehlileri gibi kişilerin hepsi o kişinin işini,
hizmetini görmektedir. O kişinin bu türlü sanatçıla­
rın hepsine ihtiyacı vardır. Daima başkalarının onun
işinden olmaları reva değildir. Lakin onun da onlara
faydalı olmaya çalışması gerektir. Bütün alem, bu
dünyada, sefer halindedir. Bu yolculuk ahiretedir.
Yolcu olan kişilere de yaraşan birbirine yardım et­
meleridir.
Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle bu­
yurmuştur: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir." Her
kişinin kendisi pazara giderken şöyle niyetlenip:"­
Ben de bir işe el atayım ki, benden de müslümanlara
rahatlık erişsin" demelidir. Nitekim öteki

212
TiCARET ADABI

müslümanlar da benim işimi görüyorlar diye düşün­


melidir. Bu açıkladığımız sanatlar farz-ı kifayeden­
dir. Ama, her kişi bunları farz-ı ayn olan sanatlar gibi
işlemeğe niyet etmeli ve işe başlamalıdır. Bu işin
doğru olduğunun nişanı da öyle bir iş yapılmalıdır ki,
halkın o işe ihtiyacı bulunmalıdır. Şayet tutulan iş ol­
masa halkın işi aksamış olmalı, sıkıntıya varılmalıdır.
Kuyumculuk, ressamlık, kalaycılık, alçı heykeller gibi
işler yapmamalıdır. Bütün bunlar dünya süsü içindir.
Bu sanatlara ihtiyaç yoktur. Bunları yapmak şerhan
da helal değildir. Erkekler için ipek elbise dikmek, al­
tından sırmalı elbiseler düzmek, bunlar tamamiyle
mekruhtur. İlk İslamiyet günlerinde yaşayan ulu kişi­
ler, bu gibi sanatlardan başka, yemek satmayı, sarraf­
lığı, kasaplığı çirkin ve kötü görmüşlerdir. Çünkü sar­
raflıkta riba eserinden insanın kendisini sakınması
güçtür. Hacamat, sırttan kan almak işinde de insanı
yaralamak vardır. Bu iş insana faydalı olur ihtimali
ile yapılır, ama kimi zaman faydası olmaz.
Deri işi olan tabakçılıkta ve çöplükte giyilen elbi­
seleri temiz tutmak zordur. Hem de bu sıfatlar insana
zillet, aşağılık duygusu verir. Çalışmayı alçaltır. Canlı
hayvan alıp satmak da böyledir. Tellallık da çirkindir.
Çünkü tellal çok konuşmaktan, çok söz söylemekten
kaçınamaz.
Hadis-i şerifte Rasfılullah Efendimiz şöyle buyur­
muştur: "Ticaretin en hayırlısı kumaş satıcılığıdır. Sa­
natların da en güzeli terziliktir." Yine bir hadis-i şerif
şöyle buyurur: "Eğer cennette ticaret etmek olsaydı
bezcilik yapılırdı. Eğer cehennemde tüccarlık yapılsay­
dı, sarraflık yapılırdı."

213
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Eski müslümanlar şu dört sanatı hafif sanat olarak


kabul etmişlerdir: 1. Dokumacılık, 2. Pamukçuluk, 3.
Yün eğiricilik, 4. Çocukları okutmaktır.
Bu işlerden ilk üçü kadınlarla, diğeri çocuklarla il­
gilidir. Akıllı insanlarla muamelede bulunmak aklı
nasıl arttırırsa, aklı zayıf olan kişilerle iş yapmak da
aklı zayıflatır.
Üçüncü İhtiyat: Dünya pazarı, kişiyi ahiret paza­
rından alıkoymamalıdır. Ahiret pazarı mescitler, ca­
milerdir. Allahu Teala şöyle buyurur: "İnsanın arasın­
da öyle kişiler vardır ki, onları, ticaret kazançları, alış­
verişte bulunmaları, ne Allah'ı anmaktan, ne namaz
kılmaktan, ne de zekat vermekten geri bırakır." (Nur:
37) Hazret-i Ömer tüccarlara şöyle demiştir: "Ey tüc­
carlar! Günün başlangıcını ahiret için alıkoyun, gü­
nün kalan zamanını da dünya için ayırın!"
Eski müslümanların bir adeti de gerek sabahı, ge­
rek akşamı ahiret için saklamaktı. Mescitlerde Allah'ı
anmakla, virdler ve dualarla vakit geçirirlerdi. Veya
din bilgisi toplantılarına giderler, orada hazır bulu­
nurlardı. Sokaklarda sabah vakitlerinde çorba ve kel­
le satıcıları çocuklarla gayrimüslimler olurdu. Çünkü
çocuklarla zımmilerin çorba ve pişmiş kelle sattığı
zamanda müslüman halk mescitte bulunurdu. Bir ha­
dis-i şerifte Resul (sallallahualeyhi ve sellem) şöyle buyu­
rur: "Melekler, kulun amel defterini göğe ilettikleri za­
man bakarlar, eğer o kul günün başında ve sonunda
sevap işlemiş ise, ara yerdeki işlediği günahı Al/ahu
Teala bağışlar." Yine bir hadis-i şerifinde Peygamber
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Günün melekleriyle

214
TiCARET ADABI

gecenin melekleri, sabah tanyeri ağardıktan sonra,


ikindi namazına değin Hak dergahında buluşurlar. Al­
/ahu Teala: 'Bana ibadet eden kulumu ne hal üzere bı­
rakıp geldiniz?' diye sual buyurur. Günün melekleri: 'O
kulu namaz kılarken bırakıp geldik' derlerse Hak
Teala da: 'Siz şahit olun ki, ben o kulumu bağışladım'
diye buyurur."
Her mü'min kula gerektir ki, eğer gündüzleri ezan
seslerini işitirse, ibadeti hiç geri bırakmamalı, her ne
işte bulunursa bulunsun, o işi bırakıp mescide var­
malı. Bu gibi kimseler için Allahu Teala şöyle buyur­
muştur: "Onlar öyle kişilerdir ki, ticaret ve alışveriş
onları Allah'ı anmaktan, namazı gereği gibi kılmaktan
ve zekat vermekten alıkoyamaz." (Nur: 37)
Bu mübarek kelamın tefsirinde şöyle denilmiştir:
"Yani onların demircisi, çekicini havaya kaldırdığı za­
manda ezan sesini işitse çekicini örsteki demire vur­
maz, elinden bırakırdı. Yaşmakçı ezan okununca sap­
ladığı iğneyi geçirdiği yerden çıkarmaz, işini böylece
bırakır, namaza giderdi."
Dördüncü İhtiyat: Çarşıda, pazarda, işte, alışve­
rişte, Allah'ı anmaktan uzak bulunmamalı, elden
geldiği müddetçe her mü'min dilini, kalbini, gönlü­
nü Allahu Teala'ya bağlamalı. Yüce Yaratan'dan
uzak bulundurmamalıdır. Çünkü Yüce Allah'ın zikri­
ni bırakmakla bütün dünya ile karşılanamayacak
kadar sevaplar elden gider. Gaflet içinde olanların
Allahu Teala'yı zikretmeleri ise daha çok sevap artı­
rır. Nitekim Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle bu­
yurmuştur: "Allahu Tealayı unutmuş kimseler

215
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

arasrnda Yüce Yaratan'ı anan kimse, savaştan kaçan­


larrn arkasında vuruşan ve ölüler arasında diri gibi­
dir." Yani "Kurular arasında yaş ağaç gibidir." Yine
bir hadis-i şerifte şöyle zikrolunmuştur: "Allah'ı zik­
reden kişiler, gazadan kaçanların arasında gazada
çarpışan gaziler gibidir." Resulullah Efendimiz şöyle
buyurmuştur. "Bir kimse pazara gittiği zaman şu du­
ayı okursa, Al/ahu Teô.lô. ona bin kere bin sevap ya­
zar: Al/ahtan başka ilô.h yoktur O birdir. Ortağı, ben­
zeri de yoktur. Mülk Allah'ındır. Hamd O'na mahsus­
tur. Dirilten O'dur. Öldüren de O'dur Al/ahu Teô.lô.'nrn
kendisi diridir, ölmez. Hayır işi O'nun elindedir. O, her
şeyi yapmaya güçlüdür."
Cüneyd-i Bağdadi bir gün şöyle demiştir: Pazarda
çok kimse bulunur ki, eğer sofuların köşesini seçse,
onların yerine otursa buna daha çok hak kazanırlar.
O kadar kıymetlidirler: Ve Cüneyd-i Bağdadi sözünü
şöyle bitirmişti: "Ben, öyle kişiler bilirim ki, çarşıda
ticaret ve alışverişte meşgul olduğu halde günde üç
yüz rekat namaz kılar, otuz bin teşbih çe-kerler."
Şöyle rivayet edilmiştir ki, Cüneyd-i Bağdadi bu sö­
züyle kendisini bildirmek istemiştir. Sözün kısası, bir
kimse pazara, günlük yiyeceğini çıkarmak için gitse
dinde gönül rahatlığını kazanmak için gider. Ve işi
anlattığımız gibi olur. Allahu Teala'nın zikrinden
uzak kalmaz. Eğer bir kimse pazara dünya rızkını ar­
tırmak için giderse, o kişiden Allahu Teala'yı anmak
zikretmek gelmez. Hatta camide namaz kılarken bile
darmadağın olur. Aklı fikri dükkanın hesabı ile dolar,
boşalır. Resul aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Ne­
rede olursan ol, Allah'a karşı takva ve sakınma üzere

216
TiCARET ADABI

ol." İbadet için çarşı, mescit, ev, bunların hepsi birdir,


eşittir. Kurtuluş ancak takva iledir. Dine bağlı olanın
ibadet vazifesi hiçbir yerde sona ermez. Hayatta her
an nerede olursa olsunlar kendini bilenler takvadan
ayrılmazlar.
Beşinci İhtiyat: Çarşı ve pazarda, çok kazanca
fazla haris olmamaktır. Şöyle ki, pazara en önce gelip
en sonra çıkan kişi olmamalıdır. Uzak, korkulu, tehli­
keli yolculukları göze almak, ürküntülü yollara düş­
mek dünyaya karşı olan hırstan doğar. Muaz bin Ce­
bel şöyle demiştir: "İblis'in bir oğlu vardır ki, adı Ze­
lenbur'dur. Her pazarlığın içinde o, babası İblis'in ve­
kilidir.
Babası şeytan ona der ki: "Var, pazara git, ya Ze­
lenbur! Pazarcıların gönlüne yakanlığı sok. Hileyi, hı­
yaneti onların gönlüne sal. Pazar meydanına herkes­
ten önce gelip herkesten sonra çıkan kişiye yoldaş
ol!" Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş­
tur: "Bütün yerlerin en kötüsü pazar yerleridir. Pazar­
cıların da en kötüsü pazara ilk giren ve en son çıkan­
dır." Şu hale göre gerektir ki, ilim meclisinden, sabah
dualarından ve kuşluk namazından önce pazara gi­
dilmemelidir. Yine gerektir ki, o gün satıcının eline
yeteri kadar kazanç geçince pazardan ayrılmalı, mes­
cide varmalıdır. Ahirette geçecek ebedi ömrün azığı­
nı kazanmalıdır. Ahiret hayatı uzundur, sonsuzdur.
Ahiret ihtiyacı fazladır, çoktur. Elde onun azığı ise
çok azdır. Hammad bin Seleme ki, Ebu Hanife'nin ho­
casıydı. Başörtüleri satardı. Eline iki habbe kar girin­
ce sandığı toparlar, geri dönerdi. İbrahim bin Yesar
İbrahim bin Edhem'e dedi ki: "Balçık karma işine

217
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

gideceğim" İbrahim Edhem de: "Ey Yesar oğlu!" dedi.


"Sen kimi şeyleri aranıp duruyorsun. Ama eline geçip
sana erişmiyor. Seni isteyen seni mutlaka bulacaktır.
Sen hiç haris bir kişinin her şeyden mahrum kaldığı­
nı ve ihtiyar kişilerin zengin olduğunu görmedin
mi?" O zaman İbrahim bin Yesar: "Benim elimin al­
tında bir habbe akçem yok. Ama bir bakkalda emanet
dört akçem var" dedi. İbrahim Edhem de: "Sana ya­
zıklar olsun" diye cevap verdi. "Sen öyle bir müslü­
mansm ki, dört akçen var da hala dünya işi işlemek­
tesin." Eski müs- lümanlar arasında bir taife insan
vardı ki iki günden fazla pazara kazanç için gitmez­
lerdi. Bir başka grup ise her gün gider, öğleüstü geri
dönerlerdi. Bir başka bölük insan da vardı ki, ikindi
namazından geri dönerlerdi. Böylece bir günlük na­
fakasını kazanan geri döner mescide yönelirdi.
Altıncı İhtiyat: Şüpheli şeylerden sakınmalı, on­
dan uzak bulunmalıdır. Haram malın çevresinde do­
laşırsa fasıklardan ve asilerden olur. Şüphe edilen bir
şey için insan gönlü ile baş başa kalmalı, müftülerden
değil, gönlünden fetva ve karar istemeli. Eğer kişinin
kendisi basiret, görüş ehli ise müftülerden bir şey
sormaya hacet görmez. Gerçi, şimdiki vakitte basiret
ehli kişiler gayet azdır. Yani bir şey kalpte ikrahlık
meydana getirirse o mekruh şey alınmamalıdır. Za­
limlerle ve onlarla ilgisi olan kişilerle iş yapılmamalı­
dır. Hiçbir zalime veresiye mal satılmamalıdır. Çünkü
zalim kişi ölürse onda alacağı kaldığı için ölümüne
üzülür. Halbuki zalimin ölümüne üzülmek günahtır.
Zalim, zengin olup elde varlığı artınca bu haline se­
vinmemek de gerekir. Bir kimse malını zalimlere

218
TiCARET ADABI

satsa, bu sattığı malla zalimin zulmüne yardım ettiği­


ni bilse o gibi kişilerin zulmüne ortak olmuş olur. Me­
sela, İslam düşmanı alim ve zalimlere kağıt satan ki­
şiye Kıyamet gününde bu hareketinden dolayı hesap
sorulacaktır.
Sözün kısası herkesle alışveriş ve ticaret işleri
yapmamalı. Ticaret yapmak için doğru, dürüst ve iyi
ahlaklı insanlar aramalı. Hele zalimler ve fasıklarla
alışverişten daima kaçınmalıdır.
Nitekim Rasulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Fa.sık medhedilirse Al/ahu Teala gazaplanır." Yine bu
yolda başka bir hadiste Resul (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurur: "Fa.sık bir kişiye ikramda bulunan kim­
se, İslam'ın yıkılıp gitmesine yardımcı olur." Vaktiyle
bir kalenin surunu onaran bir kişi, bir zalim beye hiz­
met ettiğini düşünerek Süfyan-ı Sevri'ye gidip, bu yol­
da ona danıştı. O da: "Az bile olsa zalimlerin yardım­
cısı olma" diye cevap verdi. "Çünkü sen hizmetinin
karşılığını almak için bu zalime duada bulunacaksın.
Ona ömür dileyeceksin. Böylece de Allahu Teala'ya
asi olan için duada bulunacaksın." Oysa Resul (sallalla­
hu aleyhi ve sellem) "Zalime çok yaşaması, uzun ömürlü
olması için dua eden kişi Al/ahu Teala'ya asi olmuş
olur" diye buyurmuştur. Bir zaman var ki, pazar yeri­
ne gidenler: "Acaba kiminle alışveriş yapsam?" dese­
ler, onlara: "Her kiminle dilersen onunla yap. Çünkü
orada bütün pazar ehli ihtiyat ehlidir, haramı düşü­
nür kişilerdir" derlerdi. Ama daha sonraları öyle bir
zaman geldi ki, iyiler azaldı, sayılır hale geldi ve "Filan
falan kişilerden başkasiyle alışveriş yapma! Denildi.
Ama bu devirden sonra bir zaman gelecek ki ve

219
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

korkulan da şudur ki, hiçbir kişi ile doğruluk üzere


alışveriş yapmanın yolu kalmayacaktır. Eskiler sözle­
ri sanki bizim zamanımız için söylenmiş gibidir. Bu
devirde alışverişler böyle olmaktadır. Ticarette helal
ile haramı ayırt etmek ortadan kalkmıştır. Helali ha­
ramdan ayıramamalarının sebebi bilgilerinin eksik
olmasından ve dine bağlılıklarının eksikliğindendir.
Ve çünkü danışmanlarından şu sözleri işitmişlerdir:
"Dünyanın her tarafı bugün eşit olmuştur. Baştan ba­
şa her yer ve her mal haram olmuştur." Bu çok büyük
bir hata ve yanlış düşüncedir. Çünkü dünyada olan
mal bütün bütün haram değildir. Bunu, Allah nasip
ederse, bundan sonraki bahiste açıklayacağız.
Rasfılullah Efendimiz, şüpheli, yani helal mi ha­
ram mı belli olmayan şeylerden daima kaçınırdı. Bir
gün kendisine getirilen bir kap sütün nereden getiril­
diğini, hangi hayvanın sütü olduğunu sormuş, kendi­
sini şüpheden kurtarınca şöyle buyurmuştur; "Biz
nebiler topluluğu için Allah ne buyurdu ise mü'min­
ler için de onu emir buyurdu." "Ey iman edenler! Size
rızık kıldığım şeylerin helal ve temizlerinden yiyin ve
Allah 'a şükredin." (Bakara: ı 72)
Yedinci İhtiyat: Her alışveriş yapan kimse hesa­
bını doğru dürüst yapmalıdır. Bir kimseyle ticaret
yapmalı ki, o kişi hesabını doğru yapan, bilen kişi ol­
malıdır. Öyle ki, sözünde, işinde, almasında ve ver­
mesinde doğruluktan, ayrılmamalıdır. İyice bilinmeli
ki, Kıyamet gününde her kişi bunların her biri ile he­
saba çekilecektir. Ve: "Niçin insaf etmedin?" diye
azarlanacaktır. Ululardan bir kişi bir tüccarı rüyasın­
da görmüştü. Tüccara: "Allahu Teala sana ne yaptı?"

220
TiCARET ADABI

diye sordu. Tüccar da şu cevabı verdi: "Önüme elli


bin defter getirdiler. Ben: "Bütün bunlar günah def­
terleri mi, ya Rab?" diye sordum. Allahu Teala da: "El­
li bin kişi ile alışveriş yaptın. Her bir muamelenin bir
defteri vardır." diye buyurdu. Defterlere baktım. Her
defterin önünde sattığım eşya listesini başından so­
nuna kadar gözümle gördüm." Sözün kısası, alışveriş
yapan kimsenin, eğer hile ile halka ziyan ve zarar
verdiği ve hatta boynunda dört akçe bile kaldığı gö­
rülse cezasını çekecek, onu ödeyinceye kadar kendi­
sine hiçbir şeyin yardımı olmayacaktır. İşte, eski
müslümanlarm gününde ulu kişilerin siyreti ve şeri­
atın yolu böyledir ki, muamele babında anlatıldı. Bu
zamanda bu sünnet bir yana atılmış bırakılmıştır.
Alışveriş il-mi unutulmuştur. Bu sünnetlerden birini
yerine getiren kişi büyük sevaplar kazanır. Çünkü
Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına şöyle buyur­
muştur: "Bir zaman gelecek ki, bir kimse, sizin yaptığı­
nız ihtiyatlı hareketin onda birini yapsa o kişinin yap­
tığı amel ona yeterli olacaktır." Ashab-ı Kiram da:
"Neden ya Rasulullah?" diye sordular. Resul (sallallahu
aleyhi ve sellem): "Çünkü biz hayır işlemekte çok yardım­
cılara sahibiz. Hayır işleme size kolay gelir. Onlar ha­
yır işlerinde yardımcı bulamazlar, etrafları gafillerle
çevrilidir. Hayrın onda birini işleyenler öteki gafil kişi­
ler arasında yalnız ve garip olacaklar, ama saygılı ve
itibarlı kalacaklardır." diye buyurdu.
Bu hadisi söylememizin sebebi şudur: Ta ki, bir ki­
şi alışveriş yolunda söylenen şartları ve ihtiyatları
işitsin, hiçbir şeyden ümidini kesmesin diyedir. Çün­
kü bu zamanda bu şartları kim yerine getirebilir?

221
Adab-ı Muaşeret imam Gazali

Dememelidir. Zira bu zamanda uyulan şartlar da ye­


terlidir. Ama bir kişi ahiretin dünyadan daha iyi ol­
duğuna inanırsa, bu anlattığımız şartların hepsini ye­
rine getirebilir. Çünkü bu ihtiyatları yerine getirmek
nihayet fakirlikten başka bir şeye sebeb olmaz. Ebedi
saadeti elde etmeye vesile olacak geçici bir fakirliğe
ise Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse kolay­
lıkla katlanır. Nitekim görmez misin ki, basit bir dün­
ya menfaati, geçici bir mevki saltanatı için nice insan­
lar nice sıkıntılı yolculuklara, çetin ve tehlikeli müca­
delelere ve nice mahrumiyetlere katlanıyorlar. Hal­
buki bunlar, ölüm gelince bütün bu kazandıklarını
terkedip gidecekler, o çalışıp didinmelerin, o eziyet,
sıkıntı ve mahrumiyetlere katlanmaların hepsi boşa
gidecektir. Basit ve geçici dünya menfaatleri için bu
kadar eziyet, sıkıntı ve mahrumiyetler göze alınırsa,
ebedi saadeti elde etmek için geçici bir fakirliğe niçin
seve seve katlanılmasın?
Ebedi saadeti kazanmak için çalışanlara son sözü­
müz şu ölçüdür ki: Kendisine yapılmasını sevmediği
ve istemediği bir muameleyi, kendisi de başkalarına
yapmasın!

222
lf atıni sefer gönülle yolculuktur ki, yer ve gök
aleminde, .Allahtl Teala' -- acaip SLın'unda olur. Din yolunun
dµraklaı·ında ve konaklarında yolculul<ta bulunmaktır.
Mercile · , Allah ad�ınlarının yolculuğu, böyle bi.r batını
seferdir. Beden varlıklarıyla evlerinde oturmaktad_ırlar.
Fakat yedi kat gök., yedi l<a.t ·yerd. en da·h.a geniş olan
ceı1nette gönülleri dolaşır, cevelan eder. Ariflerin cenneti
o ınelek:üt alemidir l<i., ne yolu l(esilebilir, .ne sonsuzluğ a
vaı-ılabilir� Ne ziyareti yasaklanabiliı·.
- . - . - .

t �>
��-�ak SCtbhanehu ve Teala bu gönül yolculuğuna şıı
davette bulunur: ''0.11lar, yer ve göl< aleın.lerine ve Allahu
Teala' · y ttığı .şeylere nazar eylemedileı4 mi?" (Araf: 185)
. . .

illğer bir kişi bu. iç fileınin yolculuğundan acizse ve


011dan tızak l<almışsa., zahiı·ı: yolculu!< yapınalı, bedenini
bir ·yerden 'bir yere dolaş·tırınalı. ·Her yerden bir ·fayda,
ibret edinmeli ..Bu da kendi ayağı ile Kabe'ye giden, zahir
.Kabe'yi göı en ve tavaf eden kişiye benc zer.
--

ISBN 978-605-4810-77-2

9 786054 810772

You might also like