Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 229

ANAYASA HUKUKU

2019-2020
GÜZ DÖNEMİ

Hazırlayan: DiBA, 05312056795


Ders Hocası: Dr. Cengiz Arıkan
1
1.Hafta:
➢ Anayasa: Bir devletin kuruluşunu, organlarını (Yasama, Yürütme, Yargı), organların işleyişlerini ve
birbirleriyle olan ilişkilerini inceleyen, kişi hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, düzenleyen, üstün ve
bağlayıcı hukuk kurallarıdır.
Amaçları:
1. İktidarı kişi hak ve hürriyetleri lehine sınırlamak.
2. Devlet teşkilatını (yapısını) ve statüsünü ortaya koyar.

➢ Anayasa modern çağın ortaya koyduğu yeni bir kavramdır. Kanun ve kararnameler daha eski
kavramlardır. (Örn. Hammurabi Kanunları)
➢ İlk anayasa: 1878 Amerika Anayasası (Yazılı İlk Anayasa)
➢ Anayasa feodalite ve mutlak monarşiye tepki olarak oluşmuştur. Anayasa kavramı Fransız Devriminden
sonra netlik kazanmaya başlamıştır.

➢ Sınırlama örneği: Mutlak Monarşi -> Meşru Monarşi olabilir.


➢ Doğal Hak Teorisi: Her insan, insan olması sebebiyle doğuştan vazgeçilmez/devredilmez haklara sahiptir.
➢ Amaç iktidarı sınırlandırmaktır.

➢ Zamanla “Toplum Sözleşmesi Teorisi”ne dönüşmüştür.


1) Thomas Hobes: İktidarı güçlendirmeye çalışmış. (Devri Karmaşa Dönemi)
2) John Lock: İktidarı sınırlandırmaya çalışmış.
3) J. J. R. : İktidarı sınırlandırmaya çalışmış.

➢ Toplum Sözleşmesi: üretilmiş bir teoridir. Siyasi bir sistemin kurulabilmesi için en iyi yöntemdir.

➢ Devlet nasıl ortaya çıkmıştır? (Bazı kuramlar vardır)


1. İnsanlar devlet olmadan önce tabiat halinde (doğal ortamda) yaşıyor.
2. T. Hobes için bu kötü bir durum, karmaşadır.
3. J. J. R. İçin bu tam bir özgürlük ortamıdır. Karmaşa, özel mülkiyet geliştiği için olmuştur.
4. John Lock için bu tam bir özgürlük ortamıdır, karmaşa vs. yok, cezalandırma yetkisi sıkıntı çıkarıyor.

➢ John Lock: “Sen haklarını kraldan almadın, hakların doğuştan vardı, haklarından bazılarını
verdin/devrettin.
1. Kişiler haklarını kendileri sağlarsa ayarı kaçar, karmaşa olur.
2. Devlet lazım, devlete sadece cezalandırma yetkisi verilmeli.

➢ Kuvvetler Ayrılığı Kuramı/İlkesi: Yasama, Yürütme, Yargı (YYY)


1. Aristo
2. John Lock: Sivil Yönetim 2. Deneme (1690)
3. Montesque:
1) Fransızdır, kralcıdır, soyludur, barondur, eğitimlidir, felsefeci, hukukçu
2) Kanunların Ruhu (Eseridir, 1748, İngiliz Esas Teşkilatı)

2
3) YYY iktidarları tek elde toplanırsa orada hürriyet yoktur, istibdat vardır. Gücü bölelim ve
birbirlerini dengelesinler, yargı sürekli olmasın, anayasa iktidarla değişmesin, hakimlik meslek
olmasın.
a) Yürütme: Kral
b) Yasama: Parlamento (Lordlar vs.)
c) Yargı: İkisinden (yasama ve yürütmeden) bağımsız

➢ Disiplinleşme cehaleti getirir.


➢ Mali hukuk normalde Anayasa Hukukundan daha eski.
➢ Kuvvetler Ayrılığı ilk defa Amerika’da benimsenmiş ve kesin ve katı bir şekilde ayrılmışlardır. (Başkanlık
Sistemi)
➢ John Lock ve Montesque ortak olarak anayasa gerekliliğini desteklerler.
➢ Normlar Hiyerarşisi Kuramı (Hans Kelsan): Bir hukuk düzeninde kurallar, rastgele sıralanamaz, bir
hiyerarşisi vardır. En üst basamakta anayasa vardır. Her kural, bir üstteki kurala aykırı olmamalıdır.

2. Hafta
Genelde Normlar Hiyerarşisi:

➔ Anayasa (Üstün ve bağlayıcı hukuk kuralı)

➔ Kanunlar ve kanuna eşdeğer işlemler

➔ Tüzük

➔ Yönetmelik

Bizde Normlar Hiyerarşisi:

➔ Anayasa

➔ Temel hak ve hürriyetlere (THH) ilişkin


uluslararası andlaşmalar
➔ Kanunlar ve kanuna eşdeğer işlemler
(2017’den önce kanun hükmünde
kararname-KHK idi, artık
cumhurbaşkanlığı kararnamesi-CBK)
➔ Tüzük (2017’den itibaren, artık yok)

➔ Yönetmelik

➔ Adsız düzenleyici işlemler

3
➢ Olağan dönemler: Kanun > Kararname (Cumhurbaşkanlığı K.)
➢ Olağanüstü dönemler: Kanun > Kararname
➢ Çatışma Kuralları:
1. Basamakta üstün olan alttakini ilga eder.
2. Aynı düzeydelerse son çıkan öncekini ilga eder.
3. Bir denetim mekanizması olmazsa Anayasa havada kalır. Bu mekanizma anayasa yargısıdır. Anayasa
yargısı olmazsa anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı gerçekleşmez.

➢ Anayasa Terminolojisi: (Kelime olarak)


1. 1876: Kanun-i Esasi
2. 1921-24: Teşkilat-ı Esasiye, Hukuk-i Esasiye
3. 1945: Anayasa
4. 1952: Teşkilat-ı Esasiye
5. 1960: Anayasa

➢ Anayasaların Sınıflandırılması (Tasnifi):


1. İçerikleri Yönünden Anayasalar:

a) Maddi Anayasa:
1) İçerik önemli
2) Kurallar geniş bir şekilde konur (Geniş A.)
3) Parlamento üstün
4) Normlar Hiyerarşisi Örn. İsrail, Birleşik Krallık

b) Şekli Anayasa
1) Anayasa isimli resmi hukuki belge önemli
2) Şekil önemli
3) Yapan organ önemli
4) Ad önemli
5) Dar anlamda

2. Yazılı Olup Olmamalarına (Teamüli) Göre Anayasalar:

a) Yazılı anayasa:
1) Yazılı hukuk kuralları
2) İlk yazılı anayasa: ABD (Modern Anlamda)
3) Bizde: Kanun-i Esasi

b) Teamüli (Yazısız) Anayasa:


1) Yazısız hukuk kuralları
2) Bir kısmı veya tamamı yazısız
3) İngiltere

3. Değiştirme Usulüne Göre Anayasalar:


a) Sert (Katı) Anayasa:
1) Şekli anayasada katı A. Olmalı

4
2) Anayasa hükümleri normal Kanunlar da farklı şekilde ve daha zor usullerle veya daha zor
çoğunlukla değiştirilebilir.

b) Yumuşak Anayasa:
1) Anayasa hükümleri normal kanunlar gibi değiştirilebilir.
2) İngiltere, 1921 Teşkilat-ı Esasiye, 1848 İtalyan A.

4. Düzenleme alanına göre anayasalar:


a) Çerçeve Anayasa:
1) Temel ilkeler bulundurur
2) İdealdir
3) Madde saygı ve içeriği az
4) Genel ilkeleri çizer
5) Detayları kanun koyucuya bırakır
6) Hacimsizdir
7) ABD>7 madde (yanıltıcıdır, 7 madde= 7 bölüm)

b) Kazuistik Anayasa:
1) Mevcut halka güvensizlik göstergesidir
2) Hacimli, madde sayısı ve içerik fazla
3) Yasama organına duyulan güvensizlikten kaynaklı
4) 1982 Anayasamız, 1997 Polonya

➢ Bütçe kanun teklifi sadece cumhurbaşkanı tarafından sunulur.


➢ Anayasa değişikliği için TBMM üye tamsayısının üçte birinin imzası lazım. Kânun değişikliği için ise bir
milletvekilinin imzası yeter.
➢ Yasalaşma süreci: Kanun Teklifi -> Komisyon (Teklifi düzenler) -> Genel Kurul (Bütün Milletvekilleri, nihai
kararlar verilir)

➢ Anayasa değişikliği için en az 5'te üçlük oy gerekir meclisten geçerse cumhurbaşkanına gider.
1. Meclisin 3/5 ve 2/3'si arasında ise cumhurbaşkanı kanun teklifini ya halkoylamasına sunar ya da geri
gönderir. (kanun teklifini)
2. Meclisin üçte ikisi veya daha fazlası oy kullanırsa cumhurbaşkanının halk oylamasına sunması gerekli
değildir ama isterse sunabilir.

➢ Anayasayı katılaştıran usuller


1) Farklı usul
2) Kabul yeter sayısı normal kanunlardan fazlaysa. (Basit ve Nitelikli Çoğunluk)
3) Belirli dönemlerde veya durumlarda anayasa değişikliği yasaklanmışsa.
Örn: Fransa'nın toprak bütünlüğü tehlikedeyse Belçika'da taca mabet dönemi (kral 18'den küçükse)

5
4) Anayasada, anayasa kabulünden sonra belirli süre anayasa değiştirilemez gibi bir madde var.
Örn: Yunanistan> 5 yıl, Fransa> 4 yıl, Bizde 82’den sonra 5 yıl
5) Anayasa değişikliği için halk oylaması kesin gerekli ise
6) Değişiklik için ayrı bir meclis gerekiyorsa -> Örn: ABD
7) Anayasa değişikliği kabul edilince yeni meclis tarafından değişikliği öngörülüyorsa Örn: İzlanda, İsveç,
Finlandiya
8) Anayasada değiştirilemez hükümler varsa -> Örn: Türkiye, Fransa, Portekiz, İtalya (Cumhuriyet), Fas
(Monarşi)
9) Anayasa değişikliği kabul edildikten sonra tekrar meclis değişikliği gerekiyorsa -> Örn: Hollanda

5. Ontolojik Sınıflandırma:

a) Garantist (Güvence) Anayasa:


1) Temel hak ve hürriyetler güvencede
2) Yazılı, siyasal iktidarı sınırlar
3) Pratikte gerçekleştirir
Örn: Bizde 1961

b) Normatif Anayasalar:
1) İçerik Garantist A. İle aynı
2) Loeweenstein elbiseye benzetmiş “Normatif anayasalar kişiye özel dikilmiş kişinin üzerinde
duran bir takım elbise

c) Sahte Anayasa (Düzmece):


1) Temel hak ve hürriyetler güvende
2) Siyasal iktidarı sınırlar
3) Pratikte yok
Örn: Bizde 1876 güvence mekanizması yok, dönemi için ilerici anayasa

d) Nominal Anayasa:
1) Kağıt üzerinde her şey tam.
2) Temel hak ve hürriyetler güvende.
3) Siyasal iktidarı sınırlar.
4) Ülkenin bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar pratikte sağlamıyor, koşullar sağlarsa işe yarar.
5) Loeweenstein iyimser davranmış, "Elbise gardıropta, koşullar gerçekleşince giyilecek".

e) Sözde Anayasa:
1) Temel hak ve hürriyetler göz ardı edilmiş.
2) Siyasal iktidarı pekiştirmiş.
3) Sadece devletin oluşumuna ilişkin temel ilkeler.

f) Semantik Anayasa:
1) İçerik olarak sözde anayasa.
2) Loeweenstein: "Elbise yok, pelerin ya da şal var fakat gerçeği örtüyor".

➢ Anayasal Devlet: eğer bir devletin anayasası anayasacılığın gereklerine uygunsa yani siyasal iktidarı
sınırlayan ve kişilerin temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alan mekanizmalar ve hükümler içeriyorsa
bu devlet anayasaldır. (Garantist)

➢ Anayasalı Devlet: Anayasal olmayan fakat bir anayasaya sahip olan devletler. (Sözde, Sahte, Semantik)

6
3.Hafta:
➢ Kuruculuk Fonksiyonu:
➢ Kurucu İktidar: Anayasayı yapan ve/veya değiştiren iktidardır: Asli Kurucu İktidar ve Tali Kurucu İktidar
olarak ikiye ayrılır.

1. Asli Kurucu İktidar:


➢ Anayasayı sıfırdan yepyeni yapar ve bu yüzden hukuki sınır yok.
➢ Kurucu İktidar: Anayasa yapan iktidar.
➢ Kurulmuş İktidar: TBMM, Yasama Yürütme Yargı (YYY)

➢ Asli Kurucu İktidarın Ortaya Çıktığı Durumlar:


1) Hukuk Boşluğunda: Devrim, Darbe

a) Devrim: Halk işin içinde, daha köklü. Örn: Fransız ve Bolşevik Devrimi
b) Darbe: Genelde askerler yapar, sadece devlet organlarına yönelik, yöneticiler başta olmak üzere.
Örn: 60-82 Darbeleri

2) Savaş sonrası dönemlerde


Örn: Yeni kurulan devlet > Yugoslavya
Yıkım azaltmak için yeni anayasa> Almanya

3) Sömürgeler bağımsızlaşınca
4) Birden fazla devletin birleşmesiyle Örn: ABD, 13 koloni
5) Bir devletin bölünmesi Örn: SSCB
6) Mevcut Anayasanın Değiştirilmesi (Olağan Dönemlerdeki Kuruculuk F.)
Örn: 1924 Anayasamız, 2012 Macaristan Anayasası

➢ Asli kurucu iktidar dönem itibariyle güç kimde ise odur. Eğer demokratik bir değişim var ise güç
millettedir.
Örn: 1960>Milli Birlik Komitesi
1980>Milli Güvenlik Konseyi

➢ Asli Kurucu İktidarın 2 Önemli Özelliği:

1. Hukuk Dışılık
a) Asli Kuruculuk hukuk boşluğunda doğmuştur.
-Eğer demokratik bir değişim varsa istisnadır. > Hukuki etken değildir, iç-dış dinamitlere göre (siyasi-
sosyal) etkenler vardır. Örn: AB’ye katılmak için vs.
b) Önceki anayasayı anlamsızlaştırma.
c) Baştan/sıfırdan yapacağı için uyması gereken bir hukuki sınır ve hukuk kuralı yoktur.
d) Nasıl istiyorsa öyle yapma yetkisi vardır.

2. Sınırsızlık
a) Hukuki güç olarak sınırı yoktur.

7
➢ Anayasa Yapım Usulleri (Asli Kurucu İktidar):

1. Monokratik (Hiyerarşik/Otoriter):
a) Ferman Biçiminde
b) Misak Biçiminde (Anlaşma) (Pakt)

2. Demokratik A.K.İ.
a) Kurucu Meclis Usulü
b) Kurucu Referandum Usulü
c) Plebisiter A.Y.U.

1) Monokratik: Asli Kurucu İktidar


a) Ferman Biçiminde:
I. Monokratik asli kurucu, anayasayı tek başına kendi iradesine dayanarak yapar.
II. Monarkın kendi kendini sınırlaması için bir sebep vardır, zorlayıcı etken (siyasal güç) yoktur.
III. Fermanın hükümdar tarafından kaldırılmasına veya değiştirilmesinde teknik olarak ir engel yoktur.
IV. Mutlak Monarşiden Meşruti Monarşiye geçiş.
V. Anayasanın yürürlüğe giriş işlemi.
VI. Hükümdarın/Monarkın halkına bir lütfudur.
Örn: 1876 Anayasası, 1. Meşrutiyet, Etiyopya A., 1818 İtalyan A.

➢ Otolimitasyon: Kralın kendini sınırlaması

b) Misak (Pakt/Anlaşma) Biçiminde:


I. Kralın kendi kendini sınırlaması için siyasal güç (zorlayıcı etken) vardır. Yani kralın karşısında güç
odağı vardır ve bu ikisi orasında yapılan anlaşmaya/sözleşmeye “Misak” denir.
II. Kral yetkilerinin bir kısmından vazgeçer ve karşılığında güç odağı krala itaat eder.
Örn: 1909 Anayasa değişikliği, 1850 Prusya A. Sened-i İttifak (1808) (Anayasal belge niteliğinde)
III. Kral/Hükümdar istediği zaman Misaktan dönemez, çünkü bağlayıcıdır ve Misaktan ancak karşılıklı
anlaşma ile dönülebilir.

2) Demokratik: Asli Kurucu İktidar (buradan itibaren düzenle)

a) Kurucu Meclis Usulü):


I. Meclis anayasayı yapar ve direkt yürürlüğe girer.
II. Altında "Milli Egemenlik Düşüncesi" yatar.

➢ Temsili demokrasilerde, halk sadece anayasayı yapacak meclisi seçer ve anayasa yapıldıktan sonra halkın
oyuna başvurulmaz.
b) Kurucu Referandum Usulü:
I. Anayasa bir şekilde ele alınır ancak yürürlüğe girmesi için halkın onayı lazım.
II. Altında "Halk Egemenliği Düşüncesi" yatar.
III. Kurucu iktidar meclis ile halk arasında paylaşılmıştır ve meclisin sahip olduğu kurucu iktidarın asilliği
zayıflamaktadır.

8
● Millet: Soyuttur. Geçmiş ve gelecekte uzantısı vardır.
● Halk: Bir zaman dilimi içinde yaşayanlardan oluşur. Somuttur.

c) Plebisiter Anayasa Yapım Usulü:


I. Aslında demokratik yollarla yapılmayan bir anayasa, son celsede halka sunuluyor.
II. Oy kullanma sürecinde özgür bir ortam yok, anayasa metni tartışılmıyor.
III. Halk "Hayır" derse ne olacağı belli değil.
IV. Baskıcı bir ortam söz konusu.
V. "Hayır" denilirse ne olacağı belli olmadığından dolayı yüksek oranda "Evet" ile sonuçlanır.
Örn: ilk örneği 1799 Fransız A. (Napolyon), Bizde 1982 A.

2) Tali Kurucu İktidar:

➢ Mevcut anayasayı yine o anayasanın sınırları içerisinde değiştirmektir.


➢ Eğer anayasa değiştirilemez Bir hüküm içermiyorsa bu çerçevede yeniden anayasa yapılması anayasa
değişikliğidir.
İster 30 maddesi ister 1 virgülü değişsin yine de anayasa değişikliğidir.

➢ Anayasamızın 175. maddesi


➢ Hukukidir.
➢ Değişmez madde varsa asli kurucu iktidar tali kurucu iktidarı sınırlamış demektir.
➢ Sınırlı bir iktidardır. Biçimsel+maddi anlamda da olabilir.
➢ Tali kurucu iktidarın sahibi yaşama yetkisidir.
Kimi anayasalarda:

Yasama+Yürütme
Yasama+Yürütme+Halk Oylaması

4.Hafta:
➢ Tali Kurucu İktidarın Sınırları:

a) Maddi Sınırlar
➢ Değişmez maddeler
Türkiye ve Fransa > Cumhuriyet
Fas ve Kuveyt > Monarşi
Portekiz ve Türkiye > Üniter Yapı (Bölünmez)
Türkiye > Laiklik, Atatürk Milliyetçiliği
İran> Devletin Yönetimi/Dini İslam
ABD > Her bir federe devletin rızası olmaksızın eşit temsilini engelleyecek düzenleme yapılamaz.

b) Biçimsel Sınırlar
Zamansal sınırlar -> Örn: Portekiz ve Yunanistan 5'er anayasa değiştirilemez

Dönemsel sınırlar

9
5.Hafta:
➢ Anaysa Değişikliği Aşamaları (Safhaları)

1. Teklif Safhası:
➢ Teklif yetkisi anayasalarda genelde meclis üyelerine (Yasama Organı), bazen yürütme organına, bazen ise
2 organa birden verilebiliyor. Nadiren halk da dahil olabiliyor.
➢ Bizde meclis, Fransa > Yasama+Yürütme O., İspanya > Yasama+Parle.
➢ İsviçre ve Romanya için yüz bin ve beş yüz bin seçmene halk da dahil olabiliyor
➢ Teklif kabul sayısı değişikliği gösterir.
Örn: Türkiye -> Meclis üye tam sayısının 1/3
G. Kore -> Meclis üye tam sayısının 1/2
Fransa -> 1 vekil

2. Görüşme Safhası:
➢ Karar yetkisi anayasalarda genelde yasama organına, bazılarında yürütme organına, bazılarında ise özel
bir meclise verilmiştir.
➢ Anaysalarda karar aşamasına ilişkin farklı usuller öngörülebilmekte:
➢ 2 veya daha fazla görüşme (ivedilikle görüşme yasağı)
➢ Görüşme süreleri arasında özel süreler (Serinleme Süreleri)
Örn: Bizde 48 saat, İtalya'da 3 ay, Azerbaycan'da 6 ay
➢ Kabul için nitelikli çoğunluk (2/3, 3/4, 3/5)

1) Basit Çoğunluk: Görüşmeye katılanların yarıdan fazlası


2) Salt Çoğunluk: Meclis üye tamsayısının yarıdan fazlası
3) Nitelikli Çoğunluk: Meclis üye tam sayısının yarıdan fazlası ile başlayıp yükselen sayı (3/5 > 3/4)

Örn: İtalya -> Salt Çoğunluk + Halk Oylaması


İspanya, Türkiye -> 3/5
Almanya, İtalya -> 2/3 + Halk Oyalaması
➢ Hollanda'da değişiklik olursa meclis üyeleri yeniden seçiliyor.

3. Onay Safhası:
➢ Genelde devlet başkanı bazen ise devlet başkanı + halk oylaması (referandum) yetkili kılınmıştır.
➢ Portekiz'de yok.
➢ Onay yetkisi devlet başkanında ise devlet başkanı yasama organınca kabul edilen anayasa değişikliğini
aynı organa gönderebilir. (Anayasalara göre 3 ihtimali vardır) (3 yetkisi)

a) 1.İhtimal: Geciktirici Veto: Sadece süreci uzatıyor. Anayasa değişikliği yine aynı çoğunlukla kabul
edilirse devlet başkanı değişikliği onaylayıp yayımlamak zorundadır.
b) 2.İhtimal:Güçleştirici Veto: Parlamento değişikliği ilk kabul ettiği sayıdan daha fazla sayı ile kabul
etmeli i.
c) 3.İhtimal: Mutlak Veto Yetkisi: Anayasa değişikliğine ilişkin nihai sözü söyleme yetkisi devlet
başkanına aittir, istemezse değişiklik olmaz > Monarşik Devletler

10
Örn: Hollanda, Danimarka -> Parlementer Monarşi -> Kral Mutlak Veto kullanabilir ama semboliktir,
hiç kullanılmamıştır.
Güçleştirici Veto bizde 2017'den sonra Cumhurbaşkanına verildi.

➢ Onay yetkisi devlet başkanı + halk oylamasında (referandum) ise 2 ihtimal vardır.

a) 1.İhtimal: Mecburi Referandum: Anayasa değişikliğinin halka sunulması zorunludur.


Örn: İsviçre, Danimarka, İtalya (salt çoğunlukla kabul edilirse)

b) 2.İhtimal: İhtiyari Referandum: Devlet başkanı isterse halk oylamasına sunar, yetki ondadır. Bazen de
yasama meclisi üyesinin veya seçmenin isteği üzerine sunabilir.
Örn: Bizde 2/3 ve daha fazla oyla kabul edilirse, Avusturya >1/3, İspanya > 1/10
İtalya > 500.000 seçmen talep ederse

➢ Kanunların Yürürlüğe Girmesi

➢ Bir hukuk kuralının yürürlüğe girebilmesi için yayımlanması gerekir.


Resmi Gazetede yayımlanması zorunlu olanlar: Kanun.

➢ Yürürlükte uygulama farklıdır. Bazı kanunlar yürürlükte olduğu halde ihtiyaç olmadığı için uygulamıyor
olabilir.

➢ Yönetmeliklerin tamamı Resmi Gazetede yayımlanmak zorunda değil.


Bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerin:

a) İşbirliğine, yetki ve görev alanlarına ait hükümleri düzenleyen


b) Kamu personeline ait hükümleri kapsayan
c) Kamuyu ilgilendiren yönetmelikler Resmi Gazetede yayımlanır

Bunların dışındakiler yayımlanmayabilir.


Milli emniyet ve güvenlikle ilgili gizli yönetmelikler yayımlanmaz.

➢ Kanun hükmünde kanunun yürürlüğe girme tarihi yazmıyorsa Resmi Gazetede yayımlandıktan 45 gün
sonra yürürlüğe girer.

➢ Kanunların Yürürlükten Kaldırılması

➢ İlga: Kanunların; AYM tarafından iptal edilmesi, yasama organı tarafından yürürlükten kaldırılması.
➢ İlga Şekilleri:

a) Açık İlga: Yasama Organının yeni kanun çıkarıp yeni kanunda önceki (başka) kanunu belirterek önceki
kanunu (başka kanunu) kaldırması. (Tamamen İlga - Kısmi İlga > Kanunun tamamını- bir kısmını)

11
b) Zımni İlga: Yasama organının yeni çıkardığı kanun önceki (başka) kanunla çelişirse (çatışırsa) ve önceki
hükmün kalkıp kalkmadığı açıkça belirtilmemişse yeni kanun geçerlidir.
I. Eski tarihli düzenleme özel, yeni tarihli olan ise genelse eski tarihli kanun yürürlükte kalır.
II. Eski tarihli düzenleme genel, yeni tarihli olan ise özelse eski tarihli kanunun yeni

Özel hükümlerin genel hükümlere göre önceliğe sahip olması ilkesinden gelir.

➢ Zımni İlga halinde yeni kanunu AYM iptal ederse önceki kanunun yürürlükten kalkan kısmı tekrar
yürürlüğe girer. Açık ilgada ise bu olmaz çünkü eski kanun açık bir şekilde kaldırılmıştır.

➢ Hocanın deyimi ile "Otomatik İlga": Süreli çıkan kanunların sürelerinin dolması ile kendiliğinden
kalkmalarıdır.
Örn: Bütçe kanunu (yıllıktır, özel işlemsiz kalkar)
OHAL'de çıkan kararnameler (OHAL bitince kalkar)

Bazen de belirli bir şartın gerçekleşmesi durumunda kanunun yürürlükten kalkacağı belirtilir ve
şart gerçekleşince kanun yürürlükten kalkar.

➢ Normlar hiyerarşisinde üst norm, alt normu ilga eder.


➢ Kanunlar kararname çatışırsa kararname ilga olur.

➢ Anayasa Yapma ve Değiştirme Yöntemleri

1. Hiyerarşik Yöntem
Demokratik değildir.
Anayasa bir kişi veya kurul tarafından demokratik olmayan bir yöntemle yapılır ve bazen plebisitçi bir
referanduma gidilir.
Örn: Ferman tipi A. :61 82 Anayasalarımız, Afrika ülkeleri

2. Organik yöntem
Anayasanın mevcut anayasadaki kurallara uyularak yeniden yapılması ve değiştirilmesi.
Anayasası olmayan ülkelerde organik anayasa değişikliği adi çoğunlukla yapılır.

3. Sözleşme yöntemi
Demokratiktir.
Anayasa, toplumu temsil eder bir gücün katılma ve uzlaşma ilkelerine bağlı kalarak bir toplumsal
sözleşme yapılması ile oluşur.
Örn: Misak tipi anayasa
Taraflar ve katılımcılar eşit, bazen de anayasa değişikliği halkoyuna sunulabilir.
Örn: ABD, İsviçre

12
DEVLET KAVRAMI
➢ Devlet (Mülk): Belirli bir toprak parçası üzerinde olan belirli bir insan topluluğunun oluşturduğu soyut
varlık.

Soyut bir varlık ama meclis, bakanlar vb. somut izdüşümleri görünür.

Bizde şans, baht, talih anlamlarında kullanılmıştır. Latince kökeni "statüs", İngilizce karşılığı "state"dir.
Osmanlı'da "mülk" olarak kullanılmıştır.

Ülke, insan ve egemenlik olmak üzere 3 unsurdan oluşur devlet bu unsurlardan ayrı tüzel bir kişiliğe
sahiptir 3 unsur da birlikte olmalı eşittirler.
➢ 16. yy ’da:
İktidar kişisellikten kurtuluyor.
İktidar kurumsallaşmış kendini yönetenlerden ayrı bir tüzel kişiliği bürünmüş (iktidar geçici, devlet
baki) (sermaye, mal, insan topluluğu)
Böylelikle 16. yüzyılda modern anlamda devlet görülüyor. Öncesindekilere kurumsallaşmadıkları için
devlet demiyoruz. (İktidar=mülkiyet -> iktidarın sahibi devletin de sahip olduğu için).

Devletin Ortaya Çıkışına İlişkin Görüşler:


1. Aile teorisi:
➢ Ataerkil yapıya bağlanmış. Ataerkil toplum yapısının kurumsallaşması ile devlet oluşmuş.
➢ Aileler >sülaleler >kabile >devlet
Örn: (Osmanlı, Oğuz Boyları)
➢ Ancak günümüzdeki devlet anlayışını açıklayamaz.

2. Mücadele Teorisi: Kuvvet Teorisi


➢ Güçlülerin zayıfları ezmesi sonucu oluşmuş teşkilat.
➢ İnsanlar ihtiyaçlarını iki şekilde karşılar: 1.Çalışarak (emek ile) ve 2.Gasp ederek (siyasal yol). Gaspın aracı
da devlettir.
➢ Devlet çoğu zaman halkının refahını gözettiği için çok da doğru bir teori değildir.

3. Marksist (Ekonomik) Teori:


➢ Devleti ekonomik ilişkilere (çatışmalara) dayandırmış.
➢ Ekonomik değerler, elinde olanların (sömürülenlerin) aracıdır.
➢ Nihai amaç sınıfsız bir devlet yaratmak ve böylelikle devlete gerek duyulmaması, ortadan kalkması.
➢ Carl Marks’a göre dünyayı ekonomik çıkarlar yönetir. Devlet ise üstün sınıfın (üretim araçları elinde olan
sınıf) sömürülen sınıfa baskısını teşkilatlanmış halidir. Çözüm olarak C. Marks devletin ortadan kalkması
gerektiğini savunur.

13
4. Biyolojik Teori:
➢ Devlet organizmaya benzetilmiş, doğanın bir eseridir.
➢ Doğar-büyür- ölür. Beyin=hükümet, istihbarat=sinir sistemi, üretim=beslenme, yağ birikimi=sermaye…
➢ Devletin ortaya çıkışından ziyade işleyişine yönelik.
➢ Organizma ürer ve tamamen yok olur, devlet ise üremez ve insanı ile toprağı kalır.
5. Sosyal Sözleşme Teorisi:
➢ İnsan devleti bilerek ortaya çıkarmış. Devlet insan aklına dayanır.
➢ 3 önemli temsilcisi var:
1. Thomas Hobbes
2. John Locke > ortak noktaları: doğa durumu
3. J. J. Rousseau

➢ T. Hobbes> karmaşadan kurtulmak için insanlar haklarını Leviathan'a (Canavar, devlet) devretmişler.
Diğerlerinden farkı Leviathan'a sözleşmede bir taraf değil. Düzen için Leviathan'a uymak gerekir otoriter
ve özgürlük karşıtı bir görüş.

➢ John L. > Sözleşmede devlet de taraf. Her şey yolundayken, herkes kendi hakkını kendisi savunmasın,
karmaşa çıkmasın diye insanlar sadece suçluları cezalandırma haklarını devlete verdiler.

➢ J. J. Rousseau> Doğa durumu özgürdür bir süre sonra özel mülkiyet ortaya çıkınca kargaşa oluştu ve
önlemek için devleti ortaya çıkardılar.

Devleti Oluşturan Unsurlar:


Modern anlamda üç unsur bir araya gelerek devleti oluşturur: Ülke, insan topluluğu, egemenlik.

Devlet: belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, egemen insan topluluğudur.

1. Unsur: Ülke:
➢ Temel unsur topraktır. (coğrafi, sınırları belirli olan 3 boyutlu bir alan, toprak parçası. 3 unsurdan
oluşabilir.
A. Deniz Ülkesi: -Varsa 12 mile kadar karasular devletin (Bizde Ege’de 6 mil) - Kıta sahanlığı (200ml
kadar araştırma hakkı, Münhasır Ekonomik Bölge) tam hakimiyet alanı değil.
B. Hava Ülkesi: -Kara sularından+ kara ülkesinden atmosfer boyunca yükselir.
C. Kara Ülkesi: -Magmaya kadar tam egemenlik.
D. İç Sular:
2. Unsur: İnsan Topluluğu:
➢ Belirli bağlarla birbirine bağlanmış bir insan topluluğu
➢ Bu bağlar hakkında iki görüş var objektif millet anlayışı alman doktrini savunur

1) Objektif Millet Anlayışı:


➢ Alman Doktrini savunur.

14
➢ Milleti oluşturacak olan insan topluluğunda objektif olarak belirlenebilecek bağlar olmalı Örn: aynı
din, aynı dil, aynı ırk

2) Subjektif Millet Anlayışı:


➢ Fransız Doktrini savunur.
➢ Milleti oluşturan, insanları bir araya getirip birlikte tutan bağ ortak mazidir, manevi bağdır.
➢ Örn: Atatürk Milliyetçiliği

➢ Günümüzde “Vatandaşlık” kavramı: Devlet ile insanlık arasındaki hukuki bağdır. Vatandaş sadakat ile,
devlet de korumakla yükümlüdür. Vatandaş olma yolları:
a) Toprak Esası: ülke sınırları içinde doğmak (ABD)
b) Kan Esası: Devletin vatandaşı olan birinden doğmak (biz) -> a ve b: Doğal vatandaşlık kazanma
c) Sonradan Vatandaşlık: Evlenme, bir süre yaşamak vs.

3. Unsur: Egemenlik:
➢ Devlet kudreti, siyasal ve en üstün iktidar, en üstün buyurma gücü bir devletteki.
➢ Emredilmeden, zorlanmadan emret mi ve zorlama gücü Jan Bolem,
devlet iktidarını güçlendirmek adına
➢ Egemenlik tek, sürekli, bölünmez ve devredilemez niteliktedir.
➢ Egemenlik yetkisini devlet adına organ ve kişiler kullanabilir. Bu durum, egemenliğin bölünmezliği aykırı
değildir.
➢ Dışta 2 görünüme sahip:

1) Dış Egemenlik:
➢ Dış egemenlik bakımından (Uluslararası anlamda) her devlet hukuk alanında eşittir.
➢ Diğer devletlerin içişlerine karışmaması her devlet kendi iç hukukunu/işleyişini istediği gibi
düzenleme hakkına sahiptir.
➢ Bunlar teoriktir, pratikte tersi mevcuttur.

2) İç egemenlik
J. Bolem için egemenlik:
Asi bir iktidardır
Sınırsız bir iktidardır
En üstün iktidardır
Tek ve bölünmez iktidardır
Devredilemez iktidardır, teoriktirler.

Günümüzde: Egemenlik açısından


Bölünmezlik -> Kuvvetler ayrılığı iktidarı 3’e böldü.
Sınırsızlık -> Temel hak ve hürriyetler lehine sınırlı bir iktidar.
Devredilmezlik ->AB açısında aşınmış, devletler üstü bir araya bürünmüş.

15
A. Egemenliğin Kaynağı ve Kullanım Hakkında Teoriler:

1) Teokratik Teoriler:
➢ Egemenliğin kaynağı tanrıdır ve birileri tanrı adına bu yetkiyi kullanır.

a) Doğaüstü İlahi Hukuk Doktrini:


İktidar ve egemenliğin sahibi tanrıdır.
Tanrı aynı zamanda bu iktidara kimin kullanacağını belirler, bizzat.
Örn: Kralın sadece tanrıya hesap vermesi.

b) Providensiyal Doktrin:
İktidarın kaynağı tanrıdır ancak iktidarı kimin kullanacağını halk, doğal süreçler veya tanrının
görünmez eli belirler.
Örn: Akinalı Thomas, “Bütün iktidarlar tanrıdan insan eliyle gelir”.
Egemenliğe itaat konusunda bu iki görüp aynı sonuca varır.

2) Demokratik Teoriler:
➢ 18. yüzyıldan itibaren.
➢ Egemenliğin kaynağı millet veya halktır.
➢ Her zaman demokratik yönetimler ortaya çıkmadığından “ Beşeri Kaynaklı Teoriler” demek daha
doğru olur.

a) Milli Egemenlik:
➢ Millet halktan ziyade soyut bir kavramdır. Halkı da içine alarak geçmişe ve geleceğe yönelik uzantıları
vardır.
➢ Millet soyut olduğu için millete temsilciler lazım bu da temsili demokrasi doğurur.
➢ Seçilenler seçenleri veya bölgeyi değil milleti temsil ederler dolayısıyla seçmenler seçilenlerden hesap
soramaz.
➢ Seçmenler kendi iradelerini değil milletin iradesini ortaya koyarlar, bunun için seçmenler de kriter
(daha eğitimli vs.) aranabilir. Buna sınırlı oy denir.
➢ Oy vermek zorunlu görevdir, cezai yaptırımı olabilir.
➢ Seçilenlerin ücretlerini devlet verir.
➢ Milli Egemenlik Teorisi, Anayasa Yargısına, 2 meclisli yapıya ve Kuvvetler Ayrılığı ilkesine uygundur.
➢ Belirli bir çoğunluğun hâkimiyetini önlemek ve millet kavramını en iyi şekilde egemen kılmak için bu
tür uygulamalara gidilmiştir.

b) Halk Egemenliği:
➢ Halk: Belirli bir zamanda bir yerde yaşayan insan topluluğudur. Somut bir kavramdır.
➢ J.J.R.’ ya göre halkın egemen olduğu bir yerde, her kişinin kendi payına düşen egemenlik hakkı vardır
yani egemenlik bölünebilir. Ona göre egemenlik doğrudan doğruya kullanılmalı, her kanun
halkoyundan geçmeden yasalaşmamalıdır,
➢ Halk somut olduğu için kendi egemenliğini bizzat kullanabilir. Bu da Doğrudan ve Yarı Doğrudan
demokrasiyi doğurur.
Doğrudan Demokrasi: her bireyin egemenliği doğrudan kullanması, günümüzde imkânsızdır.
16
Yarı Doğrudan Demokrasi: Yarı Doğrudan D. araçları halk egemenliğine daha uygundur. Çünkü halk,
Yarı Doğrudan Demokraside egemenliğini referandum, temsilci azli, halk vetosu gibi uygulamalarla
doğrudan doğruya uygulayabilir. (Temsili Demokrasi Uygulaması gibi)
➢ Kuvvetler Ayrılığı ilkesi ile bağdaşmaz çünkü nihai karar halka bağlı olup tek egemenlik sahibi halktır.
➢ Anayasa yargısı ile de bağdaşmaz çünkü halkın kararı denetlenemez.
➢ Tek meclise daha uygundur.
➢ Halk Egemenliğinde seçmenlik görev değil bir haktır. Dolayısıyla zorunlu değil gönüllü seçmenlik
vardır. (Hak/oy ister kullanır ister kullanılmaz)
➢ Genel oy ilkesi (seçmende kriter aranmaz/sınırlanmaz) geçerli, kanun şartlarına uyan herkes oy
verebilir (reşit olma vb.)
➢ Emredici vekâlet geçerli:
Seçilenler seçenleri ve bir bölgeyi temsil ederler.
Seçmenler seçilenlere emir ve talimat verip gerektiğinde seçilenleri görevden alarak (azlederek)
yenilerini seçebilirler.
Seçilenlerin ücretlerini seçmenler verir.

Pratikte ise halk egemenliği ve milli egemenlik çok keskin sınırlarla ayrılmaktadır. Örn: 1982-
Türkiye anayasası…

6.HAFTA

Yapılarına Göre Devletler:


1) Basit devletler (Üniter) (Günümüzde olan)

2) Birleşik (Karma) Devletleri (Mürekkep) (Günümüzde olan)


1. Devlet Birlikleri
Şahsi Birlik
Hakiki Birlik

2. Devlet Toplulukları:
Federasyon (Günümüzde olan)
Konfederasyon

3) Bölgeli Devlet:
Biraz üniter biraz da federasyon
Bölgeli devletteki özel bölgeler devlet değildir.
Örn: İngiltere, İspanya

17
❖ Günümüzde olanları daha ayrıntılı göreceğiz. Kısaca Diğerleri:

1)Basit (Üniter) Devlet:


2)Birleşik (Karma, Mürekkep) Devletler:
➢ +2 devletin gevşek/sıkı bağlarla birleşmesi.

a)Devlet Birlikleri (Örnekleri tarihte var, aslında devlet değiller)

Şahsi Birlik: 2 ayrı devlet var ama bu 2 devleti bağlayan gevşek bir bağ, sadece yönetenin aynı kişi
olması ve genelde yöneten ölünce sona erer. Teşkilatlanma vs. 2 devlette farklı. Örn: Belçika- Kongo
(1885- 1908), İngiltere -Hannover (1714- )

Hakiki Birlik: 2 devlet savunma ve uluslararası ilişkiler konusunda birlikte hareket etmişler + Şahsi
Birlik. Fakat yine ayrı parlamento ve yürütme organları vardır. Örn: Avusturya-Macaristan (1867
1918), İsveç-Norveç (1905)

b)Devlet Toplulukları:

Federasyon: Devletin yetkileri ve organları bölünebilir. Tek taraflı bir beyanla bir devlet
federasyondan çıkamaz.

Konfederasyon: Federasyon ön ayağıdır: 2 veya daha fazla devletin uluslararası alanda kişiliklerini
muhafaza ederek, belli bir amaçla kurdukları devlet topluluklarıdır. Bu yüzden devlet olarak kabul
edilmezler. Kuruluşu uluslararası antlaşma sonucudur: Tek taraflı beyanla bir taraf çıkabilir.
Konfederasyon (Diyet) Meclisinde halklar temsil edilmiyor. Her devlet mutlak vetoya sahip. Tüzel
kişiliği yoktur. Diyet Meclisi'nin kararları devletlerin doğrudan uygulanmaz, uygulanması için devletler
tarafından onaylanması gerekir. Konfederasyon devletleri zorlayamaz. Örn: ABD'de anayasa yapılana
kadar 13 koloni, İsviçre 1848'e kadar, 1815-1860 Alman Prenslikleri

Konfederasyona benzer antlaşmalar: NATO> Diyet meclisi olmadığından konfederasyon değil.


AB>2004'ten sonra karar organları üye devletleri doğrudan etkilediği için konfederasyon ötesi bir
yapıya dönüştü.

Konfederasyon anayasadan değil de uluslararası antlaşmadan dolduğu için devlet değildir.

c)Bölgeli devlet: Biraz üniter; Biraz federasyon

18
Günümüzde Olan Yapılarına Göre Devletler
1) Üniter Devlet Yapısı:
➢ Devletin hem unsurlarında hem de organlarında tekçi yapıyı ifade eder. Tek insan topluluğu, tek
egemenlik, tek devlet organları (YYY), tek/bütün toprak.
➢ A7 7.madde. Yargı yetkisi tek elde (Bağımsız Mahkemelerde). Teşkilatlanma ayrı kollarda olabilir. Sonuçta
yetkiler aynı olup yasama yetkisinin kaynağı tektir. (TBMM)
➢ Toprak bütünlüğü/tektir. İl/ilçe olarak idari yapılanma biçimi ile bölünebilir. Merkez teşkilatı yapılan
hizmeti vs.’yi kolaylaştırmak için il ve ilçelere bölünmüştür. Tek tüzel kişiliktir (Merkez Teşkilatı)
➢ Bizde yetki genişliği sadece illere (Anayasa tarafından valilere) verilmiştir. Vali merkeze danışmadan
kamuya ilişkin bazı şeylere yönelik karar alma yetkisini kullanabilir. Siyasal karar alma yetkisi merkezde.
➢ Devletin temel alanlarından biri kamu hizmeti yürütmektir. (Bakanlıklar aracıyla) Üniter devlette hangi
alanda hizmet yapılacaksa merkezden kontrol edilir. (Bakanlıklar şeklinde teşkilatlanmıştır)
➢ Teşkilat yapısına teknik söz konusudur.
➢ Üniter yapı için yasama yetkisinin kaynağı tektir. Yasama yetkisinin kaynağı tek olacağı için meclis çift
katlı olabilir, etki paylaşılır. 2 mecliste aynı etkiyi kullanır.
➢ Siyasi özerklik varsa üniter yapıdan söz edilemez. Üniter yapıda idari özerklik vardır. (İl/ilçe)
➢ Çift meclisli yapı federal devlet için zorunluluktur. Üniter devlet için ise çift mecis olabilir/olmayabilir
(çeşitli nedenlere bağlıdır). Tarihi, tercihi ve siyasi nedenlerle olabilir. Örn: Bizde 1961
Britanya> Avam ve Lordlar kamarası
İngiltere > Bölgeli Devlet
Bir meclise kantonlar nüfusuna göre diğer mecliste ise eşit temsil edilirler.
➢ 61 Anayasası’nda iki meclisli yapının görülmesinin nedeni geçici bir meclise güvenilmemesinden
kaynaklıdır. (Millet meclisinin aşırılıklarını törpüleyecek 2. meclis >Cumhuriyet Senatosu)
➢ Yargı Birliğini Anglosakson ülkeleri uyguluyor. Burada yargı teşkilatı tek bir çizgi halinde (Tek tip
mahkeme) Örn: ABD, Birleşik Krallık
➢ Yargı Ayrılığında ise hukuk dalları ve mahkeme çeşitleri farklılaşıyor. Fransa’dan kara Avrupası’na oradan
da bize yayılmış.
➢ Yargı kolları ayrılsa bile yargı yetkisi tektir, uygulanan kanun ve kurallar tektir.
➢ Üniter devlette vatandaşların hukuki statüleri eşit olup ayrıştırılamazlar.
➢ Eğer bir il kendi kanununu vs.’ni çıkarıyorsa orada üniter yapılan bahsedilmez.
➢ Inter devlette il/ilçe, köy, belediye gibi (VGM, müdürlükler, üniversiteler) yerel yapılanmalar merkezi
idareyi (Kamu yönetimini) kolaylaştırmak içindir.
➢ Valilerin kararları siyasal değil idaridir.

2) Federal Devlet Yapısı:


➢ Devletin hem unsurlarını hem de organlarında çoklu yapı var.
➢ Federal devlet coğrafya olarak bölünmüştür ve bölünen her bölge federe devlettir.
➢ Üst yapı (Merkezi/Federal devlet) altyapı (Federe devletler)

19
1. Federal Devlet:

Uluslararası kişiliğe sahip, merkezi/tek devlettir. Bir merkezi devlet ile uluslararası kişiliğe sahip
olmayan, yetki alanlarının coğrafi olarak belirlenmiş olan devletlerin güvenceli bir yetki paylaşımı
yaparak anayasa çerçevesinde oluşturdukları devlettir.
Güvenceyi yazılı ve katı bir anayasa sağlar.
Kimi federal devletlerde bazı yetkiler federal anayasada yazar, yazmayanlar federe devletlere bırakılır.
Örn: ABD, Almanya
Bazen ise Federal anayasada federe devletlerin yetkileri belirtilir, kalanlar federal devletin yetkileridir.
Bazen de yarışan yetkiler sistemi olabilir. (Federal yapı üstündür)
2. Federe Devlet:

Ayrı ülkeleri, ayrı insan unsurları, ayrı sınırları, kendi yargı teşkilatları var.
Federe devletlerin:
Kendi egemenlikleri ve anayasaları var (Tam değil, federal anayasanın verdiği kadar)
Uluslararası kişilikleri yok. Dolayısıyla uluslararası antlaşma yapamazlar.
Her federe devlet eşit yetkilere sahip.
Her birinin kendi organları (YYY) var.
➢ Federe devletlerin hepsi katılmazsa anayasa değiştirilemez.
➢ Federal devletlerde yetki uyuşmazlıkları çözmek için mutlaka bir Federal devlet mahkemesi vardır.
➢ Federal devletin yürütme organına ilişkin kendine has bir özelliği yok. Federal devletlerde yürütme
sistemi üniter devletin yürütme sistemi ile aynıdır. Örn: ABD> Başkan=Yürütme, Almanya>
Yürütme=Başkan + Meclis/Bakanlar Kurulu
➢ Federal devletin yasama organı mutlaka 2 meclislidir. Meclisin birinde federe devletler nüfusları oranında
diğerinde ise eşit temsil edilirler. (Örn: ABD’de 2 kişi) Meclislerin yasama yetkileri aynı ve eşit olup biri
kabul ederse diğeri de kabul etmelidir.
20
➢ Federe devletlerin hukuku federal devletin hukukuyla çatışmamalıdır ve federe devlet federal devletin
hukukuna aykırı kanun yapamaz. Federal hukuk federe devletlerde doğrudan uygulanabilir. Federal
mahkemelerin içtihatları federe devletleri de bağlar.
Federal Hukuk> Federe devletlerin kendi hukukları
Federal Anayasa > Federe Anayasa
➢ Federe devletler federasyon içinde eşit yetkilere sahiptir ve birbirlerine karışamazlar.
➢ Yargıdaki Çokluk: Her federe devletin ve federal (merkezi) devletin ayrı ayrı hukuk düzenleri ve yargı
mekanizmaları vardır.
➢ Federal devlet nüfusu= Federe devletlerin nüfuslarının toplamı.
➢ Federal devletlerde genelde “Federal Devlet Vatandaşlığı” ve “Federe Devlet Vatandaşlığı” olmak üzere
iki tür vatandaşlık vardır. Örn: ABD’de ikisi de Almanya’da sadece biri var.
➢ Federal devletlerde devlet organları da çokludur.
➢ Federal devletlerde "Merkezi Devletin Egemenliği", "Federe Devletin Egemenliği" olmak üzere 2 tür
egemenlik var.
➢ Federasyon anayasa ile kurulur. Federasyonda federe devletler hukuki yollarla ayrılamazlar.
➢ Federasyondaki federe devletler yerel birimlerden (il-ilçe) farklıdır.

3. Federasyon:
a) Birleşme yolu ile (örneğin 13 koloni birleşerek ABD)
b) Üniter yapının ayrışması veya üniter yapıların birleşmesiyle (Örn: Belçika> Üniterden Federale

➢ Kooperatif Federalizm: Ülke tek ama insan unsuru bölünüyor. Hukuk da bölünüyor. Örn: Avusturya-
Macaristan

3) Bölgesel Devlet: Bölgeli Devlet


➢ Bölgesel yerine bölgeli demek daha doğru.
➢ İçinde kendisini otonomi tanınmış, kısmen yasama ve yürütme yetkisi verilmiş bölgeler olan devlet
yapısıdır.
➢ Üniter devletten daha yerelci, federal devletten daha merkeziyetçidir.
Örn: İtalya, İspanya, Portekiz> Federal-Üniter yapı arası.
➢ Üniter Devletten farkları:
Özerk bölgelere yasama yetkisi tanıması.
Özerk yönetimlerini yetkileri anayasa tarafından belirlenmiş, üniter devlet yapısında ise yerel
yönetimlerin etkileri kanunlarla düzenlenmiş.
➢ Federal Devletten farkları:
Özerk yönetimlerde yargı yetkisinin olmaması.
Bölgeli devletteki özerk yapıların kendilerine özgü anayasaları yok.
Bölgeli devletlerde özerk bölgelerin anayasa değişiminde sözleri (söz hakları) yoktur. Federe
devletlerse federal anayasanın değişimine doğrudan katılırlar.
➢ Bölgesel anlamda gruplaşmış, aidiyet hissetmeyen grupları tutmak için kullanılan bir yapıdır.

21
7.Hafta:

Şekilleri Bakımından Devletler:


1) Monarşi
a) Mutlak Monarşi
b) Meşruti Monarşi

2) Cumhuriyet

➢ Devlet başkanının yönetime geliş şekline göre:


Kişi veraset yolu ile devlet başkanı oluyorsa: Monarşi (meşruti, mutlak)
Kişi veraset dışı bir yol ile (doğrudan ya da dolaylı) devlet başkanı oluyorsa: Cumhuriyet
Kişi güç ile gelse bile cumhuriyet olur çünkü veraset veya hanedanlık yok.
1640 1650 İngiliz iç savaşı sonunda kral idam ediliyor ve İngilizler cumhuriyete

1)Monarşi:
➢ 16. yy-18.yy hep monarşi
➢ Monarşilerde veraset farklı usullerle olabilir:
Amca-yeğen
Kız-erkek
En büyük evlat>bize Ekber-Erşat
Sadece erkek

➢ Irsi Monarşi: Veraset usulü ile tahta geçirilir.

➢ Seçimli Monarşi: Hanedanda kral veya hükümran olacak kişi kalmamışsa, birden fazla veliaht aynı
düzeyde ise veya monarşiye yeni geçiliyorsa seçim yapılır. Seçilen ömür boyu hükmeder ve artık Irsi
monarşiye geçilir.
Örneğin İspanya> seçim olacaksa parlamento seçer
Osmanlıdan kopan balkanlar >Yunanistan

a) Mutlak Monarşi:
➢ Hükümran/Kral/Sultan
Yargıçları atayıp emir verebiliyor.
Kuralların hepsini koyuyor.
Egemenlik tek elinde.
Yetki sınırı yok.

b) Meşruti Monarşi: (Sınırlı)


➢ Kral/Hükümran

22
Temsilci ve gözeticidir.
İcrai yetki kullanmaz.
Tamamen semboliktir.
Saltanat sürer ama hükmetmez
Örneğin: Avrupa’nın geneli

❖ Despotik (Müstebit) Yönetimler (Monarşi) geleneklere vs.'ye bağlı olmayıp baskıcı değildirler.
Monarşi her zaman despotik yapıda olmayabilir.
Örneğin günümüzde: Brunei, Suudi Arabistan...
❖ Hanedanın/Kralın yıkama ya da yetkilerini devretmesi ile cumhuriyete geçişler söz konusu olur.
❖ Kuzey Kore monarşi değildir. Diktatör/Totaliter diktatörlük vardır. İktidarı veraset değil güç veriyor.
❖ Montesquieu: “Monarşi önceden konulmuş kurallar çerçevesinde”

2)Cumhuriyet:
➢ Doğrudan: Devlet başkanını doğrudan halk seçer.
Başkanlık sistemi: Devlet Başkanı Örn: ABD
Yarı Başkanlık Devlet Başkanı ile Bakanlar Kurulu Örn: Fransa
➢ Dolaylı:
Parlamenter Cumhuriyetlerde:
1. Seçim sadece yasama organına seçmek için yapılır.
2. Meclis (halkın seçtiği parlamento) devlet başkanını seçer.

➢ Dar Anlamda Cumhuriyet:


Kişi veraset dışı yolla devlet başkanı oluyorsa

➢ Geniş Anlamda Cumhuriyet:


Atıflarla cumhuriyet neredeyse demokrasi ile özdeşleşiyor.
Anayasada cumhuriyete değişmezliğin atfedilmesinden kaynaklı
Fransa’da ortaya çıkmış. Çünkü ihtilali ile birlikte elde edilen kazanımları atfediyorlar.
Bizde de anayasamızın 2. maddesine göre bir cumhuriyet söz konusu > Cumhuriyetin nitelikleri
değiştirilemez.
Pratikteki devletlere uymuyor Örn. İngiltere, ispanya
Örn: Bizde 61’de anayasa değişikliği ile kamulaştırma bedeli peşin ödenir hükmü taksitle
çevriliyor/değiştiriliyor. Anayasa Mahkemesi ise iptal ediyor. Gerekçesi ise Anayasa 1'e göre
cumhuriyetin nitelikleri> 2’ye göre bu nitelikler değiştirilemez> cumhuriyetimizin hukuk devleti>
Temel hak ve hürriyetleri korur> değiştirilmiş hali mülkiyet hakkını ihlal eder> Yani takside geçmek
cumhuriyetimize aykırı.
➢ Cumhuriyet illa demokrasi demek değildir. (Kuzey Kore, İran)
Bir cumhuriyet demokratik (biz) veya antidemokratik olabilir. (Çin)
Bir monarşi demokratik (İngiltere, Belçika) veya Anti-demokratik olabilir. (Suudi Arabistan)

23
➢ Cumhuriyetçi Felsefe:
Kişilere birey olarak değil vatandaş olarak yaklaşır. Cumhuriyetçi felsefeye göre vatandaş belirli bir
ahlak sahibi, siyasal konularda kendini yetiştiren, bireyden önce kamu iyiliğini gözeten, bazı ödevlerin
sorumlusudur.
Fransa ve Türkiye'de
Siyasal hayat ödevdir. Liberal demokrasi (bireyin nitelikleri önemli değil, siyasal hayat bireyin tercihi)
ile zıttır.
Kökeni Aristo’ya kadar gider. Aristo’ya göre üç ana yönetim ve bozuluşları vardır:
1. Krallık: Halkın iyiliği için tek kişi > Tiranlık> bozulursa istibdat çıkar.
2. Aristokrasi: Bir grup> Oligarşi
3. Halkın Yönetmesi: Cumhuriyet > Kamuyu/Kamusal çıkarı önemser, vatandaş erdemlidir. Bozulursa
demokrasi ortaya çıkar.> niteliksiz topluluğun yönetimi
➢ Cumhuriyetçi Felsefe kamuyu, ödev ve yükümlülükleri ve kamu çıkarını ön planda tutar.
➢ Liberal demokrasi ise bireyi, özgürlüğü ve kişi çıkardın ön planda tutar.
➢ Özgürlük/Hürriyet
Cumhuriyetçi F.> Tahakkümsüzlük: Birinin diğerini etki altına alamaması
Liberal D. >Müdahalesizlik: Kişinin özel alanında kimsenin dokunmaması

➢ Kişisel mülkiyet liberal demokrasi de korunurken Cumhuriyetçi felsefede ise devlet gerektiğinde kişisel
mülkiyete müdahale eder. Amaç hiç kimsenin kendini satacak kadar yoksul veya başkasını satın alacak
kadar zengin olmasını önlemek.
➢ Birbirleri ile çatışıyor gibi olsalar da birbirlerini tamamlıyorlar.

➢ Hükümet Sistemleri:
Yargı niteliği gereği tarafsız ve bağımsız olmalı.
Girizgahı aslında kuvvetler ayrılığı

HÜKÜMET SİSTEMLERİ
1) Kuvvetlerin Birliğine Dayalı H. S.
A. Kuvvetler Yürütmede Birleşmişse
a) Mutlak Monarşi
b) Diktatörlük - Totaliter-Otoriter
B. Kuvvetler Yasamada Birleşmişse
c) Meclis hükümeti sistemi

2) Kuvvetlerin Ayrılığına Dayalı H. S.


A. Kuvvetlerin Yumuşak Ayrılığı
a) Parlamenter Sistem ve Türevleri
B. Kuvvetlerin Sert Ayrılığı
b) Başkanlık Sistemi

24
➢ Genel bir şablondur bu (Ortak özellikleri ve temel ilkeleri). Yoksa parlamenter veya başkanlık sisteminin
25 farklı uygulaması olabilir.
➢ Aslında her anayasa kendisine özgü hükümet sistemini kurmuştur. Çünkü toplumların yapıları farklıdır,
hepsi aynı olamaz.

Yarı-başkanlık Örn: Fransa

)> gibi ayrımlar anayasalara göre değişir.

Süper başkanlık Örn: ABD

➢ Kuvvetler ayrılığının temel sebebi iktidarı denetleyip kişi hak ve hürriyetleri lehine sınırlandırmak, bu
organların birbirlerini denetlemeleri sağlayıp tek elle toplanmalarına önleyerek diktatörlüğü
engellemektir.

J. Locke ‘un en önemli ve ilk savunucusu olup daha sonra Montesquieu gelir. Montesquieu’ye göre:
• Yasama iki meclisli olmalı soylular ve halk
• Hakim hukuk yaratmamalı
• Yargı sürekli çalışmamalı sınıfsal yapıyor reddetmez seçkindir
• Kralcıdır (yürütme açısından)
• Meclisler birbirlerini denetlemeliler.
• Yargıda içtihat ve yoruma başvurulmalı.
• Yargıç sadece kanunları ifade eden bir ağızdır.

Kuvvetlerin Birliğine Dayalı Hükümet Sistemleri:


➢ Yasama ve yürütmenin, yürütmede birleşmesi( bazen yargı da dahil)
Ya tüm güçlerin ya da tüm federasyonların bir kişinin veya bir grubun elinde birleşmesi.

a) Mutlak monarşi:
➢ Yasama, yürütme ve hatta yargının kralda/hanedanda toplanması.
➢ Kuralları (kanunları) kral koyar, yargıçları kral atar.
➢ Yasama yetkisi kraldadır, güçler birliği
➢ Kral isterse kanun ister, adalet kraldan gelir.
➢ Kral hepsini kendisi yapamaz ama direktifidir.
➢ İktidarı sürdürmek için verasete (hanedana) dayanmalı
➢ Meşruti Monarşi> Parlamenter Sistem > Güçler Ayrılığı

b) Diktatörlük:
➢ YYY tek bir kişi veya bir grubun elinde.
➢ İktidarı elde tutmak güç ile alakalı.
➢ Ya seçimle gelip güç kullanırlar (Mussolini, Hitler) ya da güç ile gelip güç kullanırlar.
➢ 2 çeşidi vardır: Totaliter ve Otoriter

25
1) Totaliter (Bütüncül) Diktatörlük
➢ Bütüncül yaklaşım
➢ Devlet içerisinde çoğulculuğa ve farklılığa yer vermez, iktidar bölünmez tek eldedir. Yani devlet
içerisinde diktatörün kendisi veya grubu dışında kimse görülmez Örn: Siyasi Partiler.
➢ Kütlesel bir tek parti vardır ancak tek parti her zaman totaliter diktatörlük demek değildir. Örn:
Nasyonel S. P.
➢ Komünizm, Faşizm, Marksizm gibi resmi bir ideoloji söz konusu olup devlete ve bireylere hakim kılma
amaçtır.
➢ İdeolojiyi benimsetmek için zor kullanma ve şiddete başvurulur şiddet (devlet terörü). Muhalifler
kabul edilmez. Örn: Kuzey Kore en yakın örnek.
➢ Yargı bağımsız bir organ değildir. Resmi ideolojiyi yaymak için kullanılır
➢ Ekonomi merkezden planlanır
➢ Gelişmiş bir asker polis ve istihbarat ağı vardır.
➢ Temel hak ve hürriyetler resmi ideolojiyi yayma amaçlıdır, korunmazlar.
➢ Kamusal özel alan ayrımı yok.
➢ Kişinin kendi özel hayatı önemsenmez, müdahale edilebilir.
➢ Tek tip bir insan yaratma amaçlıdır.

2) Otoriter Diktatörlük
➢ Totaliter diktatörlüğe göre biraz daha hafiftir ideolojiden değil ama bir zihniyetten bahsedilir.
➢ Zorlama ve şiddet baskı düzeyindedir
➢ Daha ziyade yönetim işi ile ilgilenir
➢ Özel hayata vs’ ye o kadar girilmez.
➢ Örn: Esad Dönemi: Suriye
Saddam Dönemi: Libya
Kaddafi Dönemi: Irak

➢ Kendilerini demokratik göstermek için bizzat göstermelik/ uydu partiler kurulabilir. Muhalefet cılız
olup tehlike boyutuna ulaşmadı sürece muhalefete göz yumulur.
➢ Muhalefet iktidara oynamazlar.
➢ Seçim ve halk oylaması olur ama farklı sonuçlar çıkmaz.
➢ Yelpazesi çok geniştir: Diktatörlüğe kayanı da aslen demokratik olan da kapsayabilir.
➢ Sınırlı bir

❖ Marksist İdeoloji: İnsanlar önce doğanın kölesiydiler, sonra uyum sağladılar, sonra özel mülkiyet doğdu,
toplumsal sınıflar oluştu ve birbirlerinin kölesi oldular…> son amaç insanları eşitlemek ama ulaşılamadı

❖ İdeolojilere göre:
Birey değil devlet önemli.
Esas olan hat değil ödevler.
Egemenlik lider ait.
Seçim aldatmacadır.

26
➢ Yasama ve yürütmenin, Yasamada Birleşmesi
c)Meclis Hükümeti Sistemi:

8.Hafta:

c) Meclis Hükümeti Sistemi:


➢ Diktatörlüğe dönüşebilir, demokratik olmak zorunda değil.
➢ Günümüzde saf bir meclis hükümeti sistemi yok, İsviçre’nin yakın olduğunu söyleyebiliriz.
➢ YYY tek bir mecliste. Nedeni ise: Milli egemenlik ve egemenliğin tekliği ve bölünmezliği için tek organ
olmalı.
➢ Meclis sürekli (İstimrarda) çalışır, sürekli toplantı halindedir. Sebebi ise Meclisin egemenliği kullanan tek
organ olmasıdır.
➢ Yasama meclisi tektir.
➢ Meclis kendi çalışma gündemine sahiptir.
➢ Meclis sürekli çalıştığı için toplanma ve meclisi çağırma yok.
➢ Meclis ancak kendi kendini feshedebilir (Seçimlerin Yenilenmesi ile)> Parlamenter Sistemde ise devlet
başkanı da feshedebilir meclisi.
➢ Devlet başkanlığı makamı yok.
➢ Meclis yürütme yetkisini kendi içinden seçeceği bir heyete (Vekiller Heyeti) bırakır. Bu heyetin hukuki
varlığı, kendine özgü kararı ve kendine özgü politikası yoktur. Meclis istediği zaman yenisini seçebilir.
Meclis kararlarını uygularlar böyle olduğu için başkan da yok.
➢ Heyetteki her bir kişi kendi alanında meclise karşı sorumludur ve bu sorumluluk mutlaktır.
➢ Heyetin (Vekiller Heyeti) meclise karşı silahı yok.
➢ Meclis zeytin yerine geçebilir, istediği zaman heyete emir verebilir.
➢ Yetkinin asıl sahibi meclistir. Her zaman bu yetkiyi kullanabilir. Heyet pratik bir zorunluluktur.
➢ Yargı teorik olarak mecliste, uygulamada ise mahkemede ama meclis dilerse kendi içinden mahkemeler
kurabilir.
Örn: Fransa
Bizde Teşkilat-ı Esasiye, İstiklal mahkemeleri, Yassada mahkemesi > Adnan M.

➢ Olağanüstü mahkemeler geçici, davaya özel vs. olduğu için hukuki devleti uygun değildirler. Hukuki
güvenlikleri yok.
Biri bir suç işlerse karşılaşacağı muameleyi, alacağı cezayı, hangi mahkemede yargılanacağını, nerede
yargılanacaksınız ve yargılama usullerini bilmeli.> Bunlar hukuki güvenliği sağlar. Örn: Fransa 179- 95
Fransa Konvansiyon Meclisi (ulusal). Buhranlı dönemde-ulus egemenliği ilkesi, bütün yetkiler
konvansiyon meclisinde

Örn: Bizde ise 1920'de TBMM’nin açılışından itibaren.


1921 Anayasası> Madde; 2,3,8
Kriz ve Buhranlı Dönemi
27
➢ Marksist Düşünce kuvvetler ayrılığına karşıdır, bu sisteme sahip çıkılmış ama pratikte diktatörlük.

➢ İsviçre Federal Yasama Meclisi:

2 meclisli yasama organı


)>Sistemden sapma
Meclis tek tek heyeti seçse de yetkiyi geri alamıyor.

9.Hafta:

Kuvvetlerin Ayrılığına Dayalı Hükümet Sistemleri:


a) Yumuşak ayrılık
1) Parlamenter sistem

b) Sert ayrılık
2) Başkanlık sistemi
Yasama ve yürütmenin etkileşimi asgari seviyede

❖ Yargı hep bağımsız oran olarak düşünülür.


❖ Yasama ve yürütmenin arasındaki etkileşime göre düzenlenir.

a) Kuvvetlerin Yumuşak Ayrılığı

1) Parlamenter Sistem:
➢ Yasama ve yürütmenin etkileşiminde ayrılıktan değil de birleşim, etkileşim, işbirliği ve hatta bir
birliktelikten bahsedebiliriz. (Fonksiyonel Birliktelik)
➢ Yürütme yasamadan doğar. Yürütme oluşması:
Tek Parti Hükümeti: Mecliste yeterli çoğunluğu sağlayan partinin hükümeti tek başına kurması.
(İktidar Partisi)
Koalisyon Hükümeti: Mecliste yeterli çoğunluğu sağlamayan iktidar partisinin başka bir parti ile
anlaşıp koalisyon oluşturarak hükümeti kurması.
Azınlık Hükümeti: mecliste yeterli siyasal çoğunluğu sağlayamamış olan iktidar partisinin hükümeti
kurması.
➢ Fonksiyonel birliktelikte tek parti iktidarı varsa yasama ve yürütme ayniyet içerisindedir diyebiliriz.
➢ Yürütme yasamaya dayanır.
➢ Parlamenter sistemin 2’li bir yürütme (Düalist Yürütme) var.
➢ Düalist Yürütme: (İki başlı yürütme-İkili yapı)

28
Yürütmenin bir başını devlet başkanı diğerini bakanlar kurulu oluşturur.

❖ DUALİST YÜRÜTME
1) Devlet başkanı
a) Monarşi (Parlamenter, Meşruti)
Taç
b) Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı
• Devlet Başkanı sorumsuzdur (karşı imza kuralı)

2) Kabine, Hükümet, Bakanlar Kurulu


Sorumludurlar

❖ Karşı İmza Kuralı: Cumhurbaşkanının tüm işlemlerine, ilgi ilgili bakan ve başbakanın imza atmasının
zorunlu olması.

❖ Sorumluluk-suzluk:
1) Siyasi anlamda: Görevine son vermek (kralı kimse azledemez)
2) Cezai anlamda: Ceza kanunlarının ihlali dolayısıyla çıkan sorumluluk.
3) Hukuki anlamda: Parasal /Tazminat sorumluluğu

➢ Parlamenter monarşilerde devlet başkanının sorumsuzluğu tamdır. (Sorumsuzdur) Kral/Kraliçe kutsaldır.


Görevinden alınamaz, suçun muhatabı olamaz, tazminat ödemez.
➢ Parlamenter sistemi benimsemiş cumhuriyette devlet başkanı (meclis seçer) mutlak sorumsuz değildir.
1) Siyasi anlamda cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Görevini yapmasa da süresi dolmadan görevinden
uzaklaştırılamaz. (İstisna iyileşemeyecek bir hastalığa yakalanması, akıl sağlığına yakalanması,
istifa etmesi)

2) Cezai anlamda cumhurbaşkanının:


Görevinden doğan suçlar: Cumhurbaşkanı kural olarak görevinden doğan suçlardan
sorumsuzdur. (İstisna: Vatana İhanet-Yüksek İhanet)
Şahsından Doğan Suçlar: Cumhurbaşkanı şahsından doğan suçlardan tam sorumludur. (Herkesin
yapabileceği fiiller) Ancak vatandaşlardan farklı bir usulle yargılanır. (Ayrı bir prosedür ile)
3) Hukuki anlamda cumhurbaşkanı:
Görevi dolayısıyla suçsuz/tazminat yükü yok/sorumsuz
Şahsı dolayısıyla suçlu/tazminat yükü var/sorumlu (tam ve ayrı usul yok)

❖ Özgü (Mahsus) suç: Belirli bir niteliğe sahip olunarak işlenen suç. Örn: Kamu görevlisi > rüşvet, zimmet
suçu
2017 değişikliği ile bizde cumhurbaşkanının cezai sorumluluk ayrımları kalktı, cumhurbaşkanı
hepsinden sorumludur sadece yargılama usulü farklı.

29
Vatana ihanet ya da yüksek ihanet suçunu ne olduğu belirsiz. Genelde anayasalarda tanımı
yapılmamış, ceza kanununda da tanımı yapılamamış, bir açıklık yok. Anayasalarda tanımı değil usulü
düzenlenmiş.
Ceza Kanununda suç düzenlenmiş olmalı. Eğer ceza kanunu vatana ihanet yoksa bu suçu meclis
belirleyecek, herhangi bir suçu vatana ihanet olarak gösterecek. Örn: Bunu/şunu yaptı…
Bizde yeni sistemde (2017 değişikliği) cumhurbaşkanının suç işlediği iddiası (bakanların da sadece
görevleri ile ilgili suçları) meclis soruşturmasında tabi. Meclis savcı gibi hareket eder çoğunlukları
aynı: Teklif> 1/3 çoğunluk, soruşturma açılması> salt çoğunluk, 2/3 çoğunlukla divana sevk. Yeni
sistemde bir bakanın veya cumhurbaşkanının yargılanması ile veya yüce divan aşı sevgi ile görevleri
düşmez, tutukluluk olursa görevleri düşer.

❖ Günümüz parlamenter sisteminde devlet başkanının sembolik yetkiler kullanır, tarafsızdır, icrayı yetki
kullanmaz, günlük politikaya müdahale etmez, halkın birliğini ve beraberliğini temsil eder. Bakanlar
kurulu/Kabine/Hükümet yürütme koludur, sorumlu kanattır.
❖ Parlamenter sistemde bakanlar kurulu meclisten çıkar, başbakan da milletvekili olmalı.
❖ Parlamenter sistemde yasama ve yürütme birbirinin varlığına son verebilir. Yasamanın yürütmeye son
vermesi gensoru veya güven oyu ile, yürütmenin yasamaya son vermesi ise yasamanın feshi mekanizması
ile olur.
❖ Güvenoyu her parlamentoda olmayabilir.
Gensoru önergesi hükümet hakkında da herhangi bir bakanlar kurulu üyesi hakkında da yönetilebilir.
Bireysel Sorumluluk: Bakan tek başına sorumludur, bakanın görevi sona erer.
Kolektif Sorumluluk: Bakanlar kurulu, kurul halinde meclise karşı sorumludur.

❖ Başbakan ve Bakanlar (Bakanlar Kurulu):


Siyasi açıdan meclise karşı sorumludurlar sorumlulukları işletme mekanizması güvenoyu ve
gensorudur.
Güvenoyu ve gensoru ile görevlere teorik olarak son verilebilir. Çünkü eğer tek parti iktidarı varsa
hükümeti düşürecek çoğunluk toplanamaz. Ancak koalisyon azınlık hükümeti veya parti içi gruplaşma
varsa uygulamada etkili. Bir görüşe göre koalisyonları 6 aydan sonra patlak verir. Gensoru burada işe
yarar.

Cezai açıdan bakanlar kurulu üyelerinin:


1) Görevleri ile ilgili sorumlulukları tamdır ama vatandaşlardan farklı usul ile soruşturulurlar.
(Meclis soruşturması ile: Önerge verilir, oylama yapılır, yargılama kararı çıkarsa anayasa
mahkemesine (yüksek mahkemeye) sevk edilirler. Yargılama kararı çıktığında bakan ise görevi,
başbakan ise görevi ile birlikte hükümet düşer.
2) Şahısları ile ilgili sorumlulukları da tamdır. Burada ise yasama dokunulmazlığı usulü geçerli.

Bakanlar kurulunun hukuki açıdan sorumlulukları da tamdır.

❖ Parlamenter sistemin temel özelliği olarak bakanlar kurulu (Başbakan ve Bakanlar) tam sorumludur.
❖ Parlamenter sistem tek partili iktidar da iyi işler.
❖ Parlamenter sistemde yürütmenin feshinin (fesih yetkisinin: meclis seçimlerinin yenilenmesi yetkisinin)
olması ve yasamanın yürütmeyi düşürme yetkisinin (güvenoyu, gensoru) olması denklik oluşturur.
30
❖ Parlamenter sistem yasama ve yürütmenin denkliği üzerinedir.
➢ Günümüzde fesih başbakan ister, devlet başkanı ise görünüşte yetkili kullanır. Bağlı bir yetkidir, fesih
onaylamak zorunda yoksa kriz çıkar. Fesih yetkisinin kullanılması ile meclis ile birlikte bakanlar ve
başbakan da (Milletvekili oldukları için) seçime giderler.
➢ Baskın Seçim: Düşük bir oy ve düşük sayıda sandalyeyle mecliste olan hükümetin, popülaritesini
arttırdıktan sonra sandalye sayısını artırmak için fesihle seçimleri yenilemesi.
➢ Kimi anayasalar (az sayıda) son dönemlerde fetih yetkisini kullanmayan sınır getirdiler. (ilk örneklerde
sınır/şart yok) Örn: 2011 İngiltere, Fransa güvenoyu ile hükümet 2kere düşmeli, bizde 61 AY> 3 kez
buhran olmalı, 82> 45 gün.
➢ Fesih, parlamenter sistemde yürütmenin yasamaya karşı kullanabileceği baskı aracıdır. Türleri:
Öz Fesih: Fesih dışında, meclisin kendi kararı ile seçimlerini yenilenmesi.
Otomatik Fesih: Anayasada meclis seçimlerinin yenilenmesi hakkında madde veya koşul/şart vardır.
Örn: 82 AY
Karşılıklı Fesih: Fesih tehdidi altında güven oylaması: Başbakan meclisten güvenoyu ister, güvenoyu
alamazsa da yeni hükümet de seçilemiyorsa meclisin feshini isteyebilir. Kendisi de yeniden seçime
gider. Örn: Almanya 1949
Karşılıklı fesih bizde 2017'den sonra; meclis seçimi yenilenirse cumhurbaşkanı seçimleri de
yenilenecek.
Halkın seçimleri yenilemesi/öne çıkması meclisin topyekûn geri çağrılması. Örn: ABD.

❖ Parlamenter sistem planlanmış bir sistem değildir. Tarihi süreçte İngiltere’de şekillenmiş.
❖ Parlamenter sistem Monist ve Düalist olarak 2 süreçten geçmiştir.
1) Monist Süreç: Kral (Devlet Başkanı) sembolikleşmiş. Tek güç odağı var. Kral saltanat sürer ama
hükmetmez. Günümüzde geçerli. (daha yaygın)
2) Düalist Süreç: Kral/Taç boş değil, yetkilidir. Düalist parlamentarizm de 2 güç odağı var: Kral ve Kabine.
Kabine, kral ve meclise karşı sorumlu. Kral kabini değiştirebilir.

❖ Parlamenter sistemin temel mantığında yürütme 2 kanatlı olup (Sembolik Kral/Devlet Başkanı ve yetkili
Bakanlar Kurulu), Bozulmuş parlamenter sistemde ise yürütme iki başlıdır. (Yetkili Kral ve yetkili Bakanlar
Kurulu)
❖ Parlamenter sistemin iyi çalışması için monist ve iki kanatlı olması gerekir.
Çoğunlukçu Parlamenter Sistem: Bir siyasal partinin mecliste yeterli çoğunluğu elde etmesi, tek
başına iktidar olması. Parlamenter sistem iyi işler.
Çoğunlukçu Olmayan Parlamenter Sistem (Koalisyon ya da azınlık hükümeti): Bir siyasal partinin
mecliste çoğunluğu elde edememesi.
Dar Bölge Çoğunluk Sistemi: Önde gelen seçimi kazanır. 2parti sivrileşir, mecliste tek iktidar söz
konusudur. Örn: İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda
Nisbi Temsil Sistemi: seçim oranla kazanılır. (düşük de olsa). Çok sayıda parti söz konusudur, meclisi
parçalı yapıyor dönüştürür. Mecliste tek iktidar olmaz, koalisyon veya azınlık hükümeti olur. Hükümet
istikrarlı sağlanamaz, hükümetler güçsüzleşir. Daha demokratik olsa da istikrarı engelliyor. Örn:
Fransa, Hollanda, Almanya, İtalya, Bizde 61-82 arası 20 hükümet değişmiş > çoğu koalisyon

31
❖ Rasyonelleştirilmiş Parlamentarizm: Yürütmeye güç ve istikrar kazandırmak için olan düzenlemeleri ifade
eder. Temel mantığı, istikrarı sağlamak. Yürütmeye görevde kaldığı sürece kanun çıkarma yetkisi veriyor.
Yürütmeye istiklal kazandırmak için alınan tedbirler:
• Hükümetin (İktidarın) kuruluşunu kolaylaştırmak, düşmesini zorlaştırmak.
Bazı anayasalarda kuruluşta güvenoyu aranmaz. (Almanya, Japonya)
Bazı anayasalarda kuruluşta güvenoyu aranır ama daha az (basit) çoğunluk yeterli, düşerken daha
fazla çoğunluk gerekli. Örn: Bizde kurulurken toplantıya katılanların, düşerken ise meclis üye tam
sayısının salt çoğunluğu aranır.
• Sadece güvensizlik oyların sayılması (hükümetin prestiji artar)
• Serinleme sürelerinin öngörülmemesi
• Yapıcı/Kurucu güvensizlik oyu (Almanya): Hükümeti düşürmek için önce yeni bir hükümet seçilmeli.

❖ Hükümete (Yürütmeye) güç kazandırma uygulamaları:


1) Blok Uygulama Örn: Fransa: Ya hepsini kabul et ya da hepsini reddet, ilkesi geçerli. Mecliste
çoğunluğu sağlayamayan hükümetin sunduğu kanunların meclisi istediği gibi değiştirmemesi. Meclis
ya hepsini kabul edecek ya da hepsini reddedecek. İçinde gerekli kanunlar olabilir.

2) Giyotin Usulü: Örn: Fransız: Ya kanunu kabul et ya da hükümeti düşür, ilkesi geçerli. Hükümet bir
kanun oylamasını güven oylamasına dönüştürüp sorumluluğu üstüne alabilir. Meclis ya kanunu kabul
etmeli ya da 24 saat içinde hükümeti düşürmeli. Düşüremezse kanun üzerinde oylama yapılmadan
kabul edilmiş sayılır. Gerekli çoğunluk olmasa bile kanun geçmiş olur.

3) Teşrii Zorunluluk Uygulaması Örn: 1949 Almanya AY: Yasama için OHAL denilebilir başbakan
cumhurbaşkanından teşri zorunluluk hali ilan etmesini ister ve federal mecliste onaylarsa 6 ay süreyle
mecliste reddedilen kanun tasarıları ve 4 haftadan fazla süredir görüşülmeyi bekleyen kanun
tasarıları yasalaşır.
Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi.

10.Hafta:

b) Kuvvetlerin Sert Ayrılığı

1) Başkanlık sistemi

➢ Kurgulanmış, tasarlanmış bir sistemdir. (ABD'de)


➢ ABD’de 13 koloni İngiliz kralına karşı bağımsızlık mücadelesinde bulundular. bu süreçte sistemleri iyi
tutmadı. 1786’da bağımsızlaştılar. Bu konfederasyon yapısının geleceğini tartıştılar. 1787’de kolonilerin
temsil edildiği bir meclis kuruldu. (Konvansiyon Meclisi) 3 ay boyunca bu meclis bir sistem hakkında
çalıştı. Yıllarca kraldan çektikleri için İngiltere’yi (Parlamenter Monarşiyi) örnek almak istemiyorlardı. Yeni
sistem kuralım, referans noktamız Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığı teorisi dediler. Buradan yola
çıkarak yeni bir sistem oluşturdular: Yargı bağımsız. Yürütme ve yasama için ise tek örnekleri parlamenter

32
monarşi ama mücadeleyi monarktan kurtulup yeni monark için vermedik düşüncesindeler. Yürütmenin
kimde olacağı tartışılmış ve yine de sonuçta bir kişide karar kılınmış. bu kişiyi halkın seçmesini
kararlaştırılmışlar fakat halkın eğitim düzeyinden dolayı (o dönemdeki) halkın, başkanı doğrudan
seçmesine izin vermemişler. Burada 2 dereceli seçim var: Halk temsilcilerini seçer, temsilciler de başkanı
seçer. Bu sistemin merkezinde aslında kongre var. eski adı Kongre Hükümeti Sistemi, sonradan Başkanlık
Sistemi denilmiş başkanın monark gibi kişiselleşmesini istememişler. (Başkanlığın)
➢ Bu yüzden yürütmenin karşısında kongre var.
➢ ABD'de disiplinsiz partiler ve ufak tefek partilerin dışında 2 asıl parti (Demokrat- Cumhuriyet P) var. Yani
başkanı kendi partisinden desteklemeyenler ve başka partiden destekleyenler olabilir. Disiplinli
partilerde ise böyle olursa partiden çıkarırlar. Disiplinsiz partiler üyeler üzerinde böyle bir yaptırımda
bulunmaz.

➢ Temel Özellikleri:
Parlamenter sisteme göre sert bir ayrılık olduğu için Sert Ayrılık diyoruz.
Veto yasama yetkisi ile ilgili, uluslararası antlaşma ise (imzalamak) kongrenin onayında bu da
yürütme ile ilgili. Burada bu yüzden bir sert ayrılık yok diyenler var. Zaten sert ayrılık parlamenter
sisteme göre ve burada olan denge sistemi. Bu yüzden denge ve balans sistemi de denir.
Organik anlamda yasama ve yürütme daha fazla ayrılmış çünkü bu sistemde ikisi ayrı seçiliyor.
Bağdaşmazlık Kuralı: Yasamada görev alan yürütmede, yürütmede görev alan yasamada görev
alamaz.
Fonksiyonel anlamda da parlamenter sisteme göre daha katı ayrılmış. Başkanlık sisteminde yasama
yürütmenin, yürütme de yasamanın faaliyet alanına karışamaz.
Bu sistemde en önemli ayrıcalık yürütmenin "Monist" yapıda olmasıdır. Başkan yürütmedeki tek
kişidir ve halka karşı o sorumludur. Yürütme görevinde başkana yardım eden ve bakanlara benzeyen
sekreterleri vardır. Bir nevi başkanın adamlarıdırlar. Yürütmede tek yetkili kişi başkandır.
Sekreterlerine emir verebilir. Başkan sekreteri ile bir araya gelebilir/görüşebilir/ toplantı yapabilir. Bu
toplantılara "kabine" denilir. Sekreterler kendi görev alanları ile ilgili başkasına danışırlar. Bu
görüşmelerde başkan ne derse o olur. Bütün sekreterler başkana karşı çıksa da başkan istediği kararı
verebilir.
Yasama ve yürütme, birbirlerinin görevlerini süreleri dolmadan son veremezler. bu sistemde seçim
süreleri sabit, başkan ölse bile görevine başkan yardımcısı devam eder. hatta bu ihtimale karşı başkan
ve başkan yardımcısı kolay kolay bir arada bulunmazlar.
Sekreterlerin sorumlulukları başkana karşı.

➢ Başkanın görevine son verilmesinin/ uzaklaştırılmasının tek yolu: İnpagement Usulü: Bu usule siyasal
çıkarlar nedeniyle gidilemez, tamamen cezai bir sorumluluktur. Burada bile seçimler yenilenmez
başkanının görevine yardımcısı devam eder.

➢ Bu sistemde yasama ve yürütmenin oluşumu


Yürütme tek kişi: Başkan. Başkanı halk seçiyor ama burada 2 derece ile bir seçim söz konusu anayasa
seçiciler kurulunu (temsilciler meclisi ile aynı sayıda) başkanı seçmek için öngörmüş. Her eyalet
oylarını delegelere veriyor nüfusları farklı olduğu için eyaletler delegeleri farklı sayıda. Daha sonra bu
delegeler başkanı seçiyorlar seçilen delegenin hangi başkan seçeceği başta belli olmalı dolayısıyla bu
kısım bir prosedür. Yani aslında delegeler seçilince başkan da belli.
33
Hangi aday daha fazla delegeyi sahipse o kazanır. Alınan toplam oy ile delege sayısı örtüşmeyebilir.
Sebebi 2 eyalet dışında diğer eyaletlerin çoğunlukçu sistemi uygulaması. Yani 1 eyalette 1 oy farkla
bile daha fazla oya sahip olan taraf diğer tarafın delege sayısını da eline alır. Kısacası başkanın ne
kadar oy aldı değil ne kadar delegesinin olduğu önemlidir. Örn: Kaliforniya’da 1 oy farkla bile
kaybeden tarafın delege sayısı sıfırlanır.
Bu sistemde başkan 4+4 yıldan (8 yıldan=2 dönemden) fazla görev yapamaz. Başta bu sınır anayasada
yok ilk başkan böyle yapınca bu şekilde dönüşmüş II. Dünya Savaşı sırasında Başkan Roosevelt'in 3
dönem başkanlık yapmasından sonra sınır getirilmiş (anayasada), 2 dönemle sınırlandırılmış.
Sekreterlerin görev yapabilmeleri için senato onay vermeli. Başkanlık sisteminde "Kolektif
Sorumluluk" yok, başkan ne derse o, bütün sekreterler başkana zıt olsalar bile. Çünkü başkan gücünü
halktan alıyor.

❖ Başkan olma sınırları:

1) Doğuştan Amerikalı olmak.


2) 35 yaş ve üzeri olmak (sebebi iktidarın kişiselleşmesini engellemek> 1783'lerde insan ömrü kısa
olduğu için)
3) 14 yıl Amerika’da yaşamak.

❖ Temsilciler meclisine seçilmek için de sınır var.


Amerikan yasama organı: Kongre: Temsilciler Meclisi (Halkı temsil) ve Senato (Her eyalet 2 senato
ile).
Başkanlık seçimleri 4 yılda bir, temsilciler meclisinin seçimleri 2 yılda bir, senatonun da seçimleri 2
yılda bir yenileniyor ama senatonun seçimlerle üçte biri değişiyor. Yasama organının seçim
sürelerinin daha kısa olması halkın durumu değişebilir diye.
Bu iki meclis yasamada eşit güçte bir kanunun yasalaşması için 2 mecliste de onaylanmalı dolayısı ile
yasama süreci uzun (sebeplerden biri de partilerin disiplinsiz olması).
Kongrenin başkan üzerinde çok büyük denetimi var.
Yargı bağımsız, ABD’de en saygın organdır. Kanunların anayasaya uygunluğunun denetiminin yapıldığı
ilk ülke ABD’dir yargıçlar istifa etmedikleri sürece ömür boyu görevdedirler.

❖ Yasama ve yürütmenin etkileşim yolları (fren-denge mekanizmaları) (Check & Balance).

➢ İki organ katı bir şekilde ayrılsa da birbirleri ile etkileşimde olmalıdırlar başkanlık sisteminde bazı
etkileşim araçları olmazsa sistem başarılı olamaz.

1) Başkanın atama yetkilerinin (üst düzey memurlar, Büyükelçiler, Federal Yüksek Mahkeme'nin
yetkili yargıçları) gerçekleşmesi için senatodan onay alınmalı. Senato bu kişileri saatlerce mülakata
alabilir (23 saate kadar süren var) bu mülakatlar canlı/halka açık ve burada gerçeğe aykırı
konuşmak büyük suç.

2) Kongre yürütme ile ilgili her türlü konuyu denetleyebilir, her alanda araştırma yapabilir. (Devlet
sırrı olsa bile, kamuya açık). Bu durum başkanın yetkilerinin üzerinde bir baskı oluşturur fakat

34
araştırma komisyonları ne bulmuş olurlarsa olsunlar başkanı görevden siyasi olarak
uzaklaştıramazlar. Cezai olmalı.

❖ İmpagement:

1. 1868>Başk. Johnson> Gerekli çoğunluk sağlanamadı, beraat etti.


2. 1975> Başkan Nixon> Yolsuzlukla suçlandı, yargılanmadan istifa etti.
3. 1998-99> Bill Clinton> Atılan iddia ispatlandı ama çoğunluk sağlanamadı.

3) Bütçe: Bu sistemde krize en çok sebep olan mekanizmadır. Başkan hazırlatır ama kongre onay
vermeli, vermezse baştan harcama yapamaz. Harcama yapamazsa federal hizmetler (posta
teşkilatı, tabiat parkları, müzeler, FBI...) durur. Bu hizmetler sınırlı sayıdadır. Federal yapıdan
dolayı bütçe krizleri günlük hayatı çok etkilemiyor. Çünkü her eyaletin kendi bütçesi var. Bütçe bir
şekilde çözülüyor (Başkan dersini aldı gibi...)

4) Uluslararası antlaşmalardaki yetki başkanı ait ama bağlayıcı olması için kongre onaylamalı
onaylamazsa bağlayıcı olmaz.

5) İmpagement: Başkanın görevden uzaklaştırılması. Suçlamayı temsilciler meclisi, yargılamayı


senato, yargılamaya başkanlığı Federal yüksek mahkeme başkanı yapar. Şimdiye kadar hiçbir
başkan bundan dolayı görevden alınmadı.

6) Veto: Başkanın, kongrenin kabul ettiği kanun tasarıları için güçleştirici veto (geciktirici) yetkisi var.
Başkan kanun metnini 10 gün içinde onaylamak veya veto etmek zorunda. 10 gün içinde
onaylamaz ve veto etmezse direk geçer. Eğer başkan veto ederse metin her iki mecliste de tekrar
2/3 çoğunlukla kabul edilmeli. 10 günlük sürede kongre çalışmalı, tatilde olmamalı. 10 günlük
sürenin bitimindeki günde kongre çalışmıyorsa ve başkan da onaylamadıysa kanun düşer. Buna
"Cep Vetosu" denir.

7) Başkanım kanuna ilişkin temennide bulunması: Mesa. Bu bir teklif değildir ve kongre, başkanın
mesajlarını görüşmek zorunda da değildir. Başkan yasa teklifinde bulunamaz.

8) Kararname: Düzenleyici işlem. Kanun gücünde, hepsi istisnasız yargı denetimine tabi.

❖ Başkanlık Sisteminin Güçlü Yanları:


Başkan seçildikten sonra 4 yıl görevden alınamıyor. Dolayısıyla hükümet krizleri yaşanmaz, yani
istikrarlı bir yönetim sağlar bu sistem.
Yürütme tek kişide olduğu için koalisyon gibi bir durumdan bahsedilmez. bu da sistemi/ işleyişi güçlü
kılar.
Yürütme tek kişide olacağı için kimden hesap sorulacağı bellidir.

❖ Başkanlık Sisteminin Zayıf Yanları:

35
Katı bir sistem olduğu için tıkanmalara/krizlere müsaittir. (Her iki organ da yetkilerini halktan
aldıklarını söyleyerek çatışabilirler.)
Başkan sonradan beğenilmezse bile 4 yıl görevden alınamaz. Aynı şekilde yürütme de yasamayı fesih
edemez ve yasama faaliyetlerine karışamaz. Uyum içinde çalışmalara gerekir aksi halde sistem tıkanır.
Örneğin Bill Clinton ve Obama döneminde olmak üzere ABD’de iki kriz yaşandı bütçe konusunda. Bu
durumda başkanlar çalışanlarını süresiz ve ücretsiz izne gönderme durumunda kalabiliyorlar.

❖ Şimdiye kadar ABD baz alınmıştır. Çünkü başkanlık sistemi ABD’de ortaya çıkmış olup, saf halde oradadır.
ABD’nin siyasi yapısı ve yargıya olan güven gibi sebeplerden ötürü bu sistem orada iyi işlemektedir.
Başkanlık sisteminin benimsendiği Şili, Kolombiya gibi diğer ülkelerde sistem krizlere neden olmuş, iyi
yürümemiş hatta diktatörlüğe dönüşmüştür.

➢ Yarı Başkanlık Sistemi


➢ Maurice Duverger (Fransız Anayasa Hukukçusu), ilk örneği Fransa'da.
➢ Ortaya çıkışı: Fransa’da 1946-1958 (4. Cumhuriyet Anayasası) arasında 23 hükümet değişmiş.
(Parlamenter Sistemde). Bu istikrarsız yapı ve sömürgelerdeki sıkıntılardan dolayı (Cezayir
ayaklanması vb.) darbe oluyor. Darbeciler anayasayı hazırlatacakları kişiye (Charles de Gaulle) şart
koşuyorlar. Yürütme daha güçlü ama cumhurbaşkanını önce meclis daha sonra 1962'de halk
seçiyor ve artık parlamenter sistemden uzaklaşıyor.

➢ Genel Özellikleri:
Doğrudan halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı (Parlamenter Sistemden sapma).
Yasamanın içinden çıkan ve yasamaya karşı sorumlu bakanlar kurulu (Çift Yürütme, Diyarşi,
Dualist) (Parlamenter sistem özelliği).
Parlamenter sistemde görülmeyecek kadar geniş yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanı.
(parlamenter sistemden sapma). Örneğin istediği zaman konular için halkoyuna gidebilir.
Örneğin karşı imza almaksızın meclisi feshetme, tek sınırı önce meclis başkanı ile görüşmek
fakat bağlı değil. İsterse sebepsiz feshedebilir. Örneğin Fransa AY 16.madde>Cumhurbaşkanı
OHALG/ ilan edip gerekli tüm yetkileri üstünü alabilir. Sadece meclis başkanı, AY konseyi ve
bakanlar ile görüşmek zorunda ama bağlı değil.

➢ Başkanlık sisteminin bir özelliği de: Meclis yapısına göre sistem değişebiliyor. (Yarı Başkanlık S.)
Cumhurbaşkanı ile yasama aynı görüşte ise farklı (böyle olmazsa sistem tıkanabiliyor),
cumhurbaşkanı ile yasama aynı görüşte değilse farklı işliyor.
Cumhurbaşkanı ile yasama aynı görüşte değilse cumhurbaşkanı kendi lehine meclis
çoğunluğu elde etmek için meclisi feshedebilir. Fransa’da cumhurbaşkanı 7 yılda bir, meclis 5
yılda bir yenileniyordu. Aradaki 2 yıla kohabitasyon dönemi denir. Cumhurbaşkanı bir nevi
geri çekiliyor bu dönemde. Fransa’da 3 defa yaşandı, kriz doğurabiliyor. Bu nedenle 2000
yılında artık meclis seçim süresi ve cumhurbaşkanı seçim süresi eşitlendi.
Cumhurbaşkanı ile yasama aynı görüşte ise:
1) Cumhurbaşkanı parti lideri ise ağırlık merkezi cumhurbaşkanı.
2) Başbakan parti lideri ise ağırlık merkezi başbakan.

36
➢ Yarı başkanlık sistemi cumhurbaşkanına verilen yetkiye göre farklılaşabiliyor ve yaklaşık 50 ülkede
uygulanıyor.

11.Hafta:
❖ İdeal bir hükümet sistemi yok, işleyen bir hükümet sistemi var. Hükümet sistemi, işletebiliyorsanız iyidir.

❖ 2017'deki değişiklikle oluşan sistemimiz saf bir başkanlık sistemi değil. (Saf Başkanlık S. >ABD, saf
parlamenter s.>İngiltere)

❖ Yarı Başkanlık saf bir sistem değil (sistemleri demek daha doğru), 50 ülke farklı şekilde işletiyor.

❖ Bizdeki istikrarsızlıklar çoğu zaman parlamenter sisteme bağlandı sebebi ise koalisyonlar azınlık
hükümetleri vs. > Haklılık payı var.

❖ Genelde başkanlık sistemine geçici çoğunluğu oluşturabilen istikrar sağlayabilen hükümetler istemiştir>
bizde 2017'de oldu.

❖ Hükümet Sistemi Anayasa koyucunun tercihidir.

❖ Kuvvetler ayrılığına dayanan hiçbir sisteme baştan iyi veya kötü denilemez. Ülkenin durumuna bağlıdır.
Kağıt üzerinde kötü olan bir sistem bile iyi işletilebilirse iyidir. Kağıt üzerinde iyi olan bir sistem ise iyi
işletilemezse kötüdür.
Örn: Parlamenter S. > İngiltere iyi, Kara Avrupası kötü
Başkanlık S. >ABD iyi, Latin Amerika kötü

❖ Bizde 61 Anayasasına kadar karma bir sistem var, 61 Anayasası parlamenter sisteme çok yakın, 61-82
arası istikrarsızlık yüzünden yeni sistem arayışlarına gidildi.
❖ Parlamenter sistemde devlet başkanının (kralın vb.) yetkisi artarsa iki başlılık olur, sistem saf halinden
çıkar ve yürümez.
Bu yüzden 82 Anayasasındaki sisteme bozulmuş sistem diyoruz. (Devlet başkanı güçlendirildiği için)
❖ Seçim sistemi ile oynayarak da istikrar sağlanabilir sadece hükümet sistemi üzerinde oynamak yani
anayasa değiştirmek zor seçim sistemi ise bir kanunda değiştirilebilir yürümezse yine bir kanunda
değiştirilebilir.
❖ Doğrudan halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı parlamenter sistemin saflarına uygun değil biz de 2007
değişikliğinden sonra 2014'te ilk kez seçildi bu değişiklik ve 2017 değişikliği işle olarak test edilmedi.

DEMOKRASİ
➢ Halk Yönetimi, Halkın Egemenliği
➢ Üzerine çok fazla anlam yüklenen aşama geçirmiş bir kavram kökeni Antik Yunan-Latince. Bir sürü tanımı
var.

37
➢ İlk ortaya çıkışı 4.yy> Klasik Demokrasi (4.yy-18.yy). 4.yy'da ortaya çıkan, Yunan site devletlerindeki bir
yapı.
Egemenliği in halka ait olduğu bir ilke, halkın yönetimi.
➢ Temel nokta: Yönetme kimin?
Tek kişi> Monarşi, Bir grup > Oligarşi, Halkın Çoğunluğu > Demokrasi
➢ 4. yy’ da Klasik D.'ye göre çoğunun yönetimi esas ancak Yunan Site Devletleri için halk/ vatandaş farklı.
Çünkü sınıflaşma, yerli-yabancı ayrımı ve kadınların sınıfları önemsemeden yönetime katılma haklarının
olmaması söz konusu. Sonuç: Yönetime günümüzdeki halka göre halkın %5-10'u ancak katılabiliyor. Süreç
içinde demokrasi farklılaşmış. Sebebi ise 18. yy'dan itibaren dünyanın artık liberal görüş vs’ yi tartışmaya
başlaması. Klasik Demokrasi anlayışı farklılaştı çünkü her zaman, çoğunluk doğru bir yönetime sebep
olmayabilir.
➢ Halkın çoğunluğu yönetecekse çoğunluğun yönetme hakkı mutlak mı, değil mi? (sınırsız mı, sınırlı mı?) Bu
noktada kuvvetler ayrılığı vb. durumlar ortaya çıkıyor. (Klasik Demokrasi > sınırsız (mutlak),18.yy'dan
itibaren ortaya çıkan anayasacılığa göre ise iktidar sınırlanmalı).
➢ 18.yy'dan İtibaren demokrasiyle anayasacılık anlayışı uyumlulaştırılmaya çalışılıyor. Yine çoğunluk
yönetecek ama sınır getirilecek. Sebebi ise farklı düşüncelere saygı duyulması.
➢ Demokrasi anlayışı için Liberal Demokrasi, Anayasal D., Hukuk Yolu ile D. gibi (Çoğunluk hukuka uygun
yönetmeli) kavramlar günümüzde hala ön planda.

❖ Lincoln için demokrasi: Halkın halk tarafından halk için yönetimi


Bu tanım bir ideali/olması gerekeni söylüyor.
Gerçekte bu pek mümkün değil. (ütopik)
Bu ideale az-çok yaklaşan teori: Ampirik Demokrasi Teorisi > günümüz liberal demokrasilerde olan
asgari şartları araştırır.

❖ Arend Lijphart için demokrasinin 6 askeri şartı (Birbirlerini tamamlarlar, elde olan veriler - e göre/ile,
Ampirik D.)
1) Etkin siyasal makamlar seçimle gelmeli:
“Etkin” önemli nokta. Parlamenter sistemlerde Kral/Kraliçe etkin değil, etkin kişi alan
kamerasından çıkıyor.
2) Bu Seçimler Düzenli Aralıklarla Tekrarlanmalı:
Diktatörlüğü önlemek için.
3) Seçimler Serbest ve Serbest Bir Ortamda Olmalı:
Hem seçim öncesi hem de seçim günü özgür bir ortam olmalı.
Basın hürriyeti, düşünceyi söyleme hürriyeti olmalı (Temel Hak ve Hürriyetlerin Özgürlüğü)
Seçimler baskıdan uzak ve serbest bir ortamda olmalı.
4) Birden Çok Siyasi parti olmalı:
Siyasal hayatta yarış olmalı ve bu yarışın anlamı olmalı.
Yani seçmenin alternatifi olmalı.
Tek bir seçim varsa o seçim değil plebisittir. Bunun için de özgür bir ortam ve kişilerin özgür
düşünceleri olmalı (birden fazla parti olup tek bir ideoloji varsa bu olmaz. Otoriter devletlerde
uydu partilerin olması uygun/ demokratik değil.
5) Muhalefetin İktidar Olma İhtimali/Şansı Olmalı:
Yarış adil olmalı.
38
Bugünün azınlığı (Siyasal düşünce anlamında, iktidarın karşısı olan azınlık) yarının çoğunluğu
olabilmeli.
Her parti kendi düşüncelerini/ görüşlerini özgürce ifade edip yayabilmeli.
6) Temel Hak ve Hürriyetler Tanınmış ve Güvence Altına Alınmış Olmalı:
Seçme ve seçilme hakkı yani siyasal hayat olmalı.
Toplantı gösteri vb. hakları olmalı.

❖ Ekstra şartlar ekleyenler var örneğin güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü...

❖ Lijphart 21 ülkeyi bu şartlara uygun bulmuş 11'i parlamenter sistem onu başkanlık sistemi. İlk listede
Türkiye ve Yunanistan yok. Yeni listede Yunanistan var ama biz yine yokuz fakat biz bu şartları sağlıyoruz.

Demokrasinin çoğunlukçu ve çoğulcu olmak üzere iki ayrımı/ türü var. Çoğunlukçu D. ve çoğulcu D. 'nin
farkları:

1) ÇOĞUNLUKÇU DEMOKRASİ

➢ Klasik demokrasi tanımına uygun. Çoğunluğun yönetim hakkı mutlak.


➢ J.J.R.'ya göre çoğunluğun iradesi genel iradedir. Yanılmaz ve iyiyi ortaya koyar. Yani o zaman, azınlıkta
kalanlar ve farklı düşünenler henüz iyiyi/ doğruyu kavrayamamışlar. Bu yüzden azınlıkta kalanların
haklarını korumaya gerek yok.
➢ Bu görüş zamanla terk edilmeye başlandı çünkü çoğunluk her zaman iyiye yönelmiyor.
➢ Örn: Faşist diktatörlükler örneğin: 1924 AY'mız dönemi
➢ 1950'ye kadar tek iktidar CHF/P
➢ 1950-60 arası Demokrat Partisinin Azınlıkların siyasal anlamda haklarını önemsememesi iktidarlıkların
sonuna kadar kullanmaları> sonuç 60 darbesi.
➢ Kuvvetler Ayrılığı, denetleyici ve sınırlayıcı mekanizma yok.

2) ÇOĞULCU DEMOKRASİ

➢ Yine çoğunluk yönetecek ancak farklı düşünceler/ azınlıklar için kaygı yok. İktidar burada sınırlı.
Azınlıkların da bir gün çoğunluk olabileceklerinden dolayı hakları korunuyor.
➢ Anayasal Haklar çerçevesinde sınırlanmış iktidar.
➢ 2'ye ayrılır.

a) Fikri Çoğulculuk: Fikri Çoğulcu D'lerde her türlü görüş, oyunun kurallarına uymak kaydıyla kurulu
düzeni bozsa bile, sarsıcı olsa bile özgürce ifade edilebilmeli. Terör ve şiddete dönüşmedikçe.
b) Siyasal Çoğulculuk: Terör ve şiddete dönüşmedikçe her türlü fikir siyasal örgütlenme hakkına sahip.

➢ Çoğulcu Demokrasi anlayışına parti kapatma uygun değil.

❖ Militan demokrasi: Bir nevi, Demokrasinin ortaya koyduğu araçlar kullanılarak demokrasiye ters düşen
görüşlere müsamaha tanınmaması. (Temel H. ve H. 'yi düşünmeyen düşüncelere karşı çıkması. Örn:
Faşizm, Nasyonal Sosyalizm vb.)
39
Demokrasinin kendi kendini savunması/savunma refleksi

❖ Özgürlük haksız olanın da hakkı.


❖ Egemenliğin Kullanılış Ona Göre Demokrasinin Uygulamaları: Doğrudan, Temsili, Yarı Doğrudan
Demokrasi

A. Doğrudan Demokrasi:

➢ Klasik Demokrasi, 4.yy, Yunan Site Devletlerinde (Küçük)


➢ Egemenliğe sahip olan halk (vatandaşlar) egemenlik yetkilerini (kural koyma, değiştirme, barış vb.)
doğrudan, aracısız/temsilcisi uyguluyor. Köleler, yabancılar ve kadınlar yönetime katılamaz.
➢ Forum vb. yerlerde uygulanıyor katılım düşük (nüfusun 1/10'i kadar) çünkü vatandaşlık hakları
sınırlı/kısıtlı.
➢ Günümüzde İsviçre’de kantonlar düzeyinde (3 tane) ABD’de bazı hayaletlerin kasabalarında. Bu örnekler
dışında günümüzde mümkün değil.

❖ Günümüz için bir umut bir ideal. Türkiye için köy bağımsız bir tüzel kişilik, köy meclisi organı (bütün
seçmenleri köyün) var, bu örnek verilebilir.
❖ Ülke nüfusunun artması ülkenin genişlemesi gibi sebeplerden dolayı imkanlar (fiziksel ve teknik)
açısından zor.
❖ 18. yy.’dan itibaren milli egemenlik ilkesinin benimsenmesi ile Doğrudan Demokrasi Temsili D. 'ye geçildi.

B. Temsili Demokrasi:

➢ Egemenlik sadece milletin (geçmiş ve gelecekte bulunan toplum) temsilcileri ile kullanılır.
➢ Saf Temsili D' ye siyasal haklar karar alma hakkı, milli egemenlik ilkesine paralel olarak, tamamen
temsilcilerdedir.
➢ Egemenlik ister halkta ister millete olsun nüfus vb. sebeplerden dolayı temsilcilik/aracılık söz konusu.
➢ Seçmen ve temsilciler arasındaki temsil ilişkisi süreç içinde değişmiş.
➢ Temsil ilişkisi özel hukuk kökenli bir kimsenin yaptığı hukuki işlemin sonuçlarını bir başkanın adında
hesabına gerçekleşmesi.
Kanunundan doğabilir: Velayet, Vesayet
Sözleşmeden doğabilir: Vekalet Sözleşmesi (Vekil- Müvekkil, vekil müvekkili adına işlem yapar).
Basitçe bir arkadaşa kantinden su aldırmak

➢ Seçmenler de temsilciler arasındaki ilişkiyi özel hukuktaki vekalet ilişkisi (Emredicidir, vekil müvekkilinin
emirlerine uyacak, vekilden yetkilerini alabilir, masrafları müvekkil karşılayacak) gibi
değerlendirmişlerdir. Örn: Fransa > Etajenero meclisine (kralın topladığı meclisler) belirlenenler ile onları
gönderen kişiler arasındaki temsil ilişkisi >Emredici vekalet.

40
❖ Emredici vekalette seçmenler seçilenlere emir ve talimat verip azledebilirler (yenisini seçebilirler).
Seçilenler bir bölgeyi, kendilerini seçenleri temsil ediyorlar. 1789 Fransız İhtilali ile bulunan vazgeçilmiş
burada bir bölge değil komple millet temsil edilir. (Milli Egemenlik Anlayışı) Buradaki meclis gücünü
milletten alır.
❖ Temsili Vekalet İlişkisi: Saf temsili demokrasi daha uygun. Milli egemenlik anlayışı var. Seçilenler seçenleri
değil artık milleti temsil ediyorlar artık seçenler emir veremez. Seçilenler artık seçenlere hesap
veremezler.

❖ Günümüzde halk oylaması referandum gibi vasıtalarla artık saflık yok.

C. Yarı Doğrudan Demokrasi: TD+DD

➢ İşleyiş olarak temsili de ancak temsili demokrasideki katılığı gidermek için halk bazı vasıtalarla yönetime
doğrudan katılabilir.

a) Halk vetosu
b) Halkın kanun teklifi
c) Referandum
d) Temsilcinin azli

➢ Yasalaşma süreci:

a) Halk Vetosu:
Burada halk sürecin sonuna katılabiliyor. Halk harekete geçerek meclisten geçen kanunları
veto edebilir.
Örn: İsviçre> Kantonlarda, ABD>Eyaletlerde, İtalya> Ulusal
Burada kanunun yürürlüğe girmesi için bir süre verilir. Halk bu süre içerisinde belirli sayıda
seçmenin imzası ile (imzasını toplayarak) kanunun yürürlüğe girip girmemesi için
referanduma gider.

b) Halkın Teşebbüsü/Girişimi/Kanun Teklifi:


Halk bu sürecin başına (ilk aşamasına) katılıyor hatta bazılarında tamamına katılabiliyor.
Temel Mantığı: Bazen halk düzenlemesi istediği konuyu temel hakları ile yasamaya öneri olarak
sunulabilir, bazen ise halk metni bizzat düzenleyip başkasına veya meclise sunup referanduma
gidebilir.
Ülkelere göre değişir. Örn: İsviçre>100000 seçmen
c) Referandum:
Uygulama alanı en geniş yarı doğrudan demokrasi aracı.
Konu itibariyle referandum yararlı olabileceği gibi tehlikeli de olabilir. Bazı kanunların referanduma
götürülmemesi hakkında görüşler var. Çünkü çoğunluk her zaman doğruyu vermez. Temel Hak ve
Hürriyetleri ilişkin hususlar bu yüzden referandumu konusu yapılmamalı.
Farklı Şekillerde Olabilir:
41
i. Konu bakımından:
Kurucu Referandum (Anayasa Referandumu) > Bizim için AY değişikliği veya yeni AY, olağan
kanun
Teşri Referandum (Yasama Referandumu)

ii. Başvuru Şekline göre:


Zorunlu Referandum (Mecburi Otomatik) Anayasada var
İhtiyari Referandum Makamlara bağlı

iii. Bağlayıcılığa Göre:


İstişari Referandum (Danışma Referandumu) Yasama bağlı değil
Tasdiki Referandum (Onay/Karar Referandumu) Yasama bağlı değil

iv. Geçerlilik Düzeyine göre:


Ulusal Referandum
Yerel Referandum

d) Temsilcinin Azli:
Bireyse (kişi) veya kolektif (Komple Meclis) azil olabilir.
Bu uygulamalarda Temsili Demokrasi olarak halk işleyişe doğrudan katılabiliyor.
Örn: ABD, İsviçre

12.Hafta:

SEÇİM
Oy Verme Hakkı:
➢ Seçim referandum ve halk oylamasının kapsar.
➢ Her seçim demokratiktir denilemez.
❖ Oy Hakkının Objektif Kriterleri/ Şartları:

1) Olumlu Şartlar:
a) Vatandaşlık
b) Yaş
c) Seçmen listesinde kayıtlı olmak (şekli)

2) Olmaması Gereken (Olumsuz) Şartlar:


a) Ehliyetsizlik
b) Liyakatsizlik

42
1) Olumlu Şartlar:

a) Vatandaşlık:
Hemen her anayasada siyasal hak ve hürriyetler vatandaşı özeldir. Yabancılar bazen sınırlıdır.
Örn: AB'deki AB vatandaşları Avrupa ülkelerinde, ikamet şartı ya da belirli sürede bulunmakla bazı
yerel seçimlerde, oy kullanabiliyorlar. Bizde tamamen vatandaşlar.

b) Yaş:
AY'lar genellikle kişilerin olgunluğunu arıyorlar.
100 sene önce seçmenlik hakkı 25-35 gibiyken, günümüzde genel çoğunluk oy kullanma/verme
hakkını 18 yaş olarak belirtilmiştir. Bizde 21 iken 82 ay ile 18. Yeni değişiklikle seçilme hakkı (MV) da
25'ten 18. (CB>45).

c) Seçmen Listesinde Kayıtlı Olmak:


Seçim için önemi mükerrer oyun önünde geçmek. (Kişinin nerede oy kullanacağı belli olsun, kişi
birden fazla oy kullanmasın)
YSK'de seçmen listelerini sürekli güncelliyor.

2) Olamaması Gereken (Olumsuz) Şartlar:

a) Ehliyetsizlik:

Hukuki ehliyetsizlik/işlem ehliyetsizliği. Sınırlı ehliyetsizlik (kısıtlı olma)


Oy kullanabilmek için kişinin hukuki fiil ehliyeti olmalı.

b) Liyakatsizlik:

Belirli suçları işleyen (yüz kızartıcı gibi) veya belirli bir yıldan fazla ceza alan kişiler oy kullanamaz.
Bizde kasten suç işleyip yargı süreci bitmiş, kasıtlı suçtan mahkum olmuş kişiler. Ceza İnfaz
Kurumunda bulundukları sürece (Cezaları infaz ediliyorken) oy kullanamazlar. Bizde cezaevlerinde
bulunanlar ve koşullu tahliyedekiler suçları ne olursa olsun oy kullanabilirler.
Taksire bilerek istemeyerek oy kullanabilirler kasti bilerek isteyerek sadece hükümlüler yargı
süreci bitenler cezaları infaz edildiği süre içinde oy kullanamazlar.

43
Oy hakkının demokratik ilkeleri/ kriterleri:
1. Genel Oy:

Sınırlı/Kısıtlı oyun karşıtıdır. Din, dil, ırk, servet, vergi, eğitim gibi (subjektif şartlar) herhangi bir
nedene dayalı sınırlanmaksızın, objektif şartları dayanarak herkesin oy kullanabilmesidir.
Son dönemlerde kabul edilmiş bir ilke.
Sınırlı/Kısıtlı Oy: Günümüzde yok.
i. Vergi> ancak devlete belirli bir miktar vergi verenler oy kullanabilir. Sebebi ilk
parlamentolarda vergi rızası için toplanması. Örn: 1791 1848 Fransa, Bizde ilk hali 1876 AY.
ii. Servete Dayalı Oy> Belirli bir servete (gayrimenkul, emlak, toprak sahibi) sahip olanlar oy
kullanabilir.
iii. Yeteneğe Bağlı Oy> Belirli bir yeteneğe, eğitim ve öğretime sahip olanlara uygulanabilir.
Yönetime katılma eğitim ve bilgi gerektirir mantığı. Örn: 1965'te kadar ABD’nin Güney
Eyaletlerinde >Amacın arka planının siyasi kökenlilerin yönetime katılmalarını engellemek var.
iv. Irka Bağlı Oy> Sadece Belirli ırklar oy kullanabilir. Örn: 1935 Almanya, (Nas. Sos. Parti) :
Çingeneler ve Yahudiler oy kullanamaz. 1994'te kadar Güney Afrika’da siyasiler oy
kullanamaz.
v. Cinsiyete Bağlı Oy> Kadınlar oy kullanamaz en yaygın olan kısıtlı oy biçimidir. Örn: Bizde 1934
düzenlemesinde kaldırılmış. (Anayasal Düzeyde) Sonra İtalya-Fransa 45, Belçika 48, İsviçre 71.

2. Eşit Oy:

1 kişi 1 oy
Geçmişte bazı kişilere fazla oy hakkı verildiği olmuş. (çoğul oy)
Örn: Hem ikametinde hem de iş yerinde olduğu yerde oy kullanma gibi çok oy.
Örn: Çift oy aynı sandıkta birden fazla oy: Belçika için 25 yaş 1, +35 yaş 2 oy. Kişi kendi ve ailesinin
adına oy kullanabilir> Nüfusu artırma etkisi.

3. Bireysel Oy İlkesi:

Oy Hakkının Bireyselliği: Oy hakkı kişilere demokratik bir sistemde sadece vatandaş olduğu, birey
olduğu, birey olarak kendi tercihini ortaya koyduğu için verilir.

4. Kişisel Oy:

Kişinin bizzat sandığa gitmesi, oyunu bizzat kullanması.


Hasta vb. kişiler için katılık teşkil eder. Yumuşatmak için evde oy, bulunulan yerde oy, vekaletle oy,
mektupla oy kullanmak gibi uygulamalar söz konusu. Gizliliği engellememeliler. Vekaletle oy gizli oyu
zedeleyebilir.
Örn: Bizde 2008'de Yurt dışındakiler için düzenleme getirildi ama AY mahkemesi iptal etti.

44
5. Doğrudan Oy:

Tersi dolaylı oy. Tek dereceli seçim ifade eder tersi iki dereceli seçim (ABD Başkanlık Sis.)
Vatandaşın kulağında oy doğrudan sonuç 2 derecelide önce 2.seçmenler seçilir, onlar da asıl seçmeni
seçerler.
Günümüzde genel tek dereceli
ABD'de Başkanlık S. böyle, Fransa'da Senato Seçimi.
Bizde 1876 kanuni esasi den sonra 1946 ya kadar 2 dereceli ilk kez 1946'da tek dereceli.

6. Gizli Oy İlkesi:

En önemli ilke.
Kişinin iradesi baskıya uğramamalı, kişi özgür irade ile karar vermeli.
Kişinin kullandığı oy, başkaları tarafından görülmeden kullanılmalı. (kapalı)
Bizde Gizli Oy (kapalı) Kabini
Çoğu zaman Montesquieu gibi kişiler açık oyu savunmuştur ve açık oy kullanılmış. Teorik olarak oy
kullanma cesareti işidir, korkaklar yönetime katılmamalı gibi faydaları olsa da zararları daha fazla.
Örn: Oy satın almayı kolaylaştırır, kişi iradesi baskıya uğrar (açık, aleni).

7. Sayım ve Döküm İşlerinin Herkese Aleni/Açık Olması: Oyların Tasnifi

Oy kullanma işleminden sonra, hileyi önlemek için oyların tasnifi açık yapılır.
Örn: Bizde ilk defa 1950 gizli oy ve aleni (açık) tasnif.
Örn: 46 Seçimlerimiz Şaibeli seçimimiz: aleni oy+ kapalı tasnif. Şuuyu vukuundan daha beter. >
Duyulması yapılmasından daha beter.

8. Oy Hakkının Mecburiliği ya da İhtiyariliği:

Baştan şu daha demokratiktir denilemez.


Mecburi olması bir görev/ ödevdir, bu kullanılmazsa cezası vardır, kökeni Milli Egemenlik Teorisi
İhtiyari olması: bir haktır, ceza verilemez kullanmayana, kökeni Halk E. T.
Günümüzde ihtiyari oy daha çok tercih ediliyor.
Biz de mecburi. (1987 AY değişikliği ile ceza verilebilir ancak kanunda var, uygulamada yok)
❖ Mecburi oy seçimlere katılım arttırmak içindir sandığa gitmek yeter.

9. Serbest Oy (Seçimlerin Serbestliği):

Hem propaganda dönemi seçim öncesi hem de seçim gününü kapsar.


Kamuoyu araştırmaları gizlenebilir veya araştırmalarda parti isimleri gizlenebilir.
Seçim günü ve akşamı alkol içimi/satımı yasağı silahlanmaya yasağı, kabine sadece oy kullananın
girmesi gibi düzenlemeler getirilebilir.

45
10. Seçim Uyuşmazlıklarının Yargısal Çözümü:

a) Seçimlerin Denetimi Boyutu: (Yargısal)


Bazı hatalar/uyuşmazlıklar, tutanak hataları, mazbatanın düzenlenmesi gibi durumlarda çözüm
gerekir.
Günümüzde genel olarak yargısal Çözüm/Denetim var ancak Siyasal Çözüm de var.
Siyasal denetimi parlamentolar yasama meclisleri (Seçilen Meclis) yapar. Sağlıklı, tarafsız bir
sonuç/çözüm çıkmaz.

b) Seçimlerin Yönetimi Boyutu:


Sandık dağıtımı
Kolluk kuvvetlerin dağıtımı

❖ Yargısal Denetimi Fonksiyonel Anlamda:


Kimileri Özel Mahkemelere: İngiltere
Kimileri Yüksek Mahkemelere: Fransa, Almanya
Kimileri ise Bağımsız bir kurula: (Kendine özgü bağımsız bir üst kurul) Türkiye

❖ Kimi AY'lar yönetimi idareyi, denetimi yargıya bırakmış.


❖ Bizim AY'mız yönetimi de idareyi de YSK'ye bırakmış.
❖ Bizde YSK 1954'te kurulmuş öncesinde siyasal denetim var.

➢ Seçim Sistemleri: Oyların tasnifinin bittikten sonra sandalyeye/adayları dönüşme işlemidir.

SEÇİM SİSTEMLERİ
1) Çoğunluk Sistemi

A. Tek turlu
a) Tek İsimli Tek Turlu Ç. S.
b) Listeli Tek Turlu Ç. S.

B. İki/Çift Turlu
a) Tek İsimli Çift Turlu Ç.S.
b) Listeli Çift Turlu Ç. S.

2) Nisbi Temsil Sistemi

A. Ulusal (Ülke) Düzeyde


B. Seçim Çevresi
46
❖ Seçim sistemlerinden "Temsilde Adalet" ve "Yönetimde İstikrar" olmak üzere iki fayda beklenir.
Genelde 2'si zıttır. Birine yaklaşıldıkça diğerinden uzaklaşılır.
Bu yüzden Çoğunluk S. ve Nisbi T. S.'nden biri Seçilirken kanun koyucu hangi faydayı beklerse ona
göre seçer.

❖ Karma sistemlerde oluşturulmaya çalışılmıştır günümüzde uygulanıyor. Örn: En son İtalya.

1. Çoğunluk Sistemi:
Yönetimde istikrarı amaçlar ve sağlar.
Ana mantık: önde gelen kazanır.
En eski sistemler.
Meclis seçimlerinde ve yerel seçimlerde de (muhtarlık, belediye) uygulanır.

2. Nisbi Temsil Sistemi:


Temsilde adaleti amaçlar ve sağlar ancak parçalı bir yapı oluşturur.
Parçalı yapıdan dolayı yönetimde çoğunluk ve dolayısıyla yöneten istikrar sağlanamaz.
Alınan oy oranında temsilci (Milletvekili - MV) kazanılır.

1) Çoğunluk Sistemi:
A. Tek Turlu Çoğunluk Sistemi:

➢ Aşırı orantısız bir temsil getirir.


➢ Alınan oydan daha fazla sonuç/ temsil/ temsilci çıkarır.
➢ Çoğunluk basit çoğunluktur. Seçmenlerin yarıdan fazlasını kazanmak gerekmez, en çok oyu almak
yeter. 1 oy fark olsa bile.
➢ Seçimde tek bir oylama yapılır ve çoğunluk ortaya konur.
➢ Örn: 100000 kişide 35000 oyla kazanan olursa 65000 oy çöpe gider ve kazanan daha çok kazanmış
olur.

a) Tek İsimli Tek Turlu Çoğunluk Sistemi:


Klasik İngiliz Sistemi
Dar Bölge Çoğunluk Sistemi
Etkin 2 partili sonuca götürür.
Bir aday kazanacak şekilde, seçim çevreleri küçük tutulur.
Örn: Kırıkkale 3'e bölünür. Her parti her bölgede birer aday gösterir. Bir bölgede en çok oyu
alan aday kazanır.
Alınan oy parçalıdır, sandalyeye dönüşmeye yetmeyebilir.
Örn: İng.:
1.P.> %44 > 364 sandalye
2.P.> %32 > 203 sandalye
3.P.> %48 > 48 sandalye
4.P.> % 12 > 11 sandalye
47
Yerel etkenler işin içine girebilir, adayın kimliği partiden önde gelebilir.

b) Listeli Tek Turlu Çoğunluk Sistemi:


Geniş Seçim Çevresi/Bölgesi Örn: İller.
2 veya daha fazla temsilci çıkaracak şekilde, çevreler geniş tutuluyor.
Adaylar listeler halinde seçmene sunulur
Sonuç turda elde edilir. Geçerli çoğunluğu olan parti (en çok oyu) hepsini kazanır.
En istikrarlı sonucu ve en adaletsiz sonucu doğurur.
Bir partinin aldığı oydan kat ve kat fazla temsil edilmemesini sağlayabilir.
Bizde en adaletsiz seçim 1954 seçimleri (10.dönem): S41 sandalyede:

Demokratik Parti %58,4> 503.

} 2'si de bağımsız

CHP %35,1> 31

Listeli sistemde bağımsız aday olabilmesi için:


Blok veya sabit liste olmaz/olmamalı.
Karma liste olmalı: seçmenler kendi listelerini oluşturabilirler ancak bağımsız aday
çıkarabilmek için organize olup aynı isimlerin üstünü çizip aynı isimleri yazmalılar.

B. Çift Turlu Çoğunluk Sistemi:

a) Tek İsimli Çift/ İki Turlu Çoğunluk Sistemi:


Klasik Fransız Sistemi, Fransa'da
Genellikle devlet başkanı seçimlerinde
Türkiye'de cumhurbaşkanı seçimi
Meclis açısından Klasik Fransız, Fransa'da 1958'den sonra
Seçim çevreleri dar (her çevrede 1 temsilci) ancak adaylardan birinin ilk turda seçilebilmesi için
oyların yerden fazlası almalı, %50+1’i alan kazanır. Alan olmazsa sonraki tura geçilir ve bu turda
%50+1 aranmaz, en çok oyu alan kazanır bu turda. Ancak bu tura en çok oy alan 2 aday ya da belirli
bir oranda (Fransa> 1. turda o bölgede kayıtlı olan seçmenlerin %12,5’ini alan adaylar 2. tura) oyu
alan adaylar 2. tura geçebilirler.
Yönetimde istikrar için düzenlenmiş ama İngiliz Sistemi kadar başarılı olmamış.
Demokrasi için sıkıntısı: İlk tura her parti seçime gidebiliyor ama 2. tura kalındığında genelde katılım
düşüyor ve 2. tura alındığı zaman partiler ittifaklaşabiliyor, bu da etik olmayan anlaşmalara sebep
olabiliyor.
Örn: Ankara'da sen beni destekle, Kırıkkale'de ben seni (seçmen organize olursa)

b) Listeli Çift/İki Trlü Çoğunluk Sistemi:


Parlamentoda, günümüzde yok

48
Seçmene 2 ve daha fazla temsilci seçilerek listeler sunuluyor. Listelerin ilk turda %50+1'i
almalı, almazsa yine farklı usuller.
Örn: Fransa 1885, Günümüzde Fransa'da küçük nüfuslu belediyelerde.

❖ 2. turda en çok oy.

2) Nisbi Temsil Sistemi:


➢ Her bir siyasi parti almış olduğu oy oranında temsil ediliyor düşük oy alsalar da temsil edilebilirler ve
siyasal hayatlarını sürdürebilirler.
➢ Temsilde Adalet
➢ Mutlaka bir meclisin/kurulun seçiminde kullanılır.
➢ Seçim Çevresi Bölgeler (Temsilcilikler dağıtılırken hesap kitap işinin yapılacağı bölge), ya geniştir (İller:
Seçim Çevresi Düzeyi) ya da ulusal düzeydedir (tüm ülke).
Örn: Ulusal düzey> İsrail (100 üyeli parlamento) ve Hollanda (80 üyeli p.) > Hep Koalisyon
Örn: Bizde seçim çevresi: İller> İstanbul 50 vekil.

➢ Ulusal Düzeyde Nisbi Temsil: Temsilde Adaletin zirvesi, yönetimde istikrarın dibi. Ulusal Düzey Nisbi
temsilin saf hali.
➢ Parçalı yapı olacağından yönetimde istikrarın dibi.

Çevre Seçim Sayısı:


➢ Geçerli Oylar/Temsilci Sayısı= Bir Milletvekiline Düşen Oy

Örn: Kütahya> 100000/5=20000(çevre seçim sayısı 1MV

A: 36000> 1MV> 16000

B: 22000>1MV> 2000

C: 17000> 0MV> 17000 ) Artık oy= Değerlendirme Dışı Oy

D: 7000> 0MV> 7000

E: 18000> 0MV> 18000

➢ Artık Oy Değerlendirme Usulleri:


1) En Büyük Artık Oy
2) En Kuvvetli Ortalama
3) Milli Bakiye
4) D’ Hondt Usulü

1) En Büyük Artık Oy: Büyük partilere yarar.


En kolayı, kalan MV’leri en büyük 3 artık oya dağıtırlar.
A>2 MV, B>1 MV, C>1 MV, E>1 MV

49
2) En Kuvvetli Ortalama: Büyük partilere yarar.
Alınan MV’ne 1 eklenir ve alınan oya bir daha bölünür.
A> 1+1=2> 36000/2= 18000 ) A>2 MV
B> 11000 ) B> 1 MV
C> 0+1=1> 17000/1= 17000 ) C> 1 MV
D> 7000 ) D> 0 MV
E> 18000 ) E>1 MV

3) Milli Bakiye: Küçük partilere yarar.


En karışık, artık oylar ve artık MV’leri ulusal düzeyde değerlendirilir.
Biz bir kere uyguladık: 65 Seçimleri> Alparslan Türkeş

4) D’ Hondt Usulü:
Biz uyguluyoruz.
Alınan oylar sırayla MV sayılarına bölünür ve kaç MV çıkacaksa o sayıda en yüksek sayıları alanlar
kazanır.
Örn: 100000 için 5 MV> 20000> en büyükler

1’e böl 2’ye böl 3’e böl 4’e böl 5’e böl
3MV < A: 41000 20500 13666 ….. ……
2MV< B: 32000 16000 10666 ….. ……
C: 13000 6500 4333 ……
D: 5000 2500 1666 …..
E: 9000 4500 3000 ……

❖ Bir bağımsız olabilirdi. A bağımsız olsaydı seçildikten sonraki sayılar silinirdi: A>1, B>3, C>1 MV olurdu.

❖ Yönetimde istikrarı artırmak için barajlar getirilebilir.

1) Seçim Çevresinde Baraj Uygulaması:


1 MV’ne düşen oyu alamayan parti devre dışı olur: C, D, E
Bizde oldu, AY iptal etti.
)> İkisi birlikte olursa adaletsiz olur.
2) Ülke Düzeyinde Baraj Uygulaması:
Oransal olarak uygulanır.
En düşük Hollanda: %0,6
En yüksek biz: %10

❖ Yönetimde İstikrar + Temsilde Adalet için KARMA SİSTEMLER:


Örn: Almanya> Her seçmene 2 temsil (oy): Biri nisbi temsil biri de en çok oy alan parti (tüm ülke geneli)
İtalya

50
2019 Güz Dönemi, Hukuk Fakültesi Anayasa Vize Soruları
D/Y soruları: Doğrular açıklanmayacak, yanlışlar açıklanacaktı. Bırakan DiBA, Anayasa ve diğer notlar için:
05312056795

1.ÖNERME:

“Kazuistik anayasa, anayasacılığın gereklerine uygun olarak insan hakları için teminat sağlayıcı hükümler
içeren ve bunların bizzat taklit edildiği anayasalardır.”

İfadesi yanlış olduğu için, değil mi? Burada iki kilit ifade var: 1: Anayasacılığın gereklerine uygun olmak.
Anayasacılığın gereği olarak bir de ne bahsetmiştik? Temel hak ve hürriyetlere güvence sağlayan siyasal
iktidarı bu bağlamda sınırlandırmaktır. Anayasacılık gereklerine uygun, insan hakları için teminat sağlayıcı
ifadeler ve bizzat taklit edilen, bunlar bizzat taklit edilen. Garantist anayasa di mi? teminat sağlayıcı.

Tanımda geçen kazuistik anayasa değil garantist anayasa demeniz yetmiyor. Kazuistik anayasa değil garantist
anayasa demişseniz 3-5 puan arası bir şeyler aldınız. Bunun yanında ne istiyoruz? Kazuistik anayasanın da ne
olduğunu açıklayacaktınız. İkisini birden yaparsanız tam puan alıyordunuz. Sadece bu garantist anayasadır
deyip bırakmanız dediğim gibi 2,5 falan düşüyor. Tedbirini alan açıklamasını yapar, alan kısmında
açıklamasını yapar.

2.ÖNERME:

“Yeni bir anayasanın bir meclis eliyle hazırlanıp halk oylamasıyla kabul edildiği takdirde yürürlüğe girmesi
yöntemi Kurucu Meclis yönteminin anayasaya yapma usulüdür.”

Yanlış. Bunu karıştıran baya arkadaşımız olmuş. Şimdi yeni bir anayasa yapıldığına göre bu ne? Bu asli kurucu
iktidar. Asli kurucu iktidarı biz ayırmıştık: Demokratik ve monokratik Şeklinde. Demokratik anayasa yapma
usulleri içinde ne vardı? Kurucu meclis ve kurucu referandum. Şimdi her ikisinde de referandum olabilir.
Burada nereden, bunun ne olduğunu nerden çıkaracağız? Halk oylamasıyla kabul edildiği takdirde yürürlüğe
girmesi. Yani nihai karar neredeymiş? Referandumdaymış değil mi? Referandumla kabul edildiyse bu kurucu
referandum biçimindedir diyecektik. O zaman ifademiz yanlış. Yanlış dediğimiz için buradan bi 4 puan aldık.
Şimdi aşağıda 10 puanı nasıl alacaktınız. Diyecektiniz ki: Demokratik anayasa yapma usullerinin iki biçimi
vardır: Kurucu meclis, kurucu referandum. Kurucu meclis usulünde anayasa bir meclis eliyle yapılır ve halk
oylamasına sunulmadan yürürlüğe girer. Çünkü kurucu meclis usulü teorik olarak neye dayanıyordu? Milli
egemenlik ilkesine dayanıyordu. Milletin üstünlüğü(?) olduğu için somut olan halka gitmeye gerek yoktu. O
kurucu meclisin üyeleri zaten millet adına konuşuyor, bir daha araya aracı giremiyor. Kurucu meclis usulünde
bir meclis eliyle anayasa hazırlanır, halk oylamasına sunulmaksızın o meclis tarafından yürürlüğe konulur.
Tanımla verilen ise kurucu referandumdur çünkü anayasanın yürürlüğe girmesi için referandum şart
koşulmuştur. Bu şekilde yazdığımızda kalan 10 puanımızı da alıyoruz.
3. ÖNERME:

“Milli egemenlik temsili rejimi zorunlu kılar.”

Özellikle bu soruda çok karıştırmış arkadaşlar. Milli egemenlik temsili rejimi zorunlu kılar, ifadesini doğru mu
yanlış mı?

Doğru. Doğru olduğu için bir açıklama yapmanıza gerek yok ama “yanlıştır”ı açıklayan çok arkadaşımız olmuş.

Milli egemenlik, egemenliğin millet denilen soyut kavramına atfedildiği bir anlayıştı, değil mi? Millet soyut
olduğu için onun adına konuşacak birilerine ihtiyaç duyar demiştik. (temsilci) Dolayısıyla işin içerisine temsil
zorunlu olarak giriyor. Eğer somut olan halka atfettiyseniz egemenliği, halk somut olduğu için egemenliğini
de bizzat kendisi kullanabilir. Teknik imkanlar dolayısıyla ya da işte nüfusun fazla olması dolayısıyla bizzat
kendisi kullanmayabilir. Temsil işin içerisine girebilir ama bu bir zorunluluk değildir. İstisnaları da vardır.
Referandumda olduğu gibi. Ama soyut bir kavram olarak millete egemenliği atfetmişseniz, soyut olan o varlık
adına birilerinin konuşması lazım. Birilerinin o iradeyi ortaya koyması lazım ki bu da temsil ilişkisini zorunlu
olarak doğurur. Açıklama yapmamıza gerek yoktu. Doğru olarak işaretleyecektik.

4. ÖNERME:

“Geniş anlamda cumhuriyet anlayışında monarşik olmayan her devlet Cumhuriyettir. “

Bu ibare yanlıştır. Dar alamda Cumhuriyetin tanımını vermişiz. Geniş anlamda Cumhuriyet için yanlış
diyecektik. Bunu da açıklarsak; Cumhuriyet, biri dar diğeri geniş şeklinde iki anlam yüklenerek ifade edilir.
Dar anlamda Cumhuriyet, Monarşik olanın tersidir. Yani devlet başkanının ırsi yollar dışında bir yolla
belirlenmesi durumunda dar anlamlı Cumhuriyet söz konusudur. Geniş anlamlı Cumhuriyet anlayışı ise, işte
işin içine seçim girebilir ya da demokrasiyle özdeş genel anlamda da demokrasi ilkeleri ile özdeş olarak ifade
edilir, demeniz gerekiyor. Dar anlamlı Cumhuriyet deyip geçtiyseniz işte orda alacağınız 2-3 puan. Bu
açıklamayı bekliyoruz, belki bu beklemediğiniz, alışık olmadığınız bir şeydi ama şöyle düşünün ki yukarda
zaten yanlış olduğunu ifade ettiğinizde puan aldınız. Tam 10 puanı hak etmek için bir şeyler yapmanız lazım.

5.ÖNERME:

“Toplum sözleşmecilerinin ortak özelliği, insanların tam bir karmaşa ortamı olan tabiat halinden haklarını
Leviatana devrederek düzene çıkmalarıdır.”

Yanlış değil mi? Doğrusu nasıldı, açıklamamız nasıl olacaktı? Leviatan kavramı ya da doğa halinin, tabiat
halinin bir karmaşa olduğu fikri tüm toplum sözleşmeleri için geçerli değildir. Bu düşünce sadece Hobbes‘a
aittir. Hobbes tabiat halini bir karmaşa hali olarak ifade ediyor. İnsan insanın kurdudur, diyor. Bu
düzensizlikten, bu karmaşa halinden çıkmak için de insanların devlet olarak ifade ettiği aslında: Leviatana
haklarını devrederek devlet oluşturdukları, onun da düzeni sağladığı görünür. Dolayısıyla amaç Hobbes’ta
düzen ama diğer iki düşünürde, Locke ve Rousseau’da ise amaç temel hak ve hürriyetlerinin hepsini
devretmiyorlar. THH’in güvencesi. Bu şekilde bir açıklama gerekliydi bu soruda arkadaşlar.
6.ÖENERME:

“Fransa, Almanya, ABD gibi ülkelerde çift meclisli yasama organının varlığı siyasi bir tercihin sonucudur.”

Bunu da karıştıran çok olmuş. Şimdi bunların hepsi çift meclisti. Kimisi demiş ki, Fransa çift meclis değil,
kimisi demiş ki ABD çift meclisli diğerleri değil ya da ABD tek Meclisi… Hepsi çift meclisli yasama organına
sahip. Ama hatırlarsanız demiştik ki, yasama organı tek meclisten oluşabilir, çift meclisten oluşabilir. Çift
meclisli yasama organları ya bir siyasi tercihin sonucudur ya bir zorunluluktur. Ya bir zorunluluktur ya bir
tercihtir. Zorunluluk federal yapının bir gereğidir demiştik.

Tercih ise ya siyasal bir tercihtir ya da geleneksel bir tercihtir. Geleneksel tercihe örnek olarak İngiltere’deki
lordlar kamarası-avam kamarası ayrımından bahsetmiştik çünkü orda tarihi süreç içerisinde yasama organı
ikiye ayrılmış, lordlar kamarası ve avam kamarası biçiminde bugüne kadar gelmiştir. Bundan vazgeçmemiştir
tarih süreç içerisinde olmuş. Tarihi tercih. Tarihi sürecin ortaya koyduğu. Ama bazen de çift meclisli yasama
organı bir siyasal tercih olabilir. Fransa’da olduğu gibi, 1961 Türkiye Cumhuriyeti anayasasında olduğu gibi.
Buradaki siyasal tercihin de nedenini açıklamıştık. Demiştik ki:” Bir meclisteki, meclisin bir kanadındaki
çoğunluğun iktidarını ya da çoğunluğun aşırılıklarını ikinci bir meclis eliyle frenlemek (sınırlamak)”. 24
Anayasası uygulamasından örnek vermiştik. 24 anayasasındaki çoğunlukçu demokrasi anlayışının da bir
uzantısı nedeniyle mecliste çoğunluk sağlayan siyasal parti, işte istediği gibi kanunları çıkarabilmiş, anayasa
yargısı da söz konusu olmadığı için anayasaya aykırı birçok uygulama 24 Anayasası uygulamasıyla hayat
bulmuş. Buna bir fren getirmek için 61 Anayasası koyucu ikinci bir meclisi, yasama organının 2. bir kanadı
olarak Cumhuriyet Senatosunu düzenlemiş demiştik. Buradaki açıklamamız Fransa’daki, ABD’deki uygulama
bir zorunluluk olduğu. Amerika ve Almanya ikisi de federal yapılı, bunun bir federal yapının zorunluluğu
olduğu, Fransa’dakinin ise bir siyasal tercih sonucu olduğunu demeniz yetiyordu. Çok fazla ince
detaylamadım. Bu şekilde kurabilmemiz not almak için yeterli.

7. ÖNERME:

“Nispi temsil sisteminde bir temsilcinin aday olduğu seçim çevresinden seçilebilmesi için alması gereken
asgari oy sayısı olan seçim sayısı çevre seçim barajı olarak düzenlenebilir.”

Doğru mu yanlış mı? Doğru. Yanlış mı dediniz yoksa. Nispi temsil sistemini anlatırken ilk açıklamalarda ne
demiştik? Nispi temsil, kim ne kadar oy aldıysa o kadar temsilci çıkaracağı bir mantıkla düzenlenmiştir. Belirli
bir seçim çevresinde ki Nispi temsil sistemi seçim çevresi bazında uygulanabilir, ülke düzeyinde de
uygulanabilir. Eğer seçim çevresi düzeyinde uygulanıyorsa, bir temsilcinin seçilebilmesi için gereken bir sayı
lazım, ona da seçim sayısı, çevre seçim sayısı denir. Çevre seçim sayısının katları biçiminde olmadığı için
dağıtımda işin içerisine artık oylar giriyor. İşte devamında “Nispi temsil sisteminin ortaya çıkardığı parçalı
meclis yapısının önlenmesi için seçim barajları uygulanabilir.” demiş Seçim barajlarında anlatmıştık. Orda da
seçim barajı ülke düzeyinde uygulanabilir. Ülke düzeyinde belirli bir oranda oy alamayan siyasal partiler tüm
seçim çevrelerinde hesaplama dışı bırakılır demiştik. Buna ilave olarak: Baraj, seçim çevresi düzeyinde de
uygulanabilir demiştik. İşte bir milletvekili için gerekli olan seçim sayısı, burada baraj olarak düzenlenebilir
demiştik. Bizde uygulaması vardı ama anayasa mahkemesi çevre seçim barajını iptal etmişti. Ona da
değinmiştik. Bu ibare doğruydu. Buna da açıklama yapmamıza gerek yoktu.
8. ÖNERME:

“Parlamenter sistem, yürütmenin ikili yapıda olduğu yegâne hükümet sistemidir.”

Derslerde söylemiştik arkadaşlar, kelimelere dikkat edin. Eğer “sadece, yegâne” gibi ifadeler varsa bu
önermeyi daraltır, belirli bir şeyi özgüler. Dolayısıyla onlara dikkat edin demiştim. Burada kimi arkadaşlar
dikkat etmemiş. Yegâne, yürütmenin ikili yapıda olduğu yegane hükümet sistemidir ibaresi o zaman ne
oluyor? Yanlış oluyor değil mi? Sadece saf parlamenter sistemde ikili yapıyı, ikili yapıda yürütme yok. Onun
dışında yarı başkanlık olarak, yarı başkanlık sistemleri olarak ifade edilen Parlamenter sistemden sapmış
Parlamenter sistem özellikleriyle başkanlık sisteminin özelliklerinin değişik şekillerde harmanlandığı hükümet
sistemleri dayatılmıştı. Burada da doğrudan halk tarafından seçilen bir devlet başkanı, yanında bir de
bakanlar kurulu oluyordu. Dolayısıyla yürütme ikili yapıda. Yegane ibaresi burada dikkat edilmesi gereken bir
ibaredir. Dolayısıyla yanlış diyecektik. Yürütmenin ikili yapıda olduğu yarı başkanlık sistemleri de mevcuttur
demeniz dahi tam puan için yeterliydi. Bu sorudan puan almanız için de bunu belirtmiş olmanız yeterliydi.

9. ÖNERME:

“Kooperatif federalizm devletin hukuk düzeninin insan unsuru özelinde farklılaştırılmasını ifade eder.”

Doğru olacaktı. Federal devleti anlattıktan sonra bir de Kooperatif federalizm denen bir uygulama olmuş.
Hali hazırda pek yok. Örneği yok ama geçmiş süreçte örnekleri var. Federal devlet, ülkeyi yani devletin ülke
unsurunu bölerek uygulanıyordu yani ülke unsurunun coğrafi alan itibariyle bölünmesiyle oluşuyordu.
Kooperatif Federalizm ise devletin insan unsurunu farklılaştırır, böler cemaatler bazında ya da etnik bazda
bölerek farklılaştırır demiştik. Örneği de, işte 1961 Anayasasında anlatmıştık. Doğru bir ifadeydi, açıklamaya
gerek yoktu.

10. ÖNERME:

“ABD başkanlık sistemi, Parlamenter sistemin aksine düşünülmüş, kurgulanmış ve bir anayasal mutabakat ile
hayata geçirilmiştir.”

Doğru, yanlış diyen çok arkadaş olmuş. İfadeyi anlayamamışlar. Söylerken demiştik ya arkadaşlar
parlamenter sistem tarih süreci içerisinde gelişmiş, gelmiş bugüne kadar ama ABD başkanlık sistemini
kurmak için ABD’nin kurucu babaları iki ayı aşkın bir süre oturmuşlar, konuşmuşlar, tartışmışlar, ortaya bir
anayasal mutabakatla bu sistemi koymuşlar. Dolayısıyla bu ifadeye doğrudur diyecektiniz, açıklama da
yapmanıza gerek kalmayacaktı. Çoğu arkadaş anlamamış. Yanlış deyip açıklama yapmışlar. Cevaplar bu kadar
olacaktı arkadaşlar.
ANAYASA
HUKUKU
2019-2020
BAHAR DÖNEMİ

Hazırlayan: DiBA, 05312056795


Ders Hocası: Dr. Cengiz ARIKAN
1
 Anayasal tarihçe 1808 Sened-i İttifakla başlar (Genellikle).

1)SENED-İ İTTİFAK
 Osmanlı Devleti bir mutlak monarşi. Dönemi itibariyle normal. Osmanlı Devletinin gerileme
döneminde merkez teşkilatı ve taşra teşkilatı bozulur.

 Osmanlı devletinde devlet anlayışı genellikle 3 esasa dayanır; ordu, vergi ve adalet.

Ordu güçlü devlet için şarttır. Orduyu beslemek için harcama yapılması gerekiyor. Vergi
halktan/tebadan alınır. Halkı vermeye ikna etmek için de adil davranılması lazım. Ancak
Osmanlı’nın son dönemlerinde bütün bunlarda yozlaşma olduğu görülüyor.

Merkezi yönetimde yozlaşma var, taşrada yozlaşma var, merkezin taşra üzerindeki hakimiyeti
zayıflamış, toprak sistemi bozulmuş, ordudaki ve maliyedeki bozulma beraberinde gelmiş ve adalet
açısından alt tabakanın (köylünün) ezildiği, zulme uğradığı bir durum söz konusu. (Tımar sistemi
bozuluyor, vergiyi toplama usulü iltizam olduğu için parayı peşin veren mültezimler kişileri bir nevi
sömürüyor.)

İdari anlamda: padişah egemenliğin tek kaynağı. Yürütme ve yasamada padişaha yardımcı “Divan”
denen bir kurum var. (Divan tamamen istişari nitelikte). Fatih’ten itibaren padişahlar divan
toplantılarına katılmıyor. Kendilerine sunulan bilgi ve metinler üzerinden hareket ediyorlar.

Merkezde bir diğer istikrarsızlık unsuru: köhneleşmiş asker ocakları. Payitahtta yeniçeri ocakları
var. Yeniçeriler devşirme usulüyle alınıyor, paralı askerler. Son dönemde, meslekleri askerlik
olmasına rağmen İstanbul’da ticarete atılmaya başlamışlar. Belirli yerlerde kira gelirlerini
toplamaya başlamışlar. Ticari işletme açan yeniçeriler olmuş (Ör: kıraathane). Silahlı askerler
oldukları için zaman zaman (maaşları düştüğünde) ayaklanmışlar. Bozulmuş bir askeri yapı söz
konusu.

Taşrada büyük-küçük ayanlar var. Ayanlar belirli bir yerin gelirini toplayan, önde gelen kişiler
oluyor. Görev alanlarında bir nevi feodal yapı oluşturmuşlar. Başkentten ayrı, kafalarına göre
davranıyorlar.

 Bu durumlara padişahlar zaman zaman tedbir almak istemişler. Batıdan gördükleri modellerle,
kendilerine uydurmak istemişler. Biri III. Selim (yenilikçi bir padişah). Nizam-ı Cedit: geniş kapsamlı
yenilikleri olmuş.

III. Selim’in yeniliklerine karşı asker ocaklarında tepkiler olmuş.

III. Selim’e Kabakçı Mustafa isyanı olmuş. (Yeniçeri Ağası). III. Selim’i yetiştiren, bir ayan olan
Alemdar Mustafa Paşa var. (Ruşçuk Ayanı) III. Selim’e karşı olan girişimi duyunca İstanbul’a geliyor
ancak bunu öğrenen yeniçeriler III. Selim’i öldürüyorlar. Onun yerine IV. Mustafa’yı tahta
çıkarıyorlar. Alemdar Mustafa Paşa geldiğinde o da ayaklanmayı bastırıp II. Mahmut’u tahta
çıkarıyor.

II. Mahmut da yenilikçidir. Bu yüzden “gavur padişah” denilir. (Askere pantolon giydirdiğinden.)

2
 Sükunet sağlansa da merkezi yapıyı (otoriteyi) güçlendirmek ve taşra teşkilatını düzeltmek için
Alemdar Paşa önde gelen ayanları (siyasi ve askeri güç sahibi) başkente çağırıyor. Genel istişare
toplantısı düzenleniyor. (Meşgalete)

6-7 ayan geliyor. (Ordularıyla)

Alemdar paşa başkanlığında toplanıyorlar, bir metin (belirli ilkeler) belirliyorlar. Bu metin Sened-i
İttifak oluyor.

 Sened-i İttifak bir anayasal belge.

Misak biçiminde bir anayasal belge (Anlaşma metni olduğundan)

Magna Carta ile benzeştirilir. Karşı çıkanlar bu benzerliğe: Sened-i İttifak ayanların ağzından,
padişahı değil.

 Tarihçeyi buradan başlatmamızın sebebi (Anayasal tarihimizi) Osmanlı-Trük tarihinde kimi TH ve H


lehine siyasal iktidarı sınırlayan ilk belge. Padişah burada karşısındaki siyasal gücün etkisiyle kimi
haklarından ödün veriyor.

 Belgenin getirdikleri;

Alemdar Paşa’nın (merkezin) amacı iktidarını taşraya da hakim kılmak, bunu getirmiş. Çünkü
ayanlar merkezin otoritesini kabul ettiklerini gösteren beyanı ortaya koyuyorlar.

Başkentte yine bir ayaklanma olursa güçleriyle gelip düzeni sağlayacaklarına söz veriyorlar.

Sadrazama itaat edeceklerini söylüyorlar. Ama bunun karşılığında da ayanlar kendi bölgelerindeki
hakimiyetlerini padişahın ve sadrazamın tanımasını isteyip alıyorlar.

Büyük ayanlar kendi bölgelerindeki hanedanlık haklarını çocuklarına devredilmesini garantiye


alıyorlar.

Sadrazamın hukuka aykırı, keyfi faaliyetlerde bulunmayacağına dair beyan alıyorlar.

Sened-i İttifakta geneli ilgilendiren şeyler de var.

Mali güce göre vergilendirme ilkesi ele alınmış.

Fakir fukaraya ayanların zulmetmesi kararı alınmış.

 Sened-i İttifak ayanlar ve sadrazam tarafından imzalanıyor ve padişah II. Mahmut mührünü basıyor.

 Sened-i İttifak kısa sürüyor (ömrü). Alemdar Paşa kısa süre sonra bir ayaklanma sırasında öldürülüyor.
Sonraki gelen sadrazamların belgeyi imzalamaları gerekirken imzalamıyorlar. Zaten II. Mahmut da
sonradan belgeyi tanımadığını söylüyor. Ama II. Mahmut merkezi güçlendirmiş oluyor.

3
 II. Mahmut yenilik hareketlerine devam ediyor. ,

Yurt dışına temsilciler göndermiş. Ör: İngiltere (büyükelçi); Mustafa Reşit Paşa. Mustafa Reşit Paşa
sarayda yetişmediğinden dışarıdan bakabiliyor. Mustafa Reşit Paşa İngiltere’de büyükelçilik
yaparken oranın idari yapısıyla ilgili sürekli II. Mahmut’la yazışmış.

Mustafa Reşit Paşa bu süreçte Osmanlı’da yeni bir düzenin kurulması için haklar beyannamesi
mahiyetinde bir beyannamenin hazırlanıp ilan edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak bu II.
Mahmut’tan sonra tahta geçen Abdülmecit’e nasip oluyor.

Dönem itibariyle Rusya tehlikesi var. Batılı devletler Osmanlı’yı tampon olarak kullanmak istiyor.
Osmanlı’da onların desteğini almak istiyor. Osmanlı Devleti batılı devletler kategorisine de girmeye
çalışıyor. Bu sebeple bir beyanname niteliğinde bir çalışma yapılıyor. Mustafa Reşit Paşa ve Ali P.
Tarafından 1839 Abdülmecit döneminde bu belge padişah fermanıyla kabul ediliyor. Tanzimat
Fermanı (GHH)

2) 1839 TANZİMAT FERMANI


(Gülhane hattı hümayunu) :
 Tanzimat aslında 1876’ya kadar geçen zamanı ifade eder. 1839’da ilan edilen bir Hattı Hümayun’dur.

 Gülhane parkında halkın ve üst düzey bürokratların huzurunda Mustafa Reşit Paşa tarafından
okunduğu için GHH’u olarak isimlendirmiştir.

 Yine bir anayasal belge ancak ferman biçiminde. (Otolimitasyon şeklinde, lütuf)

 Padişahın ağzından yazılmış. (Ör: Tüm kullarımın ırzı, namusu, can güvenliği muhafaza altındadır gibi)
bir metin. Yani padişah kendi otoritesini sınırlandırıyor.

 Dönemin resmi gazetesi niteliğindeki Takvim-i Vakayi’de yayınlanmış.

 Bir haklar beyannamesi (bildirgesi) işlevi görülür/niteliğindedir.

 Getirdikleri;

Herkesin canı, namusu ve şerefi kutsal sayılıp muhafaza altına alınacağı beyan edilmiş.

Mali güce göre vergi alınacağı (gerektiği) ilkesi benimsenmiş.

Devlet harcamalarının kanuniliği ilkesi benimsenmiş.

Ceza yargılamasına ilişkin güvenceler (Yargılamanın aleniliği, yargılama olmaksızın kimseye ceza
verilemeyeceği gibi…)

Askere alma noktasında eşitlik/adalet

4
Mülkiyet hakkı, müsadere yasağı (zorla/zor alım). (Genel müsadere: Suç dolayısıyla mahkum olan
kişinin bütün mal varlığı alınır. Çünkü Osmanlı’da kulluk sistemi var. Herkes padişahın kuludur.
Herkes padişahın adına mallarını/ yetkilerini idare eder.) (Ailede cezalandırılmış olur, bu yüzden
günümüzde yok.)

Kanunun üstünlüğü, kanunilik

3) ISLAHAT FERMANI:
 Tanzimat fermanına benzer, onu yineler/tamamlar.

 Ferman biçiminde anayasal belge.

 Genel karakteri eşitlik ilkesidir, müslim-gayrimüslim teba arasındaki eşitsizliğin giderilmesine ilişkindir.

 Getirdikleri (Tanzimat fermanındaki genel ilkeler dışında);

Askerlik, vergi ve kamu hizmetine girme gibi konularda müslim-gayrimüslim ayrımının kaldırıldığı
beyan ediliyor.

Osmanlı Devletinde azınlıklar askere gitmek yerine cizye vergisi veriyorlarken artık bu kaldırılıyor.
Artık gayrimüslimler de askere alınabilecek ancak askere gitmek istemeyen müslim ya da
gayrimüslim, cizyenin devamı gibi olan bedeli nakdiyi ödeyerek askerlik yükümlülüğünden
kurtuluyor yani bedelli askerlik.

Kamu görevine (hizmetine) girme hakkı müslim ve sadece rumlara özgülenmişken artık müslim ve
bütün gayrimüslim teba kamu hizmetine girme hakkına sahip.

Bundan sonra askeri okullara da bürokrat yetiştiren okullara da gayrimüslimle de girebiliyor.

Seri hukukta din değiştirmenin cezası ölümdür. (Mürtet: müslimken, gayrimüslim olan) Bu ceza
kaldırılıyor.

 İlan edilmesinde dış güçler etkili Osmanlı’nın batının desteğini alma çabası, batının da Osmanlı’yı
Ruslara karşı tampon olarak kullanmasının bir ürünü olduğu ifade edilir. Paris antlaşmasının
ilanından/ yapılmasından 1-1.5 ay önce Ali Paşa ve döneminin batılı büyükelçileriyle çalışılarak
hazırlanmış. Daha sonra zaten Osmanlı’daki gayrimüslim tebanın haklarını kullanarak Osmanlı’ya
baskı kurmaya çalışmışlar.

4) 1876 KANUN-İ ESASİ


 Şekli anlamda anayasa

 Sultan Süleyman kodifikasyon (hukuk ortaya koyma) anlamında sivrilen isimdir. En çok kanunnameyi o
çıkarmıştır. Bu yüzden kanunidir.
 Bu dönüm noktaları Osmanlı’daki yenilikçilik hareketleri dönemine tekabül ediyor. Tanzimat
döneminde kodifikasyonun hız kazandığı görülür. Osmanlı’da padişahların kanunnameleriyle
oluşturdukları bir hukuk var: Örfi hukuk.

5
 Örfi hukukun kaynağı

 Modernleşmeyle (Batılılaşmayla Osmanlı’da kanunlaşma hareketlerine hız verilmiş, 1876’ya kadar


birçok kanun çıkarılmış. (Ceza mahkemesi/hukuku, deniz ticareti alanında birçok kanuni düzenleme
yapılmış)

Bunlar nasıl gerçekleşmiş? Bu noktada;

Meclis-i Vala-i Ahkam-ı Adliye (1837’de II. Mahmut kurmuş.) Yasama meclisinden ziyade
bürokratik istişari bir kurul gibi görev yapmış bir kurul.

Kanuni düzenlemeler anlamında metne son halini veren (bürokratik altyapı hazırlayan) bir kurul.

Üst düzey devlet görevlilerinin yargılanmasında ifa ediyor.

Devletle özel kişiler arasında çıkan uyuşmazlıklara çözüm bulmak gibi fonksiyonlarda icra etmiş.

Bu kurul 1868’de ikiye ayrılıyor;

1) Divan-ı Ahkamı adliye (Günümüzdeki Yargıtay)


2) Şura-i Devlet (Süreç içerisinde dönüşerek danıştaya evriliyor.)

Bu süreç bir anayasanın ilanına sebep oluyor.

 1876 yılında II. Abdülhamit’in İrade-i Seniyyesi ile yürürlüğe konulmuş bir anayasa: Kanun-i Esasi

 II. Abdülhamid Mithat Paşa ile görüşerek, tahta geçmesini desteklemesi karşılığında bir anayasayı
hazırlatıp yürürlüğe koyacağı noktasında söz veriyor. Bu söz üzerine Mithat P. başkanlığında bir
komisyon, dönemin Fransız ve Belçika anayasaları esas alınarak bir anayasa metni hazırlanıyor. Daha
sonra bu anayasa padişahın bir fermanıyla/ İrade-i Seniyyesiyle ilan ediliyor.

 Ferman biçiminde anayasa getirdikleri;

Üstün ve katı bir anayasa. Normlar hiyerarşisinde en üstte, anayasanın üstünlüğü açıkça
düzenlenmiş. Ayrıca anayasanın değiştirilmesi için anayasa değişikliği metninin yasamanın 2
kanadı tarafından (Meclis-i Ayam ve Meclis-i Mebusan) 2/3’lik çoğunlukla
oylandıktan/onaylandıktan sonra padişahın onayıyla yürürlüğe gireceği belirtilmiş. (TH ve H’i
güvence altına alan anayasadan beklenen 2 şey bunlar zaten)

Devlet organları açısından bakıldığında anayasadan beklenen bir diğer şey de devletin statüsünü
ortaya koyması, devletin organlarının işleyişine ilişkin hükümleri düzenlemesi. Yasama organı
meclis-i umumi, yasama yetkisi bu meclise verilmiş. Çift meclisli bir yasama organı. Bir tarafta
temsili nitelik taşımayan, üyelerinin tamamı padişah tarafından atanan Meclis-i Ayan. Üye sayısı
belli değil (Meclis-i Mebusan’ın 1/3’inden fazla olmayacak şekilde düzenlenmiş). Diğer tarafta
temsili nitelik taşıyan (seçimle belirlenen) (2 dereceli seçimle) Meclis-i Mebusan. Üye sayısı her 50
bin erkeğe (Osmanlı tebası) 1 mebus düzenlemesi olduğu için Kanun-u Muvakkat’da (geçici
kanun) net değil. Dolayısıyla nüfus büyüdükçe bu sayı artabiliyor. Meclislerin gücü denk. Yani
yasama sürecinde her ikisi de etkili.

6
Yasama süreci: Kanun teklif etme yetkisi Heyet-i Vükelaya ait (bugünkü bakanlar kurulu) (Yani
yürütmenin bir kanadı) ancak teklifi padişah onaylamadı. Onaylamazsa süreç baştan bitiyor.
Onaylamışsa Sura-i Devlet’e gidiyor. Burada son halini alıyor. Raporuyla birlikte Meclis-i
Mebusan’a geliyor. Burada görüşülüp kabul edilirse Meclis-i Ayan’a gidiyor. Meclis-i Ayan da yanı
metni kabul ederse padişaha gidiyor onaylanmak ve yürürlüğe girmek için. Padişahın burada
mutlak veto yetkisi söz konusu. Hem ilk aşamada hem de son aşamada (Yasalaşma sürecinde)
padişahın iradesi hakim olduğu için padişah eksenli bir yasalaşma süreci söz konusu. (Padişah
eksenli anayasa).

Yürütme organı: Padişah ve Heyet-i Vükela’dan oluşuyor. Düalist yürütme, ikili bir yapı var.
Yürütmede yetkili kanat padişah. Heyeti Vükela denilen kabinenin bütün üyelerini padişah atıyor,
üyeler üzerinde tam yetkiye sahip. Heyeti Vükela’nın sorumluluğu tamamen padişaha karşı.

Padişah Osmanlı ailesinin en büyük erkek çocuğu (ekber evlat sistmei). Padişah kutsal ve
sorumsuz.

Yargı mehakim (mahkemeler) başlığı altında düzenlenmiş. Yargı noktasında anayasa, devrindeki
anayasalara nazaran ileri. Çünkü anayasada mahkemelerin bağımsızlığı, yargılamanın aleniliği,
yargılanma hakkı, mahkemelerin ihkakı haktan vazgeçemeyecekleri (itina edemeyecekleri) gibi
hususlar düzenlenmiş.

Temel hak ve hürriyetlerin güvencesi bakımından anayasa dönemine göre önde. Bir-iki istisna
dışında. Bakıldığı zaman anayasada vatandaşlık, kişi hürriyeti, basın hürriyeti, ibadet hürriyeti,
şirket kurma, dilekçe hakkı, eşitlik ilkesi, mali güce göre vergi, konut dokunulmazlığı gibi birçok
ilke anayasada açıkça düzenlenmiş. Pürüzler: 1) Padişahın sürgün yetkisi (Muzur kişileri, zararlı
kişileri). 2) Padişahın meclisi fesh edebilmesi (seçimleri yenileyebilmesi). Padişahın meclisin
çalışması üzerinde de yetkisi var. 1876 anayasanına göre Meclis-i Mebusan’ın çalışması için
padişahın çağrısı ve açılış konuşması gerekiyor. (dönemi için normal) Meclis çalışmaya başladıktan
sonra meclisi tatil etme (çalışmalarına ara verme) yetkisi yine padişaha ait. Bu özellikler
dolayısıyla I. Meşrutiyet diye ifade ettiğimiz 1876 anayasasının tam bir parlamenter monarşi
ortaya koymadığını ifade ediyoruz. Çünkü sistemde hala ana unsur padişah. Parlamenter monarşi
havasını da vermiyor. (ilk hali 1876 anayasasının) çünkü parlamenter monarşilerde devlet
başkanının yetkileri semboliktir. Asıl yetki kabinede/bakanlar kurulundadır. Bakanlar kurulunun
sorumluluğu da yasama organına karşıdır. Yürütmenin/kabinenin üyeleri de yasamadan çıkar. Bu
özellikleri 1876’da göremiyoruz.

 II.Abdülhamit, meclisi (2.kez seçilen meclis) tatile (1878-1908) çıkarıyor. 1908’e kadar çağırmıyor.
Meclisi dağıtmış olmuyor burada, yetkisini kullanıyor. Bu süreçte meclis (mebusan m.) olmadığı için
yasama faaliyetleri askıda kalıyor. Devlet bu süreçte anayasaya göre “Meclis toplanmış değilse ve
OHAL söz konusuysa Heyeti Vükela kanunu muvakkatlar çıkarabiliyor. (Geçici kanun, yürütme işlemi
ancak hukuki açıdan yasama işlemi, kanuna eşdeğer). Meclisler tekrar çalışmaya başladığında bunların
akıbetine karar verecekler.” bu şekilde yönetiliyor.

7
1909 DEĞİŞİKLİKLERİ:
 II.Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle yeni belirlenen meclis anayasada önemli değişiklikler yaptı. -
sistemin karakterini değiştiren önemli değişiklikler-. Hatta kimi anayasa hukukçuları anayasa diyor.

 Getirdikleri:

TH ve H açısından 1876’daki zaten dönemine göre iyi olduğundan buna bazı ilaveler var, bazı
pürüzler giderilmiş. Ör: kanuna aykırı tutuklanma ve sansür yasağı (yayın yasağı) anayasaya
eklenmiş, haberleşmenin gizliliği esası benimsenmiş, toplanma/ dernek kurma hürriyeti
belirlenmiş, sürgün yetkisi kaldırılmış.

Dönemine göre iyi olduğu için yargı konusunda değişikliğe gidilmemiş.

Yasama padişah eksenli olup 2 eşit güçte meclisteydi; artık kanun teklifi için padişah izni
kaldırılıyor, kanun tekliflerini Şura-i devletin incelemesi kaldırılıyor, artık meclisler doğrudan
kanun teklifi görüşebilecek, padişahın yetkisi (mutlak veto) güçleştirici vetoya dönüştürüldü, artık
padişah 2/3 ile kabul edilen metni onaylayıp yürürlüğe koymak zorunda. Padişahın çağrı toplantı
usulü ve fesih yetkisi vardı ancak artık fesih yetkisi zorlaştırıldı. (Fesih için meclis-i ayan da onay
vermeli ancak bu yetkisini meclisin 3 ay içinde yeniden oluşturulması şartıyla kullanabiliyor.)
Padişahın yasama üzerindeki hakimiyeti kırılmış.

Yürütme için bakıldığında:


A) Heyet-i Vükela:
-Artık padişah sadrazamı atayacak, sadrazam meclis-i m. içinden bir bakanlar kurulu
oluşturacak, bakanlar kurulu da padişahın onayına sunulacak, onaylanırsa meclis-i m.
bu kabineye güvenoyu verecek. Güven oylaması anayasaya giriyor. Dolayısıyla artık
Heyet-i Vükelanın sorumluluğu padişaha karşı değil, Meclis-i mebusan’a karşı. Yine
Meclis-i m. ve heyet-i v. üyelerini gensoru ile düşünebiliyor.

B) Padişah:
-Yetkilerinde değişiklik yok ancak karşı imza kuralı anayasaya giriyor (Devlet b.
Sorumsuzluğu). Artık sadece padişahın imzası yeterli değil bir işlem için, dolayısıyla
inisiyatif kabineye (bakanlar k.) geçmiş oluyor. Zaten II. Abdülhamid tahttan
indirildiğinde padişah sembolikleşmiş.

 Bu önemli değişiklikler artık sistemi tam olarak meşruti monarşiyle/ parlamenter monarşiye
dönüştürüyor. Kanun-i Esasi’nin ilk hali tam olarak meşruti monarşi değildi. Parlamenter sistemin
temel özellikleri artık karşılanıyor.

 2. Balkan savaşı ardından çok büyük kayıplar olan I. Dünya savaşı sonucu imzalanan Mondros
Ateşkes Ant. Bu antlaşma galip devletle gerekli gördükleri takdirde Osmanlı topraklarını işgal etme
yetkisi veriyor. Bu da kullanılmaya başlandığında Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri adı altında işgale
tepkiler başlıyor. Erzurum kongresi ile birlikte Atatürk’ün öncülüğünde bu cemiyetler birleşiyor.
Amasya tamimiyle birlikte bir heyet-i temsiliye oluşturuluyor, başkan Mustafa Kemal. Mustafa
Kemal başkan olarak bütün illere Ankara’da Selahiyet-i Fevkaladeyi Haiz bir meclisin açılması için
genelge gönderiyor. Bu meclise temsilciler seçip gönderin diyor. Seçimler yapılarak belirlenen

8
üyelerin ve meclis-i mebusan’dan (dağıtılan) işgal altındaki İstanbul’dan Ankara’ya gelmeyi
başaran kişilerle 23 Nisan 1920’de BMM açılıyor. (Olağanüstü yetkiye sahip bir meclis, kurucu
meclisi hatırlatır.) BMM kurulunca içinden yine bir heyet seçiyor. (Heyet-i V.), başkan Mustafa
Kemal meclis ilk olarak milli E. yetkisini benimsiyor. Olağanüstü yetkilere sahip ve millet E. yetkisini
benimseyen meclis artık yeni bir devletin işaretiydi. Egemenlik padişahtan millete atfediliyor.
Meclis anayasa yapma çalışmalarına başlıyor.

1920 BMM
5) 1921 TEŞKİLAT-I ESASİYE
KANUNU:
 Önemli yenilikler getiriyor, 1921 anayasası. Özellikleri;

Kısa bir anayasa, 24 madde (1’i geçici)

Bir tercih modeli. Meclisin her ne kadar kurucu meclis olsa da meclisin asıl gündemi verilen
kurtuluş mücadelesi olduğu için kısa bir anayasa. Birliğin gerektiği zamanda farklılaşmaya yol
açacak bir çalışmaya gidilmemiş.

Milli egemenliği esas alan, meclisin çalışmalarına, heyet-i vükelanın oluşumuna ve yerel
yönetimlere ilişkin maddeler içeriyor.

Yargıya ve TH ve H’e ilişkin düzenleme/ madde yok. Anayasa geçici maddesiyle Teşkilat-ı Esasiye’ye
aykırı olmayan kanun-i esasi hükümlerinin geçerli olduğunu düzenlemiş. Yani bir atıf usulü söz
konusudur. (Düzenleme olmayan yerlerde)

Yumuşak bir anayasadır. Sebebi tercih olması çünkü bir mücadele var ve meclis koşullarına hızlı
adapte olmalı (Devlet)

Meclis hükumeti sistemi benimsenmiş.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletin ve egemenliği kullanacak tek organ TBMM. TBMM çok fazla kişi
içerdiğinden yürütme ve idareye ilişkin konular görev olarak üstlenecek bir heyet belirlenmiş.
Meclis, Heyet-i V. üyelerini tek tek bizzat atıyor, Heyet-i V. üzerinde tam yetkiye sahip. Heyet-i V.
üyelerinin sorumluluğu bireysel olarak meclise karşı yani bir bakanlar kurulu havası yok. Devlet
başkanlığı makamı yok, sadece meclis başkanı var. Tüm bu özellikler bunun tipik bir meclis
hükumeti sistemi olduğunu gösteriyor.

Meclis anayasaya göre müstemirren müçtemi’dir. (İstimrar ilkesi) Yani sürekli toplantı halinde
çünkü heyet-i Vükela üzerinde kontrolü olacak. Meclis hükumeti sisteminde de böyle olması
gerekli.

Saltanata (1922’de kaldırıldı) ve hilafete (1924’de meclisin uktesinde) ilişkin hüküm yok. Kaldırılma
kararları anayasa değişikliği ile değil meclis kararıyla olmuş.

Çözülmesi gereken hususlar zamana bırakılmış.

9
1923 DEĞİŞİKLİĞİ:
 Cumhuriyet ilan edilmiş (AY’da Türkiye devletinin yönetim şekli Cumhuriyettir.) Dolayısıyla devlet
başkanı lazım. Cumhurbaşkanına ilişkin düzenlemeler yapılmış.

 Yürütme ikilileştiği için Heyeti Vükelanın oluşum tarzında değişiklikler yapılmış.

 Meclis hükumet sisteminden parlamenter sistemin özelliklerine geçiş görülüyor.

 Cumhurbaşkanı meclis tarafından/içerisinden bir yasama dönemi için seçilecek. Görev süresi
dolduğunda aynı kişi yeniden seçilebilir. Cumhurbaşkanı meclisten bir başvekil atayacak, sonra
başbakan meclisten bakanlar kurulu üyelerini belirleyecek (Öncesinde başbakan listeyi belirliyor,
cumhurbaşkanı listeyi onaylıyor) meclisten güvenoyu istiyor, alırsa bakanlar kurulu kurulmuş oluyor.

 Bakanlar kurulunun kurulma anı meclis güvenoyu verdiği an, 24’te değişecek

 Teşkilat-ı esasiye devletin dinine ilişkin (ve diline) hüküm içermiyordu. 1876’da devletin dini İslam’dır
diyordu ve meclisin (Mebusan) görevleri arasında ahkamı şeriyenin temhizi yer alıyordu. 23 değişikliği
ile bunlar eklendi.

 Devletin resmi dili 1876’da Türkçe, 21’de yok, kamu görevine girmek için Türkçe bilmek şart. Bu da
ekleniyor.

 Kurtuluş mücadelesi bittikten sonra artık anayasal düzenlemeler için vakit, imkan vs. var. Seçimler
tamamlandıktan sonra 2. meclis 1924 Teşkilat-ı Esasiye’yi kabul edip yürürlüğe koyuyor.

6) 1924 TEŞKİLAT-I ESASİYE


KANUNU:
 Ayrı bir seçim yapılarak kurucu meclis oluşturulmamış, kurucu referandum yolu da tercih
edilmemiştir. Kurucu meclis usulüyle yapılmış anayasa (Demokratik)

 Getirdikleri:

Parlamenter sisteme evrilme devam ediyor.

Karma bir hükumet sistemi ortaya koyuyor (Özbudun: kuvvetler birliği, görevler ayrılığı şeklinde
ifade ediyor.) Meclis hükumet sistemi ile parlamenter sistem özelliklerini taşıyan bir karma
sistem. (Meclis H.S: egemenliği kullanan tek organ yine TMMM)
Yürütme cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu eliyle gerçekleştirilmeli ancak anayasa yürütmenin
yasamada mündemiç (yasamadan doğduğunu) belirtmiş. Fakat yürütmenin işleyişi açısından
böyle değil. Yürütmenin oluşumu ve işleyişi tamamen parlamenter sistemdeki gibidir.

Yasama organının yürütme organını her zaman denetleyip düşünebilmesine rağmen yürütme
yasamayı fesh edemiyor. Parlamenter sistemde silahlar karşılıklıydı.

10
Meclis hükumeti sistemi etkileri devam ediyor.

Hükumetin kuruluşu 23 değişikliğe paralel ancak bir fark var: 21-24 arasındaki temel fark:
hükumetin kurulma anı güvenoyu aldığı an iken (alamazsa kurulmamış oluyor) listenin
cumhurbaşkanı tarafından onaylandığı an oluyor. (güvenoyu alamazsa hükumet düşmüş oluyor:
işgüder hükumet.)

Sert bir anayasa, tek yumuşak anayasamız 21. AY değişikliği için (değişikliğin yürürlüğe girmesi
için) meclis 2/3 çoğunlukla kabul etmeli.

Devletin şekline ilişkin 1.maddenin değiştirilemeyeceği düzenlenmiş: katı anayasa.

 24 anayasası 1960’a kadar yürürlükte kalmış. Reformcu liderler elinde süreç içerisinde değişiklikler
geçirmiş.

1. 1928 değişikliği:

Din ve devlet ilişkileri ön planda

Laikliğe doğru değişiklikler yapılmış, laikliğe ilişkin henüz hüküm yok anayasada.

Devletin dini İslam’dır ibaresi anayasadan çıkarılıyor (21’de var.)

Ahkam-ı Şeriyye’nin temhizi (Şeriat hükümlerini uygulanması) çıkarılıyor.

Cumhurbaşkanı ve millet vekili yemininde yer alan dini ibareler çıkarılıyor. Ör: “vallahi”

2. 1934 Değişikliği

Genel oy ilkesi benimseniyor. (Kadınlara seçilme hakkının verilmesi olarak biliyoruz)

Osmanlı’da kısıtlı oy 1876’da cinsiyete, vergi (23’te kaldırılmış) ve servet sahipliğine dayalıydı
(Gayrimenkul)

3. 1937 Değişikliği:

Laikliğin anayasaya girmesi

Atatürkçülüğün 6 ilkesi (CMHDLİ) anayasanın 2. Maddesine cumhuriyetin nitelikleri olarak


ekleniyor

 24 anayasamız 1950’ye kadar tek partili bir siyasal hayat içerisinde uygulanmış.

 Çoğunlukçu demokrasi anlayışını (Çoğunluk her zaman doğruyu söyler.) (Roussou) benimsemiş.
Uygulamada partiler bu anlayışı, iktidarlarını sonuna kadar kullanmışlar. (DP (50-60), CHP-50)

 Bunun yanında kanunların anayasaya aykırılığı denetleyecek mekanizma oluşmadığı için (AY
mahkemesi) anayasaya aykırı kanunları uygulayabilmişler.

11
 Aslında 24 anayasasında anayasanın üstünlüğü belirtilmiş ancak kanunların anayasaya aykırılığı
durumunda denetim mekanizması anayasada görülmemiş.

1) Genel mahkeme sistemi (Amerikan 1803): Her mahkeme önüne gelen olayda uygulayacağı
kanunun anayasaya uygunluğunu kendisi denetleyebilir. Uygun değilse kanunu ihmal ederler ve
anayasaya uygun çözüm bulurlar. Özel mahkemeye gerek yok.

2) Özel mahkeme sistemi (Avrupa tipi): Kanunların anayasaya uygunluğu denetleme yetkisi bu iş için
kurulmuş özel bir mahkemeye bırakılmış (Anayasa mahkemesi). Öncüsü 1920 Avusturya
anayasası. Dönem itibariyle yaygın değil.

24’te bir sistem düzenlenmemiş ancak 1. sistem için herhangi bir düzenlemeye (anayasada) gerek
yok. Aslında çünkü anayasa hiyerarşide en üsttedir dolayısıyla altta olan tüm kurallar ona uygun
olmak zorundadır. Mahkemede uygunsuzluk görüyorsa bunu uygulamaya yetkisi doğal olmalıdır.

 Anayasamız denetleme yetkisini tüzüklerde bile meclise verilmişken kanunlarda hayli hayli meclise
vermiştir. (Yargıya değil) (Evleviyet)

 1960 askeri darbesi (38 subay): TBMM kapatılıyor.

Milli Birlik komitesi:


-38 subaydan oluşuyor.
-Anayasanın tadiline ilişkin önemli hükümler belirliyor.
Ör: MBK başkanı aynı zamanda devlet başkanı sıfatını taşıyor yani yasama ve yürütmeyi
MBK elinde topluyor.
-Asli kurucu iktidar, anayasa yapım sürecine giriliyor.
-1960 2 kanatlı kurucu meclis oluşturuluyor. 1) MBK 2) TM

Temsilciler meclisi:
-Temsili nitelik taşıyor ancak tam değil çünkü DP kapatıldığı için temsil edilemiyor.
-Partiler, yargı, eğitim, üniversiteler ve sendikalardan temsilciler seçiliyor (Geniş katılım
sağlamak için) (Temsili nitelik kazandırılmaya çalışılıyor)

 Hazırlanan tasarıyı 2 meclis kabul ettikten sonra halk oylamasına sunuluyor ve %61 evet ile yürürlüğe
giriyor (Kurucu referandum usulü)

7) 61 ANAYASASI:
 Milli egemenlik ilkesi benimsenmiş. 24’ten farklı olarak yasama ile birlikte yürütme ve yargı da
egemenliği kullanıyor. Kuvvetler ayrılığını düzenlemiş/deklare etmiş oluyor.

 Katı bir anayasa 2. Mecliste de 2/3 çoğunluk lazım değiştirilmesi için. Değiştirilemez madde var:
1.madde

 Çoğulcu demokrasi anlayışı söz konusu/ benimsiyor. İktidara (çoğunluğa) sınır çekiliyor.

Anayasa yargısı düzenleniyor (AY mahkemesi)

12
Yasama 2 meclisli (Millet meclisi, Cumhuriyet senatosu (aşırılıkları dizginlemek için))

Toplanma hürriyeti, sendika hakları vs. anayasada düzenleniyor.

Siyasi partiler ilk defa anayasa tarafından düzenleniyor. (Bu zamana kadar DK çerçevesinde
düzenleniyordu.)

Özerk yapılar ortaya çıkıyor. Ör: üniversitelere özerklik veriliyor, TRT özerk yapıya kavuşturuluyor.

 Hükümet sistemi olarak tam bir parlamenter hükümet sistemi dizayn etmiş. (Sembolik
cumhurbaşkanı, yasamadan çıkan ve ona karşı sorumlu olan bakanlar kurulu, karşılıklı silahlar)

 2 kanatlı/yapılı yürütme var: cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu.

Cumhurbaşkanı sembolik ve bütün işlemleri karşı imzaya tabi. Cumhurbaşkanı aynı zamanda
sorumsuz.

 Yasama açısından yeniden çift meclise dönüş ama bu defa eşit yetkilere sahip yine.

 Hükümet sistemi açısından bakıldığı zaman 1923 sistemiyle birlikte parlamenter sisteme bir evrilme
vardı. Bu evrim 61 anayasasıyla nihayete ulaşıyor.

 Cumhurbaşkanı o kadar sembolikleşmiş ki döneminde anayasa mahkemesine iptal davası açarken bu


yetkiyi tek başına mı kullanacak (yani dava dilekçesinde sadece cumhurbaşkanının mı imzası olacak)
yoksa cumhurbaşkanının imzasına karşı olarak başbakan ve adalet bakanı da mı imza atacak? diye
tartışılmış. Daha sonra AY mahkemesi tarafından içtihatla karara bağlanmış: Cumhurbaşkanının AY
mahkemesine iptal davası açma yetkisinin icrai nitelikte olmadığı gerekçesiyle tek başına
kullanabileceği konusunda karar verilmiş.

 Hükümetin oluşumu 24 AY’sı ile aynı: Cumhurbaşkanı, başbakanı atayacak, başbakan meclis
içerisinden veya dışından bakanlar kurulunu oluşturacak ve cumhurbaşkanından onay aldıktan sonra
hükümet kurulmuş olacak.

 Yasama açısından bakıldığında bu seferki çift meclisin sebebi siyasal tercih olması. Sebebi; 24’teki
çoğunlukçu meclis ve denetleyici mekanizmanın (iktidarı) (AY mahkemesi olmamasından, bu
deneyimlerden dolayı 61 anayasa koyucu belirli bir dönemdeki meclis çoğunluğunun iktidarı
sınırlandırmak için 2. bir meclis kurma yoluna gitmiş. 2. meclise de Cumhuriyet senatosu ismi verilmiş.
Yasama organı TBMM:

TBMM
A. Cumhuriyet senatosu:
-Üye sayısı net değil, 3 grup üyesi var.
1) 150 senatör
Seçimle belirleniyor.
Görev süreleri 6 yıl.

13
50’si her 2 yılda bir yenileniyor. (1/3’i), 6-8-10 yıl gibi görev süreleri olmuş, seçimler 6 yıldan sonra
yenilenmeye başlamış.
Yükseköğretim (üniversite) görme ve yaş sınırı var (40). Yani daha olgun, deneyimli, akil insanlar
seçilmiş ki 1. meclisin çoğunluğunu/ iktidarını sınırlasın
2) 15 kontenjan senatörü
Buradaki fark bu senatörleri halk seçmiyor, cumhurbaşkanı atıyor yani seçilmiş değil atanmış
kişiler.
3) MBK
Sayı net değil.
Tasfiyenin olduğu tariften sonraki MBK üyeleri daimi üye, ömür boyu görev yapıyorlar ve yenileri
seçilmiyor.

B. Millet meclisi:
-450 MV (Genel oyla seçiliyor.)
-4 yıllık görev süreleri

 Meclisler denk yetkilere sahip, sadece oluşumları farklı.

 Cumhuriyet senatosu, millet meclisini sınırlamak/ frenlemek için oluşturulmuş.

 Cumhurbaşkanı seçebilmek için TBMM üyesi olmak şart (61 AY’sında) ama Fahri Korutürk asker bir
kişi. Onun seçim yolu: Olan cumhurbaşkanı daha sonraki dönem cumhurbaşkanı olmasını istediği kişiyi
kontenjan senatörü olarak atıyor ve bu şekilde üye oluyor.

 2 meclis yasama sürecinde aynı yetkilere sahip ancak bakanlar kurulu burada sadece millet meclisine
karşı sorumlu. Bu 2 meclis ve denklik yasalaşma sürecini uzatır: Kanun teklifi hazırlanır, MM’ne gider,
onun komisyonunda görüşülür, son hale getirilir ve millet meclisi genel kurulu görüşür kabul ederse
Cumhuriyet Savcılığına gider. Cumhuriyet savcılığı kabul ederse sorun yok onay için cumhurbaşkanına
gider, etmez değişiklik isterse iki meclisin ortak Komisyonu kurulur ve uzlaşılırsa yeniden MM>CS>CB.

 Yargı organı açısından da yenilikler söz konusu.

Kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek yeni bir mahkeme (anayasa mahkemesi)


öngörmüş 61 anayasası.

TH ve H açısından hak ve özgürlük kısmını geniş tutmuş. Ancak 61 anayasası uygulamasına


baktığımız zaman kriz dönemleri görülüyor. Sebepleri; parçalı bir meclis yapısının olması (Nisbi
temsil seçim sistemi sonucu).Anayasada seçim sistemi belirli olmasa da seçim kanunları Nisbi
temsil sistemini seçmiş. Bu da çoğunlukla koalisyon hükümetini doğurmuş. Bunun yanında dönem
itibari ile Türkiye’de Sol Fraksiyonun (partilerin ör: komünist...) yükselmesi de etkilemiş. Bu durum
beraberinde solun yükselip sağın sivrilmesine sebep oluyor ve aralarındaki siyasal çatışma ilerleyen
yıllarda fiziki çatışmaya da dönüşüyor.

 Yönetemeyen bir irade yapısı, bölünmüş bir Siyasal yapı bunun doğurduğu Siyasal çatışma dolayısıyla
61 anayasası sıkıntılı uygulamalarla 1970 12 Mart’a kadar gidiyor. 12 Mart 1970 askeri muhtırası
(İhtar:Uyarı) (Uyarı metni) > Silahlı kuvvetler yönetime müdahale ediyor. Darbe değil. Dönemin

14
başbakanı Süleyman Demirel’e mevcut hükümet istifa etsin partiler üstü bir hükümet kurulsun ve bu
süre içerisinde de anayasal reformlar gerçekleştirirsin diyorlar. Hükümet değiştirilmezse “?”. Ve
bağımsızlardan ve bürokratlardan oluşan partiler üstü bir hükümet oluşturuluyor ve bu sürede TBMM
iki önemli anayasal değişiklik gerçekleştiriyor 1971 ve 1973’te:

71-73 DEĞİŞİKLİKLERİ:
 Değişikliklerini ana karakteri; yürütme organı güçlendiriyor ve TH ve H alanı daraltılıyor. Çünkü yaşama
daha ön plandaydı ve yürütme hızlı Ve etkili bir biçimde karar alamıyordu.

1)
Bakanlar kuruluna KHK çıkarma yetkisi verilmiş (anayasayla düzenlenmiş). KHK bir
düzenleyici işlemdir (Yürütmenin yaptığı). Ancak işlem hukuki güç anlamında kanunla eşit
yani KHK ile kanunu değiştirilebilir ancak yasama değil yürütme (Bakanlar kurulu) yapıyor
ama Bakanlar kurulunun bunu gerçekleştirebilmesi/yapabilmesi İçin TBMM önce bir yetki
kanunu çıkarıyor: sınır çiziyor ve bu sınırlar içinde bu konuya ilişkin olarak Bakanlar kurulu
altı ay süreyle KHK çıkarabilir, bu yetkiyi de bir veya birden fazla kullanabilirsin, diyor.
Yasama belirli bir sınır/çerçeve ve alan içinde yürütmeye kanuna eşdeğer yetki veriyor.

Yasalaşması süreci uzun olduğu için buna ihtiyaç var. Düzenleme Bakanlar kurulu için kolay
bürokratlar düzenler kurulda son hali alınır. BK ve CB imza atar.

Örneğin kamu görevlilerinin özlük haklarının düzenlenmesi (sınır çizildi), 6 ay süreyle birden
fazla kararname çıkaracak şekilde yetki Bakanlar kuruluna verildi.

KHK çıkarıldı, cumhurbaşkanı imzaladı resmi gazetede yayınlandı, diyelim. Resmi Gazetede
yayınlandığı gün bunu Meclis’e sunacaksın diyor anayasa. (Resmi gazetede yayınlandığı gün
yürürlüğe giriyor). (Bakanlar kuruluna)

Yasama delegasyon yapmış oluyor yani kendi yetkisini belirli bir alan alanda yürütmeye
devrediyor. Daha sonra yürütmeye “senden aldığım yetkiyle bunu yaptım olmuş mu
olmamış mı?” diye soruyor/meclisin onayına sunuyor. Meclis isterse bu kararı görüşebilir.
Görüşme neticesinde kabul/ ret edebilir. Kabul ederse kanuna dönüşüyor işlem.
Değiştirerek kabul de edebilir son söz meclisin. Ama meclis bu konuda karar verene kadar o
KHK yürürlükte/hüküm ve sonuçlarını doğurur. Meclis 61’de de 82’de de genelde KHK’ları
görüşmemiş.

2)
Bakanlar kuruluna vergi, harç vb. yükümlülüklerin kanunda gösterilen yukarı ve alt sınırlar
içerisinde değişiklik yapma yetkisi veriliyor (bakanlar kurulu kararıyla değişiklik) Yeni vergi
çıkarması yasamaya ait, bakanlar kuruluna burada yasama inisiyatif bırakır. Örneğin; KDV şu
şu şu kalemlerden şu oranda alınır, der yasama ve yürütmeye (Bakanlar kuruluna). 0 ile %18
arasındaki oranda Bakanlar kurulu değişiklik yapabilir, der. Bakanlar kurulu %1 oranında
vergi çıkarmak isterse kanun çıkarmasına gerek yok.

15
 Diğer değişiklikler;

TBMM’nin 61’de aldığı(verilen) özerklik kaldırılıyor, üniversitelerin özerkliğinde de darltma yoluna


gidiliyor.

 TH ve H bakımından bu değişiklikler bir sınırlandırma (71-73)

 TH ve H’nin sınırlandırılması:

Anayasa TH ve H’in sınırlandırması onuşunda bütün TH ve H için geçerli olan Genel Sınırlandırma
Nedenleri eklenmiş. Ör: konut dokunulmazlığı, haberleşmenin gizliliği, seyahat özgürlüğü vb…
Yaşama hakkı dışında bu tip hürriyetler sınırsız kullanılamaz. Ör: suç işleyen biri için telefonunu
dinlersin, bu hak sınırsızdır, diyemezsin. Sınırlandırma nedenine dayanarak bunu yapabilirsin.
Örneğin: Corona V. için seyahat yasağı (Genel sağlık nedenine dayanılarak…) 61 AY’sında her bir
TH ve H için ayrı düzenleme yapılmış. Ör: Şu hürriyeti/ hakkı şunun için sınırlayabilirsin.

AY ilgili maddeye “... TH ve H kamu yararı, kamu düzeninin korunması, genel sağlık, genel ahlak,
suç işlenmesinin önlenmesi, çevre vs. vs. diye nedenleri sıralamış ve her hak ve hürriyet için
geçerli.

82’de de genel nedenler vardı (13. maddede), 2001’de çıkarıldı, artık ilgili maddede hangi neden
varsa ona dayalı sınırlama yapılabilir.

Memurların sendika kurma hakları alınmış.

“Tabi Hakim” ilkesi yerine “Kanuni hakim” ilkesi getirilmiş/ değişikliği yapılmış ((Bir suç
işlendiğinde ya da bir hukuki uyuşmazlık çıktığında o suçun hangi kanunlar çerçevesinde, hangi
mahkemede yargılanacağı, hangi usul kurallarının uygulanacağı, neticede ne gibi bir sonuç
çıkacağı önceden kanunlarla düzenlenmiş olacak hiç kimse tabi olduğu mahkeme dışında bir
mahkeme önüne çıkarılamaz ilkesi güvence sağlar (Tabi H.’da))). (Sonradan mahkeme ve yargı
oluşturulmaz> Tabi H. ilkesi). Bu değişikliğin sebebi/ mantığı: bu değişiklikle birlikte sıkıyönetim
denilen olağanüstü yönetim şekli/usulü anayasaya girmiş OHAL ve sıkıyönetim (olağanüstü
yönetim usulleri)uygulandığında TH ve H daralır, idarenin yetki alanı genişler. (Temel mantık).
Sıkıyönetim OHAL’den daha sıkı bir yönetimdir. Sıkıyönetimin farkı ilan edildiğinde ilan edildiği
bölgede bir Sıkıyönetim Komutanlığı oluşturulur (asker bir kişi atanır) Bu komutan o bölgedeki
bütün kamu personelinin idari amiri olur ve bu süreçte sıkıyönetim kanununda düzenlenen kimi
suçların yargılanması “sıkıyönetim askeri mahkemeleri” tarafından yapılır. Sıkıyönetim kanununun
bu mahkemelerin nasıl oluşacağını, hangi suçlara bakacağını, hangi usul kuralları uygulanacağını
belirlemiş (O zamanda yürürlükte-bugün değil) (2017 değişikliği ile kaldırıldı). Ancak bu
mahkemeler her zaman çalışan mahkemeler değil. Böylelikle sıkıyönetim kanunundaki
düzenlemeler anayasaya aykırı olmasın diye “Tabi Hakim Güvencesi” yerine “Kanuni Hakim
Güvencesi” getirilmiş.

Askeri mahkeme getiriliyor. (2017 değişikliği ile askeri Yargıtay ile birlikte kaldırılıyor.)

İptal davası açacak olanlar (anayasa için) sınırlandırılıyor. Anayasa mahkemesine iptal davası açma
yetkisini 61 anayasası geniş tutmuştu. (Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi, siyasi partiler, 1

16
vekil olsa bile…) Bir de Organ davası getirilmişti: bu iptal davası açmaya yetkili olanlar dışında
üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, üst mahkemeler kendi görev
alanlarını ilgilendiren kanunlara karşı iptal davası açabiliyorlardı. Bu da kaldırıldı, siyasi partiler
yerine de siyasi parti grupları açabilir şekilde düzenleme getirildi. (Grup olabilen siyasi partiler -en
az on milletvekili)

8) 82 ANAYASASI:
 61 anayasasındaki nedenler 70’te muhtıra değişikliklerin fayda vermemesi, istikrarsızlık... Ve neticede
Tsk’nın 12 Eylül 1980 darbesi. Darbeyi yapanlar kendilerine MGK diyorlar. (Genelkurmay başkanı
Kenan Evren ve dört kurucu komutandan oluşuyor) Anayasal düzen hakkında bir karar alınıyor:
yasama yetkisi MGK’ye ait, yürütme yetkisi devlet başkanı orgeneral Kenan Evren ve MGK‘nın güveni
altında çalışacak bir hükümet (Bülent Ulus’un başbakanlığında bir uydu hükümet) kuruluyor.
(Anayasal düzen hakkındaki kanunla hallediliyor.) Bu karardan sonra anayasa yapılması lazım.
Kuruculuk fonksiyonu devreye girecek. 61’de olduğu gibi anayasanın kurucu meclis eliyle yapılması
kararı alınıyor. Kurucu meclis kurulması hakkında bir kanun çıkarılıyor. Kurucu meclis burada bir isim
yoksa anayasa yapım usulü değil. Nihayetinde yine anayasanın kabul edilip yürürlüğe girmesi için halk
oylaması gerekli. (Kurucu referandum usulü) Kurucu meclis yine 61’de olduğu gibi iki kanattan
oluşuyor; asker kanat>MGK, sivil kanat ise danışma meclisi.
1982 Anayasası Kurucu Meclis
1) MGK

2) Danışma Meclisi:

İsmi uygun çünkü temsili bir niteliği yok ve yetki anlamında fazla etkisi yok.

160 üye var 120’si illerden yapılan başvurularla ve MGK tarafından seçiliyor. 40’ı ise MGK’nin
doğrudan seçip atadığı kişiler yani herhangi bir seçim/temsil yok.

Bu mecliste olabilmek için darbe öncesinde herhangi bir siyasi parti ile bağınız olmamalı çünkü
darbeyle birlikte bütün siyasi partiler kapatılıyor ve üst düzey yöneticileri tutuklanıyor.

 Kurucu meclis Ankara ve İstanbul komisyonlarına taslağı hazırlama görevi veriyor. (İÜFH ve AÜHF
hocalarından oluşuyor.) Taslağı hazırladılar, danışma Meclisi görüştü ve kabul ettikten sonra MGK’ye
geldi. Son sözü söyleyen organ 82 anayasasında MGK’dır. Bu nedenle 82 anayasası asker anayasası
gibi haklı eleştirilere maruz kalmıştır. Ayrıca birçok kanuni düzenlemeyi (seçim kanunları, siyasi
partiler kanunları…) meclis 1983’te açılana kadar (anayasa işler hale gelene kadar) bu kurucu meclis
yaptı. Biri de YÖK kanunu.

 Meclisin çalışma usulü; danışma meclisi yasayı yapıyor MGK’ne geliyor. MGK tamam diyor veya
değiştiriyor.

 Bugün için bakıldığında anayasanın neredeyse 3/4’ü değişmiş durumda doğrudan bugüne gelen
madde sayısı çok az.

 Anayasa yapıldı ve halk oylamasına sunuldu yüksek evet (%91) oyla kabul edildi çünkü kabul edilmezse
gelecek belirsizdi. Aleyhe propaganda vs. yasaktı. 61’de belirsizlik yoktu: hayır çıkarsa yeniden kurucu

17
meclis oluşturulması ve yeni anayasanın yapılmasına ilişkin hüküm vardı. Dolayısıyla bir an önce
normal hayata dönmek istenildi.

 61 ile 82 anayasasının hazırlanmalarındaki benzer ve farklılıklar:

İki anayasada askeri darbeler neticesinde yapıldı.


İki anayasada kurucu meclis eliyle hazırlandı. (İsimleri).
İki anayasada da asker ve sivil kanattan oluşan meclisler var.

 61 kurucu meclisin sivil kanadı daha inisiyatif sahibi danışma meclisine göre. Çünkü 61 anayasası
hazırlanırken Temsilciler Meclisinin hazırlamış olduğu metni MBK beğenmezse ortak komisyon
çalışmasıyla son hal veriliyordu. 82’de ise MGK istediği gibi değiştirme yetkisine sahipti.

 Her iki anayasada halkoyuna sunularak kabul edildi.

 Hayır çıkarsa 61’de ne olacağı belli, 82’de değil.

İki anayasada Kazuistik metod ile hazırlanmış. (61, 157 madde geçici; 82 anayasası 177 madde o
gün için 16’sı geçerli.)

İki anayasa da sert anayasa, 82 daha sert (Değiştirilmeleri için kanunlardan farklı bir usul ve daha
fazla çoğunluk gerekli.) 82 de ilk üç değiştirilemez madde. 1) Devletin Cumhuriyet oluşu 2)
Cumhuriyetin nitelikleri, 61’de birinci madde devletin Cumhuriyet oluşu.

 61 anayasasında anayasa değişikliği için cumhurbaşkanı tarafından onay safhası öngörülmüş değil>
meclisten halkoyuna ama 82 anayasasında öngörülmüş ve veto yetkisi oluyor.

Çoğunluk açısından aynılar: Teklif>1/3, Kabul yeter sayısı 2/3. Ancak 82’ninki 87 değişikliği ile 3/5’e
çekiliyor.

82’yi daha katı hale getiren bir diğer durum: bir geçici madde ile 6 yıllık süre içerisinde anayasanın
değiştirilmesi için gereken karar yeter sayısı ¾. (Anayasa yürürlüğe girdikten sonra geçici bir süreç,
anayasanın değiştirilmesini zorlaştıran)

 Bu geçiş döneminde anayasa değişikliği ile birlikte geçiş hükümleri de var. Örneğin: MGK, 6 yıllık süreç
içerisinde cumhurbaşkanlığı konseyi üyeleri olarak koruma altına alındılar. (Üyeleri) Ör: darbeyle
kapatılan siyasi partilerin yöneticilerine 5 ve 10 yıllık siyasi yasaklar getirildi. (geçici 4.maddeyle) ve 80
öncesi partiler aynı ad altında tekrar kurulamazlar. (4.madde). 87 anayasa değişikliği ile kaldırılıyor ve
bu değişiklik ile cumhurbaşkanı açısından zorunlu referandum- ihtiyari referandum olarak ifade edilen
husus getirildi. (2/3- 3/5>zorunlu, 2-3 ise ihtiyari)> Onay safhasında

 82 anayasası saf olmayan bir parlamenter sistem (Parlamenter sistemden sapmalar içeriyor). Örneğin:

Yürütmenin sorumsuz kanadı olan devlet başkanı güçlendiriyor. (Yürütme organını güçlendirdiği
gibi, yürütme organının içinden de B’nı güçlendiriyor.) Bu hem Kenan Evren’in halkoyuyla kabul
edilen bir cumhurbaşkanı olmasının hem de 61 anayasası uygulamasındaki sorun çıkaran kimi
husus ve yetkilerin tarafsız devlet başkanına devredilerek tıkanıklık gidermeye yönelik bir
uygulamadır.

18
61 anayasasında sıkıntı çıkaran birçok yetkiyi cumhurbaşkanına vermiştir. AY mahkemesi üyelerini
61’de meclis seçerken, parçalı bir meclis vs. olduğu için, 82’de cumhurbaşkanı seçsin demişler.
Tıkanıklığı gidermekle birlikte cumhurbaşkanına güç de sağlıyor.

Anayasanın ilk halinden itibaren olan bir yetki: 1) Cumhurbaşkanı gerekli gördüğü takdirde
bakanlar kuruluna başkanlık eder. 2014-2018 arasında bu yetkiyi doğrudan halk tarafından seçilen
CB Recep Tayyip Erdoğan bu yetkiyi düzenli olarak kullandı. 2007’de sadece CB’nın halk
tarafından seçilmesine ilişkin hüküm değişti. Cumhurbaşkanının kullandığı yetkilerde bir değişiklik
yapılmadı, bu yetkiler anayasanın ilk halinden beri vardı. Bu yetki cumhurbaşkanına ağırlık
kazandırıyor.

Anayasada CB’nın görevleri arasında “kararnameleri imzalamak” ifadesi yer alıyor. Başka bir detay
yok. Dönem itibariyle bizim hukukumuz açısından: KHK var (kanuna denk) (Olağan hal ve OHAL
için olanı var), bakanlar kurulu kararnamesi var. (ör: bir valinin atanması ve vergiye ilişkin…)
Müşterek ya da üçlü kararname denilen kararname var. (Üst düzey bürokratların atanmasına
ilişkin). Yani bu maddeye göre cumhurbaşkanının atmış olduğu imza asli unsur, imzalamadığı
kararname tamamlanmamış demektir.

 2018’e kadar CB’nın yetkilerinde bir değişiklik yok.

 82 Anayasası, 61 anayasası döneminde siyasal krizlere neden olan kimi hususları da düzeltmeye
yönelik tedbirler alıp düzenlemeler yapmış.

61 anayasası uygulamasında CB seçimi kriz doğurmuştu. Darbeden önce 6 ay CB seçememişti


meclis (Darbe sebeplerinden bir), çünkü parçalı yapı var. Cumhurbaşkanını meclisin seçmesi için
ilk turda 2/3’lik oy alması lazım, yine olmazsa 3. Tur ve bu sefer salt çoğunluk, bu da olmazsa
4.tura 2 aday kalıyor ve yine biri mutlaka salt çoğunluğu almalı> kimi siyasi partiler oy vermezse
salt çoğunluk bulunamaz ve türler sürekli yenilenir. 82 anayasası bunu çözmek için (ilk halinde):
ilk 3 aynı tur ama 4. turda CB seçilmezse meclis seçimleri otomatik olarak TBMM yenilenir, YSK
hazırlıklara direkt başlar. Anayasa meclise gözdağı veriyor, üyeler yeniden seçilebileceğinden
emin olamıyorlar, etkili bir yöntem. Meclis başkanı seçimlerinde de aynı durum söz konusuydu.
Bu sefer 4. turda salt çoğunluktan yine vazgeçilmiş: en çok oyu alan Meclis Başkanı oluyor.

 61 anayasasında 2 meclisli yapı yasalaşma sürecini uzattığından 82’de 2 meclisli yapıdan vazgeçiliyor.
Meclis tek meclis. Meclisin toplanma ve karar yeter sayılarında da değişikliğe gidiliyor: toplanma için
yine üye tam sayısının 1/3’i ama karar yeter sayısı için de özel düzenleme öngörmemişse, toplantıya
katılanların salt çoğunluğu diye düzenlemiş 82 anayasası ama bu sayı üye tam sayısının ¼’inden 1
fazlasından az olamaz. (Meclisi işlevselleştirmek için)

19
T.C. ANAYASASI
 1)Başlangıç denilen metin var.

 2)Daha sonra “Birinci Kısım: Genel Esaslar” (ilk 11 madde)


Devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri değişmeyecek hükümler, devletin temel amaç ve
görevleri, egemenlik, YYY yetkisi, kanun önünde eşitlik, anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
içerisine alıyor.

 3) İkinci Kısım: “Temel Haklar ve Ödevler” (12 ve devamı maddeler)

a) Temel Hak ve Hürriyetlere İlişkin Genel Hükümler


Sınırlandırma yapılmış burada:
b) Kişinin Hakları ve Ödevleri
c) Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler
d) Siyasi Haklar ve Ödevler
Buradaki sınıflandırma bir Alman hukukçu tarafından ortaya konulmuş, anayasamız da bu
sistematiği almış, düzenlemiş.

 4) “Üçüncü Kısım: Cumhuriyetin Temel Organları”


a) Yasama
b) Yürütme
c) Yargı, organlarına ilişkin hükümler yer alıyor.

 5) “Dördüncü Kısım: Mali ve Ekonomik Hükümler”


a) Mali hükümler
b) Ekonomik hükümler

 6) “Beşinci Kısım: Çeşitli Hükümler”


İnkılap kanunlarının korunmasına ilişkin çeşitli hükümler var.

 7) “6. Kısım: Geçici Hükümler”

 8) “7. Kısım: Son Hükümler”


Anayasanın değiştirilmesine ilişkin hususlar düzenlenmiştir.

 Anayasanın sistematiği bu şekilde.

 Anayasamız TH ve H’i devlet organlarından önce saymış. Bu sistematik açısından önemlidir çünkü TH
ve H’i önce düzenlemek onları önemsemeniz anlamına gelir. Hangisini önce düzenlemek bir tercih
meselesi.

20
BAŞLANGIÇ
 Başlangıç (Libacı-Rembil) kimi anayasaların o anayasanın yapılış felsefesini, yapılış sürecini, yapılırken
gözetilen ilkeleri anlatmak üzere metne geçmeden önce edebi bir dille kaleme aldıkları bir metni ifade
eder.

 Bütün anayasalarda yok, bir tercih koyup koymamak başlangıç metnini (Anayasa koyucunun bir
tercihi) (Alman anayasasında var. 1946-57 Fr. anayasalarında var.)

 Bizde 61 ve 82 anayasalarında birer başlangıç kısmı anayasa metnine önüne konulmuş.

 İlk yazılı anayasa olan ABD anayasasında da başlangıç kısmı var, bir paragraflık bir metin (1787).

 Başlangıç metni anayasanın içeriğine dair de bilgi verir. Örneğin; ABD’nin 1787 anayasasının metni
okunduğunda

Federal bir yapı düzenlediğini (anayasanın) görebiliriz. Daha mükemmel bir birlik yaratmak
dediği için (ABD önce konfederasyondu), ortak savunmayı gerçekleştirmek dediği için. (Gevşek
bir birliktelikten sıkı bir birlikteliğe geçmişler)

 Başlangıç hükümleri edebi bir dille oluşturuldukları için onlardan pozitif hukuk normu çıkarmak güçtür
ancak bizim 61 ve 82 anayasalarında başlangıç kısmı anayasanın metnine yani anayasa metnine dahil
edilmiştir. Yani başlangıç kısmı da anayasanın diğer maddeleri ile aynen normatif güce sahiptir. Yani
anayasa Mahkemesi kanunların anayasaya uygunluğunu denetlerken anayasanın maddeleri ile birlikte
başlangıç metninde de atıf yapabilir başlangıcı da ölçü norm olarak kullanabilir.

 61 ve 82 anayasalarımızın ikisi de darbe sonucunda yapılan anayasalar. Dolayısıyla her iki anayasanın
başlangıcına da anayasayı yapanlar (yani askeri güç), anayasanın başlangıç kısmına yaptıkları bu
müdahaleyi meşrulaştıracak ifadeler de koymuşlar. Örneğin; 61 devrimi yapan Türk milleti (yani
askerler değil darbeyi yapan Türk milleti). Direnme hakkı “((Bu hakkı Locke’da gördük: sözleşme
yapıldı devlet ve insanlar arasında (bireyler), devlet birey haklarına ihlal ederse bireyler direnebilir.)

Burada direnme hakkına atıf yapılarak bu işi milletin yaptığı izlenimi uyandırılıyor.

Şimdi devrimi yapan Türk milleti mi(❌ ) 38 subay mı (✅ ) ?

 82 için: 82 Anayasası’nın başlangıç kısmından iki paragraf 1995’te yapılan bir değişiklikle çıkarıldı. Bu
iki paragraf 12 Eylül askeri darbesini meşrulaştıran ifadeler bulunduruyordu. Örneğin; Türk milletinin
ayrılmaz parçası olan TSK, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği (yani millet; gel darbe yap, bütün siyasi
partileri kapat, YY’yi kendi eline al, binlerce insanı cezaevlerine doldur, idam et ve sonra anayasa yap,
demiş)
Türk milletinin meşru temsilcisi olan danışma meclisince hazırlanıp (x) (Danışma meclisinde
temsil yok, tamamı atanmış kişiler)

MGK’ince son şekli verilerek (Burada dürüst davranmışlar)

21
Türk milleti tarafından kabul edilip, doğrudan doğruya onun eliyle vaaz edilen bu anayasa
(Kabul edilmezse ne olacağı belli değildi vb.)

Bunlar başlangıç metninden 95 değişikliği ile çıkarıldılar

61’dekiler o süreçte çıkarılmamışlardı.

 Günümüzdeki hali:

 Anayasa madde 2: “…Türkiye Cumhuriyeti devleti, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan bir
cumhuriyettir diyor…” Başlangıçtaki bazı temel ilkeler: (dokuz paragraf tek cümle)

Laiklik, Atatürk milliyetçiliği (sübjektif), İnkılapçılık, Milli egemenlik, Hürriyetçi demokrasi


(anayasada gösterilen şekilde), Kuvvetler ayrılığı (Ayrılık üstünlük değil, üstünlük sadece anayasa
ve kanunlarda) Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, Eşitlik, Sosyal adalet vb…

Birazını bulsak da bu niteliklerin net bir listesi yok. (Ne çıkarılırsa) Anayasa Mahkemesi kararında
12 tane ilke saymış. Ayrıca sayılan birçok ileriki maddelerde somutlaştırılmış. Örneğin: laiklik
sosyal devlet… Dolayısıyla anayasa Mahkemesi’nin başlangıca atıf yapması yerine bu maddelere
atıf yapması daha uygun bir yaklaşım olur.

Bu ikinci maddeden hareketle oradaki temel sıfatı ilkeleri betimleyen bir ifade mi yoksa oradaki
bütün ilkeler temel ilke mi? Yani başlangıçtaki ülkelerin bazısı mı temel ilke yoksa hepsi temel
ilke mi başlangıçtaki?

 AY madde 4: 4. maddeye göre ikinci madde değişmez. (4. madde ikinci maddeye atıf yapıyor.)
İkinci maddede de cumhuriyetin nitelikleri arasında “başlangıçtaki temel ilkelere dayanmak” var. O
zaman 4. maddenin 2. Maddeye atfıyla, ikinci maddenin de başlangıca atfıyla başlangıçtaki bu temel
ilkeler de bu değişmezlik kapsamında mıdır? Yoksa değişmez olan başlangıçtaki ilkelere dayanmak
mıdır? Başlangıçtaki ilkeleri geliştirip değiştirirsek, değişmezlik yasağını çiğnemiş mi oluruz? Öyleyse
95’te bu yasağı çiğnedik iki paragraf çıkararak. (Eğer ikinci madde başlangıcın tamamını atıf yapıyorsa.)

Başlangıç değişmez diyen var. Hayır başlangıç değişebilir ikinci maddedeki niteliği değişmez
diyen var vs. vs…

 Şekli anayasa çerçevesinde anayasada tenakus (çelişki) kabul edilmez anayasada tenakus aranırsa
anayasanın kendi içinde hiyerarşi oluşturur. Bu da olmaz anayasanın, metninin tamamı birbirine eş
sayılır

Anayasa tekniği ile, kaleme alınışıyla alakalı sıkıntılar.

 Anayasa Mahkemesi başlangıca atıfla bir kanunu denetleyebilir. Ama bütün ilkeler hemen hemen
anayasanın maddelerinde somutlaştırılmış. Ancak 1984’te anayasa mahkemesinin vermiş olduğu bir
kararda ölçü norm olarak sadece başlangıçta bulduğu bir ifadeye dayandığını görüyoruz. Yani anayasa
metninde bir şey bulamadı, sadece başlangıçtaki bir ifadeye dayandı.

Olay Arapların boğazdan yalı almak istemeleri. Ancak tapu kanununa göre yabancıların
Türkiye’de mülk sahibi olabilmesi için karşılıklılık şartı aranır yani kendi ülkesinde vatandaşımızın

22
gayrimenkul alımına izin veren ülkenin vatandaşı ülkemizden gayrimenkul alabilir. Bunun önünü
açmak için tapu kanununda bir değişiklik yapıldı. Bir madde eklenerek hangi ülkeler için
karşılıklılık esas aranıp aranmayacağını Bakanlar kurulu karar verir. Denildi. Tepkiye neden oldu
ve bu düzenleme anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. Anayasa Mahkemesi kanunu iptal etmek
istediği halde anayasa metninde iptal için gerekçe bulacak bir şey bulamıyorlar/yok. Bariz bir
anayasaya aykırılık görünmüyor/ yok. Daha sonra başlangıcın 2. paragrafındaki “...dünya
milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak...” ibaresinden hareketle: Karşılıklılık
ilkesi Türk Yabancılar hukukunun vazgeçilmez bir ilkesidir, dolayısıyla anayasanın başlangıcının
2.paragrafındaki o ifadeyle ve 5.paragrafta ki “hiçbir faaliyeti Türk milli menfaatlerinin karşısında
koruma göremeyeceği” ifadesini birleştirerek; eğer karşılıklılık ilkesini kullanmazsan, ihlal
edersen bu 2. paragraftaki ilkeyi ihlal etmiş olursun, dediler ve başlangıca aykırılıktan iptal
ettiler. Normalde anayasanın hiçbir yerinde karşılıklılık esası gözetilerek diye bir ifade/emir yok.
Neyin karşılıklılık esası gözetilip gözetilmeyeceği aslında siyasi bir karardır. Menfaate (ülkenin
menfaatine göre) değişebilir. Buna ilave olarak karşılık/karşılıklılık esasının Türk yabancılar
hukukunun vazgeçilmez bir ilkesi olması kanuni (anayasanın altındaki bir düzenleme)
düzenleme. Kararın uygun olup olmaması ayrı bir tartışma. O gün olmadı bugün oluyor... O da
başka bir mevzu. Önemli olan burada: anayasa mahkemesi bazen böyle bir aktivist bir tavırla
siyasal iktidarın faaliyetini yerindelik açısından denetliyor. Oysa yargı organı hukuki denetim
yapmalıdır, yerindelik denetimi değil. (Yerindelik: olmuş mu, olmamış mı?, sonucu iyi-kötü
olur...)

BİRİNCİ KISIM
GENEL ESASLAR
 Madde 1: Devletin şekli: Türkiye devleti bir cumhuriyettir.

Devlet ve devletin unsurlarını birinci dönem gördük.

Cumhuriyet açısından iki anlamı vardı: dar anlam ve geniş anlamda (Fransız doktrininde) Ampirik
değerler açısından dar anlamda Cumhuriyet daha uygun.

 Madde iki: cumhuriyetin nitelikleri: Türkiye cumhuriyeti toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

“Milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı” derken sanki (bir solukta
okunduğunda) “milli dayanışma ve adalet içinde” kısmı insan haklarına saygılı olmanın ön
koşuluymuş gibi dursa da arada virgül olduğu için böyle bir durum söz konusu değil. Şu şekilde
anlayabiliriz o kısmı: Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzurunu önceleyen milli dayanışmayı
önemseyen ya da adalet anlayışını önemseyen gibi anlayabiliriz.
“Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde” kısımları biraz geniş anlamda.
Anayasa Mahkemesi 61 uygulamasında toplumun huzuru kavramına atıfla bir kararında
düzenlemenin anayasaya aykırı olmadığı yönünde karar verdi: O günkü ceza kanununda
“Toplumun bir kısmını diğerine karşı kin ve düşmanlığa teşvik suçu” düzenlemesinin anayasaya
aykırı olduğu yönünde iddia vardı. Buna aykırı (anayasaya) denilseydi önü açılırdı ve toplumun
huzuru zarar görürdü.

23
“İnsan haklarına saygılı” ifadesi yerine 61 anayasasında “insan haklarına dayanan” ifadesi yer
alıyordu. Kimileri bu saygılı ifadesini eleştiriyor: dayanmak daha vurgulu bir kelime, ama saygılı
kelimesi dayanana göre daha sofil, hafif bir kelime diye. Ancak ne yazarsa yazsın, eğer
anayasanın metninde TH ve H yeterince iyi bir şekilde düzenlenmiş ve koruma mekanizmaları
gerçekleştirilmişse ne yazdığı çok bir şey ifade etmez. Zaten anayasanın diğer maddelerine
bakıldığında insan haklarını dayanma ibaresini görüyoruz; Örneğin; madde 14.

“Atatürk milliyetçiliğine bağlı”. Millet ya da milliyetçilik kavramının 2 farklı anlamını birinci


dönem gördük: 1)Objektif millet/milliyetçilik anlayışı (insanları bir arada tutan bağlar objektiftir.
Örneğin; din, dil, ırk) 2) Subjektif millet/milliyetçilik anlayışı (Birlikte yaşama azmi, ortak ülkü-
amaç, ortak kültürü gibi subjektif nitelikli bağlar insanı tutar.) 1.’si Alman, 2.’si Fransız doktrini
ürünü (Alsos-loren bölgesi çekişmesinden doğmuşlar.) Önceki anayasalarımızdan 24
anayasasında 1937’de yapılan değişiklikle Atatürkçülüğün 6 ilkesi anayasaya girmiştir. Biri de
milliyetçilik ilkesiydi. 61 anayasasına gelindiğinde “milliyetçilik” kavramına farklı anlamlar
yüklenmesin diye “milli devlet” ibaresi kullanıldı. 82’de de yine aynı sebepten ötürü “Atatürk
milliyetçiliği” olarak düzenlendi. Atatürk milliyetçiliği subjektif milliyetçilik niteliği taşıyan bir
anlayıştır. Atatürk milliyetçiliğinin ırka dayanmayan, subjektif nitelikte bir anlayış olduğuna dair
anayasamızda izler var: Başlangıç ikinci paragraf diğer milletlerle eşit olduğumuzu söylüyor,
anayasa madde 66. Ancak mevzuatta ırka/objektif millet anlayışına atıf var: Vatandaşlık
kanununda vatandaşlığı kazanmanın istisna yollarından, Bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlığı
kazanmada (hukuki işlemle) (Artık cumhurbaşkanlığı kararı) “Türk soylular ibaresi” ile Türk
Soylular istisnai vatandaşlık kazanma da önceliğe/kolaylığa sahipler. (pozitif ayrımcılık)

“Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan”

“Demokratik” devlettir Türkiye cumhuriyeti. Demokrasi kavramını birinci dönem detaylı bir
şekilde işledik. Burada biz “Ampirik Demokrasi Teorisine” gitmeliyiz. Normatif teori (Lincoln’ün):
Halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi: bu bir ideali yansıtır. Ampirik demokrasi teorisi ise
az-çok bu ideale yaklaşır, asgari şartları (6 tane) belli olan bir demokrasi anlayışı: Etkin Siyasal
makamlar seçimle olacak, muhalefetin iktidar olma şansı olacak, birden çok siyasal parti olacaktı
ve TH ve H tanınıp güvence altına alınmış olacaktı. Bu koşullar varsa o sistem demokratiktir. Bu
açıdan Türkiye cumhuriyeti devleti demokratiktir, Liparth bizi saymasa da.

Erken seçim vb. olsa da belirli Aralık (5 yılda 1) geçerli. Erken seçim kararını TBMM veya
cumhurbaşkanı alabilir. Kim alırsa alsın anayasamız iki seçiminde birlikte yapılacağını
düzenlemiş. Bazen de bu süre (5 yılda bir) uzayabilir. Anayasamıza göre uzama sebebi sadece
savaş sebebidir ve bu savaş sebebiyle ülkede seçimlerin yapılması imkansız olmalıdır. TBMM bu
durumda seçimlerin bir yıla kadar ertelenmesi için karar verebilir. (azami süre bir yıl). Seçim
yapılacak ortamın olup olmadığının takdiri meclise ait. Savaş durumunda derken de bu statü
savaş ilanı ile doğar ve savaş ilan etmeye de TBMM yetkilidir. Ancak meclis toplanmış değilse ve
ülke ani bir silahlı saldırıya uğramışsa cumhurbaşkanı meclis toplanıp bu konuyu görüşene kadar
kuvvet kullanmaya karar verebilir. Bunun dışında TSK’nın uluslararası nezaket kuralları ve bir
uluslararası antlaşmanın gereğinin dışında yabancı ülkelere gönderilmesi ya da yabancı silahlı
kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına karar verme yetkisi TBMM’ye aittir.

BM antlaşması çerçevesinde TSK Somali’de bulunmuştu meclis kararına gerek yoktu.

Kosova ve Afganistan’da olan Türk gücü de NATO çerçevesinde yine meclisin kararına gerek yok.

24
Ancak Kuzey Irak ve Suriye’deki TSK unsurları meclisin verdiği yetkiye dayanarak oradalar. (1 yıla
kadar izin verdi) (Bu bir yıl sürede oldukça yeniden görüşülüyor.)

Seçim süreleri uzatılırsa meclis gibi cumhurbaşkanının da görev süresi uzar. Her 1 yıl geçtiğinde
meclis mevcut durumu seçimin yine uzayıp/uzamayacağını görüşür.

Ara seçim: TBMM üyeliklerinde boşalma olduğunda boşalmanın olduğu yerde yapılan seçimdir.

Seçimlerin serbestliğine ilişkin olarak da hem anayasal düzenlemeler var hem de seçimlerin
yönetimi ve denetimi bağımsız olan YSK’ya ait. (Yüksek Seçim Kurulu)

Birden çok siyasal parti olması açısından anayasamız siyasi partileri demokratik siyasal hayatın
vazgeçilmez unsuru olarak nitelendiriyor. Siyasi parti kurma izne tabi değil, serbest. Her Türk
Vatandaşı da siyasi faaliyette bulunabilir.

Muhalefetin iktidar olma şansı var. 2002’den beri AK PARTİ iktidarda olsa da iktidarın
değişmesine engel olacak bir durum yok. Hegemonyacı (yarışmacı) parti sistemi 20 yıl ve üstü
iktidarda kalan partiler antidemokratik değil, buna yaklaşıyoruz.

TH ve H’e ilişkin anayasal düzenlemelerimizde bir eksiklik yok. Uygulamada eleştiriler var
özellikle ifade hürriyeti açısından ancak bu eleştiri ve uygulama TH ve H güvence altında değil,
diyebileceğimiz şekilde değil.

 “Laik ve sosyal bir hukuk devleti”: Laik Devlet İlkesi:

İkinci maddeye göre Türkiye cumhuriyeti devleti laik bir devlettir.

Laiklik ülkemiz açısından en çok tartışılan bir ilkemizdir.

Laiklik hukuki açıdan Ergün Özbudun’un tanımlaması ile (genellikle) ele alınır. Ergün Özbudun
ikili bir ayrıma gidiyor: 1) Din ve vicdan hürriyeti boyutunu laik devlet açısından bir zorunluluk
olarak ele alıyor. 2)Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılığı boyutuyla ele alıyor.

1) Din ve Vicdan Hürriyeti Boyutu:

Laik bir devlet için vazgeçilmezdir. Herkes istediği dine inanma veya inanmama hakkına sahiptir.

İnanç hürriyeti ve ibadet hürriyeti olarak iki farklı boyutuyla ele alıyoruz:

A) İnanç hürriyeti açısından anayasamızın 24. maddesi bu hususu düzenlemiştir: Herkes vicdan, dini
inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Maddenin devamına bakıldığında anayasanın inanç hürriyeti
açısından bir sınırlama getirmediği görülür. Sınırsız bir hürriyet. Doğası gereği de öyle çünkü bir
insanın kafasına girilemez, kalbine hükmedilemez.

Anayasa 24/III: Kimse dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Dini inanç ve
kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Bu inanç hürriyetini pekiştiren ekstra bir
güvencedir.

25
AY 15 ((TH ve H’in durdurulmasına ilişkin maddemiz: önce OHAL’in ne zaman ve hangi şartlar
altında ilan edileceğine ilişkin hususlar (tedbirler) var)): Şu demek: OHAL’de durumun
gerektirdiği ölçüde bir hak ve hürriyeti kısmen ya da tamamen durdurma kararı alınabilir
(maddeye göre) Ancak fıkra 2’de OHAL’de savaşta vb. dokunulamayacak beş hak sayılmış (TH ve
H’in çekirdek hali)> Madde 15/II’de ek güvence çekirdek alan içerisinde sayılmış. Dolayısıyla
inanç hürriyeti açısından anayasamız sınırsız bir alan öngörmüş.

Gerek 15/II’ye gerek 24/III’e bakıldığında, bizim kanunlarımızda bu ilke açısından sıkıntı doğuran
bir durum/uygulama görülüyor. (Bu ilke: kimse dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz
vb.) Ör: Nüfus kanununa göre nüfus, kütüğünde kişinin dini bulunmalı/doldurulmalı. 2006’daki
yeni düzenlemeyle kişi isterse yazılı beyanıyla bu alanın (nüfus kütüğünde) boş bırakılmasını
isteyebilir ya da istediği biçimde değişiklik yapılmasını isteyebilir. Önceki düzenleme zorunluluk
ve cezaya tabii olabilir, yeni düzenleme ise bir iyileşme gibi olsa da yine aynı şeyi yapmak için
nüfustaki memura beyan verilmek zorunda kalınıyor. Bu husus anayasaya aykırılık açısından, 79
ve 95’te, 2 kere anayasa mahkemesine gidiyor. Ancak AY mahkemesi her iki kararında da bunun
anayasaya aykırı olmadığı yönünde karar veriyor, bunun bir zorlama içermediğini ifade ediyor.
Sadece sorulması açıklamak anlamına gelmiyor, denildi. 2006’dan sonra bu durum Avrupa insan
hakları Mahkemesi’ne gidiyor ve AİHM Türkiye’yi haksız buluyor. Fakat uygulama halen
değişmedi. Aynı anayasa Mahkemesi 96 yılında ceza Mahkemesi usul kanunundaki tanığın
dininin sorulması yönündeki ifade iptal etti. Buradaki uygulamada önce hakim kişiye dinini
soruyor ona göre yemin ettiriyor: Bu hükmü anayasa aykırı bularak iptal etmişti ama nüfus
kaydındaki kayıtların aykırı olmadığı yönünde karar verdi (mahkeme burada kamu düzeni ve
sosyal gerekliliğe dayandırıyor.) Hocanın aklına gelen tek örnek: kimsesiz ceset bulunur
üzerinden kimlik çıkar ve dini kısmına göre cenaze Töreni yapılır.

TH ve H’in Sınırlaması ancak kanunla yapılabilir. Bu sınırlamanın takdiri de yasama organına ait.
OHAL ve savaş durumunda ise yürütmenin başı (cumhurbaşkanı) kararname çıkarabiliyor, bunlar
kanun gücünde, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayıp tamamen durdurabilir. Ancak bu
düzenlemeler de yine yasama organının denetimine tabi, sınırlamaların çerçevesini
cumhurbaşkanı belirlese de. Yasama organı görüşüp istediğini yapabilir.

B) İbadet hürriyeti>24/II Diyor ki: anayasanın 14. maddesine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin
ve törenler serbesttir. Burada anayasamız ibadet hürriyeti noktasında sınırlar belirlemiş.
Madde 14’te: TH ve H’in Kötüye kullanılması vs. var. Madde 14’te militan demokrasi anlayışının
uzantılarını görüyoruz.

 İnanç öze ilişkindir, müdahale edilemez ancak ibadetin bir dışavurum yönü vardır dolayısıyla onun
toplumsal yaşamı ve kamu düzenini bozmaması gerekir. Örneğin: bir insan satanist diye
cezalandıramaz ancak bu kişi ibadet ediyorum diye kedi kesip ağaca asıyorsa bunu TH ve H
çerçevesinde değerlendiremeyiz…

İbadet noktasında, sosyal düzen kamu düzeni gibi kavramlar demokratik hoşgörü ile
değerlendirilecek şeyler aslında. Örneğin: ezan okunuyor ben ezandan rahatsızlık duyuyorum (ya
da çan sesinden) diyen birine hukuken ne denilebilir? Bu ancak toplumdaki demokratik hoşgörü
ile aşılabilir. Ama gerçekten çok yüksek boyuttaysa sesinin normal seviyeye indirilmesi
konusundaki talep de hoş karşılanmalı.

26
28 Şubat öncesinde yolun ortasında halka kurup zikir çekilmesi gibi kamu düzeninin bozulması
yanlış. Zaten bunlar 28 Şubat’a gerekçe bulmak için yapılan şeyler…

2) Din ve Devlet İşlerinin Ayrılığı Boyutu:

Klasik tanım: laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.

Bu noktada da Özbudun beş tane kriter belirliyor:

1. Laik devlette resmi bir din olmaz: biz de 28’de resmi din yok ancak Laikliğin anayasaya girmesi
1937
Bir anayasada resmi din olması o devletin din devleti olduğu anlamına gelmez, laik olmadığı
anlamına gelir.

Örneğin: İran teokratik bir devlet (din devleti)


Örneğin: Norveç mezhep belirliyor, kral ve bakanlar kurulunun yarısı bu mezhepten
olacak diyor.
Örneğin: İngiltere’de kraliçe resmi kilisenin başkanı ve lordlar kamarasında din adamları
var (din devleti değil)

Laikliğe yaklaşık 27 devlet anayasasında yer vermiş, çoğu da sosyalist bloktan kopan devlet.
Onlar çıktığında geriye Fransa, Türkiye ve Hindistan kalıyor. (Sosyalist gelenekten materyalizm
etkili olduğu için zaten din göz önünde bulundurulamaz.)

Biz Fransa örneğinden laikliği uygulamaya çalışmışız. Ama Fransa da laikliğin şiddetli bir
biçimde uygulandığı bir ülke: özellikle devrim/ihtilal sonrasında laiklik tam bir din düşmanlığı
şeklinde anlaşılmış. (Dini bütün sosyal hayattan soyutlama biçiminde anlaşılmış). Bizim kimi
dönem uygulamalarımızda da (anayasa Mahkemesi kararları gibi) bunu görüyoruz: aşırı şekilde
hatta laikliğin anayasadaki diğer ilkelerden daha üstün bir ilke olduğu gibi yorumlar hale
getirilmiş. Örneğin: iki defa başörtüsü kararı, siyasi parti kapatma davaları (refah partisi). Laiklik
anayasanın da üstünde görülmüş, öyle bir hale gelmiş ki, laiklik bir taraftaysa onun karşısındaki
TH ve H’i değerlendirmeye bile gerek yok. (Örneğin: eğitim hakkı, siyasi parti kurma
hakkı…)haline gelmiş.

2012’ye gelindiğinde, anayasa mahkemesinin üyeleri değişmiş, yapısı biraz değişmiş, anlayış da
değişmiş: bu defa anayasa mahkemesi laikliği katı perspektiften uzak, devletin bütün dinler
karşısında eşit davranmasından hareketle bir anlam yüklemiş ki olması gereken de o.

2. Devlet Bütün Dinler Karşısında Tarafsız Olmalı: Bu noktada hem yerel mahkemelerde hem de
AİHM’nde sorun olan uygulamamız: Zorunlu din dersi eğitimi. Anayasa madde 24: “Din devletin
gözetimi altında bir olgu ve eğitimi de altında yapılmalı” anlaşılıyor bu maddeden. Anayasa diyor
ki: ilk ve ortaöğretimde din kültürü ve ahlak bilgisi içeren bir ders müfredatta zorunlu olarak
bulunmalı, bunun dışında din eğitimi verilecekse bu da ancak ilgilinin rızası, isteği; küçüklerin ise
yasal temsilcilerinin izni ile olabilir. Sıkıntının çıktığı yer din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin adıyla
müsemma değil de, öteden beri, İslam dininin sünni inanışına göre oluşturulmuş bir içerik ve hatta
Kur’an’dan sureler öğretmek biçiminde gerçekleşti. Anayasanın söylediği dine, imana, ahlâka
ilişkin genel bir bilginin verilmesi zorunludur.

27
Danıştay bir kararında, sadece İslam dini ve İslam dininin sünni inanışına göre bir müfredatın
hazırlanıyor olmasını eğitim hakkına aykırı buldu. Bir de 2009’da AİHM’nin kararıyla Türkiye
haksız bulunuyor. (Alevi bir babanın, kızının Sünni eğitim alması konusunda açtığı dava).
Ancak mahkemenin kararından: siz sadece Sünni inanışı değil de Aleviliğin de eğitimini
verseydiniz sorun yoktu, anlaşılıyor. Başka inanış vs. yok mu? Karar sıkıntılı yani.

Günümüzde seçimlik dersler var ve bu derslerin anayasal açısından sıkıntısı yok ancak
uygulamada sıkıntı var.

Bu noktada devlet din eğitim ve öğretimi açısından gözetici rol oynuyor. Bu da bir noktada
aslında iyi (hocanın şahsi kanaati): çünkü din eğitimi ve öğretimi gerçek ve doğru bir şekilde
verilmezse daha sonra o ihtiyacı insanlar gidip hoca ve şeyh efendilerin dizlerinin dibine
oturarak alıyorlar. Orada karşılaştıkları şeylere de körü körüne bağlanabiliyorlar… (Örneğin:
cenneti garantilemek vb…)

3. Devletin Bütün Dinlerin Mensuplarına Eşit Davranması Gerekliliği: bu aynı zamanda anayasanın
eşitlik ilkesinin de bir gereğidir. Devletin “kamu hizmetine girmenin koşulu olarak şu din
mensuplarını alırım” demesi hem laikliğe hem de eşitlik ilkesine aykırıdır.

4. Din Kurumlarıyla Devlet Kurumları Birbirinden Ayrı Olmalıdır: ne din devletin tahakkümü altında
olmalı ne de devlet dinin tahakkümü altında olmalı. Bu noktada hukukumuz ve devlet şeklimiz
açısından sıkıntı doğuran durum: diyanet işleri başkanlığının konumu. Diyanet işleri Başkanlığı
genel idari teşkilatlanma içerisinde Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kuruluştur. Dolayısıyla görevlileri
kamu görevlisi statüsündedir. Gelir ve bütçe kaynakları “kamu bütçesi” mahiyetindedir. Dolayısıyla
“Devlete bağlı din” teşkilatlandırmasına çalıştığını söylemek mümkün.

Diyanet işleri Başkanlığının ilk oluşumu cumhuriyetin ilk yıllarında evkaf ve Şeriye vekilliği
şeklinde bir örgütlenmedir. Bu örgütlenmede vakıflarda din işleri bir örgütlenmede
toplanmıştır. Sebebi: Osmanlı’da devlet mülkün sahibiydi, kalan kamu görevlileri kuldu. İşte
Osmanlı’da kamu hizmetlerinin çoğu vakıflar eliyle gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla o dönemde
bir cami, bir Şifahane yaptıracak kişi, o kurumun idaresini sağlayacak kadar malı da vakıf
olarak bağışlamıştır. Dolayısıyla cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dini hizmetlere yapılan
birçok yatırımın/yapının birlikte vakfı da var. Ve harcamaları o vakıflar ve gelirleri ile
karşılanıyor o nedenle bu oluşumda vakıflar ve din işleri birlikte ele alınmış. Ama daha sonra
bu ikisi birbirinden VGM ve DİB olarak ayrılarak bir tüzel kişilik (VGM) ve tüzel kişiliği
olmayan, genel idare içerisinde bir bağlı kuruluş (DİB) ortaya çıkmış. Dolayısıyla, DİB ayrılması
durumunda o vakıfların vs.’nin de ayrılması gerekir. DİB ile birlikte hazine açısından da buna
pek sıcak bakılmaz.
Biz de Kur’an kursları ve benzeri yapılanmalar 24. maddedeki temel eğitim dışındaki eğitim ve
öğretim kapsamı içerisine giriyor ve bunda anayasal bir sakınca yok.

5. Hukuk kuralları Din Kurallarına Uymak Zorunda Olmamalıdır. Hukuku ortaya koyan organlar
(yasama, düzenleyici işlemler anlamında yürütme, içtihat hukuku anlamında yargı) bu
fonksiyonlarını yerine getirirken vermiş oldukları kararların din kurallarına uygun olma
“zorunluluğu” olmamalı.

1876 anayasasına göre Meclisi mebusanın yapmış/kabul etmiş olduğu kanunları meclisi ayan,
umumi diniyyeye uygunluğunu denetleme yetkisine sahipti/denetleyebilirdi. Zorunluluktan

28
kasıt bu. Yoksa hukuk kuralları mutlaka dinden esinlenebilir/esinlenir. Örneğin: öldürme,
çalma diyen dinler var, hukuk kuralları da bunları söylüyor. Aynı şeyi söylemeleri kast
edilmiyor/söyleyebilirler. Bu anlamda sakınca yok.

Hatta daha sonraki devlet organlarının yapmış oldukları düzenlemelerinin doğrudan din
kurallarını esas alarak yapmaları da (örneğin: Ramazan Bayramı tatili) kast edilmiyor.

Yani kastedilen “uymak ZORUNDA olmaması”.

 Sosyal devlet ilkesi: Türkiye Cumhuriyeti devleti sosyal bir devlettir.

Ergün Özbudun’un sistematiğine göre yine: sosyal devlet: devletin sosyal barış ve sosyal adaleti
gerçekleştirmek için sosyal ve ekonomik hayata aktif müdahalesini en gerekli ve meşru gören bir
devlet anlayışıdır.

Sosyal devlet yeni bir kavramdır, jandarma devlet anlayışına karşı/tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Sonradan anayasal nitelik kazanmıştır. (Özellikle Avrupa’da) 17-18. yy’dan itibaren liberal akım
hem ferdi hürriyetler anlamında zirve yaparken (bu anayasa hukukunun da doğuşuna neden
oluyordu.) ama aynı liberal akım jandarma devleti ortaya koyuyor. Yani devlet sadece güvenlik,
savunma ve adalet işlerine baksın, devletin fonksiyonu budur diyor. (Locke liberal görüşü savunur
onun için TH & H> hayat, hürriyet mülkiyet, bu mülkiyet kısım işin ekonomik boyutu). Dolayısıyla
liberal görüşün siyasal bir izdüşümü olmakla birlikte ekonomik bir izdüşümü de var. Jandarma
devlet (polis devleti ile aynı şey değil!) güvenlik, savunma ve adalet dışındaki alana müdahale
etmez. (Lock’a göre Zaten insanlar cezalandırma haklarını devlete devretmişlerdi= Savunma ve
güvenlik ve adalet) Özellikle de ekonomik alana devlet müdahale etmesin denir. Piyasa kendi
koşulları içinde hareket etsin ki bu da vahşi kapitalizme doğru gider. (Paranın kaplandığı, emeğin
göz ardı edildiği, kazananın hep kazanan kaybedenin hep kaybettiği bir anlayış.).

18-19.yy’da Bu liberal ekonomik model aşırı uygulanmış ve çok zararlı durumlar ortaya çıkarmış.
Sebebi: liberal görüş diyor ki: kişi doğuştan temel haklara sahip, kişi hür, kişinin çalışma hakkı var,
seyahat hürriyeti var, eğitim alabilir ama bu ekonomik model ortaya konduktan sonra iş şu
noktaya geliyor: seyahat hürriyeti var ancak seyahat edecek kadar para yok, çalışma hakkı var
ancak emeğin adil bir karşılığı yok… Böyle olunca bu hakların ne anlamı kalıyor… Sosyal güvenlik
hakkı hiç yok çalışamaz hale gelirsen… (Liberal anlayışa göre ortada bir pasta var, katkıda
bulunduğun kadar pay alabilirsin.) Bu hakları devlet sağlamazsa parası olan yaşar, olmayan bu
haklardan yararlanamaz… Sermayeyi elinde bulunduranlar o dönemde çalışan kesimi ezmişler
1830-40’lar da işçi sınıfının devrimi/ayaklanması bu yüzden. Avrupa bu liberal görüş iyi, hoş,
büyümeyi de sağlıyor ama toplumsal yapıyı bozuyor,demiş. Böylece sosyal devlet anlayışı ortaya
çıkıyor: herkese sahip oldukları insan haklarını kullanacak maddi imkanlar da sosyal adalet ve
barış açısından haklar gibi Devletin bir yükümlülüğüdür diyorlar. Devlet herkese insan onuruna
yaraşır, asgari bir hayatı sağlamakla yükümlüdür.

Devletin görevleri noktasında değişimler baş gösteriyor. Sosyal devletin anayasalar tarafından
düzenleme altına alınması I. Dünya Savaşı ve özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasıdır. (1929
ekonomik bunalımı).

Sosyal devlet demek sosyalist devlet demek değildir. Sosyalist devlette devlet bütün üretim
araçlarının sahibidir. (Sermaye, makineler, ekipmanlar, fabrikalar, toprak hepsi devletindir).

29
İnsanlar sadece oralarda çalışırlar ve Marksist anlayışa göre de eşit paylaşım yaparlar bunu
insanları tek tipleştirir(olumsuz yönü). Sosyalist devlet kişilerin özel yetenek ve becerilerini yok
eder, kapitalist devlet bunun önünü açar.

Hukuk devletinde sosyal devlet anlayışı gerçekleştirilemez ise yani insanlara insana yaraşır bir
hayat standardı sağlanacak tedbirler alınmazsa, insanlar hukuk devletinin gereği olan hak ve
hürriyetlerini kullanamazlar. Birbirlerinden farklı kavramlar olsalar da bağlantıları var.

Sosyal devlette bireysel mülkiyet kabul edilir ve koruma altına alınır. (Sosyal devlet, sosyalist
devlet demek değildir) sosyal devlet, devletçi ekonomik politika güden devlet demek değildir.
Devlet ister devletçi ekonomik politikalarla kendisi bir aktör olabilir, isterse sadece bir düzenleyici
olarak piyasa üzerinde denetim yetkisini kullanabilir.

Sosyal devletin ortaya çıkmasındaki amaç: kişileri özgürleştirmek. Yani sadece özgürsün demek
(liberal görüş) aynı sonuçları pratikte doğurmayabiliyor. Amacı kişileri o özgürlükleri
kullanabilecekleri standarda ulaştırmaktır. Bu gerçekleşmezse sosyal barış bozulur.

 Sosyal devletinin gerçekleşmesi için iki ana eksen de ekonomik ve sosyal hayata devletin müdahale
etmesi beklenir:
1) Herkese insan onuruna yaraşır asgari bir hayat standardı sağlamak:

Kişilerin sağlık, eğitim, güvenlik gibi hakları anayasalarda güvence altına alınır. Örneğin adil ücret
açısından asgari ücret belirlemeli devlet: haftalık belirli çalışma saati belirlemeli, bunun üstünde
çalıştıranlar olursa işçilerine/çalışanlarına ekstra ücret vermeliler gibi. (Düzenleyici fonksiyonunu
kullanarak) Bunu yapmazsa çalışanlar sömürülür.

Sosyal güvenlik hakkı: çalışamaz hale gelenler için, önceden (çalışırken) prim öde (şu an böyle,
bu aranmaya da bilir), çalışamaz hale geldiğinde belirli bir gelir kaynağın bu şekilde sağlansın,
Ölünceye kadar da sağlık hizmetinden faydalanma gibi şeyler ön görür sosyal devlet. Kişiler
çalışamaz hale geldiklerinde bir kenara atılmamalılar, atılırlarsa sosyal düzen bozulur.

Sağlık hakkı: 18 yaşına ücretsiz (kadar). (Sosyal devlet anlayışı devletin ekonomik düzeyi ile
alakalı, değişiklikler olabilir bu nedenle) imkan çoksa herkese ücretsiz, azsa cüzi bir miktara
yapılabilir. Amaç insanları hastalandıklarında bir kenara atmamak, sosyal devlet olarak.

Eğitim hakkı: herkesin hakkıysa, bu eğitimi verecek olan kurumları devlet olarak kurup insanlara
bu hizmeti vereceksin. Örneğin: 24 anayasasından beri ilk ve orta dereceli eğitim kurumları
ücretsiz (24 sadece bu var, sosyal devlet ilke olarak anayasamıza 61’de giriyor)
 Anayasa 65. maddeye göre anayasa, madde 2’deki sosyal devlet anlayışına bir sınır getirmiş, o da:
maddi kaynaklarının yettiği ölçüde. (Mali kaynakları).

Bu hakların kimisi devlete mali yük getirir (eğitim, sağlık ve benzeri.) Kimisi devlete mali yük
getirmez (asgari çalışma saati belirleme, sendikal haklar vb.) Yasal olarak bu hakları düzenler
devlet.

30
2) Sosyal Devlet Gelir ve Servet Arasındaki Uçurumu Daraltmaya Yönelik Tedbirler Alır:

Yani en zengin vatandaş ile en düşkün vatandaş arasındaki makası daraltmaya yönelik tedbirler
alır sosyal devlet. Bu tedbirler:

Vergi politikalarını devlet buna göre ayarlayabilir, sosyal amaçlı kamulaştırmalar yapabilir,
toprak reformu ve devlet değiştirme yapabilir, anayasamıza göre.

Devletin buna yönelik en etkili silahı vergi politikasıdır.

 Vergi: Kamu giderlerini karşılamak üzere mali güce göre devletin zorla aldığı paradır.

Bu uçurumu azaltmak için devletin vergi politikasını “artan oranlı vergi“ yapması gerekir. Yani
devlet geliri serveti yüksek olandan daha fazla oranda, daha az gelir elde edenden ise daha
düşük oranda vergi almalıdır ya da hiç vergi almamalıdır (geliri az olandan) eğer devlet tüm vergi
mükelleflerinden aynı oranda gelir alırsa, yükler oransal olarak aynıdır. Eşitlik var gibi görünür
ama adil sonuç doğurmaz. Örneğin: yıllık 20.000 kazananla yıllık 200.000 kazanandan da yüzde
onluk vergi alınırsa, 18.000 diğerine 180.000 kalır. Ve dar gelirli için daha ağır olur, diğerinin
lüksünden kırpılır. İlkesel bazda sosyal devlet açısından az olandan az vergi, çok olandan çok
vergi almak adalettir.

Servete dayalı makdi vergiler aynı oranda alınıyor motorlu taşıt vergisi gibi. (Adaletsizlik)

Dolaylı vergiler: harcamalardan alınan vergiler, en büyük adaletsizlik onlardadır. (KDV-ÖTV)


Harcama üzerinden otomatik alınırlar. Toplanması da kolay olduğu için devlet hep bu yola gider.
(Bizdeki uygulama bu) Çünkü gelir vergisi için beyan vs lazım beyanlarda usulsüzlük, yanlışlık
varsa cezaları var ama tespit lazım, bu yolla (beyan) kuyumcu vb. kendini asgari ücretliden daha
düşük gelirli gibi gösterebilir. Ancak dolaylı vergilerden devlet otomatik kesiyor, çabaya gerek
yok. (Ekmek, peynir, otomobil alma…)

İlkesel olarak sosyal devlette artan oranlı vergi olmalı ancak biz uygulamada maalesef
gerçekleştiremiyoruz.

 Kamulaştırma: özel mülkiyete konu bir taşınmazın gerçek bedeli ödenerek kamu malı/ devlet malı
haline getirilmesidir. (Kamu yararı olacak/ olmalı, kişinin rızâsına bakılmaz, gerçek değeri ödenmeli-
peşin) Kilit nokta kamu yararı: ör: Hastane yapılması gereken bir yerde, arazisi olmayan devletin, bir
tarlanın gerekçeyle bedelini ödeyip, kamu malına getirdiği tarlaya hastane yapılması. Burada
vatandaşa rızası vs. sorulmaz, bu bir idari işlemdir. İdari işlemler ve sözleşmelerin bazılarında idare
üstün taraftır, bazı üstün yetkiler kullanır. (Özel hukukta sözleşmelerde iradeler uyuşmalı) örneğin:
kamu yararı var der. İtiraz edilebilecek nokta kamu yararının olup olmadığıdır. Bedel için de dava
açılabilir. Bu ikinci kısımdır. Birinci kısım: idari mahkeme, ikinci kısım için: asliye Mahkemesi. Burada
Kamu yararı özel yarara üstün tutulur devlet sosyal amaçlı yapılan kamulaştırmalarda gayrimenkulün
bedelini eşit taksitler de ödeyebilirim, diğerlerinde peşin olarak ödemek zorunda. (46. madde)

Sosyal amaçlı kamulaştırmalar (madde 46): Tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve
sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların
korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan topraklar… (maddeyi okuyun)

31
 Toprak Reformu: Madde 44- Toprak Mülkiyeti: devlet toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve
geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeterli toprağı bulunmayan,
çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır.

Toprak reformundan daha ziyade kastedilen bu kısım

Bunu yapmak için ormanlar kesilemez (madde 44’ü okuyun)

Toprak reformunun amacı çiftçilikle geçinen toprağı olmayan (yeterli toprağı olmayan) kişilere
geçinebilecekleri yeterli toprağı sağlamak.

Toprak reformunun cumhuriyetin ilk yıllarından beri gerçekleştirmeyi düşünüyoruz

Bir boyutu da özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde toprağın büyük kısmı birilerinin elinde
toplanmış, diğer insanlar o topraklara bağımlı olarak yaşıyorlar. Yani o insanları da toprak sahibi
yapmak bir amaçta. Öteden beri isteniyor ancak çok fazla gerçekleşmedi.

İkinci boyutu da özellikle miras yoluyla bölünen toprakları işletilebilir düzeyde tutabilmek. Buna
ilişkin tarım topraklarının belirli bir oranının altına bölünemeyeceğine ilişkin kanun
düzenlemeleri var. Bu topraklar bölünerek satılamıyorlar, miras yoluyla da tarım arazisi kalıyorsa
bunun belirli süreler içinde mirasçılardan biri tarafından üzerine alınması yani toprağın tek bir
işletilecek kişi üzerinde toplanmasının hükmü var, eğer mirasçılar bunu gerçekleştiremezlerse o
zaman devlet devreye girip en yakındaki komşudan başlayıp işletebilecek olana o tarım arazisini
satıyor.

Siyasetçiler oy toplayabilmek için elinde fazla toprak bulunan aşiret yapılarına, onların
topraklarına pek karışmaz. Siyasetçiler tek tek köylü ile uğraşmak yerine aşiret reisleriyle
anlaşırlar.

 Devletleştirme: madde 47 (devletleştirme ve özelleştirme): devlet ister özelleştirmeye (son yıllarda


trend bu) isterse de devletleştirmeye ağırlık verebilir. Her ikisi içinde anayasada gerekli yetki verilmiş.
Devletleştirme: kamu hizmetinin niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı
hallerde devletleştirilebilir.

Kamulaştırma: özel mülkiyet, taşınmaz mal, kamu yararı


Özelleştirme: idarenin almış olduğu bir işlemle gerçekleşir
Devletleştirme: özel teşebbüs, kamu yararı.

Teşebbüs denilince akla bir işletme gelir: içinde taşınmaz malda vardır, makine-ekipman gibi
taşınabilir şeyler de dahildir, haklar ve borçlar da dahildir, yani topyekün.

Devletleştirme çok nadir başvurduğumuz bir şey. Örneğin cumhuriyetin ilk yıllarında demir
yollarının devletleştirilmesi (kurtuluş Savaşı sırasında lojistik anlamda en önemli imkan demir
yollarıydı çünkü karayolu zaten yaygın değil ve yeterli motorlu kara taşıtı yoktu). (Demir
yollarının işletmeleri çoğunlukla, imtiyaz sözleşmeleri çerçevesinde yabancılara, özellikle
Almanlara verilmiş -Osmanlı’nın son dönemlerinde).

32
Sıkıntılardan dolayı gerçek değerleri ödenerek cumhuriyetin ilk yıllarında demir yolları
devletleştirilmiş. Bugün de TCDD ayrı bir kamu tüzel kişiliğidir/niteliğindedir ancak özel
hükümlere tabiidir. Tekel niteliğinde de hizmet üretir. Yani, şehirlerarası demir yolu işletmeleri
sadece TCDD’ye aittir.

Devletleştirme tamamen siyasal iktidarım tercihine bağlı bir enstrüman/ tedbir. Devletin
ekonomik alanda bir aktör olmasını sağlar.

Doğruluğu-yanlışlığı tartışılır. Anayasada siyasal iktidara bir ekonomik diktesi yok.

 Sosyal devlet anlayışı açısından bu tedbirlerin bazıları devlete mali yük gerektiren tedbirler, bazıları ise
sadece devletin düzenleme fonksiyonunu gerektiren tedbirler. (Düzenleme için örneğin: Çalışma
hayatının düzenlenmesi, sendikal haklar… Burada devlet sadece kriterleri belirleyecek: fazla çalışma
ücretleri, tatiller vb. asgari ücret, grev…)

(Mali güç için örneğin: Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, konut hakkı gibi tedbirler devlete mali yük
getirir.)

 Anayasa: “Devlet mali gücü gerektiren tedbirler noktasındaki yükümlülüğünü, mali gücü imkanında
gerçekleştirir” diyor. Yani “bana ücretsiz sağlık hakkı ver.” diye devlete dava açılamaz bunlar doğrudan
talep edilebilecek haklar değiller.

Bu noktada Siyasal iktidar mali gücü gerektiren tedbirlerden hangisinin nasıl uygulayacağını
kendisi karar verir.

Örneğin: İskandinav ülkelerinde gelişmiş sosyal devlet anlayışı varken Amerika Birleşik
Devletleri’nde izlerini bile göremeyiz çünkü orada sosyal devlet anlayışı yok. Tamamen siyasal
iktidarın tercihi. (Örneğin: Amerika Birleşik Devletleri’nde 2.500.000’a yakın insan sokakta yaşıyor,
bunlara yapılan yardımlar tamamen kilise, dernek gibi özel kuruluşlarca yapılıyor.)
Siyasal iktidardan bu tedbirler talep edilebilir ancak bu talep “dava” ile değil “dile getirme” ile
olur. (Örneğin: seçim zamanı).

 “Hukuk devleti ilkesi”:

Hukuk devleti: devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olması, devletin vatandaşlarına
hukuki güvenlik sağlaması anlamına gelir. Yani “hukuka bağlı devlet” demektir.
Devletin hukuk kuralları ile bağlanması, sınırlanması anayasacılığın (anayasalcılığın) ana hedefiydi:
Siyasal iktidarın kişilerin hak ve hürriyetleri lehine sınırlandırılması ve devlet faaliyetlerinin hukuki
sınırı içerisinde görünmesi anayasalcılık açısından ulaşılması gereken önemli bir konu idi.

Devletin hukuk kurallarıyla bağlı olması hususu belirli bir süreç içerisinde ortaya çıkmış.

Devlet ve hukuk arasındaki ilişki açısından bakıldığında bu tanımlamada karşımıza ilk olarak, “polis
devleti” kavramı çıkıyor. Polis devleti: 17 ve 18. yüzyılda ki mutlakiyetçi rejimler. Yani egemenliğin
tek bir kaynakta toplandığı (tek bir Monarkta), hem egemenliğin hem devlet yetkililerinin
kaynağının tek kişi olduğu bir devlet yapısı.

33
Hukuk kurallarını koyan, onları uygulayan ve uymayanları cezalandıran tek bir otorite söz konusu
bu yapıda.

Bu noktada Monark ülkesinin selameti açısından, kendi bakış açısından, ülkesinin çıkarı açısından
için her türlü tedbiri alabilir: vatandaşlarının TH ve H’ni sınırlandırabilir, vatandaşlarına
mükellefiyet yükleyebilir. Tüm bunlar neticesinde devletin hem hukuk kuralları ile bağlı olmadığı
hem de devletin faaliyetleri sonucu vatandaşlar zarar görürse devletin bunlardan sorumlu
olmadığı görülür/söz konusudur.

Yani hukuk ile sınırlandırılamayan, vatandaşlara karşı herhangi bir sorumluluğu olmayan bir devlet
anlayışıdır.

Polis devleti kavramı önce alman doktrininde ortaya konmuş ve yine alman doktrininin ortaya
koyduğu, hukuk devletine geçişte bir aşama olduğu değerlendirilen “hazine teorisi“ ise: yine
devlet faaliyetleri dolayısıyla sınır kabul etmiyor. (Devleti hukukla sınırlandırmak yine mümkün
değil) ama bu aşamada hiç olmazsa devletin yapmış olduğu faaliyetler dolayısıyla zarar gören
kişilerin zararlarının “tazmin edilmesi” yolunda bir gelişme kaydediliyor. Şu şekilde oluyor: yine
krala karşı dava açılması mümkün değil, kralın şahsı sorumsuz ama devlet kralla özdeşleşmiş olsa
da devletin mal varlığı olan hazine bir “özel hukuk tüzel kişisi“ olarak düşünülüyor. (Devletin tüzel
kişiliğinden ayrı) ve kişiler devletin faaliyetleri dolayısıyla zarar gördükleri zaman hazineye karşı
dava açmak suretiyle bu zararlarını tazmin edebiliyorlar. Hazine teorisini de artık günümüzdeki
“hukuk devleti“ anlayışı takip ediyor.

Hukuk devleti anlayışında devlet hukuk kuralları ile sınırlıdır, devlet koyduğu kurala kendisi de
uyar, devlet organları hukuk kurallarının çizdiği sınırlar içerisinde faaliyet yürütürler ve devletin
faaliyetleri (özellikle idari faaliyetlerde) yine yargısal denetim altındadır. Yani “Hukuka Uyan
Devlet” söz konusu.

Bir devlete “hukuk devleti” denilebilmesi için gerekli kriterler/asgari şartlar:

1) Devlet Hukuk ile Bağlı Olmalı (En önemlisi)

Dolayısıyla devlet hukuka bağlı olacak ise devletin fonksiyonlarını icra eden organlar (YYY) da
hukuka bağlı olmalılar, hukuk kuralları içerisinde hareket etmeliler.

Yasama organının hukuka bağlı olması: yasama organı zaten kanun koyan bir organ, kendi
koyduğu kanuna uymak zorunda değil pek ala koyduğu kanunu değiştirebilir; o halde yasama
organının hukuka uygunluğu derken kastedilen (yasama organı da nihayetinde kurulmuş bir iktidar
olduğu için) anayasal sınırlar içerisinde (anayasanın çizdiği) yasama yetkisinin kullanılmasıdır.
Yasama organı anayasaya bağlı olmalı, anayasaya uygun olmayan kanunlar çıkarmamalı. Ancak
yasama organının anayasaya uygun olmayan kanunlar da çıkardığı oluyor; O zaman bunun bir
müeyyidesi olmalı ve işte bu noktada yasama organının anayasaya uygun davranmasını sağlayan
güç/organ ya da mekanizma “anayasa yargısı“ mekanizmasıdır. Eğer yasama organı anayasaya
aykırı kanunlar yapacak olursa anayasa mahkemesi bu kanunları hukuk düzeninden ayıklayacaktır.
(Anayasanın yorumlanması noktasında “otantik (bağlayıcı) yorum yetkisi “anayasa mahkemesine
aittir, anayasa mahkemesi kararları kesindir ve herkesi bağlar, geçmişe yürümez sadece teknik
anlamda somut norm denetimi denilen olay işletilmesi o mahkemenin önündeki dava için geçmişe
etkili olabilir o karar.

34
Yürütme Organının Hukuka Bağlı Olması: Yürütme de faaliyetleri içerisinde anayasaya uygun
davranmak zorundadır. Yürütme açısından idarenin kanun iyiliği ilkesi geçerlidir: yani yürütme
kanunlar çerçevesinde de faaliyet göstermek zorundadır. Yürütmenin hukuka uygun
davranmamasının müeyyidesi de yargısal niteliktedir. Yürütmenin en önemli düzenleyici işlemler
olarak cari sistemde “cumhurbaşkanlığı kararnameleri” var, bu kararnameler anayasa Mahkemesi
denetimine tabi. Yürütmenin geniş anlamda idari açıdan bakıldığında “Yönetmelik” gibi düzenleyici
işlemleri de var, onların denetlenme yeri idari yargı mevkileridir. Yine idari makamlara düzenleyici
işlem yanında bireysel işlemlerde yaparlar, yine burada davalar idari yargı düzeni içerisinde açılır

Yargı Organının Hukuka Bağlı Olması: Yasama ve yürütmenin anayasaya uygun bir şekilde faaliyet
yürütmesinin müeyyidesi yargısal denetim. Yargı organı da bir devlet organı, o da anayasa
açısından bir kurulmuş iktidar, anayasada yargı için bir sınır çiziyor. Dolayısıyla hukuk devleti
içerisinde yargı da hukuka uymak zorundadır. Burada karşımıza, yargı organlarının verecekleri
kararlar noktasında “hukukilik“ ve “yerindelik“ denilen iki kavram çıkıyor. Mahkemeler hukukilik
denetimi yaparlar yani önlerine gelen uyuşmazlık noktasında hukuki açıdan inceleme yaparlar,
Olması gereken budur. Bunun dışında Mahkemeler yerindelik denetimi yaparsa bu işlem olmuş
olmamış gibi idarenin takdir yetkisini kısıtlayacak şekilde karar verirlerse) mahkemelerde kendi
sınırlarını aşarlar. Bu noktada karşımıza “brüstograsi” denilen kavram çıkar, yani yargının diğer
devlet organlarının bu gücü eliyle hakim olması gibi. Mahkemeler anayasa koyucu, kanun koyucu
gibi davranamazlar. (Hukuk boşluğu dışında). Montaesque’nin Dediği gibi: hakimler kanun sözlerini
tekrarlayan bir ağız ötesine geçmemeli (biraz sert bir tabir ama)

Anayasa Mahkemesi’nin denetleyebilecek bir sistem yok. Anayasa Mahkemesi sınırlarını aşıyorsa,
siyasal iktidarın gücü yetiyorsa anayasa değişikliği yapar ve anayasa mahkemesinin yetkilerini
sınırlandırır: burada tamamen bir anayasal mühendislik söz konusu olur.

2) İdari makamlar da hukuka uymalı:

 Bunun en önemli mekanizması “yargısal denetim”dir.

 Anayasa madde 125’e göre: İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır. Ancak 82
anayasamız bu noktada bazı kısıtlamalar getirmiş: yasama kısıntısı: Yani yasa koyucunun ya da
anayasa koyucunun belirli konuları yargısal denetimin dışında bırakması. Bu noktada (yasama kısıntısı)
günümüz ve geçmiş 82 anayasası arasında bazı farklılıklar var: 82 anayasasının ilk halinde
cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler yargı denetimi dışında tutulmuştur (cumhurbaşkanının
sorumsuzluğun ve karşı imza söz konusu) (Cumhurbaşkanı’nın atamaları vb.) Ama 2017 değişikliği ile
cumhurbaşkanı yürütmenin tek başı olarak (monist yürütme) şekillendiği için Cumhurbaşkanı artık
sorumlu bir kişi haline geldi. Bir diğeri: yüksek askeri şuranın kimi kararlarına karşı yargı yolu kapanmış
durumda. 2010 yılı anayasa değişikliğinden önce YAŞ’ın Bütün işlemleri yargı denetiminin dışındaydı
ancak 2010 anayasa değişikliği ile birlikte kimi kararlarına karşı yargı denetimi/ yolu açıldı. (125/II.)
3.bir kısıntı/durum Hakimler Savcılar yüksek kurulunun kimi işlemlerine karşı yargı denetimi kapalıydı.
(2010 değişikliği öncesi) bugün için HSYK’nun meslekten çıkarma yetkisine ilişkin olan kararlarına karşı
dava açılabiliyor, diğer kararları yine yargı denetimi dışında. Dördüncü bir kasıntı (anayasadan değil
kanundan kaynaklanıyor) şu an için söz konusu değil çünkü sıkıyönetim kanunundan kaynaklanan bir
kısıntı (yargı kısıntısı) (daha doğrusu yasama kısıntısı) söz konusuydu. Yani yargı denetimi dışında
bırakılmış bir alan: sıkıyönetim ilan edildiğinde kolluk yetkisi askeri makamlara geçerdi ki bu askeri
makam Sıkıyönetimin ilan edildiği bölgeye atanan “sıkıyönetim komutanı“ idi. İşte sıkıyönetim
Kanunun düzenlediği hükme göre sıkıyönetim komutanının yapmış olduğu işlemlere karşı yargı

35
denetimi söz konusu değildi. 2017 değişikliği ile sıkıyönetim olağanüstü yönetim şekli (anayasal OYS)
olmaktan çıkarıldı. Dolayısıyla SY kanunu yok ve kısıntı da yok.

3) Hakimlerin/ Mahkemelerin Bağımsızlığı ve Teminatı:

 Hepsi dönüp dolaşıp yargıya geliyor: dolayısıyla yargı organının da bağımsız ve teminat altında olması
gerekli (Denetimlerin gereği gibi yapılabilmesi açısından)

 Anayasa madde 138 ve 139’da düzenleniyor.

 Madde 138 (mahkemelerin bağımsızlığı): kurumsal olarak yargıyı diğer iki devlet organından bağımsız
kılmaya yönelik düzenleme içeriyor (fıkra I ve III). Bu maddede yargı: yürütme ve idareye bağımsız
olarak düzenlenmiş (II). III. fıkraya bakıldığında ise yasamanın denetleme mekanizmalarının, yargı
yetkisinin kullanımında mahkemelere karşı kullanamayacağı söz konusu. (Yargının bağımsızlığı-
kuramsal olarak)

 Yargı kuramsal olarak bağımsızlaştırılınca hakim ve savcıların da kendilerini güvende hissetmeleri


gerekir.

Madde 139 (Hakim ve savcıların teminatı): Bu, işin maddi kısmıdır. Yani bu görevi yerine getirecek
olan kişiler kurumsal olarak kurumsal anlamda diğer devlet organlarından bağımsız olarak
düşünülmüş dizayn edilmiş olsa da anayasada, bu kişilerin maddi anlamda da kendilerini güvence
altında hissetmeleri gerekir. Yani bir hakim-savcı görevini yerine getirirken “Siyasal iktidara ters
düşersem” vb. düşüncelerle “başıma bir iş gelir mi?“ “maaşımdan/ özlük haklarımdan olur
muyum?” gibi bir kaygı duymasın diye getirilmiş bir güvencedir. Anayasamız açıkça “hakim ve
Savcılar azlonulamaz” diyor. (Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymek
dışında) kendileri istemedikçe anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamazlar. Resen
emeklilik: İdari emeklilik şartlarını taşıyan bir kamu görevlisine eğer kadrosu kaldırılmışsa ya da
gördüğü hizmet kamu hizmeti olmaktan çıkarılmışsa, kişi kendisi istemese de, resen emekli
edebilir ama hakim ve savcılar resen emekli edilemezler (kendileri istemedikçe, 65 yaşından önce)
bir mahkemenin kaldırılması ya da kadronun kaldırılması dolayısıyla Özlük haklarından yoksun
kılınamazlar. Mahkemelerin kuruluşu noktasında HSK’nin Tavsiyesi, adalet bakanlığının kararıyla-
işlemi ile, değişik idari birimlerde mahkemeler kurulur. Yeni bir mahkeme kurulabildiği gibi iş yükü
düşük olduğu zaman bazı mahkemeler de zaman zaman kapatılabiliyor: böyle bir durumda o
hakime “Senin işgal ettiğin kadro artık yok, o mahkemeyi kapattık” deyip maaşını ödemekten geri
kalınamaz (Özlük haklarını vermekten) bunun garantisi hakim ve savcılar için gerçekleştirilmiştir.
Bu hakim ve savcılara görevlerini yürütürken vicdanen de bağımsız ve tarafsız olmalarını ve
vicdani kanaatlere yönünde karar vermeleri için de bir teminat sağlar.

Hakim ve savcıların “coğrafi teminatları” yoktur. Yani görev yaptığı yerden başka bir yere
(sistematikleri var), ihtiyaç duyulduğunda, hakim ve savcılar görevlendirilebilecek. Bu hakim ve
savcılar üzerinde bir baskı oluşturabilir. Ancak hakim ve savcılar en nihayetinde görevlerini
layıkıyla yerine getirme noktasında kararlı olmalılar. Eğer vicdanlarında tarafsız olmak yoksa,
istenildiği kadar güvence-teminat getirilsin, bağımsız ve tarafsız davranamayabilirler. Öncelikle bu
görevleri yerine getirecek olan kişilerin vicdanlarında bağımsızlık ve tarafsızlık yer etmiş olmalı.

36
4) İdarenin Faaliyetlerinin Önceden Bilinebilir Olması ve Hukuki Güvenlik İlkesi (yani idari işlemlerin
geçmişe etki etmemesi):

 Bunlar hukuk devleti açısından kişilere bireylere hukuki güvenlik sağlar. Kişiler sürdürdükleri faaliyetler
neticesinde ne gibi durumlarla karşılaşacağını önceden bilmeliler. Dolayısıyla idari faaliyetlerini
yürütürken sık sık karar değiştirmemeli, belirli bir sistem/düzen içerisinde davranmalı, yine idare
yapmış olduğu işlemlerde geçmişe yönelik işlem yapmamalı, ileriye dönük olmalı zaten idari işlemler
ileriye dönük olarak sonuç doğurur. Geriye yürümez bu da kişilere hukuki güvenlik sağlar. Eğer idare
geçmişe yönelik işlemler yaparsa bu durumda kişiler yeni/ileriye dönük işlem yapma noktasında
hareketsiz kalırlar; “acaba yarın ne olacak? Bugün mükellefiyetlerim şu derece de, yarın geçmişe
döndürülürse o zaman ne yaparım?” endişesi sebebiyle.

5) İdarenin mali sorumluluğun mevcut olması:

 İdari eylem ve işlemler yapar ve bunların neticesinde eğer bir zarar ortaya çıkarsa idare bu zararı
tazmin etmek yükümlülüğü altında olmalıdır.

idari hukuka aykırı bir işlem yaparsa ve yapmış olduğu bu işlem dolayısıyla kişilerin ekonomik
faaliyetlerine halen (sanırım zarar) gelirse bu durumda açılacak dava ile (tam yargı davası) bu
zarar idareden tazmin edilebilir. Bu hem idari işlemler hem de idari eylemler açısından
geçerlidir.

İdari işlemler açısından bakıldığında (diyelim ki) idare kişilerin memur güvenliğini aykırı olarak
kişiyi aldı ve daha düşük bir kadroya verdi ve bu işlem dolayısıyla kişinin özlük haklarında
daralma meydana geldi. (Maaş düştü). Böyle bir durumda idareye karşı hem bu idari işlemin
iptali noktasında “iptal davası“ hem de bu dava sonuçlanana kadar geçecek süre içerisinde o
yoksun kalınan özlük haklarını idare eden kişi isteyebilir. İdare yapmış olduğu bu hukuka aykırı
işlem neticesinde ortaya çıkan zararı karşılamakla yükümlüdür. İdari yargı noktasında da bu
noktada idari hukuk içerisinde davranmaya zorlar.
İdari eylemlerde de kişilere zarar verilebilir. İdarenin yürüttüğü kimi faaliyetler dolayısıyla da
kişilerin özel kişilerin haklarını da ihlal olabilir. Örneğin: bir yol yapım çalışmasında makinalardan
biri molozu yol kenarındaki bahçemizin ortasına döktü (yani idare), tarlanız ekiliydi ama bunun
sonucunda tarlanız ve ürünleriniz mahvoldu. Burada idare bir işlem yapmadı sadece hareket
etti. Dolayısıyla size bir eylemle zarar vermiş oldu (bir işlemle değil). Bu eylemden dolayı doğan
zararı idare tazmin etmek zorunda. Bunun yolu da yine eğer idare bu noktada hareketsiz kalırsa
idari yargı, tam yargı davasıyla bu zararın tazmin edilmesidir.

 Madde 3: Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli
kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “istiklal marşı “dır. Başkenti Ankara’dır.

Madde 3 “Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti” başlığını taşıyor.

Daha önce derslerimizde “Türkiye Cumhuriyeti üniter yapıda bir devlettir” demiştik ama
anayasamızda hiçbir yerde bu yok. Biz bunu (Türkiye Cumhuriyeti devletinin üniter yapıda
olduğunu) üçüncü maddenin “Türkiye devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür”
ifadesinden anlıyoruz. Buradaki “ülkesi ile bölünmez bir bütündür”den kasıt Türkiye Cumhuriyeti
devletinin coğrafi anlamda bölüp “federal devlet yapısına” geçilemez, madde kaldırılmadığı
sürece (bu da asli kuruculukla gerçekleştirilebilir). Aynı zamanda “Türkiye Cumhuriyeti devleti

37
milleti ile bölünmez bir bütündür” yani insan unsuru noktasında da farklılaştırarak “Korporatif
federalizme” geçemezsiniz. Üçüncü madde hem federal devlet yapısını hem de kooperatife
denetim yapısını yasaklar.

“Dili Türkçedir” ibaresinden resmi dil olarak “Türkçe’nin” kabul edildiğini anlıyoruz.

Burada eleştiriler vardı: kastedilen daha geniş bir anlam, gibi. Bu eleştirilere katılmak mümkün
değil. Çünkü zaten başlı başlığında “resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti” diyor. Bunun
ötesinde bir anlam ifade etmiyor.

1876 anayasasından beri resmi dil Türkçedir. Tüm devlet işlemlerinde “Türkçe” kullanılır. “Resmi
dil” den kasıt da zaten devletin/devletin organlarının işlemlerinde bu dili kullanmalarının
zorunluluğudur. Yoksa günlük hayatta kişiler farklı bir dil veya lehçenin kullanabilirler, bu
noktada kimsenin herhangi bir itirazı olamaz. (Devletin-idarenin işlemlerinde)

Bu noktada hiç Türkçe bilmeyen kişiler ne yapacak? : Eğer kişi mahkeme önüne gitmişse ve
Türkçe bilmiyorsa gerek ceza muhakemesi kanunu açısından bakıldığında gerekse hukuk usulü
açısından baktığımızda “yeminli tercüman” kullanmak mümkün. Ama tercümanlar neticede,
niye? Kullanılan o dili/metni Türkçe’ye çevirecekler ve işlem yine, Türkçe üzerinden yapılacak.
Örneğin: yabancı biri gelip Türkiye’de gayrimenkul edineceği zaman tapu memuru işlemi Türkçe
yapacak gibi.

Bu noktada resmi dilin Türkçe olmasını genişletmeye çalışanlar isteyenler, bu noktada faaliyette
bulunanlar oldu. Örneğin: Yargıtaya yazılan temiz dilekçesine hem Türkçe hem Kürtçe yazanlar
oldu ama Yargıtay bunları kişi Türkçe bildiği için reddetti, bilmiyorsa kişi tercümandan
faydalanabilir. “Kişi Türkçe biliyorsa işlemlerini Türkçe yapmak zorunda.” Resmi dili kullanmak
zorunda, dünyanın her yerinde böyledir.
“Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır“: burada bahsedilen bayrağın
rengi üzerindeki “ayyıldız“ dır. Üçüncü madde değişmez maddeler içerisinde. Üçüncü maddenin
atfıyla “kırmızı zemin üzerine beyaz ay ve yıldızdan oluşan Türk bayrağı “değiştirilemez. Bu
bayrak I. Murat’tan beri kullandığımız bir bayrak, yani geçmişi eski (1004 yüzlere kadar gidiyor).
Ama süreç içerisinde şekli değişmiş; Zaman zaman altı, bazen beş köşeli yıldız; hilalin yönü
zaman zaman değişmiş ama “kırmızı zemin üzerine beyaz ay ve yıldızdan oluşan bayrak” formu
değişmemiş.

1983 tarihli bayrak kanunumuzda o bayrağın ölçüleri düzenlenmiş (ve şekli). Yine bayrak
törenlerinin nasıl olması gerektiği, bayrağa nasıl davranacağı hakkında hükümler var. Bu bayrağa
karşı olanlar içinde müeyyideler orada düzenlenmiş.

“Milli marşı ‘istiklal marşı’dır” diyor üçüncü madde. Buradaki istiklal marşı, değişmezlik
açısından, hukuk tekniği açısından bakıldığında değişmez olan İstiklal marşının sözleridir.

İstiklal Marşı’nın bestesinin hukuk tekniği açısından değiştirilmesinde herhangi bir değişmezlik
söz konusu değil. Sonradan bestelenmiş ve değiştirilmiş. Beste istenilirse değiştirilebilir. (Hukuk
tekniği açısından)

38
“Başkenti Ankara’dır” bu da değişmez hükümler içerisinde. Başkent devletin merkezine ifade
eder yani anlayacağınız devletin organlarının (YYY) özellikle yasama ve yürütmenin bulunduğu
yerdir.

Bu başkent kavramı geniş olarak düşünülebilir/ele alınabilir. Tüm devlet organlarının merkezinin
başkentte bulunması söz konusu olabileceği gibi sadece belirli devlet organlarının başkentte
bulunması yoluna da gidilebilir. Biz de özellikle İstanbul’un bir finans merkezi olması anlamında,
Merkez Bankası ve kamu bankalarının İstanbul’a taşınması noktasında talepler var. Buna
başkent Ankara olması dolayısı ile karşı çıkılıyor. Buna anayasa açısından (yani taşınma için)
herhangi bir sıkıntı yok. Hatta federal Almanya’da başkent dışında bir kentte. Biz biraz geniş
düşünmüşüz Başkent mevzusunu: örneğin sahil güvenlik komutanlığı Ankara’da. Ancak devletin
merkezi anlamında yasama ve yürütmenin başkentte bulunması gerekli, özellikle ikisinin. (Hoca
bu kanaatte.)

 Madde 4: İlk üç maddenin değişmezliğine ilişkin. Bu konuya “tali kurucu iktidarın” sınırlarını anlatırken
değinmiştik.

4.madde ilk üç maddenin topyekün değiştirilemeyeceğinden bahsetmiyor. 4.madde ayrı ayrı


olarak 1. maddedeki cumhuriyetin, 2. maddedeki cumhuriyetin niteliklerinin (metnin değil yani
ikinci madde yeniden kaleme alınabilir, daha açık) yani temel niteliklerinin ve 3. maddedeki
hükümlerin değiştirilemeyeceğinden bahsediyor.

 Madde 5: “Devletin Temel Amaç ve Görevleri” başlığını taşıyor. Bu maddede “sosyal devlete yapılan
bir vurgu var: sosyal devletin özgürlük anlayışının liberal özgürlükten farklı olarak “özgürleştirme”
olduğunu söylemiştik. Yani kişinin TH ve H’ini kullanması noktasında, onları anlamlı bir şekilde
kullanması noktasındaki engelleri kaldırmak sosyal devletin özgürlük anlayışı, işte buna yönelik atıf
var.

 Madde 6: “egemenlik” konusunu düzenler. Egemenlik iç hukuk açısından en üstün buyurma gücüdür,
uluslararası hukuk açısından ise devletlerin egemen eşitliği ve içişlerine karışmama anlamına gelir.

“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir“ ibaresi 1921 Teşkilatı esasiye kanunundan itibaren temel
bir ilkedir. Bu ibareden egemenlik anlayışının “milli egemenlik olduğunu anlarız. Soyut bir
kavram olarak “millet”e egemenlik hakkı verildiği zaman zorunlu bazı sonuçları olur: en önemlisi
“temsili rejimin zorunlu hale gelmesi”dir. Çünkü soyut bir kavram olan millet kendi iradesini
ortaya koyamayacağı için millet adına onun iradesini birilerinin ortaya koyması gerekir.

Ancak II. fıkra ile getirilen düzenleme 61 anayasası ile birlikte hakim olan anlayışı ifade ediyor:
“Türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.“.
1921 ve 24 Teşkilatı esasiye kanunlarında (21-24 Anayasalarımızda) egemenliği kullanan tek
organ olarak “TBMM“, diğer organlar ise onun türevleri biçiminde, egemenliği kullanan organlar
olarak görünmüyordu. Ancak 1961 anayasamıza gelindiğinde egemenlik kullanan organlar olarak
üç organ sayılıyor, ve 82’de de yerini almış. Burada kastedilen organlar üç devlet organı yani
yasama, yürütme ve yargı organları.

Fıkra III: “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.
Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” Burada
yine yasaklayıcı bir hüküm var: “hiçbir kişiye” derken “mono pratik“ bir yapıyı “hiçbir zümreye“

39
derken “aristokratik” yapıyı veya “sınıfa“ derken (sınıftan kastettiği plaoterya: işçi sınıfı)
komünist-markşist Bir sınıfa egemenliğin bırakılamayacakğını anayasa ifade ediyor.

 Madde 7: yaşama yetkisini düzenlemiş: “yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisinindir. Bu yetki devredilemez”.

 Gerek 6. maddedeki III. fıkra ve II. fıkra ve 7. maddedeki Yaşama yetkisinin devredilmezliğine ilişkin
madde “AB” ye tam üyelik noktasında sıkıntı doğuracak, değişikliği gerektirecek düzenlemelerdir. AB
her ne kadar federal bir yapı ortaya koymasa da (Anayasası olmadığı için), AB’nin karar organlarının
almış oldukları kararlar üye devletlerinin iç hukuklarında doğrudan etki doğurur nitelikte.

Yani AB karar organlarının almış oldukları kararların tekrar ülkelerin kendi iç hukuklarında
düzenlemelerine/alınmasına gerek yok; AB’ye adalet Divan’ı kararları da doğrudan üye ülkelerin iç
hukukunu etkilediği, yargı organlarını bağladığı görülür. Dolayısıyla eğer günün birinde (1950’lerden
itibaren AB’ye üye olma noktasında bir vizyonumuz var) düşük bir ihtimal ama AB’ye tam üyelik
aşamasına gelirsek anayasanın 6. ve 7. maddelerinin değiştirilmesi/ her iki maddeye istisna
hükümlerin koyulması gerekir. Örneğin: 6.maddeye “Uluslararası birlikler istisna” şeklinde bir
hüküm koymalıyız ya da yedinci maddenin iki cümlesinin arasına “uluslararası örgütlere üyelikler
dışında yaşama yetkisi devredilemez” gibi bir ifade eklemek gerekir.

Madde 7 yasama yetkisi demiştik: yasama yetkisi devlet organları içerisinde “asli” nitelik taşıyan
tek yetkidir. Yani yasama yetkisinin anayasa’da ya da başka yerde yazmasına gerek yok; yasama
organı herhangi bir kaynaktan, bir hukuk kuralından yetki almaksızın bu yetkisini kullanabilir.
Başka bir devlet organından izin almasına gerek yok, yasama yetkisi doğrudan doğruya asli
olarak kullanılan bir yetkidir.

Madde 7 düzenlemesinin iki boyutu var: birincisi bu yetki sadece TBMM’ye ait. Yani yasama
niteliğinde işlemler TBMM dışındaki herhangi bir organ tarafından yapılamaz: bunun iki boyutu
var: 1) yasa koyan meclis tektir TBMM’dir. Dolayısıyla yerel otoritelerin, yerel birimlerin, mahali
idarelerin meclislerine şu ya da bu adı altında kanun niteliğinde, kanun gücünde işlem yapma
yetkisi verilemez, kanun gücünde işlem yapabilecek tek meclis TBMM’dir. Bunu aynı zamanda
uluslararası hukuk boyutuna da dönüştürebiliriz: uluslararası hukuk anlamında da kanun koyma
yetkisi uluslararası bir örgüte bu haliyle devredilemez. 2) yasama yetkisi diğer devlet organlarına
da verilemez/bu yetki devredilemez. Burada tabii ki genel bir ilkeden bahsediyoruz; bu ilkenin
istisnalarını 82 anayasasının ilk halindeki KHK‘larda ve yeni hali olan CBK’nde görüyoruz. Çünkü
82 anayasasının ilk halinde KHK dediğimiz uygulama aslında yasama yetkisinin bir kanun ile
TBMM tarafından yürütme organına yani bakanlar kuruluna devrini ifade ediyordu. Dolayısıyla
KHK çıkarmasına ilişkin 90. madde 7. maddeye göre özel hüküm niteliğindeydi ve bir istisnayı
ifade ediyordu.

Anayasa Mahkemesi’nin “yasama yetkisinin devredilmezliği“ne ilişkin bir çok kararı var. Anayasa
Mahkemesi yaşama yetkisinin devredilmezliği etkisini katı şekilde ele almıyor. Anayasa
Mahkemesi şunu diyor: “idareye ya da yürütme organına verilecek olan yetkinin çerçevesi
kanunla açık bir şekilde düzenlenmiş olmalı; kanun çerçeveyi çizmeli, içerisinde kalan boşluğun
doldurulması noktasında ise hükümeti (Bakanlar kuruluna ya da idari makamlara) yetki verebilir“
diyordu. Bu noktadaki yetki devri; vergi, suç ve cezalar konusunda karşımıza çıktığı gibi özellikle
de KHK’ler noktasında karşımıza çıkıyordu. KHK’ların denetlenmesi noktasında anayasa
mahkemesi’nin doksanlı yıllarda KHK’lere bir antipati duyduğu, özellikle de Turgut Özal

40
hükümeti tarafından onun döneminde bu KHK yoluna sıkça başvurulması dolayısıyla, KHK
kavramına anayasa Mahkemesi’nin temkinli yaklaştığını, önyargılı yaklaştığını görüyoruz vermiş
olduğu kararlardan. Anayasada açıkça düzenleniyor olmasına rağmen anayasa mahkemesi bir
dönem vermiş olduğu iptal kararlarıyla KHK kurumunu işlemez hale getirmiştir. Daha sonra bu
noktada yumuşamalar olmuş. Zaten 80’li yılların sonlarıyla 90’ların başında ve 2007 sonrası sıkça
KHK kullanıyordu, artık KHK hukukumuzda yok.

Özellikle vergiler, suç ve cezaların kanuniliği ve bakanlar kurulunun yetkileri noktasında, yasama
yetkisinin devredilmezliği noktasında anayasa mahkemesinin temel içtihatı şuydu: yaşama
organı bir kanun ile çerçeveyi çizecek, genel ilkeleri koyacak, onun dışında kalan boşluk alanları
yani teknik bilgi-detay gerektiren hususların düzenlemesini yürütme organına bırakabilecek
şeklindeydi-şeklindedir.

 Madde 8: “yürütme yetkisi ve görevi” başlığını taşıyor. Madde 7 ve 9 ise “yasama yetkisi” ve “yargı
yetkisi” başlıklarını taşıyor. 1982 anayasasına kadar önceki anayasalarımız yürütmeyi “görev” olarak
düzenliyordu. Yürütmeye “yetki” denmesi ancak 82 anayasası ile birlikte gerçekleşiyor 82
anayasasında böyle düzenlenmesinin sebebi ne?

Bir devlet organına “görev” denildiği zaman, görev noktasında bir inisiyatif söz konusu olamaz,
asli bir düzenleme yetkisi söz konusu olamaz. Görev denilen şeyin çerçevesi çizilmiş (kanunlarla
ve anayasa) bir sorumluluğun yerine getirilmesidir görev. Yani bir bağlı yetki ifade eder.
Dolayısıyla görev denilirse bir organa “asli düzenleme yetkisi vermiyorsunuz” demektir, yürütme
ancak anayasanın ve kanunların çizdiği sınırlar içinde hareket etmek zorunda demektir.

Ancak 82 anayasasına geldiğimiz zaman 82 anayasası ilk halinden itibaren yürütmenin de asli
olarak yani sadece kaynağını anayasadan alarak, kanuna dayanmaksızın asliye düzenleme yetkisi
tanıdı iki hususu düzenlemiştir: birincisi CBK (Bu CBK 2017 değişikliği ile getirilen CBK değil, 82
anayasasının ilk halinden itibaren bulunan ve sadece cumhurbaşkanlığı sekreterliğinin
kuruluşunun teşkilatını ve yetkilerini düzenleyen bir kararname) (2017’de kaldırıldı) (bu
düzenlemeyi cumhurbaşkanı karşı imza olmaksızın/tek başına yapıyordu) ikincisi ise OHAL
durumunda yani olağanüstü rejime geçildiğinde (ilk halinde: OHAL durumuna geçildiğinde ya da
sıkıyönetim ilan edildiğinde) yine cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar kurulu
sıkıyönetim KHK çıkarmasıyla yetkiliydi. Her iki düzenlemede de (CBK ve OHAL ve Sıkıyönetim
KHK) Düzenleme yetkisi asli tarihte yani anayasadan almayan doğrudan yetki ile kullanılan bir
yetki, bu konuda kanunun öncelikle bir düzenleme yapmasına gerek yok. (Buradaki CBK 2017
değişikliği öncesi: CB’lığı sekreterliğinin Kuruluşunu, işleyişini ve personelini düzenleyen bir işlem
de sadece, diğer alanlara müdahale edemezdi) (82 anayasasının ilk halinde CB yönetmenliği yok,
2017 değişikliği itibari ile CB yönetmelik çıkarabilir)

Buranın özeti: yürütmeye asli yetki olarak 82 anayasası iki hususta yer veriyor: biri OHAL ve
sıkıyönetim KHK’leri; doğrudan anayasanın verdiği yetki ile yapılıyor, kanuni düzenlemeye gerek
yok. Diğeri 2017 değişikliği öncesinde cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğinin kuruluşu, işleyişi ve
personel işlerine ilişkin olarak cumhurbaşkanının doğrudan anayasadan aldığı yetkiyle sadece bu
konular için yaptığı CBK’dir.

Eğer yürütme organına “asli düzenleme yetkisi“ veriliyorsa anayasada bunun “yetki“ olarak
nitelendirilmesi gerekir. Çünkü görev olarak nitelendirildiği zaman o görev sadece kanunların
çizdiği sınırlar içerisinde yerine getirilir ama kanunun ötesinde kanuna dayanmaksızın işlem

41
yapma yetkisi veriliyorsa (o iki husustaki gibi) o zaman yürütmeye de “yetki“ denilmesi gerekli. O
nedenle sekizinci maddede “yürütme yetkisi ve görevi“ diyor. Önceki Anayasalarımızda
yürütmenin böyle “asli düzenleme yetkisi“ olmadığı İçin yürütme hep “görev” olarak
düzenlenmiş.

 Madde 9: Yargı yetkisi başlığı: yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce
kullanılır.

Buradaki “ve tarafsız” ifadesi 2017 değişikliği ile eklendi.

 Bu devlet organlarını ilerde detaylı işleyeceğiz.

 Madde 10: Eşitlik ilkesi: kanun önünde eşitlik başlığı: öncelikle eşitliğe ilişkin düzenleme 82
anayasasında genel esaslarda düzenlenmiş. Yani eşitlik ilkesi bir TH ve H olarak düzenlenmiş değil.
Ancak 61 anayasasında eşitlik ilkesi TH ve H (2.kısım) içerisinde düzenlenmişti. 82 anayasası ise eşitlik
ilkesini 1. kısım genel esaslar içerisinde bağımsız bir ilke olarak düzenlemiş.

Bu maddede de yine ilk halinden bugüne değişiklikler var. (Maddeyi okuyun)

Eşitlik ilkesi noktasında farklı anlaşılmalar var. Ondan önce: 10. maddenin 2. ve 3. fıkraları
anayasanın ilk halinde yoktu. (2004 ve 2010’daki değişikliklerle anayasaya girdiler)

Eşitlik ilkesinin iki farklı anlaşılışı var: 1.’si mutlak eşitlik, 2.’si ise nisbi eşitlik.

“Mutlak eşitlik“ denilen şey kişilerin, kişisel ve özel durumlarına bakılmaksızın, kanunların herkes
için aynı şekilde uygulanmasıdır. Bu eşitlik anlayışında kimsenin kişisel ya da özel durumlarına
bakılmaz. Bu eşitlik anlayışına “Şekli Eşitlik“ ya da “Aritmetik Eşitlik“ de deniyor. Aristo bu anlayışı
“Denkleştirici Adalet“ olarak isimlendiriliyor. Anayasanın 10. maddesinin 1. ve 4. fıkralarının bu
eşitlik anlayışını yansıttığı görülür.

 Eşitlik noktasında, insan onuru ve temel haklar noktasında ki eşitlik anlayışı “mutlak eşitlik” olmalıdır.

 Eşitlik her alanda mutlak şekilde ele alınırsa adil olmayan sonuçlar da ortaya çıkabilir.

“Nisbi eşitlik” bazı durumlar açısından daha adildir. Nisbi eşitlik anlayışında ise “aynı durumda
olan kişiler” eşit muamele görürler. Dolayısıyla durumları farklı olan kişilere karşı farklı
düzenlemeler yapılabilir. Nispi eşitliğe de “maddi eşitlik” ya da “geometrik eşitlik” denilebiliyor.
Aristo’nun adalet anlayışında ise nisbi eşitlik “dağıtıcı adalet” olarak isimlendiriliyor.

 Nisbi eşitlik, “Pozitif Ayrımcılık” demek değildir. Nisbi eşitlik: “Eğer kanunları, kuralları herkes için aynı
şekilde uygulamak yoluna gidilirse bazen adil olmayan sonuçlar ortaya çıkar.” demek/ diyor nisbi
eşitlik. Örneğin: Devlet memurları kanunu dese ki: “devlet memuru olarak istihdam edilecek olan
kamu görevlilerinin hepsi ayrım gözetilmeksizin 12. derecenin birinci kademesinden göreve başlarlar.“
derse bu mutlak anlamda eşitliktir. Ama kamu görevine atanacak olan bu kişilerin kimisi ortaokul,
kimisi lisans mezunu, kimisi yüksek lisans yapmış; dolayısıyla daha fazla nitelik taşıyan bu kişilerle
herhangi bir niteliği olmayan diğerleri eşitlik olarak mutlak eşitliğe tabii olursa ortaya adil olmayan
sonuçlar çıkar. İşte o nedenle nisbi eşitlik anlayışı kimi zaman daha adil sonuçlar doğurur. Buradaki

42
durum (nispi eşitlikteki) aynı durumda olanlara eşitlik. Örneğin: tüm lise mezunları şu dereceden, lise
mezunları arasında ayrım yok; tüm okul mezunları şu dereceden başlar… gibi

 Mutlak eşitliği “İnsan Onuru” noktasında benimsememiz gerekli. Herkes insanca yaşam noktasında
mutlak anlamda eşit olmadı; ancak onun dışındaki konularda kişisel ve özel durumlar işin içerisine
dahil edilebilir. (Nisbi eşitlik ilkesi)

 Pozitif ayrımcılık: genel olarak belirli bir cinsiyete ya da belirli bir ırka yönelik olarak, somuttaki geri
kalmışlığı/dezavantajı düzeltmek adına, onlara sağlanan ayrımcılığı ifade eder veya avantajı. Onuncu
maddede bunun örneklerini görüyoruz: fıkra II (kadınlar için) ve fıkra III (korunmaya muhtaç kesimler
için) de pozitif ayrımcılık yapılabileceği, bu tür ayrımların anayasanın eşitlik ilkesine, aykırılık teşkil
etmeyeceğini düzenliyor. Fıkra II’nin anayasal temeli: 2004’te anayasaya girdi (değişiklikle). II. fıkra
aslında I. fıkranın tekrarı (birinci fıkrada cinsiyet de diyor). Ama devamında getirdiği düzenleme
“devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.“ Yani burada anayasa koyucu baştan,
kadın erkeğin sosyal statüsü hakkında bir farklılaşmanın olduğunu kabul ediyor ve bunu devlete bir
yükümlülük olarak veriyor; ve bu maksatla devletin alacağı tedbirler eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz
diyor. Ülkemizde bu yadsınamaz bir gerçek: kadınların sosyal hayata, eğitim ve hatta siyasette
erkeklere nazaran daha arka planda kaldıkları. Bu noktada devlet yasal düzenlemelerle kadınların
daha ön plana çıkması yani zaten geridelerken onlara bir avantaj sağlamak için yasal düzenlemelerde
bulunabilir. Örneğin: Anadolu liselerine girişte kızlara ekstra puanın tanınması vaktiyle; ya da zaman
zaman gündeme getirilen: siyasi partilerin aday gösterirken kadın adaylar için asgari bir kotanın
uygulanması gibi… Bu tür uygulamalar yasal düzenleme olarak karşımıza çıkarsa, bu durumda AYM
bunu eşitlik ilkesine aykırı olarak görüp iptal edebilir. Çünkü kanunla “şu okula girmek için erkekler 80,
kızlar 60 yapsa yeterli“ gibi bir düzenleme yapmak bakıldığında eşitlik ilkesine aykırıdır. Dolayısıyla
AYM 10. maddenin (AY’daki) ilk fıkrasına bakarak “burada cinsiyet ayrımcılığı var” diyebilir, “bu eşitlik
ilkesine aykırıdır” diyebilir. İşte bu nedenle kadınlar için (fıkra II) ya da III. fıkradaki uygulanacak
tedbirlerin anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanmaması için bu 2 fıkra (I.- II.) anayasanın
10. maddesine eklendi. Dolayısıyla kadın-erkek eşitliğini hayata geçirmek için gerekse korunmaya
muhtaç kesim için getirilen düzenlemeler noktasında yapılacak olan yasal düzenlemeler artık
anayasaya aykırı olarak değerlendirilemez.

10.maddenin son fıkrasına bakıldığında; bu eşitlik ilkesinin kime hitap ettiği, eşitlik ilkesinin
yükümlüsü görülür. Son fıkraya göre “devlet organları” ve “idare makamları“ bütün işlemlerinde
kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Demek ki eşit şekilde
davranmak, eşitlik ilkesini gözetmek devlet organlarına (YYY) yönelik ve idare makamlarına
yönelik bir yükümlülükmüş. (Kamu gücü kullanan)

 Peki acaba bu eşitlik ilkesi “özel kişiler arasındaki” hukuki ilişkiler arasından da bağlayıcı nitelikte
midir? (Örneğin: işveren kadın yerine erkek işçi tercih ederse eşitlik ilkesine aykırı davranmış olur mu?
Ya da bir ev sahibi bekar yerine aileye ev verirse?). Aslında anayasanın onuncu maddesi devlet
organlarına ve idare makamlarına hitap ediyor, eşitlik ilkesine uygun davranmak zorundadırlar. Ama
özel kişiler açısından bakıldığında “özel hukuk sözleşmelerinde” sözleşmenin tarafını seçmek
“sözleşme hürriyetinin” bir gereğidir. Ancak yakın zamanlarda TİHEK (Türkiye insan hakları ve eşitlik
kurumu) kuruldu. Ve bu kurumun uluslararası anlaşmalarda gözetilerek almış olduğu kararlar, kurulun
oluşturulmasına ilişkin kanunda da ayrımcılığa yönelik, ayrımcılık doğurabilecek uygulamalara yönelik
para cezası verme yani yaptırım uygulama yetkisi verildi ve bu örnekler bu kurul tarafından para
cezasıyla cezalandırılmış işlemler. Kurulun kullanmış olduğu yetki aslında anayasadan kaynaklanan bir

43
yetki değil, yani anayasa eşitlik ilkesinden bahsederken bundan bahsetmiyor: devlet organlarının ve
idarenin eşitlik ilkesine uygun davranmasından bahsediyor. Ama uluslararası anlaşmalar ve kanunlar
çerçevesinde bu şekilde bir düzenleme var ve kurulun bu tür ayrımcılık sonucu doğuran uygulamalara
para cezası kestiğini bilmeliyiz.

 Madde 11/ Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğünü düzenliyor: anayasa hükümleri, yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.

“Anayasanın bağlayıcılığı”: anayasa normlar hiyerarşisinde en üstte yer aldığı için ve bir temel
hukuk normu olduğu için; hukuk normlarının en önemli özelliği de bağlayıcılıklarıdır. Dolayısıyla
anayasanın “bağlayıcı” olması da kaçınılmazdır. (Anayasanın normlar hiyerarşisindeki yeri)

“Anayasanın üstünlüğü” ise normlar hiyerarşisini ifade ediyor; normlar hiyerarşisine göre anayasa
bir hukuk düzeni içerisindeki en üstün hukuk kuralıdır; ve hukuk kuralları, bir hukuk düzeninde
piramit şeklinde bir görüntüye sahiptirler. Bu piramidin tepesinde anayasa vardır, onun altında
diğer hukuk kuralları. Piramidin mantığı: her hukuk kuralı kendinden önceki hukuk kuralına uymak
zorundadır. (Diğer hukuk kurallarının anayasaya aykırı olamayacağı).

Nitekim anayasa madde 11/II: “kanunlar anayasaya aykırı olamaz” şeklinde açıkça bu durumu
düzenliyor.

 Kanunların anayasaya aykırı olamayacağı (anayasanın üstünlüğü) anayasalarımızın hemen hepsinde


yer almıştır. (1876,24,61,82 > 21’de denilmemiş: anayasanın üstünlüğüne atıf ve kanunların anayasaya
aykırı olamayacağı). 24’te bu durum açıkça düzenlenmişti. Ama “kanunların anayasaya aykırı
olamayacağını” yani “anayasanın üstünlüğünü” anayasada metin olarak düzenlemek pratikte bunun
gerçekleşmesini otomatik olarak doğurmaz; nitekim 24 anayasasında bu düzenlenmiş olmasına
rağmen anayasaya aykırı birçok kanunun yürürlüğe girdiğini, uygulandığını söyledik.

Kanunların anayasaya uygunluğu denetimi noktasında iki tür denetim var: 1) Siyasal denetim, 2)
yargısal denetim:

1) Siyasal denetim: Adı üstünde, kanunların anayasaya uygunluğu denetimini siyasal organların
yapmasını kast ediyor yani Türkiye Büyük Millet Meclisi=yasama organı>Yasama organı içerisindeki
komisyonlar > genel kurul ve daha sonra da kanunlar devlet başkanının onayıyla yürürlüğe girdiği
için devlet başkanının yapmış olduğu denetim yetkisi. Bu denetimler siyasal organlar eliyle
yapıldığı için buna “Siyasal denetim” diyoruz. Yani Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları,
kendilerine sunulan tekliflerin/önergelerin anayasaya aykırı olduğunu gözetip henüz kanun
çıkmadan anayasaya aykırılığı düzenleyebilirler. Yine Türkiye Büyük Millet Meclisi genel kurulu
görüştüğü kanun metinlerinde anayasaya aykırılıklar olduğunu gözetip bunları düzeltebilirler,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkisinde. Bunların gözünden kaçmış ve kabul edilip
cumhurbaşkanına gitmişse cumhurbaşkanının da yine kanunları 15 günlük inceleme süresi var; bu
süre içerisinde cumhurbaşkanı kanunu yeniden görüşülmek üzere geri gönderebilir bir gerekçe ile,
bu gerekçelerden biri de “anayasaya aykırılık gerekçesi “dir. Dolayısıyla cumhurbaşkanı da öyle bir
denetim yaptığı zaman anayasaya uygunluk denetimi yapıyor demektir. Ancak bu siyasal
organların yapmış olduğu denetim etkin sonuç doğurmaz. Çünkü bu makamların kendi
menfaatlerine ya da kendi siyasal görüşlerine uygun olarak yaptıkları düzenlemelerde bu
anayasaya aykırılıkları gözardı edebilirler.

44
 Dolayısıyla anayasaya uygunluğu denetleyecek olan mekanizmanın yasama ve yürütmeden bağımsız
ve tarafsız ayrı bir organ eliyle yapılması doğru olandır. Burada karşımıza “yargısal denetim” çıkıyor.
Yani yargı organı eliyle kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi yolu.

2) Yargısal denetim: noktasında ise iki sistem vardır: biri “Amerikan sistemi = genel mahkeme
sistemi”; diğeri ise “Avrupa sistemi = özel mahkeme sistemi“ dir.

Amerika tipi anayasa yargısında kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi bütün


mahkemelere yetki olarak verilmiştir: her bir mahkeme, kendi bakmış olduğu davada uygulayacak
kuralın anayasaya aykırı olup olmadığını denetleme yetkisine sahip ve eğer uyguladığı kuralın
anayasaya aykırı olduğu kanaatine varırsa o aykırı olan kanun hükmünü görmezden gelir/ ihmal
eder ve onun yerine anayasaya, hakkaniyete uygun, anayasadan bir çözüm yolu bularak bir karar
veriyor. Ancak mahkemelerin vermiş olduğu bu kararlar sadece tarafları bağlar nitelikte, herkes
için geçerli değil. Ama mahkemenin vermiş olduğu bu anayasaya aykırılık kararı (somut olaya özgü
olarak verdiği karar) temyiz mahkemeleri önüne götürülürse (yüksek mahkeme önüne giderse) ve
yüksek mahkeme de aynı şekilde düşünür ve kuralın anayasaya aykırı olduğu yönünde karar
verirse yüksek mahkemenin vermiş olduğu kararlar bütün mahkemeleri bağlayacağına için artık o
kanun mahkemeler tarafından uygulanamaz hale gelir. Otomatik olarak iptal olmaz, kağıt
üzerinde durur ama mahkemelerin hiçbiri artık o hükmü uygulamaz, yüksek mahkemenin kararı
neticesinde.

Bizim de benimsemiş olduğumuz Avrupa tipi anayasa yargısında ise bir kanunun anayasaya aykırı
olduğu noktasında ki karar, yalnızca bu iş için kurulmuş özel mahkeme tarafından verilir. Buna da
“AYM” ya da “yüksek mahkemeler” diyoruz. Her ne kadar önceki Anayasalarımızda anayasanın
üstünlüğü ve kanunların anayasaya aykırı olamayacağı düzenlenmiş olsa da eğer bunu
denetleyecek bir anayasa Mahkemesi ya da bir anayasa yargısı modeli benimsenmiş ise
kanunların anayasaya aykırı olamayacağı anayasanın üstünlüğü kağıt üzerinde kalır.

İKİNCİ KISIM
TEMEL HAKLAR VE ÖDEVLER
 “Hürriyet” ya da “özgürlük” denilen şey bir insan fiili dolayısıyla insanın serbest hareket etme gücünü
ifade ediyor. Yani belirli bir şekilde davranmak ya da davranmamak noktasında serbestliği ifade eder
“Hürriyet” dediğimiz şey. Örneğin: Seyahat hürriyeti bir yerden bir yere gitme noktasındaki serbestliği
ifade eder. (insan fiili sonucu)

 “Hak” ise daha ziyade, anayasa hukuku açısından bakıldığında/ hukukun genel teorisi açısından
bakıldığında, “hak“ kavramı genellikle “menfaat teorisi“ ekseninde ele alınır, ve “hukuk düzeninin
tanıdığı ve güvence altına aldığı menfaatler” “hak“ olarak ifade edilir. Anayasa hukuku açısından
bakıldığı zaman ise hak olarak ifade edilen şeyler, daha ziyade anayasanın hürriyet/özgürlük olarak
ifade ettiği kimi şeylerin somutlaşmış biçimleridir. Örneğin “hak arama” hürriyeti bir özgürlüktür (hak
aramak) ama bunu somutlaşmış biçimi “dava hakkıdır”: eğer mahkemeler önünde davacı veya davalı
olarak yer alıyorsanız dava hakkınızı kullanıyorsunuz demektir; bu sizin hak arama hürriyetimizin
somutlaşmış halidir.

45
 Hak ve hürriyet kavramları arasındaki bir farklılık da: “hürriyet/özgürlük” olarak ifade edilen
düzenlemeler, devletin ve üçüncü kişilerin karışmayacağı, müdahale etmeyeceği bir alanı ifade eder;
bir müdahalesizliği ifade eder bu alan. Örneğin: düşünce hürriyeti için devlete ve üçüncü kişilere gelen
bir yükümlülük karışmamadır, müdahale etmemedir. Örneğin: seyahat hürriyeti, haberleşme hürriyeti
ve benzerinde de aslında böyledir. “Hak” olarak ifade edilen kimi durumlarda ise devletin bu defa
karışmama değil, aksine karışma ve olumlu edimde bulunmasını gerektiren hususlardır “haklar“.
Örneğin: Eğitim hakkı (özellikle sosyal ve ekonomik haklar bu kategoride yer alır): eğitimi alabilmek
için devletin olumlu edimde bulunması gerekli (devletin okul açması, öğretmen istihdam etmesi,
eğitim araçlarını tahsis etmesi gerekli) bu hakkın gerçekleşmesi için olumlu bir edim yüklüyoruz.
Örneğin: sağlık hakkı (hastane açmak vb.)

 “İnsan hakları” kavramı (en geniş): aslında tabi hak/tabii hukukçuların kullandığı bir kavramdır. “İnsan
hakları” denildiğinde insanın sadece “insan olarak doğumuyla” birlikte kazandığı “dokunulmaz,
devredilmez ve vazgeçilmez hakları” ifade eder. Dolayısıyla en geniş hak kategorisini-tanımını yapmış
oluyoruz. İnsan hakları kavramı bu anlamıyla bir “ideali” bir olması gerekeni yansıtır. Ve bu kavram
dinamik bir yapıya sahiptir, sayılmış tüketilmiş bir listeye dayanmaz. İnsan hakları dediğimiz şeyler
önce insanın zihninde şekillenir, dile getirilir ve kabul gördüğü zaman bu listeye eklenir. Örneğin: 17-
18. yüzyıllarda “hayat, hürriyet, mülkiyet” gibi üç temel haktan bahsediliyorken günümüzde
anayasalar 40-50 tane haktan bahsedebiliyorlar. Örneğin: 100 yıl önce kimse çevre hakkı diye bir
haktan bahsetmiyordu ama 2 tane dünya savaşı yaşanınca, her şey kirlenince insanlarda artık “ben
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahibim.” diye bir bilinç oluşmaya başladı, insan hakları
listesine bu eklendi ve daha sonra ise bu haklar pozitif metinler tarafından tanınır hale geldi. İnsanlar
arasındaki ilişkiler, insan ve devlet arasındaki ilişkiler değiştikçe, geliştikçe; teknoloji de yine değiştikçe,
geliştikçe yeni yeni hak kategorileri o listeye eklenir. İnsan hakları denilen bu listenin insanlar için
güvence sağlayabilmesi için pozitif metinlerce, anayasalarca ya da uluslararası belgeler eliyle
düzenlenip korunması gerekli; işte bu noktada karşımıza diğer kavramlar çıkıyor temel hak ve
hürriyetlere ilişkin.

 “Kamu hürriyetleri” kavramı bunlardan biri. Kamu hürriyetleri ise: insan hakları listesi içerisinden
“pozitif metinlerce” tanınmış ve güvence altına alınmış hakları ifade eder. (Pozitif metinin içerisine
anayasa, kanunlar, beyannameler, uluslararası anlaşmalar girer.)

 Diğer bir kavram (en çok kullandığımız): “Temel Hak ve Hürriyetler (THH)” ise yine; insan hakları listesi
içerisinden “anayasalar” tarafından tanınmış ve güvence altına alınmış hakları ifade eder (hak ve
hürriyetleri). Bu açıdan bakıldığında her devletin anayasası açısından, o devletin egemenliği altındaki
bireyler için, THH farklılık arz edebilir. Örneğin: Biz çevre hakkını tanımışız, bu anayasamızda yer alan
bir hak. Dolayısıyla bu bizim için THH oluştururken, bir Afrika ülkesinde anayasada çevre hakkı
tanınmamış olabilir, dolayısıyla çevre hakkı o ülkenin alanında bir temel hak olarak ifade edilemez.

Örneğin: Hollanda’da eşcinsel evlilik bir hak olarak tanımışken hukuk düzeni tarafından-anayasa
tarafından tanınmışken bizde böyle bir hak tanınmamış.

Dolayısıyla THH anayasaları doğrudan ilgilendirdiği için, doğrudan anayasa tarafından tanınıp
güvence altına alınan hakları ifade ettiği için, her bir devlet için farklılık arz edebilir.

 Bir diğer kavram: “Anayasal Haklar”: anayasal haklar aslında THH’in eş anlamlısıdır, yani anayasa
tarafından tanınmış, güvence altına alınmış “THH’i ifade etmek için “anayasal haklar” tabiri de
kullanılır.

46
Bunun yanında bir de zaman zaman “kişi hak ve hürriyetleri” kavramı kullanılır. Kişi hak ve
hürriyetleri ise anayasacılığın kökeninde yer alan ferdiyetçi/liberal/ hürriyet doktrini açısından
bakıldığında liberal doktrinin, ferdiyetçi doktrinin savunduğu klasik hakları ifade etmek için
kullanılır. Örneğin: kişi dokunulmazlığı, kişi hürriyeti, konut dokunulmazlığı gibi hak ve
hürriyetler kişi hak ve hürriyetleri olarak ifade edilir.

1)TEMEL HAK ve HÜRRİYETLERİN


SINIFLANDIRILMASI
 THH (Daha geniş anlamıyla insan hakları) değişik açılardan sınıflandırılmış; bunlardan “en yaygın” olanı
“THH’in niteliklerine göre” yapılan bir sınıflandırma, alman hukukçu George Welling tarafından ortaya
konulmuş; THH’in niteliğine ya da sağladığı korumaya, fonksiyonuna göre yapılan bir sınıflandırma
(3’lü)

Yine yaygın olan bir sınıflandırma ise “THH’in Ortaya Çıkışına (çıkış sıralarına)” göre yapılan bir
sınıflandırma. Bunlar da “Kuşaklar şeklinde:1.-2.-3. Kuşak haklar” şeklinde yapılan sınıflandırma.

Bunların yanında THH; bireysel haklar-kolektif haklar, fiziki haklar (hürriyet)-düşünce hürriyeti
şeklinde yapılan sınıflandırmalar da var. Biz ilk ikisini göreceğiz.

A) THH’in niteliklerine göre sınıflandırılması:


 THH’in sınıflandırılması noktasında “en yaygın” kullanılan “George Welling’in” yapmış olduğu
sınıflandırmadır. Bu yazar “niteliklerine göre 3’lü” bir sınıflandırmaya tabi tutmuş:
 1.grup Haklar: negatif statü hakları
 2. grup haklar: pozitif statü hakları
 3.Grup haklar: aktif statü hakları

İlk grup haklar: negatif statü hakları:


 Kişinin devlete karşı ileri süreceği, devlet tarafından ve diğer kişiler tarafından “dokunulamayacak,
açılamayacak, bir özel alan yaratan hakları” ifade eder “negatif statü hakları” (NSH). Yani bu grup
haklarla “kişileri mahfuz bir alan“ yaratılır.
(Mahfuz: muhafaza edilmiş,korunmuş)

NSH’ı kişileri mahfuz bir alan sağlıyor. Örneğin: kişi güvenliği, konut dokunulmazlığı (kimsenin
konusuna hakim kararı ya da kendi izni olmadan girilemez) gibi, düşünce hürriyeti, din hürriyeti,
seyahat hürriyeti, haberleşme hürriyeti, haberleşmenin gizliliği gibi THH’ler kişiye dokunulamaz
bir alan sağlar.

 Bu haklar noktasında devletin ve diğer kişilerin “karışmama, müdahale etmeme yükümlülükleri” söz
konusudur. Burada “temel görev”, devlete düşen temel görev bu alana müdahale etmemektir,
karışmamaktır.

 Yani devlete bu haklar noktasında “negatif bir edim yüklenecek” yani dokunmayacak. (Yazar bu
yüzden bu ismi vermiş)

 NSH’na “Kişi hakları” da denir. Kişiye mahfuz bir alan sağladığı için “koruyucu haklar” da denir.

47
İkinci grup haklar: Pozitif statü hakları:
 Pozitif statü hakları (PSH), NSH’nın aksine, bu defa “devlete olumlu bir edim yükleyen haklar”ı ifade
ediyor. Yani bu ikinci grup haklar noktasında devlet, artık hareketsiz kalmayacak: devlet bu haklar
noktasında olumlu edim yüklenecek.
 Bu haklar genel itibari ile “kişilerin devletten taleplerini içeren haklardır”. Bu yüzden PSH’na “isteme
hakları”da denir. Özellikle “sosyal haklar” PSH’nı oluşturur.

Örneğin: çalışma hakkı, sağlık hakkı, sosyal güvenlik hakkı, eğitim hakkı, konut hakkı…

 Bu haklar açısından bakıldığında her biri; “vatandaşların”, bireylerin (geniş anlamda) “devletten
hizmet beklediği hakları” ifade ediyor.

Mesela sağlık hakkının gerçekleşebilmesi için devletin olumlu edimi gerekli; devlet hastane
yapacak, devlet sağlık personeli istihdam edecek… gibi.
 Bu haklar açısından önemli olan “devletin olumlu edimi” ; devletin NSH’nda olduğu gibi burada
dokunmama, karışmama değil, aksine “bu alana müdahale etme, bu alanda olumlu edim yerine
getirme yükümlülüğü” altında.

 Ancak bu PSH’na bakıldığında, bizim anayasamızdaki düzenleme açısından, PSH’nın. Sosyal hakların
önemli bir kısmı PSH olmaktan ziyade, bir kısmı negatif ya da aktif statü hakkı olarak da
değerlendirilebilir.

Üçüncü Grup haklar: aktif statü hakları:


 Aktif Statü Hakları (ASH) ise bireylerin özellikle “vatandaşların siyasal hayata katılımlarını”, “devlet
yönetimine katılmalarını” sağlayan hakları ifade eder.

Bireyler “devlet yönetimine katılmak noktasında” aktif oldukları için, aktif olmalarını sağladığı için
bu haklara “ASH” ismi verilmiş.

Bu hak grubuna genellikle biz “siyasal haklar” ya da “katılma hakları” diyoruz.

Örneğin: seçme-seçilme, siyasi faaliyette bulunma, siyasi parti kurma, siyasi partilere üye olma,
vergi, kamu hizmetine girme, vatan hizmeti… gibi; dilekçe, bilgi edinme gibi haklar ASH olarak
ifade edilirler.

 Bizim anayasamız (1982 anayasası) THH’i sınıflandırırken bu “George Welling” tarafından ortaya
konulmuş bu sınıflandırmaya “paralel bir şekilde“ THH’i düzenlemiş.

 Bizim anayasamızın THH noktasındaki getirmiş olduğu sistematiği göz atalım:

Anayasamızın ikinci kısmı “temel haklar ve ödevler“ başlığını taşıyor ve bu ikinci kısmının birinci
bölümü de “genel esaslar“ başlığını taşıyor. Genel esaslar 12. madde ile 16. maddeler arasında yer
alan maddeleri ifade ediyor, ve temel hak ve hürriyetlere ilişkin ileriki maddelerde yapılan
düzenlemeler noktasında genel hükümleri ortaya koyuyor; işte “THH’in nitelikleri“, THH’in
sınırlandırılması“, “THH’in kötüye kullanılması yasağı“, “THH’in kullanılmasının durdurulması“ ve
“yabancıların durumu” bu genel hükümler içerisinde düzenlenmiş.

48
Daha sonra THH’i düzenleyen maddelere geçiyoruz; bu noktada ikinci bölüm “kişinin hakları ve
ödevleri“ başlığını taşıyor. “Kişi hakları ve ödevleri“ az önce yapmış olduğumuz sınıflandırma da
“NSH“na denk gelen kısım bizim anayasamızda ve anayasamızın 17. maddesi ile 40. maddesi
arasında düzenlenmiş olan haklar “NSH’ı niteliğinde“. İşte kişi hürriyeti, güvenliği, kişinin maddi
manevi varlığının dokunulmazlığı, özel hayatın gizliliği, basın hürriyeti, dernek kurma, gösteri
yürüyüşü, düşünce ve kanaat hürriyeti gibi; suç ve cezalara ilişkin esasların düzenlendiği hususlar
gibi 17-40. maddeler arasında düzenlenmiş bu haklar neyse NSH’na karşılık gelen grubu
oluşturuyor.

Daha sonra 3.bölüm “Sosyal ve Ekonomik haklar ve ödevler” başlığı altında ise Welling’in
sınıflandırmasındaki “PSH” önemli ölçüde karşılığını buluyor: anayasamızın 41. maddesi ile 65.
maddesi arasında düzenlenen hak ve hürriyetler sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler kısmını
oluşturuyor ve PSH olarak ifade edebileceğimiz hak ve hürriyetleri içeriyor.

Ancak incelediğimiz zaman anayasamızın 41’le 65. maddesi arasında düzenlenmiş (SEHÖ başlığı
altında) bu haklar ve ödevlerden kimilerinin PSH olduğunu, kimilerinin ise ya bir kişi hakları (NSH)
olarak ya da ASH olarak değerlendirilebilecek haklar olduğunu görebiliyoruz. Şöyle ki: işte eğitim
hakkı, toprak mülkiyeti, kıyılardan yararlanma, konut hakkı, sosyal güvenlik hakkı gibi haklar
“vatandaşların isteme hakları (PSH)“ olarak niteleyebileceğimiz haklar olmakla birlikte; işte
çalışma ve sözleşme hürriyeti, sendika kurma, sendikal faaliyet, toplu iş sözleşmesi, grev hakkı,
ücrette adaletin sağlanması gibi haklar ise daha ziyade kişi hakkı (NSH) ya da katılma hakkı (ASH)
niteliğinde değerlendirilebilecek hakları ifade ediyor.

Daha sonra dördüncü bölüm ise (THH’e ilişkin) “siyasi haklar ve ödevler” başlığını taşıyor. Bu grup
haklar ise gelenek tarafından yapılan sınıflandırmadaki “katılma hakları (ASH)“na denk gelen
hakları ifade ediyor Siyasal haklar ve ödevler anayasamızın 66. maddesi ile 74. maddesi arasında
düzenlenen hak ve hürriyetlerdir. Bunlar “vatandaşların devlet yönetimine katılımını sağlayan
haklar” olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin: Türk vatandaşlığı, seçme, seçilme ve siyasi faaliyette
bulunma hakları, parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılmayı düzenleyen madde, siyasi
partilere ilişkin uyulacak esaslar, kamu hizmetine girme, mal bildirimi, vergi ödevi, vatan hizmeti,
dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisi ne başvurma hakları.

 Siyasi Hak ve Hürriyetler (ya da ödevler) noktasında belirtilmesi gereken bir husus: Siyasal hak ve
hürriyetler genel itibari ile vatandaşlara hasredilmiş hak ve hürriyetlerdir yani bu hak ve
hürriyetlerden ancak vatandaşlar (önemli ölçüde) faydalanır; genellikle yabancılar bu hakların
muhatabı değildirler. Bizim anayasamız açısından da baktığımızda 74. maddede düzenlenen hak
dışındaki (dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisi ne başvurma hakkı) haklar tamamen vatandaşlara
hasredilmiş haklardır. Bir istisna 74. madde: karşılıklılık esası gözetimi kaydıyla Türkiye’de ikamet eden
yabancılara da tanınmış bir hak olarak düzenlenmiş anayasamızda. (Yani o yabancıların ülkesindeki
Türklere de bu hak tanınmış ise karşılıklılık esası.)

49
B) THH’in ortaya çıkış sırasına göre (kronolojik)
sınıflandırılması:
 THH’in, bu hak ve hürriyetlerin ortaya çıkış süresine göre yani “kronolojik olarak kuşaklar” şeklinde
yapılan bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırmada da hak ve hürriyetler üçe ayrılmıştır:

1. Kuşak hakları
2. Kuşak hakları
3. Kuşak hakları, şeklinde sınıflandırmaya tabi tutulmuş. Hatta günümüzde Doktrinde seninle
“4. kuşak haklar” dan bahsedenler de var.
 Bu sınıflandırmanın içeriği

1) Birinci kuşak haklar:


 İlk olarak ortaya konulan, ilk olarak mücadelesi verilen, ilk olarak dile getirilen ve elde edilen hakları
ifade ediyor” birinci kuşak haklar”.

Bu nedenle birinci kuşak haklar nelerdir diye bakıldığında: 18. yüzyılda liberal düşüncenin/liberal
hürriyetçi düşüncenin ortaya koyduğu, mücadelesini verdiği ve elde ettiği haklar görülür. Yani
Yenileğin ve anayasamızın sınıflandırmasında ki NSH ile Siyasal haklardan bir kısmını içeren bir
grup birinci kuşak haklarını oluşturur.

 Yani “ilk olarak dile getirilen, mücadelesi verilen ve elde edilen haklar”.
17-18. yüzyılda Avrupa’da “burjuva tarafından“ (sınıf) “krala ve soylulara karşı verilen mücadele
neticesinde elde edilen hakları” birinci kuşak hakları olarak görürüz. Yani bu haklar burjuvanın
mutlak monarşilere karşılık vermiş olduğu hak mücadelesi neticesinde elde ettiği hakları ifade
ediyor. (Jandarma devleti hatırlayın)

2) İKİNCİ KUŞAK HAKLAR:


 Ancak zamanla, (sosyal devlete ilişkin hususları hatırlayın) insanlara “özgürsün, hürsün!“ demenin tek
başına bir anlam ifade etmediğini, insanlara doğuştan sahip oldukları bu hak ve hürriyetleri anlamlı bir
şekilde kullanabilmeleri için belirli bir hayat standardına sahip olmalarının bir zorunluluk olduğunu
söylemiştik. “İkinci kuşak haklar“ olarak ifade edilen haklar bu defa “burjuvanın ortaya koyduğu
jandarma devlete karşı burjuva hakimiyetine karşı işçi sınıfının ortaya koyduğu mücadeleler
neticesinde elde ettiği hakları” ifade ediyor. Yani: çalışma hakkı, dinlenme hakkı, eğitim hakkı, sağlık
hakkı, adil ücret hakkı gibi hakları içeren ikinci kuşak haklar.

Bu haklar birinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmış ve ikinci Dünya Savaşından sonra da
anayasalar tarafından tanınmış hakları ifade ediyor. (Burjuva yani sermaye sahiplerine karşı
yapılan mücadelede işçi sınıfının elde ettiği haklar)

 Ve 2. kuşak haklar bir mücadele neticesinde elde edilen hakları ifade ediyor.

50
3) ÜÇÜNCÜ KUŞAK HAKLAR:
 Üçüncü kuşak haklar henüz tamamlanmış sayılmıyor. Yani yeni haklar bu listeye eklenebilir. Üçüncü
kuşak haklar ise işte; çevre hakkı, barış hakkı, dayanışma hakkı, gelişme hakkı, insanlığın ortak mal
varlığına saygı hakkı gibi hakları ifade ediyor. Bu hak grubuna “dayanışma hakları“ da deniliyor; sebebi:
“ilk iki grup haklar “bir mücadeleyi, bir çatışmayı ve o “mücadele neticesinde elde edilen hakları“ ifade
ediyordu; “üçüncü kuşak haklar” olarak sayılan hakların gerçekleşebilmesi için ise bir
mücadelenin/savaşımın değil” bir dayanışmanın olması gerektiği” için bu haklara “dayanışma hakları”
deniyor.

Yani üçüncü kuşak hakların gerçekleşebilmesi için bütün dünya devletlerinin/vatandaşlarının bu


hakların gerçekleşmesi noktasında dayanışma içerisinde olmalarını gerektiren haklar.

Örneğin: Çevre hakkı: Çevre hakkının sağlıklı bir şekilde, anlamlı bir şekilde kullanılabilmesi için
dünya ve dünyanın kaynakları noktasında bütün devletlerin ve bütün insanların bir dayanışma
ortaya koymaları gerekli; aksi taktirde başarıya ulaşmak, bu hakkı anlamlı bir şekilde kullanmak
mümkün değil. Örneğin: ülkenin biri kendi ülkesinde istediği kadar çevreye duyarlı politikalar
uygulansa da (mesela sera gazlarının salınımını azaltsın) başka bir devlet hiç uymazsa bu çevre
hakkı anlamlı bir şekilde kullanılmaz.

 Paris iklim Sözleşmesi ya da Kyoto protokolü çevreye yönelik yapılan sözleşmeler, ancak gücü elinde
tutanlar, özellikle sanayileşmekte olan ülkelerden bir kısmı menfaatlerini gözeterek bu tür şeylere
girmiyorlar.

 “Dördüncü kuşak haklar” ise de ziyade teknolojinin özellikle genetik biliminin gelişmesi neticesinde,
“genetik yapıya müdahale etmemeyi” içeren kimi haklar olarak dile getiriliyor şu an doktrinde.
Hoca burada bir sürü şey anlattı ancak genel kültür niteliğinde şeyler değil. GDO, genetik yapı
falan anlattı. Genetik bilimin ilerlemesini falan anlattı, kısaca dersle ilgili değil. İstediğimiz fizikte
çocuk bebek falan yapabilirmişiz ama hukuk sistemleri buna henüz cevaz vermiyormuş,
engelliyormuş.

 Tekrar anayasamızın sistematiğine geliyoruz:

 Anayasamızın THH’e ilişkin maddelerine baktığımız zaman, özellikle başlıklarına, “hak” ve “ödev”
kavramlarının genellikle birlikte kullanıldığını görüyoruz; örneğin; kişi hakları ve ödevleri, sosyal ve
ekonomik haklar ve ödevler, Siyasal haklar ve ödevler şeklinde haklar ve ödevlerin “birlikte” ele
alındığını görüyoruz. Nitekim anayasamızın başlangıç kısmında da yine “Türk vatandaşlarının” diye
başlayan kısmında da bunu görebiliyoruz.

 Anayasamızın THH’e ilişkin maddelerine baktığımız zaman “anayasamızın THH’in muhataplarına göre
de farklı düzenlemeler” içerdiğini görüyoruz; şöyle ki:

Anayasamız THH’e ilişkin kimi maddelerinde “herkes“ ya da “kimse“ gibi ibarelerle başlıyor. Eğer
anayasanın THH’ye ilişkin maddesi “herkes“ ya da “kimse“ şeklinde “başlıyorsa bu hak ve
hürriyetin muhatabı bütün insanlardır”. Yani vatandaş ya da yabancı, genç-yaşlı, erkek-kadın fark
etmeksizin bütün insanların bu haktan faydalanabileceğini ifade ediyor. Ör: 17.madde,
18.madde

51
Bazı hak ve hürriyetler için ise anayasamız “vatandaşlar“ ya da “Türk“ ya da “her Türk“ ya da
“her Türk Vatandaşı“ gibi ifadelerle başlıyor. Bu şekilde başlayan maddelerin muhatabı ise
“sadece Türk vatandaşlarıdır“. Nitekim anayasamızın Siyasal hak ve ödevlere ilişkin
düzenlemelerine baktığımız zaman hep bu ibarelerle başladığını görüyoruz. Örneğin madde 67,
madde 70 gibi; Buradaki “her Türk” ibaresi ırkı ifade etmez, “Türk vatandaşını” ifade eder.

Anayasamız THH’e ilişkin kimi maddelerinde ise belirli statüye sahip kişileri muhatap olarak
almış. Örneğin: sendika kurma hakkı, toplu iş sözleşmesi hakkı, grev hakkı ve lokavt gibi haklar
noktasında ise bunlar belirli grupları muhatap alan haklar olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin:
sendika kurma hakkı işçilere ve kamu görevlilerine yöneliktir; işçiler ve kamu görevlileri sendikal
haktan faydalanırlar. Toplu iş sözleşmesi hakkı işçiler için tanınmış bir haktır, yine işverenler için
de bu haktan söz edebiliriz. Toplu iş sözleşmesi yapma hakkı kamu görevlilerine tanınmış bir
haktır. Grev hakkı işçilere tanınmış bir haktır, işçi statüsünde olmayanlar için grev hakkı söz
konusu olmaz; kamu görevlisi grev yapamaz, öğrenci yapamaz.

Bir de anayasamızın 16. maddesinde yabancılara ilişkin bir düzenleme yaptığını görüyoruz
(okuyun). Yani bir THH’in sınırlanması noktasında anayasanın öngördüğü iki koşul: 1) sınırlama
kanunla yapılacak. 2) bu sınırlama milletlerarası hukuka uygun olacak.

2)TEMEL HAK ve HÜRRİYETLERİN


SINIRLANDIRILMASI:
 THH sınırsız değildir. Sınırsız bir hak örneğin; yaşama hakkı, düşünce hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti
vb bu birkaç hak ve hürriyet dışında THH’in sınırsız olduğunu düşünmek mümkün değildir; yani sınırsız
olarak kullanabileceğimiz hak ve hürriyetler çok sınırlı (sayıda). Demek ki “THH bir şekilde
sınırlandırılmalı”, bir sınırlılık içermesi gerekiyor. THH’lere getirilecek olan bu sınırlama “anayasal
düzeyde” olabilir (Ve yasal düzeyde). Bunun yanında bir de eşyanın tabiatı dolayısıyla da kimi THH
kendiliğinden bir sınırlandırmayı/sınırlamayı kendi içerisinde barındırabilir: örneğin: basın hürriyeti
haber vermeyi, haber ulaştırmayı güvence altına alan bir hak ve hürriyettir; ancak basın hürriyeti
kişilerin şahsi haklarına tecavüz etmeyi de barındırmaz doğal olarak; haber yapayım derken hakarette
bulunamazsınız, gibi.

Yine düşünceyi açıklama hürriyeti açısından bakıldığında; “benim düşünceyi açıklama hürriyetim
var” deyip diğer insanların şerefine yönelik olarak hakarette bulunamazsınız. Bu tür sınırlılıklar
eşyanın tabiatı gereği yani o hak ve hürriyetin kendi içerisinde bulunan sınırlamayı/sınırlandırmayı
ifade ediyor.

Ama burada asıl “önemli olan: THH’in kullanılması noktasındaki anayasa tarafından getirilecek
sınırlamalardır”; THH’in ne şekilde sınırlanacağıdır.

 Mutlak olarak kullanabileceğimiz özgürlükler olmadığına göre /olamayacağına göre bu hak ve


özgürlüklerin bir şekilde sınırlandırılması gerekli. Bu noktada önemli olan husus şu: peki sınırlamayı
nasıl yapacağız? Yani bir hak ve hürriyetin sınırlandırılması noktasında hangi kriterlere uygun olarak bu
sınırlandırmayı gerçekleştireceğiz?

 İşte anayasanın 13. maddesi bu hususu düzenliyor; THH’in sınırlandırılması.

52
 MADDE 13:

 Madde 13 şunu ifade ediyor: evet, THH bir şekilde sınırlandırılmalı, THH’i sınırlandıracağız ama bu
sınırlandırmayı yaparken ne şekilde yapmamız gerektiği, “hangi kriterlere uygun olarak sınırlamanın
yapılması gerektiği 13. maddede yazıyor”. (Okuyun)

 Yani 13. madde aslında “temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının sınırını” ifade ediyor:
sınırlandırmaya sınır getiren bir düzenleme.

 13. maddeye baktığımızda; sınırlama yapılırken uyulması gereken kriterleri düzenliyor anayasanın 13.
maddesi:

Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın (1) yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak (2) ve ancak kanunla sınırlandırılabilir (3). Bu sınırlamalar,
anayasanın sözüne ve ruhuna (4), Demokratik toplum düzeninin (gereklerine-5) ve laik
cumhuriyetin gereklerine (6) ve ölçülülük ilkesine ayrı olamaz (7)

Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması söz konusu olduğunda, 13. maddede uyması gereken
7 tane kriter sayılıyor. Bu 7 kritere uygun olarak ancak, temel hak hürriyetleri sınırlandırılabilir.

 Bu kriterlerden ilki en önemlisi (hususlardan): “sınırlamanın ancak kanunla yapılacağı”.

Anayasamıza göre “temel hak hürriyetleri ancak kanunla sınırlanabilir”. Yani anayasanın
düzenlemiş olduğu temel hak hürriyetlerine bir sınır çiziliyorsa, kullanılması sınırlandırılırsa bu
sınırlandırma işlemi ancak kanunla yapılabilir. Kanun dışında; kararnameyle, yönetmelikle,
genelge ile temel hak ve hürriyetler sınırlandırılamaz.

 İkinci olarak sınırlama yapılırken: Anayasanın ilgili maddesinde hangi sebep belirtilmişse sınırlandırma
ancak o nedene dayalı olarak yapılabilir.

Anayasanın 13. maddesinde; “71-73 değişiklikleri” sırasında “bütün temel hak hürriyetleri için”
geçerli olan “genel sınırlama nedenleri” eklenmişti. Anayasada yer alan bütün temel hak ve
hürriyetleri sınırlandırmak için yer alan /alabilecek genel nedenler anayasaya girmişti.

Yine “82 anayasasının ilk halinde “13. maddede bir paragraf şeklinde anayasada yer alan temel
hak hürriyetlerinin tümü için geçerli olan “genel sınırlama nedenleri” sayılmıştır. (Kamu düzeni,
kamu yararı, genel ahlak, genel sağlık gibi)

2001 yılında anayasamızda çok önemli bir değişikliğe, çok kapsamlı bir değişikliğe gittik. Ve o
2001 yılında yapılan değişiklikte (ki o süreçte AB’nin tam üyelik noktasında bir gayret ortaya
konulmuştu, dolayısıyla hak ve hürriyetler noktasında AB ülkelerine-batıya da biraz iyi niyet
göstergesi gibi, bir iştiyakın ortaya konulması gibi bir hareket olarak) 13. maddede de değişikliğe
gidildi: 13. maddedeki bütün hak ve hürriyetler için geçerli olan bu genel sınırlama nedenleri
anayasadan çıkarıldı. Ve denildi ki; temel hak hürriyetleri sınırlandırılacaksa ancak anayasanın
ilgili maddesinde hangi neden sayılmışsa, o nedene dayalı olarak sınırlandırma yapılabilecek
denildi. Bunu somutlaştırmak için:

53
Kişi hak ve ödevlerinden ilki: madde 17: fıkra I’de hak tanınıyor. Son fıkrada (III) bu hakkın
sınırlılığı ve bu sınırlılığı nedenleri var, bu nedenler tek tek sayılmış.

Madde 21: konut dokunulmazlığı: hürriyet belirtilmiş; bu hak mutlak değil, hangi nedenlere
dayanılacağı, sınırlandırmayı yaparken, maddenin kendisi sayıyor. Maddeye göre kimsenin
konutuna dokunulamaz ancak dokunacağı zaman hangi sebeplerle dokunulabileceği iyi sayılmış.
(Suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık gibi): tek tek nedenler sayılmış.

2001 yılında yapılan bu değişiklik biraz aceleye getirildi, biraz üstünkörü yapıldı. Dolayısıyla bu
yeni düzenleme anayasadaki kimi hak ve hürriyetler açısından sıkıntı teknik anlamda sıkıntı
barındıran bir hale geldi. Şöyle ki: madde 23: bu madde “herkes, yerleşme ve seyahat
hürriyetine sahiptir.” diyor. Bu hak ve hürriyet tanındıktan sonra bu hürriyetlerin hangi
nedenlere dayalı olarak sınırlandırılacağı yazılmış; suç işlenmesini önlemek, sağlıklı ve düzenli
kentleşmeyi gerçekleştirmek…gibi nedenler yerleşme hürriyeti için sayılmış. “Seyahat hürriyeti”
ise “suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; amaçlarıyla…”
sınırlanabilir demiş/diyor madde; bu tür düzenlemeler ceza muhakemesi kanunuyla getirilmiş
olan bir sınırlama yani kanunla, ve nedeni bunlar. Ancak güncel bir durum: Covid 19 salgını
dolayısıyla alınan bazı giriş-çıkış yasakları var bazı şehirlere, onun dışında hafta sonları tamamen
sokağa çıkmak yasak, gibi alınan kararlar var: bu kararlar “seyahat hürriyetinin
sınırlandırılmasıdır” ve bunun için ise maddenin kendisinde başvurabileceğimiz nedenler
(seyahat hürriyetinin Sınırlandırılması için) arasında “genel sağlığın korunması” gibi bir sebep
yok. Dolayısıyla bu tür işlemleri ortaya koyan dayanak noktası: 1.’si “İl idaresi kanunu valiye bu
yetkiyi veriyor; 2.’si “Hıfsısıhha” orada da sağlık bakanlığı’na bu tür uygulamalar için yetki
veriliyor. “Teknik açıdan” bakıldığında bu kanunlar anayasaya uygun değil; çünkü “genel sağlık”
nedeni geçmiyor: ama bu “bu kanunlar anayasaya aykırı“ demek değil çünkü “kanunlar”
“anayasaya uygunluk karinesinden“ faydalanırlar. Dolayısıyla anayasa Mahkemesi tarafından
Okan’ın iptal edilmediği müddetçe uygulanır; uymak zorundayız. Ama anayasa tekniği açısından
baktığımızda burada bir anayasaya aykırılık var demek, pekala mümkün. İşte 2001 yılındaki bu
değişikliğin aceleye getirilmesi gerekliydi.

Ancak bu karine çürütülebilir, yürütmenin yolu ise; anayasaya uygunluk ya da aykırılık


noktasında karar verme yetkisine sahip mahkeme tarafından bir kanun iptal edilmediği
müddetçe anayasaya uygundur ve uygulanır, hüküm ve sonuçlarını doğurur.

Somut olayda bu karine nasıl çözülür?: (Anayasa yargısında değinilecek yine) birisi “iptal davası“
yolu, bu yol kanun yürürlüğe girer girmez belirli süreler içerisinde yapılabilir (süreye tabi) ve
dava açma yetkisi de belirli kişilere tanınmış (cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi, TBM
yemeğinin 1/5…); Süre geçerse bu yol işletilemez. Diğer yol; Görülmekte olan bir dava sırasında
uygulanan kuralın anayasaya aykırılığı taraflarca iddia edilirse (hakim-mahkeme ciddi bulursa) ya
da davaya bakacak olan mahkeme burada bir anayasaya aykırılık var derse bunun incelenmesi
için dosya anayasa mahkemesine gönderilir: buna “somut norm denetimi“ diyoruz: bu durumda
anayasa mahkemesi artık bu konu hakkında karar verebilir ancak bu yol işletilebilir o da şöyle
işletilebilir: kendisine ceza kesilen bir kişi (65 yaş üstü bir kişi bu yasa uymadığı için ceza yemiş
diyelim), bu cezanın iptali için yapmış olduğu başvuruda mahkemeye “seyahat hürriyeti
Anayasada belirli sebeplerle sınırlandırıla bilir, orada genel sağlık yok siz bunu kullanıyorsunuz,
dolayısıyla burada bir anayasaya aykırılık var.” dediği zaman anayasa mahkemesi bunu nasıl
değerlendirir bilmiyoruz; çünkü henüz işletilmiş bir yol değil.

54
Daha büyük sıkıntı hiçbir sınırlama nedeninin olmadığı maddeler de var. Örneğin: 48. madde:
hiçbir sınırlama nedeni öngörmemiş anayasa bu düzenleme için. Bu 82 anayasasının ilk hali için
sorun değildi çünkü genel ahlak, kamu düzeni vs. genel sınırlama nedeni vardı. Bu maddede
sınırlama nedeni öngörülmemiş ama kanunlarda çalışma hürriyeti ve teşebbüse ilişkin birçok
alan yasaklanmış. Örneğin: tarımsal faaliyet olarak uyuşturucu yetiştirirse bir kişi, bu bir tarımsal
faaliyet “ben böyle çalışıyorum“ ama TCK’u buna ceza getirmiş. Bu çalışma hürriyetinin
sınırlanmasıdır. Ya da kumar oynatmak-oynamak da yasak. Ya da MK ahlaka ve adaba aykırı
sözleşme batıldır diyor; şimdi böyle bir sözleşme yapıldığı zaman, buna hukuk sonuç mu
bağlayacak; hiçbir sınırlama nedeni öngörülmemiş: önemli bir eksiklik ama mevcut kanunlar
anayasaya uygunluk karinesinden faydalanırlar (yürürlüktekiler) ancak anayasa mahkemesi
tarafından iptal edilene kadar bunlar uygulanacaktır. Ya da anayasa koyucu 2001 yılından beri
dile getirilen bu eksikliği bir anayasa değişikliği ile yerine getirecek (ya genel sınırlama nedenleri
koyulacak ya da her THH gözden geçirilip maddelere özel nedenler eklenecek).

 13. maddedeki bir diğer neden: “sınırlamalar, anayasanın sözüne ve ruhuna aykırı olamaz.”

Yani THH’i sınırlandırabilirsin, bunu kanunla yaparsın (diğer hususlara uygun olarak), yaptığın
sınırlama anayasanın sözüne ve ruhuna aykırı olmayacak.

Anayasanın sözü anayasanın metnidir ama “anayasanın ruhu nedir?” bu hiçbir yerde yazmıyor.
(Pozitif hiçbir metinde) doktrinde tanımlayanlar var farklı farklı; ama bunlar pozitif hukuk
açısından bir şey ifade etmiyor.

Sınırlamalar anayasanın sözüne uygun olacak: anayasanın sözüne uygunlukta önemli bir husus:
anayasanın kendisi temel hak ve hürriyetleri düzenlerken kendi maddelerindeki kimi hak ve
hürriyetler için pek güvenceler getirmiş: nedir bunlar? İşte; 25. madde b/2 direkt güvencedir: yani
düşünce ve kanaat hürriyeti sınırlandırılabilir ama sınırlama nedeni olarak ne kullanılırsa
kullanılsın, yapılan sınırlama neticesinde kimse düşünce ve kanaatini açıklamaya zorlanamaz. Yine
benzer şekilde madde 28: “basın hürdür, sansür edilemez. “Maddenin devamında sınırlama
nedenleri var: basın hürriyeti sınırlandırılabilir ancak yapılan sınırlandırma sansür boyutuna
ulaşamaz diyor anayasa; önceden izin alma şartına bağlı olmayacak, bunları yapamazsın demiş.
Bunlara ek güvence mahiyetindedir. Yine dernek-sendika kurma izin şartına bağlanamaz; anayasa
açıkça düzenlenmiş. Eğer bu güvencelere aykırı bir durum-sınırlandırma söz konusu olursa, bu
anayasanın sözüne aykırılığı açıkça ifade eder.

 Bir sonraki husus: “sınırlama demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmamalıdır.”

Demokratik toplum düzeninin gerekleri nelerdir? Bu noktada 82 Anayasası’nın yürürlüğe


girmesinden itibaren bu anayasada belirtilen demokratik düzen şeklinde (?) bir itiraz söz konusu.
O itiraz da şuradan çıkıyor: demokratik devlet ilkesinden anlaşılması gereken; bu anayasanın
kendisinin düzenlediği-öngördüğü kadarıyla, bu anayasa çerçevesindeki demokratik toplum
mudur, demokratik devlet midir yoksa çağdaş batı bu demokratik devletten anlaşılması gereken
neyse o mudur? Ya da çağdaş batılı demokratik düzenden anlaşılması gereken midir? Bu noktada
bir tartışma söz konusudur. Bu tartışmanın temel nedeninin çıktığı yer: başlangıç kısmında bu
görünüyor; üçüncü paragrafta: buradan hareketle anayasanın kendisinin öngördüğü demokratik
anlayış var; bu anayasa tarafından sınırlanmış-çerçevelenmiş bir demokrasi anlayışı. Dolayısıyla
buradaki anlaşılması gereken anayasanın kendisinin çerçevelediği-öngördüğü demokrasi
anlayışıdır. Buna karşı olan görüş ise: “hayır, demokrasi hürriyetçi demokrasi bu anayasanın

55
öngördüğü haliyle sınırlanamaz; bu, çağdaş batılı hürriyetçi demokrasiden-devletten anlaşılması
gereken neyse odur” şeklinde bir karşılıklı tartışma söz konusu idi. Bu militan demokrasi
anlayışının da bir etkisi-ifadesi.

Ama 13. madde açısından değerlendirirken temel hak ve hürriyetlerinin sınırlandırılması


noktasında demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmak ya da aykırı olmamaktan
kastedilen şey “çağdaş batılı demokrasi” olarak ne anlaşılması gerekiyorsa, anlaşılması için ne
ifade ediyorsa o’dur. Demokrasiyi incelerken ampirik demokraside 6 kriterden bahsetmiştik: işte
bu 6 kritere aykırı bir sınırlama söz konusu olursa bu sınırlandırma anayasaya aykırı hale gelir
diyoruz.

 “Temel hak ve hürriyetler lâik cumhuriyetin gereklerine aykırı olmamalı”

Bu demokratik toplum düzeninin gerekleri, lâik cumhuriyetin gerekleri, ölçülülük ilkesi, öze
dokunma yasağı bunların hepsi 2001 anayasa değişikliği ile getirilen kriterler.

Temel hak ve hürriyetleri sınırlandırırken laik cumhuriyet bir sınırlama nedeni olarak
öngörülebilir, mesela ibadet hürriyetini sınırlandırmak için. Ama sınırlamanın sınırı olarak laik
cumhuriyet nasıl bir işlev görür? Bu aslında biraz karışık bir durum; pek bu amaca hizmet edecek
bir kriter değil gibi. Laik cumhuriyetin gereklerine nasıl aykırı olmayacak (sınırlama)?

Laikliğin iki boyutu vardır: din ve vicdan (inanç) hürriyeti boyutu bir de din ve devlet işlerinin
ayrılığı boyutu vardı. Din ve devlet ilişkilerinin ayrılığı boyutundan bakıldığında laik devlet, bütün
din mensuplarına karşı tarafsız olacak, eşit davranacaktı. O zaman demek ki bir temel hak ve
hürriyetler sınırlandırılırken eğer dinler arasında bir ayrım yapılıyor ise sınırlandırma noktasında;
bu denli bir sınırlandırma laik cumhuriyetin gereklerine aykırı olacak: bu mantıkla yapılan bir
düzenleme gibi ama diğer taraftan bakıldığında zaten din mensupları arasında bir taraf
tutuluyorsa eşitlik ilkesine zaten baştan itibaren aykırılık ortaya çıkmış demektir, zaten anayasaya
aykırı bir düzenlemedir; onun tekrar temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması noktasında
yapılan bir düzenleme açısından tekrar lâik cumhuriyetin gereklerinin burada aslında çok işlevsel
yeri yok.

 “Temel hak ve hürriyetler sınırlandırılırken özüne dokunulmayacak.”

Anayasa burada şunu söylüyor: “temel hak ve hürriyetler evet sınırsız değildir, sınırlamak icap
eder, evet sınırlandırma yapılacak, sınırlandırırken de şunlara dikkat edilecek. Bunlardan bir tanesi
de şu “sınırlandırabilirsin ama sınırlandırırken hakkın özüne dokunmayacaksın.”

Yani hakkın demek ki özü, bir özü-çekirdek alanı var ve o alana gelene kadar sınırlamak mümkün,
o alana dediğiniz anda ortak sınırlama anayasaya aykırı hale geliyor. Peki o zaman temel hak ve
hürriyetlerin özünden anlaşılması gereken ne? Ne yapılırsa özüne dokunulmuş olur? Bu noktada
doktrin ve anayasa mahkemesi kararlarına bakmak gerekir.

Doktrinde temel hak ve hürriyetlerin özünü şöyle tanımlamışlar: “Bir hakkın (hak ya da
hürriyet’in) eğer vazgeçilmez unsuruna dokunulduğu taktirde o hak ve hürriyeti anlamsız kılacak
olan bir çekirdeği var yani sınırlandırabilirsiniz eğer sınırlandırırken yapmış olduğunuz
sınırlandırma o hak ve hürriyeti anlamsız kılacak (kullanılmasını) hale getiriyorsa o zaman hakkın
özüne dokunmuşsunuz demektir.”

56
AYM ise, 61 AY’sı döneminde vermiş olduğu kararla şöyle diyor: “bir hak ve hürriyeti amacına
uygun şekilde kullanılmasını son derece zorlaştıran veya onu kullanılmaz duruma getiren
sınırlamalar hakkın özüne dokunuyor demektir.” Hakkın özü kavramı 61 anayasasında var (?), 82
anayasasının ilk halinde yok, ama bu kavram 2001 yılında ki değişiklikle hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılmasına ilişkin maddeye eklendi.

Hakkın özü kavramı temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması THH için işlevsel bir anlam
taşımıyor aslında. Çünkü mesela çalışma hürriyeti için hakkın özü kavramı bir şey ifade edebilir
(adil ücret, dinlenme hakkı kavramı vb. için ifade edebilir): yani dinlenme hakkını aşırı derecede
zorlaştıracak bir düzenleme yapılıyorsa onun üstüne dokunmuş olur; burada bir şey ifade eder
hakkın özü kavramı ama özellikle kişi hak ve hürriyetlerinden kişilere mahfuz bir alan sağlayan hak
ve hürriyetler açısından hakkın özü kavramı aslında işlevsel bir kavram değildir: örneğin konut
dokunulmazlığı; kimsenin konutuna izin olmaksızın girilemez ama şimdi suç soruşturma ve
kovuşturması, suç işlenmesinin önlenmesi gibi nedenlerle bir kimsenin konutuna girmek
durumundasınız, bu hususları kanunlar işte CMK düzenlemiş, dolayısıyla konut dokunulmazlığı
sınırsız bir hürriyet değil. Yeri geldiğinde kanunlarla sınırlanabiliyor ama şimdi hakkın özü kavramı
açısından bakıldığında bir kimsenin konutuna izinsiz girildiğinde artık O konutun dokunulmazlığı
kalmamıştır, artık o hakkın özü kalmış mıdır? (Kalmamıştır). Bu noktada artık bu hürriyet bir şey
ifade etmez yani sınırlandırıldığı anda zaten öznel okumuştur demek. Benzer şekilde haberleşme
hürriyeti-haberleşmenin gizliliği söz konusu; bu mutlak bir hak-hürriyet değildir: yine suç
soruşturma ve kovuşturması için ya da suç işlenmesinin önlenmesi için haberleşmeye el atılır.
Buna ilişkin düzenlemeler CMK’nda var (İletişimin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması) ama tekrar
yine hakkın özü kavramına dönüldüğü zaman bir kimsenin suç soruşturma ve kovuşturması
dolayısıyla da olsa hakkın sınırlandırma nedeni bir kimsenin telefonu dinlendiği mektubu açıldığı
an o haberleşmenin gizliliği kalmaz; sınırlandırıldığı-müdahale edildiği anda zaten özüne
dokunmuş demektir.

Hakkın özü kavramı her hak ve hürriyet için kullanılacak olunduğu zaman bu konudaki tüm
kanunlar anayasaya aykırı hale gelir. Dolayısıyla bu sınırlama nedenleri uygulanamaz; hakkın özü
kavramı bu denli uygulanacak olursa. Bu nedenle bu kavram her hak ve hürriyet için işlevsel bir
kriter değil.

 Sonuncu husus: “temel hak ve hürriyetler sınırlandırılırken ölçülülük ilkesine aykırı davranılmayacak.”

Yani sınırlandırma yapılacak, yapılırken de ölçülü olunacak. Bu ölçülülükten anlaşılması gereken


ne? Bu konuda doktrinde Fazıl Sağlam ve Örgün Özbudun’un ölçülülük ilkesi tanımlanmış. Fazla
sağlam 3 alt ilke ile ölçülülük ilkesini izah ediyor: elverişlilik, gereklilik ve oranlılık: bunların ifade
ettikleri:

Elverişlilikten kasıt: sınırlandırma yaparken sınırlandırma amacına ulaşmak için kullanılacak olan
aracının amaca bir katkısı olmalı. Örneğin sigara içme hürriyeti (Hürriyet’in illa anayasada açıkça
yazılmasına gerek yok çünkü hak ve hürriyetler noktasında aslolan hürriyettir; sınırlandırmak
istisnadır dolayısıyla hak ve hürriyetler noktasında istisnalar daima dar yorumlanır (hukukun
genel yorum metotlarından biridir) (bu açıdan bir şey yasak değilse o açıdan bir hak söz
konusudur): Sigara içmekte bir hürriyet ama sınırsız değil, kanunlar sigara içmeyi de
sınırlandırıyor: kanuni düzenlemelere göre eğer kapalı mekanda içilirse yasak-cezası var; camii,
okul bahçelerinde de, çocuk parkında da. Bu yasağın gayesi-sebebi genel sağlıktır; başkalarının

57
sağlığını korumak, sigara içenin sağlığını korumak değil. (Bu bireysel sağlıktır anayasa hukuku
ilgilenmez). Bu şekilde geliştirilecek olan bir kısıtlama amaca uygundur; kapalı alanda sigara
içmeyi yasaklamak elde etmek istenilen amaca yani diğer insanların sağlığını koruma amacına
elverişlidir, ona bir katkı sunar. Ancak açık alanda da yasaklanırsa bu elverişli değildir: bu
noktada özel araçta içilen sigara (şoför) yasaklandı; Araçta başka kişiler de olsa onların sağlığını
korumak için denilir-anlaşılır-yasaklanabilir; ama tek başına seyahat ederken kişi sigara içiyorsa
bunun başkalarının sağlığını korumak açısından bir şey yok: sürücünün dikkatini dağıtması söz
konusu olabilir gerekçe ama (kişinin kendi sağlığı) sağlık açısından olamaz çünkü kişinin kendi
sağlığı ile ilgilenmez anayasa hukuku. Sürücünün dikkatini dağıtır gerekçesiyle yasaklanabilir ama
o noktada da araç içinde çerez yine de ceza kesilmeli vb.

2.’si sınırlandırma gerekli olmalı: yani hedefe-amaca ulaşmak için birden çok araç (ünlem) varsa
bunlardan hak ve hürriyeti en az sınırlandıran tercih edilmeli: örneğin: başkalarının sağlığını
korumak için kapalı alanda sigara içmek (?-İçmemek demek istedi herhalde) bu hem elverişli
hem de gerekli ama bunun için sigara içmeyi toptan yasaklamak, başkalarının sağlığı için katkısı
var ama o hak ve hürriyetin sınırlandırılması değildir, artık tamamen ortadan kaldırılmasıdır:
kapalı yerlerde içilmesini sağlayarak aynı amaca ulaşıyorken top yekün yasaklamak gereklilik
ilkesine aykırı hale gelir.

Üçüncü alt ilke: oranlılık ilkesi: amaçla araç arasında bir oran olmalı, bu oran aşağı olmamalı: bu
ilke genellikle idare hukukunda ve kolluk gücünün kullandığı güç noktasında kullanılır; orantılı
güç-müdahale. Şeklinde. O noktada Kemal gözlerin kitabında örnek anayasa Mahkemesi kararı
var: 87 tarihli bir sağlık hizmetleri temel kanunundaki bir düzenleme şunu içeriyor idi “sağlık
personeli kanununa göre katılmakta yükümlü oldukları meslek içi eğitime katılmazlar ya da
katılıp da başarısız olurlarsa meslekten daimi şekilde uzaklaştırma cezası verilebilir“ verilebiliyor
idi; şimdi buradaki amaç (çalışma hürriyeti açısından bakıldığında) sağlık çalışanlarının mesleki
bilgilerinin güncel tutulmasıdır ve buna yönelik onlara hizmet içi eğitim veriliyor: buradan elde
etmek-edilmek istenen amaç ile buna aykırı davranış söz konusu olduğunda uygulanan ceza
arasında bir orantı yok: daha düşük disiplin cezaları verilerek de kişileri meslek içi eğitime
katılmaya ve orada Başarılı olmaya yönlendirilebilir ama top yükün meslekten çıkarma cezası bu
noktada orantılı bir ceza değildir dedi AYM.

3)THH’İN KÖTÜYE KULLANILMASI:


 Anayasa madde 14: paragraf bir/1 aslında hukukun genel bir ilkesidir: hakkın kötüye kullanımının
yasaklanması; bu kullanımı hukuk himaye etmez. Aslında bunun özel bir AY hükmü olarak buraya
konulmasına gerek yok çünkü hiçbir hakkın kullanımı onu kötüye kullanımını barındırmaz. Burada
özellikle düzenlenmesinin sebebi: militan demokrasi anlayışının bir yansıması olması: bunun özellikle
siyasi parti kapatma davalarında bir formülasyon olduğu ifade edilmişti.

58
4)TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN
KULLANILMASININ DURDURULMASI:
 Sınırlandırma ile durdurma arasında önemli bir fark var: sınırlandırma durumunda hak ve hürriyeti
kullanmaya devam edilir ne kadar sınırlansa da ama durdurmada o hak askıya alınır; Kısmen veya
tamamen kullanılması durdurulur, kullanılamaz. Ama temel hak ve hürriyetlerin kullanılması her
zaman: 15. madde diyor ki: okuyun.

 THH’in kullanılmasının durdurulması son derece ağır bir yaptırım, hak ve hürriyet alanını kapatıyor, bu
nedenle her zaman başvurulabilecek bir yol değil: savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde
başvurulabilir; THH’in durdurulması için birinci şartı bu. 2: Uluslararası hukuktan doğan yükümlülükler
ihmal edilmeyecek; yapılmış olunan bu hak ve hürriyetin kullanılmasının durdurulması işlemi
milletlerarası hukuka aykırı olmayacak: milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklerden anlaşılması
gereken: THH’e ilişkin taraf olmayan Uluslararası anlaşmalar akla gelmeli: BM çerçevesi içerisinde
evrensel beyanname Ve daha sonraki THH’e ilişkin birleşmiş milletler sözleşmeleri (taraf olduğumuz);
bunun dışında Avrupa konseyi çatısı altında da AİH sözleşmesi ve bunun ek protokolleri: bu taraf
olduğumuz anlaşmaları aykırılık olmayacak. Uluslararası anlaşmalara bakıldığında olağanüstü yönetim
usullerinin çerçevesi özellikle AİH sözleşmesinde çizilmiş; bizim anayasamız yani 82 anayasasının
olağanüstü yönetim usullerine ilişkin olarak hükümleri de bu sözleşmenin sınırları içerisinde, dolayısı
ile milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler herhangi bir şekilde anayasamızın pozitif düzenlemesi
açısından herhangi bir sıkıntı ortaya koymuyor yani teknik anlamda. Ve üçüncü şart: “durumun
gerektirdiği ölçüde kısmen veya tamamen durdurulabilir.” diyor: burada da yine ölçülülük söz konusu.

 Birinci şarta göre olağan süreç içerisinde THH’i durduramazsınız durdurmak için öncelikle olağanüstü
yönetim kusuruna geçilmesi gerekir; ondan sonra hak ve hürriyet durumun gerektirdiği ölçüde kısmen
veya tamamen durdurulabilir.

 Uluslararası sözleşmelere aykırı olarak hak ve hürriyetleri sınırlandırmak-durdurmak söz konusu


olabilir, bu noktada anayasa yargısı da AİHM yargısı da devreye girebilir: hocanın söylemek istediğini
münferit olaylar/somut durumlar açısından değil anayasa düzenleme açısından AİH sözleşmesindeki
çerçeveye uygun olarak anlamalıyız. Yoksa AİHM’de bir sürü davamız var. Dolayısıyla uluslararası
hukuk ihlal eder mahiyette hak ve hürriyetler ferit olarak-somut olarak sınıflandırılabilir. Ama hukuki
çerçeve açısından 15. madde özellikle olağanüstü yönetim şekillerine yönelik olarak yapılan
düzenleme anayasamızda ki AİH sözleşmesindeki çerçeveye uygun.

 THH’in kısmen veya tamamen durdurulabilmesi için öncelikle olağanüstü yönetim usulüne geçmek
gerekli. Olağan üstü yönetimi usulleri 2017 anayasa değişikliğine kadar: OHAL, sıkıyönetim şeklinde iki
taneydi ama 2017 anayasa değişikliği ile sıkıyönetim anayasadan çıkarıldı sadece OHAL kaldı. OHAL
yönetimi AY 119’da, sıkı yönetime ilişkin düzenlemeleri de içerecek şekilde yeniden düzenlendi;
okuyun: fıkra 1 OHAL’i gerektirecek durumlar, bu durumlar söz konusu olursa OHAL ilan edilebilir
diyor cumhurbaşkanı tarafından. 2017 öncesinde cumhurbaşkanı başbakanla toplanır, bakanlar kurulu
ilan kararı alabiliyordu ama artık Bakanlar kurulu yok çünkü hükümet sistemi değişti, yürütmede tek
sorumlu ve yetkili kişi cumhurbaşkanı, dolayısıyla OHAL ilan etme yetkisi de ona ait. Cumhurbaşkanı
OHAL kararını verdiği gün bu karar resmi gazetede yayınlanır ve yürürlüğe girer ama bu ilan kararı aynı
gün TBMM’ye sunulur: TBMM tatilde ise derhal toplantıya çağırılır; meclis gerekli görürse; OHAL
süresini kısaltabilir, uzatabilir veya OHAL’i kaldırabilir. OHAL ilan kararı altı aya kadar ilan edilebilir,
TBMM bu süreyi uzun bulup kısaltabilir ya da üç ay ilan edilmişse altı aya çıkarabilir ya da o hal ilan

59
etmeye gerek yok abartılmış, olağan usullerle de bu durumun üstesinden gelinebilir şeklinde bu halin
kararını iptal edebilir kaldırabilir; bu noktada son söz TBMM’ye ait.

 OHAL ilan edilebilecek durum var: savaş, savaşın gerektirecek bir durum yani yakın savaş tehlikesi söz
konusu, ayaklanma, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ne yönelik bir kalkışma (15 Temmuz gibi)
ya da kamu düzenini bozacak şekilde yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, baş göstermesi;
devamında tabii afet, deprem, sel, heyelan gibi ya da tehlikeli salgın hastalık (C19) Dolayısıyla ya da
ağır ekonomik bunalım dolayısıyla: yurdun bir bölümünde veya tamamda OHAL ilan edilebilir.

 OHAL ilan edildi, meclis onayladı, artık olağanüstü yönetim usulüne geçildiğinde artık olağanüstü
yönetim usulü altında kimi hak ve hürriyetler durumunun gerektirdiği ölçüde kısmen veya tamamen
durdurulabilir; sokağa çıkma yasağı konulabilir: OHAL ilan edilebilir ve o zaman hukuki zemin daha
sağlam olur ama şu an (Covid 19 süreci) OHAL ilan edilmiş değil; kanunların verdiği yetkilerle bu
hususlar düzenleniyor, o da aslında anayasa tekniği açısından doğru bir yaklaşım değil çünkü bugünkü
sokağa çıkma kısıtlaması olarak İfade edilen uygulama var ya hıfsısıhha kanununa dayanıyor ya da il
idaresi kanununun dayanıyor: il idaresi kanunu valiye belirli görevler vermiş ildeki gelen sağlığın,
asayişin korunması noktasında gerekli tedbirleri almak diyor; çok geniş bir yetki, örneğin: “sokağa
çıkma yasa koyuyorum gerekli gördüğü bitti. “İşte bugün büyükşehirlerdeki uygulanan giriş çıkış
yasakları, sokağa çıkma kısıtlamaları olsun bunların hepsi illerde valilerin yapmış olduğu ayrı bir
işlemle gerçekleşiyor: içişleri bakanı valilere genelge göndererek “30 büyükşehirde şu tarihler arasında
sokağa çıkma kısıtlaması uygun görünüyor.” diyor mesela ve bunun üzerine valilerin hepsi kendi
ellerinde bunu ayrı bir işlemle yerine getiriyorlar, ayrı bir tedbir olarak. Onun dışında bazı köyler,
ilçeler hatta apartmanlar için getirilen karantina uygulamaları hıfsısıhha kanunu çerçevesinde; yine 20
yaş altı 65 yaş üstü kısıtlamaları da hıfsısıhha kanunu çerçevesinde getiriliyor. Bu uygulamalar olağan
dönemde kanunlara bakılarak yapılıyor dolayısıyla bu zemin hukuki bir zemin değil; 13. maddedeki
sınırlama nedenleri noktasındaki teknik açısından anayasa hukuku açısından teknik-uygun bir zemin
değil. Ama bu OHAL ilan edilerek yapılırsa zemin hukuki olur, istenildiği gibi sınıflandırılabilir,
durdurulabilir; her türlü tedbir alınabilir anayasaya aykırı: anayasa bunu açıkça cevaz veriyor.

 Yine 119. madde “Tabii afet dolayısıyla o hal ilan edilebilir.” diyor: şimdi beklenen bir
Marmara/İstanbul depremi var; böyle bir şey gerçekleşirse etkisinin çok büyük olacağını bilim insanları
söylüyor dolayısıyla çok büyük bir depremle karşı karşıya kalınırsa ve çok büyük bir yıkım meydana
gelirse bunun üzerinden olağan yöntemlerle çıkılması zor olabilir, o zaman işte OHAL ilan edilebilir.
OHAL ilan edildiği zaman da anayasada yer alan temel hak ve hürriyetler kısmen veya tamamen
durdurulabilir: böyle bir durumda örnek olarak: deprem meydana geldi, OHAL ilan edildi, devlet olarak
yapılması gerekenler var; arama-kurtarma çalışmaları yapılmalı, bunun içinde iş makinasına, ekipmana
ve personele ihtiyaç var. Çok büyük bir yıkım var ve devletin elindeki iş makinaları yetmiyorsa,
jeneratörleri yetmiyorsa (elektrikler kesilmiş), personel yetmiyorsa özel kişilerden temin edilecek:
yakındaki müteahhite “şu iş makinan gelecek çalışacak operatörü ile birlikte bu işte“ ; müteahhit bu
durumda “bu benim mülkiyet hakkım, kendi yürüttüğüm işler var, onlar aksar, ben iş makinesini
vermiyorum“ diyemez: mülkiyet hakkı var, anayasal güvence altına almış ama o hali olduğu için
mülkiyet hakkı kısmen durdurulabilir: ancak bedava değil, devlet kirasını verecek. Veya özel kişileri
arama-kurtarma çalışmasında kullanmak için; “Ben çalışmam, angarya yasak ve anayasaya göre, zorla
çalıştıramazsın.” diyemez kişiler; çalışmak zorundalar, evet angarya yasak ve anayasaya göre zorla
çalıştırılamaz var ama OHAL var ve bu hakkı durdurulur. Yine benzer şekilde diyelim ki enkaz altındaki
cesetler çürüdü ve toplum sağlığı açısından da sıkıntı doğdu ya da enkazda ki değerli eşyaları çalmak
için sağdan soldan hırsızlar üşüştü; bunları gören çevre halkı onları linç etmeye kalktı; kamu düzeni
azalmaya başladı, o zaman “akşam 18’den sabah 8’e kadar sokağa çıkmak yasak. Görevli olanlar

60
dışında kimse sokağa çıkmayacak.” denilebilir., Kişilerin seyahat hürriyeti sınırlandırılmış olur ve kişiler
“Benim seyahat hürriyetim var, gezerim.” diyemezler: evet seyahat hürriyetleri var ama OHAL var,
seyahat hürriyetleri durdurulur kısmen veya tamamen ikinci bir emire kadar.

 THH’in durdurulmasından bahsedilen bu: olağan dönemde yapılamayacak şeyler olağanüstü yönetim
usulüne geçilerek yapılabilir; üstelik olağanüstü yönetim şekline geçildiği zaman bu kanunla yapılmak
zorunda da değil: CBK ile de yapılabiliyor (bir yürütme işlemi ile). “Anayasada öngörülen güvencelere
aykırı tedbirler alınabilir.” diyor: normal zamanda basın sansür edilemiyor ancak OHAL ilan edildiyse;
OHAL süresince ve OHAL bölgesinde basın sansürlenebilir, kişi zorla çalıştırılabilir, toplantı gösteri
yürüyüşü izne tabi kılınabilir ya da toptan yasaklanabilir olağanüstü yönetim usulüne geçildiğinde.

 Ama 15/2 diyor ki: “OHAL, Savaş, seferberlik durumunda dahi beş hakka dokunulamaz; diğer tüm hak
ve hürriyetleri kısmen veya tamamen dokunulabilir-durdurulabilir ama 5 hak ve hürriyete
dokunulamaz savaş durumunda olunsa da.“ :birinci fıkrada belirlenen durumlarda dahi “savaş
hukukuna uygun filler sonucunda meydana gelen ölümler dışında kişinin yaşama hakkına
dokunulamaz; kimse din, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı
suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; Suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar
kimseye suçlu muamelesi yapılamaz. “Anayasa 15/2 bu 5 hak ve hürriyeti özellikle saydığı için,
dokunulamaz bir alan olarak, bu beş hak ve hürriyeti “sert çekirdekli haklar” denir ya da “THH’in sen
çekirdekli alanı” şeklinde bunlar ifade edilir.

THH’in durdurulması noktasında yani 15. Maddedeki çerçeve şudur: 1) olağanüstü yönetim
usulüne geçilecek, 2) milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmeyecek, 3) durumun
gerektirdiği ölçüde sınırlama yapılacak yani ölçülülük ilkesi geçerli olacak: Dolayısıyla 13.
maddedeki THH’in sınırlandırılması için sayılan hususlar, THH’in durdurulması için geçerli değil.
Yani THH’in durdurulması kanunla yapılmak zorunda değil; CBK ile de yapılır: Demokratik toplum
düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine aykırı olabilir, hakkın özüne dokunabilir, dolayısıyla
durdurma ile sınırlandırma arasındaki ortak özellik sadece durumun gerektirdiği ölçüde yani
ölçülülük ilkesine uymaktır.

THH’in durdurulması için anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir diyor
anayasa; yani OHAL ya da savaş ya da seferberlik durumu söz konusu olduğu zaman.

Anayasada sayılan THH’in 5’i hariç hemen her THH durdurulabilir: 15/2; Kişinin:

“Savaş hukukuna uygun filler sonucu meydana gelen hükümler dışında kimsenin yaşama hakkına
dokunulamaz.”: Savaş durumunda zaten savaş hukukuna uygun olduktan sonra zaten karşılıklı
olarak insanlar birbirini öldürdüğü bir durumdur; bunun dışında kimsenin yaşama hakkına
dokunulamaz: Bu noktada idam cezası getirilmesi düşünülürse-isteniyorsa yapılması gereken
diğer şeylere ilave olarak 15. maddedeki bu hükmün de değiştirilmesi gerekli: Diyilecek ki: “Savaş
hukukuna uygun filler sonucu meydana gelen ölümler ve kesinleşmiş idam cezalarının infazı
dışında kimsenin yaşama hakkına dokunulamaz.” Şeklinde maddenin değişmesi gerekir.

“Maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz.”: Buradaki maddi varlık kişinin malvarlığı
değil vücut bütünlüğüdür; yani kimse işkence edilemez, dövülümez, uzulları kesilemez. Manevi
varlıktan kastettiği-korudu şeyse: Kişinin psikolojik-duygusal bütünlüğüdür yani kişiye psikolojik
anlamda da işkence yapılamaz. (Savaş durumunda olunsa dahi)

61
“Kimse din,vicdan,düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.”: Burada din,vicdan ve
düşünce hürriyetinden bahsediliyor; ibadet hürriyeti geçmemiş, yani ibadet hürriyeti
sınırlanabildiği gibi durdurulabilir ki şu an OHAL’de değiliz ama cemaatle namaz kılmak, hacca ve
umreye gitmek yasak OHAL’de olmamamıza rağmen ki bu tür şeylerin OHAL’de hukuki çerçeveye
daha uygun olduğunu ifade etmek gerekir. “Kimse din,vicdan,düşünce ve kanaatlerini açıklamaya
zorlanamaz-dokunulamaz ve bundan dolayı suçlanamaz.”: Bu zaten mutlak bir hürriyettir
denilmişti.

“Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez.”: Hukukun temel prensiplerinden biridir, ceza hukukuna
ilişkin olarak: Ceza kuralları-kanunları yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için hüküm ve sonuç
doğurur; bu anayasada bu şekilde düzenleniyor ve Ceza Kanunumuzda da: Hiç kimse işlediği suç
dolayısıyla yürürlükteki ceza kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz, diyor. Bu,
kişilere hukuki güvenlik sağlar çünkü kişiler bugün işleyecekleri fiilin suç olup olmadığını bilerek
ona göre davranırlar; yarın bir kanun çıktığında o kanun artık o tarihten itibaren yürürlükte olmalı,
o tarihten itibaren işlenen fiillere etkili olmalı: Tutulupta bu geçmişe yürütülürse, 2-3 ay öncesine
veya düne götürülürse, dün de bu filleri işleyenlere ceza verilir denilirse olmaz bu iş çünkü kişi onu
suç olmadan önce hukuka uygun bir fiil olarak gerçekleştirmiştir. Suç ve ceza içeren kanunların
geçmişe-geriye yürütülememesi noktasındaki tek istisna: “Sanığın lehine olan ceza kanunu
hükümleri” sanığın lehine geçmişe yürütülebilir ama sanığın-kişilerin aleyhine sonuç doğuran
hükümler geçmişe yürütülemez. Yani bugün suç olan bir fiil yarın yapılan bir düzenlemeyle suç
olmaktan çıkarılmışsa bu da anca o suçtan dolayı yargılanan (yargılaması süren) ya da ya da
yargılama neticesinde mahkum olmuş-cezası infaz edilen kişiler için lehe bir durumdur ve
dolayısıyla bu hüküm geçmişe doğru uygulanır ve yargılanmakta olan ya da hüküm giymiş cezası
infaz edilenler için de geçerli olur: Suç sayılmaktan çıkarılıyorsa bu fiil, yürümekte olan
yargılamalar düşer, ceza evinde infazı gerçekleştirilmekte olan mahkumlar da salıverilir. Ya da dün
yürürlükte olan kanun bugün yürürlüğe giren bir düzenlemeyle suç hafifletiliyor olabilir; hapis
cezası para cezasına çevriliyor olabilir ya da hapis cezasının süresi kısaltılıyor olabilir, bu da sanığın
lehine sonuç doğurduğu için bu da-burada da uygulanır ama aleyhe sonuç doğuran hükümler
geçmişe yürütülemez. Buna doktrinde masumiyet karinesi diyorlar, uluslararası belgelerde de
geçer, yine hukukun temel ilkelerindendir.

+Önceden küçük yaşta birileriyle evlenen kişilerin günümüzde ceza alması hakkında bir soru geldi
(+ işaretleri soru cevabıdır)15 yaşından küçük çocukların hiçbir şekilde rızaları söz konusu değildir
cinsellik noktasında; hukuk onların rızasına bir sonuç bağlamamış: 15-18 yaş grubundaki çocuklar
için ise sadece cinsel birleşmeye varmayan cinsel davranışlara rıza gösterme noktasında bir
ehliyet verilmiş: Detayları ceza hukuku özel hükümler dersinde. Diyelim ki: 14 yaşındaki bir
çocukla 18-20 yaşındaki birisi evlendiriliyor, bunun yasal olarak yapılması mümkün değil ama
imam nikahı ya da düğün vs ile evlenmesi kanunun suç saydığı bir eylem: Bu tespit edilirse bunun
üzerine gidilir ama tespit edilmiyor olması bunu suç olmaktan çıkarmaz: Bu eylem gerçekleştikten
sonra, 2-3 sene sonra durum ortaya çıktığında; hastaneye gidiliyor, doğum yapılacak, çocuk
hamile kalmış durum ortaya çıkacak gibi ya da bir şekilde ortaya çıkıyor: Bakıldığı zaman bu suçun
zaman aşımı süresi geçmediği için adli birimlerin orada işlem yapmaları gerekli ve zorunlu:
“Üstünden yıllar geçmiş; çocuk olmuş; yaşı da büyümüş 17-18 olmuş ama almışlar onu yine
cezaevine koymuşlar” şeklinde bunun mağduriyete neden olduğu söyleniyor: Görünürde-somut
olayda mağduriyet olabilir ama ceza kanunları topluma da yön veren kurallardır yani bir fiil suç
olarak düzenlendiği zaman artık “Bu fiili işlemeyin, işlerseniz karşılığındaki cezası şudur” deniliyor.
Bu hükümler konulduğunda amaç küçük yaşta evliliklerin önüne geçilmekti çünkü uzun zamandır
ve hala da çocuk olayını bir türlü bitiremedik. E dolayısıyla bunun ceza hukuku karşılığı bu hüküm.

62
Şimdi hem küçük yaşta evlilikle mücadele ediliyor denilirse ve buna ilişkin kanunlar düzenlenip
konulduktan sonra bir iki somut olayda mağduriyet ortaya çıktı diye gevşetmek olmaz: Artık bir
düzenleme koyulduğu zaman onun arkasında, onu savsamadan, ciddiyetinden uzak hale
dönüştürmeden, kararlı bir biçimde uygulamak lazım ki sonuç alınsın: Hocanın bu konudaki
değerlendirmesi bu şekilde.

“Kişi hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı olmadan kimseye suçlu denilemez”: Buna masumiyet
karinesi deniliyor yani hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı olmadıkça herkes masumdur,
şeklinde ifade ediliyor. (Şüpheden sanık yararlanır, bunu tanımlayan ifadelerden bir tanesi)
Hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı olmadan herkes masumdur demekle anayasanın burada
ifade ettiği suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz ibaresi küçük
bir fark içeriyor: Anayasamız hiç kimseye baştan masumdur demiyor ve yine hiçkimseye peşinen
suçlu da demiyor. Böyle demesinin sebebi: “ Hakkında mahkeme kararı çıkıncaya kadar herkes
masumdur.” Denilirse yani insanların masumiyeti de baştan kabul edilirse o zaman yargılama
sürecinde yargılanmakta olan kişilere hürriyeti bağlayıcı tedbirler uygulanamaz; bunlardan en
önemlisi tutuklama; tutuklama bir tedbirdir ceza değil; tutuklanan kişi henüz sanıktır ya da
şüphelidir yani yargılaması süren kişi yargılamanın selameti açısından hürriyeti tahdit edilir, tutuk
evine konulu. Dolayısıyla tutuklu olan kişi mahkum edilmemiştir, hakkında kesin karar
verilmemiştir; hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı oluncaya kadar herkese masum denilirse
burada masum bir insanın hürriyeti sınırlandırılıyor demektir ve burada bir çelişki ortaya çıkar: O
nedenle anayasamız masumdur yerine suçlu sayılamaz demiş: Suçlu sayılamaz ama masumu da
baştan kabul etmiyoruz. Kimse suçlu sayılamaz, bu nedenle yargılaması süren kişilere biz,
iddaname kabul edilene kadar “şüpheli” diyoruz; suç işlediğinden şüphelenilen kişi. Bu, suçüstü
durumu olsa dahi yani fiili işlerken yakalanmış olsa dahi iddaname kabul edilene kadar şüpheli
diyoruz: İddaname kabul edildikten sonra sanık ya da yanlı diyoruz yani suç işlediğini sandığımız-
zannettiğimiz kişi anlamında ama ne zaman ki hakkında yapılan yargılama neticesinde mahkeme
kararı verilirse suçlu olduğuna dair ve bu hüküm kesinleşirse o zaman o kişiye suçlu, mahkum,
hükümlü diyoruz: Bu son derece önemli çünkü maddi gerçek her zaman göründüğü gibi olmaz;
karar kesinleşene kadar hala sanık kişi, ne zaman ki karar kesinleşir o zaman artık o kişiye suçlu,
mahkum denilebilir ama günlük kullanımda böyle olmuyor, insanlar kolayca suçlu ilan edilebiliyor
hatta linç edilebiliyorlar; doğru bir davranış tarzı değil: ör: ÜMRANİYE SAPIĞI OLAYI. O nedenle
anayasa ve hukuk düzeni bu hassasiyeti gösteriyor: Suçlu, mahkum değil sanık ya da zanlı diyor.

5)YABANCILARIN DURUMU:
 Madde 16, değinmiştik. Yabancılar için THH milletlerarası hukuka uygun olarak yine kanunla
sınırlanacak. Yabancılar için 13. Madde geçerli değil yani eşitlik ilkesine aykırı davranabilirsin,
cumhuriyet, laiklik aykırı davranabilirsin yabancılar için, demokratik toplum düzeninin gereklerine
aykırı davranabilirsin ama milletlerarası hukuk işin içine girince bunları kapsayacak şeyler yine vardır
ama kanunla sınırlanacak ve milletlerarası hukuka uygun olmak (AİH sözleşmesine) kaydıyla
yabancıların THH’i kanunla sınırlanabilir ya da durdurulabilir.

63
KİŞİNİN HAKLARI ve ÖDEVLERİ
 Anayasamız 17. Maddeden itibaren artık 3 başlık altında THH’i sıralıyor:

Kişinin Hak ve ödevleri

Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler

Siyasal Haklar ve Ödevler

 Bu hak ve hürriyetlere tek tek değinmeyeceğiz, buna zamanımız da yetmez ama arkadaşlar sizle ( yani
bizler ) anayasa metnini açarak buradaki düzenlemeleri yani hak ve hürriyetlerin neler olduğu, nasıl bir
hukuki rejime tabi olduğu noktasında gayret göstereceksiniz çalışacaksınız: Tek tek ezberlemeniz şart
değil ama en azından hangi hak ve hürriyetlerin kişi hakkı, hangilerinin sosyal ve ekonomik hak,
hangilerinin siyasal hak olduğu noktasında fikir sahibi olun sevgili arkadaşlar. Şimdi biz genel huşular
üzerinden devam edeceğiz: THH’in kullanılmasındaki sistemler, korunması ve siyasal partilere ilişkin
hükümleri verip THH’i kapatacağız, artık devletin organlarına başlamamız lazım.

1)TEMEL HAK ve HÜRRİYETLERİN


KULLANILMASI:
 THH’in kullanılması noktasında aslolan aslında serbestliktir çünkü hürriyet asıl, sınırlama istisnadır.

 Temel usul aslında serbestlik usulü ama bazı hak ve hürriyetlerin kullanılması için, kamu düzeninin
özellikle bozulmaması açısında, izin ve bildirim yöntemleri kabul edilebilir; izinle bildirim usulleri.

İzin usulünde şu önemli: Eğer izin usulü öngörülmüşse bir hak ve hürriyet için izin almaksızın o hak
ve hürriyet kullanılamaz; kullanma geçerli olmaz. İzin usulüne ilişkin örnekleri genellikle doğrudan
anayasadaki düzenlemelerden değil, biraz onlarla alakalı olanlardan bulunur çünkü izin usulüne
verilen en çok örnek; ruhsat, lisans, ehliyet gibi gerekliliklerdir: Seyahat hürriyetini eğer kara
yollarından motorlu taşıt kullanarak bizzat gerçekleştiriyorsa kişi, o taşıtı kullanabilmesi için
ehliyetinin olması lazım dolayısıyla karayollarında motorlu taşıt kullanarak seyahat etmek izne
tabi; o izin ehliyetin olmasıdır, gibi. Ya da mülkiyet hakkının bir uzantısı, görünümü olarak arsanın
üzerine inşaat yapmak için, inşaat riskli bir iştir, belediyeden inşaat ruhsatı almak lazım. Y ada
radyo televizyon yayıncılığı yapmak için bu konuyu düzenleyen bağımsız bir kurul olarak RTÜK’ten
lisans alınması gerekli, gibi.

Bir diğer usul: Bildirim usulü: bildirim usulüne tabi hak ve hürriyetler için kullanmak için izin almak
şart değil ama bu hak ve hürriyet kullanılırken yine kamu düzeninin gereği olarak bazı yetkili
makamlara bildirimde bulunmak kanun tarafından öngörülebilir; bunun en tipik örneği: Toplantı
ve gösteri yürüyüşü hakkıdır. Toplantı ya da gösteri yürüyüşünü düzenleyecek olan kişiler kanuna
göre bunu 48 saat önce, mahallin en büyük mülki amirine bildirmek yükümlülüğündedirler.
Bildirim amacı şu: Toplantı ya da gösteri yürüyüşü yapıldığı zaman bu kamuya açık bir alanda
yapılacak, bir yerden bir yere yürünülecek, bu rotanın bilinmesi lazım kamu otoritesi tarafından
çünkü yürüyüş neticesinde yürüyüşe katılacak olanların sosyal psikoloji dolayısıyla yürüyüş
yapanlar taşkınlık yapabilir, sağa sola zarar verebilir ya da yürüyen kişilere karşı farklı düşünenler
mukavemet edebilir; bunun dolayısıyla kamu düzeni bozulabilir ya da en azından yürüyüş

64
güzergahının trafiğe kapatılması lazım, trafiğin devamının diğer yollardan sağlanması lazım:
Bunlar için de önceden bildirimi şart koşmuş ki bildirim üzerine yetkili otoriteler kolluk gücü
ayarlayacak, güvenliği sağlayacak ya da trafiğin başka şekilde akmasını sağlayacak tedbirler
alacak: Bunun için öngörülmüş bir usuldür bildirim usulü ama toplantı ve gösteri yürüyüşü
noktasında bildirimde bulunulduğu zaman ilde vale ya da ilçede kaymakam “İzin vermiyorum!”
diyemez; en fazla şunu diyebilir: “Kamu güvenliği açısından risk oluşturabilir çünkü daha önce
bilmem ne grubunun da hareketi vb. var dolayısıyla bu sıkıntı olur, erteleyin.” Diyebilir ama hayır
izin vermiyorum diyemez: OHAL’de bu yapılabilir, pekala yasaklanabilir, OHAL süresince ama
olağan dönemde izin söz konusu değil, bildirim gerekli. Bunun yanında bildirime tabi olan diğer
önemli hürriyetler; radyo, televizyon, sinema gibi şeyler izne bağlanabilir ama süreli yayın yapmak
bildirime tabidir yani gazete-dergi çıkarmak bildirime tabi tutulmuştur; yine dernek, sendika,
siyasi parti kurmak bildirime tabidir: Yani siyasi parti kurmak istiyorsunuz, kanuna göre yeterli
sayıda, 50 kişi, kişi bir araya geldiniz, bir parti tüzüğü oluşturdunuz, partinin programını
oluşturdunuz, anını sanını belirlerdiniz, gereken belgeleri götürdünüz, ilgili merciye verdiniz; artık
siyasi parti olarak kurulmuşsunuz demektir: Sizin vermiş olduğunuz evrakı inceleyip, adınızı
sanınızı denetleyip, partinizin programını tüzüğünü inceleyip; “Ha tamam olmuş.” diyip izin
vermiyor kimse: Siyasi parti kurulmuş oluyor: Eğer parti programınızda-tüzüğünüzde anayasaya,
kanuna aykırılık varsa o zaman “Kurulmuş olan partinin kapatılması.” söz konusudur.

Bu örnekler dışında THH serbestlik usulüne tabidir; serbestçe kullanılabilirler ama bu hak ve
hürriyet kullanılırken eğer diğer kişilere bir zara veriliyorsa bir zararlı sonuç ortaya çıkarsa bu da
telafi edilmek zorundadır: Dolayısıyla serbestlik usulüne “Düzeltici Sistem” de deniliyor, bu
anlamda eğer denge bozulursa daha sonra bozanlar düzeltmek zorundadırlar.

2)TEMEL HAK ve HÜRRİYETLERİN


KORUNMASI:
 Demokratik devletten bahsederken THH tanınmış ve güvence altına alınmış olmalı demiştik, yine
anayasa tasnifleri yaparken garantist anayasa için THH’i garanti altına alan yani bunun için
mekanizmalar geliştiren anayasa demiştik; yani THH’in anayasa gibi metinlerde tek tek ismen sayılıyor
olması önemli değil, önemli olan anayasanın ismen-şeklen düzenlemiş olduğu bu hak ve hürriyetlerin
korunması için etkili mekanizmaların oluşturulmuş olması; yoksa bu hak ve hürriyetler sadece kağıt
üzerinde kalır, bir anlam ifade etmez. O nedenle THH’in korunmasına ilişkin mekanizmalar son derece
önemlidir.

 THH’in korunması noktasında bir iç hukuktan doğan korunma yolları var: “THH’in Korunması” bir de 2.
dünya savaşından itibaren artık dünyada insan hakları uluslararası plana taşınmıştır, uluslararası
korunma mekanizmaları öngörülmüştür dolayısıyla bir de artık “THH’in uluslararası korunması” söz
konusu(?).

İç hukuktaki korunma yolları: “Yasama başvurusu” (yasamanın bu konuda faaliyet göstermesi),


buna “teşri başvuru” diyoruz; “idari başvuru”, bağımsız kuruluşların-kurulların(?) yapmış olduğu
başvuru ve iç hukukta en etkili olan “yargısal başvuru”. Uluslararası alanda ise BM çerçevesinde
bir korunma yöntemi var bir de Anayasa Konseyi çevresinde “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”
çerçevesinde bir korunma yöntemi var.

İç Hukuktaki Korunma Yolları:

65
1. İç hukuktaki başvuru yolumuz “Teşri Başvuru” (Yasama Başvurusu): TBMM Dilekçe komisyonu
karşımıza çıkar bu konuda, TBMM daimi komisyonlarından bir tanesidir: Dilekçe komisyonuna
vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla yabancılar başvurabilirler; o başvuruda
THH’in ihlal edildiğini de ifade edebilirler. Dolayısıyla dilekçe komisyonuna yapılmış böyle bir
başvuru neticesinde dilekçe komisyonu bunu bir yasal düzenleme başlangıcı olarak
değerlendirip bunu genel kurulun gündemine sunabilir ya da idarenin/yürütmenin çözebileceği
bir sıkıntı ise CB’lığına bildirimde bulunabilir. Yine meclis içerisinde bir daimi komisyon: TBMM
İnsan Hakları Komisyonu: TBMM insan haklarını inceleme komisyonu da yine insan hakları
ihlalleri üzerine yapılan başvurular üzerine çalışabileceği gibi kendisi de re’sen bu tür konuları
araştırabilir, inceleyebilir, soruşturabilir, bunun neticesinde rapor hazırlayıp bunu genel kurulun
bilgisine sunar: Yine yapmış olduğu incelemeler içerisinde suç bulguları varsa adli merciler
haberdar edilir. (Bu şekilde özetlenebilir teşri başvuru) Ama asıl husus şu: Bu komisyonlar acaba
gereken korumayı yeterince sağlıyor mu? Buna maalesef evet diyemiyoruz çünkü bunlar birer
komisyon; bu komisyonların icra-i karar alma yetkileri söz konusu değil ama yapmış oldukları
faaliyet dolayısıyla, çalışma dolayısıyla kamuoyunu ve yasama organını bilgilendirme, bu
noktada bilinç oluşturma açısından önemlidir.

2. Başvuru yolumuz “İdari Başvuru Yolu”: THH’in ihlaline ilişkin davranışlar zaten idarelerden gelir
genellikle çünkü idare kamu gücü kullanır; kamu gücünün kullanılması dolayısıyla bir hak ve
hürriyetin ihlaline biz insan hakları ihlali diyoruz zaten yoksa kişilerin birbirine karşı yapmış
oldukları ihlaller insan hakları açısından THH’in güvencesi-insan hakları açısından bir şey ifade
etmez: İnsan hakları doktrininde tehdit hep kamu gücü kullanandan gelir dolayısıyla kamu gücü
kullanılarak idari makamların yapmış olduğu eylem ve işlemler yani devlet gücü-kamu erki
kullanılarak yapılan işlem ve eylemler neticesinde ortaya çıkar. İşte insan haklarını ihlal eden
idareye karşı da başvuru yolu kullanılabilir bu da “İstihdaf Başvurusu” işlem ya da eylemi yapan
makama yapılan başvuru. Hiyerarşik başvuru, vesayet başvurusu idareye yapılan başvuruları
ifade eder; bunun yanında “bilgi edinme başvurusu”nu yanına ekleyebiliriz. a)İstihdaf başvurusu
ihlal fiil ya da işlemini gerçekleştiren makamın bizzat kendisine yani valinin yapmış olduğu işleme
karşı valiye yapılan başvuru ya da kaymakamın yapmış olduğu işleme karşı yine kaymakama
yapılan başvuru ya da rektörün yapmış olduğu işleme karşı yine rektörlüğe yapılan başvuru gibi.
b)Hiyerarşik başvuru ise, kamu idarelerinin hiyerarşik düzen içerisinde olduğunu ifade etmiştik,
işlemin ya da eylemin gerçekleştiği makamın hiyerarşik olarak üstündeki makama yapılan
başvuru; kaymakamın yapmış olduğu işleme karşı valiye yapılan başvuru gibi. c)Bir de vesayet
başvurusu, vesayet denetimi genel idare makamlarının yani devlet tüzel kişiliğinin yerinden
yönetim kuruluşları üzerindeki yetkisine biz vesayet yetkisi demiştik üniter devlet yapısını
incelerken, genel idare makamlarının yerinden yönetim kuruluşları üzerindeki denetim yetkisine
vesayet denetimi diyoruz; bir yerinden yönetim kuruluşunun yapmış olduğu işleme karşı o
yerinden yönetim kuruluşunun vesayet makamına yapılan başvuruya da vesayet başvurusu
diyoruz. Yani belediyenin yapmış olduğu bir işleme karşılık valiliğe yapılan bir başvuru ya da köy
muhtarının yapmış olduğu bir işlem ya da eyleme karşı kaymakama yapılan başvuru bir vesayet
başvurusudur. d)Bilgi edinme başvurusu: 2003 tarihinde bilgi edinme başvurusu kanunuyla
birlikte yürürlüğe giren bir yöntem; 2010 anayasa değişikliği ile de anayasaya girdi: Kişiler
idarenin yapmış olduğu işlemler ve eylemler neticesinde kendilerini ilgilendiren işlemler
dolayısıyla idareden bilgi isteyebilirler, idari makamlar (genel itibariyle detayı uzun) 15 gün
içerisinde cevap vermek zorundadır (istisnaları var tabi) eğer cevap verilmezse bilgi edinme üst
kurumuna müracat edilebilir ya da dava açılabilir. İdari başvuru yollarından biri de e)İl ve ilçe
insan hakları kurullarına yapılan başvuru: İl ve ilçe insan hakları kurulları 2001 yılında kuruldu,
dönem itibariyle başbakanlık insan hakları başkanlığı şeklinde bir yapılanma vardı ve bu

66
başbakanlık insan hakları başkanlığının altında illerde ve ilçelerde kurulan bu kurullar adeta bir
taşra teşkilatı gibi örgütlendiler. İllerde valinin, ilçelerde kaymakamın başkanlığında geniş
katılımlı kurullar oluşturuldu: İçerisinde hem kamu görevlileri var hem sivil toplum örgütlerinden
temsilciler var.

(Cengiz hoca Kırıkkale İl İnsan Hakları Kurulu içerisindeymiş ve bu süreç içerisinde kurulun
faaliyetleri hakkında şunları söylüyor: “Günümüzde artık bu kurulun pek popüleritesi yok,
ilk zamanlar yüksekti; çok sayıda başvuru geliyordu, bu başvurular neticesinde alt kurullar
oluşturup incelemeler falan yapıyorduk, bunları raporluyorduk, bildiriyorduk ama son
dönemde insan hakları kurullarına rağbet azaldı. İlk olarak başbakanlık insan hakları
başkanlığının bir taşra teşkilatı gibi çalışıyor demiştik ama daha sonra arkadaşlar Türkiye
İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu kuruldu ve bu defa il ve ilçe insan hakları kurulları bu üst
kurulla ilişkilendirildi; şimdi onun taşra teşkilatı gibi çalışıyor diyebiliriz. Peki ne iş yapıyor
bir etkinliği var mı bu kurulların derseniz arkadaşlar; aslında pek bir etkinliği yok çünkü icrai
karar alma yetkisi yok yine ama insan hakları bilincinin oluşması için eğitim faaliyetleri
sürdürmek olumlu bir fonksiyon. Bunun yanında ve daha önemlisi arkadaşlar özellikle
illerde vali ilçede kaymakam başkanlığında bu kurulların çalışıyor olması ildeki ya da
ilçedeki kamu personelinin kendilerine çeki düzen vermelerine neden oldu, en önemli ve
olumlu gelişmesi bu. Yani bir öğretmen aleyhine şikayet geldiği zaman, vali ildeki en büyük
hiyerarşik amir-ildeki bütün memurların amiridir silahlı kuvvetler dışında ve mahali idareler
dışında tüm kamu personelinin en yüksek hiyerarşik amiridir, dolayısıyla işte bir hastane
başhekimi hakkında ya da bir öğretmen hakkında bir şikayet geldiğinde vali ve
kaymakamlar bunun üzerine ciddi bir şekilde gidip araştırma yolunu kullandıkları için artık
kamu görevlilerinde-memurlarda “Ben işimi savsasam da olur” veya “Vatandaşı kale alsam
ne olur almasam ne olur, ben üstümdeki amirimle aramı sıkı tutarsam bir şey olmaz.”
Zihniyeti ortadan kalktı. Yani artık vatandaşlar doğrudan hiyerarşik amirine hem de vuku(?)
eliyle gidebiliyorlar dolayısıyla kamu personelinin bu süreç içerisinde kendisine çeki düzen
verdiğini görmüş olduk. Ama dediğim gibi son dönemde arkadaşlar pek rağbet yok:
Başvuru olmadığı için toplantı da yapılmıyor çoğu zaman.)

3. Olarak bir diğer iç hukuktaki başvuru yolu; bu konudaki bağımsız kurumlara yapılan başvurular;
bu noktada da 2 kurum karşıya çıkıyor: 1.si az önceki “Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu”,
bu kurum özerk bir yapıya sahip, özerkliği bütçesi ve personeli açısından geçerli; atanmaları
noktasında idari makamlar yetkili olsa da çalışma şartları açısından herhangi bir hiyerarşik yapı
içerisinde değiller dolayısıyla özerk bir yapıya sahipler. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu
yine birçok alanda; eğitim faaliyeti olsun, inceleme-araştırma-denetleme faaliyetleri olsun,
raporlama faaliyetleri olsun; gerçekleşiyor yerine getiriyor ama en nihayetinde kurula yapılan
başvurular neticesinde yine kurumun icrai karar alma yetkisi yok, sadece eşitlik açısından eşitliğe
aykırı davranışlar dolayısıyla yapılan şikayetler neticesinde kurumun idari para cezası verme
yetkisi var, onun dışında bir icrai karar yetkisi yok. Bunun yanında bir de “kamu denetçiliği” var
demiştik, kamu denetçiliğine başvuru da bir iç hukuk başvuru yoludur. Kamu denetçiliği ya da
diğer adıyla “Ombudsmanlık” 2010 anayasa değişikliği ile öngörüldü 1 kamu baş denetçisi ve 5
tane kamu denetçisinden oluşan bir yapılanma. Kamu denetçiliği kurumu idareyle vatandaşlar
arasında bir nevi arabulucu rolü üstlenen bir yapılanma; kamu hizmetlerinin işleyişi noktasında
ve yine kamu hizmetleri işlerken insan hakları noktasında da ihlal olmaması açısından işleyiş
noktasında idareye tavsiyelerde bulunma yetkisine sahip yani başvuruları değerlendirip durum
tespitini yapıp idareye raporlar şeklinde görüş bildiriyor, başvurular neticesinde. Dolayısıyla
idareyi belirli bir yönde hareket etme, onu zorlama yetkisi yok; bir arabulucu şeklinde faaliyet

67
yürütebiliyor. Dolayısıyla genel itibariyle bakıldığı zaman şimdiye kadar saydığımız “yasama
başvurusu, idari başvuru ya da üst kurullara başvuru” aslında etkinlik olarak çok da hata(?)
uygulamalar değil hatta hocanın şahsi kanaati: “Türkiye’de son yıllarda bir insan haklarına
yönelik kurum enflasyonu yaşanıyor da diyebiliriz yani. Bakıyorsunuz bir sürü kurullar var, her bir
birimde insan haklarına ilişkin birimler. Bir sürü kurul var ama bunların hiçbirinin icrai karar alma
yetkisi yok; tam bir insan haklarına ilişkin kurul enflasyonu var.” O zaman bunların koruma yolu
çok etkin değilse ne etkindir?

4. İnsan haklarını koruma noktasında etkin yol “Yargı Yolu”dur çünkü yargı diğer 2 kuvvetten
bağımsız ve tarafsızdır ve yargının kararları icrai niteliktedir; kesin hüküm verme yetkisi vardır
yargının. Yargı kararları kamu otoriteleri tarafından yerine getirilmek zorundadır. Yargısal
başvuru yargı kolları açısından değerlendirilebilir: Adli yargı, idari yargı ve anayasa yargısı;
burada önemli olan dersimiz açısından da anayasa yargısının rolü. Anayasa yargısı noktasında
bireylerin AYM’ne başvurma yöntemi: Birisi “itiraz yolu”, görülmekte olan dava sırasında davayı
çözmeye ilişkin kanunun anayasaya aykırılığı idda edilirse ya da mahkeme bunu bizzat kendisi
görürse dosyayı bu konuda karar vermek üzere AYM’ne gönderir demiştik, bu yöntem işletilirse
bireyler tarafından bu bir insan hakları ihlaline ilişkin bir dava neticesindeyse bu önemli bir
fonksiyon icra edebilir. Bunun yanında AYM’ne “bireysel başvuru yolu” önemli olan; 2010 AY
değişikliği ile anayasaya girmiş daha sonra gereken altyapı hazırlandıktan sonra 2012’den
itibaren bireysel başvuruları kabul etmeye başladı AYM. Bireysel başvuru bu anlamda önemli bir
fonksiyon icra ediyor; bireysel başvuru şu demek: Anayasamızda, 1982 anayasasında ve AİH
Sözleşmesinde, her ikisinde de düzenlenen bir hakkın kamu otoritesi tarafından ihlal edildiği
iddasıyla kişilerin iç hukuk yolunu da tüketmek şartı ile AYM’ne doğrudan başvurmasını ifade
ediyor, doğrudan AYM’ne başvurabiliyor bireyler. AYM yapılan başvuru neticesinde inceleme
şartlarını taşıyorsa yapılan değerlendirme inceleme neticesinde ya bireysel başvuruyu
reddedebilir yani bir anayasaya aykırılık daha doğrusu bir insan hakalrı-THH’in ihlali söz konusu
diyebilir ya da bir ihlal olabilir, eğer ihlal olduğu kanaatine varırsa AYM o zaman; eğer ihlal
yerine getirilemeyecekse-eski haline getirilemeyecekse bir tazminata hükmeder onun dışında bir
yargılama faaliyeti dolayısıyla bir ihlal söz konusuysa yeniden yargılanmak üzere bu konuda o
kararı-ihlale konu kararı veren mahkemeye dosyayı gönderir, AYM bizzat kendisi mahkeme
yerine geçip karar vermez o sadece ihlali tespit eder, ihlalin giderilmesi mümkün ise o yönde bir
karar tesis eder ve ilgili makama gönderir; bu idari makam olabilir ya da yargısal bir makam
olabilir; ihlal yerine getirilemiyorsa bir tazminata hükmeder.

Uluslararası Koruma Yolları:

1. Uluslararası koruma 2. Dünya savaşı ile birlikte ortaya çıkmış; BM’nin kurulması, insan hakları
evrensel beyannamesinin kabulü ve daha sonra yine BM çerçevesinde bazı uluslararası
anlaşmaların kabul edilmesiyle birlikte. Ancak BM çerçevesinde tarafı olduğumuz uluslararası
anlaşmalar olsa da BM çerçevesinde etkili bir koruma mekanizması yok; BM kendi içerisinde
işte raporlama, genel kurula sunma, bazı müeyyideler falan şeklinde devletlere yönelik bir
denetim yetkisi kullanıyor ama bu yetki çok da etkin bir sonuç doğurmuyor.

2. Daha önemli olan Avrupa Konseyi çerçevesinde tarafı olduğumuz İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesi (İHAS-AİHS) ve onun getirmiş olduğu mekanizma. İHAS’nin getirmiş olduğu
mekanizma daha önemli çünkü İHAS bir mahkeme kuran bir sözleşme: İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesini (AİHM-İHAM) kuran bir sözleşme ve bu mahkemenin önemli bir yetkisi:
Mahkemeye bireysel başvuruda bulunabilme; yani taraf devletlerin işlem ve eylemlerinin

68
İHAS’ne aykırılık oluşturduğu noktasında karar veren bir mahkemeden bahsediyoruz.
Mahkemeye başvurular devlet başvurusu şeklinde olabilir yani bir devlet diğer bir taraf devleti
mahkemeye şikayet edebilir; diğer ve daha önemli olan yol ise sözleşmeye taraf bir devletin
vatandaşının ya da sözleşmeye taraf olmasa bile sözleşmeye taraf bir ülkede hakkının ihlal
edildiğini idda eden kişilerin İHAM’ne bireysel olarak başvurabilmeleri. AİHM kendisine yapılan
başvuru neticesinde(?) konuyu inceleyip ihlal olup olmadığı yönünde karar verecektir; ihlal
bulmuyorsa ihlal olmadığı yönünde karar verecektir, eğer ihlal söz konusu ise AİHM başvuran
lehine bir tazminata hükmeder yani AİHM’nin de vermiş olduğu karar yine bir tazminat
şeklinde karşımıza çıkıyor. Ancak üye devletler mahkemenin vermiş olduğu ihlal kararları
neticesinde eğer bu ihlal bir yasama işlerinden(?) kaynaklanıyorsa bunu düzeltme yok yargı
neticesinde-noktasında belirtilmişse bu konuda yeniden yargı yolunu açtık; yeniden yargı
yolunda AİHM2nin kararları tazminat biçimindedir. AİHM’nin vermiş olduğu tazminat kararı da
iç hukukta icra edilebilir bir karar değildir yani AİHM’ne gittiniz hakkınızın ihlal edildiğine karar
verildi ve tazminat ödenmesine ilişkin kararı alıp geldiniz; bu kararı iç hukukta icra daireleri ile
gerçekleştiremezsiniz: Devlet öderse öder. Devletlerin kararların gereğini yerine getirip
getirmemesi noktasında takip eden organ Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesidir, eğer
mahkeme kararlarının yerine getirilmediği yönünde rapor düzenlerse en çok Avrupa
konseyinden icra edilinir yani Avrupa ailesinden-topluluğundan dışlanılmış olunur bunu da
konseye üye hiçbir devlet istemez; o nedenle mahkemenin vermiş olduğu kararları genellikle
yerine getirirler.

3)SİYASAL PARTİLERE İLİŞKİN


HÜKÜMLER:
 Siyasal haklar ya da katılma haklarından en önemlilerinden bir tanesi “Siyasi Partilere İlişkin
Düzenlemeler”; siyasi parti kurma, partiye girme ve partiden ayrılma hakkı. Siyasi partilere ilişkin
hususlar anayasamızın 68 ve 69. Maddelerinde düzenlenmiş, 2 madde halinde.

 Siyasi partiler, tanzimat döneminden itibaren siyasal hayatımızın içerisinde ancak 1961 anayasasına
gelinceye kadar siyasi partiler hep dernekler kanunu çerçevesinde bir dernek oluşumu şeklinde
hukuken izah edilder; ayrı bir kanunla düzenlenmemişlerdi ancak 1961 anayasasıyla birlikte siyasi
partiler anayasal ve yasal düzenlemeye kavuştular. 1961 ve takip eden 82 anayasası da siyesi partileri
“demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak tanımladı. Yine siyasi partiler için de kanuni
düzenlemeler getirildi. Bugün için de siyasi partiler noktasında anayasanın 68. Ve 69. Maddeleri ve artı
olarak 2820 sayılı siyasi partiler kanunumuz geçerli (1983 tarihli siyasi partiler kanunu).

 Madde 68:

İlk fıkrayı okuyun, ancak oradaki gibi 18 yaşını dolduran herkes siyasi partilere üye olamıyorlar,
fıkra 5’i okuyun.

Fıkra 2’yi okuyun.

Fıkra 3’deki faaliyetler noktasında da anayasanın 68. Maddesinin 4. Fıkrası önemli çünkü faaliyet
sınırları çiziyor siyasi partilere. Tüzük ve programları derken yani şekli unsurlarını kastediyor fıkra
4’de.

69
68. Maddenin son fıkrası siyasi partilere devlet yardımından bahsediyor. Detaylarını kanun
düzenliyor; her siyasi parti devletten mali yardım alamaz, siyasi partilerin devlet yardımından
faydalanabilmeleri için son milletvekili genel seçimine katılmış olmaları ve en az yüzde 7 oy almış
olmaları gerekli, bu şartları sağlamayan partiler devletten mali yardım alamaz.

 Madde 69:

Siyasi partilerin uyacakları esasları düzenlemiş.

Fıkra 1’i okuyun. Yani devlet yönetimi demokratik olacak çünkü 2. Madde Türkiye Cumhuriyeti
Devleti demokratiktir diyor; demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları siyasi partiler
olduğuna göre anayasamızda, siyasi partiler de kendi iç faaliyetlerinde, parti içi düzenlemelerinde,
çalışmalarında demokrasiye uygun davranmalılar: Anayasa bunu bir temenni olarak dile getiriyor-
düzenlemiş: Buna ilişkin hususlar kanunla düzenlenir diyor ama siyasi partiler kanunu 1983 tarihli
milli güvenlik konseyi tarafından yapılmış bir kanun, çok da demokratik bir perspektif içerisinde
ele alındığı söylenemez; uygulamada da bakıldığında siyasi partiler hiç de öyle kendi aralarında,
kendi içlerinde demokrasi ilkelerine uygun şekilde davrandıklarını söyleyemiyoruz, daha ziyade
her bir siyasi partinin genel başkanı genel itibariyle önüne gelenleri kendi içlerinde partiyi çekip
çeviriyorlar, yönetiyorlar; onlara karşı da patlak ses çıktığı zaman parti disiplini harekete
geçiriliyor.

Fıkra 2’yi okuyun: Böyle bir şey söz konusu olursa parti temelli kapatılır. Şimdi yeniden gündeme
getirdiler CHP’nin İŞ Bankasındaki hisselerini: Orada bilinmesi gereken şu: Bir defa bu bir ticari
faaliyet değil, çünkü ticari faaliyet olabilmesi için kar elde etme olması gerekir, CHP’nin Türkiye İş
Bankasındaki hisseleri Atatürk’ün hisselerinin veraset yoluyla yani miras yoluyla belirli kayıtlar-
şartlar altında bırakılmasını içeriyor; TDK VE TTK’na bu hisselerin gelirleri aktarılmak üzere
yapılmış kayıtlı bir, şartlı bir miras. Sadece CHP Türkiye İş Bankasındaki hisselerini temsilen kendi
içerisinden kişileri görevlendiriyorlar; dolayısıyla bu bir ticari faaliyet değil; o nedenle siyasi
partilere ilişkin düzenlemeler noktasında bir aykırılık söz konusu değil.

Fıkra 3’ü okuyun: “Siyasi partilerin gelir…sağlar”: Buna siyasi partilerin mali denetimi diyoruz.
Siyasi partilerin belirli gelir kaynakları var, bunlar: üye aidatlarıdır ve bağışlardır; onun dışında
siyasi partilerin gelirleri yok, ticari faaliyette bulunamazlar. İşte siyasi partilerin bu şekilde elde
etmiş oldukları gelirlerinin nasıl harcandığı noktasında yapılan denetime “Mali Denetim” diyoruz:
Mali denetim de AYM tarafından yapılıyor. AYM tabi bir hesap bilirkişisi değil, bir hesap
mahkemesi değil o nedenle AYM bu işi yaparken Sayıştay’dan yardım alıyor.

Siyasi partilerin kapatılması bu noktada önemli bir konu: Siyasi partilerin kapatılabilmesi için 3
durum olmalı, anayasaya göre 3 önemli neden:

1. Şekli bir şart: Siyasi partilerin tüzük ve programının yani henüz kurulurken, parti tüzüğü
hazırlanır ve bu yetkili mercilere teyide(?) edilerek siyasi parti kurulmuş olur demiştik, işte siyasi
partinin tüzük ve programının anayasanın 68. Maddesinin 4. fıkrasına aykırılık teşkil etmesi
(okuyun) durumunda, buradaki yasaklara ilişkin bir düzenleme var ise o zaman o siyasi parti
temelli olarak kapatılır: 1. neden bu – fıkra 5

2. Siyasi partilerin 68. Maddenin 4. fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerden ötürü temelli
kapatılması: Siyasi partinin eylemlerinin anayasanın 68. Maddesinin 4. Fıkrasına aykırı olması, bu

70
yeterli değil; aykırı olmanın yanında bu siyasi partinin bu eylemlerin (68. maddenin 4. Fıkrasına
aykırı eylemlerin) bir odağı haline gelmesi durumu: Yani anayasanın 68. maddenin 4. Fıkrasında
belirtilen sayılmış birçok şartın-sınırlamanın partinin üyeleri tarafından işleniyor olması (bunlara
aykırı davranılması), birkaç parti üyesi tarafından bu tür eylemlerin gerçekleştiriliyor olması
siyasi partinin kapatılması için yeterli değil; bu tür eylemlerin bir odağı haline gelmesi gerekiyor
partinin. Bu odak olmadan anlamamız gerekeni yine anayasa düzenlemiş: 69. Madde düzenliyor:
Fıkra 5’de 2. cümle: Yani partide üyeler bu tür fiilleri (68/4 ‘e aykırı) yoğun bir şekilde
işleyecekler, bu duruma partinin üst düzey karar organları (genel itibariyle diyelim) zımnen veya
açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde
işlendiği takdirde söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır: Bu fıkraya göre odak haline
gelmek 2 durumda oluyormuş: 1-Yasak fiilleri partinin üyeleri yoğun bir şekilde işleyecek ama bu
yeterli değil, yoğun bir şekilde parti üyeleri tarafından işlenen bu fiiller karşısında partinin üst
düzey karar organları da zımnen veya açıkça bunu benimseyecek. 2-Parti üyelerine hiç
gitmeden/onları hiç karıştırmadan; partinin üst düzey karar organlarının bizzat bu tür fiillerin
doğrudan doğruya kararlılık içerisinde işlemeleri gerekir. Bu 2 durumda o siyasi parti temelli
olarak kapatılır

3. 3. Bir durum: Siyasi partilerin yabancılardan yardım-mali yardım alması; bu durumda da siyasi
partiler temelli olarak kapatılır. (Fıkra 10)

Siyasi partiler kapatıldıkları takdirde başka bir ad altında yeniden kurulamazlar ama bu çok
da sonucu-geçerliliği olan bir hüküm değil çünkü anayasanın parti kapatma sonucunu
bağladığı durumlarda sadece kapatmaya neden olan siyasi partinin genel başkanı ve
yöneticileri bir süreliğine yasaklanıyor ama onun dışındaki kişiler; parti üyeleri, partinin
milletvekilleri (onların eylemleri de partinin kapatılmasına neden olmamışsa) eylemleri ile
partinin kapatılmasına neden olmamışsa siyasi parti üyelikleri düşmüş oluyor sadece,
bunlar için siyasi yasak getirilmiyor: Dolayısıyla bir siyasi parti kapatıldığı zaman o siyasi
partinin tabanını da buharlaştırılmış olmuyor, partinin mutlaka tabanı-o görüşleri paylaşan
birileri vardır; dolayısıyla yeniden bir başka ad altında siyasal organizasyon içerisine
girmelerinin engellenmesi mümkün değil. Ör: Siyasal Kürtçü Parti=HDP, Milli Selamet
Partisi=Refah Partisi=Fazilet Partisi=Saadet Partisi gibi.

Fıkra 9’u okuyun. Bu yasak kapatılan partinin kapatılmasına beyan veya faaliyetleri
dolayısıyla sebep olan kurucuları dahil üyeleri, 5 yıl AYM’nce yasaklanabilirler.

Anayasamızda yapılan değişiklikle (2001’de) artık siyasi partilerin sadece kapatılması değil
siyasi partilere yönelik olarak verilecek müeyyide, onun dışında siyasi partiler kısmen veya
tamamen devlet yardımından da mahrum bırakılma şeklinde cezaya tabi tutulabiliyorlar
ancak bu konuda şunlar önemli:

1. Kapatma yerine dava konusu fiillerin ağırlığına göre devlet yardımından kısmen veya tamamen
yoksun bırakılma cezası ancak bu sayılan kapatma gerekçelerinden ilk ikisi durumunda söz
konusu olabilir yani 1- partinin tüzük ve programının 68. maddenin 4. Fıkrasına aykırı olması 2-
partinin eylemleri 68. Maddenin 4. Fıkrasına aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi bizzat: Bu
iki durumda siyasi partileri temelli kapatma yerine kısmen veya tamamen devlet yardımından
yoksun bırakılma cezası verilebilir. Yabancılardan yardım alan siyasi parti için devlet
yardımlarından yoksun bırakılma cezası verilemez, bu partiler doğrudan kapatılır, kapatma
cezası verilir. Birinci öncelik bu.

71
2. Her siyasi parti devletten yardım almıyor, bunu gerçekleştirebilmesi içi son genel seçimlere
katılmış ve yüzde 3 oy almış olması (2014 değişikliği ile) gerekiyor. Dolayısıyla bu şartı
taşımıyorsa ve devletten mali yardım almıyorsa o takdirde almadığı bir mali yardımdan yoksun
bırakma diye bir ceza verilemeyeceği için böyle bir parti için de yine kapatma cezası uygulanır.

Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin usul: Siyasi partilerin kapatma davasını YARGITAY
Cumhuriyet Başsavcısı (Türkiye’de bir tanedir ve DANIŞTAY Başsavcısı da bir tanedir) açıyor
(Bir tane de vekili var). Dava neticesinde siyasi partilerin kapatılmasına ya da siyasi partinin
kısmen veya tamamen devlet yardımından yoksun bırakılmasına ilişkin karar ancak AYM
üyelerinin 2/3’sinin çoğunluğu ile verilecek bir karar (Bu karar yeter sayısı 2001 yılından
önce basit-salt çoğunluktu yani yüzde 50+1; parti kapatılmasını zorlaştırmak için bu
değişiklikle rakam üyelerin 3/5’ine çıkarıldı. Bunun dışında 2010 yılına gelindiğinde
AYM’nin yapısı da değiştirildi; AYM’de bölümler oluşturuldu, bölümlerden bir de genel
kurul var, parti kapatmalara genel kurul karar veriyor ve genel kurulun-AYM üyelerinin
2/3’sinin partinin kapatılması ya da hazine yardımından yoksun bırakılması yönünde karar
vermesi gerekiyor: Yani anayasal düzenlemelerimiz de gittikçe partilerin kapatılmasını
zorlaştırır nitelikte değişikliğe uğradı.) Nitekim partilerin kapatılması bir şey-sonuç
doğurmuyor, yeniden partiler başka ad altında aynı fraksiyonlar-siyasal hayat yerine devam
ediyor: Bunun karşısında da biz AİHM’ne birçok bu hususta davaya maruz kalıyoruz ve
tazminat ödemek zorunda bırakılıyoruz, o nedenle parti kapatma noktasında anayasa bu
şekilde parti kapatmayı zorlaştırır değişiklikler geçirdi.

AİHM önünde siyasi partilerin kapatılması noktasında hep suçlu olarak bulunduk ama
AİHM’nin de burada biraz taraflı davrandığını da söylemek gerekir. AİHM temelde siyasi
partilerin kapatılması noktasında temelde şu noktaya bakıyor: Özellikle siyasi partilerin
barışçı yollarla mevcut düzenin değiştirilmesinin tek başına kapatma nedeni olarak
saymıyor, eğer mevcut düzenin değiştirilmesi ya da mevcut düzene olan muhalefeti tepkisi
şiddete başvurarak ya da şiddeti överek gerçekleştiriliyorsa o takdirde kapatmaya cevaz
veriyor.

72
ÜÇÜNCÜ KISIM
CUMHURİYETİN TEMEL
ORGANLARI
YASAMA
1)TBMM:
A)KURULUŞU: MADDE 75
 Madde 75’i okuyun. Genel oy: Herhangi bir neden-ayrım öngörmeksizin kanundaki şartları taşıyan
herkesin oy kullanabilmesi. 2017 değişikliği ile 600 milletvekili. Seçilme yöntemi: Türkiye’de
uygulanan, milletvekili yerel seçimleri açısından seçim yöntemi: Yüzde 10 ülke barajlı D’hont sistemi;
yüzde on barajının yüksekliğine eleştiriler söz konusuydu ve onu bir şekilde bertaraf eden düzenleme
siyasi partilerin ittifak içerisinde seçimlere girebilmelerinin önünü açan yasal düzenlemeydi. Siyasi
partilerin ittifak halinde seçime girmeleri durumunda ise yüzde onluk ülke barajı ittifak oyları
üzerinden değerlendiriliyordu, dolayısıyla yüzde 10’luk ülke barajı siyasi partilerin yapmış oldukları
ittifak dolayısıyla aşılabilecek bir oran olarak duruyor.

B)MİLLETVEKİLİ SEÇİLME YETERLİLİĞİ: MADDE 76


 Milletvekili seçilme yeterliliği: Madde 76’yı okuyun. Milletvekili seçilme yeterliliği açısından olumlu ve
olumsuz şartlar var:

 Olumlu şartlar: Milletvekili seçilmek-olmak içi aday olacak kişi açısından olması gereken hususlar: Yaş,
vatandaşlık ve askerliğini yerine getirmek/askerlikle ilişiği olmamak. (Hoca burada askerlik diyor
aşağıda olumsuza katıyor, sanırım burada ilkokul mezunu olmak diyecekti, bu derste hastaydı kafası
karıştı herhâlde)

“Yaş”; seçilme yaşı çok değişen hususlardan, en son gelen seçmen yaşı 18 ve seçilebilme yaşı da
18: Onun öncesinde 25 idi. 18 yaşında bir kişi milletvekili seçilebilecek.

“Türk vatandaşı olmak”; seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı bir siyasal haktı yani
katılma hakları içerisindeydi: Katılma hakları yani siyasal haklar ancak vatandaşlara tanınır genel
itibariyle. Bizim hukuk sistemimiz açısından da milletvekili seçilebilmek için Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşı olmak şarttır. Vatandaşlığın doğuştan veya sonradan kazanılmasına ilişkin herhangi bir
ayrım, sınırlama yok; Aday olduğu sırada milletvekili seçilme noktasında başvurduğu anda Türk
Vatandaşı olması kişinin, yeterli. Çifte vatandaşlık uygulamaları yani bir kişi birden çok devletin
vatandaşlığını kazanmış-taşıyor olabiliyor: Çifte vatandaşlık da milletvekili seçilmeye engel değil;
burada önemli olan Türk Vatandaşı olmak.

“En az ilkokul mezunu olmak”: Yani belli bir mezuniyet aramaya başlamış artık anayasamız, ilkokul
mezunu olma şartını arıyor. 61 anayasasında bu durum, okur-yazar olmak biçiminde
düzenlenmişti, mezuniyet şartı aranmıyordu, 82 anayasası ise bunu bir mezuniyete bağlamış.
İlkokul mezunu olmak da çoğu zaman derslerde eleştirilir; çok düşük bir mezuniyet koşulu,

73
milletvekili olacak-milli iradeyi temsil edecek-millet adına karar verecek kişilerin daha yüksek
mezuniyet şartlarının aranması daha yerinde olur gibi eleştiriler oluyor. Hoca aynı fikirde değilmiş;
asgari olan düzey ilkokul mezunu olmak, şu an milletvekillerine bakılırsa da galiba ilkokul mezunu
yok: Ola da bilir yani hayat sadece eğitimden ibaret değil, onun dışındaki kaynaklardan da hayat
öğrenilebilir, dolayısıyla çok fazla elitist yaklaşmamak lazım bu konuda. İlkokul mezunu olmakta
yadırganacak bir şey yok.

 Olumsuz şartlar: Milletvekili seçilmek isteyen kişide bulunmaması gereken özellikler: fıkra 2’de sayılan
diğer hususlar.

Kısıtlılar milletvekili seçilemezler. Kısıtlı olmayacak kişi. Kısıtlılık: Bir kimsenin medeni haklarını
kullanma ehliyetinin elinden alınması yani fiil ehliyetinin; bu seçmen olabilmek için de bir olumsuz
şarttı, kısıtlı olmamak gerekiyordu, milletvekili seçilme noktasında da bu şart devam ediyor.

Askerliğiyle ilişiği olanlar milletvekili seçilemez. Burada da değişiklik yapıldı, önceki hali:
“Yapmakla yükümlü olduğu askerlik hizmetini yerine getirmek diyordu.” yani askerlik yükümlüsü
ise bu yükümlülüğü yerine getirmiş olmak şart idi ama 2017 değişikliğinde seçilebilme yaşı 18’e
indirilince; 18 yaşını tamamlamış bir erkek için askerlik şartına-yükümlü olduğu askerlik hizmetini
yerine getirmek noktasında bir sıkıntı doğmaması açısından burada da düzenlemeye gidildi ve
“Askerliğiyle ilişiği olanlar milletvekili seçilemez.” denildi ve 18 yaşındaki bir genç henüz askerlikle
ilişiği yok demektir çünkü askerlik yaşı 20: Askerlikle ilişiği olmadığı için milletvekili seçilecek,
milletvekili olduğu süre içerisinde tescilli sayılacak, 18 yaşında seçilmiş bir milletvekili. Bunun
dışında çürük olabilir yani engelli olabilir, askerlik vazifesinin yükümlüsü değildir, dolayısıyla
önemli değil. Askerliği fiilen yada bedelli yapmış olmanın bir farkı yok: Önemli olan askerlikle
ilişiğin bulunmaması.

Kamu hizmetinden yasaklılık: Kamu hizmetinden yasaklılar milletvekili seçilemezler, bu yine


seçmen olabilmenin şartlarındandı. Kamu hizmetinden yasaklılık TCK’nun bir kısıtlılık haliydi;
hürriyeti bağlayıcı mahkumiyeti olan kişiler cezaevinde bulundukları süre içerisinde kamu
hizmetinden yasaklı hale geliyorlardı yani onlar seçme-seçilme gibi siyasal hayata katılma
noktasındaki hakları kullanamıyordu, dolayısıyla aynı düzenleme burada/seçilmek açısından da
var.

2. fıkrada bundan sonra kimi suç tipleri sayılıyor ya da cezaya ilişkin, mahkumiyete ilişkin bazı
hususlar sayılıyor; burayı bir çırpıda okumak karışık olabilir, hoca ayrımlarını ortaya koyarak
anlatmaya çalışacak:

Anayasamız belirli miktarda bir mahkumiyeti bulunan kişilerin ya da belirli suçları işlemiş olan
kişilerin milletvekili seçilemeyeceğinden bahsediyor. Düzenlemeye bakalım: “taksirli suçlar hariç
toplam bir yıl veya daha fazla hapis cezası alanlar milletvekili seçilemez.”; Taksirli suçlar: Kasti
olmayan suç yani bilerek ve isteyerek değil de öngörerek ama sonucu istemeyerek (ortaya çıkan
sonucu istemeyerek) olmuş olan suçlar. Demek ki taksirli suçtan dolayı mahkum olan kişiler
milletvekili seçilebilirler, süresinin bir önemi yok; 10-15 yıl bile olsa sorun yok. Ama taksirli suçlar
hariç toplam 1 yıl veya daha fazla hapis cezası alan kişiler milletvekili seçilemezler dediğine göre
demek ki kasti suçlar, taksirli suçları ayrı tuttuk, noktasında toplam 1 yıl veya daha fazla hapis
cezası almış olmak milletvekili seçilmeye engel; anayasa toplam diyor dolayısıyla kasti olarak
işlenen suçlar neticesinde alınan cezalar 3 ay, 8 ay, 10 ay olabilir; bu cezalar toplandığında 1 yılı
aşıyorsa, hepsi kasti suç olmak zorunda, mahkumiyet, o kişi milletvekili olamaz.

74
“Ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar” noktasında herhangi bir süre düzenlememiş anayasa,
yani 3 ay da ağır hapis cezasına mahkum olmuş olunsa yine kişi milletvekili seçilemeyecek; burada
süre aramıyoruz ama kasti suçlarda hapis cezası itibariyle toplam bir yılı buluyorsa o takdirde kişi
milletvekili seçilemez. Burada şu husus önemli: Bizim 2004 yılından önceki ceza kanunumuz hapis
cezalarını hafif hapis ve ağır hapis şeklinde ayrıma tabi tutmuştu ve her bir ceza hükmünün
karşısına da o suçun cezasının hafif hapis ya da ağır hapis olduğunu belirtmişti-yazmıştı;
dolayısıyla anayasanın buradaki dili 2004 öncesi ceza kanununun diline paralel ama 2004 yılında
kabul ettiğimiz yeni ceza kanununda artık hapis cezaları bu şekilde ayrılmıyor. Yeni ceza
kanununda hapis ya da ağır hapis şeklinde bir ayrım yok; hapis cezası var+ müebbet hapis cezası
var (süreli hapis ve müebbet hapis şeklinde-ağırlaştırılmış biçim var). Bu şekilde bir ayrıma gidildi,
o zaman anayasanın bahsettiği ağır hapis cezasından, ağır hapis diye bir ayrım olmadığı için ceza
kanununda artık, anlayacağımız: Yeni ceza kanununda ağır hapis cezası olmamasına rağmen Ceza
Muhakemesi Kanunumuzda (2005? tarihli) hangi suçların ve ne kadara kadar olan hapis cezalarını
içeren suçların ağır ceza mahkemelerinde yargılanacağına ilişkin hüküm var; ceza mahkemeleri de
asli ceza mahkemesi ve ağır ceza mahkemesi şeklinde ayrılıyor; dolayısıyla ağır ceza
mahkemesinin vermiş olduğu bir mahkumiyet kararı, süresi ne olursa olsun, anayasadaki
paralelliği kurmak adına ağır hapis cezası olarak değerlendirilecek ve o kimse milletvekili seçilme
yeterliliğini yitirmiş olacak.

Sürelere ilişkin bu düzenlemelerden sonra anayasamız bir de bazı suç tipleri sayıyor; bu suç
tiplerinden mahkum olunmamış olacak, yine burada da süre ya da hapis cezasının niteliğine ilişkin
herhangi bir ayrım yok; bu suçu işleyen kişiler milletvekili olamaz diyor anayasa, o suçlar: Zimmet,
ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi
yüz kızartıcı suçlar. Kişi bu suçları işlemeyecek, anayasa buraya kadar bir grup tipi suçları sayıyor,
devamında ise: Kaçakçılık , resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, devlet sıralarını açığa
vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi terör eylemlerini tahrik ve teşvik suçlarından biriyle
hüküm giymiş olanlar affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler. Affa uğramış olmak
noktasındaki husus: Affa uğramış olsalar bile seçilemeyecek olanlar, zimmetle başlayan kısımdaki
suç tiplerini işleyenler daha sonra affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler; Bunun
mefhum muhalifinden çıkan sonuç (karşıt anlamı): Zimmete kadar olan hususlarda sayılan hapis
cezaları olan (toplam 1 yıl ve daha fazlası ağır hapis cezası şeklinde ifade edilen, infazı pişkin
hususların sayıldığı) kısım demek ki af söz konusu olursa milletvekili seçilebilecekler yani toplam 1
yıl ve daha fazla hapis cezası dolayısıyla ya da almış olduğu bir ağır hapis cezası dolayısıyla ama
aşağıda sayılan suç tiplerinden biri olmayacak (zimmet ve devamı) mahkum olmuş bir kimse daha
sonrada affa uğrarsa milletvekili seçilebilir: Ör: Nitelikli yaralama suçu işlemiş olabilir kişi,
maddedeki suçlarda sayılmıyor, ya da öldürme fiili; kişi bu fiili işlemiş ve ona ilişkin ceza almış
olabilir, ağır hapis cezası olduğu için milletvekili seçilemeyecektir çünkü ağır ceza mahkemesi
bakıyor ona ya da toplam 1 yıl ve daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suç kapsamına girebilir
kasten yaralama fiili dolayısıyla milletvekili seçilme yeterliliği yoktur ancak af söz konusu olursa bu
kişiler milletvekili seçilebilirler. Ama zimmet, ihtilas, irtikap diye başlayıp devam eden suç
tiplerinden birini işleyenler affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler diyor anayasa. Affın 2
biçimi var: Birisi “özel af” diğeri de “genel af”; buradaki özel ya da genel, bir kişiye ya da toplumun
tamamına ya da bir kişiye ya da birçok kişiye şeklinde bir ayrım değil. Özel af sadece suçun infazını
ortadan kaldırır, mahkumiyeti ortadan kaldırmaz, mahkumiyetin sonucu olan infazı ortadan
kaldırır özel af yani kişi cezaevindeyse cezaevinden çıkarılır veya yargılaması sürüyorsa yargılama
neticesinde hüküm verilir ancak kişi cezası infaz edilmez. Genel af ise hem suçu hem de suçun
sonucunu (infazını) ortadan kaldırır; kişi o suçu hiç işlememiş gibi akdediliyor, bu son derece geniş
bir af uygulaması yani kişilerin geçmişine tamamen bir sünger çekilen bir af uygulaması. İşte

75
anayasa diyor ki; bu zimmetle başlayan suç tiplerini işleyen kişiler genel af bile çıkmış olsa bunlar
hakkında, bunlar milletvekili seçilemezler diyor; bu adamlar liyakatsiz, sen onları getirip
milletvekili olarak meclise sokamazsın diyor anayasa ama pratikte-uygulamada maalesef bu
şekilde değil. Zimmet, ihtilas, irtikap suçları kamu görevlilerinin işleyebileceği suçlar yani onlara
özgü suç: Zimmet, kendisine zilyetliği bırakılmış bir kamu malını ya da parayı iç etmektir yani
kendi malvarlığına geçirmek-tasarruf etmek anlamında. İhtilas, zimmetin nitelikli halidir: Ceza
kanunumuzda ihtilas düzenlenmemiş, zimmet 2 biçimde düzenlenmiştir; işte nitelikli hal ihtilas
olarak ifade edilmiş: İhtilas: Zimmet işliyor kişi ama zimmet suçu ortaya çıkmasın diye bir de resmi
belgede sahtecilik yapıyor yani onu gizliyor-hesap kitapta oynama yapıyor: Zimmet+ resmi
belgede sahtecilik eylemlerinin birlikte gerçekleşmesinin adı ihtilas idi, şimdi yeni ceza kanununda
ihtilas yok zimmet var, zimmetin nitelikli biçimi var. İrtikap: Kamu görevlisinin işleyebileceği bir
suç ve kamu görevlisinin yağması olarak geçer yani “Kamu gücünü-otoritesini kullanarak” kamu
görevlisisin menfaat edinmesidir, kişileri zorlayarak ya da kandırarak menfaat elde etmesidir.
Rüşvet: hem kamu görevlisi hem özel kişiler işleyebilir; hırsızlığı da aynı şekilde. Dolandırıcılık:
dolandırıcılığın ayırt edici hususu, haksız menfaat temin ediyor ama bunu aldatıcı davranışlarla
elde ediyor. Bu suçları saydıktan sonra anayasamız gibi yüz kızartıcı suçlar demiş yani anayasanın
dilinden sayılan bu zimmet… suçlar anayasaya göre yüz kızartıcı suçlar, böyle bir kategori
oluşturmuş anayasa. Ama ne yeni ne de önceki TCK’nda yüz kızartıcı suç diye bir suç tipi yoktu,
yani yüz kızartıcı suçlar başlığı altında sayılmış kimi suçlar aranılırsa ceza kanununda bulunamaz
ama anayasamız böyle ve üstelik “gibi yüz kızartıcı” suçlar demiş, dolanlı iflas gibi demiş yani
bunlar sayma yoluyla tüketilmiş suçlar değil, yüz kızartıcı suçlar örnekleme olarak sayılmış bunlar
gibi başka suçlar da var anlamı çıkıyor. Dolayısıyla anayasa böyle yüz kızartıcı suçlar diye bir
sınıflandırma yapmış olsa bile bunu tahdidi olarak yaptığını kabul etmek gerekli yani sadece
buradaki suçların milletvekili seçilmeye engel suçlar olduğunu kabul etmek gerekli yoksa gibiden
hareket ederek başka suç tipleri de buraya eklenirse anayasanın öngörmediği bir yorum
kullanılmış olur. Ama pratikte anayasanın bu hükmü (genel affa uğramış olsalar dahi milletvekili
olamazlar diyor) aşılmış durumda, sebebi: Bizim adli sicil puanı diye bir kanunumuz var, adli sicil
kanununda bir hüküm var ve bu men nu hakların iadesine ilişkin bir hüküm yani yasaklanmış
hakların iade edilmesi-geri verilmesi şeklinde bir düzenleme var o da şu: “Bir kimse almış olduğu
mahkumiyet infaz edildikten-infaz tamamlandıktan sonra 3 yıl boyunca akıllı uslu durur, başka bir
suça bulaşmazsa men nu haklarının-kimi haklarının yasaklanması sonucu doğuran bu
mahkumiyeti veren mahkemeye başvurarak yasaklanmış olan haklarının iadesini talep edebilir.”
Edebiliyor. Mahkeme de sadece sicile bakıyor, 3 yıl boyunca bu adam başka bir suç işlememişse
onun haklarını iade ediyor. Cezası ertelenmiş kişi milletvekili olamaz çünkü burada ertelenen şey
infaz kısmı, infaz edilmiş sayılıyor, mahkumiyet baki, dolayısıyla aday olamaz. Bunları (suçları vs)
teorik olarak söylüyoruz ama TBMM’de bu suçlardan işleyip de milletvekilliği yapan çok kişi oldu.
İşte bu çelişkinin nedeni adli sicil kanunu 13-a hükmü: Yasaklı hakların iadesi. Çünkü bu kararı
aldıktan sonra kişiler gidiyorlar YSK’na adaylık başvurusunda bulunuyorlar, YSK da milletvekili
seçim noktasında kesin karar veren bir kuruluş, bir yargı benzeri bir kuruluş: Yasaklı hakların iadesi
kararını almış kişiler hangi suçu işlemiş olurlarsa olsunlar onların milletvekilliğini-adaylığını kabul
ediyor. Anayasa saymış olduğu suç tipleri dolayısıyla mahkum olmuş olan kişiler affa uğramış
olsalar bile milletvekili seçilemez derken, kanun hangi suçu işlerse işlesin infazı bittikten sonra 3
yıl akıllı uslu durursa kişi milletvekili seçilebilir hale dönüştürüyor uygulamayı. Dolayısıyla burada
açık bir anayasaya aykırılık söz konusu ama anayasaya aykırı kanunların hukuk düzeninden
ayıklanabilmesinin yolu ancak bu konuda karar vermeye yetkili olan AYM’nin o kanunun
anayasaya aykırılığını tespit edip iptal etmesidir. Bir kanun AYM tarafından anayasaya aykırıdır
denilip iptal edilmediği müddetçe hukuka-anayasaya uygunluk karinesinden faydalanır.
Seçilmeye- seçilme yeterliliğine ilişkin hususlar da ancak AYM’nin önüne seçim kurulları ya da YSK

76
tarafından götürülebilir somut norm denetimi yoluyla ancak AYM daha önce vermiş olduğu
kararlarda YSK’nun bir mahkeme olmadığı yönünde kararlar vermişti; dolayısıyla bundan şu
çıkıyor: YSK somut norm denetimine başvuramaz; bu yol işletilmediği zaman da AYM’nin önüne
bu kanun başka türlü gidemez, anayasaya aykırılık iddasıyla, dolayısıyla anayasaya aykırı olarak
YSK’nun yapmış olduğu bu uygulamada artık yasama organı bu hususu düzenlemediği müddetçe
devam edip gidecektir.

+ Kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara seçenek olan yaptırımlar, böyle bir yaptırıma-yaptırımla
mahkum olmuş kişi milletvekili seçilebilir, herhangi bir engel yok, paraya çevrilmişse yine kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı ceza; yine milletvekili seçilebilir kişi çünkü anayasa hapis cezası diyor
açıkça ama erteleme verilmiş kişi milletvekili seçilemez-aday olamaz; çünkü erteleme
mahkumiyeti ortadan kaldırmıyor, mahkumiyet yine hapis cezası. Erteleme kararında belirlenen
süre içerisinde adli kontrol şartlarını sağlayıp akıllı uslu duran kişinin o süre dolduğu zaman
cezasının infazı ortadan kalkmış oluyor dolayısıyla milletvekili seçilemezler (mahkumiyeti değil
cezasının infazı ortadan kalkmış sayılıyor).

Bu tür kısıtlı olmamasına rağmen bazı meslek grupları görevlerinden ayrılmadıkça, istifa
etmedikçe milletvekili olamazlar; 76/III’ü okuyun. Bu kişiler aday olup seçilemediler ya da aday
bile olamadılar diyelim: Yeniden görevlerine dönebilme konusunda, kanunda yazıyor, bu
kişilerden hakimler ve savcılar, yüksek yargı organı mensuplarıyla silahlı kuvvetler mensupları
artık eski görevlerine dönemezler. Diğerleri yeniden görevlerine dönebilirler; ona ilişkin usul de
kanunda yazıyor.

 Adaylık noktasında yani milletvekili adayında milletvekili seçilme yeterliliğinin olup olmadığı
noktasında yapılacak olan itirazlar noktasında seçim kurulları ve yüksek seçim kurulu karar verir.
YSK’nun içtihatlarıyla geliştirdiği bir “tam kanunsuzluk” diye bir içtihat var: Normalde milletvekili
adayları seçim kurullarına verildiğinde seçim kurulları gerekli incelemeyi yaparlar ve bu süre içerisinde
3 günlük-1 haftalık itiraz süreleri vardır milletvekili adaylarına yönelik olarak; bu süreler içerisinde bir
itiraz varsa o itirazlar incelenerek aday hakkında seçilme yeterliliği olup olmama noktasında karar
verilir: Tam kanunsuzluk denen içtihat şu: İtiraz süreleri geçtikten sonra yani itiraz sürelerine
bakılmaksızın eğer bir milletvekilinde seçilme yeterliliğine engel bir durum, seçim yapılıp
sonuçlandıktan sonra (süre önemli değil) ortaya çıkmışsa (yani itiraz süresinde gözden kaçırılmış, itiraz
edilmemiş ama seçim kazanılmış aradan zaman geçmiş daha sonra bir şekilde bu kimsenin seçim
yeterliliği olmadığına yönelik bir durum ortaya çıkmış) böyle bir durumda YSK yapılan bu itirazları
herhangi bir süre şartı olmaksızın inceleyebiliyor ve kişinin milletvekili seçilme yeterliliğine engel bir
durum söz konusu olursa o kişinin milletvekili seçim tutanağını iptal edebiliyor, buna “Tam
Kanunsuzluk İçtihatı” ya da “Tam Kanunsuzluk Doktrini” deniyor. YSK tam kanunsuzluk noktasında bir
başvuruyu incelemesi için kişinin vatandaş olmaması ya da kişinin seçilme yaşını
tutmaması/sağlamıyor olması ya da kişinin eğitim şartını sağlamıyor olması ya da askerlik veya
milletvekili seçilmeye engel bir suçtan dolayı mahkumiyetinin olması gibi durumlarda vatandaşlık, yaş,
eğitim, askerlik ve seçilme yeterliliğine engel bir suç durumunda bunlar gözden kaçmışsa ve kişi
milletvekili seçilmişse, bu durum daha sonra ortaya çıkarsa YSK bu durumda incelemeye yetkili
görüyor ve bu durumu tespit ederse de ilgilinin milletvekili tutanağını-seçim tutanağını iptal
edebiliyor.

Ör: Bahattin Şeker bedelli askerlik yapmış yalnız bedelli askerlik yapması bugünki gibi değil
yurtdışında işçi olarak çalışanlar için getirilen bir uygulama ama bu bedelli askerliği yapmanın da
bazı şartları var; belirli süre yurt dışında çalışıyor olma var, Bahattin Şeker bu süreleri

77
sağlamamasına rağmen bir şekilde dövizli-bedelli askerliğe başvurmuş ve o şartları taşımamasına
rağmen bedelli askerlik yapmış, bu durum seçimden-seçildikten 2-3 yıl sonra ortaya çıkmış. AYM
bu noktada durumu inceleyip tespit etti ve Bahattin Şekeri milletvekili seçilmesine ilişkin tutanağı
iptal etti; bu durumda geçmişe etkili olarak milletvekilliği ortadan kalkmış oluyor.

C) TBMM ve CUMHURBAŞKANININ SEÇİM DÖNEMİ: MADDE 77 ve


78,79
 Seçimlerin Başlangıcına geldik. Seçimler nasıl yapılıyor? Seçimlerin teknik usulleri olan seçim
sistemlerinden daha önce bahsetmiştik. Yasama dönemi dediğimiz milletvekili seçim dönemlerine
ilişkin düzenlemeleri inceleyeceğiz.

1)NORMAL SEÇİM DÖNEMİ: GENEL SEÇİM


 Anayasa 77. maddeyi okuyun, TBMM ve Cumhurbaşkanı seçimleri 5 yılda bir aynı günde yapılırlar
2017 değişikliği düzenlemesi ile. Önceki sistemde TBMM’nin seçim dönemi ayrı, CB’nın seçim dönemi
ayrı idi 20017 değişikliğinden itibaren bu şekilde idi; 2017’de sistem değiştiği zaman: Monist yürütme
yapısına uygun bir hükümet sistemi getirildiğinde bunun bir yasama yürütme dengesi-ahengi
açısından tercih edilen bir yöntem olarak TBMM seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aynı
günde yapılması yönünde düzenlemeye gidildi. Çünkü CB aynı zamanda meclis çoğunluğunu da elinde
bulundurursa sistem daha rahat çalışır ama cumhurbaşkanıyla meclis çoğunluğu farklı siyasal
partilerden olurlarsa bu defa aralarında çekişme olacaktır, o da sistemde sıkıntılara-tıkanmalara neden
olacaktır; o nedenle böyle bir tercihe gidildi. Demek ki seçimler 5 yılda bir yapılıyor, bu “Normal Seçim
Dönemi” ancak bu süreç yani 5 yıllık süre bazen kısalabilir: 5 yılın altında bir sürede seçim yapılmasına
“Erken Seçim” ya da “Seçimlerin Yenilenmesi” diyoruz. Bazen de bu 5 yıllık süre uzayabilir yani 6-7-8
yıla sarkabilir.

Seçim süresinin kısalma durumları: 5 yıldan önce yapılmaları:

1) TBMM’nin kendisinin seçimleri öne alması yani erken seçim kararının TBMM tarafından
alınması. Bu hususu 116. Madde düzenliyor. 116. Maddeye göre TBMM’nin kendisi, seçimleri
öne alma yetkisine sahip ama bunu 3/5 çoğunluğuyla yani 600’de 360 milletvekili bu yönde
karar verirse seçimler öne alınabilir: Bu takdirde TBMM genel seçimiyle CB seçimi de birlikte
yapılır yani CB’nın 5 yıllık görev süresi düşmüş oluyor, işte o nedenle seçimlerin birlikte
yapılması önem arz ettiği için TBMM seçimleri ile CB seçimleri birlikte yapılıyor.

2) Bu defa CB’nın seçimleri yenilemesi söz konusu. CB’nın da TBMM’nin de seçimleri


yenileyebilmesine “Karşılıklı Fesih” yetkisi diyoruz. Normalde başkanlık sisteminin saf
biçiminde yani Amerikan tipi başkanlık sisteminde yasama ve yürütmenin görev süreleri sabit
idi; yasama yürütmenin varlığına son veremiyor onu düşüremiyor yürütme de yasamanın görev
süresine dokunamıyor: 2’si birbirinin görev sürelerine uymak zorunda- müdehale
edemiyorlardı ama bizim 2017 değişikliği ile getirmiş olduğumuz CB’lığı sisteminde yasama ve
yürütmenin birbirlerinin görev süresine müdehale etme imkanları var: Karşılıklı Fesih
düzenlemesi. Şimdi CB seçimleri kendisi yenilirse kendisi tek kişi, 2 defa-dönem
cumhurbaşkanlığı yapacağı için ilk dönemindeyse ve seçimleri yeniliyorsa kendi döneminden
yemiş olacaktır, o nedenle CB bu yetkiyi pek kullanmaz: 2. Dönemi ise zaten yeniden yapılacak
seçimlere giremeyecektir. İlk dönemi ise o dönemin süresi kısalmış olacak, tekrar seçilip
seçilmeyeceği şüpheli o nedenle CB pek kullanmaz ama TBMM yani yasama organı CB’na karşı
bunu bir silah olarak kullanabilir; eğer farklı çoğunlukta ise (CB farklı siyasi partiden, meclisin

78
çoğunluğu farklı siyasi partiden ise): Bu durumda eğer farklı çoğunluklar varsa ve CB çalıştırmak
istemiyorsa yasama organı, bu da CB açısından bir dezavantaj olacağı için şöyle bir hüküm
getirildi: CB eğer 2. Dönemindeyse yani seçilmiş ve bir 5 yıl görev yapmış, seçime tekrar girmiş
yeniden seçilmiş 2. Dönemini yapıyor; böyle bir durumda CB ve meclis çoğunluğu farklı çıktı
diyelim ve o meclis CB’nı çalıştırmak istemiyor. Dolayısıyla erken seçim kararı aldığı zaman CB,
cumhurbaşkanlığı süresini kısaltmış olacak, görev süresini çünkü 2. döneminde ve bir daha
seçime giremeyecek; işte bu CB açısından dezavantaj oluşturmasın diye şöyle bir hüküm
getirildi: “CB’nın 2. Döneminde meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi
halinde CB bir defa daha aday olabilir.” yani 2. döneminde, diyelim aradan 2 yıl geçti yani
toplam süre itibariyle 5 yıl görev yapmıştı yeniden seçildi ve +2. Yani 7. Yılında, TBMM
seçimleri yeniledi: Bu, normalde 10 yıl görev yapacak CB için dezavantajdır, bir haksızlık gibi
gözükebilir çünkü 10 yıl yapacaktı ama bunu meclis engellediği için diyor ki anayasa: “2.
Döneminde olan bu CB 2. Kez daha aday olabilir, yeniden seçilirse bir 5 yıl daha yapacak
görevini.” Dolayısıyla böyle bir durumda CB’nın görev süresi de 10 yıldan fazla uzayabilir: 2
dönem 5+5 ama bazı durumlarda bu 10 yılı aşabilir; 10 yılı aşabileceği birinci örnek bu: TBMM
seçimleri CB’nın 2. döneminde seçimleri yenilerse. Ancak CB seçilemeyebilir, o zaman da
TBMM elindeki silahı etkin bir şekilde kullanmış olur. Anayasa “Bir defa daha” diyor, bu şu
demek: Yani bu kullanıldı, 7. yılda bu kullanıldı, kişi tekrar CB seçildi 5 yıl daha devam edecek,
sonra o 5 yıl içerisinde bir daha TBMM o yolu işletirse tekrar aynı kişi CB olabilir mi olamaz mı
muğallaklı gibi duruyor; bu konu tartışmalı; yani her bu 2. Dönemde sürekli TBMM seçimleri
yenilerse ve aynı kişi kazanırsa bu defa 2’den fazla dönem, 10 yılı çok çok aşan dönemlerde
yine aynı kişi seçilebilir diye eleştiriliyor ama anayasa “bir defa daha” diyor yani bunun ötesini
anlamak-o şekilde değerlendirmek çok zorlama bir yorum olur.

Bu 5 yıllık sürenin uzaması: Anayasa madde 78: Bu da ancak savaş durumunda ve seçimlerin
yapılmasına imkan görülmezse olabilir. Savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkan
görülmezse TBMM seçimlerin 1 yıl daha geri bırakılmasına karar verebilir: Geri bırakma sebebi
ortadan kalmamışsa, erteleme kararındaki usule göre, bu işlem tekrarlanabilir. BU noktada dikkat
edilmesi gereken husus: Herhangi bir durumu değil “savaş sebebi” yani OHAL ya da savaş tehlikesi
değil savaş olacak; savaş olması için de TBMM’nin karar alması gerekiyor-savaş ilanı kararı olacak.
Savaş ilanı kararı alınmış, ülke savaş halinde, bu yeterli değil; buna ilave olarak yeni seçimlerin
yapılmasına imkan görülmezse yani savaş olabilir ama savaş sınırın ötesinde gerçekleşiyordur ve
içeride kamu düzenini bozacak bir durum söz konusu değildir, seçim yapılabilecek imkan vardır,
seçim yapılır; otomatik bir uzama değil bu ama savaş devam ediyor ve ülkede kamu düzeni
bozulmuşsa, sandığın sağlıklı bir şekilde halka götürülmesinin imkanı yok ise o takdire TBMM bu
durumu değerlendirir ve o noktada karar verir, seçimlerin yapılması yönünde ertelenmesine ya da
ertelenmemesine. Eğer erteleme kararı alırsa bunun süresi azami 1 yıl, 1 yıla kadar; daha kısa
süreyle de ertelenebilir, 1 yıl geriye bırakılmasına karar verilebilir diyor. 1 yıl geçti, 1 yıl sonra
TBMM konuyu tekrar değerlendirir, hala seçim yapabilecek bir ortam yoksa yine 1 yıl daha
uzatılabilir ama seçim yapabilecek ortam oluşmuşsa o halde seçimlerin yapılmasına TBMM karar
verebilecektir: Bu şekilde 141 şeklinde uzayacaktır. Anayasanın 77. Maddesinde TBMM ve CB’nın
seçimlerinin bir arada yapılacağı söylendiği için meclisin seçimlerinin yenilenmesi ötelendiğinde
aynı şekilde CB’nın da görev süresi uzayacaktır: Bu durumda da yine bir kişi 5 yıldan daha uzun
süre cumhurbaşkanlığını bir dönem olarak yapabilir yani bir dönem bazen 5 yılın üzerine
ulaşabilir. Bu hususa da “seçimlerin geri bırakılması” diyoruz.

79
2)ARA SEÇİM KURUMU:
 Ara seçim ise TBMM üyeliklerinde boşalma olması durumda “boşalan üyelikler için” yapılan seçimdir.
Genel seçimlerde 600 milletvekilinin tamamı yenilenir, aynı zamanda aynı gün CB da seçilir ama bu
600 olarak başlayan milletvekili sayısı zamanla düşebilir. Nasıl düşer: Milletvekillerinden bazısı bakan
olarak atanabilir ve milletvekilliği sona ere, CB yardımcısı olarak atanabilir milletvekilliği sona erer ya
da milletvekili ölebilir sayı düşer; onun dışında milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine ilişkin meclis
karar alır: Millet vekili sayısı bu şekilde azalabilir ama bu azalma hangi seçim çevresinde olmuşsa,
Ankara’da 2 ya da İzmir’de 3 milletvekili azaldı ya da Bayburt’ta 1 milletvekili azaldı diyelim, nerede
kaç tane milletvekili azalmışsa o boşalan sandıkları için yapılan seçimdir: Toplamda 30 milletvekili ya
da 50 milletvekili azalmışsa o milletvekillerinin azaldıkları yerlerde yapılan seçimdir; tüm ülkeye sandık
götürülmez; boşalan seçim çevrelerinde sandık kurulur, buna “Araseçim” diyoruz ama her boşalma
yani milletvekili sayısının eksilmesi durumda da seçime gitme gereği olmasın, sürekli bir seçim
atmosferi olmasın diye buna ilişkin düzenlemesi söz konusu anayasanın: 78/III; okuyun.

Maddeye göre 5 yılda 1 kere yapılabilir araseçim (genel kural); seçimden sonra ilk 2.5 yıl
araseçime gidilemez (genel kural) ama bu 30 ayın istisnası: “Ancak, boşalan üyeliklerin sayısı,
üye tamsayısının yüzde 5’ini bulduğu hallerde, araseçimlerin 3 ay içerisinde yapılmasına karar
verilir.”: 30 ay geçmedikçe yapılamıyor ama bu 30 ay şartını beklememek için olması gereken
şey boşalan üye sayılarının üye tamsayısının yüzde beşini bulması: 600 milletvekilinde 30
milletvekilini bulduğu zaman sayı, o zaman 30 ay/2.5 yıl beklemeye gerek yok ama 30’u
bulmayıp 25’te kalmış diyelim, TBMM bu ara seçimi 2.5 yıl geçtikten sonra yapabilir. Boşalan üye
sayısı 30’u bulduğu zaman her halde 3 ay içerisinde seçim kararı alınıyor.

Bir genel kural daha: “Genel seçimlere 1 yıl kala araseçimi yapılamaz.” Anayasa zaten diyor sen 1
yıl sonraya seçim yapacaksın, 25-30-70 milletvekili için seçim yapma. O halde 30’un altındaki
milletvekili boşalma sayısı için 2.5 yıl/30 ay geçmedikçe seçim yapılamıyor, son 1 yıl da
yapılamıyor; toplam 3.5 yıl, aradaki 1.5 yıl içinde boşalan yerler için seçime gidilebilir ama 30’u
bulmuşsa 30 ayı beklemeye gerek yok ama 1 yıl beklenecek/son 1 yıl.

Madde 78/V’e göre tüm yukarıdaki (30 ay, yüzde 5…) genel kuralların ötesinde, onları kenara
koyuyoruz, bir ilin seçim çevresinin TBMM’de üyesinin kalmaması halinde, boşalmayı takip eden
90 günden sonraki ilk Pazar günü araseçim yapılır; bu fıkra gereği yapılacak seçimlerde
anayasanın 127. Maddesinin 3. Fıkrası hükmü uygulanmaz, diyor. Bu düzenleme 2002 yılında
yapılan bir değişiklik.

+Siirt seçimleri 77/V kapsamında olmadı. Bu fıkranın eklenme sebebi: 2002, AKP’nin seçimlere
girdiği ve önemli bir zafer elde ettiği seçimler oldu: Yeni bir siyasi parti kurulmuştu, kurucuları
bugünkü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip E., Abdullah Gül ve arkadaşları. Milli görüş çizgisinden
ayrılıp, Refah-Fazilet partisinin içindeki yenilikçiler AKP’yi kurdular, toplum da teveccüh gösterdi
ve seçimlere güçlü bir şekilde hazırlanıyorlardı ama genel başkanı Recep T.E. dönem itibariyle
ceza mahkumiyeti vardı; sebebi Siirt’teki bir mitingde okuduğu Mehmet Akif ERSOY’un bir şiirini
okuması ve o dönemki ceza kanunu kapsamında dava açıldı toplumun bir kısmını kin ve
düşmanlığa açıkça tahrik suçlamasıyla, dava neticesinde mahkumiyet kararı verildi ve ceza
evinde bir müddet yattı sonra parti kurma çalışmaları devam etti. Geldi 2002 seçimleri: R.T.
ERDOĞAN aday olmak için başvurusunu yaptığında bu mahkumiyeti dolayısıyla milletvekili
seçilemez denildi, yapılan itiraz neticesinde YSK seçilme yeterliliği olmadığı yönünde karar verdi
ama AKP seçimlere girdi yüzde 33 civarı bir oy aldı ve bu oy neticesinde de yüzde 10 ülke barajını

80
açamadığı için sadece CHP ve AKP barajı aştıkları için çok önemli ölçüde bir milletvekili sayısı
elde etti ama şöyle de bir tezat ortaya çıktı: Bir siyasi parti 1. parti olarak seçimlerden çıktı hem
de tek başına iktidarı kullanacak şekilde milletvekili sayısını elde etmiş ama genel başkanı
milletvekili değil; şimdi hükümeti kurmak için (o günkü sistem açısından) görevin siyasi partinin
genel başkanına verilmesi lazım ama genel başkan milletvekili değil, parlamenter sistem gereği
başbakanın mutlaka milletvekili olması gerekli. Şimdi partinin birinci ismi milletvekili değil,
partinin ikinci ismi Abdullah Gül milletvekili dolayısıyla hükümeti kurma görevi ona verildi ve
Abdullah Gül Hükümeti kuruldu ancak bu duruma bir çözüm bulma yoluna gidildi ve o dönem
herkesin üstünde uzlaştığı bir şeydi, böyle çarpık bir şey düzeltilmeli yani 2 başlılık ortadan
kalkmalı bu da nasıl yapılacak: Ya anayasa değiştirilecek ve dışardan başbakana imkan verilecek
ki bu parlamenter sistemin mantığına tamamen aykırı olur ya da bir şekilde bu kişi (dışardaki
genel başkan) seçilme yeterliliğini kazanıp-elde edip yeniden seçilip milletvekili olacak ki görevi
alacak. Şimdi bu noktada hem anayasal bir değişiklik düzenleme gerekiyor hem de yasal
düzenlemeler gerekiyor ki bu düzenlemelerin içinde birinci yol olarak ceza kanunundaki Recep
Tayyip Erdoğan’ın mahkumiyetinin verildiği fıkra ceza kanunundan çıkarıldı, dolayısıyla bur
durum geçmişe etkili sonuç doğurduğu için (artık bir fiil suç olmaktan çıktıysa bu geçmişe yürür)
dolayısıyla seçilme yeterliliği önünde bir engel kalmadı evet ama bir şekilde seçim yapılması
lazım. Seçim yapılması için seçimlerin yenilenmesi için karar alınabilir ama bu defa 550
milletvekilinin tamamı seçilmeli ve yeniden seçime girileceği için de bu defa halkın aynı
teveccühü göstermesi bir risk bu nedenle araseçim formülü işin içine girsin denildi. Araseçim
boşalan üyelikler için yapılan seçim ama araseçim noktasında bakılıyor bunun için de o zaman
550’de 28 milletvekilliğinin boşalması lazım ki bu 2.5 yıl beklenmeden araseçim yapılabilsin ama
bu da çok uzak bir zaman dilimi. O zaman bu formülü buldular, fıkraya eklediler bunu: “Bir il ya
da seçim çevresinin bütün milletvekillikleri boşalırsa o zaman bu kayıtlara-sınırlamalara bağlı
kalmaksızın seçimler derhal yapılsın.” Bunu eklemekteki gaye: O dönem 2 milletvekili olan
Bayburt ve birkaç il daha ve küçük iller ve tamamını, zaten 2 milletvekili ve 2’sini de AKP almış,
oradaki milletvekilleri istifa edecekti ve bu istifa neticesinde bütün üyelikler boşaldığı için
araseçimler yapılacaktı ve orada Recep Tayyip E. Aday olacak, seçilecek ve gelip görevi alacak;
plan bu şekildeydi, anayasa değiştirildi ama yapılan genel seçimler neticesinde Siirt seçimlerine
itiraz edildi; bu itirazın sebebi de Siirt’in birkaç ilçesindeki sandıkta bir sandık kurulmamış bir ilçe
var, ikincisi seçim günü kavga dolayısıyla kırılan seçim sandıkları, tahrip edilen seçin sandıkları
var birkaç tane ve oradaki toplam oy sayısı 3 milletvekili çıkarılan Siirt’in aritmetiğini değiştiriyor,
Nisbi Temsil sistemine göre. Siirt’te de 1 AKP, 1 CHP VE 1 de bağımsız (Fadıl Akgündüz)
milletvekili seçilmiş: Şimdi bu araseçim formülünü işletmeyi düşünürken AKP, bu Siirt seçimleri
biraz imdadına yetişti, YSK oradaki seçimleri iptal etti: Bir sandığın kurulmaması, sandıkların
zarar görmesi ve bunların seçimin aritmetiğini değiştirecek nitelikte olması dolayısıyla.
Dolayısıyla Siirt seçimleri iptal edildiğinde araseçime gitmekteki, Bayburt’taki milletvekillerinin
istifa etmesine gerek kalmadı ve R.T. ERDOĞAN oradan milletvekili seçildi. Milletvekili
seçildikten sonra Abdullah Gül hükümeti istifa etti, yeniden hükümet kurulması açısından görev
R.T. ERDOĞAN’a verildi ve hükümet kuruldu. Araseçime ilişkin bu son fıkranın hikayesi bu
şekilde ama buna hiç başvurulmadı. Tabi bu aslında bakılırsa anayasa tekniği açısından
anayasanın kendi içerisinde bir çelişki oluşturması şeklinde görülüyor: Madde 80 milletin temsili
ile alakalı bir düzenleme: “TBMM üyeleri seçildiği bölgeyi veya kendilerini seçenleri değil bütün
milleti temsil ederler.” Yani seçim bir defa yapılıp bittikten sonra milletvekilleri de artık Türk
Milletini temsil ediyor, seçildikleri bölgeyi değil. Ama şimdi 2002’de yapılan bu değişiklikle
araseçimde deniliyor ki: “1 il ya da seçim çevresinde bütün milletvekillikleri düşerse, ‘ORASI’
milletvekilsiz-temsilsiz kalmasın, biran önce orada seçime gidilsin!” denilmiş oluyor dolayısıyla
bu iki madde arasında bir tezat çelişki ortaya çıkmış oluyor; Sanki milletvekilleri seçildikleri yeri

81
temsil ediyorlarmış, orada milletvekilinin kalmaması bir eksiklik doğuruyormuş gibi bir anlayış da
bu düzenleme ile getirildi ama bugüne kadar da hiç kullanılmadı.

D)ÜYELİKLE İLGİLİ HÜKÜMLER: MADDE 80, 81, 82, 83, 83, 85 ve 86


1)MİLLETVEKİLLERİNİN HUKUKİ STATÜLERİ –
MİLLETVEKİLLİĞİNİN HUKUKİ STATÜSÜ:
 Milletvekili seçilme anı önemli çünkü milletvekili olunduğu zaman özel bir hukuki statüye geçiliyor;
milletvekillerine tanınan bağışıklıktan faydalanılıyor yine milletvekillerine tanınan özlük haklarından
faydalanılıyor. O nedenle milletvekili seçilme anı önemli çünkü bu statü o andan itibaren başlayacak.
Bu açıkça anayasada düzenlenmemiş ama doktrin öteden beri hep şunu söylüyordu: “Milletvekili
seçilme anı yani milletvekili sıfatının kazanılması anı, il seçim kurulunun ilgiliye seçildiğine dair
mazbatayı düzenlediği andır.” Deniliyordu yani seçim neticesinde hesaplama yapıldı seçim kurulunda,
itirazlar vs değerlendirildi; itiraz yok ya da il seçim kurulu şu partiden şu isim veya şu bağımsız aday
seçimi kazanmıştır diye bir mazbata düzenliyor-tutanak düzenliyor: İşte o tutanağın düzenlendiği an
milletvekili sıfatı kazanılır deniliyordu, bütün doktrin bu şekilde söylüyordu ama 2007 yılında YSK’nun
vermiş olduğu bir karar bu anı daha da geriye çekti, bu karara göre: “Milletvekili sıfatının kazanıldığı
an, seçimlerin yani seçim işleminin bittiği andır; Yani seçimin yapıldığı Pazar günü saat 17’de-17
itibariyle (ya da kaçsa, genelde 17, Doğuda 16-Batı illerinde 17) artık milli irade tecelli etmiştir,
dolayısıyla ilgili kişi milletvekili sıfatını kazanmıştır.” şeklinde bir içtihat bir karar ortaya koydu ve
bugüne kadar söylenmiş olunan şeyler, doktrinin ortaya koyduğu ifade, değişmiş oldu.

 2007 seçimlerinde MHP’nden bir aday seçimler tamamlanınca yani seçildiği belli oluyor milletvekilinin,
mazbatasını almak için ya da kalan süreci genel merkezde tamamlamak için seçim bölgesinden
Ankara’ya gelirken yolda kaza geçiriyor; MHP’nin milletvekili (artık adayı değildi, milletvekili olmuştu)
yolda geçirdiği kazada ölünce MHP YSK’na başvurarak diyor ki: “O ildeki sıralama değişsin dolayısıyla
bizim 1. Sıradaki bu ölen adayımız yerine 2. sıradaki aday milletvekili olarak onun hakkında mazbata
düzenlensin, tutanak o şekilde düzenlensin.” Şeklinde müracatta bulunuyor ama YSK bunu reddediyor
ve reddetme gerekçesi de bu: O kişi öldüğünde zaten milletvekiliydi diyor YSK özetle yani seçim günü
saat 17’ milli irade tecelli etmiştir, dolayısıyla o kişi İstanbul 3. Bölge milletvekili olarak zaten seçilmiş
oldu o kişi, İstanbul 3. Bölge milletvekili iken yolda kaza nedeniyle öldü, dolayısıyla bu milletvekilliğinin
boşalma durumlarından biridir; ölümdür diyerek bu talebi reddetti: Bu karar milletvekili seçilme anını
işte seçimlerin yapıldığı günün akşamı saat 17 itibariyle ilgililerin milletvekili sıfatını kazandıklarını
ortaya koyan bir karar olarak verilmiş oldu.

 Peki kazanılan milletvekili sıfatı ne zaman kaybedilir? Milletvekilliğinin sona ermesi yani bu sıfatın
kaybedilmesi “Olağan Bir Süreç”te-durumda olabilir ya da anayasanın 84. Maddesinde sayılan “5
Neden”e dayalı olarak söz konusu olabilir.

Olağan sona erme biçimi: Ölüm ya da 5 yıllık görev süresi sonunda yeniden aday olmadı ya da
aday oldu ama seçilemedi; bu durumda da yeni meclis göreve başlayıp başkanlık divanı seçtiği an
o kişinin milletvekilliği sıfatı sonra erer. Yeniden seçilememe durumu da doğal bir sona erme
durumudur.

AY 84. Maddede anayasamızda milletvekilliğinin düşmesine ilişkin bazı hususlar: 5 tane; bunlar
dışında anayasanın milletvekilliği sıfatını düşürdüğü hallerde söz konusu.

82
1. İstifa: İstifa eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi, istifanın geçerli olduğu TBMM
başkanlık divanınca tespit edildikten sonra TBMM genel kurulunca kararlaştırılır. İlk durum
istifa ama istifa doğrudan sonuç doğurmuyor. Normal durumda bir kamu görevlisinin ya da
normal işini sürdüren bir kişinin istifası tek taraflı bir işlemdir ve diğer tarafın kabulüne bağlı
değildir; kamu görevlileri açısından istifanın getirdiği bazı yükümlülükler vardır ama o
yükümlülüklerin ihlali durumunda istifanın geçerliliği etkilemez sadece yeniden kamu
görevlisi olup olmayacağı yönünde bir sonuç doğurur, şöyle: Bir kamu görevlisi istifa ettiği
zaman bir ay içerisinde kendisinin yerine o görevi yürütecek birinin atanmasını beklerse
yeniden bir kamu görevine atanabilir, yeniden bir devlet memuru olabilir; o bir aylık süreyi
beklemezse yeniden devlet memuru olamaz belirli bir süre için ama OHAL bir kamu görevlisi
görevinden istifa ediyorsa yerine gelecek kişiyi beklemek zorunda ve sadece bir ay değil, ne
zaman gelecekse o görevi yürütecek kişiyi beklemek zorunda, beklemezse de bir daha kamu
görevlisi-devlet memuru olamaz ama ben beklemiyorum bir daha kamu göreviyle işim yok
derse istifa zaten o andan itibaren sonuç doğurur. Ama söz konusu milletvekili ve onun
istifasıysa “istifayı TBMM karara bağlayacak” diyor anayasa, buradaki murat şu: Milletvekilleri
istifayı bir siyasal bir silah olarak kullanmasınlar diye, çünkü araseçime gitmek yolu 30
milletvekilinin istifasıyla işletilebilir ya da erken seçim kararı aldırmak noktasında ya da
meclisin çalışmalarına gölge düşürmek anlamında bur bir siyasal araç olarak kullanılabilir, o
nedenle buna engel olmak için böyle söylüyor anayasa. TBMM bu konuda, milletvekilinin
istifası konusunda, karar vermediği müddetçe milletvekili “Ben istifa ettim, gelmiyorum
artık.” demesi bir şey ifade etmez, o kişi yine milletvekilidir, yine sorumsuzluktan,
dokunulmazlıktan ve özlük haklarından faydalanır; maaşı yatar: Yani istifa tek başına bir
sonuç doğurmaz.

2. Milletvekilinin milletvekili seçilme yeterliliğine engel bir suçtan kesin hüküm giymesi,
mahkumiyet kararı alması: Millet vekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde
düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının genel kurula bildirilmesiyle olur – Fıkra II.
Kesin hüküm giyme ve kısıtlılığın aynı fıkrada düzenlenmesinin sebebi: Her ikisinin de bir
mahkeme kararı olması. Kuvvetler ayrılığı gereği bir mahkeme kararı üzerine meclis bir işlem
yapmaz, yapamaz; bu kuvvetler ayrılığına aykırı olur. Kesin hüküm giymekten kastedilen şey:
Milletvekili seçilme yeterliliğine engel bir suçtan dolayı kesin hüküm giymiş olmak.
Milletvekili seçilmek noktasında bazı suçlar ve yine belirli süreli mahkumiyetler engeldi;
toplam 1 yıl hapis ya da ağır hapis veya anayasada sayılan suçlardan dolayı mahkum olmuş
olmak milletvekili seçilmeye engeldi ama tutuklu olmak milletvekili seçilmeye engel değil, kişi
yargılanıyorken milletvekili adayı olabilir ve milletvekili seçilebilir; bu durumda eğer istisnalar
söz konusu değilse yargılama durur ama istisnalar içerisindeyse bu suç, ağır cezalık suçsa ya
da anayasanın 10. Maddesinde belirtilen durumlar ile alakalıysa, o zaman yargılama devam
eder yani hem milletvekili-liği? hem yargılaması devam ediyor olabilir ve o yargılama
neticesinde de mahkumiyet kararı verilir ve bu karar kesinleşirse, kesin hüküm haline gelirse
o takdirde milletvekilliğine engel bir suçtan dolayı alınan bu mahkumiyet milletvekilliğini
düşürür. Bu düşme otomatik bir düşmedir yani meclisin bu konuda başkaca bir karar
almasına gerek yoktur ama geçerlilik anını tespit etmek açısından bu mahkumiyet kararının
genel kurula bildirildiği an yani başkanın ya da başkan vekilinin genel kurulda bu mahkumiyet
kararına ilişkin belgeyi okuduğu an o kişinin milletvekilliği sıfatı sona erer. Benzer durum
kısıtlılık için de geçerli.

83
3. Kısıtlılık: Milletvekili hakkında kısıtlılık kararı verilmilşse bu da mahkeme kararıdır, kısıtlılık
kararı verilmişse ve bu kısıtlılık kararı da yine genel kurulda okunduğu an milletvekilliği sona
erer.

4. Milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir işi sürdürmekte milletvekilinin ısrar etmesi. “82. Maddeye
göre milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar eden
milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu
üzerine genel kurul gizli oyla karar verir.”: Madde 84. 82. Maddeye gidilir; anayasamız
milletvekillerinin bazı işleri yapmasını yasaklıyor, fıkra biri okuyun: Devlette kamu görevlisi
olmayacak ya da herhangi bir kamu tüzel kişiliğinde, onun dışında kamu yararına çalışan
dernek ve vakıflarda (kızılay, Yeşilay gibi derneklerde, TDV gibi) bunun yanında kamu kurumu
niteliğindeki meslek gruplarında(?) (Odalar, barolar, borsalar), sendikalar ve üst
kuruluşlarında görev alamıyorlar ama bunların yönetim ve denetim kurullarında görev
alamıyorlar yani kamu yararına dernek, vakıf, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları,
sendikalar ve bunların üst kuruluşlarında, bunların yönetim ve denetim kurullarında görev
alamıyorlar. Onun dışında özel olarak çalışıyorlarsa da herhangi bir taahhüt işini doğrudan
doğruya veya dolaylı olarak kabul edemezler bunların gönderdikleri, girdikleri ihaleleri
doğrudan doğruya alamazlar, temsilcilik yapamazlar, temsilci olamazlar yani avukatlık
yapabilir ama burada sayılanların avukatı olamaz+devletin taraf olduğu bir dosyada da yine
karşı taraf avukatlığı da yapamaz milletvekili ve hakemlik ve temsilcilik yapamazlar.

Bunlar milletvekiline yasaklanan işler ama milletvekili bunları daha önce yapıyordur ve aday
olup seçilmiştir: O konuda bir kanun var: Milletvekillerine 6 ay süre; 6 ay içerisinde yaptıkları
bu işlerle ilişiklerini kes. Taahhüt işi aldıysa bitirmeli ya da birine devretmeli ya da avukatsa
dosyadan çekilmeli, temsilciyse temsilden çekilmeli, bir kamu kurumlarında-kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarında, sendikada vs yönetim denetim kurulundaysa oralardan
ayrılmalı; ilişiğini kesmeli şeklinde bir süre veriyor. Bu 6 ay geçtikten sonra ya da kişinin bu tür
bir hizmeti sürdürdüğü sonradan belli olur-ortaya çıkarsa bu durum milletvekiliyle
bağdaşmayan bir iş haline dönüşmüş oluyor; işte bu durum yetkili komisyon tarafından tespit
edilirse bir raporla (Yetkili komisyon, anayasa ve adalet komisyonlarından oluşan karma bir
komisyondur muhtemelen), bu rapor genel kurulda oylamaya sunulur ve oylama neticesinde
milletvekilinin düşmesi yönünde karar çıkarsa o milletvekilinin milletvekilliği sıfatı sona erer; o
kararın resmi gazetede yayınlandığı tarihte.

5. Devamsızlık: Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içinde 5 birleşime
katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, durumun meclis başkanlık divanınca
tespit edilmesi üzerine genel kurulca üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar
verilebilir. Burada da yine TBMM’nin bir kararı gerekli.

 Bu 5 durum sınıflandırılacak olursa: İstifa, milletvekiliyle bağdaşmayan bir işte ısrar ve devamsızlık
durumunda TBMM’nin millet vekilinin milletvekilliğinin düşmesine karar vermesi-alması lazım; bu
karar olmadıkça milletvekilliği otomatik olarak düşmez, bu 3 durumda TBMM’nin karar vermesi
gerekli. Bu karar için de AYM’ne itiraz yolu mevcut: Anayasamıza göre; milletvekilliğini düşüren TBMM
kararının anayasaya ve iç tüzüğe aykırı olarak alındığından bahisle ilgili milletvekili ya da herhangi bir
milletvekili AYM’ne dava açabilir-itirazda bulunabilir: Bunun süresi 7 gün olarak düzenlenmiş. AYM de
işin-itirazın kendisine gelmesinden itibaren 15 gün içerisinde bu konuda kesin kararı verir, yani
herhangi bir itirazı temyizi bir şeysi yok, bu karar verildiği anda bitmiş demektir.

84
 Ama diğer 2 durum: Kesin hüküm giyme ve kısıtlılık halinde meclisin herhangi bir karar vermesine
gerek yok çünkü bunlar birer mahkeme kararı, dolayısıyla mahkeme kararının uygulanması için
meclisin bir karar alması (Bu kararlar üzerine meclisin yapabileceği ekstra ilave bir işlem yok.) söz
konusu olamaz. Bu kararlar kendiliğinden sonuç doğurur ancak anayasamız bu kararların sonuç
doğurabilmesi için milletvekilleri açısından genel kurula bildirilmesinden bahsediyor; genel kurulda
okunduğu anda sonuç doğurur. Burada prosedür şu şekilde: Mahkeme kararı TBMM’ne sunulduktan
sonra meclis başkanı ya da oturumu yöneten başkan vekili bu mahkeme kararı dolayısıyla ilgilinin
milletvekilliğinin düştüğüne ilişkin hususu genel kurula okutturuyor ve bu okutma “Bildirim” demektir,
dolayısıyla o andan itibaren milletvekili bu sıfatı yitirmiş demektir.

+Devamsızlık noktasında: TBMM her birleşim yoklama yapmaz, yani TBMM genel kurulunda
yoklama yapmak bir rutin değildir. Mecliste yeteri kadar milletvekilinin var olduğu kabul edilir.
Ancak bunun aksine bir itiraz söz konusu olursa yoklama yapılma kararı alınırsa o zaman
mecliste yoklama yapılır ve o yoklama neticesinde kimin meclis genel kurulunda olduğu kimin
katılmadığı o zaman ortaya çıkar ama bu rutin değildir; o nedenle devamsızlık nedeniyle
milletvekilliğinin düşürülmesi, özellikle bu konunun üzerinde çalışılmasını gerektirir.
Uygulaması bir defa gündeme geldi: CHP ve HDP yemin etmeye gelmediler 2011 seçimlerinde.
CHP Mustafa Balbay ve Ergenekon dolayısıyla yargılanan kişilerin salıverilmedikleri için
milletvekili seçilmiş olmalarına rağmen yemin etmeye gelmedikleri, salıverilmedikleri için
karara bir tepki olarak yemin etmeye gelmedi ama daha sonra onlar bu inattan çabuk
vazgeçtiler ama bir de HDP yine benzer şekilde YSK’nun vermiş olduğu bir karar: Atik Dicle (?)
kararı dolayısıyla; onun milletvekili seçimine ilişkin tutanağın iptali dolayısıyla verilen karara
tepki olarak gelip yemin etmiyorlardı ve şimdi yemin işleminin vs bitirilmesi lazım, ondan sonra
meclis karar organlarının falan oluşması lazım dolayısıyla bunlar inat edince o zaman iktidar
partisi bu devamsızlık konusunu bir koz olarak kullandı ama çok da kullanılacak bir yöntem
değil; bu kadar çok milletvekili düşürülürse bu defa araseçime gitmek zorunda kalınır ama bu
bir koz olarak kullanıldı ve o durumlarda daha sonra aşıldı. Devamsızlıktan dolayı
milletvekilliğinin düşürülmesi için bir çalışma gerekli yani o kişinin meclis genel kuruluna
gelmediğinin her zaman tespit edilmesi lazım ve bunun yapılması için de meclisin her birleşimi
öncesinde yoklama istenilmesi ve yoklama sisteminin çalıştırılması lazım, kim gelmediğinin de
bilinmesi lazım: Pratikte pek uygulanan bir yöntem değil.

 Anayasanın diğer maddelerinde de milletvekilliğini düşüren durumlar var: Bir tanesi 101. Maddede
düzenlenmiş: “CB seçilen kişi milletvekiliyse onun milletvekilliği de otomatik olarak düşer.”; diğeri
madde 106’da: “Milletvekilleri eğer CB yardımcısı ya da bakan olarak atanırlarsa Cumhurbaşkanınca,
onların da milletvekillikleri sona erer.” Bu durum yeni hükümet sisteminin bir özelliği gereği, o da:
Monist-sert kuvvetler ayrılığına dayanan hükümet sistemlerinin genel bir özelliği: Bir kimsenin hem
yasamada hem de yürütmede görev alamaması yani “Bağdaşmazlık Kuralı”. Bunun için ekstra bir
işleme gerek yok, otomatik bir sona ermedir.

+İdam cezasının pozitif düzenlemelerimizde var olduğu tarihlerde idam cezasının onaylanması
değil yani kararın onaylanması biçiminde değil, kesinleşmiş idam cezasının infazı için genel
kurulun kanun çıkarması gerekiyordu: Bu, mahkeme kararını onaylamak değil. O dönem
itibariyle mahkemelerin vermiş olduğu idam cezaları doğrudan infaz edilecek ceza değiller.
İnfaz için TBMM’nin kanun çıkarması gerekiyor.

85
2)YASAMA DOKUNULMAZLIĞI: MADDE 83
 Milletvekillerine tanınan bazı bağışıklıklar-muafiyetler söz konusu: Bu hemen tüm parlamenter
sistemlerde ve dünyanın hemen her ülkesinde bir şekilde benzer ya da farklı şekilde uygulanan
muafiyetlerdir.

 “Parlamenter Muafiyetler” ya da “Yasama Bağışıklıkları” denilen muafiyet 2 türlü: Bunlardan biri


“Sorumsuzluk – Yasam Sorumsuzluğu” ya da diğer adıyla “Kürsü Dokunulmazlığı” diğeri ise
“Dokunulmazlık”; yani “Yasama Sorumsuzluğu” ve “Yasama Dokunulmazlığı” biçiminde iki
parlamenter muafiyetten-bağışıklıktan bahsediliyoruz. Anayasamız bu 2 durumu içerecek biçimde 83.
Maddede düzenlemeye gitmiş: 83. Madde başlığı her ne kadar yasama dokunulmazlığı olsa da
maddenin içeriğinde hem sorumsuzluk hem de dokunulmazlık düzenlenmiş. Maddenin içeriğinde hem
sorumsuzluğun hem dokunulmazlığın düzenlenmiş olmasından bahisle madde başlığının aslında
“Yasama Bağışıklıkları” ya da “Parlamenter Muafiyetler” şeklinde daha geniş bir şekilde ifade edilmesi
daha doğru bir teknik ve düzenleme olurdu ancak anayasamız yasama dokunulmazlığı başlığı altında
her iki durumu da düzenleme yoluna gitmiş.

 83. Maddenin ilk fıkrası “Yasama Sorumsuzluğu”nu düzenliyor, devam eden fıkraları ise “Yasama
Dokunulmazlığı”nı düzenliyor. Aslında bunlar birer ayrıcalık değil, üstlenmiş oldukları fonksiyonu
yerine getirmeye hizmet eden bir durum.

İlk fıkra “Yasama Sorumsuzluğu”; okuyun. Sorumluluk olarak 3 tür sorumluluktan bahsediyorduk:
Siyasal sorumluluk, cezai sorumluluk ve hukuki sorumluluk; milletvekilleri açısından bu anlamda
siyasal sorumluluktan bahsedilemez, milletvekillerinin görev süresine dışarıdan müdehale ile son
verilemiyor ama diğer 2 sorumluluk türü o zaman işin içerisine girecek; cezai ve hukuki
sorumluluk. O halde bu fıkrada bahsedilen “sorumlu tutulamazlar”dan anlaşılması gereken şey:
Cezai anlamda takibata uğramazlar, ceza davası açılmaz haklarında, herhangi bir ceza almazlar +
bunun yanında sarf edilen bu sözlerden, kullanılan oydan ya da düşünce açıklamasından dolayı
milletvekilleri hakkında tazminat davası da açılamaz: Anlaşılması gereken bu; sorumlu
tutulamazlar diyor. O halde bu yasama sorumsuzluğu denilen muafiyetin amacı milletvekilinin söz
hürriyetini korumak yani milletvekilleri meclis çalışmaları sırasında sarf ettikleri sözler noktasında
boğazlarına düğümlenmesin, dokuz tartıp bir söylemek zorunda kalmasınlar, şunu ifade edersem
acaba bir sıkıntı olur mu demesinler, hakkımda ceza davası açılır mı ya da tazminata mahkum
edilir miyim, şöyle konuşursam başım belaya girer mi endişesi duymadan gönül rahatlığı ile
konuşabilsinler diye getirilmiş bir düzenleme. TBMM üyeleri, yasama sorumsuzluğu kapsamındaki
sözlerinden, oylarından ve düşünce açıklamalarından dolayı ceza davasına maruz kalmazlar; sarf
ettikleri sözler suç teşkil etse dahi. Ör: TBMM üyelerinden biri meclis genel kurulunda çıktı ve
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik sözler sarf etti, normal şartlarda bunu
bir vatandaş söylerse ceza kanunu anlamında suçtur ve savcılar harekete geçer ama söz konusu
ifadeyi TBMM üyesi yani milletvekili ve meclis çalışmaları sırasında sarf ediyorsa o takdirde TBMM
üyesi hakkında savcılar dava açamazlar. Yine bir milletvekili genel kuruldaki tartışmalar esnasında
başka birini bir şeyle itham eder, diğeri de kalkar işe “Bunu ispatlamayan şerefsizdir!” “Siz
şöylesiniz, böylesiniz, alçaksınız, işbilmezsiniz…!” gibi hakaret içeren sözleri sarf ederler; normal
şartlarda bir insan diğer bir insana “alçak, şerefsiz, namert!” dese bu bir hakarettir ve şikayete
tabi bir suçtur ve şikayet edildiği takdirde savcılar o noktada soruşturma yapar, kişi hakkında dava
açılır ama bu tür bir söylemi bir milletvekili meclis çalışmaları sırasında gerçekleştiriyorsa o
takdirde milletvekili aleyhine herhangi bir ceza soruşturması açılmaz, milletvekilleri yasama
sorumsuzluğundan faydalanırlar.

86
 Bunun (yasama sorumsuzluğunun) “Kapsamı”: Bir defa, “Ben milletvekili seçildim, bundan sonra
istediğime istediğim şeyi söylerim, istediğim yerde konuşurum, her şeyi de açıkça dile getiririm, kimse
de bana dokunamaz!” şeklinde bir koruma değildir bu: Milletvekillerine bu sorumsuzluk “meclis
çalışmalarıyla sınırlı” olarak tanınmıştır yani milletvekilleri meclis çalışması yerine bir miting sırasında
ya da bir sohbet-toplantı esnasında, meclis çalışması ile alakası yok-olmayan bir parti faaliyeti
dolayısıyla ya da vatandaş ziyaretinde benzer şeyleri söylerse o takdirde yasama sorumsuzluğundan
faydalanamaz çünkü anayasa sorumsuzluğun kapsamını açıkça “meclis çalışmalarıyla” sınırlandırmış,
parti çalışmaları değil: Dolayısıyla dışarıda kafasına göre konuşan ve konuştuğu sözler/ifadeler
içerisinde suç teşkil eden milletvekili hakkında soruşturma açılır ancak milletvekili olduğu için “Yasama
Dokunulmazlığı”ndan faydalanacaktır ve ona ilişkin usul uygulanacaktır. Peki “Meclis Çalışmaları”ndan
ne anlaşılması gerekiyor: Meclis çalışmalarının büyük bölümü “genel kurul” dediğimiz 600
milletvekilinin bir arada çalıştığı genel kurul çalışmaları meclisin önemli bir çalışma alanıdır, dolayısıyla
genel kurulda sarf edilen sözler herhangi bir şekilde ceza davası açılamaz, ceza davasına konu olmaz;
sorumsuzluk kapsamındadır. Buna ilave olarak milletvekili, “genel kurul kürsüsü”nde konusu suç teşkil
eden bir ifadeyi kullandı, bu durumda eğer oturumu yöneten başkan ya da başkan vekili ve oturumun
yönetimiyle sorumlu olan başkanlık divanı, milletvekilini bu sarf ettiğiniz sözleri dışarda
tekrarlamaktan men etmek yoluna gidip meclis içerisinde bu konuda bir karar alırsa milletvekili
sorumsuzluktan faydalanır ama o sözler orada kalmıştır; eğer genel kuruldaki bu konuşma sırasında
milletvekili bu şekilde ikaz edilmemiş, genel kurul bu noktada bir karar alınmamışsa “bunları dışarda
tekrarlayamazsın” şeklinde (tekrarlamaktan men etme şeklinde), o takdirde mecliste söylediği ifadeyi
milletvekili aynısını dışarıda da söyleyebilir yani meclis çalışmaları dışında da söyleyebilir ve o takdirde
milletvekiline cezai soruşturma yine açılamaz. Dikkat edilmesi gereken: Bu dışarıda tekrarlanması
konusundaki ayrık durum, müsamaha ya da özel durum sadece meclis genel kurulunda sarf ettiği
sözler için geçerli, onun dışında komisyonda ya da siyasi parti grup çalışmasında sarf etmişse bunları
yine dışarıda tekrarlayamaz. Bir diğer önemli meclis çalışması-alanı “Komisyonlar”dır: Komisyonlar
“meclisin mutfağı” mahiyetindedirler; bir yasal düzenlemeyi genel kurula gelmeden önce görüşen, o
konuyu olgunlaştıran, önemli bir şekilde derleyip toparlayan çalışma “komisyon çalışması”dır.
Komisyonlarda da, komisyon sırasında da yine milletvekilleri sarf ettikleri sözlerden, kullandıkları
oylardan ve düşünce açıklamalarından dolayı sorumlu tutulamazlar. Hatta komisyon çalışmalara bazen
meclisin dışında hatta Ankara’nın dışında da gerçekleşebilir; özellikle geçici olarak kurulan “meclis
araştırma komisyonu” gibi bir “meclis soruşturma komisyonu” gibi, işte “meclis insan hakları
komisyonu” gibi daimi olmasına rağmen Ankara dışında çalışabilecek bir komisyon, bu tür
komisyonların Ankara dışında meclisin çatısı altında değil hatta Ankara’nın dışında yapmış oldukları
çalışmalar sırasında da yine komisyon çalışmaları dahilinde sarf ettikleri sözler (milletvekillerinin) yine
sorumsuzluk kapsamındadır. Bir başka meclis çalışması hususu “Siyasi Partilerin Meclis Grupları”:
Siyasi parti grupları anayasamıza göre 20 milletvekiline sahip olan partiler, parti grubu oluştururlar.
Siyasi parti grubu olmanın, mecliste parti grubu olmanın avantajları vardır ve parti gruplarının
yapabileceği-yapamayacağı işler vardır: Bunlardan en önemlisi “parti grup kararı alabilmek”tir
(bağlayıcı grup kararı); bunun için parti çalışmaları, siyasi parti gruplarının toplantılarına ayrılan
mekanlarda yapılır (bunu parti grubu toplantısı olarak haberlerde falan rastlarsınız). Bu parti
gruplarının çalışmaları genellikle Salı günleri saat üçten önce olur çünkü üçte meclis-genel kurul
açılıyor. Bu parti gruplarında da (siyasi partilerin grup toplantıları salonlarında da) yapmış oldukları
çalışmalar “meclis çalışmaları” olarak değerlendirilir ve “grup toplantısı salonunda da” sarf edilen
sözler sorumsuzluk kapsamına dahildir. Düşünce açıklaması: Anayasa hem söz diyor hem de mecliste
ileri sürdükleri düşüncelerden diyor demek ki bunu biraz daha farklı-geniş anlayacağız: Bunu düşünce
açıklaması biçiminde açıklamak daha doğru/yerinde olur çünkü düşünceyi açıklamak sadece sözle
olmaz; söz dışında da kişiler düşüncelerini açıklayabilirler: Ör: Mimikleri ile, el hareketiyle, pankart ile,
bir resim ile, gibi… O nedenle “Oy, söz ve düşünce açıklaması” biçiminde anlamak daha yerinde olur.

87
Yasama sorumsuzluğunun AMACI: Milletvekillerinin meclis çalışmaları sırasında hür bir şekilde, ileride
herhangi bir sıkıntıya uğrama endişesi duymaksızın görüşlerini açıklayabilmeleri için getirilmiş bir
muafiyet durumudur.

 Yasama sorumsuzluğunun “Niteliği”: Bu sorumsuzluk biçimi mutlak bir koruma sağlar. Mutlak koruma
sağlamaktan kasıt: Milletvekilini hem “hukuki” hem de “cezai” anlamda korumasını ifade etmek için
söylüyoruz “mutlak koruma sağlar” ifadesini, yani milletvekili sarf ettiği sözlerden ya da düşünce
açıklamasından dolayı hem cezai takibe uğramayacak, tabi ki sınırlar içerisinde, hem de milletvekiline
tazminat açılamayacak: Üstelik yasama sorumsuzluğunun içerisine hakaret fiillerinin de girdiği genel
olarak kabul edilir; tüm doktrin bu şekilde düşünmesine rağmen bu noktada bir farklı yaklaşım var
yargı kararlarıyla: Bütün doktrinde görüş birliği, yasama sorumsuzluğunun meclis çalışmaları sırasında
sarf edilen hakaret ve sövme fiillerine karşı da koruma sağladığı hem de tazminat davası açamama
biçiminde bir koruma sağladığı yönündedir ancak uygulamada milletvekillerinin birbirlerine karşı
açmış oldukları tazminat davaları neticesinde Yargıtay, milletvekili yasama sorumsuzluğunun hakaret
nedeniyle açılan manevi tazminat davalarını kapsamadığı yönünde kararlar vermiştir; bu şekilde bir
içtihat oluşmuştur: Yani tüm doktrin “hakaret nedeniyle tazminat davası da açılamaz çünkü neticede
para ödeyecek olmak da kişiyi konuşmasından caydırabilir yani bu hakaretvari söz ağzımdan çıkarsa bu
defa dava açılır, tazminat ödemek zorunda kalırım” gibi bir endişe de kişileri ifade hürriyeti noktasında
frenleyecek bir durumdur o nedenle tazminat davası açılamayacağı görüşündeyken Yargıtay “manevi
tazminat davası sorumsuzluk kapsamında değildir” şeklinde bir içtihat oluşturmuştur.

 Yasama sorumsuzluğu mutlak bir koruma sağlar ama pratikte yargı kararları farklı seyrediyor. Bunun
yanında sorumsuzluk “Sürekli bir koruma” sağlar: Buradaki süreklilikten kast: Milletvekilliği bittikten
sonra da milletvekiliyken ve meclis çalışmaları sırasında sarf ettiği sözler, kullandığı oy ve düşünce
açıklaması dolayısıyla milletvekilleri aleyhine sonradan dava açılamaz; milletvekilliği sona erse de o
döneme ilişkin dava açılamaz. Yoksa milletvekilliği bittikten sonra zaten meclis çalışmalarına
katılamayacaktır ilgili, daha sonra normal vatandaşlar gibi konuştuklarından tabiki sorumlu
tutulacaktır.

 Başka bir özellik: “Yasama sorumsuzluğu kaldırılamaz” diyor: Milletvekili dokunulmazlığı geçicidir,
nisbidir ve üstelik bir meclis kararıyla kaldırılabilir ama aynı şey sorumsuzluk için geçerli değil yani
milletvekilleri bir araya gelip de “Adam çıktı meclis kürsüsünden vatana, millete ve bölünmez
bütünlüğüne yönelik konuştu; bir araya gelip oylama yapıp bunun sorumsuzluğunu kaldıralım, bunun
hakkında dava açılsın.” diyemezler.

 Yasama sorumsuzluğunun içerisine “milletvekillerinin fiili davranışları girmiyor; yani milletvekilleri


zaman zaman karşılıklı olarak hakaretleşme, küfürleşme yoluna gidiyorlar ve hatta bazen bu karşılıklı
arbedeye, yumruklaşmaya ve kavgaya da dönüyor. İşin söz kısmı sorumsuzlukla alakalı ama
milletvekilleri ister meclis çalışmaları içerisinde olsun isterse dışarda olsun fiili anlamda bir fiil
dolayısıyla suç teşkil eden hususa dönüşüyorsa o sorumsuzluğun değil “dokunulmazlığın kapsamı”
içerisine girer. Yani milletvekilleri birbirlerine “hakaret” ediyorlarsa “sorumsuzluk kapsamında” ama
birbirleriyle yumruklaşıyorlarsa bu sorumsuzluk kapmasında değil; iş fiili müdehaleye dönüştüğünde
bu suç olarak değerlendirilir, sorumluluk söz konusudur ama o sorumluluğun-fiili davranışlar
dolayısıyla ortaya çıkan sorumluluğun işleme tarzı dokunulmazlıkla alakalıdır: Normal vatandaştan
farklı bir prosedür uygulanır.

“Yasama Dokunulmazlığı” 83. maddedin 2 ve daha sonraki fıkralarında düzenlenmiştir; okuyun.

88
+Engin Özkoç hakkında açılan davalarla ilgili soru geldi. Bu davaların büyük çoğunluğu CB’na
hakaret şeklinde gerçekleşiyormuş; CB’na hakaret, bir ceza hükmünün ihlali yani ceza sorumluluğu
ve onun dışında bir de CB’nın şahsına ilişkin olarak açılan maddi-manevi tazminat davaları var. Bu
manevi tazminat davası boyutunda zaten Yargıtay sorumsuzluk kapsamında değerlendirmiyor;
onlar açılıyor ama onun dışında açılan ceza davaları da var, o davalarda davaların açılmasının
nedeni , bu sözler davalık mıdır değil midir tartışmasına girmeksizin, şu: Bu kişiler (haklarında dava
açılan ya da Cumhuriyet Savcılarınca soruşturma açılan muhalefet milletvekilleri) şunu yapıyor;
mecliste basın toplantısı yapıyorlar, tamamen şahsi bir şeydir bu ve parti çalışmasıyla alakası yok,
orada suç teşkil edecek şekilde ifadeler kullanıyorlar ya da hatta geniş yorumlayarak o basın
toplantısı meclis çalışması olarak değerlendirilse bile açılan davalar daha çok bu milletvekillerinin
daha sonra sosyal medyada bu fikirlerini yazmaları sebebiyle yani genel kurulda sarf ettikleri
ifadelerden ziyade sosyal medyada kullandıkları ifadelerden dolayı ceza davası-soruşturması
açılıyor. Ama onun dışında ister meclis çalışmaları içerisinde olsun ister dışarısında, hakaret
nedeniyle manevi tazminat davası zaten yargıtayın içtihatları doğrultusunda açılabiliyor.

+Mecliste yumruk yumruğa kavgalar yaşanıyor ve bu sırada hakaretler vs ediliyor: Bunların


yaptırımları oluyor, şu şekilde: Hakaret noktasında, meclis çalışmaları sırasında olduğu için doktrin
“Birbirlerine sövüp hakaret etseler de bu noktadan dolayı cezai anlamda sorumlulukları olmadığı
gibi bunlar için tazminat davası açılmamalı” diyor ve aslında olması gereken bu yani rahat rahat
birbirlerini yesinler, birbirleriyle kozlarını rahat rahat paylaşsınlar ama uygulama da şu: Hakaret
dolayısıyla ceza davası açılmıyor ama ilgililer birbirine karşı manevi tazminat davası açabiliyorlar
Yargıtay içtihatları doğrultusunda. Bunun dışında iş fiziki müdehaleye yani yumruk yumruğa
geldiğinde bu sorumsuzluk kapsamı dışındadır; sorumsuzluğun içerisine söz, düşünce açıklaması ve
oy girer, fiziki müdehale sorumsuzluk kapsamı dışında; dolayısıyla yumruk yumruğa bir durum,
kavga söz konusu olduğunda orada sorumluluk vardır: Bu kişiler birbirlerine karşı yaralama suçunu
işliyorlar demektir ama yaralama basit haliyle kalmışsa (ceza muhakemesi konusu) basit tıbbi
müdehaleyle giderilebilecek ölçüde kalmışsa yaralama suçu şikayete tabidir yani biri diğerini gidip
savcıya şikayet edecek de savcı işlem başlatacak, işlem başlatsa da zaten dokunulmazlık kapsamı
içerisinde olduğu gibi şikayet esnasında kalır; ilgiliyi dinler, tanık dinleyebilirse dinleyebilir savcı,
onun ötesine gidemez çünkü dokunulmazlık prosedürü buna engel olur ama yumruk yumruğa
kavga suçtur milletvekilleri açısından da anca o fiiller için yasama dokunulmazlığı devreye girer ve
milletvekilleri açısından yasama dokunulmazlığında muhakeme süreci farklı işler.

+Somut olaya göre sarf edilen sözün hakaret içerip içermediğine yönelik değerlendirme yapılır ve
bu muhatap açısından da farklılık arz eder. Ör: Yolda giden bir adama “Lan bu hukuktan ne anlar!”
denmesi bir şey ifade etmez, bir hakaret ifade etmez çünkü o adam hukukçu değil mühendistir ama
dönüp fakültede bir hocaya “Hukukun h’sinden anlamıyor bu adam!” denilirse o zaman o insan için
hakaret söz konusu olur. Somut olaya göre değişir: Yeni ceza kanunu sövme denilen sinkaflı
ifadeleri de hakaret içerisinde düzenliyor ama sinkaflı bir ifade varsa zaten bu herkes için suç teşkil
eder, muhatap önemli değildir onda ama hakaret noktasında sarf edilen sözler bazen kişiye göre
değişebilir; bu somut olaya göre belirlenir, ceza hukukunun konusudur.

83. maddenin 2 ve sonraki fıkraları “Yasal Dokunulmazlık”la alakalı. Dokunulmazlık, milletvekillerini


cezai soruşturma ve kovuştumaya karşı koruyan bir muafiyettir; cezai takibata karşı milletvekillerini
koruyan, “geçici” bir koruma sağlayan muafiyettir. 2. fıkra 1. cümle genel hüküm (istisnaları ileriki
cümlelerde var): Suç işlediği iddia edilen milletvekili hakkında anayasa diyor ki: “Bu milletvekilini
meclisin kararı olmadıkça, buradaki meclisin kararından kasıt milletvekilleri hakkında verilen

89
dokunulmazlığın kaldırılması kararı, olmadıkça kolluk ve adli makamlar milletvekilini tutamaz,
sorguya çekemez, tutuklayamaz ve yargılayamaz.” diyor.

 “Tutmak”, tutma ibaresi yeni ceza muhakemesi kanunumuzda yok, önceki ceza muhakemesi kanunu
ile paralel bir düzenlemeydi bu, anayasada bu noktada bir değişikliğe gidilmediği için eski kavram
kaldı; bundan anlaşılması gereken şu: Suç işlediği şüphesi bulunan bir kimsenin kolluk tarafından ya da
suçüstü halineyse vatandaşlar (kolluk gelene kadar tutma şeyini kullanabilirler) tarafından da olabilir
dolayısıyla suç işlediği iddiası, suç işlediği şüphesi bulunan kişinin yakalanıp hürriyetinin
sınırlandırılması ve adli makamların önüne-savcının önüne götürülene kadar geçen evreye “yakalama”
diyoruz; eski ceza kanunuyla “tutma” olarak ifade ediyoruz. Yakalamayı yeni ceza muhakemesi
sistemimizde “gözaltı” takip eder (savcının huzurunda gözaltı). Bu gözaltı süresi CMK’na göre 24 saat
(normal suçlarda, örgütlü suçlarda ise daha yüksek derecede olabiliyor). Kişi yakalandı, 24 saat içinde
bu kişinin hürriyeti sınırlandırıldı; işte tutmadan kastedilen bu. “Sorguya Çekme” ise suç şüphesi
altında bulunan kişinin Sulh Ceza Hakimi tarafından üzerine atılı olan suç teşkil eden fiil dolayısıyla
ifadesine başvurulmasıdır: Bu ‘sorguya çekme’ ‘hakim’ karşısındaki beyanı ifade eder: ‘Savcı’
karşısında verilen beyan ‘ifade alma’dır. (şüpehli ya da sanığın sorgusu-sorguya çekilmesi)
“Tutuklama” yine hürriyeti kısıtlayan bir tedbirdir (ceza muhakemesi tedbiridir): CMK’nda şartları
düzenlenmiş. Sovuşturmanın ve kovuşturmanın selameti açısından kanundaki şartlar bulunuyorsa ilgili
yani şüpheli ya da sanık tutuklu olarak yargılanır; yani yargılanma süresi içerisinde kişi tutuklu evinde
bulunur (hürriyeti kısıtlanmış oluyor). “Yargılama” zaten ceza muhakemesi işlemlerinin hepsini
kapsayan işlem.

Diyor ki anayasa: “Milletvekiline ilişkin meclis kararı olmadıkça milletvekilinin hürriyetini bu


şekilde (yargılama zaten hepsini kapsıyor, ayrı tutulursa 3 şeklin hepsi hürriyeti sınırlıyor)
kısıtlayamazsın.” Milletvekiline bu ayrıcalığın tanınma sebebi noktasında yasama
dokunulmazlığının ne için elzem olduğunu açıklamak gerek.

 Yasama Dokunulmazlığının amacı: TBMM’nin fizik bütünlüğünü sağlamak, korumaktır yani


milletvekilleri asılsız suç isnatlarıyla meclise gitmekten alıkonulmasınlar; amaç budur. Yani milletvekili
rahatlıkla evinden ofisinden çıkıp, meclise girip, meclis çalışmalarına hür bir şekilde katılmalı fiziken
ama bu tedbirler (tutma, sorguya çekme, tutuklama ve yargılama) milletvekiline uygulanırsa
milletvekili meclise gidemez çünkü hürriyeti tahdit(?) edilmiş olur. Dolayısıyla dokunulmazlık denilen
elzem bir muafiyettir yani kamuoyunda “Dokunulmazlık olmasa da olur, dokunulmazlık
milletvekillerine adli bir zırh sağlıyor, onun altında her türlü dalavereyi yapıyorlar.” şeklinde eleştiri
çok da doğru değil; dokunulmazlık dediğimiz şey gerekli bir koruma-muafiyet. Önemini anlatmak
açısından bir kurgu: Diyelim ki hoca CB ve onun partisinin milletvekilleri de mecliste yer alıyorlar ama
mecliste çoğunluğu sağlayacak kadar milletvekili yok ya da aşağı yukarı muhalefetle aynı sayıda
milletvekili var ama hoca CB olarak kanuna ihtiyaç duyuyor; kanunla yapılması gereken bir reform bir
düzenleme var ve hoca o kanunun meclisten geçmesini önemsiyor, istiyor, azmetti o kanun geçecek
ama meclisteki çoğunlukta sayılar itibariyle başa baş gidiyor. Üstelik hocanın partisinden seçilmişti
diyelim meclis başkanı vaktiyle ve halen o görevli (meclis başkanı hiçbir surette genel kurulda oy
kullanamaz dolayısıyla meclis başkanı milletvekilliğine devam ediyor ama partisi adına oy veremez).
Meclis başkan vekilleri yönettikleri oturumda oy kullanamazlar, o günkü oturumu da hocanın
milletvekillerinden biri yönetecek, bir oy da öyle gitti, birkaç tane milletvekili de yurt dışında diyelim;
özel toplantılardalar, biri kaza geçirmiş hastanede… gibi: İş kritikleşti ama o kanun geçecek diyor hoca
inat etti. Böyle bir durumda ve dokunulmazlık dediğimiz düzenleme de anayasa yok diyelim. Böyle bir
durumda Hoca (CB) içişleri bakanını arar, adalet bakanını da arar, zaten onlar hocanın-CB’nın adamı
(sekreteleri oluyor mevcut sistemde), ve der ki: “Falanca gün şu kanun görüşülecek, bizim için çok

90
önemli ama meclisteki aritmetik kritik, muhalefet bu işin üstüne gelir ve sıkı tutarsa biz bu kanunu
geçiremeyebiliriz. Arkadaşlar muhalefet milletvekillerinden 15 tane seçin, bunların hakkında zaten bir
iddiadır vs’dir vardır bir şeyler, yoksa da uydurun. O kanunun görüşüleceği gün sabah bu
milletvekillerini alın, zaten 24 saat gözaltı süresi söz konusu kanunlar çerçevesinde, 24 saate gerek
yok; biz kanunu geçirene kadar bu insanları emniyet müdürlüğünde güzelce ağırlayın, hizmette kusur
etmeyin ama bunlar meclise gelmesinler.” Hocanın kurduğu bu plan dokunulmazlık diye bir şey yoksa
pekala işler. O gün bu milletvekilleri evlerinden alınır ve hocagil (CB ve milletvekilleri) o kanunu
geçirdikten sonra o milletvekillerini bırakırlar ve özür dilerler; yanlış anlaşılma, yanlış ihbar vs diye ya
da hakim karşısına çıkarırlar ve hakim tutuksuz soruşturmanın devam etmesine der çeker gider ya da
kovuşturmaya yer olmadığı kararı verir savcı ve gönderir. İşte dokunulmazlığın temel amacı bu: Asılsız
suç istinatlarıyla milletvekilleri meclise gitmekten alıkonulmasın amaç bu ama istisnası var: Anayasa
devamında 2 tane istisna düzenliyor.

2 istisna: Diyor ki anayasa: “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına
başlanılmış olmak kaydıyla anayasanın 14. maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır.” Yani
bu iki istisna durumunda dokunulmazlık işlemez; milletvekilleri bu durumlarda tutula da bilir,
sorguya da çekilebilir, tutuklu olarak yargılanabilir de.

 “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali” ve “Seçimden önce soruşturmasına başlamış olmak kaydıyla
anayasanın 14. maddesindeki durumlar. Bu durumlarda iş artık asılsız isnadın ötesine geçmiş oluyor,
artık asılsız isnat denilemiyor. “Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali” şimdi bu 2 şartın birlikte
gerçekleşmesi lazım: Suç bir defa ağır cezalık + milletvekili suçüstü yakalanmış yani suçu işlerken ya da
suç tamamlandıktan hemen sonra, emareler ortadayken takip ederek yakalama; bu durumda artık
asılsız isnat denilemiyor: Hem suç ciddi hem de suçüstü. 2. durum: “Seçimden önce soruşturmasına
başlanılmış olmak kaydıyla” yani seçimden önce zaten bu milletvekili hakkında soruşturma başlamış,
yürüyor ve daha sonra milletvekili seçilip olmuş; yargılanıyor olmak milletvekili seçilmeye engel değildi
zaten. Üstelik seçimden önce soruşturmasına başlanılmış herhangi bir suç değil bu: Anayasanın 14.
maddesindeki durumlara ilişkin bir suç yani devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, laik,
demokratik cumhuriyete yönelik suçlar dolayısıyla seçimden önce soruşturma başlamış, daha sonra
milletvekili seçilmiş. Anayasa diyor ki: “Milletvekili seçilmiş olabilir, bu istisna dışındadır, bunun
hakkındaki soruşturma, yargılama devam eder.” diyor yani burada artım isnatlar ciddi, asılsız
denilemiyor bunlara. Ama bu 2 istisnada da her iki durum birlikte gerçekleşecek: İlk durumda hem suç
ağır cezalık olacak hem de suçüstü hali olacak, ayrı ayrı olursa dokunulmazlıktan faydalanır
milletvekili; yani ağır cezalık bir suçtan ihbar-suç duyurusu vardır milletvekili hakkında ama suçüstü
değildir, dokunulmazlıktan faydalanır milletvekili ya da suçüstüdür ama ağır cezalık bir suç değildir,
basit-taksirli bir suçtur, yine orada dokunulmazlıktan faydalanır. Diğer durumda da aynı: Seçimden
önce soruşturmasına başlanılmış olacak + anayasanın 14. maddesindeki durumlara ilişkin bir suç tipi
olacak: Seçimden önce soruşturmasına başlanılmıştır ama 14. maddeye ilişkin bir suç değildir, yine
dokunulmazlıktan faydalanır milletvekili ya da tersi: Suç anayasanın 14. maddesine ilişkin bir suçu
milletvekili olduktan sonra işlemiştir, yine dokunulmazlıktan faydalanır. Bunlar istisnai durumlar: Böyle
durumlar söz konusu olduğunda dokunulmazlık işlemiyor ama bu durumda yetkili makam-adli merci
durumu hemen ve derhal doğrudan doğruya TBMM’ye bildirir: “Falanca milletvekili suçüstünde şu suç
şüphesiyle yakalandı, hakkında işlemler devam ediyor.” diye meclise bilgi verecek.

83/III’ü okuyun. Burada ifade edilen şu: Milletvekili cezaevinde, hakkında verilmiş bir ceza hükmü
var ancak bu ceza hükmü, ilgilinin-hükümlünün milletvekili seçilmesine engel değil çünkü öyle bir
suç olsa zaten milletvekili seçilemeyecek, çünkü mahkum, hakkında hüküm kesinleşmiş: Taksirli
bir suçtan dolayı olabilir; taksirli suçlardan dolayı bir süre yoktu, isterse 10 yıl verilsin; taksirli

91
suçtan dolayı ilgili milletvekili seçilebilir: İşte böyle bir suç dolayısıyla olmuş olabilir ya da ağır
cezalık olmayan, asli ceza mahkemesinin verdiği 8 ay hapis cezasını çekiyor olabilir, o süre
içerisinde milletvekili adayı olmuş ve seçilmiş olsun: Milletvekili sıfatını kazandığı anda infaz da
durur; milletvekili salıverilir; milletvekilliği sona erdikten sonra da infaz kaldığı yerden devam
eder, o süre içerisinde de zamanaşımı işlemez.

Dokunulmazlık bu şekilde koruma sağlıyor milletvekillerine peki milletvekilleri hakkında suç isnadı
olduğunda prosedür nasıl işliyor? Bir soruşturma neticesinde savcı baktı ki şüphelilerden bir
tanesi milletvekili ya da doğrudan milletvekili şüpheli konumunda, böyle bir durumda savcının
yapacağı şey: Delilleri toplayabilir, o konuyu araştırabilir, onun dışında tanık beyanlarını
dinleyebilir ve hatta milletvekilini davet edebilir bu konu hakkında bilgi vermek üzere ama
milletvekilini zorla ayağına getiremez çünkü zorla getirme hürriyeti kısıtlayan bir şeydir;
milletvekili kendisi gitmek isterse sıkıntı yok, gidip ifadesini verebilir ama gelmiyorsa milletvekili
zorla getirilemez istisnai durumlardan biri değilse. Savcı böyle bir soruşturmaya başladı, delilleri
topladı, tanıkları dinledi ve bunun neticesinde savcı orada durur çünkü ötesine geçmesi için,
istisnai durumlardan olmadığı durumlarda devam edebilmesi için meclisin kararı gerekli. Savcı ya
da yargılanan bir kişi milletvekili seçildi, yargılama duracağı için bu defa mahkeme durumu bir
fezleke ilke TBMM’ye bildirir. Bu şu demektir: “Sizin üyelerinizden-milletvekillerinden falanca
hakkında şöyle bir soruşturma var ya da hakkında yürütülen şöyle bir kovuşturma var dava
evresinde; milletvekili olduğu için ben devam edemiyorum, milletvekilinin dokunulmazlığını
kaldırın ve ben kaldığım yerden devam edeyim.” fezlekenin açılımı budur açıkçası, istenilen-talep
edilen budur. Bunun neticesinde bu fezlekeler, tabi sovuşturma ve kovuşturma dosyalarıyla
birlikte bunlar meclise gelir, mecliste bu husus anayasa ve adalet komisyonlarından oluşan bir
karma komisyon tarafından değerlendirilir: Komisyon fezlekeye bakıyor, dosya içeriğine bakıyor,
dokunulmazlığı kaldırılsın mı yoksa kaldırılmasına gerek yok mu; bu konuda bir rapor yayınlıyor ve
bu raporu da genel kurula sunması lazım: Genel kurulun bu noktada karar vermesi lazım ancak
uygulamada TBMM ilgili komisyonu, milletvekilleri hakkında gönderilen bu fezlekeleri bu
dosyaları görüşmüyor, bekletiyor. İşte bu bekletme durumu yani TBMM’nin kendi işini
yapmaması; kendi üyeleri hakkındaki bu isnatlar-suç isnatları dolayısıyla kendi işini yapmaması
dolayısıyla toplumdaki bu “Milletvekili değil mi, bunların dokunulmazlık zırhı; bunun arkasında her
bir dalavereyi çeviriyorlar.” gibi bu anlayışın yerleşmesine bir nevi de meclisin kendisi sebep
oluyor. Bunun dışında bazen de savcılar insiyatif almaktan geri duruyorlar ya da cesur
davranmıyorlar, bazen de savcıların davranışları dolayısıyla bu dokunulmazlık hususu bu şekilde
eleştirilir hale geliyor: Ör: Vaktiyle HDP milletvekillerinden bir tanesi kendi otomobilinde, kendisi
de otomobilin içerisinde PKK’lı teröristlere silah ve mühimmat taşırken yakalandı, aracın
içerisinde PKK’lı başka teröristler de vardı. Kolluk yakaladı, araç aranıyor, aracın içerisinde silah,
mühimmat; terör örgütü üyeliğinden aranan dağ kadrosundan adamlar var; şoförün yanındaki kişi
de milletvekili: Böyle bir durumda savcı ne yapmalı, karşıdaki “Ben milletvekiliyim
dokunamazsın…” vs diyor: Bu durumda milletvekili dokunulmazlıktan faydalanamaz; anayasa
açıkça “Ağı rcezayı gerektiren suçüstü hali” diyor; terör örgütüne yardım vb bunlar ağır cezalık
suç, suçüstü de yakaladı: Şimdi savcı burada “Milletvekilim kusura bakma, sen istediğin kadar ben
milletvekiliyim beni tutamazsın de, anayasa açıkça bu durumu ayrık görmüş; bu durumda senin
dokunulmazlığın işlemez. Hadi buyur.” diyip sovuşturmaya devam etmesi lazımdı, gerekirse
tutuklanması için sevk edecek: Hakkındaki soruşturmayı devam ettirecek, davayı açacak, dava da
tıkır tıkır devam edecek ama uygulamada savcı “Milletvekiliymiş, insiyatife-elimi taşın altına
atmama gerek yok, nasılsa milletvekili; dokunulmazlığını kaldırsınlar öyle bakarız.” diyip topu
meclise attı. Zaten ayyuka çıkan bu tür durumlar neticesinde de 2015’te TBMM bir anayasa
değişikliği ile bir geçici madde eklediler ve dediler ki :O dönem bu dokunulmazlık bir siyasi

92
restleşmeye dönüştü: O şunun şu kadar, bu şunun şu kadar dosyası var diyince hadi hep birlikte el
kaldıralım herkesin foyası dökülsün gibi bir restleşmeye girdiğinde de bu defa bir geçici maddeyle
o ana kadar mecliste genel kurulda ve komisyonda bulunan bütün dosyaların hakkında
dokunulmazlığı kaldırdılar ve daha sonra o kişiler yargılanmaya başlandı. O örnekteki kişi bu
dokunulmazlıklar kaldırıldıktan sonra yargılan ve onun gibi birçok HDP’li milletvekili yargılandı,
haklarında hüküm kesinleşti ve milletvekillikleri düştü; bazıları hakkında da devamsızlık yolu
işletildi ve onların da milletvekillikleri düştü. Şu an yine TBMM aynı şekilde: Milletvekilleri
hakkında dokunulmazlıklar görüşülmüyor ama olması gereken TBMM komisyonda önce bu
dosyalar görüşülecek ondan sonra genel kurul bu noktada karar verecek. İşte genel kurulun
vermiş olduğu bu karar “dokunulmazlığın kaldırılması kararı”.

Dokunulmazlığın Kaldırılması kararının usulü: Her bir dosya için ayrı ayrı dokunulmazlığın
kaldırılması kararı alınır genel kurulda yani bir milletvekili hakkında 5 tane dosya varsa (5 ayrı
fezleke), bunlardan hangisi için meclis dokunulmazlığın kaldırılması kararı almışsa o dosya için
yargılama süreci devam eder, dokunulmazlığın kaldırılması kararı verilmemiş kalan dosyalar yine
bekler: Yani bu karar kişisel anlamda değil dosya olarak verilir. Ör: Haydar’ın bütün dosyalarından
dokunulmazlığı kaldırılmıştır, gibi bir karar değil; dosya dosya ayrı ayrı kaldırılır dokunulmazlık.
Dokunulmazlığın kaldırılması kararı bir parlamento kararıdır. Bunun hakkında da yine AYM’ne
itirazda bulunulabilir; usul yine aynı: İlgili milletvekili ya da herhangi bir milletvekili AYM’ne 7 gün
içerisinde itirazda bulunabilir, AYM’de 15 gün içerisinde bu noktada kararı verecektir.

Dokunulmazlığını kaldırdık bir milletvekilinin diyelim; onun hakkındaki yargılama süreci devam
ediyor, yeniden seçimler geldi, bu kişi tekrar milletvekili adayı oldu ve yine seçildi: O önceki
verilmiş olunan dokunulmazlığın kaldırılması kararının da artık hükmü bitmiştir, yeniden seçilen
bu kişi yine dokunulmazlıktan faydalanacaktır, yine yargılama durur; yeniden dokunulmazlığın
kaldırılması kararı almak gerekir.

Siyasi parti gruplarınca dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin yapılan görüşmeler öncesinde


bağlayıcı parti grup kararı alınamaz diyor anayasa. Burada işin ucunda cezai sorumluluk olduğu
için anayasa burada milletvekillerinin partisinden uzak bir şekilde hür iradeleriyle karar
vermelerini istiyor; o nedenle dokunulmazlığın kaldırılmasına ilişkin yapılacak oylama-görüşme
öncesinde siyasi parti grupları bağlayıcı grup kararı alamazlar.

DİPNOT: Kişi-milletvekili dokunulmazlıktan feragat edemez yani “Ben dokunulmazlık istemiyorum;


dokunulmazlığımı kaldırın gerek yok, benim yargılamam sürsün, savcı beni soruştursun,
üzerimdeki bu durum ortadan kalksın. Ben hemen aklanmak istiyorum, yargılanmam devam
etsin.” şeklindeki talep başlı başına bir sonuç doğurmaz: Dokunulmazlığın mutlaka meclis
tarafından bir kararıyla kaldırılması lazım. Buna ilişkin örnek olay: Atilla Kart Kararı olarak geçer:
Üzerine atılan suç-hakkındaki dosya dolayısıyla hakkındaki dokunulmazlığın kaldırılmasını kendisi
talep etmiştir ancak mecliste dokunulmazlığının kaldırılması yönünde karar verilmemiştir, bunun
üzerine Atilla Kart bunu AİHM’ne taşımış ve dokunulmazlığın bu şekilde uygulanmasının kişinin
aklanma hakkına aykırı olduğunu, adil yargılanma dolayısıyla aklanma hakkına aykırı olduğundan
bahisle dava açıyor: Dava ilk aşamasında daire kararı Türkiye aleyhine bir karar veriyor yani “Evet,
kişinin aklanma hakkı vardır, yargılanması devam etmelidir.” şeklinde bir karar veriliyor ve buna
Türkiye itiraz ediyor: İtiraz neticesinde konu büyük daire tarafından görüşülüyor ve büyük daire
Türkiye’yi bu defa haklı buluyor: Dokunulmazlığın, kişiye özgü olarak tanıdığı muafiyetlerin
ötesinde, meclisin çalışmalarına hakim olan önemli bir prensip olduğu ve dolayısıyla burada kamu

93
yararının bulunduğundan bahisle Türkiye’yi haklı buluyor. Meclis bir karar almadıkça adli merciler
bu konuda sovuşturmaya da kovuşturmaya devam edemezler.

3)TBMM’nin ÇALIŞMA USULÜNE-DÜZENİNE İLİŞKİN HUSUSLAR:


 TBMM’nin çalışma usulüne ilişkin olarak en önemli ilk “Yöntemsel Bağımsızlık” ilkesidir. Yöntemsel
bağımsızlık ilkesi özellikle yasama fonksiyonu icra eden organların yani yasama meclislerinin kendi
çalışma düzenlerine ilişkin, kendi içişlerine ilişkin olarak alınması gereken kararları bizzat kendilerinin
almasıdır. Bu anlamda TBMM’nin yöntemsel bağımsızlığının en önemli göstergesi “İçtüzük
Hükümleri”dir: “TBMM kendi iç işleyişine, iç düzenine ilişkin kararları bizzat kendisi alır.” yani diğer
devlet organlarını bu işe karıştırmaz.

Yöntemsel bağımsızlık bu anlamda bizim hukukumuzda bir de AYM için var: AYM de kendi
çalışmalarını, kendi iç işleyişini kendi koymuş olduğu içtüzükle düzenliyor yani bir de AYM’nin
kendi içtüzüğü var o da kendi iç çalışma usulüne ilişkin hususları kendisi düzenliyor; bu anlamda
yöntemsel bağımsızlık denildiği zaman 2 tane içtüzük geliyor aklımıza: Birisi TBMM İçtüzüğü
diğeri ise AYM İçtüzüğü.

 Tabi bu şu demek değil: TBMM kendi çalışma usullerine, kendi iç işleyişine ilişkin olarak kararları
kendisinin alması demek, bunların anayasaya aykırı olması anlamına gelmiyor. Yani anayasada
belirtilen ilkeler çerçevesinde, çünkü yasama organı da en nihayetinde kurulmuş bir organdır, kendi
işleyişine ilişkin kararları kendisinin almasına yöntemsel bağımsızlık diyoruz.

 İçtüzük, anayasanın 95. maddesinde düzenlenmiş, daha doğrusu tanımlanmış. Anayasadaki iç tüzüğe
ilişkin bu hükümlerden şunu anlıyoruz:

1) İçtüzük dediğimiz düzenlemenin ki tüzük bir “kural işlem”dir yani kural koyan bir işlemdir; buna
karşılık içtüzük sadece TBMM çalışmalarını ilgilendirir yani TBMM yapmış olduğu içtüzüğün
içerisine vatandaşları ilgilendirecek ya da diğer devlet organlarını ilgilendirecek hususları koymaz,
bu hususları düzenlemez. TBMM sadece kendi çalışmalarına ilişkin hususları içtüzük içerisinde
düzenler.

2) Yine içtüzük hakkında 2. Fıkrada önemli bir ilke görülüyor; anayasa diyor ki: 2. fıkrada iç tüzük
noktasında yasama organına anayasanın çizmiş olduğu bir sınırlama görülür: İçtüzük hükümleri
düzenlenirken TBMM siyasi parti gruplarının eşit temsiline daha doğrusu oransal anlamda
temsiline imkan verecek hükümleri koymak durumundadır yani her bir siyasi parti TBMM’ndeki
üyesi oranında temsil edecek-edilecek hükümler düzenlemek zorundadır. Yani çoğunlukta olan
parti diğerlerine oranla daha yüksek temsiline imkan verecek bir düzenleme bu anlamda
anayasaya aykırı olacaktır.

 İçtüzük bir parlamento kararı niteliğindedir, bir kural işlemdir ama hukuki nitelik itibariyle içtüzük bir
parlamento kararıdır. TBMM 2 tür işlem yapar: Bunlardan bir tanesi kanun, diğeri isi parlamento
kararıdır. Kanun, TBMM’nin kanun adı altında herkesi bağlayacak nitelikte genel, soyut, objektif kural
koyan işlemidir. TBMM’nin kanun adı altında yapmış olduğu bir işlemdir. Bunun dışında TBMM’nin
kanun dışında yapmış olduğu diğer bütün işlemler ise Parlamento kararıdır ya da TBMM kararıdır.

İçtüzük de bir parlamento kararı mahiyetinde, meclisin bir karar bicinde almış olduğu bir işlem
ama bir kural işlem. Parlamento kararları kanunun aksine yargısı, denetimi dışındadır yani
parlamento kararlarını AYM denetleyemez, AYM’nin yetki alanı dışındadır: Bunun önemli-asıl

94
nedeni: Parlamento kararlarının sadece TBMM çalışmalarını ve üyelerini ilgilendirmesinden
kaynaklıdır; vatandaşlar-bireyler için parlamento kararlarıyla ne mükellefiyet yüklenebilir ne de
herhangi bir mükellefiyetten parlamento kararıyla bireyler kurtarılabilir. Yani bizi ilgilendirecek
işler değil bu, meclisin kendi iç işleyişine ilişkin hususlar konusunda vermiş olduğu kararlar,
yapmış olduğu işlemlerdir: O nedenle bunlar anayasa yargısının konusu dışında bırakılmıştır
ancak Parlamento kararlarından 3 tanesi bu genel kuralın dışında bırakılmıştır yani 3 parlamento
kararı AYM’nin denetimine tabi tutulmuştur:

1. Bunlardan 1. si ve en önemlisi “TBMM İçtüzüğü”dür. Bu içtüzüğün önemine binaen tutulmuş


bir istisnadır çünkü içtüzük (burada bir iki kelimede ses kesiliyor) yazışmasına yön veren, ışık
tutan hükümlerdir ve sistemin işleyişini özellikle parlamenter bir sistemde sistemin işleyişi
noktasında önemli bir rol üstlenir. Şöyle ki: Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran siyasal
partinin, içtüzük hükümlerini anayasadaki hükümlere aykırı olarak değiştirerek meclis
üzerindeki ve ona paralel olarak da hükümet üzerindeki hakimiyetini arttırması yoluna gitme
imkanı bulunduğu için anayasa yargısının denetimine tabi kılınmıştır içtüzük hükümleri.

2. İçtüzük dışında 2 parlamento kararı daha anayasa yargısının denetimine tabi tutulmuştur,
onlar da: Milletvekilliğinin düşmesine ilişkin parlamento kararları: 84. maddedeki 5 husustan
3 tanesi TBMM’nin bu konudaki kararını gerektiriyordu: milletvekilinin istifası, milletvekiliyle
bağdaşmayan bir iş ve hizmeti sürdürmekte ısrar etmesi ve 3. sü devamsızlık konularıydı. İşte
bu konulardan alınmış olan bir karar, itiraz yoluyla AYM’ne götürülebiliyordu.

3. Benzer şekilde; milletvekilleri hakkında yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararı da yine


bir parlamento kararı olmasına rağmen AYM’nin yargısal denetimine tabi tutulmuştu.

 Bunlar içerisinde içtüzük bir kural işlem olması sebebiyle iptal davasına konu edilebiliyor; yani usulü
farklıdır diğer ikisinden. Milletvekilinin düşmesi ve dokunulmazlığın kaldırılmasına ilişkin denetim yolu
ise itiraz yolu şeklindedir: Kararın-bu kararların resmi gazetede yayınlanmasından itibaren ilgili
milletvekili ya da herhangi bir milletvekili AYM’ne itirazda bulunabilir; AYM de 15 gün içerisinde bu
konuda kararını verecektir. Yani denetlenme noktasındaki usul farklı ama “bu 3 parlamento kararı”,
parlamento kararları noktasındaki “anayasa yargısının dışında tutulması genel kuralı”na “istisna” teşkil
eder.

4)TBMM’nin İÇ YAPISI:
 Yani TBMM kendi içerisinde ne gibi organlara sahip? Bu noktada TBMM içerisinde bulunan en önemli
organ “Başkanlık Divanı”dır. Başkanlık divanı TBMM’nin yönetimiyle-idaresiyle alakalı görev üstlenen
en önemli organdır.

Başkanlık divanı TBMM’nin kendi içerisinden seçtiği kişilerden oluşan bir kurul şeklindedir.

Kim var bu divanın içerisinde? 94. madde bu hususa ilişkin hüküm içeriyor; fıkra 1’i okuyun: Yani
başkanlık divanı olarak ifade ettiğimiz organının içerisinde 4 grup üye var: Bir başkan,
başkanvekilleri, katip üyeler ve idare amirleri.

Başkanlık divanının oluşumu noktasında da yine anayasada önemli bir ilke var: “Başkanlık divanı,
meclisteki siyasi parti gruplarının üyesi sayısı oranında divana katılmalarını sağlayacak şekilde
kurulur. Siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler.”; “TBMM başkan vekillerinin
katip üyelerinin ve idare amirlerinin sayısı, seçim için gerekli olan çoğunluk ve oylama usulleri

95
meclis içtüzüğünde düzenlenir.”: İçtüzüğe göre başkanlık divanında bir başkan var “TBMM
Başkanı”, bunun yanında içtüzüğe göre 4 tane başkan vekili var, 7 tane katip üye var ve 3 tane
de idare amiri var: Başkanlık divanı, içtüzüğe göre bu sayılar çerçevesinde oluşuyor ancak bu
sayılar kesin rakamlar değil, şöyle ki: Anayasanın koyduğu hüküm çerçevesinde siyasi parti
gruplarının oransal temsili sağlanmak amacıyla katip üyelikler, idare amirlikleri; özellikle katip
üyeliklerin sayısı değişebilir, farklılaşabilir, arttırılabilir.

TBMM seçimleri yapıldığına milletvekilleri ilk önce mazbatalarını alırlar seçim kurullarından
(seçildiklerine dair resmi tutanağı yani) ve TBMM’ye gelirler: Milletvekilleri TBMM’ne gelince
“çalışmaya başlamak için”, görevlerini sürdürebilmeleri için “yemin etmeleri” gerekir:
Milletvekilinin yemin etmesi milletvekili sıfatıyla alakalı değildir; milletvekillerinin “meclis
çalışmalarına katılmalarının ön şartı”dır yemin etmek: Yemin etmeyen milletvekili meclis
çalışmalarına katılamaz. O nedenle yeni seçilmiş TBMM’nin önündeki ilk iş “yemin töreninin
gerçekleştirilmesi”dir, milletvekillerinin yemin etmesidir. Yemin töreni de önemli bir iş yani
yemin töreninin de yönetilmesi, koordine edilmesi, gerekli düzenin sağlanması gerekli ancak
önceki meclisin üyeleri, önceki meclisin başkanlık divanı görevde değil; aslında teorik olarak eski
meclisin görev süresi henüz bitmiş değil, anayasaya göre eski meclisin görev süresi, yeni meclisin
başkanlık divanının oluşması anına kadar devam eder, yeni meclisin başkanlık divanının oluşması
da aşağı yukarı 2 haftayı bulur, işte o 2 haftalık süreç içerisinde eski meclisin de varlığı devam
eder yeni meclisin de varlığı devam eder teorik-teknik anlamda; ama eski meclisin üyeleri
yeniden seçilmemişlerse yeniden meclise gelmezler. Eski meclisin başkanlık divanı da artık yeni
meclis açısından görev ifa etmezler. İşte bu nedenle yemin töreninin de düzenlenebilmesi
açısından “geçici başkanlık divanı” öngörülmüş içtüzükte: adı üzerinde geçici, başkanlık divanı
oluşturulana kadar görev yapacak olan kişilerden oluşan bir divan. Geçici başkanlık divanı için
herhangi bir seçim yapılmaz, otomatik olarak belirlenir, uygulaması:

 TBMM’ne seçilen en yaşlı milletvekili geçici başkan görevini üstlenir. En yaşlı 2. milletvekili ise geçici
başkan vekilliği görevini üstlenir. Ve en genç 6 üye ise katip üyelik görevini üstlenir. Yani geçici
başkanlık divanında 1 geçici başkan, 1 geçici başkan vekili ve 6 geçici katip üye görev yaparlar:
Bunların belirlenmesi tamamen otomatik şekilde.

Geçici başkanlık divanı bu şekilde oluştuktan sonra “yemin töreni” gerçekleştirilir. Yeni başkanlık
divanı oluşuncaya kadar bunlar görevlerini sürdürürler. Başkanlık divanı: 1 başkan, 4 başkan vekili,
7 katip üye ve 1 idare amirinden oluşuyordu; işte bu üyeler içerisinden “sadece başkan için
TBMM’nde adaylık ve oylama var”dır: Onun dışındaki üyeler siyasi parti gruplarının üyeleri
oranında katılımları sağlanacak şekilde dağıtılır. TBMM açılmasından itibaren 5 gün içinde TBMM
başkanlığı için adaylar ortaya çıkar, aday olma süreci 5 gündür, kalan-devam eden 5 gün içerisinde
de TBMM başkanlığı için seçim yapılır. TBMM başkanlığı için siyasi partiler aday gösteremezler
yani her başkan adayı kendisini aday olarak gösterir, aday olarak başvurusunu kendisi yapar.

Anayasamız TBMM, seçimlerini 4 tur biçiminde öngörmüş-düzenlemiş: TBMM meclis başkanlığı


seçiminde ilk turda sonuç alınabilmesi için başkan adaylarından herhangi birinin üye tam sayısının
2/3 çoğunluğunda oy alması gerekir yani şu an için 400/600 yani 400 milletvekilinden oy alması
gerekir: Bu yüksek bir rakam, oransal olarak yüksek oranlarla başlanılması eğer bu rakam
sağlanırsa meclis başkanının meclisteki siyasi partilerin ve milletvekillerin çoğunluğunun
teveccüğünü kazanması demek olur ki bu meclis başkanının tarafsızlığı açısından önemlidir. Ama
ilk turda 2/3 çoğunluk sağlanamazsa, 2. oylamaya geçilir, 2. Oylamada yine herhangi bir adayın
seçilebilmesi için üye tamsayısının 2/3 çoğunluğunun sağlanması gerekir ancak bu rakamlar

96
yüksek olduğu içi her zaman sağlanamayabilir o nedenle 3. tur oylamada bu defa seçilme oranı
düşürülmüştür, bu turda seçilebilmek için adaylardan birinin üye tamsayısının salt çoğunluğunu
sağlaması gerekir yani şu an için en az 300+1 oyun herhangi bir aday tarafından sağlanması
istenir. 3. oylamada da kimse bu çoğunluğu sağlayamazsa, zaman zaman olabilir; eğer parçalı bir
meclis yapısı varsa ve her siyasal parti kendine yakın hissettiği aday ya da resmen aday
gösteremiyor olsalar da siyasi partiler üyelerini aday olmak noktasında teşvik eder veya
yönlendirirler, her siyasi parti kendi adayı üzerinde ısrar ederse ve 3. turda da herhangi bir adayın
salt çoğunluğu bulması mümkün olmayabilir. Bu nedenle işin artık uzamaması için son turda artık
salt çoğunluktan da anayasa vazgeçmiş ve üstelik aday sayısını 2’ye düşürerek son oylamanın
yapılmasını öngörmüş yani 3. tur oylamada en çok oy alan 2 aday son tur olan 4. tura kalırlar ve
bu turda artık bu adaylardan hangisi daha fazla oy almışsa o TBMM başkanı olarak seçilir yani son
tur oylamada 300’ün de altında bir sayıyla başkan seçilmek mümkün.

Başkan seçildikten sonra başkanlık divanının diğer üyelerinin belirlenmesi görevinde önemli bir
fonksiyon başkanın bizzat kendisi tarafından yerine getirilir. Şöyle ki: Anayasanın hükmü
gereğince meclis başkanlık divanı, siyasi parti meclis gruplarının oransal olarak katılımları
sağlanacak şekilde düzenlenecek hükmü gereğince seçilen meclis başkanı, meclisteki siyasi parti
gruplarının üye sayılarını üye tam sayısına oranlayarak her bir siyasal parti meclis grubuna düşen
başkan vekilliği, katip üyelik ve idare amirliği sayılarını belirler yani bir matematiksel işlem-orantı
işlemi yapar ve neticesinde örneğin A partisine 2 başkan vekilliği,3 katip üye ve 1 idare amirliği
düştü; B partisine 1 başkan vekilliği, 2 katip üye 1 idare amirliği düştü; işte C partisine 1 başkan
vekilliği, 1 katip üye düştü; D partisine başkan vekilliği düşmesi, 1 katip üyelik düştü şeklinde
yapılan matematiksel hesap neticesinde sonuçları belir ve bu sonuçları siyasi parti gruplarına
bildirir. Siyasi parti grupları da kendi arkadaşları içerisinden bu görevleri yerine getirecek olan
arkadaşlarını belirler ve bunu liste halinde başkana bildirirler. Başkan her siyasi parti grubundan
gelen isimleri bir liste altında toplayarak bunu genel kurula sunar ve genel kurulda divan hakkında
bir oylama yapılıp karar alınarak başkanlık divanı oluşturulmuş olur. TBMM Başkanlık Divanı her
yasama döneminde yani kural olarak 5 yıllık ifade ettiğimiz yasama döneminde 2 defa yapılır, yani
2 defa başkanlık divanı belirlenir: İlk olarak seçilenler 2 yıl görev yürütürler, 2 yıl dolduktan sonra
yeniden başkanlık divanı belirlenir. İkinci olarak seçilenler ise kalan süreyi tamamlarlar yani kural
olarak 5 yıl demiştik, bu bazen kısalabilir ya da uzayabilir demiştik, kalan periyodu 3 yıl olarak
saymak yerine kalan süreyi tamamlamak şeklinde ifade ediliyor; daha öncesinde yıl olarak
belirtiliyordu ama şimdi kalan süreyi tamamlayacaklar şeklinde anayasada ifade ediliyor.

TBMM Başkanlık Divanındaki kişiler ne işler yaparlar?

 “Başkan” “TBMM’ni temsil” eder, en önemli görevi budur. TBMM genel kurulundaki oturumları
yönetmekle sorumludur ancak her oturumu başkan yönetmez, başkan sadece önemli oturumları-
birleşimleri yönetir, onun dışında meclisteki oturumlar genellikle başkanvekilleri tarafından başkan
adına yönetilirler. Onun dışında “tutanak dergisinin hazırlanması” meclis başkanının görevleri
arasındadır. Meclis Başkanı aynı zamanda meclisin idari personelinin idari amiridir. Meclis bütçesini
kullanmak noktasında harcama yetkilisidir. Onun yanında meclis içerisindeki düzeni sağlamak, meclis
binası ve eklentilerindeki düzeni sağlamak anlamında da kolluk amiri mahiyetindedir TBMM Başkanı
ama bu kadar geniş görevleri yerine getirebilmesi için başkanlık divanının diğer üyelerinden yardım
alır.

 Başkan Vekillerinin görevleri ise başkanın yetkilerine paralel olarak: Özellikle başkanın meclis
çalışmalarını yönetmesi noktasındaki görevleri noktasında başkana yardımcı olmak en önemli

97
görevleridir: Meclis oturumlarını başkan adına yönetirler, başkanlıkta bir boşalma söz konusu olursa,
meclis başkanlığı makamında geçici ya da sürekli bir boşalma söz konusu olursa meclis başkan
vekillerinden en yaşlısı, başkan görevine dönene ya da yenisi seçilene kadar başkanlığa vekalet eder.

 Katip üyeler yine meclis çalışmaları sırasında önemli görevleri var; meclisteki kanun teklifli metinlerini
genel kurula okumak katip üyelerin görevidir. Daha doğrusu geniş ifadeyle: Meclis kürsüsünde
bulunan en yetkili kişi başkan ya da o yoksa onun yerine bir başkan vekili, onun yanında bir katip üye
bulunur sürekli, katip üye meclise okunması gerek şeyleri orada okur. Onun yanında eğer açık oylama
ad söylemek suretiyle yapılıyorsa, isimler tek tek okunarak milletvekilleri için, oylamanın kaydedilmesi
katip üyelerin görevidir. Gizli oylama yapılması durumunda oyları saymak, tavsif etmek katip üyelerin
görevidir. Mecliste yoklama yapılması istendiğinde yoklamayı yapmak, kimlerin olduğunu belirlemek
yetkisi yine katip üyelerin görevidir. Bunun yanında Meclis Tutanak Dergisinin tutulmasını sağlamak,
tutanak özetlerinin hazırlanmasını sağlamak yine katip üyelerin görevleri arasındadır.

 Bunlar örnek; diğer görevleri anayasanın içtüzük maddesinde geniş şekilde düzenlenmiş.

 İdare amirleri ise TBMM Başkanına bütçe konusunda ve kolluk işleri konusunda yardım eden kişilerdir.
Meclis tatile girse bile idare amirleri nöbetleşe meclisi binasında bulunurlar. Meclisteki yapılacak olan
törenleri düzenlemek, törenlerin düzenlenmesini koordine etmek idare amirlerinin görevidir. Meclis
genel kurulundaki tartışmaları, arbedeyi, kargaşayı önlemek noktasında başkanın eli ayağı idare
amirleridir, onlar araya girer, ortamı soğutmaya çalışır. Yine TBMM Kampüsü içerisine girmek için
gerekli olan giriş kartlarını vermek, düzenlemek idare amirlerinin görevidir.

 TBMM içerisinde meclis çalışmalarına hakim olan önemli bir yapılanma da “Siyasi Parti Grupları”dır.
Siyasi parti grupları da meclis çalışmalarına yön veren önemli organlardır.

Siyasi parti grubu olabilmek için anayasa göre siyasi partinin TBMM’nde en az 20 milletvekilinin
bulunması gerekli, 20’nin altında olanlar grup kuramıyorlar. Grup olmak için gereken sayı 61
anayasasında 10 idi yani daha kolaydı; şimdi 82 anayasasıyla birlikte bu sayı 20’ye çıkarıldı yani
biraz daha zorlaştırılmış oldu. “20 milletvekili” olan parti grup olmuş demektir TBMM’nde.

Grup olmanın bazı avantajları vardır. Bir de siyasi parti gruplarına yasaklanmış durumlar var.

SİYASİ PARTİ GRUBU OLMANIN AVANTAJLARI:

 Grup olunduğu zaman o partiye mecliste bir grup toplantı salonu tahsis edilir. Siyasi parti
grupları bu grup toplantı salonunda genellikle Salı günleri meclis grup toplantısı yaparlar ve bu
genelde Meclis TV’de yayınlanır. Burada meclis çalışmalarına ilişkin güncel konulara ilişkin,
siyasete ilişkin hususları tartışır siyasi partiler, konuşurlar. Bu çalışmanın ötesinde siyasi parti
grupları gündemdeki konulara ilişkin olarak anayasada bir engel değilse “bağlayıcı grup kararı”
alabilirler milletvekillerinin birlikte hareket etmesini sağlamak adına. Bu bağlayıcı grup kararları
tüm milletvekillerini ve parti üyelerini bağlar. Bu partinin almış olduğu bağlayıcı grup
kararlarına karşı hareket edilirse milletvekilleri tarafından, parti disiplini gereği bu millet
vekilleri hakkında işlem yapılır yani disiplin soruşturması açılır, değişik disiplin cezaları
verilebilir veya en uç nokta olarak partiden ihraç kararı dahi verilebilir: Bu Kara Avrupası’ndaki
disiplinli parti sistemi olmasının bir sonucu. Disiplinli parti sisteminde çatlak sese yer verilmez,
eğer çatlak ses varsa bu bir şekilde ya kısılır ya da partiden uzaklaştırılır; işte bunun en önemli

98
araçlarından bir tanesi, parti disiplinini işletmenin önemli araçlarından bir tanesi de bağlayıcı
grup kararı almaktır.

 Bunun yanında siyasi parti grupları başkanlık divanında üyeleri oranında temsil edilirler yani
grup olunmuşsa başkanlık divanında bir üyeniz olacak demektir: Yani bu küçük grup dahi
olunsa 1 katip üyesi olacaktır.

 Bunun yanında yine siyasi parti grupları meclisteki komisyonlarda da yine üyeleri oranında
temsil edilmek durumundadırlar, bu da bir ayrıcalık (?).

 Bunun yanında siyasi partiler-parti grupları genel görüşme, meclis araştırması gibi meclisin bilgi
edinme yollarını harekete geçirebilirler; bu noktada “önerge” verebilirler.

 Yine siyasi parti grupları “kapalı oturum” yapılmasını talep edebilirler. Siyasi parti grupları
mecliste diğer yani grup olamamış partilerden ve diğer milletvekillerden daha uzun süre ve
öncelikli olarak konuşma hakkına sahiptirler. Siyasi parti grupları içerisinde en çok üyeye sahip
2 siyasi parti grubu için ise AYM’ne iptal davası açma yetkisi tanınmıştır; bu 2017 değişikliği
öncesinde iktidar ve ana muhalefet partisi şeklinde ifade edilirdi hep ama şimdi en çok üyeye
sahip parti ve en çok üyeye sahip ikinci parti AYM’ne iptal davası açma yetkisini kullanabilirler.

Bunlar siyasi parti gruplarına sağlanan avantajlardır. Anayasamız siyasi parti gruplarının
yapamayacakları bazı işleri de saymıştır; değişik maddelerinde ifade etmiştir.

 Birincisi, siyasi parti grupları meclis başkanlığı için aday gösteremezler. Bu meclis başkanının
tarafsızlığını sağlamaya yönelik bir uygulamadır. Meclis başkanının tarafsızlığı noktasında bir
ilave: Meclis başkanının tarafsız olmasını istiyor anayasa ve aynı zamanda bunu
gerçekleştirmek için de bazı düzenlemeler içeriyor: Bunlardan ilki siyasi parti gruplarının aday
gösterememesi; ikincisi oylama sayısının ilk 2 turda yüksek tutulması ve kademeli olarak
düşürülmesi; bunun yanından anayasaya göre meclis başkanı meclis çalışmalarındaki siyasi
tartışmalara katılamaz, sadece kendi görev alanına ilişkin bir tartışma söz konusu olursa onun
tarafı olabilir ama onun dışında siyasi tartışmalara meclis başkanı katılamaz; aynı şekilde
başkanı da meclis başkanı da meclisteki siyasi tartışmalara katılamaz. Meclis başkanı hiçbir
surette TBMM’ndeki oylamalarda oy kullanamaz, meclis başkan vekilleri ise yönettikleri
oturumda oy kullanamazlar; onun dışında yönetmiyorlarsa oturumu oy kullanma hakkı
devam eder ama yine meclis tartışmalarına, siyasi tartışmalara katılmazlar. İşte tarafsızlığı
sağlamaya yönelik olarak siyasi parti gruplarının yapamayacakları bir iş olarak başkanlık
seçiminde siyasi parti grupları aday gösteremezler.

 Bunun yanında siyasi parti grupları yasama dokunulmazlığının kaldırılması konusunda ve


milletvekilliğinin düşmesi konusunda alınacak kararlar öncesinde de bu konularda bağlayıcı
grup kararı alamazlar; bunun nedeni: Bunun bir cezai sorumluluk gerektiriyor olması yani bir
milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırıldığında onun yargılanması yolu açılıyor demektir, bu
siyasi bir olay değil cezai bir olay; o nedenle anayasa bu konularda milletvekillerinin parti
disiplininden uzak kendi iradeleriyle karar vermelerini istiyor. O nedenle bu noktada bağlayıcı
grup kararı alınamaz.

99
 Meclis içerisinde, meclis iç yapısı içerisinde meclis çalışmalarına etki eden önemli bir organ da
“Komisyonlar”dır.

Komisyonlar tabiri caizse “meclisin mutfağı mahiyetinde”dirler yani asıl işin görüldüğü yer
anlamında. Ör: Restoranda önünüze bir tabakta sunulur siparişiniz her neyse ama işin arka
planında mutfakta şef, aşçılar vs çalışır, işin arka kısmında bir kadro vardır, asıl işin görüldüğü bir
yer vardır ve oraya mutfak diyoruz ve TBMM açısından da bakıldığından TBMM’nin çalışmalarının
asıl yürütüldüğü, işlerin olgunlaştırıldığı yer “Komisyonlar”dır.

Komisyonlar, yasama süreci içerisinde, yasalaşmak süreci içerisinde kanun tekliflerinin


görüşüldüğü, olgunlaştırıldığı yerlerdir: Daha sonra asıl karar organı “Genel Kurul”a bir rapor
şeklinde komisyonlar tarafından kanun teklifleri olgunlaştırılarak getirilir.

Bunun yanında meclisin diğer işlemleri noktasında da yine komisyonlar bu çalışmaların önemli bir
şekilde, önemli bir aşamaya getirerek meclis genel kurulu önüne sunarlar.

Komisyonlar önemli ölçüde iç tüzük tarafından düzenlenmiştir. Komisyonlar noktasında farklı


açılardan komisyonları ele almak mümkün.

 En ön planda olan komisyonlar açısından “İhtisas Komisyonları”dır. İhtisas komisyonları


büyük ölçüde içtüzüğün 20. maddesinde düzenlenmiş-sayılmış, içtüzük tarafından sayılmış 15
komisyon ve onun dışında özel kanunlarla düzenlenmiş 3 tane özel komisyondan oluşan
gruba biz “İhtisas Komisyonları” diyoruz. Bunlar aynı zamanda “Daimi Komisyonlar”dır yani
“sürekli çalışan komisyonlar”dır. İçtüzüğün 20. Maddesine bakıldığı zaman komisyonlara
genellikle komisyonların hizmet birimlerine paralel şekilde isimlendirildilkleri: Ör: İçişleri
Komisyonu, Dışişleri Komisyonu, Milli Eğitim Komisyonu, Adalet Komisyonu, Milli Savunma
Komisyonu, Çevre Komisyonu, Tarım Orman Köy İşleri Komisyonu gibi isimleri aldıkları
görülür. Yani genellikle hizmet birimleri çerçevesinde, onlara yönelik, paralel şekilde
isimlendirilmiş. Komisyonların oluşturulması noktasında bu daimi komisyonlar yani sürekli
çalışan komisyonlar yine siyasi parti gruplarının üyeleri oranında katılımları sağlanacak şekilde
düzenlenir. Kuruluşları şu şekilde: Meclis başkanı, komisyonlar için de aynı hesaplamayı yapar
yani komisyonun kaç üyesi varsa her siyasi parti grubuna oransal olarak kaç üyelik düştüğünü
her komisyon için belirler ve bunları siyasi parti gruplarına bildirir; siyasi parti grupları da
kendi içlerinden bu görevleri yürütecek olan arkadaşlarının isimlerini liste olarak başkana
bildirirler ve başkan daha sonra komisyonların son halini, listeleri verilerek son halini meclis
genel kuruluna sunar ve genel kurulda yapılan oylama ve alınan kararla komisyonlar
kurulmuş olur.

 İçtüzükte 15 tane komisyon vardı (içtüzüğün 20. maddesinde sayılan) onun dışında bir de
özel kanunla sayılmış olan “Özel Komisyonlar” var, bunlar da: Kadın Erkek Fırsat Eşitliği
Komisyonu, AB ile Uyum Komisyonu ve İnsan Hakları İnceleme Komisyonu; bu komisyonlar
ise özel kanunlarla kurulmuş komisyonlardır. Ortak özellikleri: Bunlar daimi komisyon yani
sürekli çalışan komisyonlar.

 Bunun yanında bir de “Geçici Komisyonlar” var. Geçici komisyonların ise en önemli örnekleri;
Meclis Araştırma Komisyonu ve Meclis Soruşturma Komisyonu. Şimdi bu durumlarda meclis
belirli bir alanda inceleme yapmak ya da soruşturma komisyonunda bir suç iddiasını
soruşturmak, bakan ve CB yardımcıları açısından bir suç iddiasını soruşturmak için

100
görevlendirilmiş komisyonlardır, Meclis Soruşturma Komisyonu. Bu komisyonlar kendilerine
tevdi edilen görevi yerine getiriler, raporlarını hazırlarlar ve işleri biter ve bu komisyonlar
verilen önergelerin kabul edilmesi neticesinde yine anayasadaki hükümlere göre siyasi parti
gruplarının oransal olarak temsili gerçekleştirilecek şekilde ayarlanır ve kurulur: Bunlar
kendilerine verilmiş görevi yerine getirirler, raporlarını hazırlayıp genel kurula sunarlar. Genel
kurula raporlarını sunmalarıyla birlikte bu komisyonlar “dağılır”, işleri biter; bunlar da geçici
komisyon.

+Komisyonlar tatildeyken çalışmıyorlar, meclis çalışmıyor ama eğer bir geçici komisyon olarak
Soruşturma Komisyonuysa ya da Araştırma Komisyonuysa komisyon çalışma kararı alabilir,
çalışmalarına devam edebilir ama daimi komisyonlar meclis tatildeyken çalışmıyorlar.

 Bunlar dışında anayasada, içtüzükte “Karma Komisyon” tabirlerini görebilirsiniz. Karma


komisyonu biz milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasında ve milletvekiliyle bağdaşmayan
bir iş ve hizmetin sürdürmekte ısrar konularında bahsederken de söylemiştik. “Karma
Komisyon”, Anayasa ve Adalet Komisyonlarının üyelerinden oluşan komisyonu ifade eder
yani birden fazla komisyonun üyelerinden oluşan bir komisyondur; onlara yönelik görevleri
yine onlar yerine getirirler.

 Bir de yine meclis yasalaşma süreci içerisinde “Esas Komisyon”, “Tali Komisyon” şeklinde bir
tasnif yapılabilir. Esas Komisyon: Kanun teklifinin asıl konusunu ilgilendiren komisyona verilen
isim; başkan sunulan teklifi esas komisyona bildirir ama o kanun teklifinde başka hususları da,
başka bir komisyonun alanını da ilgilendiren varsa tali komisyon olarak o komisyonun
çalışması da istenilebilir: Esas-Tali Komisyon ayrımı bu.

 Komisyonlar noktasında anayasada ve içtüzükte hüküm olmamasına rağmen Anayasa


Uzlaşma Komisyonu gibi olan komisyonlar da söz konusu olabiliyor. Bunların anayasada ve
içtüzükte bir karşılığı yok; bunlar siyasi parti gruplarının vaktiyle anayasa değişiklikleri
üzerinde ya da yeni bir anayasanın yapımı üzerinde anlaşmak için ortaya koydukları
komisyonlar; bunlardan bir tanesi, ciddi bir şekilde çalıştı Anayasa Uzlaşma Komisyonu, Yapım
Komisyonu olarak ama genellikle bu komisyonlar da yani anayasa değişikliği ya da yeni bir
anayasa yapma noktasındaki bu komisyonlar çok etkili olamadılar. Anayasa değişiklikleri
gündeme geldiğinde bunun konuşulduğu, asıl işin yapıldığı yer anayasa komisyonudur yani
daimi komisyonlardan biri ama onun dışında bir uzlaşma komisyonu kurarak bu işin
konsensüs-uzlaşı ortamı içerisinde gerçekleştirilmesine yönelik bazı çalışmalar yapılıyor, bunu
da zaman zaman duyabilirsiniz.

 TBMM’nin iç yapısına ilişkin bahsedilecek bir kurum da “Danışma Kurulu”: Danışma kuruluna ilişkin
hüküm anayasada değil içtüzükte yer alıyor: Meclis Başkanı ya da görevlendireceği bir başkan vekilinin
başkanlığında partideki, meclisteki siyasi parti gruplarının görevlendirecekleri bir başkan vekilinden
oluşan bir kurul. İstişari nitelikte görüş bildiren bir kurul yani bir karar alma yetkisi yok; danışma
şeklinde ama anayasada bazı maddelerde danışma kuruluna atıf var “danışma kurulunun önerisiyle”
şeklinde ifadeler görülebilir. Danışma kurlunun bu öneri mahiyetindeki görüşlerine meclis uymak
zorunda değil, herhangi bir bağlayıcılığı yok ama danışma kurulu dediğimiz şey meclisteki siyasi parti
gruplarının temsilcilerinden oluştuğu için eğer onlar bir metin üzerinde, onlar bir konu üzerinde
uzlaşıyorlarsa bu parti disiplini gereği parti gruplarını da bağlar nitelikte olduğu için danışma
kurulunun uzlaştığı bir konuda genellikle meclis genel kurulu aynı yönde karar verir.

101
5)TBMM’nin ÇALIŞMA DÜZENİNE İLİŞKİN KONULAR:
 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çalışma düzenine ilişkin zaman birimleri konusu var. Yani Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin çalışmalarına hakim olan zaman birimleri. Zaman birimleri olarak anayasa ve
iç tüzükte karşımıza çıkan kavramlar: “Yasama dönemi, yasama yılı, birleşim, oturum ve ara verme”
gibi kavramlar.

 Bunlardan en geniş olanı “yasama dönemi”.

Yasama dönemi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin iki genel seçimi arasında geçen süreyi ifade
eder: İki milletvekili genel seçimi arasında geçen süreye yasama dönemi denir. Son Anayasa
değişikliği ile birlikte sistem değişikliğine gittiğimiz için artık sadece Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin seçimleri değil aynı gün cumhurbaşkanının seçimleri de gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla
“Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı'nın seçimlerinin yapıldığı iki seçim arasında
geçen süreye” biz yasama dönemi diyoruz. Yasama dönemi anayasaya göre “kural olarak 5 yıldır”:
5 yılda bir Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte
gerçekleştirilir ancak bu 5 yıllık dönem bazen uzayabilir bazen de kısalabilir. Sürenin kısalması
durumu Erken seçim dediğimiz kavramı ifade eder yani meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
normal tarihinden öne alınmasına Erken seçim diyoruz. Erken seçim kararı alma yetkisi Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin kendisine tanınmış bunun yanında Cumhurbaşkanı da seçimleri yenileme
kararı alabiliyor. Dolayısıyla böyle bir karar alınmışsa 5 yıllık Süre dolmadan yeni seçimler yapılıp
yeniden bir meclis ortaya çıkacağı için yasama dönemi de 5 yılın altında olacaktır. Bu yasama
dönemi bazen çok kısa olabilir; en son 2015 seçimlerinde Haziran seçimlerinde bir parti tek başına
iktidar olamamıştı, Hükümet kurmak için koalisyon görüşmeleri de bir sonuç vermemişti ve
cumhurbaşkanı anayasanın O günkü düzenlemesi çerçevesinde verdiği yetkiyle seçimlerin
yenilenmesi kararını almıştı. Yaklaşık bir 4 aylık süre, bir yasama dönemi olarak gerçekleşti. Yani
yasama dönemi dediğim işte Kural olarak 5 yıl ama bu süre kısalabilir veya uzayabilir. sürenin
uzaması durumu seçimlerin geriye bırakılması olarak ifade ediliyor ve anayasamıza göre bunun
yapılma ihtimalinin tek nedeni savaş durumu ve savaş nedeniyle seçimlerin yapılmasına imkan
bulunmaması, yani seçimlerin yapılmasına uygun bir ortamın bulunmaması durumunda Türkiye
Büyük Millet Meclisi bunu takdir ederek 1 yıla kadar seçimleri geri bırakabilir: bir 1 yıl sonra
durum Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından tekrar değerlendirilir, eğer seçimlerin yapılması
için uygun ortam varsa seçimler gerçekleştirilir ancak halen seçimlerin yapılması için uygun ortam
yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisi bir yıl daha seçimleri geriye bırakabilir yani 1 yıllık periyotlar
şeklinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından değerlendirilir bu konu, yasama dönemi
uzatılabiliyor.

 Meclisin çalışmasına yönelik olarak bir diğer zaman birimi “yasama yılı”.

Yasama yılı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 1 yıllık çalışma dönemidir ancak bu 1 yıllık dönem tam
olarak takvim yılının karşılamaz yani Ocak'ta başlayıp Aralık 31 de bitmez. Yasama yılı, anayasaya
göre her yıl 1 Ekim'de başlar ve 30 Eylül'de biter; bu sürece yasama yılı diyoruz. Bir yasama yılı
içerisinde Türkiye Büyük Millet Meclisi en fazla 3 ay tatil yapabilir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 1
Ekim'de olağan olarak toplanmaya başladığında en fazla 3 ay tatil yapabildiğine göre 30 Eylül’den
3 ay geriye gelindiğinde Temmuz’un başında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tatile girmesi
düşünülür, bu olağan süreçtir ama Türkiye Büyük Millet Meclisi her zaman için çalışmalarına
devam edebilir; temmuz başından itibaren tatil yapmak zorunda değil. Bu otomatik bir tatil değil
ancak her yıl 1 Ekim yasama yılının başlangıcıdır, bu olağan, otomatik bir tarihtir: Türkiye Büyük
Millet Meclisi her yıl 1 Ekim'de herhangi bir çağrı olmaksızın, herhangi bir davet olmaksızın
toplanır ve bu açılış toplantısına Cumhurbaşkanı da katılır ve açılış konuşmasını yapar. Açılış
günlerinde devlet başkanlarının bir açılış konuşması yapması bir gelenektir, bu parlamenter
sistemde de Kral, kraliçe ve cumhurbaşkanı bu tür şeyleri yapar. Bizde de cumhurbaşkanları her

102
yıl açılış konuşmasını yaparlar; bu Tarih 1 Ekim ve bu tarih olağan, otomatik bir tarih. 1 Ekim'de
başlayan periyoda yasama yılı diyoruz: 1 Ekim 30 Eylül arası geçen süreye.

 Bir diğer zaman birimimiz “birleşim”.

Birleşim, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin belirli bir günde başlayıp devam eden toplantısıdır.
Birleşim, bir takvim günü olarak ifade edilemez, ondan farklı bir kavram: Belirli bir günde başlayan
ancak sonuna ilişkin bir kayıt yok. Şöyle ki: iç tüzüğe göre Türkiye Büyük Millet Meclisi Salı,
çarşamba ve perşembe günleri saat 15’te toplanır yani üçte; işte bu toplanma bir birleşimdir. Salı
günü saat 15’te toplanmışsa Çarşamba 15’e kadar geçen süre birleşim olarak değerlendirilir ama
Perşembe saat 15’te toplanmış genel kurul, TBMM çalışmalarına devam ettiği müddetçe diğer
haftanın Salı saat 15’ine kadar çalışabilir, gücü yeterse. Çoğu zaman TBMM, önündeki konuyu
görüşmek, bitirmek için ara vermeler şeklinde birleşimi uzatarak aralıksız yani birleşimi
kapatmadan önündeki konuyu görüştüğü olur; milletvekillerinin sıralarda uyukladığı görüntüler
zaman zaman olur. Ör: perşembe günü 15’te başlar ve daha sonra ertesi gün, sonraki güne sarkan
çalışmaları da olabilir. Dolayısıyla birleşim erken başlangıcını biliyoruz, belirli bir günde başlayan;
iç tüzüğe göre Salı, Çarşamba ve Perşembe saat 15’te başlayan genel kurulun toplantısı birleşim
olarak ifade ediliyor ama bitiş farklılaşabilir. Birleşim, oturumlardan oluşur. Birleşimin aralarla
bölünen kısımlarına da “oturum” diyoruz. Ör: Perşembe 15’te genel kurul toplanır, çalışmaya
başlar, gündemdeki konularını görüşür, gerekirse oylama yapar ama bir müddet sonra
milletvekilleri acıkır saat 19 olur ve başkan 1 saat birleşime ara verir, 1 saat sonra tekrar toplanır
genel kurul: İşte 15 ile 19 arasında geçen bu zamana “oturum” diyoruz. Daha sonra 20’de toplandı
ve 23’e kadar çalıştı diyelim TBMM: 20-23 arası yine bir oturum olarak ifade edilir yani birleşimin
aralarla bölünen kısımlarına oturum diyoruz.

 TBMM’nin çalışma düzenine ilişkin zaman birimlerinden bir diğeri, zaman birimlerini ilgilendiren
kavram olarak TBMM’nin “toplanma, tatil ve ara verme gibi” kavramlarını da açıklamak gerekir.

Toplanma: TBMM’nin toplanması 2 şekilde olabilir: TBMM açısından bir olağan toplantı ve bir de
olağanüstü toplantıdan bahsedilebilir. Bunu kimi eserlerde “çağrılı toplantı” ve “çağrısız toplantı”
şeklinde ifade edenler var.

1. TBMM’nin olağan toplantı zamanı 1 Ekim’den başlayıp 30 Eylül’e kadar geçen süreçtir yani
TBMM’nin toplanık olduğu zaman yasama yılını kapsar şekildedir. Bu kavramdan önce ifade
edilmesi gereken bir ilke var TBMM açısından o da “parlamentonun sürekliliği” ilkesi. Özellikle
orta çağ Avrupası açısından meclislerin, parlamentoların belirli süreler için çalışmak üzere kral
tarafından çağırılarak toplanan organlar olduğunu söylemiştik yani sürekli çalışan organlar
değildi parlamentolar ancak son dönemlerde anayasallaşma hareketleriyle birlikte artık
parlamentoların gücü elde ettikleri ve sürekli çalışan organlar haline geldikleri ve kendi çalışma
biçimlerine, düzenlerine ve içişlerine kendilerinin karar verdiği birer organ haline geldiğini
söylemiştik. Bizim anayasal tarihimiz açısından da parlamento olan meclis-i umumi ancak
padişahın çağrısıyla çalışabilen ve padişah tarafından tatil edilen bir meclis havasındaydı yani
meclis-i umuminin çalışma takvimine, çalışma sürecine padişah hakimdi. Ancak 1920 TBMM’nin
açılmasıyla birlikte bu ilkeye yani parlamentonun sürekliliği ilkesi benimsenmiştir, artık
parlamento bağımsız bir organdır; 1920 açısından egemenliği kullanan tek organdır dolayısıyla
kendi çalışma düzenine, kendi iç işleyişine de bizzat kendisi karar verecektir. 1920 meclisinin
benimsemiş olduğu ilke 1921 anayasasıyla da teyit edilmiş ve TBMM’nin “müstemirren
müçtemi” olduğu yönünde hüküm düzenlenmiştir yani “sürekli toplanık halde” demektir:
“TBMM sürekli toplanık haldedir.”, bu parlamentonun sürekliliği ilkesi olarak ifade edilir. Bu şu
demek değildir: Yani meclis hiç tatil yapmaz, meclis hiç toplantılarına ara vermez, anlamına
gelmez: Meclis istediği her zaman çalışabilir şeklinde anlamak lazım bunu. Meclis tatildeyken ya
da çalışmalarına ara vermişken de her zaman bir araya gelip meclis çalışabilir. İşte TBMM’nin

103
anayasa ve iç tüzük gereği olağan olarak çalışma dönemine “olağan toplantı dönemi” diyoruz.
Olağan toplantı dönemi iç tüzüğe göre 1 Ekim ile başlar ve 3 ay tatil kullanacaksa 1 temmuza
kadar olan süreç olağan toplantı sürecidir. Buna “çağrısız toplantı” da denir.

2. Bunun dışında “TBMM tatil ya da ara vermedeyken olağan üstü toplantıya” da çağrılabilir ya da
“çağrılı toplantı” da yapabilir. Olağan üstü toplantı ya da çağrılı toplantı dediğimiz durum ise
TBMM’nin tatilde ya da ara vermede görüşmesi gereken bir konunun olması durumunda CB ve
TBMM başkanı tarafından çağrılarak çalışması durumudur, toplanması durumudur. Tatil: TBMM
anayasanın 93. maddesine göre “Meclis, 1 yasama yılında en çok 3 ay tatil yapabilir.” diyor,
okuyun. TBMM, 1 Temmuz’a gelindiğinde (1 Ekim’de çalışmaya başladı) tatil kararı alabilir, tatil
yapabilmesi için karar alması gerekiyor; 1 Ekim olduğunda herkes meclise gelecektir olağan
toplantı dönemi başladığı için. TBMM 1 Temmuz’a geldiğinde tatil yapmak zorunda değil,
çalışmasına devam da edebilir: Gündemindeki görüşmesi gereken konular varsa onları nihayete
erdirmek için çalışmalarına devam edebilir, 1 ay daha çalışır Ağustos ayında da tatile girebilir, bu
şekilde anlamak lazım anayasanın ifadesinden, azami sınır 3 aydır. TBMM bu tatil dönemi
dışında yani 1 Temmuz-30 Eylül döneminin, “tatil olarak değerlendirebileceği zamanın” dışında
süresi “15 günü geçmemek üzere” çalışmalarına ara da verebilir, buna da “ara verme” diyoruz.
Ara verme en çok 15 gün olacak, bir defada kullanılacak şeklinde ifade edilse de bunlar
anayasanın kesin uygulanması gerekli düzenlemeleri gibi algılanmasın: Uygulamada bu 15
günlük süre uzayabiliyor, bunun herhangi bir müeyyidesi yok, ara verme devam eder. Yani 15
günü aşan sürelerde de TBMM’nin ara verdiği olur, şu an olduğu gibi. İşte TBMM toplanık
değilken yani çalışmıyorken, tatilde olabilir ya da ara vermede olabilir, TBMM’nin toplanmasını,
toplanıp karar almasını gerektiren bir durum söz konusu olursa TBMM çağrı ile toplanabilir ya da
olağanüstü olarak toplanabilir. Bu durumda birilerinin TBMM’yi “Gelin, toplanın, şu konuyu
görüşün.” diye çağırması lazım; o yüzden çağrılı toplantı da deniliyor buna. Çağırabilecek olanlar
2 kişi: Birisi CB diğeri ise TBMM. TBMM’nin tatilini bölüp toplantıya çağrılma sebebi anayasanın
öngördüğü durumlarda olabilir, onun dışında herhangi bir nedenle de TBMM çağrılabilir.
Anayasanın öngördüğü durumlar; savaş durumu, TBMM’nin savaş ilanını gerektiren bir durum
söz konusu olursa meclisin bu konuyu görüşmesi için toplanması lazım, toplanık değilse yani
tatilde ya da ara vermede ise çağrılarak toplanması yani olağanüstü olarak toplanması lazım;
onun dışında OHAL ilan edilmesi olabilir, CB tarafından OHAL ilan edildiğinde bu ilan kararı resmi
gazetede yayınlanır ve yürürlüğe girer derhal ama aynı zamanda TBMM’nin OHAL ilan kararını
görüşmesi ve o konuda karar vermesi gerekir. Bu durumda da yine TBMM olağan üstü
toplantıya çağrılabilir. Bunlar anayasadan çıkardığımız durumlar ancak herhangi bir kayıt yok bu
konuda, herhangi bir nedenle de TBMM toplantıya çağrılabilir. TBMM başkanı kendisi TBMM’ni
toplantıya çağırabilir yani kendi takdirinde bir durum, isterse çağırabilir toplantıya; burada bir
takdir yetkisi var. Onun dışında TBMM üyelerinin 1/5’i tutarındaki millet vekili talep ederse
meclis başkanından, meclis başkanı meclisi toplantıya çağırmak zorundadır anayasanın ifadesi
gereği. Ancak uygulamada TBMM başkanının bu millet vekilleri tarafından TBMM’nin çağrılması
talebi üzerine bu yetkiyi kullanmadığı da olmuş, herhangi bir müeyyide öngörülmediği için.
TBMM eğer olağanüstü toplantıya çağrılmışsa bu çağrı gerekçesinde hangi konu belirtilmişse
yani ne için olağan üstü toplanıyorsa meclis o konuyu görüşmeden tatil ya da ara vermeye
devam edemez: Ne için çağırıldıysa o konuyu görüşüp karara bağlaması gerekir; kabul ya da
reddetmeli ama o konuyu görüşüp o konuda bir karar verecek meclis. Bu noktadaki işini
tamamladıktan sonra TBMM yeniden tatile devam noktasında karar alabilir ya da ara vermeye
veya TBMM isterse önündeki konulara, çalışmaya devam etme şeklinde de karar alabilir; bu
noktada takdir TBMM’ye aittir.

 TBMM’nin iç işleyişine ilişkin olan “toplantı yeter sayısı” ve “karar yeter sayısı” kavramları:

1) “Toplantı yeter sayısı”: 96. maddeye göre TBMM’nin yapacağı seçimler dahil bütün işlemlerinde
mecliste hazır bulunması gereken millet vekili sayısını ifade eder. Anayasanın 96. maddesine göre

104
TBMM yapacağı seçimler dahil bütün işlerinde üye tam sayısının en az 1/3’i ile toplanır. Ör:
Perşembe günü saat 15, TBMM üyeleri genel kurula geldiler; birleşim açıldığında TBMM
üyelerinden yani millet vekillerinden kaç tanesi meclis genel kurulunda bulunsun ki meclis
çalışmaya başlasın: Toplantı yeter sayısı dediğimiz şey budur: Meclis genel kurulunda bulunması
gereken asgari millet vekili sayısı. Bu da anayasaya göre üye tam sayısının 1/3’i yani 600’de 200:
200 millet vekilinin genel kurulda hazır bulunması gerekli. Ancak TBMM her birleşimin başında ya
da her oturumun başında, ara verdikten sonra, rutin olarak yoklama alan bir organ değil.
TBMM’nin uygulamasında toplantı yeter sayısı kadar millet vekilinin meclis genel kurulunda hazır
olduğu karine olarak kabul edilir ve meclis yoklama almaksızın çalışmalarına başlar. Ancak bu bir
karine olduğu için bunun çürütülmesi de mümkün; bunun yolu da “yoklama talebi”dir. İç tüzüğün
57. maddesine göre TBMM işaretle bir konunun oylamasına geçmeden önce 20 millet vekili, ya da
birleşim açıldığında yazılı olarak önerge vermek suretiyle, işaretle oylama yapılacağı durumda
ayağa kalkmak suretiyle mecliste yeteri kadar millet vekilinin bulunup bulunmadığını tespit etmek
üzere yoklama yapılmasını talep edebilirler: Bu durumda mecliste yoklama işlemi gerçekleşir ve
onun neticesinde mecliste toplantı yeter sayısı kadar millet vekilinin bulunup bulunmadığı tespit
edilir. Yoklama yapmak, tek tek isimleri okumak suretiyle de yapılabilir, eskiden böyle yapılıyordu
ama 90’lı yıllarda meclis genel kurulu yenilendi ve elektronik oylamaya imkan veren teknik altyapı
da yerleştirilmiş oldu. Şimdi yoklama çok basit bir şekilde başkanın elektronik oylama sistemini
açmasıyla birlikte milletvekillerinin masalar üzerindeki butonları kullanarak yoklamaları
gerçekleştirilebiliyor. Dolayısıyla çok kısa süre içerisinde hangi milletvekilinin genel kurulda olduğu
ve toplamda kaç millet vekilinin genel kurulda bulunduğu tespit edilmiş oluyor.

 Bu şekilde yoklama yapıldığında eğer 200 millet vekili genel kurulda yoksa iç tüzüğe göre 1 saat ara
verilir birleşime ve bu 1 saat sonunda tekrar birleşim açılır ve yeniden yoklama yapılır. Eğer 200 ve
daha fazlasını bulmuşsa genel kuruldaki millet vekili sayısı o zaman meclis çalışmalarına başlar ama
eğer 200’ün altındaysa yine sayı yani toplantı yeter sayısı yoksa o takdirde birleşim kapatılır, o günkü
çalışma kapatılır. TBMM zaten çalışmaları sırasında açık oylama ya da kapalı oylama yapıyorsa o
zaman zaten kaç tane millet vekilinin mecliste bulunduğu zaten tespit edilir, oylamanın şekli gereği.

2) “Karar yeter sayısı”: TBMM’nin çalışmalarına başladıktan sonra genel kurulun yani 600 millet
vekilinin birlikte çalıştığı organ olan genel kurulun gündemindeki konuyu görüştükten sonra belirli
bir konuda karar vermek için kaç vekilin “kabul oyunun gerekli olduğu sorusunun cevabı” karar
yeter sayısıdır. Yani TBMM’nin yapmış olduğu oylamalarda kaç vekil bir yönde oy kullanmış olsun
ki meclis karar almış olsun, buna karar yeter sayısı diyoruz. Karar yeter sayısı noktasında bir genel
kuralımız var 96. maddede ifade edilen. Bir de onun dışında anayasada değişik maddelerde
düzenlenen özel karar yeter sayıları var.

a) Genel karar yeter sayısı: 96. maddeye göre “TBMM, anayasada başkaca bir hüküm yoksa
toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye
tam sayısının 1/4'inin 1 fazlasından az olamaz.” yani genel karar yeter sayısı dediğimiz şey üye
tam sayısının 1/4'inin 1 fazlasından az olmamak kaydıyla toplantıya katılanların salt çoğunluğu.

Ör: Diyelim TBMM bir konuda oylama yapıyor ve oylama da açık oylama biçiminde yapılsın.
(Açık oylamada çekimser oy kullanmak mümkün, hem de kapalı oylama biçiminde, yani kabul,
red ve çekimser biçimde 3 oy kullanmak mümkün.) Diyelim bir uluslararası anlaşmanın
kabulüne ilişkin, uygun bulmasına ilişkin bir konuyu görüşüyor, bu konudaki oylama açık yapılır.
Şimdi anayasa diyor ki “anayasada başkaca hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu
ile karar verir.” toplantıya katılanların o zaman bu toplantıya katılmadan kast: TBMM genel
kurulunda bulunan kişiler toplantıya katılmış demektir. Millet vekilleri toplantıya katılabilir,
oylamaya geçildiğinde millet vekili oy kullanmayabilir: Toplantıda bulunuyordur ama oy
kullanmamıştır; bu, toplantıya katılanlar olarak o sayıya dahildir. Bunun yanında millet vekili
çekimser oy kullanabilir. Yine o da toplantıya katıldığı için toplantıya katılanlar olarak o sayıya

105
dahildir. Böyle bir durumda TBMM 520 millet vekiliyle toplanmış olsun yani genel kurulda 520
vekil var. Daha sonra oylama işine geçildi ve oylama neticesinde 255 millet vekili kabul oyu
kullandı; 250 vekil red oyu kullandı; 10 tane millet vekili çekimser oy kullandı ve 5 tane millet
vekili de hiç oy kullanmadı. Şimdi böyle bir aritmetikte, TBMM görüştüğü o kanunu kabul etmiş
midir? Toplantıya katılanlar kavramının içerisine toplantıya katılıp çekimser oy kullanan ve
toplantıya katıldığı halde oy kullanmayanlar da dahil olduğu için 520’nin yarıdan fazlasının bir
yönde oy kullanması gerekiyor. Yani 151’in altında karar yeter sayısı olmaz anayasaya göre, en
asgarisi 151 ama onun üstündeki durumlarda yine salt çoğunluğa bakılır yani 250 ise yine
151’dir karar yeter sayısı, 300 ile toplandıysa yine 151’dir ancak 400’le toplandıysa artık karar
yeter sayısı 201’dir; 500 ile toplandıysa 251’dir; 600 ile toplandıysa 301. Bu karar yeter sayısı
noktasında genel kuralımız.

b) Özel karar yeter sayıları da düzenlemiş anayasamız: Özel karar yeter sayıları genellikle “nitelikli
çoğunluk”lardır. Genel karar yeter sayısına “basit çoğunluk” diyoruz, bunun dışında anayasanın
özel olarak düzenlediği ve üye tam sayısının salt çoğunluğuyla başlayıp oran olarak ifade
edilen; 5’te 3, 3’te 2 gibi oransal olarak ifade edilen; çoğunluklara da nitelikli çoğunluk diyoruz,
bunlar özel karar yeter sayılarıdır. Örnekler:

i. Anayasanın değiştirilmesi üye sayısının 3/5’ü ya da üye sayısının 2/3’si gibi; 2/3 ve daha
fazlaysa CB’nın halk oylaması noktasında yetkisi farklılaşıyordu; 3/5 ile 2/3 arasındaysa
CB halk oyuna sunmak zorundaydı gibi.

ii. Anayasaya göre af kanunu çıkarabilmek için üye tam sayısının 3/5’ü gerekli yani 360 ve
daha fazla millet vekilinin kabul oyu gerekli.

iii. TBMM üyeliğinin düşmesi noktasında devamsızlık yani 1 ayda toplam 5 birleşim özürsüz
izinsiz toplantıya katılmama durumunun yaptırımı olan millet vekilliğinin düşmesine
ilişkin karar: Üye tam sayısının salt çoğunluğu şeklindedir.

iv. CB, CB yardımcıları ve bakanlar hakkında meclis soruşturması açılmasının kabulü: Üye
tam sayısının salt çoğunluğudur.

v. CB, CB yardımcıları ve bakanların yüce divanda yargılanmaları için alınması gerek karar:
Üye tam sayısının 2/3’sidir.
Bu şekilde anayasanın belirtmiş olduğu oransal olarak ifade edilen nitelikli çoğunluklar
“özel karar yeter sayıları”dır. Buna TBMM başkanının seçimi, kamu baş denetçisinin
seçimi, AYM’ne üye seçimi gibi durumlarda da ilk turlarda seçilebilmek için gerekli olan
2/3 çoğunluk da yine nitelikli bir çoğunluktur, özel karar yeter sayısıdır.

 TBMM’nin oylama usulleri-kullandığı oylama biçimi türleri: TBMM 3 tür oylama usulü kullanır:
Bunlardan ilki ve genel olarak kullandığı yöntem “İşaretle oylama”, ikincisi “Açık oylama” ve üçüncüsü
“Gizli oylama”dır.

1) TBMM’nin rutin-genel olarak kullandığı oylama usulü “işaretle oylama”dır ancak anayasada ve iç
tüzükte özel olarak o işin oylamasının açık şekilde ya da gizli şekilde yapılmasına ilişkin hüküm
varsa o takdirde oylama o hükme göre açık ya da gizli oylama biçiminde yapılır: Böyle bir hüküm
yoksa işlemler genellikle işaret oylamasıyla yapılır, kararlar işaretle oylama usulüyle alınır. İşaretle
oylama aynı zamanda en basit oylama biçimidir. TBMM başkanı katip üye vasıtasıyla genel kurula
bir metin okutuyor, daha sonra “kabul edenler” diyor, kabul edenler ellerini kaldırıyor;
“reddedenler, kabul etmeyenler” diyor, kabul etmeyenler ellerini kaldırıyor ve başkan meclisteki
genel kompozisyona bakarak hangi taraf daha fazlaysa o yönde kararı genel kurula açıklıyor. Çok
hızlı gerçekleşir. Başkan sadece, ellerin hangi tarafta daha çok olduğuna bakıyor, tek tek kabul

106
edenleri ve kabul etmeyenleri saymıyor. İşaretli oylamada kabul edenlerin ve kabul etmeyenlerin
sayısı bilinmez çünkü tek tek sayılmaz; çoğunluğun ne tarafta olduğunun tespiti yeterlidir. Ancak
çoğunluğun ne tarafta olduğu tespiti her zaman kolay olmayabilir: Birbirine yakınsa kabul edenler
ve kabul etmeyenlerin ellerini kaldırdıklarındaki çoğunluk, böyle bir durumda başkan net bir karar
veremiyorsa TBMM’nden, genel kuruldaki millet vekillerinden ayağa kalkarak el kaldırmalarını
isteyebilir, çoğunlukları daha iyi seçebilmek açısından: Orda da bir sonuca varamıyorsa bu defa ve
yine milletvekillerinden bu noktada talep gelirse TBMM başkanı genel kurulun kabul edenler ve
etmeyenler şekilde ikiye ayrılmasını ve katip üyeler tarafından sayılmasını isteyebilir. Bu noktada
ikiye ayrılıp sayılma durumunda başkan, kaç kabul eden ve kaç kabul etmeyen olduğunu bilir
çünkü saydırdı katip üyelere ama bunu genel kurula açıklamaz: Yine sonucu “kabul edilmiştir” ya
da “kabul edilmemiştir” şeklinde ilan eder ve tutanağa bu şekilde geçer yani kaç kabul kaç red
olduğunun rakamları belli değildir yine. Bu işaretle oylama.

2) Açık oylama, adı üstünde oylamanın açık yapıldığı yöntem yani hangi millet vekilinin ne yönde oy
kullandığı kayıt altında, açık bir şekilde oyunu ne şekilde kullandığı biliniyor o nedenle açık oylama
deniliyor. Açık oylamanın iç tüzükte 3 türü-uygulama biçimi var: Bunlardan bir tanesi katip üyeler
tarafından Adana’dan başlayarak il il milletvekillerinin adları okunup adı okunan millet vekilinin
ayağa kalkıp kabul, red ya da çekimser şekilde oyunu genel kurula açıklaması; ikinci yöntem millet
vekillerine zarf ve pul dağıtarak oylarının rengini gösteren pulu zarfa koyarak ve zarfın üzerine de
adını soyadını ve seçim bölgesini yazmak suretiyle bunları oy sandığına-kovasına atarak oyunu
kullanmak. Bu pullarda da kırmızı red, yeşil çekimser ve beyaz renkli pul da kabul anlamına gelecek
şekilde oylarını gösteren pulları zarfın içerisine koyarak, zarfın üzerine de isim, soy isim ve seçim
bölgeleri yazılı; bunun sandığa ya da oylama kutusuna atılmasıyla gerçekleştirilmesi ve bu 2 usul
zaman alan usuldür. Yani bu şekilde yapıldığı zaman meclisin 1 saati boşa gider. Son biçim, genel
olarak kullanılan biçimdir çünkü yapması kolay; o da “elektronik oylama” yöntemi: Başkan
elektronik oylama sistemini açar ve millet vekillerine oylarını kullanmaları için 5 dk süre verir
genellikle. Millet vekilleri de oturdukları sıralar üzerinden kendilerine ilişkin, giriş kodu ya da şifre
veya parmak izi, oylarını oturdukları yerden kullanırlar ve 5 dk içerisinde de sonuç ortaya çıkar.
Açık oylamaya ne zaman başvurulur: İç tüzükte açık oylamayla yapılması zorunlu olan hususlar var;
açık oylamayla yapılması zorunlu olan durumlar; vergi kanunları, bütçe kanunu, uluslararası
anlaşmaların uygun bulunmasına ilişkin kanunlar iç tüzüğe göre açık olarak yapılmak zorundadır.
Bunun dışında iç tüzükte o konunun gizli olarak ya da işaretle yapılmasının zorunlu tutulmadığı
durumlarda da millet vekillerinden 20 tanesinin yazılı önergesi üzerine oylamanın açık olarak
yapılması talep edilebilir: Bu konudaki karar TBMM tarafından verilirse TBMM o konuyu açık
oylama biçiminde yapabilir.

3) Gizli oylama, adı üzerinde millet vekillerinin oylarının gizlendiği, oyun gizliliğinin gerçekleştirildiği
oylama biçimidir. Yani hangi millet vekilinin ne yönde oy kullandığı belli değil, kayıt altında değil,
bilemiyoruz. Yine anayasaya ve iç tüzüğe göre kimi durumlarda oylamanın gizli yapılması
gereklidir, şarttır. Gizli oylamanın yapılışı: Yine millet vekillerine 1 zarf ve 3 farklı renkte pul
veriliyor, millet vekili gidip katip üyeden zarf ve pulları alıyor ve millet vekilinin isminin karşısına
işaret konuluyor, daha sonra millet vekili kapalı kabine giriyor ve oyunun rengini gösteren pulu
zarfın içerisine koyuyor; diğer pulları ise oradaki ıskarta kutusuna atıyor kapalı kabindeki ve zarfı
kapatıp başkanlık divanının önündeki kutuya oyunu kullanıyor: Millet vekilinin oy kullandığı zarfın
üzerine herhangi bir ibare yok dolayısıyla millet vekilinin kimliğine ilişkin de herhangi bir veri söz
konusu değil. Yine pulların renklerinin ifade ettiği anlamlar aynı. Oylama işlemi bittikten sonra
katip üyeler tarafından oy kutusu içerisindeki oylar, zarflar tek tek açılıp tasnif ediliyor ve genel
kurula oylamanın neticesi bildiriliyor. TBMM’nin gizli oyla yapması gereken işler var, anayasada
kimi hususlar düzenlenmiş: Ör; Anayasa değişiklikleri, TBMM başkanının seçimi, anayasanın 105 ve
106. maddelerinde düzenlenen CB, CB yardımcısı ve bakanların cezai sorumlulukları noktasında
meclis soruşturması açılması kararı, bu meclis soruşturması neticesinde bu kişilerin yüce divanda
yargılanmaları için yüce divana sevkleri için yapılacak oylamanın yine gizli olarak yapılması anayasa

107
tarafından karara bağlanmış, onu dışında TBMM ile-TBMM üyeliği ile bağdaşmayan bir iş ve
hizmeti sürdürmekte ısrar noktasında üyeliğin düşmesine karar verebilmek için yine yapılan
oylamanın gizli olması anayasa tarafından düzenlenmiş… Bu durumlarda gizli oylama yapmak
zorunludur ancak bunun dışında oylamanın açık ya da işaretle yapılması zorunluluğu yoksa bir
konuda; yine millet vekillerinden 20 tanesinin yazılı olarak talebi üzerine ve genel kurul karar
verirse gizlimi oylamayla yapılması zorunlu olmayan bir işin oylaması da gizli olarak yapılabilir.

E)TBMM’nin GÖREV ve YETKİLERİ:


 Tüm dünyada bütün sistemlerde parlamentoların, yasama meclislerinin 2 temel işlevi vardır:
Bunlardan bir tanesi yasama fonksiyonunun yerine getirilmesi yani “yasama işlemleri”, kanun koymak,
değiştirmek, kaldırmak olarak ifade ettiğimiz yasama fonksiyonunu yerine getirmek; diğeri ise
“yürütme organını denetlemek”tir. Bu yürütme organını denetlemek parlamenter sistemlerde daha
etkin bir şekilde yerine getirilir, diğer sistemlerde yani başkanlık ve yarı başkanlık sistemlerinde yarı
başkanlık denetimi noktasında parlamenter sisteme yakındır ama başkanlık sistemi noktasında yani
kuvvetlerin sert ayrıldığı hükümet sistemlerinde bu denetim daha cüzi mahiyettedir, parlamenter
sisteme göre daha geri plandadır. TBMM’nin görevleri de bu şekilde; yasama yetkisini kullanmak ve
hükümeti, CB’nı ve bakanlar kurulunu denetlemek.

1) TBMM’nin en temel fonksiyonu yasama yetkisini kullanmaktır. Yasama yetkisinin 3 temel özelliği
vardır: Yasama yetkisinin “genelliği”, yasama yetkisinin “asliliği” ve yasama yetkisinin
“devredilmezliği” ilkeleridir; bu ilkeler bizim anayasa hukukumuz açısından da geçerli olan
ilkelerdir.

1. Yama yetkisinin genelliği: TBMM yani yasama organı, anayasaya aykırı olmamak kaydıyla her
konuyu dilediği ölçüde detaya girerek düzenleyebilir, bu yetkiye sahiptir. Yasama yürütme
ilişkilerinin düzenli şekilde sürmesi noktasında genel hükümlerin yasama organı tarafından
kanun biçiminde konulması, detay gerektiren hususların, teknik bilgi gerektiren hususların ise
yürütme organı tarafından yürütmenin düzenleyici işlemleriyle gerçekleştirilmesi daha uygun-
asıl olan yöntemdir ama yasama organı yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereğince yürütmeye
hiçbir alan bırakmaksızın o konuyu en detayına kadar kanunla düzenleme yetkisine sahiptir,
kuralımız bu ancak bunun bazı istisnaları var: Yine doktrinin ifade ettiği biçimiyle yasama
yetkisinin genelliği noktasında yasama organı bazı işlemleri de kanun biçiminde
gerçekleştiremez, yapamaz. Şöyle ki: TBMM maddi anlamda yargı işlemi niteliğinde bir işlemi
kanun biçiminde gerçekleştiremez yani bir kanun çıkarıp görülmekte olan bir davada “Sanık A
suçsuzdur.” diyemez ya da tersi görülmekte olan bir dava sırasında “Sanık B suçludur.” şeklinde
bir kanun çıkaramaz. Bu aynı zamanda kuvvetler ayrılığının da bir sonucudur: Maddi
bakımından yargı işlemi niteliğinde olan bir işlemi kanun biçiminde yapamaz. Bir diğer istisna:
Yasama organı yani TBMM, sadece kanunların uygulanması anlamına gelecek işlemleri de
kanunlar-kanun biçiminde yapamaz. Yani TBMM, nasıl vali seçileceğine ilişkin, valinin görev ve
yetkilerine ilişkin düzenlemeyi yapmış il idaresi kanununda; bu düzenleme duruyorken-
yürürlükteyken TBMM tutup da bir kanunla Cengiz Arıkan’ı Kırıkkale Valisi olarak atayamaz
çünkü o yetki yürütmeye ait bir yetkidir ve o konuya ilişkin bir kanun zaten genel hükümleri
korumuş: Bu genel hükümler neticesinde nasıl atanmasına ilişkin hususlar duruyorken TBMM
sırf bir kanunu uygulamasını ortaya koymak adına bir düzenleme, bir kanun çıkaramaz-
yapamaz. Bunun yanında son anayasa değişikliğiyle gündeme gelen, bu noktada CB’nın
düzenleme alanı olarak ifade edilen bir mahfuz alanın bulunduğu doktrin tarafından ifade
ediliyor, o da şu: CB’nın anayasa tarafından düzenlenen üst düzey bürokratların, üst düzey
kamu görevlilerinin atanmasına ilişkin usul ve esasları düzenleyeceği CBK (Cumhurbaşkanlığı
Kararnameleri); anayasadaki bu düzenlemeden hareketle üst düzey kamu görevlilerinin nasıl
atanacaklarına ilişkin genel kuralları koyma yetkisinin de CB’na ait olduğu ifade ediliyor doktrin
tarafından. Tartışmalı olmakla birlikte böyle bir durum kabul edildiğinde CB’nın kararname

108
yetkisi noktasında bu durumun da yasama yetkisinin genelliğine bir istisna teşkil ettiği ifade
edilebilir.

2. Yasama yetkisinin asliliği ilkesi ya da yasama yetkisinin ilk elliği yani birinci elden düzenleme
yapma yetkisi: Yasama organı yani TBMM bir konuyu araya başka bir organ girmeksizin ya da
araya başka bir işlem girmeksizin doğrudan doğruya kendisi düzenleyebilir. Yasama yetkisi bu
anlamda asli bir yetkidir; bunun aksine yürütme yetkisi de kural olarak türev bir yetkidir yani
ikincil bir yetkidir: Yürütme noktasında önce kanuni bir düzenleme aranır-beklenir ve daha
sonra bu kanunun detaylarını ortaya koymak adına ya da o kanuna dayanarak bireysel işlem
yapmak noktasında yürütmenin düzenleme yetkisi devreye girer. Bu anlamda yasama
yetkisinin asli bir yetki olduğu, yürütme yetkisinin ise tali-türev bir yetki olduğu ifade edilebilir.
Yani önce kanun olacak ki kanunun detay noktasında, kanunu detaylandırmak noktasında
yönetmelikler yapılabilsin. Bu noktada kanunla bir konu düzenlenmemişken yönetmelikle
düzenleme yapılamaz. Ancak bu genel kuralımız, bu kuralın yani yürütmenin de asli düzenleme
yapma yetkisi anayasamız tarafından düzenlenmiş yani yürütme de kimi konularda ilk el olarak,
asli olarak düzenleme yetkisi kullanabiliyor: Bunun en somut örneği: CBK. CBK çıkarılabilmesi
için artık anayasamıza göre yasama organının bir ön işlem yapmasına gerek yok. CB kanunla
düzenlenmemiş bir alanı, hakkında kanun bulunmayan bir alanı kararnameyle düzenleme
yetkisine sahip. Bu, o konuda yasama organı işlem yapamaz anlamına gelmez.

3. Yasama yetkisinin devredilmezliği: Anayasamıza göre yasama yetkisi TBMM’ye aittir ve bu


yetki devredilemez, 7. madde. Bu ilkenin anlamı şöyle ifade edilebilir: Birinci anlam: TBMM’ne
ait olan yasama yetkisi yani kanun biçiminde işlem yapma yetkisi TBMM’ne aittir, diğer devlet
organları, özellikle yürütme organı kanun gücünde işlem yapamaz; bu ilkenin birinci anlaşılışı
bu şekildedir, yasama yetkisinin devredilmezliğinden anlaşılması gereken budur ancak bu yetki
mutlak bir yetki değil, bu yetkinin istisnaları da nihayet anayasamızda söz konusu: Anayasanın
CBK’ne ilişkin olarak düzenlemeleri yasama yetkisinin devredilmezliği yetkisinin istisnası
mahiyetindedir; gerek olağan gerekse olağanüstü dönemlerde çıkarılan CBK ile artık yürütme
organı özellikle olağanüstü dönemde çıkarılan CBK yasama yetkisinin devredilmezliğinin
istisnası durumundadır çünkü bu durumda CB, kaynağını doğrudan anayasadan alan
düzenleme yetkisi kullanmaktadır ve bu yetkiyle de kanunlarda değişiklik yapabilmekte ve
kişilerin hak ve hürriyetlerine dokunabilmektedir.

 TBMM, kullandığı yasama yetkisi çerçevesinde ne tür işlemler yapar? TBMM’nin 2 işlem türü vardır,
bunlar: Parlamento kararı ve kanundur. Bu işlemleri birbirinden ayırt etme yolu: Hukuki işlemlerin
ayırt edilmesi noktasında bir maddi bir de şekli kriterimiz vardı.
“Maddi kriter”, “içeriğe” göre yapılan tasnifti; bu noktada hukuk kuralları “kural işlem” ve
“subjektif” işlem (ya da birel işlem) şeklinde ayırt ediliyordu. Buradan hareketle maddi anlamda
tanımlanıyorsa bütün kural işlemler kanun biçimindeydi; onun dışında bütün bireysel işlemler de
yürütme işlemi olarak isimlendiriliyordu maddi tasnife göre.,

Hukuk kurallarının diğer tasnif biçimi ise “Şekli-Organik” tasnifti. Şekli ve organik tasnifte ise
başvurulan yöntem içerik değil “yapan organ ve yapılma usulü” idi. Şekli ve organik kriter daha
uygun bir tasnif biçimidir demişti hoca.

TBMM 2 tür işlem yapıyor dedik: Parlamento kararı ve kanun. Bu ikisinin birbirinden ayırt edilmesi
lazım çünkü ikisinin hukuki statüsü birbirinden farklı. Bir defa parlamento kararları yayınlanma-
yürürlüğe girme noktasında CB’na sunulmazlar yani parlamento kararlarının yayınlanması için
meclis başkanı imza koyar ve meclis başkanı resmi gazetede yayınlanmak üzere gönderir,
parlamento kararlarını ve her parlamento kararının da yayınlanması zorunlu değildir. Ama
kanunların tamamı resmi gazetede yayınlanmak zorundadır ve kanunların yapım usulünde CB’na

109
gönderilmek zorunda, CB’nın inceleme süresi, yeniden görüşülmek üzere meclise iade yetkisi var.
Dolayısıyla kanunların resmi gazetede yayınlanıp yürürlüğe girebilmesi için CB’nın imzasının
olması şart. Yayınlanma noktasında birbirinden farklı bu parlamento kararı ve kanun işlemleri.
Onun dışında bu işlemlerin yargısal denetimi de farklı, şöyle ki: Parlamento kararları kural olarak
yargısal denetimin dışındadır; kural olarak dediğimize göre istisnaları var: 3 parlamento kararı
anayasa yargısına-denetimine tabi tutulmuş: Birincisi TBMM iç tüzüğü, ikincisi millet vekilliği
dokunulmazlığının kaldırılması kararı ve üçüncüsü de TBMM üyeliğinin düşmesine ilişkin karar:
Anayasaya göre bunun-bunlar dışındaki parlamento kararları AYM’nin denetimine tabi değildir.
Buna karşılık kanunlar istisnasız olarak anayasa yargısına tabidir, AYM tarafından denetlenirler.
Dolayısıyla böyle farklar olduğu için hangi işlemin parlamento kararı hangi işlemin kanun bunların
bilinmesi lazım. Ayırt etmek noktasında maddi kriter, şekli-organik kriter bunlara değinmeyiz
çünkü şekli ve organik açıdan bakıldığı zaman ikisi de zaten meclis kararıyla yani yapan organ belli
ama yapan organ bunun ismini kendisi koyuyor yani işlemin başına kanun diyor ona göre yapıyor;
parlamento kararı diyor ona uygun usulle görevini yapıyor ama bu durumda parlamento
kararlarının anayasa yargısı denetimi dışında olması dolayısıyla TBMM anayasa yargısını dolanmak
için, anayasa yargısı denetiminden kurtulmak için kanunla yapması gereken bir işlemi parlamento
kararı biçiminde yapabilir; bu anayasa yargısına karşı bir hile mahiyetindedir o nedenle hangi
işlemlerin parlamento kararıyla hangilerinin kanunla yapılması gerektiğini anlamak, ayırt etmek
önemli. Bu noktada değişik kıstaslar öne sürülüyor; bunlardan bir tanesi kanunların genellikle
kural işlem olduğu (kural koyan işlemler olduğu) buna karşılık parlamento kararlarının çoğunlukla
bireysel işlem mahiyetinde olduğu ifade ediliyor ama bu tam bir tasnif için sonuç doğurmaz çünkü
TBMM iç tüzük de yapıyor ve iç tüzük bir kural koyan işlem buna karşılık yasama organının da
yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereği kimi zaman bireysel işlem mahiyetinde işlem yapması
mümkün. Dolayısıyla bu noktada bir tam sonuca varmak mümkün değil yani maddi işlev bu
noktada geçersiz kalabiliyor (maddi tasnif). Şekli anlamda da bakıldığı zaman ikisi de aynı organ
tarafından yapıldığı için tam bir sonuç vermez. O nedenle bundan hareketle parlamento
kararlarının neye ilişkin olduklarını belirleyip bunun dışında kalan işlemlerin kanun biçiminde
sayılması gerektiği yöntemi daha ön plana çıkıyor. Şöyle ki: “TBMM kendi iç düzenine ilişkin
olarak, kendi çalışma sistemine ilişkin olarak yani kendi iç yapısı ve çalışma düzenine ilişkin olarak
almış olduğu kararlar ve yapmış olduğu işlemler parlamento kararı”dır, bu parlamento kararları
sadece meclis çalışmalarını ve meclisin üyelerini ilgilendirir; vatandaşları ilgilendirmez. Nitekim iç
tüzük bir parlamento kararı, onun dışında TBMM’nin seçimlerin yenilenmesine karar vermesi,
yine TBMM başkanının seçimi, meclis komisyonlarının oluşumu, TBMM’nin tatil kararı alması,
çalışmalarına ara verme kararı alması, kapalı oturum yapması, oylamalardan hangisinin
kullanılacağına ilişkin kararlar alması gibi yapmış olduğu işlemler meclisin kendi iç işleyişine ilişkin
aldığı kararlardır ve bunlar birer parlamento kararıdır. Onun dışında TBMM, “diğer devlet
organlarıyla olan ilişkileri” çerçevesinde de “parlamento kararı” alır, yürütme ve yargı. Bu noktada
TBMM’nin genel görüşme kararı alması, TBMM’nin meclis araştırması kararı alması, meclis
araştırma komisyonu kurması, yine TBMM’nin meclis soruşturması açması yani CB, CB
yardımcıları ve bakanların cezai sorumluluklarının harekete geçirilmesi için gereken yöntem olan
meclis soruşturmasının açılması, buna ilişkin karar, yine CB, CB yardımcıları ve bakanların yüce
divana sevkleri noktasında alınmış kararlar, OHAL ilan kararının onaylanması, onanması ya da
reddedilmesine ilişkin karar, OHAL süresinin her defasında 4 ayı geçmemek üzere uzatılmasına
ilişkin ya da OHAL’in kaldırılmasına ilişkin alınan kararlar çerçevesinde TBMM’nin almış olduğu
kararlardır. Bunun yanında AYM’ne üye seçmek gibi almış olduğu karar da yargı organıyla olan
ilişkileri çerçevesinde aldığı kararlara örnek verilebilir. Bu 2 ana grubun dışında TBMM’nin
kendine özgü nitelik taşıyan parlamento kararları da vardır; onları da sayarak tüketeceğiz:
TBMM’nin savaş ilanı kararı; TBMM’nin TSK’nin yurt dışına gönderilmesi ya da yabancı silahlı
kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin vermesi kararı; kimi bağımsız idari otoritelere üye
seçmeye ilişkin kararları (RTÜK gibi, kamu baş denetçisi ve denetçi yardımcılarının seçilmesi):
Bunlar kendilerine özgü, 2 ana grubun dışında parlamento kararlarıdır.

110
Yani anayasaya göre parlamento kararlarından 3 tanesi-istisnası (iç tüzük, millet vekili
dokunulmazlığının kaldırılması ve millet vekilliğinin düşürülmesi kararları) AYM’nin denetimine
tabidir; onun dışındaki parlamento kararları AYM’nin denetimine tabi değildir. Anayasada
AYM’nin bir içtihadı var ki önemli, buna “eylemli iç tüzük değişikliği” ya da “eylemli iç tüzük
düzenlemesi içtihadı” diyoruz; bu içtihat yoluyla AYM kimi parlamento kararlarını denetleme
yetkisini kendisinde bulmuş ve bazı parlamento kararlarını yeni bir iç tüzük düzenlemesi ya da
mevcut iç tüzüğün hükümlerinin eylemli olarak değiştirilmesi şeklinde ya da eylemli olarak iç
tüzük düzenlemesi mahiyetinde oldukları gerekçesiyle iptal etmiştir. AYM bu içtihatta diyor ki:
“Evet, parlamento kararları anayasa yargısı denetiminde değildir ama anayasa yargısına tabi olan
parlamento kararı da vardır ki bu en önemli iç tüzük.”

İç tüzük bir parlamento kararıdır ama iç tüzük AYM’nin yargısal denetimine tabidir. İç tüzük
mahiyeti gereği önemli bir işlemdir çünkü iktidar, muhalefet ya da CB’nın partisi ve diğer
partiler ya da ittifaklar açısından bakıldığında iktidar bloğu ittifakı ya da diğerler-muhalefet
bloğu ittifakı gibi düşünülebilir, meclis içerisindeki bu farklılaşmanın eşit ve adil bir şekilde
meclis çalışmalarına yansımasını garanti eden bir düzenleme olduğu için iç tüzük önemlidir.
Dolayısıyla iç tüzük anayasa yargısına tabi kılınmıştır ama meclis çoğunluğu elindeki
çoğunlukla iç tüzük olarak düzenlemesi gereken bir konuyu ya da iç tüzüğe aykırı bir şekilde
almış olduğu bir kararı anayasa yargısı kararı denetiminden kaçırma yoluna gidebilir. Yani
parlamentodaki çoğunluk, iç tüzükle yapması gereken bir şeyi bir normal parlamento kararı
gibi alarak iç tüzük hükümlerini ve dolayısıyla anayasa hükümlerini devre dışı bırakabilir:
Böyle bir durumda AYM diyor ki: “Ben bu noktada maddi kritere başvurum ve denetlemem
için önüme sunulan metnin adına bakmam, içeriğine bakarım ve içeriği benim
denetleyebileceğim bir işlemle aynıysa ben onu o şekilde anlarım ve denetlerim.” AYM’nin
61 anayasasından itibaren kullandığı bir yöntem bu, tahlil yöntemi. TBMM iç tüzükle
yapması gereken bir şeyi, bir iç tüzük düzenlemesi ya da değişikliği olabilir, bir parlamento
kararıyla yaparak bu kararı anayasa yargısından kaçırabilir, AYM bunu söylüyor. Böyle bir
durumda “Ben yapılan işlemin adının parlamento kararı olmasına bakmam, bunu bir iç
tüzük düzenlemesi olarak nitelendiririm ve bu iç tüzük düzenlemesi eylemli bir şekilde
gerçekleşmiştir; iç tüzük dışında bir kararla gerçekleştiği için bunu eylemli iç tüzük olarak
nitelendiririm ve bu kararı meclis parlamento kararı yaparak bu kararı anayasa yargısından
kaçırabilir.” diyor AYM. “Böyle bir durumda ben yapılan işlemin adının parlamento kararı
olmasına bakmam, bunu bir iç tüzük düzenlemesi olarak nitelendiririm. Ve bu iç tüzük
düzenlemesi eylemli bir şekilde gerçekleşmiştir. İç tüzük dışında bir kararla gerçekleştiği için
bunu iç tüzük değişikliği ya da eylemli iç tüzük düzenlemesi olarak nitelendiririm ve bunu
denetlerim.” diyor ve buna yönelik olarak da 90’lı yıllarda 3 önemli kararı var. Bir de en son
2007’de vermiş olduğu 367 kararı var. Tüm bu kararlarda AYM’nin kullandığı içtihat bu:
Eylemli iç tüzük değişikliği. AYM 1990’lı yıllarda 3 önemli parlamento kararını iptal etti:
Bunlardan bir tanesi bakanlar kuruluna güvenoyu verilmesine ilişkin karar; o kararda da
karar yeter sayısı noktasındaki maddedeki “toplantıya katılanların salt çoğunluğu”
ibaresinde toplantıya katılanlar içerisine çekimser oy kullananlar ve toplantıya katılanlar da
dahildir demiştik. Az önceki örneğe benzer bir şekilde bakanlar kurulu oylamasında bakanlar
kuruluna güvenoyu verenler daha fazla ama toplantıya katılanların salt çoğuna bakıldığında
bakanlar kuruluna güvenoyu verenlerin sayısı gerekli-yeterli sayıyı tutmuyor. Bu parlamento
kararı alınarak bakanlar kuruluna güvenoyu verildiği, meclis genel kuruluna bildirildi ancak
daha sonra bu kararın anayasanın 96. maddesine aykırı olduğundan bahisle AYM’ne bir
dava açıldı. AYM de işte bu içtihatı devreye soktu ve dedi ki “Anayasa diyor ki 96. maddede
‘toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir.’, normalde bu sayı gerçekleşmemiş
çünkü çekimser oy kullananlar ve genel kurulda olmasına rağmen oy kullanmayanlar da
toplantıya katılmış sayılırlar; onlar da hesapta bulunacaklardır dolayısıyla kabul edenlerin
daha fazla olması karar alındı anlamına gelmez.” dedi ve bu parlamento kararını iptal etti.
Çünkü gerekçe: TBMM almış olduğu böyle bir kararla anayasanın 96. maddesine aykırı bir iç

111
tüzük düzenlemesi gerçekleştirmiş oluyor eylemli olarak yani yeni bir karar yeter sayısı
düzenlemesi yapmış gibi oluyor eylemli olarak, diyo ve bu kararı iptal etti. Benzer
çoğunluklarla OHAL’in bazı illerde uzatılmasına ilişkin parlamento kararı ve çok uluslu güç
vardı o dönem incirlik üssünde bulunan Amerikan-İngiliz gücü vardı ve onun da ülkede
bulunması TBMM’nin verdiği yetkiye dayanıyordu; o yetkinin süresinin uzatılmasına ilişkin
kararın da yine oylaması benzer şekilde oluyordu. Bu 3 kararın ortak noktası karar yeter
sayısının bulunmadığına ilişkin oylama ve bu 3 kararı AYM iptal etti. Bunlar dışında bir de
2007’deki 367 kararı var, o da toplantı yeter sayısının anayasaya aykırı bir şekilde
düzenlendiğine ilişkin ama 367 kararının hiçbir anayasal altyapısı yok yani diğer kararların
anayasal anlamda bir altyapısı var ama bu 367 kararının bir anayasal altyapısı da yok.

Özetle: Anayasamıza göre 3 istisna dışında parlamento kararları AYM denetimi dışındadır. Bu
istisnalar: İç tüzük, dokunulmazlığın kaldırılması ve üyeliğin düşürülmesine ilişkin meclis
kararlarıdır, bunlar yargı denetimine tabi ancak AYM vermiş olduğu içtihatla “eylemli iç tüzük
değişikliği içtihadıyla” kimi zaman parlamento kararlarını denetleme yetkisini kendisinde
görebilmekte ve parlamento kararlarından bazılarını iptal etmekte. Bu da AYM’nin içtihatla
geliştirdiği bir yol.

➢ Burada parlamento kararını belirttikten sonra, TBMM’nin bu parlamento kararları dışında


yapmış olduğu işlemler “kanun”dur. TBMM’nin kanun adı altında ve kanuna ilişkin olarak
görülen usule uyarak yapmış olduğu bu işlemler kanun mahiyetindedir diyoruz. TBMM 2 tür
işlem yapıyor: Kanun ve parlamento kararı.

 TBMM’nin görev ve yetkileri anayasanın 87. maddesinde düzenlenmiş. Bu maddedekiler dışında


meclisin görev ve yetkileri yok demek değil, tahdidi olarak sayılmış değil, anayasanın başkaca
maddelerinde yer alan görev ve yetkilere de sahip; meclisin görevlerinden bazılarını 87. maddede
anayasa saymış, okuyun. TBMM 2 tür işlem yapıyor dedik: Birisi kanun ve diğeri parlamento kararı.

87. maddede “para basılmasına ve savaş ilanına karar vermek;” kısmı da dahil olmak üzere oraya
kadar söylenenler kanun (bu işlem ve görevleri kanunla yapıyor TBMM).

87. madde de TBMM’nin görev ve yetkilerinden bazılarını saymış. 87. maddede “savaş ilanına
karar vermek;” diyor, savaş ilanı parlamento kararıdır, kanun biçimi kullanılmaz, kullanılmaması
gerekir, sebebi: Eğer kanunla yapılırsa kanunun yasalaşma süreci uzundur (yasalaşma süreci,
CB’nın güçleştirici veto yetkisi, AYM’ye iptal davası açılması durumu olursa vs vs) hem de asıl
yetkiyi kullanacak olan meclisken AYM iptal kararı verirse dava açılması sonucu ya da CB güçleştiri
veto kullanır ve gerekli sayı elde edilemezse asıl kararı verecek olan organ değişmiş olur. O
nedenle savaş ilan kararı parlamento kararı biçiminde alınır ve onun yayınlanması da kolaydır;
resmi gazetede TBMM’nin başkanının imzasıyla resmi gazetede yayınlanır ve sonuç doğurur.

TBMM uluslararası anlaşmalardan bazıları için uluslararası anlaşmanın onaylanmasını uygun


bulma kanunu çıkarır. Bu kanun çıktıktan sonra CB o kanunu onaylar ve kanun resmi gazetede
yayınlanıp yürürlüğe girer yani hem uluslararası hem iç hukukta bağlayıcı hale dönüşür. Bu
işlemler öncesinde uluslararası anlaşma bağlayıcı nitelik taşımaz. Bunun istisnaları var; her
uluslararası anlaşma için kanun çıkarmaya gerek yok.
“TBMM üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilanına” derken özel
karar yeter sayısı gerektiren işlemlerden bir tanesi, kanun biçiminde.

➢ TBMM’nin ilk ve en önemli görevi: Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak yetkisi: Yasalaşma
süreci adı altında anlatmıştık. Kanun teklif etmek için 1 millet vekili yeterliydi. Millet vekilleri
kanun teklif edebilir ama 2017 değişikliği ile artık bütçe de bir kanun olduğu (bütçe ve kesin

112
hesap) bütçe kanunu da CB tarafından hazırlanıp meclise sunulduğu için CB da dolayısıyla kanun
teklif edebilir ama sadece bütçe kanunu. Kanun teklif edildikten sonra meclis başkanlığına
veriliyor, meclis başkanı bunu komisyona gönderiyor. Komisyonda bu teklif üzerine görüşülüyor,
olgunlaştırılıyordur. Komisyonun kanun teklifini değiştirme yetkisi var. Komisyonun süresi 45
gün; 45 gün sonra komisyon raporunu hazırlayıp genel kurula sunar. Genel kurulda kanun
teklifleri gündemdeki yerini alır. Gündem denilen şey (TBMM’nin gündemi) TBMM’nin çalışma
çizelgesidir. Gündemin değişik bölümleri var; kanun teklifleri, başkanlıktan gelen işler,
denetlemeye ilişkin işler gibi 5-6 kalem sıralar var. Komisyonlardan gelen her işlem, bu
gündemdeki mahiyetine göre sıraya konur. Ve gündemdeki sırası geldikçe genel kurul tarafından
bu hususlar görüşülür ama TBMM’nin şöyle bir yetkisi var: TBMM, bir işin gündemdeki sırasını
değiştirme yetkisine sahip. Yani gündemde 8-10 tane kanun teklifi arka arkaya sıralanmış olsa
bile 9. teklife önem veriyorsa TBMM, 9. teklife ait işi, komisyondan gelen bu işi diğerlerinin
önüne geçirip öncelikle onu görüşebilir. Yani meclis kendi gündemine de hakim. Bu şekilde
birçok kanun teklifi meclis gündeminde bekliyor olabilir. Bir yasama dönemi içerisinde meclisteki
bekleyen kanun teklifleri sonuçlandırılmazsa o kanun teklifleri kadük olmuş olur yani 1 yasama
dönemi içerisinde sonuçlandırılmamış, kanunlaştırılmamış tekliflere verilen isimdir “kadük
olmak” tabiri. Artık o teklif düşer yani yeni gelen, yeni seçilip gelen meclis, önceki meclisin
gündemindeki konularla bağlı değil; önceki meclisin gündeminde bekleyen kanunlar artık kadük
olmuştur. Genel kurula geldikten sonra kanun teklifleri üzerinde görüşülür: Önce tümü üzerinde
bir görüşme, neticesinde maddelere geçilip geçilmemesine ilişkin bir oylama; burada kabul yeter
sayısı varsa bu defa maddelerin ayrı ayrı görüşülmesi ve oylanması: Neticesinde karar yeter
sayısı varsa o kanunlar kabul edilmiş olur, CB’na gider, CB’nın 15 gün gün inceleme süresi ve
yeniden meclise gönderme-iade etme yetkisi var ya da onaylama yetkisine sahip:
Cumhurbaşkanı bu 15 günlük süreyi geçirirse bunun anayasada bir müeyyidesi yok. CB yeniden
görüşülmek üzere iade noktasında karar vermişse CB o kanunu meclise gönderir yeniden
görüşme gerekçesiyle birlikte; CB eğer bir kanunun bir kısmını uygun bulmuş, bir kısmını uygun
bulmamışsa tamamını geri gönderir ama geri gönderilen bu kanun metninin CB’nca gerekçe
gösterilerek uygun bulunmayan kısmını TBMM yeniden görüşür. TBMM’nin geri gönderilen
kanunu aynen kabul edebilmesi için üye tam sayısının salt çoğunluğuyla kabul etmesi gerekli: İlk
gönderirken böyle bir çoğunluk yok ama CB iade ettikten sonra, CB’nın iradesini-vetosunu
aşabilmek için üye tam sayısının salt çoğunluğuyla o kanunun aynen kabul edilmesi gerekir. Yani
CB’nın buradaki yetkisi güçleştiri veto olarak karşımıza çıkar. CB’nın iadesi üzerine kanunun üye
tam sayısının salt çoğunluğuyla aynen kabul edilmesi durumunda CB artık aynen yayınlamak-
onaylamak zorundadır kanunu. Ama meclis iade üzerine değişiklik yapmışsa kanunda o zaman
CB yeniden o değiştirilen kısım için yeniden iade etme yetkisine sahip. Kanunlar CB tarafından
kabul edildikten, onaylandıktan sonra resmi gazetede yayınlanır ve yürürlüğe girer. Yürürlüğe
girmek demek, kanun metninin bağlayıcı hale gelmesi demektir; sonuç doğurması demektir. Bu
yürürlük konusunda genellikle kanunların sonuncu maddesi yürürlük maddesi ve yürütme
maddesidir. Yürürlük maddesinde kanunun ne zaman yürürlüğe gireceği genellikle belirtilir;
ibare olarak “bu kanun yayını ile yürürlüğe girer” şeklinde ifade görülür. Böyle bir ibare varsa
kanun resmi gazetede yayınlandığı gün artık bağlayıcı hale gelmiştir, yürürlüğe girmiştir. Bu
yürürlük noktasında TBMM bazen ileri bir tarihi düzenleyebilir: Bunu da ya tarih vererek,
örneğin “15 temmuz 2021’de yürürlüğe girerek” diye ya da “yayınlanmasından itibaren 15 gün
içerisinde yürürlüğe girer” ifadesiyle bir süreç bırakarak ya da net bir tarih vererek “1 yıl sonra”
gibi bir tarih belirleyerek yürürlük tarihini belirleyebilir. Bazen de kanunlarda hiçbir şekilde
hüküm olmayabilir (yürürlük hükmü olmayabilir) bu durumda kanunlar resmi gazetede
yayınlandıkları günü takip eden 45 gün sonraki gün yürürlüğe girerler.

+Meclis yeterli çoğunlukla AYM’ni kaldırırsa ne olur? AYM, anayasa değişikliklerini sadece şekil
bakımından denetler. Şekle uygun bir şekilde anayasa değişikliği gerçekleşirse AYM “bu tali kurucu
iktidarın yetkisidir.” deyip ses çıkarmayabilir. 400 millet vekili AYM’ni kaldırırsa kalan 200 millet

113
vekilinin de buna dava açması lazım. Üye tam sayısının 1/5’i tutarında millet vekili dava açabilir. 2.
olarak böyle bir değişiklik halk oyunu sunulmadan doğrudan CB tarafından onaylanıp yayınlanırsa,
açılan dava neticesinde; birilerinin AYM önüne götürmesi lazım, kimse götürmezse yapacak bir şey
yok, AYM re’sen bu konuyu inceleyemez. AYM’ne birileri götürürse AYM, Anayasadaki kendisine
verilmiş sınırlar içerisinde kalırsa sadece şekil denetimi yapar yani teklifte oylama çoğunluğuna
uyulmuş mu ve mecliste 2 defa görüşülmüş mü; yani karar yeter sayısı var mı, teklif için gereken
200 millet vekilinin (1/3’inin) imzası var mı ve mecliste 2 defa görüşülmüş mü bunlara bakabilir
anayasadaki yetki sınırı içerisinde.

Ama AYM, zaman zaman anayasa değişikliklerini esasa girerek de denetleyebiliyor. Bunu yaparken
de anayasanın 2. maddesindeki cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilemez olması hükmünü
kullanıyor. Yani anayasanın ilk 3 maddesi değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez maddelerdi ve
onların içerisinde hukuk devleti, demokratik devlet var ve demokratik hukuk devletinde yargı,
özellikle anayasa yargısı, olması gerek (elzem bir durum), oradan hareketle denetleyebilir; bu
değişikliği iptal edebilir ama tabi ki değişiklik ne getiriyor onu da incelemek gerekir. AYM’ni kaldırıp
genel mahkeme sistemini getirirse meclis, bu bir tercihtir ve dolayısıyla AYM’nin bir şey
diyememesi lazım ama topyekün anayasa yargısı kaldırılırsa yani kanunların anayasaya
uygunluğunun denetimini herhangi bir şekilde bir organa vermeksizin tamamen kaldırılırsa o
zaman AYM buna müdahale etmeli demokratik hukuk devletinin ilkelerinin değiştirilmesi
gerekçesiyle. (Anayasa yargısını incelerken bir daha dönecek hoca)

 TBMM’nin 87. maddedeki ve diğer maddelerdeki görev ve yetkileri:

1. TBMM’nin ilk ve en önemli görevi “kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak” idi. TBMM’nin
kanunları teklif etmesi, görüşmesi ve CB’nca yayınlanmasını yani 88 ve 89. maddeleri biz daha önce
yasalaşma süreci adı altında anlatmıştık: Teklif, tekliften sonra komisyon, komisyondan sonra genel
kurul, genel kurulda görüşülme ve oylamalar, kabul yeter sayısı sağlanıp kabul edildiğinde CB’na
gidiyor, CB’nın yeniden görüşülmek üzere gönderme yetkisi var… Burada birkaç hususu tekrar
etmek gerekir. İlk başta teklif aşaması; kanun teklif etmeye millet vekilleri yetkili, tek 1 millet vekili
kanun teklif edebilir. Kanun teklifi noktasında bir de CB’nın teklif ettiği bir kanun teklifi var o da
“bütçe kanunu”, onun dışında CB yani yürütmeyi temsil eden kişinin, yürütmeyle görevli olan
kişinin başka herhangi bir yasama faaliyetine iştirakı söz konusu değil: Sembolik olarak bir 1
Ekim’de açılış konuşmasını yapar mecliste bir de bütçe kanununun tekil edilmesi CB’na verilmiş; CB
bunlar dışında herhangi bir yasamaya ilişkin yetki kullanamaz. Kanun teklifleri görüşüldükten sonra
onaylanma ve yayınlanma kısmında: CB’na sunulan kanun metinlerini CB’nın 15 gün inceleme
süresi var. Bu 15 gün içerisinde CB, kanunun hem anayasaya uygunluğu açısından bir denetleme
yapabilir hem de CB, yerindelik denetimi de yapabilir yani bu yerinde bir kanun mu değil mi yani bu
husus kanunla düzenlenmeli mi düzenlenmemeli mi ya da değişik şekillerde gerekçelerle denetim
yapabilir. Yani sadece hukukilik denetimi yapmaz CB. 15 gün süre içerisinde CB, yeniden
görüşülmek üzere meclise kanun metnini iade edebilir; biz buna terminoloji de “veto” diyoruz.
CB’nın iade ettiği kanun metninde CB hangi hususlara yani kanun metninin hangi hususlarına
gerekçe göstererek itiraz etmişse TBMM o hususları-maddeleri yeniden görüşür; hem
komisyonlarda hem de genel kurulda ama CB kanun metninin tamamını gönderir: Yani 10 maddelik
bir kanun metni gitti CB’na, CB da bu 10 maddelik metinden 2 maddeyi beğenmedi ve onlara
gerekçe yazdı, sadece ikisini gönderip 8 maddelik kısmını yayınlayamaz; geri gönderme bütün
metnin iadesi şeklinde gerçekleşir ve TBMM de sadece CB’nın iade gerekçesinde yer alan hususları
yeniden komisyon ve genel kurulda görüşür. Bu görüşme neticesinde CB’nın bu vetosunu
aşabilmek için, CB’nın iradesini aşabilmek için yani CB’na gönderilen ilk metinde direnilebilmesi için

114
anayasaya göre TBMM üyelerinin üye tam sayısının salt çoğunluğunun kabul oyu gerekli; bu
çoğunluk sağlanırsa artık CB imzalayıp yayınlamak zorundadır: Ancak buradaki kabul aynen kabul
olacak yani noktasına, virgülüne dokunmadan kabul edilip CB’na gönderilecek; ilk metinle aynı
olacak. Eğer ilk metin değiştirilirse, değiştirilen hususlar noktasında yeniden CB iade yetkisi
kullanabilir, veto yetkisi tekrar devreye girebilir: Aynen iade durumunda ve üye tam sayısının salt
çoğunluğunun kabul oyuyla CB’na iletilirse kanun, CB artık bunu onaylayıp imzalayıp yayınlamak
zorundadır. Dolayısıyla terminoloji açısından veto dediğimiz bu uygulamanın veto çeşidi
“Güçleştirici veto” çünkü kanun ilk kabulü noktasında anayasada özel karar yeter sayısı aramamışsa
o konuda, toplantıya katılanların salt çoğunluğu yeterli yani şartları varsa 151 millet vekilinin kabul
oyuyla da bir kanun metni kabul edilebilir. Dolayısıyla 151 veya 200 kabul oyuyla kabul edilen bir
kanun metni CB’na gönderildiğinde CB yeniden görüşülmek üzere iade ederse, meclise geri
gönderirse, direnilmesi için bu defa 301 millet vekilinin bulunması lazım. O zaman iş zorlaştırılmış
oluyor. Buradaki yetki artık güçleştirici veto yetkisine dönüşmüştür denilebilir. Bu 2017 değişikliği;
2017 öncesinde aynen kabul noktasında TBMM için böyle güçleştirici bir oran öngörülmemişti.
(Burada bahsettiğimiz veto normal kanunlar için)

2. 87. maddede sayılan görev ve yetkilerinden bazıları ayrık maddelerde detaylı olarak tekrar ifade
edilmiş, düzenlenmiş. TBMM’nin yetkilerinden bir diğeri 90. maddede düzenlenen “Milletlerarası
Andlaşmaları Uygun Bulma”.

Milletlerarası andlaşmaların akt edilmesi ve daha sonra bunların iç hukukta bağlayıcı hale
gelmesi, yürürlüğe girmesi yani uluslararası alanda bağlayıcı olması + iç hukukta bağlayıcı
olması bir süreçtir. Bu sürecin ilk aşaması karşılıklı görüşmedir, devletlerarasında ya da çok
uluslu andlaşmalarda bir örgütle-örgüt üyesi ülkelerle yapılan bir görüşme söz konusudur. Bir
uluslararası andlaşmanın yapılması noktasında görüşme yetkisi CB’nda, Dışişleri bakanında ve
onların görevlendireceği kişilerdedir. Öncelikle bu görüşmeler gerçekleştirilir ve bir metin
üzerinde uzlaşılır, uzlaşılabiliyorsa bir metin üzerinde anlaşılır ve o metni öncelikle taraflar
paraf(?) koyar yani “Biz bu metin üzerinde anlaştık demek, şimdi bu metni biz asıl karar
organlarına götüreceğiz; onların onayı gerçekleştiğinde uluslararası andlaşma imzalanacak.”
demek. Bu aşamadan geçtikten sonra uluslararası andlaşma imza ile tarafları bağlar hale gelir
ve tarafları bağlar hale gelir ama bunun birde onaylanması, yürürlüğe girmesi gerekir.
Uluslararası andlaşmaların onaylanma yetkisi CB’na ait ancak CB’nın bir uluslararası
andlaşmayı onaylayıp yürürlüğe koyabilmesi için anayasaya göre bir ön şart, ön izin gibi bir
şey gerekli o da TBMM’nin o uluslararası andlaşmanın CB tarafından onaylanmasını bir
kanunla uygun bulmasıdır yani TBMM bir kanun çıkarıyor ve diyor ki: “Falaca devletle ya da
falanca uluslararası kuruluşla T.C. arasında yapılan şu andlaşmanın onaylanması uygun
bulunmuştur.” diyor. Bu kanuna dayanarak daha sonra CB onay işlemini gerçekleştiriyor ve
resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giriyor, artık iç hukukta da bağlayıcı hale geliyor.
Ancak bunun istisnaları da var; 90. madde bunu düzenlemiş, okuyun. 90. maddede
uluslararası andlaşmaların yürürlüğe girmesi noktasında 2 tane genel kural var 2 de istisnası
var bu kuralların: 90. maddedeki ilk 4 fıkra bu durumu anlatıyor:

1) Birinci genel kuralımız; 90/I : “T.C. adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla
yapılacak andlaşmaların onaylanması, TBMM’nin onaylamayı bir kanunla uygun
bulmasına bağlıdır.” bu genel kuralımız ancak bunun 2 tane istisnası var 2 ve 3. fıkralarda
düzenlenmiş. Mecli önce bir kanun çıkaracak, onaylamayı uygun bulma kanunu, ve o
kanuna dayanarak CB onay işlemini gerçekleştirecek ve iç hukukta bağlar hale gelecek o
uluslararası andlaşma. 2. fıkra ilk istisnaya göre taşıması gereken şartlar (okuyun): Bir

115
defa konusu ekonomik, ticari veya teknik ilişkileri düzenleyen bir andlaşma olacak, bu
andlaşmanın süresi 1 yılı aşmayacak ve kamu maliyesi açısından bir yük getirmeyecek;
aynı zamanda kişi haklarını ilgilendirmeyecek ve türklerin de yabancı memleketlerdeki
mülkiyet haklarına dokunmayacak: Tüm bu şartları taşıyan bir uluslararası andlaşma
meclisin onaylamayı uygun bulma kanunu çıkarmasına gerek olmaksızın doğrudan CB
tarafından onaylanıp yürürlüğe konulabilir. Bu hususta meclise bilgi verilir. 2. istisna 3.
fıkrada düzenlenmiş, okuyun, diyor ki: Bu 2. istisnada yine ekonomik, ticari, teknik ve
idari bir konu olacak, burada ilkinden farkı süresi 1 yılı aşmama şartı yok ya da diğer
hususlar yok ama konu aynı ama bu defaki istisnada daha önce yapılmış bir milletlerarası
andlaşma var ve o andlaşmanın uygulaması mahiyetindeki 2. bir andlaşmadan
bahsediyor bu fıkra: Ya durum milletlerarası andlaşmaya dayanan ekonomik, ticari,
teknik veya idari konuları düzenleyen bir uygulama andlaşması olacak yani daha önce bir
devletle ya da bir uluslararası kuruluşla bir uluslararası andlaşma yaptık ve o uluslarlarası
andlaşmada dedik ki “Bu çerçeve içerisinde şu konularda daha sonra uygulama
andlaşmaları ile düzenlenecek.” dedik; baştan bunu ilk uluslararası andlaşmada belirttik.
İlk uluslararası andlaşma zaten TBMM tarafından onaylanması bir kanunla uygun
bulundu ve onaylandı, yürürlüğe girdi. Daha sonra süreç içerisinde biz o ilk andlaşmaya
dayalı olarak 2. bir andlaşma-uygulama andlaşması yaptık. Dolayısıyla birincide zaten
baştan meclis ona onay vermişti; ilk andlaşmaya, onun bir uygulama andlaşmasına; ama
uygulama andlaşması ekonomik, ticari, teknik ve idari konuları düzenleyen bir uygulama
andlaşması için artık bir daha meclisin onayına gerek yok çünkü ilk andlaşmaya zaten
meclis onay vermişti. Ya da yine ekonomik, teknik, ticari veya idari konuları düzenleyen
ama kanunun verdiği yetkiye dayanılarak bu defa ilk kez yapılan bir andlaşma.
Andlaşmanın konusu yine aynı ama bir uygulama andlaşması değil, ilk defa yapılıyor ama
bu defa da böyle bir uluslararası andlaşma yapılacağına ilişkin yetkiyi baştan kanunla
vermişiz. Yani TBMM bir kanun çıkarmış-yapmış: Ör: MEB’in AB ülkeleriyle
uyumlaştırılmasına ilişkin diyelim bir kanun çıkarmış TBMM ve o kanunda da demiş ki
‘MEB, CB adına AB ülkeleriyle ikili ya da çok taraflı teknik iş birliği içeren andlaşmalar
yapabilir.” demiş. Yani kanun önce çıkmış kanun içerisinde bu hususlara ilişkin bir
andlaşmanın yapılabileceğinin yetkisini baştan vermiş kanun. Böyle bir durum söz konusu
olursa, bu 2 durum söz konusu olursa yeniden bir daha meclisin onaylamayı uygun bulma
kanunu çıkarmasına gerek yok çünkü kanunla baştan vermiş o yetkiyi.

2) 2. genel kuralımız, 90/4: “Türk kanunlarında değişiklik getiren her türlü andlaşmaların
yapılmasında 1. fıkra uygulanır.” yani bu saydığımız 2 fıkradaki istisnalara (2. ve 3. fıkra)
dahil olsa bile bir uluslararası andlaşma, türk kanunlarında değişiklik getiriyorsa o zaman
bu uluslararası andlaşmanın yine meclis tarafından onaylanmasının uygun bulunması
gerekli. Uluslararası andlaşmalar noktasında birincisi uluslararası andlaşmaların normlar
hiyerarşisindeki yeri konuyla alakalı: Uluslararası andlaşmalar noktasında anayasanın bir
ayrıma gittiğini; TH ve H’e ilişkin uluslararası andlaşmaların kanunlarla çatışması
durumunda uluslararası andlaşma hükmünün uygulunacağını dolayısıyla anayasayla
kanun arasında bir yeri olduğunu söylemiştik: Onun dışındaki yani TH ve H’i
ilgilendirmeyen ekonomik, ticari, idari ve teknik andlaşmaların ise kanunla eşdeğer
olduğunu belirtmiştik. Bir de AYM uluslararası andlaşmaların kendisini denetleyemez
yani bir uluslararası andlaşmanın anayasaya aykırı olduğu ileri sürülemez; andlaşma
metnini AYM denetleyemez ama onaylamayı uygun bulma kanununu (meclisin çıkardığı)
denetleyebilir ancak o kanun da şekil bakımından denetime tabi tutulabilir çünkü o
kanun çok kısadır: Ör: 3 maddedir, sadece bir devletle ya da uluslararası kuruluşla yapılan

116
uluslararası andlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğu belirtilir o kadar; onun
dışında yürütme ve yürürlük maddeleri vardır. Dolayısıyla içeriğini kontrol edecek bir
husus yok uygun bulma kanununda ama uygun bulma kanunu da nihayetinde bir
kanundur ve şekil bakımından anayasaya uygun olarak yapılması gerekir; dolayısıyla AYM
şekli denetim yapabilir. Kanunların şeklen denetlenmesi de sadece son oylamanın yeterli
çoğunlukta yapılıp yapılmadığıdır yani karar yeter sayısının var olup olmadığına ilişkindir,
o konuda bir denetim AYM tarafından yapılabilir. Karar yeter sayısı sağlanmamışken
kanun çıkarılmış diye addedilip CB’na gönderilip yayımlanırsa o zaman bunu AYM iptal
edebilir.

3. 92. madde, okuyun.

Fıkra savaş hali ilanına karar verme ve TSK’nin yurt dışına gönderilmesi ya da yabancı silahlı
kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin hususu düzenlemiş.

2. fıkra ise silahlı kuvvet kullanılmasıyla alakalı, o da acil bir durum üzerine bu yetkiyi kimin
kullanacağını düzenlemiş. 2. fıkraya göre meclis toplanık değil, meclis toplanık olsa zaten kararı
verir, ve ani bir saldırı söz konusu bir devlet tarafından ve buna karşılık verilmesi kaçınılmaz
olması durumun da CB da TSK’nin kullanılmasına karar verecek. Bu durum acil bir durum olduğu
için meclisin toplanması beklenemez, dolayısıyla da CB da böyle bir yetkiyi kullanabilir.

1. fıkraya tekrar dönelim: Savaş hali ilanına TBMM karar verecek ama onun dışında TSK’nin yurt
dışında görev yapması yani yabancı bir ülke topraklarında bizim silahlı gücümüzün bulunması,
görev yapması; bu ister muharip güç olarak yani savaş için gidilmiş olsun isterse teknik destek,
işbirliği, eğitim faaliyetleri dolayısıyla olsun fark etmez; yabancı ülkelerde de silahlı kuvvetler
mensupları bulunabilir ancak bu noktada silahlı kuvvetlerin yurt dışında bulunması eğer bir
uluslararası andlaşmaya dayanıyorsa, bir uluslararası andlaşmanın tarafı olmanın bir gereği olarak
yurt dışına silahlı kuvvet gönderiyorsak ya da yabancı silahlı kuvvetler o uluslararası andlaşma
çerçevesinde bizim ülkemizde bulunuyorsa, NATO andlaşması ve BM andlaşması gibi, bu durumda
meclisin bu noktada karar vermesine gerek yok. TSK vaktiyle NATO çerçevesinde ki halende
Afganistan’da görev yapıyor, Kosova’da görev yapıyor: Bunlar NATO çerçevesinde olduğu için
bunlar için meclis kararı şart değil, silahlı kuvvetler gidiyor. Ya da BM çerçevesinde de zaman
zaman TSK görev yaptı, vaktiyle Somali’deki BM Barış Gücü içerisinde görev yaptı. Bu durumlarda
yani bir uluslararası andlaşmanın tarafı olmanın gereği olarak silahlı kuvvetler gönderiyorsak ya da
ülkemizde kabul ediyorsak o takdirde meclisin bir kararı gerekmiyor.

Meclisin kararının gerekmediği bir diğer durum ise: Milletlerarası nezaket kurallarının gereği
olarak yurt dışına silahlı kuvvetler gidiyor ya da yabancı silahlı kuvvetler Türkiye’de bulunuyorsa
bunun için de meclis kararı yine gerekmiyor. Bun örnek: Silahlı kuvvetlerin mensuplarının
sürdürdüğü bazı faaliyetler olabilir, Kızıl Ordu Korosu gibi, Genel Kurmayın Mehteran Bölüğü ya da
devlet başkanına eşlik eden yaverler vb onların ülkede bulunması nezaket kuralı gereği; bunun
için ayrıyeten meclisten karar çıkarmaya gerek yok.

Ancak bu 2 istisnanın dışında TSK yurt dışında bulunacaksa, ne gerekçeyle olursa olsun ya da
yabancı bir silahlı kuvvetler mensupları Türkiye’de bulunacaksa bunun için meclisin izin vermesi
gerekli. Ör: Biz yurt dışına silahlı kuvvet gönderme noktasında çok uzun süreden beri Kuzey Irak’ta
ve Suriye’nin kuzeyinde; en son Libya’da asker bulundurma noktasında görüyoruz: Bu durumlarda
bir uluslararası andlaşmanın tarafı olduğumuz için değil yine milletlerarası nezaket kurallarıyla

117
alakalı değil: Burada bulunmamızın nedeni ülkemizin menfaatlerini korumak. Bu o istisnalar
dışında olduğuna göre buradaki faaliyetimiz TBMM’nin verdiği izne göre gerçekleşiyor. Ancak
meclis bu izinleri süreli olarak veriyor, süre bittiğinde de her defasında da yeniden TBMM
tarafından yeniden görüşülüp karara bağlanıyor.

F)TBMM’nin BİLGİ EDİNME ve DENETİM YOLLARI:


 Madde 98, okuyun. Yasama fonksiyonundan bahsederken tüm dünyada parlamentoların 2 temel işlevi
vardır: Birincisi yasama fonksiyonunu icra etmek, ikincisi ise yürütmeyi denetlemek, bu denetim
yetkisi parlamenter sitemlerde daha belirgindir çünkü parlamenter sistemde yürütmenin sorumlu
kanadı olan bakanlar kurulu, meclisin içerisinden çıkar yani yasamadan doğar ve ona karşı sorumlu
olarak görev yürütür demiştik. Bu sorumluluk görevde kaldığı müddetçe devam eder, bu sorumluluğu
işletme yöntemi de güven oylaması ve gensoru gibi uygulamalardı. Ancak sert kuvvetler ayrılığına
dayanan sistemlerde ise bu denetim yetkisi parlamenter sisteme nazaran biraz daha geri plandadır.

 TBMM’de bu 2 işlevden yani yürütmeyi denetlemek noktasına 2017 öncesinde daha etkin bir şekilde
denetim yetkisini sürdürebiliyordu; 2017 değişikliği ile birlikte sistem değiştiği için, sert kuvvetler
ayrılığına dayanan bir sistem olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi kabul edildiği için denetim
yetkisi de buna göre revize edildi yani 98. maddede değişikliğe gidildi TBMM’nin bilgi edinme ve
denetim yolları noktasında değişikliğe gidildi. Bu değişiklikler şu şekilde: Soru uygulaması var, sorunun
2 biçimi vardı 2017 öncesinde yazılı ve sözlü soru olmak üzere: Buradaki yazılı ve sözlü ayrımı sorma
biçimiyle alakalı değil, sorulma biçimi yazılı olmak zorunda, bir önerge şeklinde olmak zorunda, cevap
verme usulüyle alakalı yazılı ve sözlü soru ayrımı. Millet vekilleri sözlü olarak cevap vermesini
isteyebiliyordu muhatabı olan bakanlar kurulu üyesinin ama o dönem için düşünüldüğünde bakanlar
kurulu üyeleri de millet vekili oldukları için mecliste onlara ayrılmış bir yer vardı ve meclis
çalışmalarına katılıyorlardı. Dolayısıyla meclis çalışmalarına katıldıkları için de kendilerine sorulan
sorunun cevabını sözlü olarak verme imkanları vardı ama 2017 değişikliği ile yürütme artık tek kişi,
onun kabinesi, bakanları var ama kabine üyeleri ya da CB meclis çalışmalarına katılmıyor-katılamıyor.
Dolayısıyla sözlü olarak gelip mecliste bir soruyu cevaplamaları işlevsiz, anlamsız olur o nedenle sözlü
soru uygulaması kaldırıldı, birincisi bu.

 İkincisi ise parlamenter sistemin temel denetim amacı, siyasal denetim amacı olan gensoru
uygulaması da yine anayasadan çıkarıldı çünkü artık sert kuvvetler ayrılığı var, sert kuvvetler ayrılığının
bir gereği olarak da yasama ve yürütme birbirlerinin alanına müdahale etmeyecek, görev süresine
dokunmayacak yani meclis siyaseten CB’nı düşürme yetkisine sahip değil, böyle bir yetki yok o
nedenle gensoru uygulaması da artık yok, kaldırıldı.

 Onun dışında TBMM’nin 4 tane bilgi edinme ve denetim yolu 98. maddede sayılıyor: 1. fıkrayı okuyun.
Burada bilgi edinme ve denetleme yöntemi olarak “yazılı soru, meclis araştırması, meclis soruşturması
ve genel görüşme” yöntemleri 98. maddede sayılmış.

1) “Yazılı soru” uygulaması, millet vekillerinin yazılı bir önergeyle CB yardımcısı ya da bakanlar
tarafından 15 gün içerisinde cevaplandırılmak üzere bilgi istemelerinden ibaret. Buradaki istenilen
bilgi, yürütmenin faaliyet alanına ilişkin olacak yani yürütmenin sürdürdüğü faaliyetler hakkında
bilgi edinmek isteyen bir milletvekili bir yazılı önerge biçiminde bu soruyu yöneltecek ve soru CB
yardımcısı ya da ilgili bakan tarafından yazılı olarak TBMM’ne bildirilecek. Bu bir önerge şeklinde
hazırlanıyor ve önergenin 1 millet vekili tarafından imzalanması yeterli; meclis başkanına veriliyor,
meclis başkanı bunu iletiyor ve daha sonra ilgili bakan ya da CB yardımcısı bu konuya ilişkin yazılı
cevabı 15 gün içerisinde meclise sunuyor. 15 gün içerisinde sunmazsa yapılacak bir şey yok, en

118
fazla cevap verilmediğine ilişkin meclis genel kuruluna başkanlık bilgi verir. Sorunun konusu
yürütme faaliyetlerine ilişkin olacak ama onun dışında herhangi bir sınır getirilmemiş ama
sorulamayacak sorular var, iç tüzük bunun detayını düzenlemiş. İç tüzüğe göre şekil şartları var 500
kelimeyi aşmamalı soru metni, suçlandırıcı ifadeler içermeyecek gibi; onun dışında sorulamayacak
sorular var: Birincisi CB, CB yardımcısı ya da bakanlara özel hayatını ilgilendiren sorular sorulamaz,
yürütme faaliyetine ilişkin soru sorulacak. İkincisi olağan bilgi edinme yöntemleriyle elde
edilebilecek sorular da CB, CB yardımcısı ya da bakanlara sorulamaz; olağan olarak elde
edilebilecek bilgiden kasıt: Ör: Bir bakanlık yürüttüğü faaliyetlerle ilgili olarak internet sitesinde
istatistikler yanılamış, bilgiler vermiş diyelim; orada yer alan bir bilginin kolayca edinilmesi
mümkündür. Millet vekili, ilgili bakanlığın internet sayfasından bunu öğrenebilecekken bu konuda
bana bakanın kendisi cevap versin diyerek soru soramaz. Bunun dışında yürütmenin faaliyet
alanına ilişkin olarak her konu yazılı sorunun konusu olabilir ama soru sorulduktan sonra 15 gün
içerisinde cevaplanacak, anayasa böyle diyor ama 15 gün içerisinde cevap gelmezse bunun bir
müeyyidesi yok. Soru neticesinde eğer soru cevaplanmışsa cevap başkan tarafından katip üye
vasıtasıyla genel kurulda okunur ve bilgi verilmiş olur.

2) “Meclis araştırması”: Belli bir konuda bilgi edinmek için yapılan incelemelerden ibarettir, meclis
araştırması. Yani TBMM bu yöntemi kullanarak belirli bir konuyu araştırır. Meclis araştırması
yöntemini devreye sokabilmek için yine bir öneri-önerge lazım: Bu önerge için siyasi parti grupları
ya da en az 20 millet vekili meclis araştırması için önerge verebilir, buna ilişkin çoğunluklar iç
tüzükte düzenlenmiş. Bir önerge verilecek, bu önerge TBMM tarafından kabul edilirse, meclis
araştırması eliyle bir konunun araştırılması genel kurulda kabul edilirse TBMM kendi içerisinden
bir komisyon oluşturur ve bu komisyon eliyle bir konuyu araştırır. Komisyonlardan bahsederken
geçici komisyonlar ve daimi komisyonlar var demiştik. “Geçici komisyonlara” örnek olarak da
“meclis araştırma komisyonunu” örnek olarak vermiştik. Meclis araştırma komisyonu yine siyasi
parti gruplarının üyeleri oranında temsili sağlanacak şekilde hazırlanır ve meclis oluştuktan sonra
da çalışmaya başlar (hoca sanırım komisyon demek istedi). Meclis araştırması komisyonu, iç
tüzükte detayları düzenlenmiş; kamu kurum ve kuruluşlarından her türlü bilgi ve belgeyi alma
yetkisine sahip, ilgili kişileri çağırıp dinleme yetkisine sahip, bunlar düzenlenmiş ama uygulamada
çok sıkıntılar yaşanıyor bazı konularda. Çünkü meclis araştırması komisyonunun kişileri, özellikle
kamu görevlilerinden bazılarını zorla getirip komisyonda bilgi vermesini sağlayamıyor; böyle bir
yetkisi yok. Üstelik çağırılan bu kişilerin devlet sırrını ileri sürmeleri durumunda istenilen bilgilerin
devlet sırrı olduğunu ileri sürmeleri durumundan akim(?) kalıyor çoğu zaman bu çalışmalar. Hem
yakın zamanlarda önemli araştırma komisyonlarından biri darbeleri araştırma komisyonuydu;
darbeleri araştırma komisyonu, paralel devlet yapılanması, Fetö örgütünün yaptığı 15 Temmuz
kalkışması noktasında da araştırma sınırları-konusu içerisinde olduğu için dönemin genel kurmay
başkanı Hulusi Akar’ı dinlemek üzere çağırdı, Hulusi Akar gelmedi; MİT Müsteşarını çağırdı ama o
da gitmedi: Bunları zorla getirme imkanı yok dolayısıyla meclisin araştırması bilgiye ulaşma
noktasında önü açıldığı kadar faydalı olabiliyor. Vaktiyle Susurluk araştırma komisyonu
kurulmuştu, o komisyon baya etkili çalışmıştı, önemli hususlar ortaya konabilmişti. Ancak şunu
söylemek gerek: Meclis araştırma komisyonu aslında mazeret ileri sürülmeksizin herkesin gidip
gereken bilgiyi vermesi gereken, gerçekten etkili bir şey olması lazım. ABD’de, orada da sert
kuvvetler ayrılığı olduğu için bazen kıyaslıyoruz, kongrenin komiteleri var; bunlardan kimileri daimi
kimisi belirli olaylar üzerine çalışan-kurulan komiteler. Bu komiteler eliyle kongre, gerek başkanın
yapmış olduğu atamalardaki atanacak kişileri, başkanın atadığı kişileri dinleyerek, onları mülakata
tabi tutarak yapıyor; bazen de önemli konularda ilgili kamu görevlilerini çağırarak onları mülakata
tabi tutuyor, bunlara “Dinleme” anlamında “hearing” deniliyor ve bunların son derece etkili
olduğu görülüyor. Çünkü orada gidip de yalan beyanda bulunmak çok ciddi bir suç ya da bilgi

119
gizlemek ve bu komitelerin çalışmaları da canlı olarak medyada veriliyor; medya büyük ilgi
gösteriyor, etkili sonuçlar doğurabiliyor ancak bizde maalesef kamuoyundaki baskı da yeterince
olmuyor ve beklenen çoğu zaman elde edilemiyor. Zaten meclis araştırması dediğimiz şey
neticesine sonuç bağlanmış bir şey değil. Yani meclis araştırması neticesinde konu inceleniyor,
araştırma yapılıyor, bilgiler toplanıyor ve bir rapor şeklinde genel kurula sunuluyor: Genel kurulun
bu rapor üzerine yaptığı bir işlem yok yani bir genel görüşme açılmıyor, bir genel görüşme istenirse
ayrı bir şekilde bir yol olarak izlenebilir-açılabilir, onun dışında meclis bir karar almıyor. Dolayısıyla
bir sorumluluk doğuracak yol değil meclis araştırması ama yürütmenin işleyişinden kaynaklanan
eksiklikler tespit edilmişse bu noktalarda yürütmenin dikkati çekilebilir, rapor onlara iletilebilir;
yine suç bulgusuna rastlanılmışsa raporda bunun delilleri varsa adli merciler harekete geçirilebilir;
onlara bildirilebilir ama onun dışında bir karar alınmıyor, bir oylama yapılmıyor mecliste, meclis
araştırması açısından.

3) Bir diğer yöntem “genel görüşme”: Genel görüşme, toplumu ve devlet faaliyetlerini ilgilendiren
belli bir konunun TBMM genel kurulunda görüşülmesi şeklidir. Genel görüşmede bir komisyon
süreci falan yok, genel görüşmede sadece toplum ve devlet faaliyetini ilgilendiren bir konuda
TBMM özel bir gündem belirler ve bu gündem geldiğinde gündemde genel görüşme geldiğinde o
konuda mecliste görüşme açılır. Genel görüşme talep edebilmek için yine siyasi parti grupları
önergeyle başvururlar, önerge kabul edilirse o konu özel bir gündemde yerini alır genel görüşme
olarak ve gündemdeki yeri geldiğinde de o konuda siyasi parti temsilcileri, şahsı adına millet
vekilleri konuşurlar; neticede yine bir karar alınmayacak, herhangi bir sorumluluk doğmayacak. O
halde niye böyle bir yöntem kullanıyor meclis zaman zaman? Meclis, bu genel görüşme yöntemi,
kamuoyuna mesaj vermek şeklinde kullanılabilir, çünkü bir konuyu özel bir gündem olarak alıp
konuşmak, o konuya meclis tarafından verilen önemi gösterir. Bazen de yurt dışına yani yabancı,
uluslararası alanda yani dış politikaya anlamında mesaj vermek için de kullanılabilir bu yöntem.
Çoğu zaman, önceleri hep Kıbrıs Barış Harekatının yıl dönümünde meclis genel kurulu Kıbrıs
Sorununa ilişkin genel görüşme açılır ve o konu görüşülürdü, gibi. Yani dış politikaya da mesaj
vermek noktasında da bir etki doğurabilir. Genel görüşmede gizli oturum olmaz genellikle çünkü
amacına aykırı ancak bilgi verme noktasında bir genel görüşme açılır ve hükümetten bilgi istenirse
o süreç içerisinde açıklanacak bilgilerin mahiyetine göre kapalı oturum yapılması istenirse kapalı
oturum kullanılabilir; kapalı oturum ayrı bir yöntem, genel görüşme için de kullanılabilir, herhangi
bir konunun görüşülmesi için de bu noktada kullanılabilir: Kapalı oturum da yine önerge şeklinde
meclis başkanlığına verilir, kabul edilirse oturum gizli/kapalı gerçekleşir ve onun da belli bir süre
boyunca açıklanmaması şartı var, 10 yıl, daha sonra meclisin izniyle açıklanabilir: Çoğu zaman
TV’deki analistler tarafından dile getirilen şeylerin meclis tarafından tekrar konuşulması gibi bir
şey, çok da bir şey yok ama kapalı oturum bir yöntem, o da yine TBMM’nin alacağı bir kararla
gerçekleşir. Kapalı oturumda dile getirilen şeyleri dışarıda tekrarlamak yasak millet vekilleri için,
meclis 10 yıl sonra izin verirse açıklanabiliyor; 10 yıl boyunca orada ne konuşulduğunu millet
vekilleri açığa vurmayacak. Toplumu ve devlet faaliyetlerini ilgilendiren belirli bir konunun TBMM
genel kurulunda özel bir gündemle görüşülmesidir genel görüşme. Ör: Kadına karşı şiddet
noktasında bir genel görüşme açılabilir. Burada sonuç doğurucu bir durum yok ama bir mesaj
verilmiş oluyor, onun dışında genel görüşmede belki daha sonra bir kanun teklif etme şeklinde bir
harekete geçilebilir ama doğrudan sonuç doğuran bir uygulama değil.
Yazılı soru, genel görüşme ve meclis araştırması TBMM’nin bilgi edinme yöntemleri yani TBMM bu
araçlarla bilgi ediniyor. Meclis soruşturması ise bilgi edinmenin ötesinde bir denetim aracıdır. Ama
yazılı soru, meclis araştırması ve genel görüşmenin asıl amacı bilgi edinmek, denetim noktasında
dolaylı olarak çok düşük etkileri olabilir, doğrudan bir etkileri yok. Meclis soruşturması ama
doğrudan bir denetim aracıdır.

120
4) “Meclis soruşturması”, CB yardımcıları ve bakanlar hakkında 106. maddenin 5., 6. ve 7. fıkraları
uyarınca yapılan soruşturmadan ibarettir şeklinde düzenleme var. Meclis soruşturması burada CB
yardımcıları ve bakanların cezai sorumlulukları noktasında işletilen bir yöntem olarak ifade edilmiş
ancak burada şu eksiklik var: CB’nın da işlediği iddia edilen bir suçtan dolayı sorumluluğunun
işletilebilmesinin yöntemi yine meclis soruşturması. Yürütmeyi oluşturan kişilerin yani CB, CB
yardımcıları ve bakanların cezai sorumluluklarının işletilmesi noktasında uygulanan usul meclis
soruşturması. Ancak yürütmeyi oluşturan kişilerin cezai sorumluluklarının kapsamı noktasında bir
farklılık var, şöyle ki:

CB’nın işlediği iddia edilen bütün suçların ama görev süresi içerisinde işlediği iddia edilen
bütün suçların usulü bu usul, meclis soruşturması. Yani CB açısından görev suçu, şahsi suçu
ayrımı yapılmamış anayasa tarafından; AY105. madde CB’nın cezai sorumluluğunu düzenliyor,
okuyun. CB hakkında diyor ki “Bir suç işlediği iddiasıyla” diyor, nasıl bir suç olduğu ayrımı
yapılmamış: Herhangi bir suç; hangi suç olursa olsun CB’nın bir suç işlediği iddia ediliyorsa o
zaman bunun yöntemi meclis soruşturması demek. Bunun yapım usulü: Meclisin üye tam
sayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir yani 301 millet
vekili diyecek ki: “CB şöyle bir suç işledi, o suç yargılansın daha ziyade bu soruşturulsun.”; 301
bulunduysa bir önerge verilebilir CB’nın işlediği iddia edilen bir suçun soruşturulması için.
Soruşturma önergesi TBMM’nde görüşülüyor, en geç 1 ay içerisinde görüşülecek ve görüşme
neticesinde bir oylama yapılacak: Bu oylama, meclis soruşturması açıp bir komisyon eliyle bu
hususu soruşturalım mı, soruşturmayalım mı? Bu aşamada eğer meclisin 3/5’ü yani 360 millet
vekili “Evet, bu husus ciddi, bu husus bir komisyon eliyle soruşturulsun.” şeklinde oy
kullanırsa o zaman bir soruşturma komisyonu oluşturulur. 15 kişiden oluşan bir soruşturma
komisyonu.

Komisyonun oluşumu: Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde meclisteki siyasi


partilerin güçleri oranında komisyona verebilecekleri üye sayısının 3 katı olarak gösterecekleri
adaylar arasından her siyasi parti için ayrı ayrı ad çekme suretiyle kurulacak 15 kişilik bir
komisyon tarafından soruşturma yapılır. Siyasi partilerin üyeleri oranında katılım sağlanacak
şekilde dağılım yapılıyor; her siyasi partiye düşecek milletvekili sayısının 3 katı kadar her siyasi
parti aday gösteriyor ve daha sonra bunlar arasından kura ile hangi millet vekilinin
komisyonda yer alacağı belirleniyor ve bu komisyon soruşturmayı yapıyor. Soruşturmanın
süresi 2 ay; 2 ay içerisinde meclis başkanlığına soruşturma raporu verilir: Bu süre içerisinde
tamamlanamazsa soruşturma, 1 aylık ek bir süre verilir.

+CB görevini sürdürüyorsa ve mecliste çoğunluğu varsa bu yol işletilemez. Ama CB’nın görevi
sona erdikten sonra da görev süresi içerisinde işlediği iddia edilen herhangi bir suçun
soruşturması da yine bu usulle yapılır. Dolayısıyla CB’nın görev süresi biter, iktidar el
değiştirir; sonraki gelen meclis bu yönde bir yola giderse o zaman bir sonuç doğurabilir. Ama
kolay işletilebilecek bir ol da değil, bu eleştirilen hususlardan bir tanesi:

Birincisi CB açısından cezai sorumluluğun kişisel suç-şahsi suç ayrımı yapılmaksızın bütün suç
iddialarının meclis soruşturması eliyle yapılması; bu bir eleştiri konusu. Çünkü 2017
öncesinde CB sorumsuz bir kişiydi. Cezai anlamda sorumsuzluğu vardı ama şahsi suçlar için
değil, görev suçları için. Onun istisnası da “vatana ihanet” durumuydu. Vatana ihanetin de
işletilebilmesi de zordu çünkü meclisin üçte biri teklif edecek ve dörtte üçü “CB vatana
ihanetten yargılansın.” demeliydi; çok yüksek bir rakamdı. Ancak şimdi yeni sistemde 3/4
çoğunluk 2/3’ye düşürüldü. Bu olumlu bir gelişme. Ancak önceki sistemde, 2017 öncesindeki

121
parlamenter sistem uygulamamızda CB’nın şahsi suçları bunun dışındaydı. CB’nın şahsi suçları
için normal savcılar yetkiliydi ama CB dokunulmazlıktan faydalanır, deniliyordu.
Dokunulmazlık hükümleri çerçevesinde yani görev süresi bittikten sonra CB’nın şahsi bir suçu
sorgulanır ama normal bir savcı tarafından, herhangi bir çoğunluktu meclisti vb devre dışı
kalacak şekilde. Şimdi ise mevcut uygulamada çoğunluk düşürüldü ama CB’nın bütün suçları
bu kapsam içerisinde değerlendirildi yani CB birine hakaret etse, birini dövse, birini vursa;
bunlar hep şahsi suçlar yani herkesin işleyebileceği suç tipleri; özel bir suç tipi değil bunlar,
herkes işeyebilir dolayısıyla CB’nın bir kişiye yapmış olduğu hakareti soruşturmak için meclis
niye 2/3 çoğunlukla tüm bu usulleri geçsin de bir sürü uğraşsın da sonrasında CB yüce
divanda birine hakaret etti diye yargılansın… CB’na karşı maddi-manevi tazminat davaları
açılabilir, o işin hukuki boyutu, hukuki anlamda CB’nın herhangi bir sorumsuzluğu yok yeni
sistemde ama işin hukuki boyutu: Cezai boyutundan bahsediyoruz şu an. CB birini dövdü;
normal bir kişi birini dövse, şiddete maruz kalan kişi savcıya şikayette bulunur ve savcı onun
hakkını korur, onun hakkının iade edilmesi için dava açar ya da Cengiz hoca tarafından
hakarete uğrayan biri, şikayete tabi bir suç, Cumhuriyet savcısına başvurur, kamu davası
açılması yönünde iddianame düzenler; Şimdi şu husus eleştiriliyor: CB birine hakaret ederse
hakarete uğrayan kişi hakkını savunmak için millet vekillerini yani 301 millet vekilini önce ikna
edecek ya da 301 millet vekili bu hakaretin neticesinde ortaya çıkan durumun giderilmesi için
harekete geçecek ve meclis soruşturması açılmasını isteyecek: O da yetmedi ondan sonra
meclis soruşturması açılsın diye bu defa üye tam sayısının beşte üçü yani 360 millet vekili
“Evet, bir meclis soruşturması yoluyla biz bunu soruşturalım.” diyecek ve o soruşturma
neticesinde soruşturma raporu CB’nın aleyhine çıkacak ve diyecek ki “Yargılansın bu suçtan
dolayı yüce divanda.”; bunun oy çoğunluğu ise mecliste 400 millet vekilinin yani üye tam
sayısının üçte ikisinin oyuyla bu suçtan dolayı CB yargılansın diyecek. Şimdi bu işletilebilmesi
pek mümkün olmayan bir yol-yöntem. Yani 400 millet vekilini birden, CB’nın görevi sona
ermiş olsa bile sonradan tüm meclis çoğunlukları değişse bile, CB aleyhine harekete geçirmek
zor bir şeydir. Üstelik onun dışında bir intikam duygusuyla hareket edilmesi lazım yoksa millet
vekilleri “Aman, vaktiyle birine hakaret etmiş, şimdi ondan dolayı bu kadar yolu mu tepicez?”
derler. O açıdan eleştiriliyor.

Olması gereken CB’nın görevi ile ilgili suçların yargılanma usulünün, soruşturulma usulünün
bu şekilde olması; şahsi bir suçundan dolayı soruşturmanın ise görev süresinin sonuna
bırakılmasına ilişkin bir hüküm getirilmesi ve görev süresi bittikten sonra da şahsi suç
dolayısıyla bir iddia varsa o da Cumhuriyet savcıları tarafından soruşturulmalı.

Meclis soruşturması usulü CB yardımcıları ve bakanlar için de işletilecek yol. CB yardımcıları


ve bakanların cezai sorumluluklarına ilişkin husus 106. maddede düzenlenmiş 5. fıkrada,
okuyun. Burada görev suçu şahsi suç ayrımı yapılmış CB yardımcısıyla bakanlar için. Usul yine
aynı, çoğunluklar yine aynı CB’nındaki gibi (105. madde). CB, CB yardımcıları ve bakanların
cezai sorumlulukları noktasında eleştirilen bir diğer husus da şu: Önceki sistemde yani 2017
öncesindeki sistemde meclis soruşturması yoluna başlayabilmek için gereken çoğunluk üye
tam sayısının onda biriydi yani 550 millet vekilinden 55’i, bir bakanın görevi dolayısıyla işlediği
iddia edilen bir suç için soruşturma açılmasını isteyebiliyordu, daha ulaşılabilir bir sayı ama
tabi o bakan mecliste görev sürdürüyorsa ve mecliste çoğunluğu varsa sonraki aşamaya
geçmesi pek mümkün değil ama daha ulaşılabilir bir sayıyla bu yol başlatılabiliyordu. İkincisi,
meclis soruşturması neticesinde bakanın yüce divana sevk edilmesi için gereken çoğunluk,
üye tam sayısının salt çoğunluğuydu bakanın yüce divanda yargılanması için yani 550’de 276
oy bulunursa bakan yüce divana sevk ediliyordu göreviyle ilgili bir suç iddiasıyla yargılanması

122
için. Buna ilaven; şimdi bu sayılar yükseltildi, soruşturma açılmasını istemek için bir defa 301
lazım, nihayetinde yüce divana sevk etmek için 400 vekil lazım; 2017 öncesinde bir bakan
eğer yüce divana sevk kararı alınırsa bir bakan hakkında ve o bakan görevindeyse, görevini
sürdüren bir bakan için işletilmişse bu yol, bakanın bakanlığı otomatik düşüyordu, yerine bir
başka bakan ataması yapılıyordu. Sevk kararı, meclis soruşturması, görevdeki bir başbakan
hakkında işletilmiş ve başbakan yüce divana sevk edilmişse, böyle bir karar almışsa meclis,
hükümet düşmüş sayılıyordu ve yeni hükümet kurma çalışmaları yapılmak durumundaydı. CB
hakkında da, hiç gerçekleşmedi ama zaten işletilmesi çok zordu, böyle bir karar alınırsa yani
yüce divana sevk kararı alınırsa CB’nın da görevinin düştüğü doktrin tarafından kabul
ediliyordu.

Şimdi uygulamada; 2017 sonrası getirilen düzenlemeyle; gerek CB’nın yüce divana sevki
durumunda gerekse CB yardımcıları ve bakanlar hakkında verilen yüce divana sevk kararları
otomatik olarak görevi düşürmüyor yani bu durumda ilgili kişiler yüne görevlerine devam
ediyorlar. Anayasanın düzenlenmesine göre görevleri yapılan yargılama neticesinde ki
yargılama 3 ay içerisinde bitirilmek durumunda, eğer 3 ayda bitmezse ek 3 ay bir süre süre
daha kullanıyor AYM, 6 ayda bu iş bitecek; diyelim ki uzadı, 6 ay sonucunda şayet millet vekili
seçilme yeterliliğine engel bir suçtan dolayı mahkumiyet verilirse ve bu mahkumiyet
kesinleşirse o takdirde görevlerinden düşmüş oluyor bu kişiler. Yani yüce divana sevk
otomatik olarak görevden düşürmüyor önceki gibi. Şimdi bu uygulamanın, bu düzenlemenin
lehine de aleyhine de görüşler ileri sürülebilir:

Lehine görüş: AY 38. maddede “ Hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararı olmadıkça kimse
suçlu sayılamaz.” diyor yani suçsuzluk karinesi. Dolayısıyla suçsuzluk karinesi anayasanın bir
ilave hükmüyse o zaman hakkında suç işlediği iddiası olan bir kişinin; bu kişi CB, CB yardımcısı
ya da bakan olabilir; böyle bir isim için de suçsuzluk karinesi geçerlidir. Dolayısıyla onun
hakkında yargılanması için bir karar alındığında henüz ortada kesinleşmiş bir karar yoksa
kesinleşmiş bir karar varmış gibi görevinin sona erdirilmesinin sebepsiz olması şeklinde şehine
bir görüş ileri sürülebilir.

Bu düzenlemenin aleyhine görüşler ise şu şekilde: Yüce divan olarak görev yapan AYM
üyelerinin büyük bölümünün CB tarafından atanması ama illa görevdeki CB atamış değildir;
üyelerin daha önceki CB tarafından da atanmış olması ihtimali var ama en nihayetinde yine
böyle bir ihtimal söz konusu. Atadığı kişiler tarafından yargılanması adil yargılanmaya halel
getirebilir şeklinde bir görüş. Bunun dışında bir de şu var, belki daha çarpıcı-önemli olan:
Cumhurbaşkanlığı gibi, CB yardımcılığı gibi, bakanlık gibi makamlar leke götürmez
makamlardır, şaibe götürmez makamlardır. Dolayısıyla bu tür makamları kullanan kişilerin
hem bu makamdaki görevlerini sürdürüp yetkilerini kullanmaları, öte taraftan da üzerlerinde
böyle bir lekeyi, şaibeyi taşımaları uygun değildir, uzlaşmaz: Başlı başına böyle bir şaibe ve
leke bile görevin sona ermesi için yeterlidir deniliyor. Ancak burada şunu da belirtmek lazım:
Sert kuvvetler ayrılığının temel modeli olan Amerikan tipi başkanlık sisteminde de yine
başkan hakkında “İmpagment” yolu işletilse bile başkan, yargılama süreci içerisinde yani
senato tarafından yargılanırken yine başkanlık görevine devam ediyor. Dolayısıyla oraya
paralel bir şekilde bir düzenleme düşünülmüş olabilir yapılırken. CB yardımcıları ve bakanlar
için görev suçları dolayısıyla, CB içinse işlediği iddia edilen bütün suçlar dolayısıyla soruşturma
usulü meclis soruşturması usulüdür.

123
Bakanlar ve CB yardımcıları, görevleriyle ilgili işledikleri iddia edilen suçlar dolayısıyla meclis
soruşturma usulüyle; şahsi suçları dolayısıylaysa CB yardımcıları ve bakanlar yasama
dokunulmazlığından faydalanıyorlar. Yani CB yardımcısı ve bakanlar için ağır cezayı gerektiren
bir suçüstü durumu olmadıkça ya da atanmalarından önce, bu göreve gelmelerinden önce
soruşturmasına başlanılmış anayasanın 14. maddesine ilişkin bir durum söz konusu olmadığı
müddetçe CB (?), CB yardımcıları ve bakanlar hakkındaki şahsi suçlarının soruşturulması,
görevlerinin bitiminin sonuna bırakılıyor.

+Yeni sistem, hükümet sistemine ilişkin 2017 değişikliği kuvvetlerin sert biçimde ayrıldığı
başkanlık sistemi türevi, onun özelliklerini taşıyan ama tam olarak saf bir başkanlık sistemi
oluşturmayan bir sistem. Sert kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerde bağdaşmazlık kuralı
var, bağdaşmazlık kuralı: Bir kimsenin hem yasamada hem yürütmede görev alamayacaklarını
içeren kuraldır. Bağdaşmazlık kuralı, bizim Cumhurbaşkanlığı sistemi olarak isimlendirdiğimiz
sistemde geçerli; dolayısıyla bir kimse CB seçilirse millet vekilliği sona eriyor. Yine, CB
tarafından bir millet vekili bakan olarak ya da CB yardımcısı olarak atandığında yine millet
vekilliği sona eriyor. CB’nın işlediği iddia edilen bütün suçlar dolayısıyla soruşturma usulü
meclis soruşturmasıdır ama CB yardımcıları ve bakanların cezai sorumlulukları noktasında
görev suçu ve şahsi suçu ayrımı yapılıyor: Görev suçları dolayısıyla CB yardımcısı ve bakanların
meclis soruşturması usulüyle soruşturulur, şahsi suçları için ise dokunulmazlık hükümlerinden
faydalanırlar. CB ve bakanlar aynı zamanda millet vekili olamıyorlar ama kitapta yasama
dokunulmazlığından faydalandıkları yazılmış. CB ve bakanlar olamıyor diyor (soru bu)ama CB
için zaten dokunulmazlık diye bir şey yok; CB’nın bütün suçları meclis soruşturmasıyla
soruşturulduğu için CB yardımcıları ve bakanlar şeklinde düzeltmek gerek (soruyu): CB
yardımcısı ve bakanlar TBMM üyesi olmadıkları halde yani millet vekili olmadıkları halde
yasama dokunulmazlığından yararlanıyorlar: Bu eleştirilen bir husus, hoca da o görüşte, şöyle
ki: Millet vekili dokunulmazlığı denilen şey yasama organının yani TBMM’nin fiziksel
bütünlüğünü sağlamaya yönelik bir düzenleme yani millet vekilleri asılsız suç isnatlarıyla
meclis çalışmalarına katılmaktan alıkonulmasın; bunun amaçlandığı bir parlamenter
muafiyetti dokunulmazlık ve gerekli bir şey. Ama aynı şey bizim anayasa değişikliği ile, aynı
muafiyet, CB yardımcıları ve bakanların şahsi suçları dolayısıyla işledikleri iddia edilen suçlar
için de bu kişilere tanındı. Bunun eleştirecek yönü şu: Bir defa yasama dokunulmazlığı
dediğimiz şey meclisin bütünlüğünü sağlamaya yönelik bir tedbir. Bu kişiler yasama organında
görev almıyorlar. İkincisi bu kişiler, yürütme içerisinde görev alıyorlar. Yürütme içerisinde yer
alan bu kişilerin millet vekillerine sağlanan dokunulmazlıktan faydalanmaları yadırganabilir;
bu en basit bir eleştiri olarak ifade edilebilir. Bunun için şu düşünülmüş olabilir: “BU kişiler de
önemli görev ifa ediyorlar, yani CB yardımcıları ve bakanlar, onlara karşı da asılsız suç isnatları
dolayısıyla onlar da görevlerinden alıkonulmasınlar.” diye düşünülmüş olabilir, bu ileri
sürülebilir: Bu takdirde de bakılıyor; CB yardımcısı ve bakanların büyük olasılıkla zaten meclis
içerisinde gereken çoğunlukları var, dolayısıyla tehdit bu kişiler için nereden gelebilir? Tehdit
bu kişiler için, asılsız isnatlarla görevlerinin yerine getirilmesinin engellenmesi noktasında
tehdit, yargı organından gelebilir: Yargı bu noktada tehdit olabilir. Muhtemelen bunu
düzenlerken biraz bu 2016 15 Temmuz’daki Fetö terör örgütü taraftarlarının özellikle yargı
içerisinde yapmaya çalıştıkları faaliyetlerden tedirgin olunmuş olmalı ki “Yargıdan acaba
yürütmeye bu yönde bir tehdit gelir mi?” endişesiyle CB yardımcıları ve bakanlar için de
millet vekili dokunulmazlığından faydalanacaklarına ilişkin hüküm anayasa metnine konuldu.
Muhtemelen altında yatan bu ama buna da şöyle bir karşılık verilebilir: CB noktasında zaten
yargıdan gelecek bir tehdit yok çünkü yargı CB’nı doğrudan doğruya soruşturamıyor. CB’nın
görev süresi de sabit yani CB’nın yeri sağlam. CB’nın yardımcıları ve bakanlar için ise bu kişiler

124
zaten yürütmenin kaynağı değiller, bu kişiler yürütme noktasında CB’na yardımcı olan kişiler
ve CB yardımcısı ve bakan olarak atanabilmek için de 1 CBK yeterli; akşam bir CBK yazılır,
resmi gazetede sabah yayımlanır, yeni bir CB yardımcısı, yeni bir bakan göreve başlar. O
nedenle bu kişiler için yani bir kararnameyle çok kolay değiştirilebilen bu kişiler için böyle bir
güvencenin sağlanması, haliyle eleştiriliyor ki Cengiz hoca da o kanaatteymiş.

+Meclisle alakası olsun olmasın, bakan olarak atanan ya da CB yardımcısı olarak atanan her
kişi bu dokunulmazlıktan faydalanır, önceden millet vekili olup olmamayla bir alakası yok.

+Millet vekiliyken bakan olmak istisnai bir durum değil mi? CB, bir kişiyi millet vekilliğinden
bakan olarak atadığı zaman partisinden 1 sandalyeyi kaybetmiş demektir dolayısıyla pek
tercih edilen bir şey değil ama diğer taraftan şu da var: Bazı isimlerin sistem içerisinde
kalması için yani onları riske etmemek adına siyasi parti liderleri, millet vekili adayı olarak
gösterebilir; seçildikten sonra da o kişiyi bakan ya da CB yardımcısı olarak yanına alabilir yani
sandalye kaybını göze alabilir, bazı kişiler için bunu gerçekleştirebilir. Hocanın şeytanın
avukatlığına soyunarak verdiği (sanırım böyle dedi ilk defa duydum djdjjd Bu arada arkadaşlar
sesler bazen anlaşılmıyor, cızırtı geliyor vs vs kendim düzeltiyorum kelimeleri, cümleleri falan.
Mesela hoca yayınlamak diyordu sürekli sanırım yayımlamak diyormuş ama bence
yayınlamak çıkıyor ağzından neyse işte hani kusura bakmayın elimden geleni yapıyorum ve
duyduğumu yazmaya çalışıyorum. Bazen uzun uzun sesi kesiliyor falan artık affınıza
sığınıyorum zaten hocanın kendisi de sürekli daha doğrusu vs vs düzeltiyor olur o kadar
djjjdjd Neyse çok uzattım devam edelim) Örnek: Yargının hedefinde bulunan bir siyasiyi
düşünün, CB’na yakın bir isim. CB bu ismi riske etmek istemeyebilir yani “Bunu millet vekili
olarak göstermeyeyim, sandalye kaybı olmasın, onun yerine nasılsa ben CB seçileceğim, onu
da bakan olarak atarım ya da CB yardımcısı olarak atarım.” şeklinde riske etmek istemeyebilir.
Çünkü seçilip seçilmeyeceği en nihayetinde garanti değil, onun yerine o ismi garantiye almak
için, kendine yakın bir isim olabilir ve yargının hedefinde olan-hakkında soruşturma devam
eden, soruşturma açılmış, millet vekili dolayısıyla bekleyen dosyası bulunan biri olabilir, “Onu
riske etmek yerine millet vekili olarak kazanabileceği yerden aday gösterelim, o cepte-
kenarda dursun. Onun dışında aritmetiğe göre meclisteki, gerekirse bakan ya da CB
yardımcısı olarak alırım.” şeklinde düşünebilir. Millet vekili kaybı olarak nitelenen genel
mantık odur. Millet vekillerinden birini atarsa sandalye kaybı olur ama bazen de bu tür şeyler
olabilir, riske etmek istemediği ismi de önce meclis, çünkü aynı anda yapıldığı için seçimler;
millet vekilliği şansını da yitirmek istemeyebilir o özel isimler için.

125
YÜRÜTME
 Yürütme, anayasanın 101. maddesiyle başlar. İlk önce organik anlamda yürütmeden bahsedeceğiz
yani yürütmenin oluşumu noktasında anayasanın hükümlerini inceleyeceğiz. Daha sonra ise fonksiyon
olarak yürütme ve yürütmenin düzenleyici işlemlerine değinip, yürütme konusunu bitirmiş olacağız.

1)CUMHURBAŞKANI: MADDE 101-108


 2017 anayasa değişikliği ile birlikte sert kuvvetler ayrılığına dayanan “Monist yürütme” bir hükümet
sistemine geçildi: Buna “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denildi genel kabul olarak. Başkanlık
türevi bir sistem ama saf bir başkanlık sistemi getirmiyor. Anayasamıza göre yürütme monist yapıda
yani tek bir kişi yürütmeden sorumlu o da anayasaya göre “CB”. CB, yürütmeden sorumlu tek kişi,
yürütme yetkisine sahip tek kişi ancak CB tek başına yürütmedeki bütün görevleri ifa etmesi
beklenemez tek kişi açısından. O nedenle monist yapıdaki sistemlerde de “kabine” olarak
isimlendirilen yani “bakanlardan oluşan” bir organ karşımıza çıkar. Ancak, buradaki kabine bakanlar
kurulu şeklinde değil yani parlamenter sistemde yer alan bakanlar kurulu ya da kabine olarak
isimlendirilen organ gibi değil; buradaki kabine sadece CB’na yardımcı olan isimlerden ibaret. Yani bir
karar alma yetkileri yok, “bütün sorumluluk ve yetki CB’na ait”. Bu sistemde kabinenin ortak bir
sorumluluğu yok. Bakanların yürütmüş oldukları görev dolaysıyla sorumlulukları da doğrudan CB’na ait
çünkü bakanların atanması ve görevlerine son verilmesi tamamen CB’nın elinde.

 CB seçilecek olan kişilerin sahip olması gereken nitelikler yani CB’nın adaylığının gerçekleşme şekli ve
CB’nın seçilme şekli: Bu husus anayasanın 101. maddesinde düzenleniyor, okuyun. Burada CB’nın
seçilme niteliği olarak saydıkları:

1. 40 yaş, yaşı olarak sayılmış.

2. Öğrenim şartı, yükseköğrenim yapmış olmak sayılmış.

3. Millet vekili seçilme yeterliliğine sahip, ifadesiyle milletvekillerinin seçilme yeterliliğini düzenleyen
maddeye atıfta bulunulmuş.

4. Ve vatandaşlık şartı sayılmış. Vatandaşlık noktasında özel bir düzenleme yok: Vatandaşlığı
doğuştan ya da sonradan kazanmak bir farklılık arz etmiyor CB açısından, aynı şekilde
milletvekilliği açısından da herhangi bir fark yok. Ancak ABD’de başkan olabilmek için doğuştan
Amerikalı olmak lazım, senatör seçilmek içinse son 16(?) yıldır vatandaş olmak gerekiyor; bizde
böyle bir şey yok vatandaşlık noktasında özel düzenleme yok.

Milletvekili seçilme yeterliliğinden farklı olarak burada yaş yüksek yani CB için daha olgun bir
isim aday olabilecek diye düzenleme yapılmış. 40 yaşı doldurmuş olacak.

Öğrenim açısından da yükseköğrenim şartı konulmuş. Millet vekilliği içinse ilkokul(?).

Millet vekilliği açısından burada yazılı olanlardan farklı olarak: Kısıtlı olmamak var, kamu
hizmetinden yasaklı olmamak var, onun dışında belli bir süre ceza mahkumiyeti almamış
olmak var ve bazı suç tiplerini işlememiş olmak var: Bunlarda milletvekili seçilme yeterliliğine
olan atıf dolayısıyla söylenebilecek düzenlemeler.

126
 Fıkra II’deki hüküm genel kuralımız: Cumhurbaşkanının 5 yıl görev yapacağı ve 1 kişinin en çok 2 defa
yani 2 dönem (5+5) görev yapacağı bizim genel kuralımız. Bu 5+5 yıl şeklindeki 2 periyot kesin süre
değil, bu süreler de uzayabilir ya da kısalabilir:

Sürenin kısalması: Ör: Bir kimse CB seçildi, ilk defa CB seçildi, birinci dönemi ve göreve başladı; 5
yıl görev yapacak. Bu 5 yıl kısalabilir uzayabilir. Kısalması “erken seçim” dediğimiz durum. Erken
seçim kararını CB kendisi alabilir veya TBMM bu kararı alabilir. Erken seçim kararı alınırsa 5 yıl
dolmadan seçim yapılacak demektir. Erken seçim kararını birinci dönemindeki CB almak istemez,
TBMM ya da CB’nın kendisi erken seçim kararı alabilir ama CB’nın almış olduğu seçimleri
yenileme kararı-erken seçim kararı kendi seçiminin de yenilenmesi demek çünkü seçimler
birlikte yapılacak. Birinci döneminde CB bu yetkiyi kullanabilir, düşük bir ihtimal olsa da. Çünkü,
eğer TBMM’nde çoğunluğu sağlayamamışsa CB ve meclisle arasında çatışma yaşanıyorsa, güçler
çatışıyorsa (yasama ve yürütme çatışıyorsa) halktan da kendine teveccühün arttığını görürse;
uyumlu çalışabilmek için, kendi partisinden meclis çoğunluğu oluşsun diye bu yetkiyi kullanabilir.
Bunu ama ilk döneminde kullanabilir diyoruz çünkü ilk döneminde bu yetkiyi kullandığı zaman
bir daha seçilme hakkı var, tekrar seçime girebilecek, bu bir anlam ifade eder ama 5 yıl görev
yaptıktan sonra 2. defa seçilmiş bir CB, ikinci dönemindeyken bu yetkiyi kullanmaz çünkü 3. defa
seçime giremeyecek. O nedenle kendi görev süresini kısaltmaz yani amiyane(?) tabirle kendi
ayağına sıkmaz CB; 2. döneminde bu yetkiyi kullanmaz.

Sürenin uzaması durumu: Uzama nedenleri: Savaş ilan edilmişse, savaş dolayısıyla seçimlerin
yapılması mümkün değilse ya da sağlıklı bir şekilde yapılamayacaksa TBMM seçimlerin geri
bırakılmasına karar verebilir 1 yıl için, 1 yıl sonra yeniden değerlendiriliyor: Hala seçimlerin
yapılmasına imkan yoksa 1 yıl daha ve +1, +1 yıl şeklinde devam ediyor idi. Bu durumda CB
seçimiyle TBMM’nin seçimleri birlikte gerçekleştiği için yasama dönemi uzadığı gibi CB’nın görev
süresi de uzuyor. Bunun dışında CB’nın bu 5+5’in ötesinde yani 10 yılın ötesinde görev yapma
ihtimali olan bir durum daha var hatta 2 durum daha var. Durumlardan biri şu: CB seçildi, 5 yıl
görev yaptı, birinci dönemi tamamladı. Daha sonra yeniden seçime girdi ve yeniden kazandı
seçimi; 5 yıl daha görev süresi var yani CB ikinci döneminde, aynı kişi ikinci döneminde CB’lığı
icra ediyor. Bu 2. dönemde TBMM seçimleri yenileme kararı alırsa, seçimleri öne çekerse o
zaman CB’nın bu 2. dönemi, eksik kalan tamamlayamadığı bu dönem, dönemden sayılmıyor.
Yani CB 3. defa seçime girme hakkını elde etmiş oluyor: TBMM, CB ikinci dönemindeyken
seçimleri yenilerse, bu karar 2. dönemindeki CB’nı etkiliyorsa CB yeniden seçime girebilir: Bu
ikinci dönem, dönemden sayılmaz. Dolayısıyla CB 5 yıl görev yapmıştı diyelim, yeniden seçime
girdi kazanı; 5yıl daha yapacaktı ama 4. yılın sonunda TBMM seçimleri yeniledi, o zaman CB
tekrar aday olabilecek ve orada da kazanırsa +5 yıllık bir süreç daha var demektir CB’nın görev
yapacağı. Tekrar seçildikten sonra yine yine TBMM seçimleri yenileme kararı alırsa CB seçimlere
bu defa giremez çünkü anayasanın tabiriyle “Bir kez daha aday olabilir.” diyor anayasanın
ifadesiyle, dolayısıyla artık bunun devamı yok. Her defasında kullanılacak bir şey değil yani. 3.
defa aday olabiliyor yani CB. Bu sürenin uzayabileceği bir diğer durum daha: Ör:
Cumhurbaşkanının, CB’lığı makamında boşalma olması durumunda bu konuya ilişkin bir
düzenleme var: “Cumhurbaşkanlığı makamında boşalma olması durumunda 45 gün içerisinde
seçimlere gidilir.” diyor anayasa. Bu süre içerisinde de CB yardımcısı CB’lığı makamına vekalet
eder ve ona ait yetkileri kullanır; anayasa hükmü gereği. Bu CB’lığı makamındaki sürekli bir
boşalma durumunu ifade ediyor yani geçici bir boşalma değil yani CB ölmüştür, seçilme
yeterliliğini yitirmiştir, iyileşemez bir hastalığa tutulmuştur gibi bir durumda seçimler 45 gün
içerisinde yenilenir ve bu süre içerisinde CB yardımcısı CB’na vekalet eder. Bu boşalma anına
göre bir değişkenlik ortaya çıkıyor, o da şu: Eğer CB’lığındaki boşalma durumunda genel

127
seçimlere 1 yıldan az kalmış ise TBMM seçimleri de öne çekiliyor. Dolayısıyla yasama dönemi de
kısalmış oluyor. Ancak 1 yıldan çok varsa genel seçimlere o zaman sadece Cumhurbaşkanlığı
seçimi yapılıyor, sadece CB seçiliyor ve seçilen bu kişinin kullandığı süre-tamamladığı süre,
dönemden sayılmıyor. Ör: Seçim yaptık, CB ve meclis seçimleri birlikte yapıldı. A kişisi CB seçildi
ve daha sonra görev süresi içerisinde 2 yıl sonra CB olan A öldü; henüz seçimlerin birlikte
yapılması için gereken süreye 3 yıl daha var çünkü 1 dönem 5 yıl. Şimdi seçimler öne alınamıyor
o zaman CB seçilmeli. B seçimlerde aday oldu ve B kişisi 2 yıl sonra yapılan yani A’nın
ölümünden sonra yapılan seçimde B CB oldu. CB olan B 3 bir sonraki dönem olan 3 yıl sonra CB
ve TBMM seçimleri birlikte yapılacak. B’nin yapmış olduğu bu 3 yıllık görev, dönemden
sayılmıyor yani B, tekrar seçime girip kazanırsa bu 2. seçimle kazandığı dönem ilk dönemi yani 3
yıl bir periyot tamamladı ve ondan sonra seçimi kazandıysa bir 5 yıllık periyot var; bu periyot ilk
dönem olacak. O dönemi bitirdikten sonra da yeniden seçimlere girme hakkı var çünkü ilki
dönemden sayılmıyordu. Yeniden girecek şimdi ve yeniden kazandı; bir 5 yıllık periyot da öyle
var: O 5 yıllık periyodun sonunda-sonuna yakın bir dönemde, diyelim 4 yıl sonra-2. döneminin 4.
yılında TBMM seçimleri yenilerse o dönem de dönemden sayılmadığı için 1 kez daha seçilme
hakkı var ve yine katılır ve seçilirse bir 5 yılda öyle 17 yıl olur ve bu şekilde bir kişi 17 yıl görev
yapabilir. Tabi bu biraz zor bir ihtimal ama matematiksel olarak, anayasa tekniği açısından
olabilecek bir şey.

+Cumhurbaşkanlığına adaylık şartlarından birinin cumhurbaşkanlığına aday seçildikten sonra


eksikliğinin tespiti halinde CB’nın imzaladığı uluslararası andlaşmalar geçerliliğini korur mu?
Geçerliliğini korur, uluslararası sorumluluk ayrı bir şey, iç hukuktaki sorumluluk ayrı bir şey.

+Kitapta hali hazırda CB 2. döneminde yazıyor ve 2023’teki seçimlere doğru erken seçim kararı
alınırsa bir daha aday olabilir mi? Evet, 2023’ten önce TBMM erken seçim kararı alırsa mevcut
CB’mız yeniden aday olabilir. Yalnız bu noktada farklı görüşler var:

Bir görüş bu yani CB’nın şu an 2. dönemini yapıyor olduğu görüşü. Bir başka görüş daha var, o da
şu: “2017 yılında yapılan AY değişikliği bir hükümet sistemi değişikliği olduğu için 2017’yi biz
almalıyız çünkü kurallar değişti yeni bir sistem devreye girdi. Dolayısıyla onu biz milat olarak
kabul edeceğiz ve bunu biz birinci dönem olarak kabul etmemiz gerekir.” şeklinde bir görüş de
var ancak şunu söylemek gerekir, hoca da o kanaatteymiş: “Evet, 2017 yılında bir değişiklik
gerçekleşti, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla bir hükümet sistemi değişikliği yapıldı ama
bu değişiklik içerisinde CB’nın görev süresine ve CB’nın dönemine ilişkin bir değişiklik yapılmadı.
Şu anda mevcut hüküm yani 5+5 yıl yani 2 dönem bir CB’nın görev yapabileceğine ilişkin hüküm
2007 AY değişikliği ile getirildi yani 2007’den beri bu hüküm aynı. Dolayısıyla mevcut CB 2014’te
seçildi bu hükümet sistemi değildi ancak aynı kriterler, aynı hüküm kullanılarak seçildi dolayısıyla
2014 ile 2018 arasında olan dönem bir dönem olarak kabul edilmeli. Dolayısıyla 2018
seçimlerinden itibaren de şu anki dönemi Cumhurbaşkanlığı 2. dönemi olarak kabul etmek
gerekir. Bu durumda normal süre içerisinde yani 2023’te yapılacaksa seçimler; mecvut CB’nın
aday olamaması gerekir ama TBMM eğer seçimleri yenileme kararı alırsa o takdirde 2. dönemi
sayılmadığı için bir kez daha aday olma şansı var. Ama TBMM’nin seçimleri yenilemesi için üye
tam sayısının 3/5 çoğunluğu lazım yani 360 milletvekilinin seçimleri yenileme kararı alması
lazım, bu da kolay bir çoğunluk değil.”

+17 yılı bulduğumuz durum bir nevi hukuku dolanmak olmaz mı? Anayasanın hükmü bu; eğer
işletilebiliyorsa işletilebilir. Burada CB makamındaki boşalma dolayısıyla ilk periyodu doldurmak
biraz zor ama 2. dönemde eğer 3/5 çoğunluk organize ettirilip seçim yenilettirilebiliyorsa ve

128
onun neticesinde yine seçilinebiliyorsa o zaman anayasa açısından bir ihtimal var, hukuku
dolanmak değil. Böyle düzenlemişler. Yani burada bir boşluk var da o boşluk değerlendiriliyor
değil.

+CB’nın seçim dönemine ilişkin ve görev süresine ilişkin düzenleme 2007’den beri aynı.

+CB, YSK görevlilerini görevden alırsa? YSK görevlileri-üyeleri(?) hakimlik teminatından


faydalanırlar: Öyle isteğe göre azdedilemezler.
+Adaylık noktasında son sözü söyleyecek olan YSK’dur.

 CB’lığına aday olabilecek kişiler kimler? Nasıl aday olunacak? CB’lığına kişi kendisini aday gösteremez.
Yani bağımsız adaylık yok. CB adaylığı gösterebilmek için yetki verilenler:

1. Siyasi parti grupları aday gösterebilirler. Siyasi parti grubu olabilmek için mecliste 20 milletvekiline
sahip olmak gerekir.

2. Son genel seçimlerde toplam olarak geçerli oyların yüzde beşini elde etmiş siyasi partiler aday
gösterebiliyorlar. Bu yüzde beşlik oy oranını bir parti tek başına yakalamışsa o gösterebilir ya da
son genel seçimde almış oldukları oyların toplamı yüzde beşi olan birkaç partide birleşerek aday
gösterebilir.

3. Bir de vatandaşın aday gösterme hakkı var: 100 000 seçmenin organize olmasını gerektiriyor. 100
000 seçmen bir araya gelerek imza toplar ise bir kişiyi aday olarak gösterebilirler.

 CB’nın seçimi: Seçilen kişi milletvekili ise milletvekilliği sona erer. Seçimin nasıl yapıldığı noktasında:
Doğrudan halkın oylarıyla gerçekleşiyor.

Halkın oylarıyla belirlenecek.

Genel oyla yapılacak seçimde geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday CB seçilir.

İlk oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamayı izleyen ilk Pazar günü 2. oylama yapılır. Bu
oylamaya ilk oylamada en çok oy alan 2 aday katılır ve geçerli oyların en çoğunluğunu alan aday
CB seçilir.

Bu hükümden anlıyoruz ki: CB için yapılan seçim, seçim sistemleri olarak bakıldığında “2 turlu
çoğunluk sistemi”ne denk geliyor.

Yalnız devam eden fıkrada (madde 101’i okuyun) bir durum düzenlenmiş, o da şu: 2. oylamaya
katılmaya hak kazanan 2 kişi 2. tura çıktı ama bu 2 isimden biri herhangi bir nedenle 2. tur
seçime katılamazsa; sebebi ölüm, adaylıktan çekilme ya da hakkında sürdürülen bir ceza
kovuşturması vardır, yargılaması sürüyordur ve tam da o ara dönemde hüküm kesinleşmiştir,
böyle bir durumda millet vekili seçilme yeterliliğini kaybedeceği için 2. turda aday olamayacak
demektir; bu durumda 2. tura adaylardan biri katılamadığı zaman 3. sıradaki isim ikame edilerek
2. tur oylama yapılır. Eğer 2. tur oylamaya tek aday kalırsa; olabilecek bir ihtimal, toplamda 3
aday katılmıştır, bunlardan en çok oy alan ikisi 2. tura kalmıştır, 2. tura kalanlardan biri ölmüştür
ve onun yerine 3. isim ikame edilir ve 3. isimde ölmüştü ya da çekilmiştir ya da hakkında kesin
hüküm verilmiştir ya da kaza sonucu akli melekelerini yitirmiştir vb; tek biri kişi kaldı, tek bir kişi

129
yine bu durumda aday olmuyor, 2. tur yapılacak ama 2. tur oylama bir referandum biçiminde
yapılır yani adaya evet mi hayır mı? şeklinde yapılır. Eğer olumlu yönde çıkarsa o takdirde CB
seçilmiş olur, hayır oyu çıkarsa o adaya seçim yeniden başlayacak.

+İlk turda tek aday olursa orada da durum referanduma döner. İlk turda 2 kişi girmişse 2. tura
gerek kalmadan biri seçilmiş olur: Bunlar bu hükümden çıkarabileceğimiz olasılıklar.

Seçimler yapılıp yenisi seçilinceye kadar eski CB görevine devam eder; tabi bu olağan süreçte
seçimlerin yapılması durumu. Eğer CB’lığı makamında boşalma olması dolayısıyla yapılıyorsa
seçim, o zaman CB yardımcısı bu süreyi, yenisi seçilip göreve başlayıncaya kadar CB’lığına
vekalet eder ve CB’na ait yetkileri kullanır.

 CB seçildikten sonra anayasanın 103. maddesine göre, okuyun, TBMM önünde yemin eder ve göreve
başlar. Yemin metni anayasanın 103. maddesi.

Bu yemini ederek CB görevine başlar. CB’nın yeminini zaman zaman muhalefet partileri
hatırlatıyorlar, diyorlar ki: “CB’nın partiyle bağı devam ediyor, CB partili bir isim ve dolayısıyla CB
hem bir partinin genel başkanı hem CB, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin başı; devlet başkanı
sıfatı da onun üzerinde ve aynı zamanda CB, yürütmenin de başı: Böyle bir durumda CB görevine
başlarken görevini tarafsızlıkla yerine getireceğine dair andiçerek görevine başladı ama diğer
taraftan CB siyasi partinin üyesi olması dolayısıyla tarafgir(?) davranıyor.” diyorlar. Bunu şöyle
izah edeceğiz: Bu tür sistemlerde, gerek monist yürütme yapısına sahip başkanlık sistemlerinde
ve onun türevi sistemlerinde(?), gerekse hatta yarı başkanlık yani düalist yapıdaki yürütmeye
sahip yarı başkanlık sistemlerinde devlet başkanı ve yürütmenin başı olan isim aynıdır
çoğunlukla ve bu kişiler partili isimlerdir yani ABD’deki başkan ya da Fransa’daki CB ya da
Rusya’daki devlet başkanı; hepsinde devlet başkanı seçilen kişi partili isimdir, bir partinin
başkanı yani. Bunda yadırganacak bir şey yok, sisteme göre devlet başkanı yürütmenin başı ve
aynı zamanda bir siyasi partinin başı olabilir. Ancak böyle bir ismin yemin metninde görevini
tarafsızlıkla yerine getirmek ibaresinin bulunması terslik. Yani buradaki çelişki CB’nı tarafsız hale
getirmekle çözülmez; o sistemin tamamen değiştirilmesi demektir. Buradaki çelişkinin
düzeltilmesi CB’nın göreve başlarken yaptığı yemini revize etmektir. Yoksa mevcut hükümet
sisteminde CB tabiki de taraftır. Bir tarafı temsil eder çünkü o siyasi partinin adıyla girdi seçime;
siyasi partinin desteğiyle CB seçildi ve o seçimde karşısındaki siyasi partiler onun rakibiydi.
Devam eden süreçte de yine onun rakibi olacaklar. Buradaki durum biraz da bizim hep
parlamenter sistem geleneğiyle gelmemizden dolayı bugüne kadar, parlamenter sistem
dendiğinde devlet başkanı, sorumsuzluğunun yanında tarafsızdır da: Devlet başkanı bir hakem
rolü üstlenir, gözetim ve temsil görevlerini üstlenir. CB’ları partileriyle bağlarını tam anlamıyla,
organik anlamda keserler ama gönül bağlarını devam ettirirler. Ör: Vaktiyle Süleyman Demirel
CB’lığı yaptığında partisinden gönül bağını çekmedi, Turgut Özal çekmedi ama parlamenter
sistemde CB organik olarak tarafsız bir yapıya büründüğünde ve CB’na da temsil ve gözetim
görevi verildiğinde Cumhurbaşkanları haliyle tarafsız davranmaya, bir hakem gibi davranmaya
gayret gösteriyorlardı ama o parlamenter sistem mantığı içerisinde olması gereken şey. Şimdi
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak dediğimiz şey bir tür başkanlık modeli yani
yürütmenin tek bir kişi tarafından üstlenildiği bir sistem. Yürütmenin tek başına üstlenildiği bir
sistemde parti bağı da devam ettiği müddetçe burada tarafsızlık beklenemez. Dolayısıyla
buradaki çelişkinin ortadan kaldırılması yolu Cumhurbaşkanına tarafsızlık çekmek değil, yemini
revize etmektir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kendine özgü bir sistem; saf başkanlığa
evrilmesi zor. Saf başkanlık modeli ABD’deki model: Oradaki sıkıntıların neler olduğunu daha

130
önce söylemiştik; kongrenin denetimi ayrı bir dert, bütçe ayrı dert, onları aşmak için parti
disiplini ayrı bir dert: O nedenle Cumhurbaşkanlığı sistemi(?) denildiğinde mecbur o saf
başkanlık sisteminden sapmak zorunda kalınıyor. Şu an kendine özgü, aksak topal işliyor ama
sitem oturmuş değil. O nedenle önümüzdeki süreçte göreceğiz. Cumhurbaşkanı bu sistem
içerisinde ister istemez tarafsız olamaz. CB içerisinde taraflı bir isim, siyasi bir kimlik. O nedenle
CB yani yemin mevzuundaki bu düzenlemeyle ve 104. maddedeki temsil ve gözetim görevlerinin
anayasada bulunması dolayısıyla CB’nın şu anki pozisyonunda çelişkiler ortaya çıkıyor ya da
böyle, çelişki olduğu, ifade ediliyor. Ama CB siyasi bir kimlik olduğu için, bu biraz da yapısından
kaynaklanabilir, her insan farklı olduğu için; şimdi bu sistem işlesin diye “Hem anayasadaki bu
hükümlerle çelişmeyeyim hem de siyasi partimle bağımı siyasi bir kimlik olarak devam
ettireyim.” dediği zaman büyük gayret göstermesi lazım CB’nın. O da kolay bir şey değil. Eğer bu
çelişkiden bahsediliyorsa ya sistem komple değiştirilecek yeniden parlamenter sisteme
dönülecek, CB bir hakem rolünde sorumsuz ve tarafsız, yetkisiz, bir isim olarak dizayn edilmeli,
yeniden bakanlar kurulu getirilmeli ya da bu şekilde tek başlı yürütme olarak devam edecekse
CB’na yüklenen tarafsızlık ve milletin birliğini ve bütünlüğünü temsil ve yürütme organları
arasındaki temsil ve gözetiminin revize edilmesi gerekiyor bir şekilde. Bu platformda-sistemde
CB tarafsız bir yere çekilemez.

 CB’nın görev ve yetkileri, madde 104, okuyun. 104. maddeye göre:

CB, hem devlet başkanı hem yürütmenin başı hem de devletin başı. CB aynı zamanda bir siyasi
partinin lideri.

CB’nın devlet başkanı olması sıfatı dolayısıyla sonraki fıkrada; 2. fıkrada devlet başkanı sıfatının
gereği olan görev düzenlenmiş; okuyun. 2. fıkrada yani temsil ve gözetim görevi devlet başkanı
sıfatının bir gereği ama onun dışında CB aynı zamanda yürütmenin de başı. CB, yürütmenin başı
olması sıfatıyla kimi görevleri yerine getiriyor, bazen de devlet başkanı sıfatının gerektirdiği kimi
görevleri yerine getiriyor.

104. madde 3. fıkradan itibaren CB’nın görev ve yetkileri örnek olarak sayılmış yani 104.
maddedeki görev ve yetkiler tahdidi biçimde sayılmış değil, tadadi olarak düzenlenmiş.

3. fıkra, devlet başkanlarına tanınmış bir yetkidir. Parlamenter sistemde de CB ya da


parlamenter monarşi ise kral ya da kraliçe bu görevi üstlenir, bunu yerine getirir. Aynı yetki
şimdi bizde yine devam ediyor. Yine bizde önceki uygulamada da CB bu yetkisini kullanıyor idi;
bu sembolik bir yetki.

4. fıkradaki mesaj verme yetkisi yeni bir yetki yeni bir düzenleme. Buradaki mesajdan anlaşılması
gereken şu: Bu mesaj, yürütmenin ihtiyacı olan kanunların gerçekleşmesi için kullanılabilir bir
mesaj olarak değerlendirilmeli. Yani bir bilgilendirme mahiyetinde de olabilir, içeriği
uygulamayla belirlenecek bir şey.

5. fıkra: Kanunları yayımlamak, CB’nın görevi.

6. fıkrayı önceden görmüştük, güçleştirici vetoya dönüşmüştür demiştik; CB’nın tekrar


görüşülmek üzere bir kanun metnini meclise göndermesi, ona ilişkin usulden bahsetmiştik,
hatırlayın.

131
7. fıkra, okuyun. AYM’nde kanunların ve iç tüzüklerin tamamının ya da belirli hükümlerinin
anayasaya aykırılık dolayısıyla iptal davası açma yetkisine sahip olanlardan biri CB. Bunun
yanında şekle ilişkin açılacak davalarda yetkili diğer grup: TBMM üyelerinin beşte biri tutarındaki
millet vekili. Esas hakkında açılacak davalarda ise yine CB yetkili ve onun yanında TBMM’nde en
çok üyeye sahip 2 siyasi parti grubu da esas bakımından anayasaya aykırılık iddiasında
bulunabilir, dava açabilir.

8. fıkrayı okuyun. Buradaki kişiler zaten CB’na karşı sorumlu olarak görev yapıyorlar; dolayısıyla
CB istediğini istediği zaman değiştirebilir.

9. fıkrayı okuyun. Üst kademe yöneticilerinin kim olduklarına ve sayılarına ilişkin tam bir veri-
rakam telaffuz edemeyiz, hocanın en azından bu noktada bir araştırması bilgisi yokmuş, ama
şunu söyleyelim: “Önceki uygulamada bakanlar kurulu kararıyla ya da üçlü kararnameyle atanan
kişiler, şimdi CB’nın atama kararnamesiyle atanıyorlar yani validen başlayarak düşünün; il
müdürleri, ilçede kaymakam, ilçe müdürleri, onun dışında kamu kurumlarının genel müdürleri;
bunlar hep birer üst düzey kamu yöneticisi. Büyükelçiler diplomatik temsilcilik: Diplomatik
temsilcileri üst düzey kamu yöneticisi olarak nitelendiremeyiz, onların pozisyonu biraz daha ayrı
ama büyükelçilerde yine CB tarafından atanırlar.”

10. fıkrayı okuyun. İşte bu devlet temsilcileri; büyükelçi, konsolos şeklindeki diplomatik
görevliler. Hem Türkiye’yi temsilen gönderilecek isimleri göndermek hem de yabancı devletlerin
gönderdiklerini kabul etmek yetkisi, CB’na ait bir yetki.

11. fıkrayı okuyun. Milletlerarası andlaşmaların onaylanmasına ilişkin hususu incelemiştik.


CB’nın bir milletlerarası andlaşmayı onaylayıp yürürlüğe koyabilmesi için TBMM’nin bir kanun
çıkarması gerekiyordu: Onaylamayı uygun bulma kanunu; genel kural bu şekildeydi ama bu
kuralın istisnaları vardı. İstisnalar kapsamında yer alan uluslararası andlaşmalar için ise CB
yetkiliydi. Buradaki milletlerarası andlaşmaları onaylar ve yayımlar yetkisini önceden anlatmış
olduğumuz bilgiler çerçevesinde anlayıp değerlendirelim.

12. fıkrayı okuyun. Anayasa değişiklikleri noktasında halk oylaması 2 türlüydü: Birisi zorunlu halk
oylamasıydı diğer ise ihtiyari halk oylamasıydı. Zorunlu halk oylaması ve ihtiyari halk oylaması
durumu TBMM’nce bu anayasa değişikliğinin kabulü noktasındaki karar yeter sayısına göre
belirleniyordu. Eğer “TBMM üye tam sayısının 3/5’ü ile 2/3’si arasında bir çoğunlukla” anayasa
değişikliğini kabul etmişse bu durumda bu değişikliğin halk oyuna sunulması “zorunlu” idi,
CB’nın herhangi bir başka seçeneği yok, geri gönderebilir ya da doğrudan halk oyuna sunabilir.
Şayet “TBMM üye tam sayısının 2/3 ve daha fazlası” bir çoğunlukla anayasa değişikliğini kabul
etmişse o zaman “CB dilerse bunu onaylayıp yürürlüğe” koyabiliyordu, dilerse de bu konuyu “bir
de halk oylamasına” sunabiliyordu. İşte bu 2. durum “ihtiyari” halk oylaması. Burada belirtilen
yani anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halk oyuna sunar
biçiminde düzenlenen yetki ihtiyari halk oylamasına işaret ediyor. Çünkü “gerekli gördüğü
takdirde ibaresi” takdir yetkisidir ve bu da ancak TBMM’nin 2/3 ve daha fazla bir çoğunlukla
kabul ettiği anayasa değişikliği için söz konusu olabilir. Beşte üç ve üçte iki arasında kabul edilmiş
bir anayasa değişikliği için halk oyuna gitmek zorunlu, orada CB’na bırakılmış bir takdir yetkisi
yok.

13. fıkrayı okuyun. Milli güvenlik noktasında CB sorumlu, görev ona düşüyor.

132
14. fıkrayı okuyun. Bu başkomutanlık mevzuunda biraz karışık bir durum var, şöyle ki:
Başkomutanlık, TBMM’nin manevi şahsındadır. Başkomutanlığı meclis adına CB temsil eder,
savaş zamanında ise silahlı kuvvetlerin komutanı olan genelkurmay başkanı, CB adına
başkomutanlığı yürütür. Yani böyle üçlü bir başkomutanlık düzenlemesi var anayasamız
açısından. TBMM adına TSK’nin başkomutanlığını temsil etmek CB’nın bir temsil görevi.

15. fıkrayı okuyun. Buradaki ifadeyi de yine anlattıklarımız çerçevesinde anlayıp


değerlendireceğiz. CB öyle istediği zaman silahlı kuvvet kullanılmasına karar veremez. CB, ancak
meclis toplanık değilken, ülke ani bir silahlı saldırıya uğrarsa cevap vermek noktasında acil silahlı
kuvvetlerin kullanılmasının gerektiği durumda silahlı kuvvetlerin kullanılmasına karar verebilir ya
da TSK’nin yurt dışına gönderilmesi noktasında TBMM yetki vermiştir yürütmeye yani CB’na; o
yetkinin kapsamı ve süresi içerisinde CB harekat emrini verebilir: Ör: Fırat kalkanında, zeytin
dalında, barış harekatlarında olduğu gibi. Yani organik yapı içerisinde, idarenin teşkilatı
içerisinde MSB’na bağlı olarak görev yapıyor olması, ona karşı sorumlu olarak görev yapıyor
olması bir şey değiştirmez. Zaten buradaki başkomutanlık temsili bir makam-yetki. Dolayısıyla
genelkurmay başkanı, savaş zamanında CB adına bu yetkiyi fiilen kullanan kişi oluyor. Yani
genelkurmay başkanı, orduyu yöneten kişi. Savaş durumu söz konusu olursa CB da en
nihayetinde gidip savaşı doğrudan yönetebilir, buna da bir engel yok: “TBMM adına ben temsil
ediyorum başkomutanlığı.” diyip koordine de edebilir silahlı kuvvetleri, buna da bir engel yok.
Başkomutanlık sembolik bir şey, pratikte karşılığı ayrı gerçekleşiyor.

16. fıkrayı okuyun. Bu CB için tanınmış özel bir yetki. CB cezaevinde bulunan mahkumlardan ağır
hastalığı olanları ya da ileri derecede sakatlığı olanları ya da iyileşemeyecek düzeyde sürekli bir
hastalığı olan kişilerin cezalarını affedebiliyor, infazlarını affedebiliyor. Bunu meclisin çıkarmış
olduğu af kanunu ile karıştırmayalım; yani genel ve özel af ilan etme yetkisi TBMM’ye aitti; o, bir
kanunlar yapılan genel bir işlem, kişiye özgü yapılan bir işlem değil o ama buradaki CB’na şey
bireysel bir işlem, kişisel bir işlem: CB tarafından belli bir kişinin cezasının hafifletildiği ya da
affedildiği yönünde yapılan bir işlem. Bu yetkiyi zaman zaman CB’ları kullanıyor.

Devam eden düzenleme CB’nın düzenleme yetkisine ilişkin, CBK’ne ilişkin olarak düzenlemeler,
ileride işleyeceğiz.

104. maddenin son fıkrasını okuyun. Genel bir düzenleme.

CB’nın görev ve yetkileri bu şekilde. CB’nın düzenleme yetkisini ileride göreceğiz, “Yürütmenin
Düzenleyici İşlemleri” başlığı altında.Şimdi anayasanın sistematiğine devam edeceğiz.

 CB’nın cezai sorumluluğu, 105. madde, okuyun. Bu konuyu detaylı bir şekilde gördük, inceledik
dolayısıyla geçiyoruz.

 CB yardımcıları, CB’na vekalet ve bakanlar; 106. madde, okuyun:

İlk fıkrayı okuyun. Şu an 1 CB yardımcısı var ama CB dilerse 2,3 CB yardımcısı atayabilir.

2. fıkrayı okuyun. Buradaki herhangi bir nedenle CB makamının boşalmasından kasıt: CB’lığı
makamının sürekli boşalması durumudur. Yani CB’nın ölümü ya da iyileşemeyecek bir hastalığa
tutulması ya da CB’nın akli dengesini yitirmesi dolayısıyla kısıtlanması gibi ihtimaller durumunda

133
yenisi seçilene kadar CB yardımcısı vekalet edecek ve CB’na ait yetkileri kullanacak. Yenisi seçilene
kadar vekalet döneminde, genellikle, vekalet yetkisinde bu yetkiyi kullananlar işgüder
pozisyondadırlar: Yani bir politika uygulama yoluna gitmezler, günlük işleri yürütürler genellikle
ama anayasanın ifadesi daha geniş bir yetkiyi veriyor: “CB’na ait yetkileri kullanır.” diyor. Bu
yetkiler noktasında herhangi bir sınır getirmiyor, dolayısıyla CB hangi yetkileri kullanabiliyorsa,
vekalet durumunda, özellikle bu sürekli boşalma durumundaki vekalet söz konusu olduğunda, CB
yardımcısı, CB’nın kullandığı bütün yetkileri kullanabilecektir anayasanın bu düzenlemesi
karşısında. Bu noktada bir eleştiri getirilebilir:

❖ CB yardımcısı, seçilmiş bir kişi değil, CB yardımcısı tamamen atanmış bir kişi ve CB yardımcısının
kim olacağını seçimden önce seçmenler olarak biz bilmiyoruz ama Amerikan tipi başkanlık
sisteminde başkanla birlikte başkan yardımcısı da seçime giriyor. Yani birlikte seçime giriyorlar
başkan ve başkan yardımcısı adayları ve başkana bir şey olursa başkan yardımcısı kalan süreyi
tamamlıyor ama bizim uygulamamızda CB yardımcısının seçime CB ile birlikte girmesi diye bir şey
yok. Zaten seçimden önce CB’nın kim olacağı ve CB yardımcısının kim olacağını bilmiyoruz; o
tamamen seçilen CB’na bırakılmış bir şey. Dolayısıyla seçilmiş bir isim değil. Atanmış bir kimsenin
böyle bir durumda CB’na ait yetkileri kullanması geniş bir yetkidir, şeklinde eleştirilebilir; bu
hocanın da kafasına takılan sorulardan bir tanesiymiş. Ancak genellikle bu tür vekalet
dönemlerinde sadece günlük işler yapılır, bir politika gütmez vekaleten yürütenler ama diyelim
ülke ani bir silahlı saldırıya uğradı, meclis toplanık değil, silahlı kuvvet kullanmaya kim karar
verecek? OHAL ilan etmeyi gerektirecek bir durum ortaya çıkarsa kim yürütecek OHAL’i? Yine
vekaleten yürüten bu kimse yürütecek. Dolayısıyla böyle bir yetkiyi kullanabilme ihtimali olan bir
insanın seçimden önce belirlenmiş olması yani seçime CB ile birlikte girmesi, saf başkanlık sistemi
düşünüldüğünde daha yerinde olurdu gibi bir eleştiri getirilebilir.

+Tek bir CB yardımcısı var ve o da bu süre içerisinde ölürse ne olacak? Anayasada açıklık yok
ne olacağına ilişkin. Seçim süreci işleyecektir ama o süre içerisinde kim kullanacak bu yetkiyi,
anayasada bir açıklık yok. Spontene gelişir artık. Meclis başkanı bu görevi yüklenir diye
düşünüyorlarmış.

+CB, CB yardımcısı atamak zorunda mı? Anayasadaki ifadeyle “atayabilir” diyor yani bunun
yorumundan, mefhumu muhalifinden isterse atamayabilir sonucu da çıkabilir. Ancak böyle
bir şeye hiçbir CB da girmezmiş. Çünkü bir CB yardımcısı mutlaka atanır, hatta en az 2 tane
atamak hocaya göre daha yerinde olurmuş; çünkü hem CB hem de tek olan CB yardımcısının
ölmesi durumunda sıkıntı çıkmamış olurmuş. Hatta CB önceki aylarda bir Rusya seyahatine CB
yardımcısını da beraberinde götürmüş, yani Türkiye’de vekaleten de olsa kimse kalmamış. Bir
uçak kazası geçirselerdi ikisi birden hayatını kaybetselerdi işte bu durumda ne olacağına
ilişkin bir düzenleme yok. Dolayısıyla 2 tane CB yardımcısı olması daha işler olabilir. Bu
durumda vekalet görevini CB takdir edebilir ya da herhangi bir bu noktada takdir ortaya
koymuyorsa kıdemli olan yani en yaşlı olan veya 1. CB yardımcısı, 2. CB yardımcısı diye bir şey
de konulabilir ve o kıdeme-hiyerarşiye göre şey kullanılabilir. O zaman ama yardımcının
yardımcısı olur: Şimdi buradaki atama yetkisi CB yardımcısına tanınmış; CB yardımcısı atama
yetkisi ona verilmiş, o nedenle CB yardımcısı da kendisine bir CB yardımcısı seçebilir. Yani bu
tür şeyler kullanılabilir, önceden düşünülüp anayasaya konulmuş değil bu tür şeyler. Böyle bir
durum söz konusu olursa kullanılabilecek bir yöntem.
+Başkan sıfatını vekaleten görüyor CB yardımcısı, asaleten görmüyor, başkan sıfatını
kazanmıyor (CB sıfatını). CB’lığına-makama vekalet ediyor ama burada da şu denilebilir, idare
hukukuna göre: Vekalet asalete tabidir, vekaletin yetkileri oradan hareketle bir şeyler

134
üretilebilir. Ancak anayasa bu noktada işte açık hüküm ortaya koymamış. Bu tür olağanüstü
durumlar gelişirse bir şeyler düşünülür ve spontene bir şeyler gelişir.

2. fıkranın devamında CB’lığı makamının sürekli boşalması durumunda, genel seçime 1 yıl
veya daha az kalmışsa TBMM seçimi de CB seçimiyle birlikte yenilenir diyor.

3. fıkrayı okuyun. Buradaki vekalet durumu ise CB’lığı makamındaki geçici boşalma
durumundadır. Diyelim CB’nın geçici sağlık problemi var, ameliyat oldu, 15 gün görevine
dönemiyor: Böyle bir durumda ya da uzun bir yurtdışı seyahatine çıktı, dönene kadar CB’na
ait yetkileri CB yardımcısı kullanacak.

4. fıkrayı okuyun: Bağdaşmazlık kuralı.

Devam eden fıkralarda CB yardımcısı ve bakanların cezai sorumluluklarına ilişkin hususlar


düzenlenmiş. Bu durumları da detaylı bir şekilde açıklamıştık, orayı da geçiyoruz.

Sondan bir önceki fıkradan bahsetmiştik.

Son fıkra düzenleme yetkisinin içerisindeki bir durum. Tekrar bakacağız.

 Devlet denetleme kurulu, 108. madde:

Devlet denetleme kurulu, CB’na bağlı olarak çalışan bir kurul. 82 anayasasından itibaren
vardı(ses gitti arkadaşlar emin olmamakla birlikte tamamlıyorum bir iki cümleyi), 2010’dan
itibaren CB doğrudan bağlı olan bir kurul. Onun dışında idarenin kendi iç işleyişi noktasındaki
denetleme, teftiş görevlerini yürüten kamu görevlileri var; bu doğrudan doğruya CB’na bağlı
olarak çalışan ve onun hedef göstermesiyle hareket eden bir kurul.

İlk fıkrada TOBB’nden (kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşları), kızılaydan ve
yeşilaydan vs (dernek niteliğinde, Mehmetçik vakfı ve TEV (vakıflara örnek)…

2. fıkrayı okuyun. Yargıyı denetleyemez, yargı dışında idari kuruluşları denetliyor. Yargının
bağımsızlığı halel getirir zaten böyle bir düzenleme.

3. ve 4. fıkrayı okuyun.

Devlet denetleme kurulu, denetim işlevi gören, doğrudan CB’na bağlı olarak çalışan ve CB’nın
hedef göstermesi üzerine harekete geçip inceleme, denetleme ve araştırma yapan bir organ.
Üyelerinin tamamını CB atıyor. Nasıl çalışacaklarına ilişkin usul ve esaslar da kararnameyle
düzenlenir diyor anayasa.

Anayasanın hükmüne göre silahlı kuvvetler istisna tutulmamış; buradan bu sonucu


çıkarabiliyoruz.

135
 Milli savunma, başkomutanlık ve genelkurmay başkanlığı, madde 117:

İlk maddeyi okuyun. Başkomutanlık noktasında CB’nın temsil yetkisi var demiştik. Burada da yine
bir soru işareti var bu fıkrada, o da şu: Milli güvenliğin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt
savunmasına hazırlanmasından CB’nın sorumlu olması, bu yetkinin, bu görevin CB da olması doğal
bir şey; öyle olması gerekir, yürütmenin görevi. Yürütme de CB’na ait olduğu için bunda
yadırganacak bir şey yok ama CB’nın bu görevlerden dolayı meclise karşı soru işareti doğuruyor:
CB meclise karşı sorumlu mudur? Hükümet sistemi açısından ele aldığımız zaman, mevcut
hükümet sistemi: Tek başlı yürütme ve bunun yanında kuvvetlerin sert ayrılığı yani yasama ve
yürütmenin birbirlerinin görev süresine müdahale edemedikleri bir sistem aslında ve bunun
istisnası karşılıklı fesih ama onun dışında birbirlerinin varlığına son veremiyorlar yasama ve
yürütme. Ancak şimdi burada anayasanın bu maddesi diyor ki “CB meclise karşı sorumludur.”
diyor; peki bu sorumluluğun somut biçimi, harekete geçiriliş biçimi ne? Meclis nasıl sorumlu
tutabilir CB’nı? Onu düşürerek mi sorumlu tutacak? Bu sorumluluğun, CB’nın meclise karşı
sorumluluğunun, somutta karşılığı yok. Önceki düzenlemede anayasada burada CB yerine
bakanlar kurulu vardı: Silahlı kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından ve milli güvenliğin
sağlanmasından bakanlar kurulu TBMM’ye karşı sorumlu idi; bu makul, olması gereken bir şey
çünkü bakanlar kurulu zaten tüm faaliyetleri dolayısıyla meclise karşı sorumlu. Meclis her zaman
siyaseten bakanlar kurulunun görevine son verme yetkisine sahip, o düzenleme açısından bir şey
ifade ediyor ama mevcut sistemde CB’nın meclise karşı bu konularda sorumluluğu, somutta bir
şey ifade etmiyor. Çünkü CB’nın görevine meclis son veremez başlı başına: “Sen silahlı kuvvetleri
yurt savunmasına hazırlamadın, bu konudaki sorumluluğu yerine getirmedin, seni düşürüyorum.”
diyemez. Bazı maddeler biraz üstünkörü geçilmiş gibi. Bakanlar kurulu olan her yere CB eklendiği
zaman, genelde öyle bir yol tercih edildi, bazı yerlerde de böyle şeyler çıkabiliyor.

2. fıkrayı okuyun. Bu düzenlemeye göre CB dilerse “Başkomutan benim, orduyu ben


yöneteceğim.” de diyebilir savaş durumunda, orduyu bizzat yönetebilir savaş durumunda. Yoksa
öyle bir yeteneği, mecbur genelkurmay başkanına ve kuvvet komutanlarına güvenmek
durumunda.

 Madde 118:

Yine genel, organik anlamda yürütmenin içerisinde yer alan bir istişari kurul olan Milli Güvenlik
Kurulu.

İlk fıkrayı okuyun. Burada kimlerden oluşacağı düzenlenmiş.

2. fıkrayı okuyun. İlk fıkradaki kişiler kurulun daimi üyeleri ama kurul gündemindeki konular
noktasında bilgi almak üzere diğer bakanları ya da ilgili kişileri çağırıp onları dinleyebilir.

3. fıkrayı okuyun. Bu fıkradan anladığımız kadarıyla MGK (Milli Güvenlik Kurulu) icrai bir kurul
değil; MGK, icrai nitelikte bir karar almıyor. Ne tür bir karar alıyor? İstişari mahiyette karark alıyor
MGK. Çünkü “görüşlerini CB’na bildirir.” diyor. Devamında “bu kararlar, gerekli tedbirler CB’nca
değerlendirilir.” diyor; değerlendirilmezse ne olacak? Yani icrai nitelikte bir şey değil. İcrai bir
kurul değil.

4. fıkrayı okuyun. MGK’nun gündemi yani kurul toplantısında hangi konuların ele alınacağı, ne
konuşulacağı, CB yardımcıları ve genelkurmay başkanının önerileri dikkate alınır CB’nca düzenlenir

136
diyor. Gündemin ne olacağına CB karar veriyor. CB’nın başkanlığında toplanıyor ve CB tavsiye
niteliğinde kararlar veriyor. CB her konuyu milli güvenlik açısından da her konuyu bilmek zorunda
değil, her konuyu takip etmek zorunda değil; bu bir kurul ve CB’nı bu noktada bilgilendirecek;
kuvvet komutanları, genelkurmay başkanı ya da içişleri bakanı; iç güvenlik açısından bakıldığında;
kolluk gücünün amiri, içişleri bakını çünkü o sahada daha bilgi sahibi: Mevcut tehditler karşısında,
milli güvenlik ya da yurt savunmasına yönelik olarak, alınması gereken tedbirler noktasında
tavsiyeleri bu isimler verecek ama icrai karar alma yetkisi CB’na ait: Kurulun toplanarak vermiş-
almış olduğu bir karar CB açısından doğrudan bağlayıcı değil, onu ifade ediyoruz. Önceden de
MGK aynı şekilde çalışıyordu: CB başkanlığında toplanıyordu, gündemini yine CB belirliyordu
başbakanın önerisi üzerine, asıl yetki sahibi olan bakanlar kurulu olmasına rağmen, asıl sorumlu
olan onlar olmasına rağmen CB başkanlığında toplanan bir kuruldu yine; önceki uygulamadaki
alınan kararlar da bu defa bakanlar kurulu tarafından. Şimdi MGK içerisinde tabi kuvvet
komutanları var ve 82 anayasada ilk düzenleme açısından bakıldığında bu vesayetçi yapı açısından
bir organ olarak nitelendirilebilir, doğru nitekim de öyle bir işlev gördüğünü zaman içerisinde
yaşadık biliyoruz: MGK toplanıyordu, MGK diyelim tehdit olarak bir hareketi gösteriyordu, o
tehdit algısı içerisinde değerlendiriliyor ve ona yönelik politikalar uygulanıyordu. Yeni sistemde
ise, daha doğrusu süreç içerisinde MGK’nun yapısı ve MGK’nun kararlarının niteliği zaman
içerisinde değiştirildi, yumuşatıldı: Bu bildirme, değerlendirme ifadeleri daha önceki
değişikliklerde gerçekleşti, işte o zamanki değişiklikler vesayetçi dönemin izleri siliniyor şeklinde
lanse edilmişti. Şimdi 2017 ile gerçekleştirilen değişiklikler ise sadece CB yardımcısının kurula
eklenmesi, bakanlar kurulu yerine CB’nın eklenmesi şeklinde değişti. Evet: Gündem CB tarafından
düzenleniyor, CB katılmazsa toplantıya, CB yardımcısı başkanlığında kurul toplanıyor, kurulun
işleyişine ilişkin düzenleme, teşkilata ilişkin düzenleme CBK ile düzenlenir diyor anayasa.

 OHAL yönetimi, madde 119:

OHAL ya da daha geniş bir ifadeyle olağan üstü yönetim usullerini daha önceki derslerimizde
bahsettik, hatırlayın: 82 anayasasının ilk halinde OHAL ve sıkıyönetim biçiminde olmak üzere 2
tane olağanüstü yönetim usulü söz konusu idi; bu konulara TH ve H’in (Temel Hak ve Hürriyetler)
durdurulması noktasında kısman veya tamamen TH ve H’in durdurulması konusunda demiştik ki:
“Bu kısmen veya tamamen TH ve H’in durdurulması tedbirine her zaman başvurulamaz: Ne
zaman başvurulabilir? Bir olağanüstü yönetim usulüne geçildiği zaman bu tedbirlere
başvurulabilir.” demiştik ve o zaman olağanüstü yönetim usullerinin ne olduğunu, nasıl ilan
edildiğini açıklayan ifadeler sunmuştuk.

2017 değişikliği ile birlikte sıkıyönetim ilanını gerektiren durumlar, OHAL ilanını gerektiren
durumların içerisine alınarak sıkıyönetim düzenlemesi anayasadan çıkarıldı. Artık olağanüstü
yönetim usulü olarak sadece OHAL rejimi anayasa tarafından düzenlenmiş durumda.

Maddeyi okuyun: “bozulması” kelimesine kadar sayılanlar hep savaş, savaşı gerektiren bir durum
yani ciddi savaş tehlikesi, ayaklanma, başkaldırı, şiddet olaylarının yaygınlaşması nedeniyle vb
kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması gibi durumlar; bunların ortak noktası kamu düzeninin
bozulması ama hangi nedenle? Şiddet dolayısıyla; ister savaş-savaş tehlikesi olsun isterse
ayaklanma-başkaldırma gibi nedenler olsun; şiddet dolayısıyla OHAL ilan edilebiliyor, birinci
durum bu; OHAL ilan edilebilecek durumlar bu başlık altında sayılmış anayasada. Devamında ise
“çıkması” kelimesine kadar olanlar 2. grup OHAL ilan etme nedenleri: “Tabi afet” yani deprem,
sel, heyelan, büyük yangınlar gibi durumlar ya da tehlikeli salgın hastalık yani covid-19 pandemisi
gibi ya da ağır ekonomik bunalım durumunda OHAL yoluna gidilebilir.

137
OHAL, yurdun bir bölgesinde ya da tamamında ve süresi 6 ayı geçmemek üzere ilan edilebilir.
OHAL ilan edecek kişi CB, ilan kararı noktasında yetkili olan kişi-karar merci CB. CB, yurdun bir
bölümünde veya tamamında geçerli olmak üzere ve süresi 6 ayı aşmamak üzere OHAL ilan
edebilir: Bu OHAL ilan kararı aynı gün resmi gazetede yayınlanır ve OHAL yürürlüğe girer ancak
OHAL ilan kararı resmi gazetede yayınlandığı aynı TBMM’nin onayına sunulur: TBMM tatildeyse
yani toplanık değilse derhal toplantıya çağrılır; çağrılı toplantının işte bir örneği; meclis gerekli
gördüğü takdirde OHAL’in süresini kısaltabilir, uzatabilir veya OHAL’i kaldırabilir. İlan kararı CB’na
ait ama bunun meclis tarafında onaylanması gerekiyor devam edebilmesi için. Eğer TBMM ilan
kararından 2 gün sonra toplanır, bu konuyu görüşür ve bunun neticesinde de “CB abartıyor,
OHAL’e geçmeye gerek yok, olağan yöntemlerle de biz bu işin altından kalkarız.” der ve OHAL ilan
kararını reddederse 2 günlük bir OHAL uygulaması söz konusu olabilir. Ama TBMM “CB yerinde
düşünmüş, OHAL ilan etmek elzem bu durumda.” diyip ilan kararını onaylayabilir ya da OHAL ilan
kararını değiştirerek de onaylayabilir: Bu süreyi uzatıp-kısaltmak, süreyle oynamak biçiminde
olabilir ya da yurdun belirli bir bölgesinde ilan edilmişse, bölgeyi daraltabilir ya da genişletebilir:
Değiştirerek onay da verebilir TBMM.

4. fıkrayı okuyun. CB 6 ay süre için ilan etti diyelim ve 6 ay bitiyor. 6 ayın sonunda hala OHAL
ilanını gerektiren durumlar risk oluşturuyorsa CB TBMM’nden sürenin 4 ay daha uzatılmasını
talep edebilir. Bu noktada TBMM karar verir: TBMM, süreyi uzatmayabilir, OHAL’i kaldırabilir ya
da süreyi 4 ay uzatabilir. 4 ay sonra aynı durum yine geçerli; CB’nın talebi üzerine yine meclis 4 ay
şeklinde bunu uzatabilir yani 4+4+4+4… şeklinde TBMM “Artık gerek yok uzatmaya.” diyene kadar
4 aylık periyotlar şeklinde OHAL’i uzatabilir.

CB’nın OHAL süresi içinde genişleyen bir düzenleme yetkisi var o da OHAL süresinde ve OHAL
bölgesine ilişkin olarak çıkaracağı OHAL CBK’leri.

2)YÜRÜTMENİN DÜZENLEYİCİ İŞLEMLERİ


 Yürütmenin düzenleyici işlemlerinden kastettiğimiz şey: Genel, soyut, objektif, kişilik dışı ve bir defa
kullanmakla tükenmeyen işlemleri kastediyoruz.

 Yürütme organı hem kural işlem mahiyetinde düzenleyici işlemler yapabilir; CBK, yönetmelik gibi; hem
de aynı zamanda yürütme, bireysel işlemler de yapabilir ya da sübjektif işlemler de yapabilir.

Bireysel işlemler: Bir kural işleme dayanılarak belirli bir kişiyi belirli bir hukuki statüye sokan
işlemlerdir. Ör: Kırıkkale Üniversitesi sınıf geçme yönetmeliğine dayanılarak gereken şartları
taşımış birine diploma düzenlenmesi gibi. Burada yönetmelik düzenleyici bir işlem, hangi şartları
taşıdığında kişinin mezun olacağına ilişkin kuralları koyuyor; bu şartları taşıyan öğrenci için bir
diploma düzenlenmesi ise bireysel nitelikte bir işlem.

Yürütme ve idarenin bireysel işlemleri idare hukukunun konusu. Bizim bahsettiğimiz-


bahsedeceğimiz alan ise yürütme organının yaptığı düzenleyici işlemler yani kural koyan işlemler.

 Anayasanın mevcut halinde yer alan yürütme organına yönelik düzenleyici işlemlerden önce 82
anayasası baz alınarak, hatta daha öncesine de girerek, yürütme organının düzenleyici işlem yapma
yetkisine ilişkin genel kuralları görmek; daha sonra da yürütmenin düzenleyici işlem çeşitlerini, yine
geçirdiği değişikliklere göz atarak anlatmak daha yerinde olurmuş.

138
 Yasama yetkisinin asli bir yetki olduğunu söylemiştik. Yasama yetkisinin asliliğinden kastettiğimiz
şuydu: Yasama organı, araya başka bir organın bir işlemi ya da izni girmeksizin bir konuyu doğrudan
doğruya düzenleme yetkisine sahipti; ilk el olarak, bir alanı düzenleme yetkisine sahipti yasam organı:
Hatta bu konunun anayasada düzenlenmiş olması şartı da yok, önemli olan anayasaya aykırı
olmaması. Buna karşılık anayasa hukuku literatüründe yürütme organının yetkisinin ise ikincil bir yetki
olduğu, türev bir yetki olduğu (müştak, tali, ikincil, türev) ve öncelikle yasama organının bir kanunla
bir alanı düzenlemesi, daha sonra yürütme organının düzenleyici işlemlerle kanunun bıraktığı alanları
ya da daha detay düzenlemeleri yapabileceğine yönelik bir nitelendirme söz konusudur. Ve hatta
denir ki: “Kanun yoksa, yürütme de yoktur.”: Önce bir kanun olacak, daha sonra o kanuna dayanılarak
yürütme diğer işlemlerle; tüzükle, yönetmelikle ya da diğer adsız düzenleyici işlemlerle; bırakılan
alanları ya da daha detay düzenlemeleri gerçekleştirecek. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığı zaman,
yürütmenin düzenleme yetkisinin “Kanuna dayanmak zorunda olduğu ve kanuna aykırı olmaması
gerektiği” ifade edilir.

Ancak bu, bizim anayasal sistemimiz için bakıldığında, 1961 anayasasında yapılan 71-73
değişiklikleri öncesinde olabilecek bir anlayış. Ama bu tarihten sonra yürütme organının da aynen
yasama organında olduğu gibi doğrudan anayasadan aldığı yetkiyle bir alanı kanun olmaksızın,
kanuni bir ön işlem olmaksızın, doğrudan doğruya düzenleme yetkisinin verildiğini görüyoruz.
Bunun en önemli örneği: OHAL ve sıkıyönetim dönemlerinde çıkarılan KHK’lerdir. OHAL ve
sıkıyönetim döneminde çıkarılan KHK’ler, herhangi bir kanuna dayanmaksızın ya da yasama
organının herhangi bir ön işlemine-iznine dayanmaksızın doğrudan anayasanın verdiği bir yetkiyle
bir alanı düzenleyebilir. Dolayısıyla asli bir düzenleme yetkisidir.

Bunu, 1982 anayasasıyla birlikte CBK düzenlemesi takip etmiştir. Yalnız buradaki CBK; 1982
anayasasının ilk halinden beri mevcut olan bir düzenleme biçimi ancak bu CBK, sadece CB’lığı
genel sekreterliğinin kuruluşu, teşkilat yapısı ve personelinin özlük haklarına ilişkin konuların
düzenlendiği bir kararname. BU kararname de yine herhangi bir kanun olmaksızın, yasama
organının bir ön işlemi ya da iznine dayanılmaksızın doğrudan anayasanın CB’na verdiği yetkiyle
çıkarılan bir düzenleyici işlem çeşidi.

Dolayısıyla bu 2 istisna, 82 anayasasındaki bu 2 istisna, yürütmenin de asli düzenleme yetkisine


sahip olduğunun kanıtı ama bunun dışındaki yürütmenin olağan dönem KHK’leri gibi, tüzük,
yönetmelik gibi ya da diğer düzenleyici işlemler gibi işlemlerinin hemen tamamında öncelikle bir
yasama işlemi gerekli yani yasama organının bir alanı kanunla önce düzenlemesi, daha sonra
onun emrettiği işlemleri gerçekleştirmek ya da bıraktığı alanları düzenlemek için yürütmenin bu
işlemleri gerçekleştirmesi gerekli. Yani önce kanun olacak ki kanunun emrettiği işleri ya da
düzenlemesini istediği konuları tüzükle bakanlar kurulu düzenleyecek. İşte bir kanun olacak ya da
tüzük olacak ki kanunun ve tüzüğün uygulamasını sağlamak için yönetmelik çıkarılacak. Ama
yürütmenin bu türev yetki mahiyeti taşıyan tüzük ve yönetmelik ve yine 82 anayasasının ilk
halinde gördüğümüz, 71’de anayasal sistemimize giren olağan dönem için çıkarılan KHK’ler de
önceden TBMM’nin bir yetki kanunu vermesine bağlı bir düzenleme yetkisi, dolayısıyla o da ikincil
bir yetkiyi içeriyor.

Olağan dönem KHK’leri, tüzükler ve yönetmelikler, yürütme organının düzenleyici işlem yapma
yetkisinin türev mahiyette yani ikincil mahiyette olduğu; kanuna dayanma ve kanuna aykırı
olmama zorunluluğunu ortaya koyan düzenleyici işlem çeşitleridir. Ama 82 anayasasıyla birlikte
olağanüstü hal KHK’leri ve CBK’leri yani CB’lığının genel sekreterliğinin düzenlenmesine ilişkin

139
çıkarılabilecek CBK’leri doğrudan anayasanın verdiği yetkiyle yani asli düzenleme yetkisini içeren
bir düzenleyici işlem çeşidi olarak hukuk sistemimizde yerlerini alıyor idi.

Ama 2017 anayasa değişikliği ile, daha doğrusu 2017 anayasa değişikliği ama 2018’le yürürlüğe
giren hükümlerden; bu hükümlerle birlikte yürütmenin düzenleyici işlem yapma noktasında,
yürütmenin düzenleyici işlem çeşitlerinde de değişikliklere gidildi. KHK uygulaması kaldırıldı, onun
yerine CBK getirildi. Yine tüzük dediğimiz uygulama anayasadan kaldırıldı, tüzük bir düzenleyici
işlem olmaktan çıktı, yine yönetmelik çıkarma noktasında yönetmeliğin de hukuki yapısı
değiştirildi daha doğrusu çıkarabilecek olanlar noktasında bir revize işlemi yapıldı.

Dolayısıyla bugün için baktığımızda, yürütmenin düzenleyici işlem olarak sayabileceğimiz işlem
türleri: Birincisi CBK’leri. CBK’lerinin bir olağan dönemde çıkarılan kararnameler var, buna
doğrudan “CBK” diyoruz; bir de CBK’lerinin olağanüstü yönetim usulü devredeyken kullanılabilen
“OHAL CBK”leri var. Her ikisi de cumhurbaşkanlığı kararnamesi olarak ifade ediliyor; bunları
birbirinden ayırt etmek için, OHAL çerçevesinde çıkarılan cumhurbaşkanlığı kararnamelerine
“OHAL CBK”leri diyoruz.

 Birinci işlem türümüz “CBK”, bunun 2 biçimi var. Diğer işlem türümüz “Yönetmelik”: Yönetmelikler CB
tarafından yapılabilir, bakanlıklar tarafından yapılabilir ve diğer kamu tüzel kişileri tarafından
yapılabilir. Yönetmelik, yürütmenin en geniş düzenleme alanını oluşturan bir işlem türüdür. Ve diğer
düzenleyici işlemler, adsız düzenleyici işlemler olarak ifade ettiğimiz; yönerge, tamim, genelge, genel
emir gibi farklı isimlerle anılan yine yönetmeliğe benzer, yönetmeliğe eşdeğer ya da onun alt
düzeyinde yer alan yürütme organının yapmış olduğu kural koyan işlemler. Dolayısıyla şu an için “3 tür
düzenleyici işlem çeşidimiz” var.

A)CBK:
 Öncelikle bu kararnamelerin olağan dönem için olan kararnameleri inceleyeceğiz.

 CBK’lerine geçmeden önce kararname kavramı için birkaç hususa değinmekte fayda var.

Bizim hukuk sistemimizde 82 anayasasından beri, daha öncesinden de bunu götürmek mümkün,
kararname olarak ifade ettiğimiz birçok işlem türü vardı, şöyle ki: OHAL KHK, olağan dönem KHK,
bakanlar kurulu kararnamesi, müşterek kararname ya da üçlü kararname şeklinde ifade edilen
bu düzenleyici (hepsi düzenleyici değil) işlemlerin hepsinin sonunda kararname ibaresi var. Yani
OHAL KHK’si de bir kararname, olağan dönemde çıkarılan KHK’ler de kararname, bakanlar kurulu
kararnamesi de bir kararname; ilgili bakan, başbakan ve CB’nın imzasını taşıyan müşterek
kararname ya da üçlü kararname de yine bir kararname. Kararname, anayasa hukuku
literatürümüzde geniş bir alanı kapsayan bir tanımlama.

2017 anayasa değişikliği yapıldığında bu saymış olduğumuz kararname çeşitlerinin hemen hepsi
kaldırıldı, yerine CBK kavramı getirildi yani bu 4 çeşit kararnamenin yerini tek bir kararname
biçimi aldı. Önceki saymış olduğumuz kararname çeşitlerinden mesela OHAL KHK’si bir
düzenleyici işlem, olağan dönem KHK yine bir düzenleyici işlem, kural koyan işlem ama bakanlar
kurulu kararnamesi düzenleyici işlem biçiminde de olabilir, bireysel işlem biçiminde de olabilir.
İşte diyelim bakanlar kurulunun anayasanın 163. maddesinin verdiği yetkiyle o maddeyle
yapabileceği bir değişikliğe ilişkin düzenlemesi düzenleyici bir işlem ama bunun karşılığında-
bunun yanında genelkurmay başkanını ya da bir valiyi atayan bakanlar kurulu kararnamesi de
nihayetinde bir kararname ve o bireysel bir işlem. Bunun yanında müşterek kararname ya da

140
üçlü kararname de dediğimiz kararnameler ise büyük çoğunluğu itibariyle bireysel işlemler, kural
koyan işlem değil bunlar, bireysel işlem. Tüm bu kararnamelerin yerine CBK diye bir kavram
geldi. Dolayısıyla şimdi CBK ile olağanüstü durumda OHAL CBK yapılabiliyor; hukuki rejimi farklı.
Olağan dönemde CBK yapılabiliyor; o da hukuki rejim olarak farklı bir özellik taşıyor. Onun
dışında CB’nın birçok atama yetkisi var yani bireysel işlem yapma yetkisi var; işte bakanları
atıyor, azlediyor, genelkurmay başkanını atıyor, valileri atıyor, üst düzey kamu yöneticilerini
atıyor; bütün bu işlemler de aslında kararname, o da CBK anayasaya göre. Dolayısıyla CBK
dediğimiz zaman hem bireysel işlemlerin hem de düzenleyici işlemlerin yapıldığı bir işlem türü
olarak karşımıza çıkıyor.

Bu noktada CBK’nin bireysel bir işlem mi, düzenleyici bir işlem mi? Olduğu önem arz ediyor
uygulamada çünkü bu işlemlerin denetimleri de farklılaşmak durumunda çünkü düzenleyici
işlem mahiyetindeki olağan dönem CBK’leri AYM’nin denetimine tabi kılınmış ama bireysel
nitelik arz eden, bireysel işlem niteliği arz eden kararnamelerin yargısal denetimi idare
mahkemelerince yapılmak durumunda çünkü onlar bireysel-idari bir işlem; AYM’nin denetimine
tabi tutulamaz. İşte bu noktada karışıklığı önlemek adına uygulamada, CB’nın yaptığı
“düzenleyici işlemler”e “CBK” deniliyor; anayasadaki karşılığını kullanarak; CB’nın yapmış olduğu
atama işlemlerini, “bireysel işlemler”i ifade etmek için ise “CB’lığı kararı” kullanılıyor. Yani
kararlar bireysel işlem, büyük çoğunlukla, kararname ise düzenleyici işlem yerine kullanılıyor: Bu
hususu da belirtmiş olalım. Anayasa değişikliği yapılırken bu noktada bazı sorunlar görülemedi,
biraz aceleye getirildi ya da teferruatı ile ele alınamadı gibi. Gelelim şimdi “CBK” yani
Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine:

 Olağan dönemde çıkarılan CBK:

Anayasamızın 104. maddesinin 17. fıkrasını okuyun, olağan dönemde çıkarılan CBK’lerini
düzenliyor. Cumhurbaşkanına kararname çıkarma yetkisi verdikten hemen sonra CB’nın
kararname çıkaramayacağı ya da daha farklı bir ifadeyle CBK’nin dokunamayacağı alanları da
anayasa saymış ilerideki fıkralarda.

CB’na kararname çıkarma yetkisi verildikten sonra, anayasa takiple hangi alanlarda kararname
çıkarılamayacağını ve bir de çatışma kuralını düzenlemiş. CBK ile kanunlarda farklı hükümler
olursa kanun hükmü uygulanır, diyor, bu bir çatışma kuralı; hukukun genel teorisinde
gördüğümüz çatışma kurallarının dışında. Her hâlükârda kanun üste geliyorsa demek ki bu işlem
kanun gücünde bir işlem değil, CBK.

Bu kararnameyi yapacak olan CB, CB bu işlemi tek başına yapıyor. Sadece CB’nın imzasıyla yapılan
bir işlem, zaten yürütme anlamında yetki ve görev CB’na ait. CBK noktasında hangi alanlarda bu
kararname çıkarılabilir? Bu noktada farklı şekilde sonuçlar çıkarmak mümkün. Yasak alanlar, CBK
ile düzenlenemeyecek alanlar:

1. Anayasayı incelediğimiz zaman, birincisi okuduğumuz fıkrada CBK ile düzenlenemeyecek bir
alan ortaya çıkıyor yani birazdan sayacağımız bu alanda CB, CBK çıkaramaz; olağan dönem
için söylüyoruz, bunlar: Fıkra 17 (yi okuyun), dolayısıyla yürütme yetkisi içinde olmayan,
yürütmeyle ilişkisi olmayan konularda bu kararname çıkarılamaz; bir defa bu CB’na yasak bir
alanı getiriyor.

141
2. İkincisi 18. fıkrayı okuyun. TH ve H noktasında da yine bir yasak alan çizdi anayasa. Yani TH ve
H’e ayrılmış 2. kısmın 1. ve 2. bölümünde yer alan kişi hakları ve ödevleri ile 4. bölümde yer
alan siyasi haklar ve ödevler CBK ile düzenlenemez. Demek ki 3. bölüm yani sosyal ve
ekonomik haklar ve ödevler demek ki CBK ile düzenlenebilir. Burada “düzenleme” kelimesinin
altını çizmek ve açıklamak gerekir. Düzenlemek, olumlu bir yeniliği ifade eder yani bir TH ve H
alanında düzenlemeden bahsediyorsak ya TH ve H alanını genişleten ya da yeni bir hürriyet
alanını doğuran bir yeniliği ifade ediyoruz demektir; düzenleme, olumlu bir yeniliği ifade için
kullanılıyor. Bu ayrımın yapılması sebebi: 13. madde “TH ve H ancak kanunla sınırlanabilir.”
diyordu yani TH ve H noktasında herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün TH ve H ancak
kanunla sınırlanabilir. Kanun dışındaki bir işlemle TH ve H için sınırlandırma yapılamaz.
Olumlu bir yenilik yapmak için ise CBK ile sadece sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler
alanında olumlu bir değişiklik yapılabilir. Yani CBK ile kişi hakları ve ödevleriyle siyasal haklar
ve ödevler alanında olumlu yani TH ve H alanını genişleten bir düzenleme dahi yapılamaz: O
alana CB ne olumlu ne de olumsuz olarak dokunamaz; kişi hak ve ödevleriyle siyasal haklar ve
ödevler alanına yapılacak düzenleme olumlu dahi olsa müdahale edemez, o alan tamamen
kanuna bırakılmış. Sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler için olumlu değişiklik yapabilir CB;
sınırlama getiren bir işlem hiçbir şekilde yapamaz: 13. maddeye göre.

3. 19. fıkrayı okuyun. Münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken derken anlaşılması gereken
şu: Demek ki anayasada öyle bazı alanlar var ki, o alanda sadece kanun çıkarılabilir, bu alan
başka bir işlemle, özellikle yürütmenin düzenleyici işlemleriyle o alan düzenlenemez; orası
sadece kanunla düzenlenecek. Bu durumda anayasayı incelediğimizde anayasanın birçok
yerinde “kanunla düzenlenir” şeklinde birçok maddede görüyoruz bunu. Ör; “idare bir
bütündür, kanunla düzenlenir.” gibi. Bu noktada “kanunla düzenlenir.” denilen her yerde
sadece kanun mu olmak zorunda? Hayır, öteden beri kanunla düzenlenir denilen alanların
yürütmenin düzenleyici işlemleriyle de gerçekleştiği görülür ama anayasanın 4 yerinde o
alanların ancak kanunla düzenlenmesi gerektiğine ilişkin bir vurgulama var. Birçok yerde
kanunla düzenlenir diyor ama 4 maddesinde ise “ancak kanunla düzenlenebilir” diyor yani
ancak kanunla düzenlenir-konulur denildiği zaman bu ancak ibaresi diğer işlemleri dışlayan
bir ibare olarak karşımıza çıkıyor. Bu 4 madde: İlki 13. madde, TH ve H ancak kanunla
sınırlanabilir, TH ve H kanun dışındaki bir işlemle sınırlandırılamaz; 2. durum 38. madde, ceza
ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur, cezanın kanuniliği ilkesi,
kanun dışındaki bir işlemle ceza ya da ceza yerine geçen güvenlik tedbiri konulamaz; 3.
durum 66. madde, vatandaşlık kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve vatandaşlığın
kaybedilmesine ilişkin hususlar ancak kanunla düzenlenir, yani vatandaşlık kanunun
gösterdiği şartlarda kazanılacak ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir, vatandaşlığı
kaybetmenin şartlarını kanun koyacak, yürütmenin düzenleyici bir işlemle bu hususlar
düzenlenemez; ancak ibaresinin geçtiği sonuncu durum 68. madde, yüksek öğretim
elemanlarının siyasi partilere üye olmaları ancak kanunla düzenlenebilir, diyor. Bu hususlarda
doktrinde tartışma çok fazla, girersek mevzu karışır ve sorumlu olacağımız alan genişlermiş, o
yüzden yüzeysel geçecekmişiz. Doktrinin genel kabul seviyesinde bilgiyi veriyoruz, detaylara
girmiyoruz. Bu 4 alanda demek ki CBK çıkarılamayacak, CBK’ne yasaklanmış bir alan.

4. Bu yasak alana ilişkin olarak 104. maddenin 20. fıkrasını okuyun. Buradaki “açıkça
düzenleme”den ne anlaşılacağı da yine tartışmalı bir konu. Burada şöyle bir şey ifade
edilebilir: “Eğer kanun herhangi bir boşluk bırakmaksızın bir konunun tüm alanını açık bir
şekilde düzenlemişse yani yürütmeye düzenleyecek bir alan bırakmamışsa o zaman bu
noktada CBK çıkarılamaz ama kanun bir çerçeve şeklinde konuyu düzenlemişse teknik

142
detayların ya da ayrıntıya ilişkin hususlar noktasında açık düzenlemeler getirmemişse o
zaman o boş bırakılan alan için CBK ile düzenleme yapılabilir ama eğer açık bir şekilde boşluk
bırakmaksızın bir alan kanunla düzenlenmişse o zaman CBK çıkarılamaz.

Bu 4 durum CBK ile düzenlenemeyecek alanlar olarak kabul ediliyor, anayasadan çıkardığımız
sonuçla.

CBK noktasında tartışmalı çok husus var, bu biraz da işin aceleye getirilmesi ya da öngörülememesi
nedeniyle düzenleme çok bu alanda.

Anayasanın yürütmeye ilişkin maddelerini incelediğimiz zaman kimi konularda ise bu defa “CBK ile
düzenlenir.” şeklinde özel hükümler getirilmiş. Bazı hususların CBK ile düzenleneceği anayasada
öngörülmüş. Bu durumlar da 4 madde de karşımıza çıkıyor. Bunlar: Üst kademe yöneticilerinin
atamalarına ilişkin usul ve esasların CBK ile düzenlenmesi; 104. madde 9. fıkra; asli bir alandır, asli
bir düzenleme yetkisine örnek veriliyor demiştik; yine bakanlıkların kurulması, kaldırılması,
görevlerine ve teşkilatına ilişkin yapılanması, merkez taşra teşkilat yapılanmasına ilişkin hususların
düzenlenmesi CBK ile olur, diyor; yine devlet denetleme kurulunun işleyişi, üyeleri, üyelerinin
görev süresi ve özlük hakları da CBK ile düzenlenir, diyor ve milli güvenlik kurulu genel
sekreterliğinin teşkilatı ve görevleri de CBK düzenlenir, diyor. Bu 4 durumun CB’nın düzenleme
yetkisi noktasında CB’na mahfuz bir alan sağladığı yönünde görüşler var, bu genel kabul gören
görüş. Yani bu 4 durumda bu 4 alanı yasama organı düzenleyemez, bu alanlar CBK’na bırakılmış-
hasredilmiş alanlardır, şeklinde genel kanı var; farklı düşünenler de var. Farklı düşünenlerin
gerekçesi şu: Hatırlayın yasama yetkisinin özelliklerinden yasama yetkisinin genelliği ilkesi vardı:
Yasama organı anayasaya aykırı olmamak kaydıyla her konuyu düzenleyebilir ve aynı zamanda
yasama yetkisi asli bir yetkiydi ve genel bir yetkiydi; her konuyu dilediği kadar ayrıntıya girerek
düzenleyebilir yasama organı. Anayasa bu noktada “Üst kademe kamu yöneticilerinin
atanmalarına ilişkin usul ve esaslar CBK ile düzenlenebilir.” demiş: Böyle bir hüküm, bu alanın
CB’na hasredildiği sonucunu doğurur mu doğurmaz mı? Önemli bir tartışma. Bu noktada yasama
organı bir kanun çıkarsa ve üst kademe yöneticilerinin kim olduklarını, üst kademe yöneticilerinin
atamalarına yönelik usul ve esasların ne olduğuna ilişkin bir düzenleme yaparsa AYM anayasaya
aykırı mı bulacak? Şu an bilmiyoruz. Yasama yetkisinin genelliği ilkesi var, her konuyu
düzenleyebilir yasam organı. Üstelik 104. maddenin 17. fıkrasında saydığımız hususlar, eğer bir
kanun varsa diyor kararname çıkarılamaz diyor; kanun çıkarılmışsa kararname hükümsüz kalır; bir
kanunla kararname aynı konuda farklılık içeriyorsa farklı hüküm içeriyorsa kanun hükmü uygulanır
diyor. Tüm çatışma kurallarında kanunu üst düzeye çıkaran bir düzenleme söz konusuyken bu
alanların kanuna kapatılmış olması mümkün değildir, şeklinde görüşler de var. Ama işte bu
hususlar doktrinde tartışma konusu ve bu konuda genel görüş: Bu durumda yasama organının
kanun çıkaramayacağı, bu alanların CB’na hasredildiği, mahfuz bir düzenleme yetkisi oluşturduğu
yönünde, biz de bu şekilde bilelim.

+Sorularda, tartışmalara ya da hocanın ifadelerine göre değil genel kanıya göre cevap
vermeliymişiz.

+Kanunla düzenlenir denilen birçok madde var anayasada. Tüm bu alanlar eğer, anayasanın
saydığı “bu kanunla düzenlenir.” biçiminde ifade edilen anayasadaki tüm alanlar CBK’ne kapatılırsa
eğer CBK ile düzenleme yapılamaz hale gelir. CBK yapılamaz hale gelir. Bizim anayasal
sistemimizde de baktığımız zaman bu alanlar daha önceki uygulamada KHK ile düzenlenebiliyor idi
tüm bu alanlar. Hatta şimdi yasama organı için saydığımız mahfuz alanlarda bile yürütme, bir

143
kanun başlangıcı olması kaydıyla o alanda da düzenleme yapabilir: O kadar detaya girmedik ama
kanunla düzenlenir denilen her alan CBK’na kapatılırsa CB’lığının düzenleyici işlem yapma yetkisi
kalmaz çünkü her şey, mesela kamu görevlilerinin özlük hakları ile ilgili birçok durum var, “idare
kuruluş ve görevleriyle bir bütündür, kanunla düzenlenir.” denildiği zaman yönetsel alanda hiçbir
işlemin CB tarafından yapılamaması sonucunu doğurur; dolayısıyla onu bu denli geniş anlamak
doğru bir yaklaşım değil. “Ancak kanunla düzenlenebilir.” şeklindeki ifadeler yasama organına
bırakılmış münhasır bir alan ifade ediyor, oraya yürütmenin dokunamayacağı bir alan oluşturuyor.
Diğerlerinde “kanunla düzenlenir.” diyor ama “ancak kanunla düzenlenir.” demiyor: Öteden beri
uygulamada bu alanlarda KHK’lerle düzenlenebiliyordu yani yürütme o alanda işlem
gerçekleştirebiliyordu. Şimdi, CB münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken alanlarda kararname
çıkaramaz, denilince 104. madde de; o zaman bu münhasır alan nedir? sorusunun cevabı ancak bu
4 duruma indirgiyoruz: “Ancak kanunla düzenlenebilir.” şeklinde düzenleme içeren alanların ancak
kanunla düzenlenebileceği sonucunu çıkarıyoruz. Tartışılacak husus çok ama bu şekliyle anlamak,
dersimizin işlenişi açısından bakıldığında böyle anlamak daha iyiymiş.

Toparlayalım: CBK ile düzenlenebilecek bir alan var. Bu alan noktasında anayasa bir sadece kanuna
hasredilmiş bir alan sayıyor, o alanda CBK çıkarılamayacak; bu da 4 yerde “ancak kanunla
düzenlenebilir.”: TH ve H’e ilişkin husus; yürütmenin yetki alanına girmeyen hususlar; münhasıran
kanunla düzenlenmesi gereken hususlar ve kanunun açıkça düzenlediği konular, CBK ile
düzenlenemez. Kararnameye kapatılan bir alan. Bunun karşısında bir de yasamaya kapatılan bir
alan olarak çoğunlukla kabul edilen “CBK ile düzenlenir.” şeklinde ifade yer alan: Üst kademe
yöneticileri; bakanlıkların kurulması, kaldırılması teşkilatı; devlet denetleme kurulunun teşkilatı
üyeleri ve üyelerinin özlük haklarına ilişkin yapılan ve milli güvelik kurulunun sekreterlik ve
teşkilatına ilişkin alan da sadece CBK ile düzenlenecek alan olarak kabul ediliyor.

Bu 2 alanın dışında kalan alanlar her 2 işlemle de düzenlenebilir. Burada yarışan yetkiden
bahsedilebilir. Eğer o konuda bir kanun çıkmamışsa CBK ile o alanda düzenleme yapmak mümkün.
Kanunla zaten her zaman düzenlenebilir ama işte o alanda CB bir kararname yapıp düzenlediğinde
daha sonra eğer bir kanun çıkarılırsa o konuya ilişkin olarak, o kararname kalkacaktır o
bahsettiğimiz çatışma kuralı gereği ama yasama organı o noktada hareketsiz kalırsa CB,
kararnameyle bu bırakılan alanı düzenleyebilir.

CBK’lerinin konuya ilişkin sınırlamaları bu şekilde.

CBK’lerinin çıkarılmasındaki usul noktasında şunu söyleyebiliriz: CB tarafından imzalanır ve resmi


gazetede yayınlanır kararnameler. Kararnamelerin yürürlüğe girmesi noktasında eğer
kararnamede ileri bir tarih öngörülmemişse bu kararnameler yayınlandıkları gün yürürlüğe
girerler; ileri bir tarihte CB belirleyebilir; yasama organının bir kanunun yürürlüğe girme tarihini
belirlemesi gibi.

CBK’lerinin yargısal denetimi AYM tarafından yapılıyor, tabi olağan dönem kararnameleri için
şimdiye kadar bahsettiklerimiz, bunu belirtmekle yetinelim.

CBK’nin hukuki gücü tartışmalı bir alan, bu noktada da tartışmalar var ama genel kanı: Olağan
dönem CBK’lerinin kanundan alt düzeyde bir işlem olduğu, hiyerarşide, çünkü anayasa açıkça
çatışma kuralı koymuş: Eğer kanunla kararname hükümleri çatışırsa kanun hükümleri uygulanır
diyor. Dolayısıyla eğer aynı düzeyde hukuki güce sahip işlemler olsalardı öncelik-sonralığa bakılırdı.
Dolayısıyla hukuki güç itibariyle bu kararnameler, CBK’leri kanundan alt düzeyde bir işlemdir.

144
Yönetmeliğin üstünde, kanunun altında yer alırlar diyebiliriz. Bu noktada da pürüzler var, sebebi
de şu: Yasamaya kapatılan bir alan var mı yani yürütmenin mahfuz alanı, CBK ile ancak
düzenlenebilecek bir alan kabul edildiği zaman 4 alanda; üst kademe yöneticileri, bakanlıklar,
devlet denetleme kurulu ve milli güvenlik kurulu genel sekreterliğine ilişkin alanların sadece CBK
ile düzenlenebileceği kabul edildiği zaman, normlar hiyerarşisindeki CBK’nin yeri değişiyor. O
zaman konu itibariyle inceleyip, bu konuların dışındaysa kanundan alt düzeyde, bu konulara
ilişkinse kanundan üstün, dahi diyebileceğimiz bir sonuç ortaya çıkıyor ki anayasanın böyle bir
sonucu istemediğini baştan söyleyebiliriz. Çünkü yine 104. maddenin ilgili fıkrasına göre “CBK ile
kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun hükümleri uygulanır. TBMM’nin aynı konuda
kanun çıkarması durumunda CBK hükümsüz hale gelir.”, bu açık hükümler karşısında bu mahfuz
alandaki CBK’lerinin kanuna eşdeğer ya da kanundan üstün olduğunu savunmak da son derece
güçleşiyor.

Sonuç şu: CBK’ne ilişkin anayasal düzenlemeler biraz aceleye getirilmiş ve problemli bir alan. Bu
noktada sistemin oturması AYM’nin yapacağı yoruma bağlı; o noktada da henüz, normlar
hiyerarşisindeki yeri noktasında ya da mahfuz bir yürütme alanı olup olmadığı noktasında henüz
AYM’nin bir içtihadı yok. Dolayısıyla biz kitaplarımızdaki genel kanıya göre bu konuyu şimdilik
böyle bilmeliyiz.

 OHAL döneminde çıkarılan CBK:

Anayasamızın 119. maddesi düzenliyor, okuyun. Önceden OHAL’in ilan edilmesine yönelik bilgileri
vermiştik. OHAL CBK ancak yurdun bir bölümünde veya tamamında usulüne uygun olarak
yürürlüğe girmiş bir OHAL durumu söz konusu olduğunda CBK tarafından kullanılabilecek bir
düzenleme yetkisi. Bu düzenleme yetkisi “asli” bir düzenleme yetkisi çünkü doğrudan anayasadan
alınan bir yetkiye dayanılarak kullanılıyor.

Aynı zamanda olağan dönemde çıkarılan kararnameler de bir asli düzenleme yetkisi çünkü onun
için de herhangi bir kanuni ön işlem gerekmiyor.

119. madde 6. fıkrayı okuyun. OHAL’lerde çıkarılan CBK’nin konu itibariyle bir sınırı yok yani her
konu CBK ile OHAL’de düzenlenebilir ancak OHAL’lerde dahi dokunulamayacak bir alan vardı: AY
madde 15 fıkra 2. Bu çekirdek alan CBK’nin sınırı dolayısıyla bu alana CBK ile dokunmak mümkün
değil ama bunun dışındaki bütün TH ve H, CBK ile kısmen ya da tamamen durdurulabilir ve bu hak
ve hürriyetler için anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler CBK ile alınabilir. Yürütmenin
yetkisi, olağanüstü yönetim usullerinde genişler, TH ve H alanı daralır demiştik; olağanüstü
yönetim usullerinin genel karakteri buydu; işte en temel örneği.

OHAL’lerde çıkarılan CBK kararnamesi bu denli geniş bir yetki alanına sahip, konu itibariyle sınırı
sadece 15. maddenin 2. fıkrası yani çekirdek haklar ancak OHAL CBK dilendiği gibi her zaman
çıkarılamıyor: Öncelikle bir OHAL ilan edilmiş olacak, daha sonra CBK çıkarılacak ama CBK, OHAL
yürürlükte diye her şekilde de, sınırsız bir şekilde de çıkarılamaz; konu itibariyle sınır çekirdek
alandı ama onun dışında OHAL CBK noktasında 119. maddede yer alan başka sınırlamalar da var:

1. Madde 119 fıkra altıya göre: “Olağanüstü hallerde CB, OHAL’in gerekli kıldığı konularda
kararname-CBK çıkarabilir.” yani OHAL ne için ilan edildiyse; ilan nedenlerini saymıştık: Şiddet
olaylarının yaygınlaşması dolayısıyla kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması nedeniyle OHAL
ilan edilmiş ise bu durumun gerekli kıldığı tedbirleri ancak CB OHAL kararnamesiyle alabilir.

145
Bunun dışında yani bu durumun gerektirmediği bir tedbir CBK ile alınırsa anayasaya aykırılık
ortaya çıkar. Tabi afet, tehlikeli salgın hastalıklar, ağır ekonomik bunalım gibi durumlarda OHAL
ilan edilmiş ise kişiler için çalışma ya da mali yükümlülükler getirilebilir ama şiddet olaylarının
yaygınlaşması dolayısıyla kamu düzeninin bozulması dolayısıyla alınmışsa OHAL kararı, o zaman
kişiler için çalışma ve mali yükümlülükler getirilemez çünkü gerekli değildir onun üstesinden
gelinmesi için. Birincisi bu: “Bu kararnamelerde durumun gerektirdiği tedbirler” alınabilir.
Bunun örneklerini 2016 darbe teşebbüsünden sonra çıkarılan kararnamelerde gördük-yaşadık.
Anayasanın, o dönem itibariyle, OHAL KHK için de aynı sınırlama söz konusuydu: OHAL’in
gerekli kıldığı konularda KHK çıkarılabilirdi ama uygulamada ilan edilen OHAL ile hiç alakası
olmayan konularda KHK’ler çıkarıldığını gördük; kış lastiğine ilişkin KHK gibi… Dolayısıyla
OHAL’in gerekli kıldığı konularda başvurulabilecek bir düzenleyici işlem, anayasa böyle diyor
ama AYM tarafından anayasa yargı denetimine tabi olmadığı için anayasaya aykırı da olsa bu
tür düzenlemeler yapılabiliyor, geçmişte de örneğini gördük ama anayasa böyle bir sınır çizmiş:
OHAL’in gerekli gördüğü konularda çıkarılacak.

2. OHAL’in süresine ve uygulandığı alana göre de bu kararnameler sınırlıdır, şöyle ki: OHAL,
yurdun bir bölümünde ya da tamamında ilan edilebilir. Eğer yurdun belli bir bölgesinde ilan
edilmişse OHAL; Ör: İç Anadolu’da yer alan 10 ili kapsayacak şekilde OHAL ilan edildi ve CB
oradaki OHAL’in gerekli kıldığı konulara ilişkin olarak CBK ile düzenleme yoluna gitti. İşte
yapılan bu CBK, sadece OHAL’in ilan edildiği 10 ilde uygulanır. O 10 ilin dışına taşınıldığında
yani diğer illere sirayet ettiğinde ya da yurdun genelinde geçerli bir düzenleme yapılmaya
kalkındığında anayasanın çizmiş olduğu sınırın dışına çıkılmış olur, anayasaya aykırılık ortaya
çıkmış olur.

3. Süre bakımından da OHAL sınırlıdır. OHAL, CB tarafından 6 aya kadar ilan edilebiliyordu, bu 6
ay sonrasında eğer OHAL’in uzatılması noktasında bir düşünce varsa CB bunu meclisten talep
edebiliyordu. Meclis de her defasında 4 ay şeklinde bu süreyi uzatabiliyordu. Süre itibariyle
ortadan kalktığı itibaren de bu kararname hükümleri de yürürlükten kalkar. OHAL CBK ile bu
süreyi aşar biçimde kalıcı düzenlemeler yapılamaz, bu da yine anayasanın çizmiş olduğu bir
sınır. Bu sınırlar aşılırsa bu OHAL CBK’leri anayasaya aykırı hale gelir.

+Olağanüstü dönemde KHK ile kamudan ihraç olunanlar için, o dönemde ihraç edilenlerin
OHAL ortadan kalktıktan sonra geri dönmeleri gibi bir uygulama mümkün değil ama o
döneme ilişkin yapılan temel bir yanlış var o da: İhraç edilen bu kişiler için gereken
soruşturma yöntemlerinin işletilip, disiplin gereğince ihraç edilmeleri hukuka daha uygun,
daha yerinde olurdu ve elimizi daha sağlamlaştırırdı AİHM nezdinde ama iç hukuk açısından
bakıldığına bu işlemler bir defa yapılıp biten işlemlerdir. O nedenle artık bu ihraç
kararından sonra yeniden OHAL kalkınca bu kişilerin görevlerine dönmesi söz konusu
olmuyor.

+Olağan dönemdeki CBK’leri yargı denetimine açık. OHAL sırasında çıkarılan CBK’leri yargı
denetimi dışında bırakılmış, bunun nedeni: Olağanüstü yönetimdeki alınması gereken
tedbirler noktasında zafiyet doğmaması, temel neden bu çünkü OHAL denilen durum,
normal hukuk düzeniyle üstesinden gelinemeyecek durumlardır. Dolayısıyla böyle bir
durumda yani normal yönetim usulüyle üstesinden gelinemeyecek büyüklükte, ciddiyette
problemlerle karşılaşılan durumda acil ve önemli tedbirler alınması gerekir. Bu tedbirlerin
yargısal denetime tabi tutulması, o süreçteki mücadeleyi ya da gösterilen tepkiyi
yavaşlatabilir, engel olabilir; o nedenle AYM’nin denetimi dışında tutulmuş, temel nedeni

146
bu. Hukuk düzeni açısından tasvip edilir edilmez ayrı mevzu ama temel neden bu. Ancak
OHAL döneminde çıkarılan CBK’leri, TBMM’nin denetimine tabi çünkü kararname çıktığı an,
aynı gün TBMM’ne de sunmak durumunda. TBMM bu konuyu hemen görüşürse ve
neticesinde bu durumu kanunlaştırırsa kanunlar için zaten anayasa yargısı yolu açık,
AYM’ne hemen dava açılabilir ya da TBMM kanunlaştırmayıp bunu hemen red de edebilir;
reddedildiğine dair bir karar alırsa o düzenleme hemen yürürlükten kalkar, bu noktada işte
bu önemli: Olağan yönetim usulleriyle üstesinden gelinemeyecek derecede ciddi
problemlerin aşılması için öngörülen bu düzenlemede, bu düzende, bu usulde TBMM’nin
“siyasi denetimi” ön plana çıkmak durumunda. TBMM, bu noktada üzerine düşeni yaparsa,
bu kararnamelerle ortaya çıkan hukuka aykırılıklar da giderilebilir; bu tam bir iki tarafı
keskin bıçak: Bir taraftan hukuk devleti ve hukuk devletinin gerekleri çerçevesinde
bakıldığında “Anayasal yargı denetimi dışında bırakılan bir düzenleyici işlem olabilir mi?”
haklı olarak; diğer taraftan bakıldığına üzerinden gelinmesi gereken, mücadele edilmesi
gereken çok ciddi problemler var, olağanüstü yönetim usulleri de TH ve H alanını daraltan
bir uygulama genel karakteri dolayısıyla. O nedenle iki tarafı keskin bıçak gibi bir durum.
Her ne kadar olağanüstü dönemlerde çıkarılan KHK, AYM’nin denetimi dışında tutulsa da
AYM 93 ve 2003 yıllarında vermiş olduğu 4 kararla bir içtihat geliştirdi. Bu içtihat
neticesinde OHAL KHK’inin anayasadaki sınırları aşması durumunda, anayasada çizilen
çerçevenin sınırlarını taşması durumunda bu kararnamelerin OHAL kararnamesi
sayılamayacağı, bunların olağan dönem kararnamesi olarak addedilmesi gerektiği ve bir
yetki kanununa dayanmadıkları için bu kararnamelerin iptal edilmesi yönünde kararlar
verdi ama maalesef 2016 sonrasında kimi kararnameler AYM önüne götürüldü; önceki
içtihadı çerçevesinde AYM’nin o kararı inceleyip iptal etmesi gerektiği beklenirken AYM,
“Bu konu anayasa tarafından denetim dışı bırakılmıştır, dolayısıyla benim denetleme
yetkim yok.” deyip o ilk içtihadını değiştirdi ve kararnamelerin denetimi noktasında yetkili
olmadığı yönünde karar verdi.

O içtihadın mantığı; içtihadı ne çerçevede aldığı konusunda: Anayasa OHAL KHK için bir
konu sınırı çizmiş; Bir, OHAL’in gerekli kıldığı konularda çıkarabilirsin, diyor. İki, OHAL’in bir
süresi var, OHAL süresince uygulanmak üzere, diyor. Üç, OHAL ilan edilen bölgede
uygulanmak üzere, diyor. Konu, süre ve yer itibariyle yetkiyi sınırlandırmış anayasa. Şimdi
eğer, önceki uygulama açısından söylüyor hoca, CB ve bakanlar kurulunun birlikte yaptığı
toplantı neticesinde çıkarılan bir OHAL KHK, süreyi aşar şekilde yani kalıcı bir düzenleme
getiriyor ise bu sınırın dışına taşmıştır ya da OHAL’in gerekli kılmadığı bir alanda düzenleme
yapıyorsa bu yetki sınırını aşmış demektir. Ya da OHAL KHK ile ilan edilen bölgeyi aşar
şekilde(?) düzenleme getiriyorsa bu sınırı aşıyor demektir. İşte 90’lı yıllarda verdiği o 2
önemli kararda AYM dedi ki: “Anayasaya göre bu kararnameler OHAL’in gerekli kıldığı
konularda OHAL’in süresince uygulanmak üzere ve OHAL ilan edilen coğrafi bölgede
uygulanır ama siz çıkardığınız kararname ile OHAL ilan edilen bölgenin dışında da etkili
olabilecek hükümler koymuşsunuz. Dolayısıyla bu hüküm, anayasanın verdiği yetkinin
taşılması anlamına gelir. Dolayısıyla bu bir OHAL KHK sayılamaz çünkü OHAL KHK olması
için bu hükümlerin OHAL ilan edilen bölgede uygulanır olması lazım ama siz tüm Türkiye’de
uygulanacak bir düzenleme getirmişsiniz. Dolayısıyla bu hüküm OHAL KHK olamaz.” peki ne
olabilir OHAL KHK değilse? “CB ve bakanlar kurulu yaptığına göre bu işlemi, o zaman olağan
dönem kararnamesi olarak bunu nitelemek gerekir.”

AYM’nin temel bir mantığı var: “Ben önüme gelen işlemin adına bakmam, içeriğine
bakarım. İçeriği eğer benim denetleyebileceğim hukuk kurallarından ise ben onu o şekilde

147
nitelendiririm ve gereken denetlemeyi yaparım.” bu içtihadın uzantısında AYM örnek
olayda diyor ki: “Bu bir OHAL kararnamesi olamaz, çünkü OHAL’in ilan edilen bölgenin
dışına taşmış hükümleri. O zaman bu hüküm, CB ve bakanlar kurulu yaptığına göre bu
işlemi o zaman bu bir olağan kararnamedir, bunun niteliği budur. Adına siz her ne kadar
OHAL KHK demiş olsanız da bu hukuki nitelik itibariyle ancak olsa olsa olağan dönem
kararnamesi olur. Olağan dönem kararnamesi için ise öncelikle yasama organının bir yetki
kanunu çıkarması lazım, yetki kanununda düzenlenecek alanı, süresini, süresi içerisinde kaç
kararname kullanılacağına ilişkin bir yetkiyi vermesi lazım bakanlar kuruluna ve daha sonra
bakanlar kurulunun bu yetkiye dayanarak kararname çıkarması lazım yani yetki kanunu
yoksa olağan dönem KHK de olmaz.” “Dolayısıyla OHAL KHK diyemiyorduk buna, olsa olsa
olağan dönem KHK hükmü olabilir ama onun için de yetki kanunu lazım, var mı? Yok. O
zaman anayasaya aykırıdır bu hüküm.” deyip iptal yoluna gitti, iptal etti. AYM’nin bu
içtihadı anayasa hukukçuları arasında olumlu şekilde karşılandı. Çünkü eğer AYM yargısal
aktivizme başvuracaksa yani kendisi için anayasada çizilmiş sınırları aşacaksa bu TH ve H
lehine, bireyler lehine yapmalıydı ve nitekim AYM’nin içtihadı da bu yönde bir durum ihtifal
ediyordu. O nedenle tüm doktrin daha doğrusu büyük çoğunluğu, anayasa hukuku
doktrini-hocaları, bu içtihadın taraftarı oldular. Çünkü anayasal yargı denetiminin dışında
bırakılan bir alanı AYM yargı içerisine almış oldu ve içtihat ve argümanlar da gayet
anayasaya uygun ve yerinde oldu. Ancak AYM, 2016 sonrasında çıkan kararnameler
noktasında yine AYM’ne gidildi. Ama bu defa AYM, o eski içtihadını terk etti ve dedi ki: “Biz
AYM olarak anayasa bize sınır çizmiş, denetleyebileceğimiz kurallar var,
denetleyemeyeceğimiz kurallar var. Anayasa, OHAL KHK’leri için iptal davası
açılamayacağını söylüyor, dava açılamaz, diyor. Dolayısıyla bu işlemleri bizim
denetlememiz mümkün değil. Yetkimizi aşmış oluruz.” diyerek bu iptal istemlerini reddetti
yani içtihadını değiştirmiş oldu.

+OHAL KHK meclis tarafından onaylanırsa kanun niteliği taşıyor, AYM bunları denetleme
imkanına kavuşuyor ama TBMM OHAL KHK noktasında, önceki uygulamalara bakıyoruz,
çok da hassas değiller. Aynı gün meclisin onayına sunulur diyor AY ama meclisin bunu
görüşmek noktasında bir zorunluluğu yok ve meclis bu kararnameleri çoğunlukla da
görüşmüyordu. OHAL süresi bittikten sonra zaten bu kararnameler yürürlükten kalkacak,
diye o noktada müdahil olmuyordu TBMM. İşte bu noktada yeni AY değişikliğinin olumlu
bir yönü var; her ne kadar yine OHAL’lerde çıkarılan CBK’nin AYM tarafından
denetlenemeyeceğine ilişkin hüküm olmasına rağmen yeni düzenlemede diyor ki, aynı gün
yayımlandı ve yayımlandığı gün TBMM’ye sunuldu, AY diyor ki: “TBMM, kendisine sunulan
bu kararnameleri 3 ay içerisinde görüşmek zorunda.” diyor, artık bağlayıcı bir süre koyuyor
TBMM’ne. “3 ay içinde bu konuyu görüşüp karara bağlayacaksın.” diyor. Eğer 3 ay içinde
bu konuyu görüşmüyorsa meclis, o zaman bu kararname otomatik olarak yürürlükten
kalkacak yani 3 ay içerisinde meclis görüştü görüştü, görüşüp onaylayabilir, kanuna
dönüşürse zaten AYM’nin denetimine açık hale gelir ya da bu kararnameyi TBMM
reddedebilir, yürürlükten kalkar: Hareketsiz kalırsa ve 3 ay geçerse 3 ayın sonunda bu
kararnameler otomatik olarak yürürlükten kalkar. Bu yeni-2017 düzenlemesinin olumlu bir
yönüdür, onu ifade etmek gerekir çünkü anayasal yargı denetimi dışında tutuluyor ama
bunu en çok 3 ay yapabiliyorlar; 3 ay içerisinde meclis üzerine düşeni yapar ve görüşürse
ne ala, görüşmezse otomatik olarak yürürlükten kalkacak demek. Bu, TH ve H açısından da
olumlu bir düzenlemedir.

148
 OHAL biterse OHAL CBK’leri her halukarda bitiyor. OHAL bittiği zaman bu kararnameler de otomatik
olarak yürürlükten kalkar çünkü süresi içerisinde uygulanacak tedbirler, CBK’ne konu olabilir; süreyi
aşar biçimde zaten kural konamaz. Kural konursa işte o zaman 3 aylık süre devreye girer: Meclis bunu
görüşecek; onaylarsa zaten kanuna dönüşecek, onaylamazsa zaten 3 ay sonunda o da otomatik olarak
ortadan kalkacak yani artık bu 3 aylık bariyer önemli bir işlev görüyor. Bu yetkinin aşılması noktasında
da en çok 3 ay bir tesir gösterebilir hiç kimse hareket etmezse, bu önemli bir gelişme.

 OHAL CBK’si konu sınırlaması 1-15. maddede. Onun dışında yine sınırlama 15. maddeden hareketle TH
ve H’in durdurulması noktasında milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmeyecek,
çekirdek alana dokunulmayacak (madde 15 fıkra 2), durumun gerektirdiği ölçüde düzenleme yapılacak
ve ölçülülük ilkesine uygun olacak, gereklilik. Gereklilik, elverişlilik ve oranlılık; bu ilkelere uygun
düzenleme yapılacak.

B)YÖNETMELİK:
 Yürütmenin düzenleyici işlem türlerinden bir diğeri “yönetmelikler”. Yönetmelikler, anayasanın 124.
maddesinde düzenleniyor, okuyun.

Yönetmelik çıkarma yetkisine sahip olanlar, bu hukuki işlemi yapabilenler: Birincisi CB


yönetmelik çıkarabiliyor; ikincisi bakanlıklar yönetmelik yapabilirler; üçüncüsü kamu tüzel
kişileri. Kamu tüzel kişileri yönetmelik çıkarabilecek en geniş grup. Kamu tüzel kişileri kanunla ya
da CBK ile kurulan, belirli bir alanda kamu hizmeti yerine getirmek üzere kurulmuş kuruluşlar,
son derece geniş bir alan. Nedir bu kamu tüze kişileri? Mahali idareler; il özel idaresi, belediye,
köy, bunlar birer kamu tüzel kişileridir. Onun yanında üniversiteler, YÖK, Türkiye Bilimler
Akademisi, TÜBİTAK, TRT, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (ama özel hukuk hükümlerine göre
çalışırlar), TCDD, KGM, Devlet Su işleri, Bağımsız Kurullar (sermaye piyasası kurulu, enerji
piyasası düzenleme kurulu; bunlara bağımsız idari otoriteler diyoruz, belirli bir hizmet alanının
düzenlenmesi için öngörülmüş bağımsız üst kurullar), kamu tüzel kişisi niteliğindeki meslek
kuruluşları, odalar, barolar borsalar; bunlar kamu tüzel kişisi-kişileridir ve yönetmelik
çıkarabilirler. Yani geniş bir alan, kamu tüzel kişileri yönetmelik çıkarabiliyorlar.

Bunlar kendi görev alanlarını ilgilendiren konularda yönetmelik çıkarabilirler. Ör: Kırıkkale
Üniversitesi, Kırıkkale’de okuyan öğrencilerin sınıf geçme yönetmeliğini yapar kendi görev
alanına ilişkin olarak bu düzenlemeyi yapar. Ör: Ankara Barosu, Ankara Barosu avukatlarının
uyacakları, kendi görev alanına ilişkin olan kanunların uygulanmasını sağlamak üzere yönetmelik
yapar kendi görev alanına ilişkin olarak. Her alanda değil, kendi görev alanlarına ilişkin,
kanunların ve CBK’nin uygulanmasını sağlamak üzere daha detay düzenleme olarak
yönetmelikler yaparlar. Bu yönetmelikler, kanuna ve varsa o konudaki CBK’ne uygun olmak,
aykırı olmamak zorunda. Dolayısıyla hiyerarşide daha alt düzeyde bir işlem.

Bunlar, büyük çoğunluğu resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer ama hangi yönetmeliğin
resmi gazetede yayımlanacağına ilişkin kanuni bir düzenleme var kanunda: “CB’nın yapmış
olduğu ve bakanlıkların yapmış olduğu yönetmelikler resmi gazetede yayımlanır. Onun dışında
kamu tüzel kişilerinin tüm Türkiye’de uygulanacak mahiyetteki yönetmelikleri resmi gazetede
yayımlanmak zorundadır.” Kamu tüzel kişilerinden mahalli düzeyde belirli bir hizmet alanında ya
da belirli bir bölgede uygulanacak olan yönetmeliklerin resmi gazetede yayımlanma zorunluluğu
yoktur. Belirli bir bölgede belirli bir hizmet alanına ilişkin uygulanacak olan yönetmelikler, o
mahalde çıkarılan bir gazetede yayımlanmak suretiyle de yürürlüğe girebilir ama genellikle bu
yayımlanma noktasında resmi gazete tercih edilir. Ör: Kırıkkale üniversitesinin sınav geçme

149
yönetmeliği, Kırıkkale’deki bir gazetede yayımlanmak suretiyle yürürlüğe girebilir ama böyle
yapılmaz, genellikle resmi gazete tercih ediliyor.

Bunun dışında kimi yönetmeliklerin resmi gazetede yayımlanma zorunluluğu yoktur ama resmi
gazetede yayımlanmayan ya da herhangi bir yayımlanmayan yönetmeliklerin muhataplarına
sorumluluk doğurabilmesi için, uygulanabilmesi için “ilgililerine tebliğ” edilmesi gerekir. Yani bir
şekilde haberdar olmalılar ki ondan sorumlu tutulsunlar; işte onun yöntemi de ilgililere bu
yönetmelikleri tebliğ etmek. İşte gizli yönetmelikten anlaşılması gereken bu. Bu konuda hoca
daha önceki yıllarda hep şu örneği veriyormuş: “MİT’imiz (Milli İstihbarat Teşkilatı) var, MİT’te
birçok kişi çalışıyor. Onlara yönelik mutlaka bir yönetmelik düzenleyici işlem vardır ama hiç
görmedik bilmiyoruz. Öyle bir düzenleyici işlem, muhatapları açısından uygulanabilmesi için
ilgililerine elden tebliğ ediliyordur.” diyormuş, buna ilişkin bir bilgisi yokmuş, tamamen tahmin
şeklindeymiş, bunu ifade ediyormuş. “Ama daha sonra, yanılmıyorsam bir bütçe görüşmeleri
sırasında ya da bir kanun düzenlemede olabilir istihbarat teşkilatının görev alanına ilişkin olarak,
orada işte hükümet sıralarında oturan bakan, o dönem içişleri bakanı mıydı? tam
hatırlayamadım, bir tartışma üzerine önünde bir kitapçık şekline genel kurula “İlgili yönetmelik
burada, MİT’in yönetmeliği. isteyen olursa gösterebilirim.” falan dedi. Bunun üzerine meclisteki
birçok milletvekili görmek istediklerine ilişkin hemen atıldılar. Çünkü kimsenin bilmediği bir
düzenleme, merak konusu ama nihayetinde ilgili bakan yönetmeliği kimseye göstermedi.
Dolayısıyla benim vermiş olduğum bu örnek teyit edilmiş oldu uygulamada. Yani bizleri
ilgilendirmeyen yönetmelikler vardır, bizi de bağlamaz zaten yönetmelik, hükümler. Böyle bir
düzenleme varsa muhatapları açısından bağlayıcı olabilmesi için bunun ilgililere elden tebliğ
edilmesi gerekli bağlayıcı olabilmesi için.”

 Yönetmeliklerin de yargısal denetimi “idari yargı mercileri” bu noktada yetkilidir. CB, bakanlıklar ve
kamu tüzel kişilerinin, tüm ülke çapında uygulanacak olan yönetmeliklerine karşı iptal davası
“Danıştay” tarafından, danıştayca açılır. Dava danıştayca görülür. Onun dışında kamu tüzel kişilerinin
belirli bir bölgede uygulanacak yönetmelikleri, o yer idare mahkemesince denetlenir yani CB’nın
çıkarmış olduğu bir yönetmeliğe karşı dava, menfaat sahipleri tarafından Danıştay’da açılacakken;
Kırıkkale Üniversitesi’nin çıkarmış olduğu bir yönetmeliğe karşı bir dava, Kırıkkale idare mahkemesinde
görülecektir.

C)ADSIZ DÜZENLEYİCİ İŞLEMLER/DİĞER DÜZENLEYİCİ İŞLEMLER:


 Bu düzenleyici işlemlere adsız düzenleyici işlemler denmesinin nedeni, daha önce ifade ettik: Bu
işlemlerin isimlerinin tek tek anayasa tarafından sayılmamış olması dolayısıyla bu işlemlere adsız
düzenleyici işlemler deniliyor. Farklı isimler şeklinde, öteden beri yapılan işlemler. Yönerge, tamim,
sirküler, tebliğ, usul, karar, genel emir gibi farklı isimler altında ama hepsinin ortak özelliği: Bunlar da
nihayetinde “kural işlem” yani kural koyan işlemler belirli bir konuda.

 Bunların da hukuki statüsü yönetmeliğe benzerdir; yönetmeliğe eşdeğer ya da yönetmeliğin altında


yer alan düzenlemelerdir bunlar.

 Bunların yargısal denetimi de yine “idari yargı” mercileri tarafından gerçekleştirilir.


+3 vekilin vekilliği kesinleşmiş ceza mahkumiyeti olması dolayısıyla yani burada aslında
düşürülme değil “düşme” durumu var. Millet vekilliğinin düşmesi durumlarından 3’ünde TBMM
bir karar alıyordu, bu karar üzerine milletvekilliği düşüyor idi. Böyle bir karar alınmazsa
milletvekilliği devam ediyordu ama 2 durum ki bunlar mahkeme kararıydı: Biri kısıtlanma, diğeri
ise millet vekilliğiyle bağdaşmayacak, milletvekili seçilme yeterliliğine engel bir suçtan dolayı

150
mahkumiyete ilişkin kesin hükümdü; Bu durumda sadece meclis genel kuruluna bu durum
bildiriliyor idi, meclisin bunun için ayrıyeten bir karar almasına gerek yok. 3 milletvekilinin
hakkında kesinleşmiş mahkumiyet kararlarına ilişkin bildirim genel kurula yapıldığı için otomatik
olarak onların millet vekilliği düştü. Bugün yaşanan durum o. Çünkü bu noktada düşme anı,
genel kurula bildirim anı idi; o konuya ilişkin genel kurulun bildirildiği an.

YARGI
 Yargı organı, özellikle yargı içerisinde “anayasa yargısını” inceleyeceğiz.

 Devletin 3 temel fonksiyonuna ve bu fonksiyonları yerine getiren 3 temel organ var vardı: YYY
(Yasama, yürütme ve yargı).

 Yargı yetkisi “bağımsız ve tarafsız mahkemeler eliyle gerçekleşen bir fonksiyon”dur. Yargı yetkisinin 2
temel özelliği var. Yargı dediğimiz şey, hukuki uyuşmazlıkları çözüme kavuşturmak ve hukuka aykırılık
iddialarını karara bağlamaktır; fonksiyon anlamın yargı budur, fonksiyonel anlamda ama AY anlamında
yargı yetkisi denildiğinde bu fonksiyonun “bağımsız mahkemeler eliyle kullanılması ve bu mahkemeler
tarafından kesin hüküm ile karara bağlanmasını” ifade eder. Yani yargı yetkisi dediğimiz zaman:

1. “Bağımsızlık”
2. “Kesin hüküm ile karara bağlama” şeklinde 2 özelliğin olduğunu söylemek gerek. Bu 2 özelliğin
birlikte bulunması gerekiyor yargı yetkisinden bahsedebilmek için.

 Hukuki uyuşmazlıkları çözmek ya da hukuka aykırılık iddialarını karara bağlamak, organik anlamda
yargı içerisinde yer almayan organlar tarafından da gerçekleştirilebilir. İdare de bazen hukuki
uyuşmazlık çözebilir. Bağımsız idari otoriteler de bazı hususlarda karar verebilirler. Ama idarenin ya da
bağımsız idari otoriteler dediğimiz, özellikle üst kurulların, yapmış oldukları şey fonksiyonel anlamda
evet bir yargı fonksiyonu mahiyetindedir ama bunu yargı yetkisi içerisinde değerlendiremeyiz. Çünkü
bu tür, bu organların vermiş olduğu kararlar nihai kararlar değildir, kesin hüküm oluşturmaz. Bağımsız
idari otoritelerin vermiş oldukları, mesela para cezası, meslekten men gibi verilen cezalara karşı daha
sonra yargı yolu açık olduğu için; idari yargıda bu üst kurulların vermiş oldukları kararlar dava
edilebildiği için onların vermiş oldukları kararları kesin hüküm olarak niteleyemiyoruz. Dolayısıyla
onların her ne kadar fonksiyonel anlamda bir yargı işlevi görüyorlarmış izlenimi olsa da, fonksiyonel
anlamda böyle bir görevi ifa ediyor olsalar da yargı yetkisi içerisinde değerlendirilemez. Çünkü vermiş
oldukları kararlar kesin hüküm oluşturmamaktadır.

 Yargı dediğimiz zaman, yargı organı dediğimiz zaman tek bir organdan bahsetmiyoruz; aslında yargı
dediğimiz zaman bir “organlar topluluğu”ndan bahsediyoruz. Yani birçok birimin bir arada bulunarak
ortaya koydukları bir organdan bahsediyoruz.

Yasama dediğimiz tek bir organ yani 600 milletvekilinden oluşan; genel karar organı genel kurul
olan bir organ yasama. Yürütme dediğimiz bir kişi: CB. Ancak yargı dediğimiz zaman bir organlar
topluluğu aslında, tek bir organ değil

+Üyelerin hukuk nosyonuna sahip olmaması: Hukuk nosyonuna sahip olmak elbette ki önemli
ama buradaki örneklerde bahsettiğimiz şey fonksiyonel anlamda yargı, yargı yetkisi anlamında
değil, işlevsel anlamda yargı. Çünkü yargı dediğimiz zaman, yargı fonksiyonu dediğimiz zaman

151
“hukuki uyuşmazlıkları çözmek ve hukuka aykırılıkları kararı bağlamak” diyorduk: Böyle bir
fonksiyonu görüyor olabilirler ama bunlar yargı organı olarak telakki edilemez, yargı yetkisini
kullanan organ olarak telakki edilemez çünkü yargı organı olabilmesi için organik anlamda yargı
teşkilatının içinde olması lazım yani bir “mahkeme” olması lazım. Mahkemeler için de tabi
kanunla kurulması ve hakim olması gerekli mahkemeyi kılan-kuran(?) şeyin. Hukuk nosyonu
dediğimiz zaman işin içerisine şu da giriyor: Bizim yargı teşkilatımız içerisinde de idare
mahkemelerinde ve vergi mahkemelerinde hukuk fakültesi mezunu olmayan kişiler de var;
iktisat, işletme, maliye bölümünden mezun olan kişiler de idari yargı hakimlik sınavına
girebiliyorlar; kazanırlarsa da bu kişiler de vergi mahkemelerinde özellikle, görev yapabiliyorlar:
Bu kişiler hukuk nosyonu almış kişiler değil. Hukuki nosyonunun olması hakim olmak için şart
mıdır? Cengiz hocaya kalsa şartmış çünkü uygulamada görüyormuşuz: Genellikle hukuk fakültesi
mezun olmayan ama bir şekilde hakimlik sınavını kazanmış, kürsüye geçmiş, idare ve vergi
mahkemelerinde görev yapan kişilerin davranışlarına ve vermiş oldukları kararları görüyoruz;
gerçekten son derecede gerideler ama aksini de düşünebilirsiniz. Ör: Bizde vergi noktasında çok
donanımlı değiliz, vergi mahkemesinde bu tür kişilerin görev almaları yadırganmamalı şeklinde
düşünülebilir; herkes farklı düşünebilir yani bu noktada ama pratikte hukuk nosyonu almamış
kişiler de görev yapabiliyor mahkemelerde dahi.

 Yargı organı geniş bir topluluk. Bu noktada “yargı yolu” dediğimiz bir kavram var, şöyle izah edelim:
Mahkemelerin teşkilatlanması noktasında daha doğrusu yargının teşkilatlanması noktasında 2 sistem
var:

1. Birisi “yargı birliği” dediğimiz bir model ki bu “Angola Amerikan uygulaması”(?); İngiltere’de,
ABD’de ve İngiliz milletler topluluğuna tabi olan bazı ülkelerde geçerli olan bir teşkilatlanma yapısı.
Bu ülkelerde zaten kamu ve özel hukuk ayrımı da söz konusu değil; tek bir hukuk disiplini içerisinde
hukuk kuralları, davalar görülüyor. Onun yanında bu yargı birliği uygulayan ülkeler genellikle
içtihadi hukuk metoduna daha bağlıdırlar: Yani hukuk kuralları yasamadan ziyade “yargı içtihatları”
ile de büyük ölçüde şekillenir. Birinci teşkilat yapısı bu yargı birliği yani tek bir yüksek mahkeme var
ve o yüksek mahkemenin altında yer alan ilk derece mahkemeleri söz konusu; dolayısıyla hukuki
uyuşmazlığın konusu ya da hukuki uyuşmazlığın konusu farklılaşsa da tek bir yargı düzeni içerisinde
hukuki uyuşmazlıklar çözülüyor ve hukuka aykırılıklar karar bağlanıyor.,

2. Diğer model ise Kara Avrupası’nda geçerli sistem: “Yargı Ayrılığı modeli” ya da “idari rejim modeli”.
Bu modelde ise hem hukuk kamu hukuku, özel hukuk biçiminde ayrıma tabi tutulmuş, disiplinler
anlamında hem de uyuşmazlıkların tarafına göre ve uyuşmazlığa uygulanacak hukuk kuralına göre
uyuşmazlığı çözecek mahkemeler de değişik kollara bölünerek teşkilatlanmış. Ör: Özel hukuk
uyuşmazlıklarını çözmek üzere bir adli yargı teşkilatı, tepesinde bir yüksek mahkeme var. İdareyle
bireyler arasında çıkan uyuşmazlıklar da idarenin ama üstün yetkiler kullandığı, kamu hukukunu
kullandığı uyuşmazlıklarda bu uyuşmazlıkları çözmek üzere yapılan, tepesinde bir yüksek
mahkemenin bulunduğu idare yargı modeli gibi.

Bizim hukuk sistemimizde bu yargı kolları çok sayıda idi, şöyle ki: Bizde “özel hukuk
uyuşmazlıklarını karara bağlayan ve ceza yargılaması” noktasında da teşkilatlanan, örgütlenen
bir adli yargı sistemimiz var, tepesinde “Yargıtay’ın” bulunduğu bir adli yargı sistemimiz vardı.
Bunun dışında “idareyle bireyler” arasında ortaya çıkan ve idarenin üstün yetkiler kullandığı,
ayrıcalıklı yetkiler kullandığı durumlarda çıkan uyuşmazlıkları çözmek üzere bir idari yargımız
var, tepesinde “Danıştay’ın” bulunduğu. Bunların dışında ise asker kişileri ilgilendiren ve
askerlik hizmetine ilişkin olan idari kararların, idari işlemlerin denetlendiği bir askeri yüksek

152
idare mahkememiz vardı, “hem bir yüksek mahkeme hem ilk derece mahkemesi olarak görev
yapan askeri idari yargı teşkilatı”mız vardı. Asker kişilerin işlemiş oldukları ve askerlik hizmetine
ilişkin olarak işledikleri iddia edilen suçların yargılandığı bir askeri ceza yargısı vardı ve onun
tepesinde de askeri ceza noktasında “temyiz merci olan askeri Yargıtay” vardı.

Dolayısıyla 4 tane temyiz mahkemesi bulunan 4 ayrı yargı kolu. Tabi bu kadar farklı kollara
bölünen bir yargı teşkilatı olduğunda bu yargı kolları arasında çıkacak görev ve yüküm
uyuşmazlıklarını karara bağlamak için de bir uyuşmazlık mahkememiz vardı ve toplam 5 oldu.
Bir de anayasa yargımız var 6; 6 tane yüksek mahkemenin bulunduğu, 6 yargı kolu.

2017 yılında yapılan değişiklikle “askeri yüksek idare mahkemesi ve askeri Yargıtay”
anayasadan çıkarıldı, bu mahkemeler kaldırıldı. Şu an için yüksek mahkeme olarak ve yargı kolu
olarak nitelendirebileceğimiz, Yargıtay’ın temyiz mahkemesi olduğu “Adli Yargı” var,
Danıştay’ın temyiz mahkemesi olduğu “İdari Yargı”mız var, bir “Uyuşmazlık Yargı”mız var
uyuşmazlık mahkemesinin temsil ettiği ve bir de “Anayasa Yargı”mız var. 2 taneyi bu yargı
kolları içerisinden ayırmış olduk.

Adli yargı dediğimiz zaman adli yargı kolu içerisinde ifade ettik, tepesinde Yargıtay temyiz
mahkemesi var(?). Yargıtay’ın temyiz mahkemesi şu demek: İlk derece mahkemeleri ve bölge
adliye mahkemelerinin vermiş olduğu kararlar, Yargıtay tarafından yeniden hukukilik açısından
denetlenebilir yani o yargı kolunda kararı aleyhine başka bir uyuşmazlığın esasına ilişkin vermiş
olduğu karar noktasında artık başka bir mahkemeye gidilemez. Ama ilk derece bir asliye
mahkemesinin diyelim vermiş olduğu karara karşı bölge adliye mahkemesine gidilebilir,
yeniden incelenebilir. Bölge adliye mahkemesinin kararına karşı Yargıtay’a gidilebilir,
Yargıtay’ın ceza dairesine gidilebilir. Bu yollar işletildiğinde Yargıtay’ın vermiş olduğu karar,
artık kesin karardır. Adli yargı içerisinde Yargıtay var, temyiz mahkemesi; ilk derece mahkemesi
olarak ise hukuk mahkemeleri var ve ceza mahkemeleri var ve bir de arada bölge adliye
mahkemeleri var, istinaf düzeyi-mahkemesi olarak görev yapan bölge adliye mahkemeleri var.
Bunların detaylarını ileride usul hukukuna ilişkin konularda görecekmişiz yani idari yargı
dersinde idare yargı teşkilatını görecekmişiz. Medeni usul hukukunda medeni yargılama
hukukunu görecekmişiz. Hukuk teşkilatlarını geniş bir şekilde görecekmişiz, biz sadece teşkilatı
tanımak için genel bilgiler aldık.

Adli yargıda Yargıtay var. Yargıtay’ın altında bölge adliye mahkemeleri var ve en altta da
uyuşmazlığın ilk olarak gittiği-görüldüğü ilk derece mahkemeleri var. İlk derece mahkemelerine
“Bidayet Mahkemesi” de denir. İlk derece mahkemeleri, hukuk mahkemeleri ve ceza
mahkemeleri biçimindedir.

❖ Hukuk mahkemeleri de kendi içerisinde usul hukuk ve asliye hukuk biçiminde ayrılır ama
pratikte bakıldığı zaman ticaret mahkemesi, aile mahkemesi, iş mahkemesi gibi mahkeme
isimleri görülür; bu mahkemeler aslında asliye hukuk mahkemelerinin uzmanlaşmış birimleridir
yani aslında bunlar birer asliye mahkemesidir. Bu mahkemeler her yerde olmaz, genelde
illerdeki adliyelerde olur. Mesela ilçelerdeki adliyelerde asliye hukuk vardır ama iş mahkemesi
görülmez ama iş mahkemesinin bakacağı davalara yine asliye hukuk mahkemesi bakar. Yani
asliye hukukun uzmanlaşmış birimleridir onlar.

❖ Ceza mahkemelerinde asliye ceza ve ağır ceza mahkemeleri vardır.

153
İdari yargıya baktığımızda ise idari yargıda da yine 3 kademeli bir yapılanma var. İdari yargının
tepesinde Danıştay vardı. Danıştay, mazisi eski, 1868’e kadar gider ama Danıştay o günden bu
güne değişik, çeşitli aşamalardan geçmiştir. Danıştay, süreç içerisinde hem bir mahkeme
görevini üstlenmiş hem de bir idari danışma mahiyetinde görevler de yürüten bir organ olarak
çalışmıştır. İdari yargının temyiz mahkemesi Danıştay’dır. Danıştay, bazı uyuşmazlıklarda ilk
derece mahkemesi olarak da görev yapar ya da şöyle söyleyelim: Bazı uyuşmazlıklar ilk-
direk(?) Danıştay’a gider. Ör: Yönetmeliklerden CB’nca, bakanlıklarca ya da kamu kurumlarınca
çıkarılan, bütün ülke çapında uygulanacak olan yönetmeliklere karşı açılacak davalar
Danıştay’da açılıyordu, mesela bir idare mahkemesinde değil doğrudan Danıştay’da açılıyordu.
Danıştay orada hem ilk derece mahkemesi olarak görev yapıyor hem de itiraz üzerine temyiz
merci olarak görev yapıyor. İdari yargının ilk derece mahkemeleri ise idare ve vergi
mahkemeleri:

Vergi de bir idari işlem olduğu için, vergi işlemlerine karşı da açılacak davalar idari yargı
içerisinde görülür. İdare ve vergi mahkemelerinin vermiş olduğu kimi kararlara karşı yeniden
inceleme başvurusu bölge idare mahkemelerine yapılır; bir kısmına karşı ise Danıştay’da temyiz
başvurusu yapılır.

Dolayısıyla idari yargıda da ilk derece mahkemeleri olarak vergi ve idare mahkemeleri; istinaf
merci olarak bölge idare mahkemeleri ve temyiz mahkemesi olarak da Danıştay yer alıyor.
Bölge idare mahkemeleri idari yargıda ve bölge adliye(?) mahkemeleri birkaç ili kapsayacak
şekilde yapılmış teşkilat yapısı içerisindeler.

 Adli ve İdari yargı söz konusu olunca yani birden fazla yargı kolu olunca bunlar arasında uyuşmazlık
çıkması, görev ve yüküm uyuşmazlıkları çıkması muhtemel. İşte bunu çözmek için de bir uyuşmazlık
mahkememiz var. Bazı hukuki uyuşmazlıkların hangi yargı merciince daha doğrusu hangi yargı kolunda
çözüleceği her zaman şıp diye bulunamayabilir. Bazen bu noktalarda itirazlar-pürüzler söz konusu
olabilir. Her zaman olan bir şey değil ama bu tür bir pürüz de olabilir, yargı kollarındaki uyuşmazlıklar
olabilir. Çünkü, şimdi idare hem idare hukukuna ilişkin işlemler, sözleşmeler yapabilir, idare aynı
zamanda özel hukuk işlemleri de yapabilir, özel hukuk sözleşmeleri de yapabilir. Detayları ileride
göreceğiz ama

Ör: Belediye bir mahalli idare. Belediye kamulaştırma kararı aldığı zaman idari işlemdir bu ama
belediye mülkiyeti kendisine ait olan bir taşınmazı kiraladığı zaman ise belediye bir özel hukuk
sözleşmesi yapar. Dolayısıyla bu özel hukuk sözleşmesi neticesinde ortaya bir uyuşmazlık çıkarsa,
dava açılması gerekirse bu davaya adliye mahkemelerince bakılır yani uyuşmazlığın miktarına göre
sulh hukuk ya da asliye hukuk mahkemesi tarafından bakılır. Bakın taraflardan biri idare, diğeri
normal vatandaş, birey. İlk bakışta uyuşmazlığın nerede çözüleceği görülemeyebilir: Taraflardan
bir tanesi gider davayı adliye mahkemelerinde, diyelim asliye hukuk mahkemesinde, açar. Asliye
hukuk mahkemesi der ki “Burada taraflardan biri idare, burada idare hukukunun kuralları
uygulanmalı, bu davaya ben bakmam. Bu dava, idare mahkemelerince görülmeli.” der, görevsizlik
kararı verir. Daha sonra bu dava götürülür idare mahkemesine açılır, idare mahkemesi bakar ve
der ki “Taraflardan biri idare ama idare burada üstün ve ayrıcalıklı yetki kullanmıyor, idare burada
özel hukuk hükümlerinde tabi. Dolayısıyla buna özel hukuk uyuşmazlığı olduğu için adli yargı
mercileri bakar.” der. Yani ikisi de “Ben bakmam.” diyor. Ya da tersi olabilir: İlk gidilen mahkeme
“Ben bakacağım.” der, karşı taraf itiraz edip diğer tarafa da dava açılıyor, o da “Ben bakacağım.”
der. İkisi de “Ben bakacağım.” diyorsa uyuşmazlığa, olumlu görev uyuşmazlığı dediğimiz durum

154
ortaya çıkıyor. İkisi de “Ben bakmam.” diyorsa, benim görev alanım değil diyorsa da o zaman
olumsuz görev uyuşmazlığı karşımıza çıkıyor.

Böyle bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda da, kabaca-yüzeysel ifade ettik, bu noktada
uyuşmazlık mahkemesi hangi yargı kolunda bu uyuşmazlığın çözüleceğine ilişkin nihai karar
veriyor. Adli yargıya “Sen bakacaksın.” diyor iş bitiyor. Uyuşmazlık mahkemesinin de böyle bir
fonksiyonu var.

 Anayasa yargımız var. Anayasa yargısını zaten geniş ölçüde göreceğiz. Onun dışında bir de Sayıştay
var. Sayıştay’ın durumu tartışmalı, şöyle: Sayıştay hem bir hesap mahkemesi fonksiyonu görüyor, yani
ilgililerin-sorumluların işlemleri noktasında, uyuşmazlıklar noktasında kesin hüküm verme yetkisi var;
diğer taraftan da meclis adına Sayıştay’ın hesapları yani kamu idarelerinin gelir ve giderlerini ve
mallarını denetleme yetkisi var. Denetleme noktasında yapılan fonksiyon yargı fonksiyonu içerisinde
değerlendirilemez ama sorumluların hesap işlemleri noktasındaki yapılan denetim neticesinde bu
uyuşmazlıkları kesin karara bağlama yetkisi bir yargı yetkisi. Dolayısıyla Sayıştay’ın hukuki niteliği bu
anlamda tartışma konusu, öteden beri. AYM, önceki kararlarında Sayıştay’ı bir mahkeme olarak kabul
etmiyordu. Şimdi mahkeme olarak kabul edilip edilmemesine göre, ileride göreceğiz, AYM’ne itiraz
yoluna başvurma yetkisi oluyor. Önceki kararlarında Sayıştay’ı bir mahkeme olarak kabul etmiyordu
AYM ama 2014 yılında verdiği bir kararla Sayıştay’ı da, ilgililerin hesap işlerini kesin karara bağlama
yetkisi dolayısıyla bir mahkeme olarak kabul etti ve Sayıştay tarafından yapılan itirazı görüştü.
Sayıştay, yargı bölümü içerisinde yer alıyor ama yüksek mahkemeler arasında sayılmamış; böyle bir
yapı var.

 Buna karşılık hatırlayın YSK tamamı hakimlerden oluşuyor olsa da seçim uyuşmazlıkları noktasında
kesin karar-hüküm verme yetkisine sahip olsa da AYM, YSK’nu mahkeme olarak görmemişti.
Dolayısıyla YSK, seçim kanunlarına ilişkin olarak anayasaya aykırılık itirazları maalesef AYM’ne
taşıyamıyor, bir mahkeme olmadığı için. Bu itiraz yolu ya da somut norm denetimi dediğimiz denetim
yolunun harekete geçirilmesi için bir şartı: Bu yola başvuranın bir mahkeme olması gerekliliği.

 Yargı noktasında yargıya hakim olan temel ilkeleri daha önce anlatmıştık, detay vermeksizin geçiyoruz:

1) Temel ilkelerden biri “Tabi Hakim” ilkesi: Hukuk devletini anlatırken de bahsetmiştik: Bir
uyuşmazlık söz konusu olursa ya da bir suç işlenirse, bu uyuşmazlığı çözecek olan ya da ceza
noktasında yargılamayı yapacak olan mahkemenin önceden kanunlar tarafından bilinebilir olması
tabi hakim ilkesi dediğimiz ilkeydi. Dolayısıyla suçtan sonra suça özel veya hukuki uyuşmazlık
ortaya çıktıktan sonra bu uyuşmazlığı çözmek için özel bir yargı merci, yargı yetkisi kullanan
merciler kurulamaz. Bu tabi hakim ilkesi kişilere hukuki güvenlik sağlar (?). Yani davranışları
neticesinde kişilerin sorumluluklarının ne olacağı ve bu sorumluluklar dolayısıyla hangi yargı merci
önünde yargılanacaklarını önceden bilmeleri, insanların kendilerini hukuki güvenlik içerisinde
hissetmelerini sağlar.

2) Yine hukuk devletini anlatırken hukuk devletinde “mahkemeler bağımsız olmalı ve hakimler ve
savcılar teminat altında olmalı” demiştik. Yine detayına girmeden: Mahkemelerin bağımsızlığı
noktasında 138. maddemiz vardı, 138. maddede yargı yetkisinin kullanılması noktasında kimse
hakim ve savcılara emir ve talimat veremez, genelge gönderemez diyordu. Yine görülmekte olan
bir dava sırasında meclislerde soru sorulamaz, görüşme yapılamaz şeklinde düzenlemeler vardı.
Bunlar organik olarak yargıyı yasama organına ve yürütme organına karşı bağımsız kılmaya yönelik
anayasal düzenlemelerdi.

155
3) Bunun yanında bir de 139. maddemiz vardı. 139. maddede ise “hakimlik ve savcılık teminatı”
dediğimiz düzenlemeler vardı. Hakimler ve savcılar azledilemiyordu. Yine kendileri istemedikçe 65
yaşından önce, anayasada gösterilen yaştan önce emekliye sevk edilemiyorlardı; resen emeklilik
dediğimiz şey hakimler için geçerli değildi. Bunun yanında bir mahkemenin kapatılması, bir
kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa hakim ve savcılar özlük haklarından mahrum
bırakılamıyorlardı. Yine hakimlik teminatı içerisinde ele alacağımız ama bizim hakim ve savcılar
açısından teminat sağlamayan durumlar da vardı:

Ör: Coğrafi teminat, bizim sistemimizde yoktu. Bir yerden alıp bir yerden pekala hakimler
kurulu atamasını, nakletmesini gerçekleştirebilir demiştik.

Ör: Mesleğe savcı olarak başlayan savcı olarak devam edecek diye bir garantisi yok: Savcı
olarak başlayıp kürsi(?) hakim olarak da atanması mümkün.

+Mahkemeler yargı yetkisinin kullanılması noktasında mahkemelere kimse tavsiye ve


telkinde bulunamaz. Bu aynı zamanda suçtur. Dolayısıyla bir savcının çıkıp bu noktada
soruşturma yapması lazım. Mahkemeyi etkileme yoluna girmiş mi girmemiş mi? Milletvekili
değilse kişi, direk soruşturma açılabilir zaten; milletvekili ise de dokunulmazlığının
kaldırılmasına ilişkin süreç karşıya çıkar, böyle bir sürecin işlemesi gerekir. Milletvekili
değilmiş kişi, bu noktada savcıların soruşturma açması lazım, soruşturma açılır ve bu durum
delilleriyle ortaya konulduğunda ceza da alması gerekir: Yargıyı etkilemeye yönelik bir
davranış olarak değerlendirilirse, ispatlanabilirse onun neticesinde de ceza almalı. Hakim
hakkında da YSK soruşturma açar, meslekten men ederler (Hoca belirtmedi ama sanırım
eğer hakim işine karışmalarına razı olursa yani tavsiyelere uyarsa demek istedi); ceza
hukuku açısından da sorumluluk doğuruyorsa yine savcılar onun hakkında da soruşturma
açarlar. Olması gereken bu.

 Mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatına ilişkin olarak anayasamızda bir düzenleme var: HSK.
Özellikle hakimlerin göreve kabulleri, atamaları, nakilleri gibi, özlük haklarına ilişkin hususlar gibi
konularda yürütmeden bağımsızlıklarını sağlamak için öngörülmüş bir kurul; mahkemelerin
bağımsızlığını ve hakimlik teminatını gerçekleştirmek adına anayasa öngörülmüş bir kurul: HSK. Önceki
adı, ilk adı: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu. HSYK ya da yeni adıyla HSK, anayasadaki düzenlemede
en geniş kapsamlı maddeye sahip maddede düzenlenmiş: 3 sayfa boyunca HSK anlatılıyor, üstelik
üzerinde en çok değişikliğe uğramış maddelerden biri bu madde: Madde 159. HSK’nun üye yapısı
süreç içerisinde 2 defa değiştirildi:

2010 yılına kadar 7 üyesi vardı, 7 asil 5 yedek üyesi toplam 12 üyesi vardı. 2010 yılı öncesindeki ilk
halinde üyeleri Yargıtay’dan ve Danıştay’dan geliyordu, adalet bakanı kurulun başkanı, adalet
bakanı müsteşarı ise kurulun tabi üyesi idi. Daha sonra 2010 yılında dendi ki: “HSK Yargıtay ve
Danıştay üyelerinden seçilip geliyorlar evet. Daha sonra Yargıtay’a ve Danıştay’a da, Yargıtay’ın
tamamını ve Danıştay’ın da dörtte üçünü de bu kurul belirliyor. Yani bir geri dönüşüm sistemi gibi
bir şey.” Yargıtay kendi içerisinden HSK’na üye seçiyor; tabi CB atıyor ama CB’na sunulan öneriler
üzerine CB atıyor; HSK da Yargıtay’a üye seçiyor, Danıştay’ın da dörtte üç üyesini bu kurul seçiyor-
belirliyor. Dörtte birini de Danıştay’ın, CB idari hakimler ve savcılar içerisinden seçiyor. Bu durum
eleştirildi yani yargı kendi içerisinde bir kast sistemi oluşturmuş. Kürsü hakimlerinin söz hakkı yok
HSK’da. Birinci sınıfa ayrılmış olabilirsiniz ama hala bir kürsüde hakimseniz bu dairenin içerisine
giremiyorsunuz, Yargıtay ya da Danıştay sizi üye olarak seçmediği müddetçe kürsü hakimi olarak
devam ediyorsunuz. Yargıtay ve Danıştay’ın içerisinde de adeta bir kast sistemi oluşmuş; onlar da

156
kendi içlerinden HSK’ya, HSYK’ya üye seçiyorlar. HSK’nın seçtikleri de daha sonra Yargıtay’a,
Danıştay’a üye seçiyor. Dolayısıyla bu kapanın kırılması lazım, gibi eleştirilerle 2010 yılında bir
değişiklik yapıldı.

2010 yılında kurulun üye sayısı arttırıldı: 22 asil 12 yedek üyeye çıkarıldı ve yine bakan ve bakanlık
müsteşarı tabi üyeler ama onun dışında kürsüdeki hakim savcıların da temsili için bir yöntem
geliştirildi, onlardan da üye seçildi. Onun dışında Türkiye Adalet Akademisinden üye belirlendi
gibi. Yani üye sayısı arttırıldı ve kompozisyon da değişti. İşte Yükseköğretim kurumlarındaki Hukuk
Fakültelerinde görev yapan öğretim üyeleri ve avukatlar arasından da bu kurula üyeler seçildi.
Görünüşte olumlu bir şey gibi duruyorken sonradan anlaşıldı ki zaman içerisinde, yargı içerisindeki
fetöcü yapılanma bu bu değişikliği desteklemiş. Neticede bu geçtikten sonra da bu fetöcü
yapılanma, yargı içerisindeki, yapılan seçimlerde de kendi yandaşlarını güzelce örgütleyerek
HSK’yı ele geçirdi. Bunlar tabi ki şu an ki siyasi mevzular; hukuka siyasi açıdan bakış da denilebilir
buna. Durum böyle gerçekleşti. Ondan sonra HSK’nın atadığı savcılar vs bu defa siyasal iktidara
karşı tuzaklara başladılar. Kendileri gibi olmayanların yollarını kesmeye başladılar; komplolar,
tuzaklar kurmaya başladılar ve yargıyı buna alet ettiler. Sadece yargı açısından söylüyoruz ama
her alandan bu şekilde devam ettiler ve en nihayetinde 2016 15 Temmuzunda da siyasal iktidara
karşı bir darbe teşebbüsünde bulundular. Darbe başarısız oldu, çok şükür.

Onun neticesinde 2017 yılında bu kurul yeniden gözden geçirildi ve son hali verildi. “ŞU AN ÜYE
SAYISI 13”. Yine bakan adalet bakanı ve adalet bakanlığı müsteşarı kurulun tabi üyesi. “Üyelerin
4’ünü CB” seçiyor: 3’ünü adli yargı, hakim savcılar arasından seçiyor; 1’ini idari yargı, hakim
savcılar arasından seçiyor. “3 tane üyeyi TBMM”, YÖK’nın hukuk dalında görev yapan öğretim
üyeleri ve avukatları arasından seçiyor. Yine “3 üyeyi Yargıtay içinden TBMM seçiyor ve 1 üyeyi
Danıştay üyeleri içerisinden yine TBMM” seçiyor. Bunlar gösterilen adaylar içerisinden yapılan
seçimler.

➢ Kurulun görevi, ne iş yaptığı: HSK, 159. maddenin 8. ve 9. fıkralarını okuyun.

➢ HSK’nun yapısına ilişkin olarak tartışma hep devam etmiştir. Tartışmanın önemli noktasından bir
tanesi şu: HSK gibi bir organda yani hakimleri göreve kabul etme yani atama, nakletme gibi
önemli yetkiler kullanan bir organda neden adalet bakanı gibi ya da adalet bakanlığı müsteşarı
gibi siyasi bir kişilik görev yapıyor? Üstelik adalet bakanı, kurulun başkanı, müsteşar da başkan
yardımcısı. Neden böyle bir yapı oluyor? Şeklinde eleştiriler hep yapılagelmiştir ama şunu ifade
edelim: “Dünya üzerinde bu tür kurulların sadece yargının kendi içerisinden belirlediği kişiler
tarafından oluştuğu örnek yok.”, detaylarını araştırabilirsiniz. Varsa da çok az imiş. Bu tür
kurulların hemen hepsinde ya kurulun oluşumu noktasında diğer devlet organları olan yasama ve
yürütmenin görev aldığı görülür ya da yine birçoğunda da yargı içinde yer almayan yani hakim
savcı olmayan siyasi kişilerin etkili olduğunu, kurul içerisinde, görüyoruz. Bu kişiler görev alıyor
olsa da, HSK’da adalet bakanı ve bakanlık müsteşarı görev alıyor olsa da onlar zaten 2 kişi; kurulun
bunun dışında üyesi daha fazla. Dolayısıyla yapılan oylamalar neticesinde zaten bu 2 ismin etkisi
yok. Hakimler savcılar kendi mesleklerine, kendi meslek onurlarına sahip çıkarlarsa zaten bakanın
ya da bakanlık müsteşarının bu kurulda yer alıyor olması bir şey ifade etmez.

➢ Hoca her zaman söylüyormuş: “Hakimler ve savcıların bizzat kendilerinin vicdanlarının ve


akıllarının bağımsız olması lazım. Bizzat kendilerinin adalete olan inancının tam olması lazım. Eğer
bir insanın aklında ve vicdanında adaletin dışında bir şey varsa, o kişi bu mesleği yapmamalı. Ve

157
bu tür kişiler eğer hakimlik mesleğini, savcılık mesleğini icra ediyorlarsa, onlardan da, açık
söyleyelim, adalet beklenemez!”

+Yargıya kendi kendini seçme hakkı konusunda birisi bu hak tanınmamış yargıya dedi. Hocada niye
tanınmasın dedi. TBMM’ne sunulan adaylar, CB’na sunulan adayları belirleme yetkisi yine yargının
kendi içerisinde: 3 ismi gönderiyor ve bunlardan 1 tanesini meclis seçiyor; 3 isim gönderiyor ve
bunlardan birini CB belirliyor. 2010-2017 arasındaki dönemde seçme işi vardı: Onun neticesinde
de ortaya çıkan duruma bir tepki olarak yeniden bu sisteme dönüldü. 28 Şubatta brifing(?) alan, 26
mayısta yargılamayı yapan hakim ve savcıların vicdanı tarafsız ve bağımsız değilmiş, akılları tarafsız
ve bağımsız değilmiş.

+Hoca söylüyor: “Hakimlik ve savcılık kolay bir iş değildir. Bana soran arkadaşlara diyorum, hakim
savcı olarak meslekte yer almak isteyen arkadaşlara, bu iş ağırdır. Eğer günün birinde ‘Ben limon
satarım pazarda, geçimimi sağlarım’ diyorsan, bu kararlılık sende varsa gir hakim savcılık
mesleğine. Çünkü birisi sana dayatırsa, siyasi bir organ sana bir konuyu dayatırsa ona hayır
diyebilmelisin. Diyemezsen, yaptığın iş zaten yargı faaliyeti olmaz.”

+Hoca: “Yargı organının tarafsızlığını ve bağımsızlığını sağlamasının temel yolu, bu mesleği icra
eden hakim ve savcıların akıllarının ve vicdanlarının tarafsız ve bağımsız olmasıdır. Bu
gerçekleşmezse istediğiniz şekilde kağıt üzerinde en mantığa uygun, en değişik kriterlere uygun
şekilde sistemi oturtturun, bu gerçekleşmiyorsa o zaman yine siz o yargıdan tarafsızlık ve
bağımsızlığı bekleyemezsiniz.”

+Arkadaşlar ben yazıyorum: Diba: “Bu bölümü seçme sebebi olarak küçüklükten beri ailesi
tarafından hakimlik ve savcılık mesleğinin yüksek maaşlı olması dolayısıyla rahat olduğunu
düşünmeleri nedeniyle ailesinin yönlendirmesi sonucu seçenler ya da kendilerince hakim savcı
olup arşa çıktığını düşünerek herkesten saygı beklemeyi düşünenler ya da avukat olup çok para
kazanmayı düşünenler varsa onlara şunları söylemek istiyorum: Gerçekten çok para kazanınca
hayatınızın çoğu yönden çok iyi olacağınızı mı düşünüyorsunuz? Cevabı evet olanlar varsa onlara
söyleyebileceğim şey: Umarım istedikleri kadar paraları olur da sıra kendilerinin insan olduklarını
anlamalarına gelir. Gerçekten rahat bir mesleğe sahip olunca hayatınızın sonuna kadar rahat mı
edeceksiniz? Rahat bir mesleği yapmayı değil severek yapacağınız bir mesleği seçin. Sevmeden
yapılan her şey eninde sonunda rahatsız edici olur. Gerçekten hayatınızı etkileyecek tüm
hususlarda birilerinin yönlendirmesi üzerine mi seçimler yapıyorsunuz, kendi düşüncelerinizden
çok başkalarının düşüncelerinden mi etkileniyorsunuz? Cevabınız evetse boynunuza tasma
takmalarına izin vermişsiniz demektir ve hatta o zaman bu soruyu da o sizi yönlendirenlere
yöneltin ki onlar vereceğiniz cevapları ezberletsinler. Bu kişiler ister aileniz olsun, ister başkaları.
Tabi ki tavsiyeler almalısınız ve iyi olanları uygulamanız doğru olur, bununla birlikte bu tavsiyeler
her alanda olmaya başladıysa ve hiçbirinde kendi düşünceniz gerçekleşmiyorsa, başkalarına
yönelik yaşamaya-hareket etmeye başladıysanız ya kendinize ait kayda değer bir düşünceniz
yoktur, çünkü hayatınızı siz yönetmiş olmuyorsunuz; hayatınızı kendinizin tavsiyeler üzerine
yönettiğinizi düşünürken kukladan farkınız kalmıyor, ya da insanlığınızdan uzaklaştınız...”
“Hayatınızı en başta kendiniz için yaşamayı bilin…”

158
1)ANAYASA YARGISI:
 Anayasa yargısı dediğimiz şey: Kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimidir.

 Bir hukuk düzenindeki hukuk kuralları gelişi güzel yer almazlar, bir hiyerarşi içerisinde yer alırlar. Bu
hiyerarşinin tepesinde anayasa vardır. Anayasa, üstün ve bağlayıcı hukuk kuralı olarak diğer hukuk
kurallarının aykırı olamayacağı bir kuralı ifade eder. Dolayısıyla normlar hiyerarşisinin yer aldığı,
benimsendiği ve yazılı ve katı bir anayasanın bulunduğu bir sistemde kanunların anayasaya
uygunluğunun denetlenmesine “Anayasaya uygunluk denetimi” diyoruz.

Normal hiyerarşisi kabul edildiyse yani katı ve yazılı bir anayasa varsa, diğer hukuk kurallarının
anayasaya aykırı olmaması gerekli. Dolayısıyla bunun sağlanması için de belli mekanizmalar, belli
yöntemlerin olması gerekli. Buna anayasaya uygunluk denetimi diyoruz genel anlamda.
Anayasaya uygunluk denetimi 2 yolla gerçekleştirilebilir:

1) Siyasi makamlar anayasaya uygunluk denetimi yapabilirler, buna “Siyasi Denetim” diyoruz:
Anayasaya uygunluğun siyasal denetimi. Siyasi denetim, siyasal makamların anayasaya uygunluk
denetimi yaptığı denetimdir ama siyasi makamlar, bu denetim yetkisini gereği gibi yerine
getirmezler ya da getiremezler. Bu siyasi denetimin içeriği:

❖ Bir yasalaşma sürecimiz vardı: Teklifle başlıyor, CB’nca onaylanıp resmi gazetede yayınlanıp
yürürlüğe girene kadar devam eden bir süreç. İşte bu süreç içerisinde siyasal makamların bu
süreç içerisinde gerçekleştirmiş olduğu denetime biz anayasaya uygunluğun siyasal denetimi
diyoruz.

❖ Teklif aşaması: Milletvekilinin anayasaya aykırı bir teklifi yapmaması bir denetimdir ama siyasal
bir denetimdir. Yapmış olduğunu varsayalım ya da gözden kaçırdığını varsayalım. TBMM
başkanlık divanına verilecek ve başkan bunu komisyona havale edecek; komisyon bunu
görüşecek ve olgunlaştıracak (?). Komisyonun önüne gelmiş teklif içerisinde anayasaya aykırı
bir şey tespit etmesi durumunda komisyon bunu o teklif metninden çıkarma yetkisine sahip,
teklifi değiştirme yetkisine sahip. Komisyonun burada yapmış olduğu denetim, bir anayasaya
uygunluk denetimi ama siyasal bir denetim; bu her zaman gerçekleşmeyebilir ya da
gerçekleştirilmez diyelim. Komisyondan geçti, genel kurulda geldi. Genel kurulda TBMM
üyeleri bu teklif üzerine görüşecekler. Teklif üzerine önergeler verip genel kurulda teklif metni
değiştirilebilir. Bu önergelerden anayasaya aykırılık önergeleri de verilebilir kanun teklifi için.
Anayasaya aykırılık önergesi verilmişse anayasaya aykırılık önergeleri, diğer önergelerden,
değişiklik önergelerinden önce görüşülür ve karara bağlanır. Eğer bir anayasaya aykırılık tespit
edilirse zaten o metin ayıplanacağı için ya da o metin geri çekileceği için öncelikle o sorunun
karara bağlanması daha yerinde olur. Anayasaya aykırılık önergesinin verilmesi ve bu
önergenin görüşülmesi neticesinde anayasaya aykırı görülen hükümlerin bu tekliften
çıkarılması ya da teklifin komple geri çekilmesi durumunda yapılan denetim yine bir anayasaya
uygunluk denetimidir ancak siyasal bir makamın yapmış olduğu denetimdir. Genel kuruldan
geçti, CB’na gitti. CB’nın 15 günlük süresi var. CB bu süre içerisinden metni inceledi ve
anayasaya aykırı bir hüküm gördü: Yeniden görüşülmek üzere gerekçesini anayasaya aykırılık
gerekçesini de yazarak yeniden görüşülmek üzere TBMM’ne iade edebilir, bu da bir anayasaya
uygunluk denetimidir ama siyasal bir denetimdir; CB, siyasi bir makam. İşte bu süreç içerisinde
anayasaya aykırılık arz eden kanun metinlerinin henüz yasalaşmadan önce yani kanunlaşıp
yürürlüğe girmeden önce siyasi makamlar eliyle yapılmasına biz “Siyasal denetim” diyoruz.

159
Siyasal denetim, anayasaya uygunluk denetimi noktasında etkili bir yöntemdir, gerekli bir
yöntemdir ama yeterli bir yöntem değildir. Çünkü zaman zaman siyasal organlar, anayasaya
uygunluğu arka plana itebilirler. Dolayısıyla siyasal denetim gerekli bir denetimdir ama yeterli
bir denetim değildir. O halde, anayasaya uygunluğun denetimi etkin bir şekilde kim yapabilir?
Diğer 2 devlet organından bağımsız olarak görev yürüten “yargı”, anayasaya uygunluk
denetimini “daha iyi” bir şekilde gerçekleştirebilir. İşte bu noktada karşımıza “Anayasa Yargısı”
çıkıyor yani anayasaya uygunluk denetiminin yargı organı tarafından gerçekleştirilmesi.

2) Diğeri ise: Anayasaya uygunluğun “Yargısal Denetimi”dir. Anayasa yargısı noktasında da dünya
üzerinde, anayasa yargısını benimsemiş olan ülkeler ele alındığında, 2 model var. Kimi ülkeler
anayasa yargısını benimsememiş örneğin İngiltere, çünkü yazılı ve katı bir anayasaları yok. Anayasa
yargısını benimsemiş olan ülkeler içerisinde ise 2 model karşımıza çıkıyor:

1. Genel Mahkeme Sistemi: Bu Amerikan sistemi olarak da bilinir. Amerikan modeli, ilk olarak
ortaya çıkan anayasa yargısı modelidir çünkü kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal
denetimi ilk olarak ABD’de içtihat yoluyla gerçekleştirilmiştir. Anayasada herhangi bir hüküm
olmaksızın anayasa yargısına ilişkin ya da mahkemelerin bu noktada yetkili olduğuna ilişkin
herhangi bir hüküm olmaksızın anayasa mahkemesi Amerikan Suprimkortu kanunun
anayasaya uygunluğunun mahkeme eliyle denetlenebileceğine ilişkin karar vermiştir, 1803
yılında Mervörim Edison davası olarak bilinir. (Hocanın söylediği gibi yazıyorum, benden
İngilizce performans beklemeyin lütfen (: ) 1803 yılında Mervörim Edison davasında Amerikan
Yüksek Mahkemesi, kanunların anayasaya uygunluğunun mahkemeler eliyle
gerçekleştirileceğine yönelik kararı vermiştir. Daha sonra Amerikan yargı sistemi bu içtihada
uygun şekilde günümüze kadar bu anayasa yargısı modelini sürdürmüşlerdir. Genel mahkeme
sistemini ya da Amerikan sisteminde anayasaya uygunluk denetimini “bütün mahkemeler”
yapabilir. Mahkemeler görülmekte olan dava sırasında önlerinde karara bağlamaları gereken
dava sırasında uygulayacakları kuralın anayasaya aykırı olup olmadığını bizzat kendileri
denetleyebilirler. Ve bu denetleme neticesinde, yapmış oldukları mahkeme neticesinde kuralın
anayasaya aykırı olduğu sonucuna varırlarsa kuralı ihmal ederler, kanunu ihmal ederler,
görmezden gelirler. Onun yerine anayasaya uygun bir çözüm yolu üretirler ama vermiş
oldukları bu karar sadece tarafları bağlar ve ihmal edilen kanun metni, diğer olaylar ve diğer
yargılamalar açısından varlığını sürdürmeye devam eder. Yani genel mahkeme sisteminde
yapılan denetimde mahkemeler iptal kararı vermez, o kanun yine uygulamada kalır ancak
mahkemelerin vermiş olduğu bu kararlara karşı yapılan temyiz başvuruları neticesinde
Amerikan Yüksek Mahkemesi yani Suprimkort, aynı konuda yerel mahkemenin içtihadını
onaylarsa, o takdirde Suprimkortun kararlarının yani Yüksek Mahkemenin kararlarının bütün
mahkemeleri bağladığını düşündüğümüzde, o kural, o kanun metni-maddesi bütün
mahkemeler için artık ölü bir kanun haline dönüşür. Anayasaya aykırı olan, anayasaya aykırılığı
mahkeme tarafından tespit edilen kanun yürürlükte kalmaya devam eder; Suprimkort/Federal
Yüksek Mahkeme bu konuda bir karar verene kadar, diğer mahkemeler o kanunu uygulamaya
devam eder, o kanun uygulamada kalır ama yerel mahkemenin vermiş olduğu böyle bir karar
Suprimkorta yani Federal Yüksek Mahkemeye giderse ve Federal Yüksek Mahkeme de aynı
şekilde o kanunun anayasaya aykırı bulan kararı onaylarsa, o zaman Federal Yüksek
Mahkemenin vermiş olduğu karar bütün mahkemeleri bağladığı için artık o karar üzerine yerel
yüksek(?) mahkemenin vermiş olduğu anayasaya aykırılık kararı üzerine, bütün mahkemeler
açısından o kanun maddesi artık ölüdür. Yine iptal yok ama o kanun ölü durumdadır;
yürürlükte kalmaya devam eder ama hiçbir mahkeme tarafından uygulanmaz, hiçbir idari

160
merci tarafından uygulanmaz. Genel mahkeme sisteminin en önemli özelliği bu: Mahkemeler
iptal değil “ihmal kararı” verirler.

2. Özel Mahkeme Sistemi: Avrupa tipi anayasa yargısı modeli. Avrupa sisteminde ise anayasaya
aykırılık denetimini “sadece bu konuya özgülenmiş bir mahkeme” yapabilir, diğer mahkemeler
anayasaya aykırılık denetimi yapamazlar. O nedenle bu sisteme “özel mahkeme sistemi” de
diyoruz, yani anayasaya uygunluğun denetlenmesi için oluşturulmuş özel bir mahkeme. Bu
mahkemelerin adı genellikle “Anayasa Mahkemesi”dir ya da kimi hukuk düzenlerinde “Yüksek
Mahkeme”dir, Suprimkorttur. Sadece bu mahkemeler anayasaya aykırılığı denetlemekle
görevlendirilmiş, anayasa tarafından, bir mahkeme bu görevi üstlenir. Diğer mahkemeler,
kendileri bu denetimi yapamazlar yani bağlayıcı nihai karar verme yetkisi bir tek mahkemeye
verilmiş anayasaya aykırılık iddiaları noktasında. Bu nedenle bu sisteme özel mahkeme sistemi
diyoruz.

 AYM’nin yapısı:

Bizim sistemimizde bu şekilde yani bizde de özel mahkeme sitemi benimsenmiş: İlk defa 61
anayasasında AYM’ni görüyoruz. Onun öncesinde bir AYM’miz yok ama 1924 anayasası
uygulandığı dönemde , 46 yılında olması lazım (yılları çok takılmayalım dedi hoca ve sürekli der),
1924 anayasası uygulamasında Amerika’daki gibi mahkemelerin anayasaya aykırılık konusunda
karar verme girişimleri olduğunu görüyoruz, birkaç örnek var ama yüksek mahkemeler, Yargıtay
ve Danıştay, ilk derece mahkemelerinin, yerel mahkemelerin vermiş olduğu bu kararları bozduğu
için genel mahkeme sistemi biçiminde bir anayasa yargısı bizde içtihat yoluyla maalesef
gelişememiş. Ama bu eksiklik 61 anayasasıyla birlikte özel mahkeme sistemi benimsenerek
anayasa yargısı anayasal sistemimize girmiş oldu. Anayasamıza göre, anayasaya uygunluk
denetimini AYM gerçekleştirir. AYM’nin oluşumuna bakacak olursak: AYM’mizin 15 üyesi var, 15
üyeden oluşan bir mahkeme: Bu 15 üyenin 3 tanesini TBMM seçiyor, geri kalan 12 üyeyi CB
seçiyor ama CB’nın buradaki seçimi TBMM’nin yapmış olduğu 3 üyenin seçimi noktasında tam bir
seçme insiyatifi yok, şöyle: Gerek TBMM seçtiği 3 üye için kendisine gösterilen 3’er kişiden birini
seçmek suretiyle belirlemiş oluyor yani aday belirleme insiyatifi meclise ait değil, meclis kendisine
sunulan 3 katı isim içerisinden birini seçmek şeklinde bu yetkisini kullanıyor. Bu 3 kişiden 2 tanesi
Sayıştay üyeleri arasından Sayıştay genel kurulunun her bir üyelik için 3 katı biçiminde gösterdiği
adaylar içerisinden meclis tarafından belirleniyor. 1 tanesi ise baro başkanları tarafından serbest
avukatlar arasından yine gösterilen 3 aday içerisinden birinin meclis tarafından seçilmesi şeklinde
belirleniyor. CB ise 12 üyeyi belirliyordu. Bu 12 üyenin 4 tanesini CB, doğrudan doğruya atıyor
yani burada aday gösterme yok. Onun dışında kalan 8 tanesini ise CB, kendisine sunulan isimler
içerisinden seçerek belirliyor. CB’nın kendisine önerilen isimler içerisinden belirlediği 8 kişinin
dağılımı şöyle: CB 3 üyeyi Yargıtay genel kurulunun kendi üyeleri arasından önerdiği her bir
adaylık için 3 katı isim içerisinden 3 kişiyi bu şekilde belirliyor. 2 üyeyi ise Danıştay genel
kurulunun yine kendi üyeleri arasından her bir kontenjan için gösterdikleri 3 katı aday arasından
CB belirliyor. Ve yine CB, YÖK tarafından üniversite öğretim üyeleri içerisinden gösterilen 3 üyeyi
ise yine 3 katı aday arasından CB seçiyor. Bu noktada CB’nın aday insiyatifi yok, kendisine sunulan
isimler içerisinden CB bu isimleri belirliyor. Ama CB’na 4 tane üyeyi de doğrudan doğruya bizzat
kendisinin herhangi bir öneri olmaksızın bizzat kendisinin atadığını ifade ettik: Bu 4 üye de üst
kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hakim ve savcılar ya da en az 5 yıl raportörlük
yapmış AYM raportörleri arasından CB, bu 4 kişiyi doğrudan belirleyebiliyor. AYM’nin oluşum tarzı
bu şekilde.

161
AYM’ne üye olabilmek için 40 yaşını doldurmuş olmak lazım dedi hoca ve ilgili maddeyi açtı ve 45
yaş şeklinde düzeltti, yani siyaset sınavındaki gibi yaştır, yıldır, sayıdır gibi sorular gelmez, cengiz
hocanın şükür ki öğrencilerinden beklediği şey böyle şeyler değil, kral adam. Madde 146’yı
okuyun.

AYM üyelerinin görev süreleri 12 yıl ve seçilebilmek için 45 yaş sınırı var. Dolayısıyla 45 yaşını
tamamlamış bir kimsenin 57 yaşında üyeliği sona erecek demektir. Daha sonra ne tür yapabilir
yapamaz, o konuya ilişkin kanuni bir düzenleme gerekli. Önceki sistemde AYM üyeliği noktasında
bir üst sınır yoktu: Ömür boyu değil, onun altını çizelim. Amerika’da Federal yüksek mahkemenin
hakimleri ömür boyu görev yapıyorlar, kendileri istemediği müddetçe ayrılamıyorlar ama bizde
yaş sınırı vardı, anayasanın öngördüğü 65 yaş. Seçilebilmek için ise 40 yaş gerekliydi. Dolayısıyla
40 yaşındaki bir kişi üye olarak seçilmişse AYM’ne, 25 yıl boyunca AYM üyeliğini yapabiliyordu, Ör:
Haşim Kılıç: Haşim kılıç hukukçu değil ama şunu söylemek lazım, hakkını teslim etmek lazım en
azından: “Haşim Kılıç, kararlar noktasında, özellikle karşı oyları noktasında çok güzel karşı oylar
yazmış, gerçekten hukuk anlamında birçok hukukçudan daha iyi karşı oy yazmış bir kişidir. Yani
gerçekten kalemi kuvvetlidir. Evet hukuk fakültesi mezunu değildir ama üye seçildikten sonra da
boş durmamış. Bizde nihayetinde hukuk fakültesinde 4 yıl okuyoruz. 25 yıllık bir meslek
geçmişinden bahsediyoruz. Bu noktada hakkını yememek lazım. Hukuk nosyonu falan diyoruz da
şimdi bir Yargıtay’dan, Danıştay’dan gelen üyelerin de hukuk nosyonları tartışmaya açık yani, onu
da belirtmiş olalım. Yani ileride belki göreceksiniz bu şeyleri: Yargıtay üyeleri, Danıştay üyeleri
açıkça söylemek gerekirse doktrini falan hiç sallamazlar yani bu biraz bir öğretim üyesi tarafından
dile getiriliyor olması acı bir durum ama maalesef Yargıtay’daki Danıştay’daki üyeler hiç literatür
takip etmiyorlar. Hiç öğretim üyelerinin yazmış olduğu, hocaların yazmış olduğu kitaplara göz
atmıyorlar. Ordan çıkıp AYM’ne giren kişi de o kadar da matah kararlara imza atılıyor-atıyorlar
denilemez yani. Neyse o ayrı bir konu. Şimdi böyle dediğimiz zamanda AYM’nin üyelerinin tamamı
anayasa hukukçularından oluşsun diye itirazlar geliyor; öyle de değil. Yani AYM üyelerinin evet
anayasa hukuku anlamında bilgilerinin olması şart ama onun dışındaki alanlarda da bilgi sahibi
olmaları gerekli, mesela; idare alanında, maliye alanında, vergi alanında deneyimli olan kişilerin
de AYM’nde olması önemli çünkü AYM’nin bakmış olduğu kanunlar her alana yönelik. O şekilde
geniş bir taban tarafından yorumlanması yerindedir diyebiliriz.”

12 yıl dolmadan önce emeklilik yaşı gelirse kişi emekli oluyor yani 12 yılı tamamlamadan emekli
olmuş oluyor üye. AYM üyeliği, üyenin hakimlik mesleğinden çıkarılmayı gerektiren bir suçtan
dolayı hüküm giymesi halinde otomatik olarak sona erer. Onun dışında bir de sağlık nedeniyle
görevin sona erme yöntemi var anayasada düzenlenen. O da ilgilinin yani üyenin sağlık
bakımından görevini yerine getiremeyecek şekilde kesin olarak belirlenen bir hastalığının olması
yani sağlığı nedeniyle görevini kesin olarak yerine getiremeyeceği durumunda da AYM üyeleri o
üyenin görevine salt çoğunluk ile karar verebiliyorlar. Bunun için yetkili kurullar eliyle verilmiş
raporlara dayanmak durumundalar. Onun dışında ölüm sonra erdirir. Yine ya da AYM üyeliğinden
istifa eden bir kimse yine istifa ederse üyeliği sona erer.

Görev süresi biten üyeler için, bu görev süresi biten üye hangi grup içerisinden seçilip gelmişse
AYM’ne, o boşalan üyelikler için aynı yöntem uygulanarak onun yerine yeni üye belirlenir.

AYM kendi içerisinden bir başkan ve 2 başkanvekili seçiyor. AYM, bölümler şeklinde örgütlendi
son uygulamada: Bir genel kurul var bir de 2 bölüm var. Genel kurul, siyasi parti kapatma, yüce
divan ve anayasaya aykırılık iptal ve itiraz başvurularına genel kurul olarak karar verir. Bölümler
ise bireysel başvurular noktasında karar verme yetkisine sahipler. Genel kurulun oy nisabı,

162
toplantıya katılanların, üye tam sayısının salt çoğunluğu biçiminde: 15 üye var, daima 8 kişinin
olması gerekli karar verilebilmesi için ama siyasi parti kapatma davalarında ve anayasa
değişikliklerinde iptale karar verebilmesi için yine siyasi partilerin mali denetimi, mali-hazine
yardımından yardımdan yoksun bırakılmasına karar verilmesi için üye tam sayısının 2/3’sinin bu
yönde oy vermesi gerekli.

 AYM’nin görev ve yetkileri: Yaptığı iş:

AYM’lerinin en temel görevi “norm denetimi”dir. Yani belirli normların, belirli kuralların
anayasaya uygunluğunun denetlenmesidir, bu, mahkemenin temel görevi. Ancak bunun yanında
uygulamada görüyoruz ki birçok yüksek mahkemeye ya da AYM’ne temel görevin yanında
başkaca görevler de verilmiş. Bunlara bizim AYM’miz açısından bakalım:

1) En temel görev “norm denetimi”.

2) Norm denetiminin dışında 2010 yılından itibaren yapılan anayasa değişikliği ile AYM, bireysel
başvurular konusunda da karar verme yetkisine sahip: Bireysel başvuruları görüşmek ve karara
bağlamak.

3) Yine birçok ülke örneğinde olduğu gibi bizim yüksek mahkememizde yani AYM’mizde bazı kişilerin
görevleri dolayısıyla işledikleri iddia edilen suçlar dolayısıyla bu kişileri yüce divan sıfatıyla
sorgulama yetkisine sahip, madde 148’i okuyun. Yani “yüce divan yetkisi AYM’ne ait”.

4) Bunun yanında bir de asker kişilerin yine görev suçları dolayısıyla yargılanması var, o isimler de
anayasaya göre: Genelkurmay başkanı, kara-deniz-hava kuvvetleri komutanları. Bunlar da yine
görevleriyle ilgili olarak işledikleri iddia edilen suçlardan dolayı AYM’nce yüce divan sıfatıyla
yargılanırlar.

Yüce divan sıfatı, 1961 anayasasıyla birlikte AYM’ne verildi. AYM kurulmadan önce yüce divan
yetkisi Yargıtay’a aitti. O zaman ki adı “Divan-ı Ali”. AYM kurulduktan sonra bu yetki AYM’ne
verildi. Bugün de hala aynı talep-tartışma var. Yargıtay’ın bu yetkinin kendilerine verilmesini talep
ettiğini görüyoruz. Bir noktada haklı da Yargıtay, şu anlamda: Yüce divan yargılaması bir ceza
yargılaması en nihayetinde. Yargıtay’da da ceza daireleri var ve ceza genel kurulu var Yargıtay’da.
Yine yüce divan yargılamasında usul hukuku da ceza muhakemesi hukuku, dolayısıyla bu
yargılamanın daha sağlıklı bir şekilde Yargıtay’ın ceza genel kurulunda gerçekleşmesi gerekliliği
yönünde talepler ve görüşler var ama anayasaya göre bu yetki AYM’ne ait. AYM, yüce divan
yargılamasında savcılık görevini de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı gerçekleştiriyor.

5) Siyasi partileri kapatma davalarına AYM’nce bakılıyor. Bu noktada yetki AYM’ne ait.

6) Yine siyasi partilerin mali denetimini yapma yetkisi AYM’ne ait ama AYM, bir hesap mahkemesi
değil sonuçta. AYM’ne bu noktada Sayıştay yardım ediyor.

7) Yasama dokunulmazlığının kaldırılması ve milletvekilliğinin düşmesine ilişkin kararlara itiraz


yoluyla AYM tarafından bakılıyor.

163
8) Ve bir de uyuşmazlık mahkemesinin başkanlığını AYM’nden bir üye yerine getiriyor. AYM, kendi
üyeleri içerisinden 1 kişi uyuşmazlık mahkemesi başkanı olarak seçiyor, o görevi yürütmesini
sağlıyor.

Bizim AYM’mizin genel olarak görev yetkileri bunlar.

 AYM, bazı normları norm denetimi açısından denetler, dedik. Bunun kapsamı nedir? yani hangi
normlar AYM’nin denetimine tabi kılınmış anayasamıza göre? AYM’nin denetimine tabi normlar:

1. İlk olarak tabi ki “kanun” var. Kanunlar anayasa mahkemesinin denetimine tabi tutulmuş. AY
değişiklikleri bir kanun biçiminde gerçekleşiyor ve AY değişiklikleri de AYM’nin denetimine tabi
kılınmış ancak AY değişikliklerine ilişkin kanunlar, AYM’nce sadece şekil bakımından denetlenir.
Şekil bakımından denetleme de yine AY’ya göre 1teklif ve oylama çoğunluğunun bulunup
bulunmadığı ve ivedilikle görüşülme yasağına uyulup uyulmadığıyla sınırlı olarak” yapılması
gereken bir denetim biçimidir. Yani 200 millletvekili, üye tam sayısının üçte biri AY değişikliği
teklifine imzayı atmış mı, teklif çoğunluğu sağlanmış mı? Birinci husus bu. Onun dışında mecliste
en az 2 defa görüşülmüş mü (ivedilikle görüşülme yasağı olarak geçer) ve bu görüşmeler
neticesinde en az beşte üç çoğunlukla kabul edilmiş mi metin, bu hususlara bakar AYM şekil
denetimi noktasında. Kanunlar için ise şekil denetimi: Son oylamanın gereken çoğunlukla yapılıp
yapılmadığı yani özel bir karar yeter sayısı aranmamışsa üye tam sayısının toplantıya katılanların
salt çoğunluğu; dörtte birinden bir fazlasından az olmayacak şekilde gerek çoğunluk sağlanmış mı?
Bu yöndedir. Ancak şunu belirtmek gerekir: AYM, gerek 61 anayasası döneminde gerekse 82
anayasası döneminde anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları “Şekil denetimi yapıyorum.” diyerek
“esas bakımından denetleme yetkisini içtihaden geliştirmiş”, kendisinde görmüştür. Buna ilişkin
kimi örnekleri daha önce anlattık. Ör: 4. maddedeki değişmezlik yasağıyla ilgili, tali kurucu iktidarın
sınırıyla ilgili konularda bunlara değinmiştik.

2. Olağan dönem CBK’leri AYM’nin denetimine tabidir.

3. Halen yürürlükte olan 2017 öncesindeki anayasal düzenlememizde yer alan olağan dönem KHK’leri
anayasal denetime, AYM’nin denetimine tabidir.

4. TBMM içtüzüğü, bir parlamento kararı olmasına rağmen kural işlem olduğu için AYM’nin
denetimine tabi tutulmuştur.

5. Ve yine 2 parlamento kararı: Dokunulmazlığın kaldırılması ve üyeliğin düşmesine ilişkin TBMM


kararları, AYM’nin denetimine tabi tutulmuştur.

+Meclis AYM’ni kaldırırsa ne olur, kaldırılabilir mi? AYM’nin 1982 anayasası itibariyle anayasadan
kaldırılması nasıl bir yöntemle gerçekleşebilir, önce buna bakalım: Az önce anayasa yargısı modeli
sadece Avrupa tipi bir model değil. Genel mahkeme sistemi dediğimiz Amerikan modeli bir
anayasa yargısı da tercih edilebilir ama biz 2. yi tercih etmişiz: Avrupa tipi AY yargısını tercih
etmişiz, özel bir mahkeme kurmuşuz. AYM kurulmuş bir organ, yani AY’nın öngördüğü bir organ.
146 ve devamındaki maddeler AYM’ni düzenliyor. AYM’ni birisi kaldırmak isterse tali kurucu
iktidar olarak, bunu bir AY değişikliği ile gerçekleştirir. AY değişikliği noktasında da birinci ihtimal
Avrupa tipi AY yargısını kaldırıp yerine genel mahkeme sistemine özgü bir anayasa yargısı modeli
getirme şeklinde bir düşünceyle harekete geçip 200 milletvekilinin önerisiyle, bu önergeyi meclise
verebilir. “AYM’ni kaldıralım, AYM’nin yapmış olduğu norm denetimi yetkisi bütün mahkemelere

164
verilsin.” diyerek ona ilişkin hususları AY değişikliği biçiminde hazırlayıp verebilir; birincisi bu. Bu
noktada eğer bu gerçekleşirse bir ihtimal. İkinci ihtimal ise, öneriyi vereceklerin dayanabilecekleri
husus: “AYM’ne ne gerek var. Zaten AYM milli iradeye aykırı. Milletin seçmiş olduğu milletvekilleri
bir kanun yapıyor, AYM bunu anayasaya aykırı bulup bunu ortadan kaldırıyor. Hatta AY
değiştiriyoruz, AYM bunu tutup denetleyip kaldırıyor. Zaten sicili de temiz değil. Önceki yıllar hep
vesayet yönetiminin bir aracı olarak kullanıldı; milli iradeyi baskılayan bir fonksiyon üstlendi zaten
AYM. Vaktiyle CB da seçtirmemişti. Uzun süre de laiklik adı altında din ve vicdan özgürlüğünün de
önüne ket vurdu bu mahkeme. Kaldıralım gitsin bu mahkemeyi.” 2. ihtimal bu; bunu da yine
yapmak için başvurulacak yöntem en nihayetinde AY değişikliği. Şekil itibariyle 200 vekil ikinci (?)
ya da birinci ihtimal için AY değişikliği önergesini verdi. Bunun komisyondan ve genel kuruldan
geçmesi ve yasalaşması lazım. Şimdi 400 vekil bulunursa 2 durumda da, CB’na gönderilirse. Her 2
durumda da CB meclisle aynı görüşte olup olmadığına göre yine şekillenecek: CB, “Napıyosunuz
siz, AY yargısı kaldırılır mı?” diyip yeniden gönderebilir. Bu durumda yine 2/3 bulurlarsa CB’nı
aşarlar ama CB’nın bu noktada referanduma sunma yetkisi var: İhtiyari referandum, o noktada
halk karar verecek. Halka gidip gitmemek ayrı bir durum çünkü orada da farklı görüşler ifade
edecek hoca. Diyelim CB meclisle aynı görüşte ve CB bu değişikliği imzaladı ve resmi gazetede
yayımlandı, değişiklik yürürlüğe girdi. Bu durumda AYM’ni kaldıran bir değişiklik yürürlüğe girdi.
AYM’ni kaldıran değişiklik, genel mahkeme sistemini benimseyen bir değişiklik olabilir ya da
mahkemeyi-anayasa yargısını topyekün kaldıran bir değişiklik olabilir. Bu noktada çok fazla
değinilmesi gereken husus var. Birincisi değişiklik yürürlüğe girer girmez birileri AYM’ne iptal
davası açabilir bu değişiklik için ama bu noktada da şu soru akla gelir: AYM’ni kaldıran değişiklik
yayımlanır ve yürürlüğe girer denildiği zaman zaten ortada AYM kalmamış oluyor. Diyelim AYM’ne
gitti ve AYM de bu değişiklik için yürürlüğü durdurma kararı aldı. Bu durumda AYM’nin anayasaya
göre bakacağı durum şekil denetimi, o da teklifin oylama çoğunluğuyla ivedilikle görüşülmediği
yasağı ama buradaki durum tamamen şekil kurallarına uygun bir durum; o zaman içeriğe girmesi
lazım: Şekil denetimi yapıyorum, diyip teklifin içeriğine girmesi lazım. Nasıl şekil denetimi
yapıyorum diyecek? İşte, 1. madde cumhuriyet, 2. madde cumhuriyetin nitelikleri; bunlar
değiştirilemez hükümler ve cumhuriyetin nitelikleri arasında hukuk devleti var. Hukuk devletinde
AY yargısı yani kanunların AY’ya uygunluğunun denetlenmesi bir gerekliliktir. Bu durumda 2.
ihtimal yani AYM’ni topyekün ortadan kaldıran ihtimal durumunda AYM bu yolu işletip o
değişikliği iptal etme noktasında argümanını oluşturabilir, önceden böyle içtihatları vardı. Ancak
birinci ihtimalde yani genel mahkeme sisteminin getiriliyor olmasında AYM’nin artık diyebileceği
bir şey yok, çünkü AY yargısını ortadan kaldırmış olmuş olmuyor. Tüm bu doktrinel tartışmaların
öncesinde AY değişikliği kanunu yürürlüğe girdiği an zaten AYM ortadan kalkmış olacak eğer geçiş
hükmü konulmadıysa. Geçiş(?) hükmü konulduysa AYM denetleyebilir ama geçiş hükmü
konulmadıysa ve yayımıyla birlikte yürürlüğe girer denildiyse AYM de ortada yok. O zaman
tartışmalar hukukun ötesine taşar. Defacto durumlar ortaya çıkabilir. Yani çok fazla girdi var. Tüm
bunlara göre farklı farklı senaryolar geliştirilebilir. Ama en nihayetinde iş defacto duruma
dönüşür: Yani gelip bu noktada hukuken bu durum noktasında tıkanıp kalınır. İş ondan sonra
defacto duruma dönüşür, hiçkimse sesini çıkarmazsa AYM ortadan kalkar. Bir de bu değişiklik
halkoylamasına giderse, halkoylamasında kabul edilmiş bir AY değişikliğini AYM’nin
denetleyemeyeceği çünkü “Zaten yetkinin asıl sahibi millet bu noktada karar verdi, bunun üzerine
AYM bu konuya bakamaz.” diyen bir görüş de var. Tüm bu veriler ışığında değerlendirilse bile en
nihayetinde gelinen yol-durum defakto durum, hukukun dışında bir durum. Çözüm olup
olmayacağı duruma göre, olasılıklara göre. AYM kalksa ne getirilecek? o önemli. 2007 yılında AYM
367 kararını verdikten sonra böyle bir yola gidilseydi, halkoylamasına sunulsa halkın büyük
çoğunluğu “AYM kalksın, zaten lüzumsuz bir organ.” diyip çıkabilir. Halkoylaması denilen durum
bazen amaçlanmayan bir durum doğurabiliyor (?).

165
 AYM’nin denetimine tabi olmayan normlar, anayasamıza göre:

1. İlki milletlerarası andlaşmalar. Milletlerarası andlaşmaların anayasaya aykırılığı iddiası için AY’ya
başvurulamaz. Bunun nedeni: Milletlerarası andlaşmaların, uluslararası hukuku ilgilendirmesi.
Çünkü iç hukukta bunun anayasaya aykırılığını dile getirilip iptal edilmiş olunsa dahi uluslararası
sorumluluk devam eder. O nedenle milletlerarası andlaşmaların anayasaya aykırılıkları iddiasıyla
AYM’ne başvurulamaz ama hatırlayın demiştik ki: Milletlerarası andlaşmaların onaylanması
öncelikle TBMM’nin andlaşmanın onaylanmasını uygun bulma kanunu çıkarmasıydı. Bu uygun
bulma kanunu bir kanun olduğu için AYM’nin denetimine tabidir ama bu kanunlar çok kısa
kanunlardır ve andlaşmanın içeriğine ilişkin bir hüküm taşımazlar. Genelde 3 maddelik bir
kanundur. Ör: “Türkiye ile falanca devlet arasında yapılan şu andlaşmanın onaylanması uygun
bulunmuştur, madde 1. Madde 2: Bu kanun, yayımıyla yürürlüğe girer. Madde 3: Bu kanun
hükümlerini CB yürütür.” Kanunun tamamı bu. Yani uluslararası andlaşmanın içeriğine yönelik bir
hüküm bulunmaz bu kanunlarda. Böyle olunca da bu kanun sadece pratikte bakıldığında şekil
denetimine tabi tutulabilir. Son oylamanın gerekli çoğunlukta yapılıp yapılmadığı denetlenebilir
ama içeriğe ilişkin bir denetim yapılamaz çünkü denetlenecek bir içeriği yok kanunun.

2. AYM’nin denetiminin dışında bırakılan 2. norm grubu “OHAL CBK”leri. Bu kararnameler de


AYM’nin denetimi dışında bırakılmıştır. Bu noktada AYM’nin içtihadından bahsetmiştik: 90’lı
yıllarda ve 2003 yılında vermiş olduğu kararlara değinmiştik ama son kararı bu noktada AYM’nin
yetkili olmadığı şeklindeydi; son içtihadı bu şekilde. Dolayısıyla bu noktada sadece TBMM’nin
denetimi karşımıza çıkıyor.

3. AYM’nin denetimi dışında kalan bir diğer norm grubu “inkılap kanunları”. İnkılap kanunları 8 tane
ve AY’nın 174. maddesinde sayılmışlar. Bunların AY’ya aykırılıkları ileri sürülemez. Ve 174. madde 8
tane kanunu sayıyor, okuyun. Altını çizelim: 174. maddeye göre inkılap kanunlarının anayasaya
aykırılığı ileri sürülemez ama bu kanunlar değiştirilebilir, yürürlükten kaldırılabilir; bu noktada bir
anayasal engel yok. Ancak bunların, bunlar yürürlükte olduğu müddetçe ve hükümleri bu şekilde
devam ettiği müddetçe bunların AY’ya aykırı olduğu ileri sürülemez.

4. AY’ya aykırılığı gerekçesiyle dava açılamayacak olan bir grup ise “parlamento kararları”.
Parlamento kararlarından 3 tanesinin AYM’nin denetimine tabi olduğunu söylemiştik: İçtüzük,
milletvekilliğinin düşürülmesi ve milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin parlamento
kararları AYM’nin denetimine tabi idi. Bu 3 istisna dışındaki parlamento kararları, AYM’nin
denetimine tabi değildir. Hatırlayın: AYM, parlamento kararları noktasında da eylemli içtüzük
değişikliği ya da eylemli içtüzük düzenlemesi adı altında kimi parlamento kararlarını AY’ya
uygunluk açısından denetlemiş ve iptal etmişti.

 AYM’nin denetiminin kapsamı:

AYM’nin denetimi kapsam itibariyle 2 türlü: Şekil denetimi ve esas denetimi.

1) Şekil Denetimi: Şekil denetiminden esas kastettiğimiz şey şu: AYM’nin denetimine tabi olan
normların yapılırken kullanılan usul ve şekil şartlarına uyulup uyulmadığının denetlenmesi.
İçeriğin değil şeklin yani yapılırken uyulması gereken anayasa kurallarına uyulup uyulmadığıdır
şekil denetiminden kasıt. Burada bilinmesi gereken şu: Şekil denetimi noktasında anayasamız
kanunlar için ve AY değişiklikleri için “şekilde sadece şu hususlara bakabilirsin.” diye bir sınırlama
getirmiş, o da şu: Şekil denetiminde AYM, kanunların şekle uygunluğu noktasında sadece son

166
oylamanın öngörülen çoğunlukta yapılıp yapılmadığına bakar; bakabileceği tek aykırılık budur.
Yani “karar yeter sayısı var mı” yok mu? “kanunlar için” bakabileceği şekil aykırılığı bu. “AY
değişikliği için” ise “teklif çoğunluğu, oylama çoğunluğu ve ivedilikle görüşme yasağı”, bu 3
duruma bakabilir. AY değişikliği için teklif çoğunluğu üye tam sayısının üçte biridir yani 200
milletvekili teklifin altına imza atmış mı, buna bakabilir AYM şekil denetiminde. Oylama
çoğunluklarına bakabilir. Oylama çoğunluğu: En az beşte üç oy almış mı AY değişikliği buna
bakabilir ve ivedilikle görüşülme yasağı olarak ifade edilen şey aslında teklifin 2 defa genel kurulda
görüşülmesidir.

• Buna ilişkin süreci zaten daha önce ifade etmiştik. “Bu hususlara bakabilir AYM, sadece
bunlara bakabilir” diyor; “Onun dışındaki şekil eksikliklerine bakmayacaksın, gereği yok.”
yani bir kanun son oylamada gereken çoğunluğu almışsa artık başkanlık divanının oluşumu
AY’ya uygun mu değil mi, komisyonun oluşumu AY’ya uygun mu değil mi, meclis genel
kurulunda siyasi partiler için gereken konuşma süresi verilmiş mi verilmemiş mi, şahsı adına
söz isteyen milletvekiline verilmiş mi verilmemiş mi; bu tür noksanlıklar, eksiklikler atık geçti
gitti, diyor AY. Son oylamada gereken çoğunluğu almışsa kanun için şekil denetimi budur. AY
değişikliği için ise oylama çoğunluğu var mı, teklif çoğunluğu var mı, 2 defa görüşülmüş mü
bunlar varsa diğer eksikliklerin artık önemi yok diyor AY. AYM’nin denetlediği,
denetleyebileceği diğer normlar olan CBK ile içtüzüğün şekil bakımından denetlenmesi
noktasında AY herhangi bir sınır getirmemiş. Yani CBK ve içtüzük için yapılacak şekle aykırılık
başvurularında AYM, bütün şekil noksanlıklarını denetleyebilir. Ama içtüzük için bu bir şey
ifade edebilir ama CBK noktasında zaten şekil şartı olarak çok bir şey yok. CBK için şekil şartı
sadece CB’nın imzasının olup olmadığıdır. Zaten bu imza varlık nedenidir, imza yoksa
kararname de olmaz. Ama içtüzük noktasında meclis görüşmeleri sırasındaki tüm şekle
aykırılıkları içtüzük açısından denetlenebilir.

2) Esas Bakımından Denetim: Esas bakımından denetim ise “normun içeriğinin AY’ya uygun olup
olmadığı”nın denetlenmesidir. Yani AY’nın bir hükmüyle denetime tabi olan bir normun
hükmünün çatışıp çatışmadığı. Yani AY 10. maddesindekiler gibi herhangi bir nedenle ayrım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir diyorken bir kanun çıkarıp da “Falanca mesleği kamuda
sadece erkekler yürütebilir.” şeklinde bir kanun çıkarılırsa yani bir alan cinsiyet ayrımcılığı
gözeterek kadınlara kapatılırsa; buAY’nın 10. maddesindeki cinsiyet ayrımcılığı yapamazsın hükmü
ile çatışır. İşte esas denetiminde bakılan şey bu: Normun içeriğinin AY’ya uygun olup olmadığı, AY
ile çatışıp çatışmadığı.

 Anayasaya Uygunluk Denetiminin Şekilleri: AYM’nin önüne bu aykırılık iddiaları nasıl gidiyor?

AYM, resen çalışan bir organ değil yani kendi başına hareket edip kendi başına harekete geçen,
neticede de inceleme yapıp karar veren bir organ değil AYM. AYM üyeleri her gün mahkemeye
gittiklerinde, resmi gazeteyi tarayıp “Bugün hangi kanun çıkmış? Bugün hangi CBK çıkmış? Hadi
şuna bir bakalım. Bunun içerisinde acaba AY’ya aykırılık var mı? Varsa hemen bunu gündemimize
alalım, iptal edelim.” diye çalışan bir organ değil. AYM, kendisine başvuru olması durumunda
çalışan bir mahkeme yani “birilerinin anayasaya aykırılık iddiasını AYM’nin önüne götürmesi
gerekli” ki AYM çalışabilsin. Bir AY’ya aykırılık iddiası AYM’nin önüne hangi yollarla gider? Buna
“AY’ya uygunluk denetiminin şekilleri” ya da “denetimin yolları” diyoruz.

167
AY’ya aykırılık iddiaları AYM’nin önüne 2 yolla gider: Birincisi “iptal davası” yoludur, buna soyut
norm denetimi de diyoruz; ikincisi ise “itiraz yolu” ya da somut norm denetimi. Bu 2 yolla norm
denetimi açısından AY’ya aykırılık iddiaları AYM’nin önüne götürülebilir.

1. İptal Davası: İptal davası, adı üzerinde bir dava. Yani AY’ya aykırılığın bir dava biçiminde
AYM’nin önüne götürülmesi biçimidir ancak bir dava olduğu için bu yola herkes başvuramaz:
AY, bu yola başvuracak olanları yani iptal davası açma yetkisi olanları saymış. Yine dava olması
nedeniyle bu yolun harekete geçirilmesi için AY özel bir süre öngörmüş.

Süresi içerisinde ve iptal davası açmaya yetkili olanlarca bu yol harekete geçirilebilir.

İptal davasına soyut norm denetimi denmesinin sebebi: İptal davası, AYM’nin denetimine
tabi bir normun resmi gazetede yayımlandığı, yürürlüğe girdiği sürenin hemen akabinde
devreye girer. Şekil nedeniyle açılacak iptal davaları, kanunlar ve anayasalar için 10 gün;
esasa yönelik olarak açılacak davalar 60 günlük süreye tabi. Yani norm henüz yürürlüğe
girmiş, tabiri caizse fırından yeni çıkmış, henüz somut olaylara uygulanmaya belki de
başlanmamış ya da başlanmış olsa bile aykırılık iddiası somut bir olayın çözümü nedeniyle
getirilmiş değil. Mahkeme dolayısıyla sadece soyut iddialar üzerinden bunu
değerlendireceği için bu yola soyut norm denetimi deniyor.

Somut norm denetiminde ise uyuşmazlık somut bir olay nedeniyle ortaya çıkıyor-
konuluyor ve o yolla AYM’nin önüne götürülüyor.

Dava açmaya yetkili olanlar ve dava açma süresi noktasında bir şeyin altını çizelim: Dava
açmaya yetkili olanlar, dava konusu norma göre farklılaşmış anayasada. Şöyle ifade
edelim: Kanunlar ve AY değişiklikleri için şekil bakımından iptal davası açılıyor ise, yani
kanunun son oylamasının gereken çoğunlukta yapılmadığı ya da AY değişikliğinin ise
oylama çoğunluğunun veya teklif çoğunluğunun veya 2 defa görüşülme yasağına aykırı
biçimde kabul edildiğine yönelik bir iddia: Kanunların ve AY değişikliklerinin şekil
bakımından AY’ya aykırılığı ileri sürülüyorsa bu aykırılığı ileri sürecek olanlar, yani bu
noktada dava açma yetkisine sahip olanlar: Bir CB, İki TBMM üyelerinin beşte biri yani 120
milletvekili. Dava açma süresi de 10 gün. Bunu böyle öğrenelim. 10 gün geçtikten sonra bu
2 norm için şekle dayalı iptal davası açılamaz.

Şekle dayalı iptal davası CBK için açılıyorsa ya da içtüzük için açılıyorsa, bu 2 işlem için ise
dava açabilecek olanlar CB, 120 millet vekili ve TBMM’nde en çok sandalyeye sahip 2 siyasi
partinin meclis grubu. Burada dava açanlar değişti, şekil denetiminde bu 2 işlem türünde.
Ve yine dava açma süresi de değişiyor: 60 gün, şekle dayalı olmasına rağmen.

Esas bakımından açılacak dava için ise kanunlar, CBK ve TBMM iç tüzüğünün esas
bakımından AY’ya aykırılıkları dolayısıyla açılacak iptal davasında dava açma yetkisi CB,
beşte bir tutarındaki milletvekili ve mecliste en çok sandalyeye sahip 2 siyasi partinin
meclis grupları açabilir. Süresi de 60 gündür. Burada AY değişikliklerini saymadık çünkü AY
değişiklikleri esas açısından AY’ya aykırılıkları ileri sürülemez; her ne kadar AYM bu kuralı
vaktiyle esnetmiş, çiğnemiş olsa da.

Farklı olan sadece kanunlar ve AY değişikliklerinin şekil bakımından denetiminde. Birinin


süresi 10 gün ve dava açabilecekler CB ve beşte bir tutarındaki milletvekilleri.

168
Dava açma süresi resmi gazetede yayımlanmasıyla başlar.

2. İtiraz Yolu: Bir kanun yapılıp yürürlüğe girdi, AY’ya aykırı hükümlerini hukuk sisteminden
ayıklayabilmek için başvurulacak yol iptal davasıydı. İptal davasını herkes açamıyor: AY’nın
yetkilendirdiği kişiler açabiliyor ve yine iptal davası süreye tabi.

Dava açma yetkisine sahip olanlar bu yetkiyi kullanmazlarsa ya da süresi geçtikten sonra bu
aykırılık gözlerine çarparsa o zaman iptal davası yolunu işletmek mümkün değil. Böyle bir
durumda AY’ya aykırılığı görülen bir normun uygulanmasına devam etmek doğru bir
yaklaşım değil. Bunun artık başka bir yöntemle hukuk sisteminden ayıklanması gerekir,
yargısal anlamda. Yasama her zaman için harekete geçerse, AY2ya uygun bir düzenelemeyi
getirebilir ama yargısal anlamda bakıldığında AY2ya aykırı normların hukuk sisteminden
ayıklanmasının yolu belirli bir süre geçtiğinde bitiyorsa bu doğru bir mekanizma değildir. O
nedenle soyut norm denetimini tamamlayıcı olarak, somut norm denetimi ya da itiraz yolu
anayasamızca düzenlenmiş. Böylelikle vaktiyle göze çarpmayan (Burada birkaç kelime ses
gidiyor) kuralların anayasaya uygunluğunun denetiminde kullanılmış olur.

Somut norm denetimi ya da itiraz yolu yine herkesin başvuracağı bir yol değil. Şöyle ki:
Somut norm denetimi, görülmekte olan bir dava sırasında davaya bakmakta olan
mahkemenin davanın esasına uygulayacağı kanun ya da CBK hükmünün AY’ya aykırı olduğu
kanısına varırsa ya da taraflardan birinin ileri sürdüğü bu aykırılık iddiasını bu mahkeme
ciddi olursa, önündeki davayı durdurup AY’ya aykırılık noktasında karar verilmek üzere
dosyayı AYM’ne göndermesidir. Burada öncelikle şu hususları belirtmek gerek: Birincisi,
somut norm denetimi (itiraz) yoluyla şekle aykırılıklar ileri sürülemez. Yani görülmekte olan
dava sırasında uygulanacak kanun maddesinin incelenmesi (meclisteki tutanaklara vs
bakmak) sonucunda kanunun gereken çoğunlukla kabul edilmediği görülürse, aradan yıllar
geçmiş kimse görmemiş ya da gören ses çıkarmamış veya taraf olunan bir uyuşmazlıkta o
kural uygulanıyor, oradan hareketle “Bu vaktiyle gereken çoğunlukla kabul edilmedi,
dolayısıyla bunun iptali için AYM’ne gönderelim bu dosyayı.” diyilemez; şekle aykırılık işi
bitmiştir, iptal davası süresi içerisinde açılmadığı zaman artık bunu bir daha ileri sürmek
mümkün değil. İkincisi, somut norm denetimine sadece kanunlar için ve CBK, önceki
sistemde de KHK’ler için gidilebilir. Bunların anayasaya aykırı olduğu, görülmekte olan
davada uygulanacak bu hükümlerin anayasaya aykırı olduğu ileri sürülebilir. İçtüzük bu
yolda zaten bir mahkeme önüne gitmez, o nedenle somut norm denetiminde içtüzük
hükümleri görülemez.

Somut norm denetiminin bazı şartları var: AY 152’yi okuyun. İlk fıkradan hareketle
bakıyoruz, anayasa bazı şartlar getirmiş: Birincisi bu yolun işletilebilmesi için görülmekte
olan bir dava lazım, ikincisi bu davaya bakan bir mahkeme olacak, üçüncüsü görülmekte
olan davaya bakan mahkeme ancak bu yolu davanın esasını çözecek olan kanun ya da CBK
hükmünü bu CBK hükmünü bu yolla kullanabilir, dolayısıyla davanın esasını çözecek bir
kanun ya da CBK hükmü olacak; herhangi bir hüküm değil, davanın esasını çözecek olan
hüküm. Ya mahkeme kendisi bu aykırılığı görecek ya da taraflardan biri ileri sürerse ve
mahkeme bunu ciddi bulursa bu yola başvuracak. Demek ki: Önce bir dava olacak, davaya
bakan da mahkeme olacak. Mahkeme kavramı burada önemli çünkü bu yolu işletebilecek
olan AYM’nin içtihatları doğrultusunda bakıldığı zaman Adli ve İdari yargı mercileri
mahkemedir; adli ve idari yargı içerisinde yer alan bölge adliye mahkemeleri, bölge idare
mahkemeleri mahkeme statüsündedir. Yine bu yargı kollarının tepesindeki temyiz

169
mahkemeleri birer mahkeme niteliğindedir, bu yola başvurabilirler. Yargıtay’ın, diyelim
ceza dairesi bir mahkeme statüsündedir, bu yola başvurabilir. Onun dışında son kararıyla
dün gördük, Sayıştay bu noktada sorumluların hesap işlemleri noktasında verdiği kesin
kararlar nedeniyle bir mahkeme statüsündedir, bu yola başvurabilir. Onun dışında icra
tepkik(?) mercileri, icra mahkemeleri birer mahkemedir. Askeri disiplin mahkemeleri bir
mahkeme niteliğindedir. Bunlar bu yola başvurabilir. Ama onun dışında tahkim kurulları,
hakem heyetleri gibi kurullar her ne kadar fonksiyonel anlamda yargı fonksiyonunu yerine
getiriyor olsalar da kesin hüküm vermedikleri için, kesin karar vermedikleri için bunlar AYM
tarafından mahkeme olarak nitelendirilemiyor ve dolayısıyla bunlar bu yola
başvurulamazlar. Seçim kurulları ve YSK da AYM’ne göre mahkeme olarak
nitelendirilmedikleri için bu yola başvuramıyorlar. Yani çözmekte oldukları bir uyuşmazlık
dolayısıyla uyguladıkları kanun maddesinin AY’ya aykırılığını bu yoluyla AYM iddia
edemiyor.

Görülmekte olan bir dava olacak, yani bu yola başvurma yetkisine sahip olan mahkeme-
mahkeme niteliğindeki organlar kafalarına göre incele yapıp AYM’ne gönderemezler.
Baktıkları bir dava olacak ve davada davanın esasını çözecek olan kuralın AY’ya aykırılığını
iddia edecekler; herhangi bir kuralın değil. Bu aykırılığı mahkeme kendisi görmüş olabilir,
dolayısıyla mahkeme davayı durdurur ve AYM’ne gönderir. Ya da taraflardan birisinin
iddiası üzerine bu iddiayı ciddi bulacak mahkeme, çünkü zaman zaman bu yol görülmekte
olan davaları uzatmak için bir yol olarak kullanılabilir çünkü bu şekilde AYM’ne gönderilirse
bir dosya, 1.5-2 yıl sonra anca gelir dosya ve bu süreyi kazanmak için taraflar AY’ya aykırılık
iddiasında bulunabilirler. Her anayasaya aykırılık iddiası değil mahkemenin ciddi bulduğu
anayasaya aykırılık iddiası AYM’ne gönderiliyor. Taraflar eğer AY’ya aykırlık iddiasında
bulunmuşlarsa mahkemeye ve mahkeme bu aykırılık iddiasını ciddi bulmamışsa, ilk derece
mahkemesi olarak düşünün, daha sonra yerel mahkeme kararını verdi, temyiz
incelemesinde-talebinde bulunuldu temyize gitti; diyelim Yargıtay’a ya da bölge adliye
mahkemesine gitti (kanun yolunu kullanıyoruz). Yerel mahkemeye yapılmış olunan bu
anayasaya aykırılık itirazını bu defa üst mahkeme de tekrar değerlendirmek durumunda.
Ve üst mahkeme de yerel mahkemenin reddettiği AY’ya aykırılık itirazını bu defa üst
mahkeme ciddi bulup o, AYM’ne göderebilir. Bu şekilde itirazı ciddi bulan ya da kendisi
AY2ya aykırılığı gören mahkeme kendisi dosyayı AYM’ne gönderir yani davaya bakmayı
durdurur. Ve AY’ya göre 5 ay boyunca AYM’den gelecek kararı bekler. AYM’nden eğer 5 ay
içerisinde karar çıkarsa ona göre davranır, kararını verir. Ancak 5 ay geçtikten sonra AY’ya
göre mahkemeler artık davaya bakmaya devam etmeliler, AY böyle diyor. Ama AYM’nden 5
ay içerisinde kararın gelmesi düşük; AYM işin esasına inmişse. Eğer AY’ya göre mahkeme,
davanın esasını görmeye devam ederse, hüküm kesinleşinceye kadar AYM’nden karar
çıkarsa o karara göre yeniden karar verilir, o karar uygulanır (yeni karar demek istedi
sanırım hoca) ama hüküm, AYM’nden karar gelmeden önce kesinleşirse artık o dava içi
yapacak bir şey yoktur. Bu nedenle uygulamada bu yola başvurulduğu zaman mahkemeler
davayı durdururlar 5 ay geçmiş olsa bile. AYM’nden karar çıkana kadar davayı görmeyi
durdururlar, hatta bu durumdan haberdar olan tüm mahkemeler bunu yapar. Çünkü aksi
takdirde AY’ya aykırı olan bir kanunun uygulamış, ona göre karar vermiş olacaklar; en
azından böyle bir ihtimal var. Önlerindeki davaları görüp karar verirlerse daha sonra da
AYM iptal ederse iş işten geçmiş hale geleceği için mahkemeler bu durumda önlerindeki
davayı görmeyi bırakırlar, AYM’nden gelecek kararı beklerler.

170
AYM’ne somut norm denetimiyle bir dosya geldiğinde AYM, öncelikle bir ilk incelemeden
geçiriyor başvuruyu. İlk incelemede bu şartların sağlanıp sağlanmadığına bakıyor yani:
Gönderen bir mahkeme mi, mahkeme bu kuralı bir dava yoluyla mıgördü ve gönderiyor,
onun dışında 10 yıllık süre yasağı var, 10 yıllık süre yasağına uyulmuş mu uyulmamış mı-o
sınır içerisinde mi ona bakıyor AYM. AYM, bir ilk incelemeden geçiriyor ve burada gereken-
gerçekleşen(?) şartlar tanınmışsa ve gereken şartlar taşınıyorsa, o zaman işin esasına
geçiyor mahkeme. Eğer gereken şartlar yoksa, yapılan ilk inceleme dolayısıyla başvuru
reddedilir, buna ilk incelemeden reddetme diyoruz ama ilk incelemede gereken şartlar
taşınıyorsa AYM işin esasına geçer yani gerçekten aykırılığı-anayasal aykırılığı görüşmeye
başlar. O görüşme neticesinde de AYM 2 tür karar verebilir: Ya iptal kararı verir “Evet,
anayasaya aykırı bu kural.” diyip o kuralı iptal eder ya da “Hayır, burada AY’ya aykırlık yok.”
diyip iptal istemini reddeder. Buradaki 2. red, işin esasına girilerek verilen red kararıdır.

Somut norm denetimi yoluyla AYM önüne gitmiş bir kuralın, kanun ya da CBK hükmünün,
AYM işin esasına girmiş ve red kararı vermişse, “Hayır, burada AY’ya aykırılık yok.” demişse
bu red kararının resmi gazetede yayımlandığı tarihten itibaren 10 yıl geçmedikçe aynı kural
için AYM’ne somut norm denetimi yoluyla başvurulamaz. Buna 10 yıllık süre yasağı diyoruz;
bunun nedeni şu: Mahkemeler bu yola başvurduğu için AYM bir defa bir mahkeme eliyle
gelen bir kuralın hakkında “Hayır, bu anayasaya aykırı değil, işin esasına girdim, baktım,
değerlendirdim ve bunu AY’ya aykırı bulmadım.” dediğinde artık tekrar bir daha bir daha
mahkemeler bunu AYM’nin önüne getirip de AYM’nin iş yükünü arttırmasın diye getirilmiş
bir düzenleme. Artık 10 yıl boyunca AYM önüne gelmez bu kural; gelirse ilk incelemede red
kararı verir AYM, 10 yıllık süre şartına uymadığı gerekçesiyle. Ama şunu söyleyelim: İptal
davasına başvurulmuş, iptal davasını da AYM incelemiş ve aykırılık yok, demiş. Bunun
üzerine somut norm denetimine gidilebilir, orada 10 yıl yasağı yok. 10 yıl yasağının
başlaması, o kural için AY’ya aykırlık iddiasının mahkemeler eliyle gönderilmesi yani somut
norm denetiminin işletilerek AYM’ne gönderilmiş bir kuralın esasına red verildiği bir
durumda 10 yıllık süre işlemeye başlar. Somut norm denetiminin kendi içerisinde geçerli
olan bir süre yasağı.

 AYM’nin Bireysel Başvurulara Bakma Yetkisi:

Bireysel başvuru bir norm denetimi yolu değil. Çünkü bireysel başvuru neticesinde AYM bir
normun anayasaya aykırılığını belirleyip iptal etme yetkisine sahip değil. Bireysel başvuru, bir hak
ihlalinin tespiti yöntemidir. Bireysel başvuru yolu, 2010 AY değişikliği ile AY’mıza girdi. Bireysel
başvurunun getirilmesinin temel amacı aslında hak ihlallerinin AİHM önüne götürülmeden iç
hukuk içerisinde halledilmesi gerekçesiydi. Bu noktada başarılı bir şekilde karşıladı-uygulanıyor
bireysel başvuru yöntemi; güzel bir şey oldu: İnsanlar AİHM’ne gitmeksizin kendi iç hukuk
sistemlerinde o hak ihlallerini ileri sürüp haklarını arama yolunu kullandılar ve AİHM önündeki
dava-dosya sayımız da büyük oranda düştü.

Bireysel başvurunun konusu: Bireysel başvuruyu inceleme yetkisi AYM’ne ait. AYM’nin bölümleri
bireysel başvurular noktasında karar verme yetkisine sahip. Bireysel başvurunun da belli şartları
var:
1. Bireysel başvuruda bulunabilmek için öncelikle bir hak ihlali iddiasının olması lazım ancak AY’ya
görebir hak ihlali noktasında, “ihlal edilen hakkın hem TC AY’nda düzenlenmiş olması lazım
hem de AİHS tarafından düzenlenmiş olması” lazım. Yani: Anayasa ve AİHS’nin kesiştiği alanda
yer alan haklar için ancak bu yola başvurulabilir. AİHS’nde her hak ve hürriyet güvence altına

171
alınmış değil. Özellikle sosyal ve ekonomik haklar içerisinde bizim düzenlediğimiz sendikal
haklar ve kamu görevlilerine ilişkin kamu hizmeti gibi hususlar AİHS tarafından düzenlenmiş
değil. Hak hem anayasamızda düzenlenmiş olacak hem AİHS’nde düzenlenmiş olacak: 2’sinin
kesiştiği alanda yer alan haklardan birinin ihlali için ancak bu yola başvurulabilir. Anayasada
düzenlenmiş ama AİHS’nde düzenlenmemişse o takdirde bu yola başvurulamaz. Birinci şartımız
bu.

2. İkinci şartımız: Bu ihlalin bir kamu gücü tarafından gerçekleştirilmesi gerekir. Yani kişilerin
birbirlerine yönelik olarak yapmış oldukları hak ihlalleri insan haklarının da konusu değildi,
bireysel başvurunun da konusu değildir. Buradaki “ihlalin bir kamu gücünün kullanımı
dolayısıyla gerçekleşmesi” lazım. Yani işin içerisinde devletin olması lazım:” İhlali, devlet adına
hareket edenlerin” gerçekleştirmiş olmaları gerekir. Bu noktada üzerinde durulması gereken
husus şu: Yasama işlemlerinin ve düzenleyici idari işlemlerin hakları ihlal ettiği gerekçesiyle
bunlar hakkında bireysel başvuru yolu işletilemez. Yani bireysel başvuruya yasama işlemleri ve
idarenin düzenleyici işlemleri konu olmaz; bir norm denetimi değildir demiştik. İdarenin
bireysel işlemleri olabilir, eylemleri olabilir, mahkemelerin vermiş olduğu kararlar olabilir,
yargının işleyiş biçimi olabilir, bunlar ileri sürülebilir ama yasama işlemleri ve idarenin
düzenleyici işlemleri bireysel başvuruya konu olmaz.

3. Bir diğer şekil şartı: İç hukuktaki olağan kanun yollarının tüketilmiş olması gerekir. Yani bir hak
ihlali gerçekleştiği zaman önce bu hak ihlalinin düzeltilmesi için varsa idari başvuru yolları
kullanılır. İdareden bu noktada olumsuz cevap alındıysa bu işleme karşı dava açılacak. İlk
derece mahkemesinde görülen davadan olumsuz yanıt alınmalı, daha sonra kanun yolu
kullanılarak üst mercilere idari(?)-yargı mercilerine başvurulacak ve en nihayetinde o konudaki
yargı kararı kesinleşecek. Ondan sonra artık AYM’ne bireysel başvuruda bulunulabilecek. “İç
hukuktaki olağan kanun yollarını tüketmiş olmak şart.”

4. Bir başka şart: İhlal edilen hakkın güncel ve kişisel olması gerekli ve ilgili kişiyi doğrudan
doğruya etkilemiş olması gerekli. Yani bundan 5-10 yıl önce gerçekleşmiş ve etkisi de sona
ermiş bir ihlal için şimdi başvuru yapılamaz. Kişisel bir hakkın ihlalinin güncel olması lazım,
etkisinin sürüyor olması lazım.

Bireysel başvurular süreye tabi. Bireysel başvuru süresi 30 gün. İç hukuk yollarını tükettikten
sonra bu süre işlemeye başlıyor ya da bir başvuru yolu bulunmayan bir durum söz konusu ise
ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren 30 gün içerisinde AYM’ne başvurunun yapılması gerekir.
Bu süre hak düşürücü süredir, dolayısıyla 30 gün geçtikten sonra bireysel başvuru yapılamaz,
yapılırsa da mahkeme kabul edilebilirlik şartlarını inceleyen komisyon tarafından kabul
edilebilirlik şartlarını taşımadığı dolayısıyla reddedilir başvuru.

Bireysel başvuruyu gerçek kişiler başvurabilir. Bunun yanında bir de tüzel kişilerden özel
hukuk tüzel kişileri ancak kendi görev alanlarına ilişkin, tüzel kişiliğin haklarına ilişkin bir
ihlalin iddiasıyla AYM’ne başvurabilirler. Yani kamu tüzel kişileri bu yola başvuramıyorlar.

Başvurular AYM’ne yapıldığında AYM, bu noktada bir kabul edilebilirlik incelemesi yapar, bu
yine bir ön incelemedir. Kabul edilebilirlik incelemesinde şimdiye kadar saymış olduğumuz
şartlar taşınıyor mu taşınmıyor mu ona bakılır. Bu şartlar taşınmıyorsa kabul edilebilirlik
incelemesinde red kararı verilir. Kabul edilebilirlik incelemesinden geçtikten sonra ise işin
esasına girilir. Gerçekten bir hak ihlali var mı yok mu bu araştırılır, incelenir. Bu esas

172
incelemesi neticesinde AYM, 2 türlü karar verebilir: Bu hakkın-bir hakkın ihlal edildiği
yönünde karar verebilir ya da hak ihlali bulunmadığına, hakkın ihlal edilmediği yönünde karar
verebilir. Hakkın ihlal edilmediği yönünde karar vermişse bu bir reddir. Hakkın ihlal edildiği
yönünde karar veriyorsa AYM, bu ihlalin de nasıl giderileceği yönünde karar vermek
durumunda. Eğer hakkın ihlali; eski hale getirme imkanı bulunan bir hakkın ihlali söz
konusuysa o takdirde bu yönde bir karar verir AYM. Ör: Adil yargılanma hakkının ihlal
edildiğine karar verdi mahkeme, bu durumda dosyayı o kararı veren, hakkı ihlal eden yargı
mercine gönderir ve o konuda yeniden yargılanmasını sağlar AYM. Ama ihlalin eski hale
getirilemeyeceği, ihlalin ortadan kaldırılamayacağı bir durum söz konusu ise bu durumda
AYM bir tazminata hükmeder. Yani kişiyi diyelim hukuka aykırı olarak hürriyetinden yoksun
bırakılan bir karar söz konusu, uygulama söz konusu; onunla ilgili kişi tüm yolları kullandı ve
sonra da AYM’ne gitti, işte bu tutukluluk süreleri gibi AYM de kişi hürriyetinin ihlal edildiği
sonucuna vardı: Şimdi o kişinin içerde geçirdiği süreyi geri getirme imkanı yok, dolayısıyla o
konuda bir tazminata hükmedecek.

 Hoca: “AY yargısında anlattığımız her bir konu başlığında tezler yazılmış konular. Yani çok detaylı
konular var bu başlık altında ama şu an için biz bilmemiz gerektiği kadarını bu koşullar altında
görüyoruz. AY yargısı olarak seçimlik dersimiz var 4. sınıfta, açılırsa o dersi tercih edersiniz. Bunun
detaylarına ilişkin hususu yarım dönem boyunca görürsünüz. Nasip olursa belki ben açarım, o tarihte
sizinle yine görüşürüz.”

 AYM’nin Kararları:

AYm’nin 2 türlü karar verdiğinden bahsettik: AYM, ya red kararı verir ya da iptal kararı verir:
Soyut norm ve somut norm denetiminde yani norm denetiminde AYM 2 tür karar verir.

1. Red kararı 2 türlüdür: Birincisi ilk inceleme dolayısıyla yapılan red kararı; ilk incelemeden red bir
şekil incelemesi yani başvurunun koşuşllarının olup olmadığına yönelik yapılan bir inceleme, ilk
inceleme: Bu şartlar yoksa ilk incelemede, red kararı veriliyor. Bu red kararının bir çeşidi. Diğeri
ise: İlk incelemeden geçtikten sonra işin esasına girilmesi, AY’ya aykırılık iddiasının tartışılması ve
neticesinde AY’ya bir aykırılık yok şeklinde verilen red kararı. Yani iptal isteminin reddi kararı. 10
yıllık süre somut norm denetiminde bu 2. redden itibaren başlıyor, 2. tür red kararının resmi
gazetede yayımlanmasıyla başlıyor.

2. AYM, ya da iptal kararı verir: İptal kararı demek, o kanunun hukuk düzeninden, o kanun
hükmünün ya da CBK hükmünün ya da bir içtüzük hükmünün (içtüzük denetlenmesiyse)
yürürlükten kalkması demektir: Hukuk sisteminden ayıklanması demektir. Dolayısıyla AYM’nin
vermiş olduğu kararlar, herkesi bağlayıcı niteliktedir ve AYM kararları kesindir: AYM kararları
üzerine gidilebilecek başka bir mahkeme yok, norm denetimi açısından başka bir mahkeme yok.
Bireysel başvuru neticesinde verilen karara karşı, karar sonrasında diyelim, AİHM’ne gidilebilir
ama bu bir üst denetim şekli değildir, ayrı bir denetim şeklidir.

Dolayısıyla AYM kararları herkesi bağlar, AYM kararları ileriye dönük olarak sonuç doğurur, AYM
kararları bütün mahkemelerin vermiş olduğu kararlar gibi gerekçeli olmak zorundadır yani AYM
iptal istemini reddettiyse bunun gerekçesini koymak durumundadır ya da iptal yönünde karar
verdiyse neden iptal ettiğine ilişkin gerekçeyi ortaya koymak zorunda. Kararların bir hüküm
fıkrası vardır. Hüküm fıkrasında “talebin kabulüne, kanunun iptaline” der ya da “iptal talebinin
reddine oy çokluğuyla-oybirliğiyle karar verilmiştir” der. Bu hüküm fıkrasıdır bağlayıcı kısımdır

173
ama o hükme nasıl varıldığına ise mahkeme o hükme nasıl vardığına ilişkin hususu gerekçe
kısmında uzun uzun anlatmak durumundadır. Dolayısıyla AYM kararları gerekçeli olmak zorunda
ve AYM’nin vermiş olduğu iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz ama pratikte bunun
aşıldığı durumlar var, o tartışmaya hoca girmiyormuş meseleyi uzatmamak için.

AYM’nin kararları resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer. AYM, bazı durumlarda iptal
kararının yürürlüğe girmesini 1 yıla kadar öteleyebilir. Bu durumda AYM şunu söylemiş oluyor:
“Evet, inceledim baktım. Burada AY’ya aykırı hüküm var ve bu aykırı hüküm resmi gazetede
yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkacak dersem burada bir hukuk boşluğu doğacak. Bu hukuk
boşluğu dolayısıyla bir kaos-kargaşa olmasın, adil olmayan sonuçlar ortaya çıkmasın, o nedenle.
Evet, AY’ya aykırılığı gördüm ama bu resmi gazetede yayınlandıktan bir yıl sonra yürürlükten
kalksın, bu süre içerisinde de ortaya çıkabilecek olumsuz durumları gidermek için yasa koyucu
yani TBMM, bu konuda bir hazırlık, bir kanuni düzenleme yapsın.” demek içindir.(?)

Bu 1 yıl ertelemenin amacı, iptal kararı sonucu oluşabilecek kargaşa ve sıkıntılara karşı yasama
organına bu konuda bir kanun çıkarması noktasında fırsat vermek ancak pratikte görüyoruz ki
uygulamada AYM’nin zaman zaman bu yöntemi kullandığında TBMM’nin hiç de umrunda
olmuyor. TBMM bu noktada harekete geçip de bu alanı düzenlemiyor. Böyle bir durumda bu şu
demek: “İptal kararını verdim ama 1 yıl sonra yürürlüğe girecek. Yani ben AY’ya aykırılığı tespit
ettim, bu kanun ya da CBK hükmünün. Bunu yayımladığım zaman zaten herkes bunun farkında.
Dolaysıyla hem idari makamlar hem yargı makamları artık o kuralın AY’ya aykırı olduğunu
biliyorlar ama bu karar 1 yıl sonra yürürlüğe girecek. Yani 1 yıl boyunca da bu kanun hükmü
uygulanacak; AY’ya aykırı olduğu bilindiği halde 1 yıl boyunca bu kanun ya da CBK uygulanmaya
devam edilecek. Gerekçesi: Hemen yürürlüğe girerse kargaşa olur.” Ama işte uygulamada bu yol
kullanıldığında TBMM “Aman hemen şu işin üstesinden gelelim.” havasında falan değil. Birçok
örnekte TBMM hiç de o konuda bir düzenleme yapmadı o 1 yıllık süre içerisinde.

Buna bir tepki olarak da pratikte, uygulamada idare makamları ve özellikle yargı organları,
mahkemeler, AY’ya aykırılığı AYM’nce tespit edilmiş ama iptal kararının yürürlüğünün1 yıl
ertelendiği durumlarda o kanun hükmünün uygulandığı davaları görmeyi durduruyorlar. İdari
makamlar o kanuna dayanılarak işlem yapmak istemiyorlar, işlem yapmama yolunu tercih
ediyorlar. Yargı makamları ise, mahkemeler ise o kanunun uygulanacağı davaları görmeyi
durduruyorlar, iptal kararı yürürlüğe girene kadar. Çünkü aksi takdirde şu demek: “AY’ya aykırı
olduğunu bile bile uygulamanız gerekiyor kanunu(?).” demek. Orada da TBMM’nin hareketsiz
kalması adil olmayan sonuçlar ortaya çıkardığı için mahkemeler ve idare makamları bu noktada
hareketsiz kalıyorlar, uygulamıyorlar. Böyle bir çözüm yol pratikte, uygulamada var.

AYM’nin iptal kararları geçmişe yürümez, ileriye dönük olarak sonuç doğurur. İptal kararı geriye
doğru yürütülürse o takdirde o kanuna dayalı olarak yapılmış bütün işlemlerin de altındaki
hukuki zemin kayar. Dolayısıyla kanuna dayanılarak yapılan tüm işlemlerin de hukuka aykırılığı
gibi bir sonuç ortaya çıkar ki bu da tam bir kaostur, hukuki kaostur, o nedenle iptal kararları
geçmişe yürümez: İptal kararları, kararın verildiği tarihten sonrası için sonuç doğurur. Bu iptal
kararının geriye yürümesi noktasında ceza yargılamasında istisna söz konusu olabilir. O da
AYM’nin bir ceza normunu iptal etmesi durumunda o suçtan mahkum olmuş kişiler bundan
etkilenir. O durumda geriye yürür. Çünkü o norm kaldırıldığı-iptal edildiği zaman artık suç
olmaktan çıkacağı için geçmişte bu suçu işlemiş olan kişiler bu iptal kararından faydalanırlar.

174
 AYM’nin iç yapısı ve çalışma düzenine ilişkin hususlar var:

Burada önemli olan karar yeter sayısı. AYM’nin siyasi parti kapatma davalarında ve siyasi
partilerin devlet yardımından mahrum bırakılmalarına ilişkin karar da 2/3’lik karar yeter sayısı
önemli bunu bilelim.

Onun dışında mahkemenin yine AY değişiklikleri noktasında 2/3 karar yeter sayısı gerekir.

Mahkeme bölümler şeklinde çalışıyor. Bölümler, bireysel başvurulara bakar. Genel kurul ise
siyasi parti kapatma, siyasi partilerin mali denetimi, iptal ve itiraz başvuruları yani norm
denetimi ve yüce divan yargılamaları ise genel kurul yani tüm üyeler tarafından yapılır. Bunları
bilelim.

 AY yargısına ilişkin bazı tartışmalı konular var; AYM yorumlu(?) red kararı verebilir mi? AYM
yürürlüğü durdurma kararı verebilir mi? AYM kanun koyucu gibi bir hareketle yeni bir uygulamaya
yol açacak şekilde karar verebilir mi? Yokluk kararı verebilir mi? gibi tartışmalı hususlara
girmiyoruz, çünkü her biri ayrı birer çalışma alanı ama genel bir bilgi edinmek için bu alanları
okuyun ama anlatmadığı için hoca sormayacakmış. Kitaplarda genellikle son bölüm AY
değişikliğine ilişkinmiş, biz AY değişikliği sürecin yasalaşma sürecini anlatırken kanun ve AY
arasında ele aldık anlattık, diyor hocamız.

Dersin Hocası: Dr. Cengiz ARIKAN


Notu Yazan: Fatih Mehmet DİBA
Herkese başarılar

175

You might also like