Professional Documents
Culture Documents
Antikcag
Antikcag
Oscar Wild’ın da dediği gibi, 5 bin yıllık insanlık tarihi, “daha doğrusu uygarlık tarihi, aynı zamanda
ütopyalar tarihidir” de. Tarih Sümer’de başladı. Bu tümceyi “Ütopya Sümer’de başladı” diye de
okuyabiliriz. Çünkü eşitlik arayışının ilk izlerini, Samuel Kramer’in çözdüğü, değerli ve güzel insanımız
Muazzez İlmiye Çığ’ın da Türkçeye kazandırdığı, Sümer’in gizemli tabletlerinde görüyoruz.
İnsanoğlunun eşitlik ve özgürlük arayışı yazın tarihinde bu denli kök salabilmişse bunun nedeni
antikçağın yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel zemindir. Bu zemin de kuşkusuz Akdeniz havzasında
gelişen meta üretimi ve köleci ticaret sayesinde yaratılmıştı.
Ütopyanın, bir bakıma derli toplu bir siyasi program halinde tarih sahnesine çıkması, yani önce
toplumları etkilemesi ve sonra da devlet organında cisimleşmesi ilk kez Saprta’da görüldü.
Gerçi bu sürecin Sümer’e, Mısır’a ve Girit’e dayanan kökleri yok değildir, ama yazın tarihinde kalıcı
yer edinmesi önce Sparta’da ortaya çıktı.
Sparta’da yürürlüğe konan Likurgos Yasaları, insanlık tarihinin ilk sistemli ve toplumcu anayasasıdır
da. Kadıköyle Phaleas, Miletli Hippodamos, Platon, Ksenofon, Aristophanes, Jambulos, Lukianos ve
diğerleri eserlerini yazarken bu yasalardan esinlenmiş ve derinleşmişler.
KOMÜNLER FEDERASYONU
Eser Hindistan Denizi’nin güney açıklarında bir yerde yanyana dizili bir takım adayı anlatır.
Tarihçiler aslında bunun Seylon adası olduğunda neredeyse hemfikirdirler. Ütopyacılığın
doruğu olan “Güneş Adaları”, serüven anlatımından çok mükemmel bir sosyo-ekonomik
tasarı sunar. Tarihçi Diodorus Siculus da eserinde çalışmanın bu yönünü öne çıkarır.
Güneş Adaları'nda mutlak komünizm vardır; sistem 400 kişilik komünlerin ortakçı yaşamı
üzerine kurulmuştur; herkes eşittir. Üretim araçları, toprak, sermaye, atölyeler, ambarlar, araç
gereç, üretim ve tüketim için gerekli olan her şey ortaktır. Orada kolektivizmi, kardeşlik ve
eşitlik duygusunu bozan en ufak bir pürüz görülmez.
Hatta insanların bedenleri bile mükemmeldir. Boy, endam, vücut hatları ve ten güzelliği
kışkırtıcı derecede uyumludur.
İnsanlar mutluluk içinde en az yüz elli sene yaşarlar. İnsanlar henüz bebekken cesaret testine
tabi tutulurlar, zayıflar ölüme terkedilir. Böylece neslin güzelleşmesi, güçlenmesi güvence
altına alınır.
Dilleri çatallıdır ve bir anda birkaç kişiyle birlikte konuşabilirler. Öyle ki bu yetenekleri
sayesinde hayvanlarla da diyalog kurabilmektedirler.
Adada israf yoktur, ama bolluk olabildiğince vardır. Kadın erkek ilişkisi bugünün özgürlükçü
anlayışıyla ele alınmaz, ama gene de 2500 yıl öncesine göre olağanüstü radikaldir. Çünkü
bundan 500 yıl önce yazılan ütopyalar bile Güneş Adaları’ndaki düzenlemeyi düşünemez.
Kadın ortakçılığı da cinsel şehvetin tatmini nedeniyle değil, toplumu bölen bireysel
kıskançlıklar ve çatışmalar ortadan kalksın diye vardır. Çünkü antikçağ düşünürünün en
önemli özelliği onun toplumu çatışmaya sürükleyen çelişmelerin mükemmel uzlaşmayla
çözme isteği ve arzusudur. Bu nedenle çocuklar da herkese aittir.
İş ortaktır; ama onlar bugünden baktığımızda bile, daha devrimcidirler. Çünkü orada her iş
ortaklaşa ve ihtiyaca göre yapılır. Ne insanı bıktıran uzun iş saatleri, ne de uzmanlaşma adına
monoton angarya vardır. İstisnasız her iş istisnasız dönüşümlü yapılır.
Soyut bir Tanrı’ya değil, güneşe taparlar. Bilimde çok ilerlemişlerdir ve yıldızlar bilimi
onların en çok önem verdikleri bilim dalıdır.
Yemek ortaklaşa hazırlanır ve mönü günler öncesinden bellidir. Sofraya her türden ürün
planlı bir şekilde gelir. Bir gün kırmızı et, bir gün balık, diğer gün de sebze düşünülmüştür.
İklim tam Tanrı diyarındaki gibidir. Ilık bir iklim her şeyin yerden fışkırmasına neden
olmaktadır. Denizin suyu bile tatlıdır. Her şey bolluk içindedir ama buna rağmen tutumluluk
esastır.
Adadaki düzenlemelerin en önemlisi köleliğin kaldırılmış olmasıdır. O gün açısından bu
büyük bir devrimdir.
Ayrıca Güneş Adalılar ölüme de bizden farklı yaklaşırlar. Güneş Adaları’nda ötanazi
uygulaması vardır. Onlara göre hastalık ve yaşlılık ölüme yatma nedenidir. Güçten kuvvetten
düşen yaşlılar hayatlarına son vermek için ölüme yatarlar.
KUTU: *(Dipnot: Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2005,
Çev.: Sadık Usta)
PRAKSAGORA: Madem ki öyle, haydi o zaman!
Karışmasın kimse söze ve kesmesin konuşmamı,
ta ki, anlamadıkça düşüncelerimi ve kavramadıkça geliştirilmiş planımı.
Dinleyin: Gelecekte, her şey, ortak olacak
Ve her şey herkese ait olacak,
herkes aynı şekilde beslenecek artık;
zengin de kalmayacak, yoksul da.
Olamayacak birinin hektarlarca toprağı, diğerinin
yokken mezar kadar yeri.
Olmayacak birinin düzinelerce kölesi, diğerinin
yokken bir hizmetçisi.
Hayır; bütün herkese eşit ve ortak verilecek her şey
ve özellikle de yaşam!
PRAKSAGORA: Ne saçmalıyorsun?
Alacak onu nasıl olsa karşılıksız,
çünkü kadınlar da olacak ortak mal ve
her isteyen girecek koynuna istediği erkeğin,
bıraktıracak istediğinden gebe kendini!
MİLET ÜTOPYASI
5. yüzyılda yaşadığı bilinen Miletli Hippodamos Thales okulundandır ve meslekten mimardır.
Ünü o çağda öyle yayılmış ki, Atinalı devlet adamı Perikles onu Atina'ya çağırmış ve Pire
limanının tasarımını ona vermiş. Şehircilik yeteneğini Atina'dan sonra Thurioi ve Rodos'ta da
konuşturmuş.
Perslerle girişilen savaşta büyük bir yıkım yaşayan Milet’in yeniden inşasını da Hippodamos
üstlenmiş. MÖ 444 yılında sofist Protagoras’la birlikte Güney İtalya’ya giden Hippodamos,
bitkileriyle ünlü Thurioi kentinde eşitlikçi düzene uygun bir kent tasarlamış. Protagoras
kentin eşitlikçi yasalarını yazarken, Hippodamos da kentini planını tasarlamış. Eşitlikçi
düzene sahip olması nedeniyle Thurioi daha sonraki ütopyalara da esin kaynağı oldu.
Hippodamos’la ilgili bilgilerimizi kaynağı Aristoteles’tir. Aristoteles onu ütopyacı tasarıların
babası olarak anıyor. Bunu da şöyle ifade ediyor: “Meslek nedeniyle anayasa düzeni kurmaya
çalışanlar bir yan bırakılırsa, ‘En İyi Devlet’ üstüne ilk konuşan odur.”
Pire tasarısı ise “Hippodamos Şeması” olarak mimarlık bilimine geçti. Bu tasarıya göre kent
eşit bir şekilde bölünüyor ve endüstrinin dağılımına göre setmler inşa ediliyor. Çalışanlar da
doğrudan oraya yerleştiriliyor. Bu tasarıyı ilk kez bulan Hippodamos değildi, ama onun bu
şemayı sistemli hale getirdiği belirtiliyor.
Bu modelin demokratik bir kent modeli olduğunu iddia edenler olduğu gibi, kenti sınıfların
ihtiyacına göre bölerek, toplumsal katmanların bir birinden yalıtılmasını da amaçladığını
belirten vardır. Fakat her şeye rağmen bu tasarının Fourier, Bellamy ve diğer ütopik
sosyalistleri kuvvetle etkilediği çok açık.
Pire modelini Aristoteles şöyle betimliyor: “O, yurttaşların sayısını on binle sınırlayarak üçe
bölmeyi düşünüyordu. Buna göre zanaatkarlar bir bölgeye, tarımla uğraşanlar bir başka
bölgeye ve nitekim ordu mensupları da bir başka bir bölgeye eşit bir şekilde yerleştiriliyor.”
Fakat Hippodamos, devlet içinde en çok söz sahibi olan askeri kesimi, özel mülkiyetten uzak
tutarak, yozlaşmalarının önüne geçmeyi denemiş.
KUTU:
...Ölümlü insanların soyunu altından yaptılar
İlkönce,
Olympos’da konakları olan tanrılar.
Bunlar Kronos çağındaydılar, o zaman o gökte
Hakandı;
Tanrılar gibi yaşıyorlardı, kaygısız yürekleri,
Uzak meşakkatlerden, acılardan; ne de kötü
Yaşlılık
Buluyordu onları, yıpranmadan hiç kolları
Bacakları
Neşeleniyorlardı şölenlerde, bütün kötülüklerden
Ayrı
Ölüyorlardı uyku bastırmış gibi; bütün
İyi şeyler
Onlarındı, meyve veriyordu bereketli toprak
Kendi kendine, çeşitli ve bol; seve seve,
Bakıyorlardı rahatça işlerine her türlü bolluk
İçinde;
Çoktu koyunları, bahtlı tanrılar seviyorlardı
Onları.
Fakat bu soyu toprak örtüp gizlediği vakit
Birtakım daimon (Daimon: Homer’e göre adalet dağıtan tanrılar, ama Hesiod bunları insan ile tanrı
arasında bir varlık olarak düşünmüş.-SU) oldular, ulu Zeus’un dileğiyle
Bunlar,
İyi, yeryüzünde dolaşan, ölümlü insanlara yardıma koşan;
Onlar gözetlerler yargıları, fenalıkları,
Sislere bürünerek dolaşırlar bütün yeryüzünü,
Bereket saçarak ve bu hakanca işiydi onların.
Yeniden ikinci bir soy, çok daha değersiz, bundan
Sonra
Yarattılar gümüşten Olympos’da konakları
Olanlar,
Altın soya ne vücutça benzeyen ne de düşüncede.
Çocuk tam yüz yıl şefkatli anasının yanında
Büyürdü oynayarak, koca çocuk, kendi evinde.
Fakat yetişip de gençlik çağına girince
Kısa bir zaman yaşıyorlardı acı, cefa çekerek
Düşüncesizliklerinden; ellerinde değildi azgın
Gururlarını
Birbirinden uzak tutmak; ne ölümsüzlere
tapınmak istiyorlardı
ne de bahtlıların sunaklarında kurban sunmak,
Adeta, yakışığa uyarak; bunun üzerine onları
Zeus Kronos oğlu yok etti, saymadıklarından
Olympos’u ellerinde tutan bahtlı tanrıları.
Fakat bu soyu da toprak örtüp gizleyince
Yeraltılı oluyorlar, bahtlı ölümlüler diye
Anılıyorlar,
İkincisiyse de dereceleri, hiç eksik değil, şerefleri.
Zeus baba başka, üçüncü bir soyunu ölümlü
İnsanların,
Bakır soyu yarattı, gümüş soya hiç de benzemeyen,
Dışbudak ağacından, korkunç ve pek güçlü;
Ares’in acı ve azgınca işleriyle hep
Düşündükleri,
Ekmek yemiyorlardı, çeliktendi yiğit
Yürekleri,
Korkunçtular; büyüktü güçleri, ürkütücü eller
Sallanıyorlardı uzuvlar üzerine.
Tunçtandı silahları, tunçtan evleri,
Tunçla yapıyorlardı işlerini; kara demir
Daha yoktu.
Bunlar kendi elleriyle öldürülerek
İniyorlardı küflü evine korkudan ürperten
Hades’in,
Adsız sansız bırakıp gittiler güneşin parlak
Işığını...
FANTAZYA ADIYAMAN'DA
Antikçağın en önemli son iki ütopyasıysa "antikçağın Voltaire"i Adıyamanlı Lukianos'a ait.
Bunlar bir yönüyle insanı keyiflendiren öykülerdir.
Eserlerinden de görüleceği gibi Lukianos, sonsuz bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe
var, gezi ve serüven var, yenilik ve icat var, ama en önemlisi insanın yüreğini ferahlatan
ütopya var.
Öbür Dünya’da Eşitlik, Lukianos gibi harika bir yazarın kaleminden çıkmış muhteşem bir
tasarıdır. O insanlığı eşitliğe çağırır ve bunu yaparken de öbür dünyayı kullanır. Buluş
harikadır. Eserinde Lukianos, sırat köprüsünü geçen ölüleri konuşturur. Kiminin tahtına,
kiminin malına, kiminin güzelliğine, kiminin de kibirine takar.
Herkesin bir yükü vardır sırtlayıp getirdiği öbür dünyaya. Atılmalıdır yükler karşıya
geçerken. Taç da ağırlık yapar, güzellik de, kurum da.
Ütopyalar Diyarına Yolculuk ise, fantazya dünyasına bir yolculuktur. Dolayısıyla bu eser,
modern çağın fantastik, gezi ve ütopik yazın geleneğinin de tohumunu ekmiştir. O bir bakıma
hem Bin Bir Gece Masalları'nın, hem de İngiliz ve Fransız bilimkurgu romanlarının
babasıdır. Ayrıca Sir Thomas More, Jonatan Swift, Jules Verne, Rabelais, Cyrano de
Bergerac, Wells gibi büyük eserler vermiş yazarların tamamı da Lukianos'tan kuvvetle
esinlenmişler.
Lukianos eserlerinde sadece eşitsizliği eleştiren Epikürist felsefe akımına, ona da, gerçekleri
anlatıyor diye dokunmamış.
Ne çoktanrılı dinleri, ne de tektanrılı dinleri dinlemiş, hepsine verip veriştirmiş.
Bu açıdan Lukianos ne öncüllerine, ne de ardıllarına benzer. O, hem aydınlanmacı, hem de
devrimcidir. Yani o kendisini dönemin hakim ideolojisine teslim etmez, ona tutum alır.
İlahlara kafa tutar; onları eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ezilenlere umut da aşılar. Bunu
da vurucu nüktelerle yapar.
MATERYALİST ÇİZGİ
Eserlerinin toplam sayısı seksen biri bulan Lukianos, kısa bir süre içinde her konuda kalem oynatan
derin bilge olmuştur. Lukianos’un her bir eseri bir başka şaheserdir. Öyle ki Lukianos, döneminin
hemen hemen bütün yazarlarını bilir ve eserlerini onlardan alıntılarla süsler.
Yalnızca dönemine ait eserleri değil, daha da gerilere giderek, Homeros’u, Herodotos’u, Knidoslu
Ktesias ve diğerlerini makaraya sarar ve onları halka palavralar anlatmakla itham eder.
O Suriye eyaletindendir ama yetişkin yaşına rağmen Yunancayı kısa sürede çok iyi öğrenir. Yunanca
konuşulan havzada hızla ünlenir. Tabii ki, çoğu zaman sevilmeyen biri olarak. Çünkü o ne din, ne de
allah bilmişti; ne otorite, ne de tabu tanımıştı.
Bazıları onu Eski Çağ’ın Voltaire (Engels), bazıları da dönemin “eşsiz kişiliği” olarak tanımlıyor.
Zinizm üzerinden Epikür’le buluşan Lukianos, bu arada materyalizmle de tanışarak, hem sıkı bir
Demokritçi, hem de sarsılmaz bir halkçı olur.
Çağdaşları onu, felesefeyi çamura bulamakla eleştirler, ama o bu suçlamadan büyük bir keyif alır.
Çünkü ona göre felsefe artık çürümüş ve yerde can çekişmektedir, bu nedenle de insanlara hurafeler
anlatmaktadır. Aynı şey bir bakıma tarih için de geçerlidir. Çünkü onlar halka garip yaratıklardan,
eğlendiren tanrılardan ve efsanelerden bahsetmektedirler. Halkı aydınlatmak yerine batıl inancı, bilim
yerine hurafeyi önermektedirler. Lukianos’a göre yalanın, hurafenin ve adeletsizliğin üzerine üzerine
yürünmelidir.
Lukianos köklü bir materyalizme inanır ve aynı zamanda ateisttir. O ruhun ölümsüzlüğüne inanmaz ve
bunu da Dimokritis’in yaşamından verdiği bir örnekle açıklar: “Jüpiter aşkına! Size ondan bahsetmek
istiyorum, hani şu övülmeye layık Abderalı Demokritis’ten. O, ruhların ölümsüzlüğüne kesin kes
inanmıyordu. Öyle ki, çalışmaları süresince rahatsız edilmemek için kendini şehir dışındaki eski bir
türbeye kapatmıştı. Çünkü orada rahatsız edilmeden inzivaya çekilerek, yazılarını yazabiliyordu. Onu
küçük düşürmek isteyen şımarık bir genç ise üstüne ölü kefeni geçirerek onu korkutmaya çalışmış.
Bunun için de çevresinde dans ederek ona hortlak numarası çekmiş. Gösteriden pek canı sıkılan
Demoritis bu duruma dayanamamış ve “ Ey çocuk! Haydi bırakta şu maskaralığı, artık rahat çalışayım”
diye çıkışmış. Çünkü o, bir kez bedenlerini terk eden ruhların hiçbir şey olmadıklarını biliyormuş.”
Ayrıca Lukianos Hıristiyan diniyle ve sözümona İsa’nın havarileriyle de alay eder. Onların halkın
arasına yaydıkları ve İsa’nın mucizeleri olarak lanse ettikleri hikayeleri de alaya alır. Ona göre Zeüs’ten,
Jüpiter’den, Hera’dan bahseden inançlar ne kadar aldatmaya dayanıyorsa, Hıristiyan dini de o kadar
dayanıyor. Lukianos da halka hikayeler anlatır, gezilere çıkar, olağanüstü yaratık ve toplumlardan
bahseder. Ama bir farkla; o bunları uydurduğunu daha baştan itibaren itiraf eder. Lukianos’un
amaçlarından biri halkı eğlendirmekse, bir diğer amacı ki, belki de en önemlisi halkı aydınlatmaktır.
Kullandığı yöntem ise harikadır. Bilinen hurafe ve söylenceleri kullanarak hem onları yere çalar ve
halkı aydınlatır, hem de halkı eğlendirerek umutlandırır.
LUKİANOS’TA HALKÇILIK
Bu açıdan bakıldığında Lukianos ne öncüllerine, ne de ardıllarına benzer. O, hem aydınlanmacı, hem de
devrimcidir. Yani o kendisini dönemin hakim ideolojisine teslim etmez, ona tutum alır. İlahlara kafa
tutar ve onları eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ezilenlere umut da aşılar. Bunu da vurucu nüktelerle
yapar. Bunun için de bakmışsınız ki bütün ölüleri sırat köprüsünde toplamış ve onları konuşturmaktadır.
Orada ölümlülerin hepsi çıplaktır, ruhları değil, etleri huzurdadır.
Yunan mitolojinde ölüler, ahretin bulunduğu adaya bir kayıkla geçerler. Kayığa da ancak hem
hafifleyerek binebilirler, çünkü kimse ağırlığıyla kimsenin hakkına tecavüz edemez, hem de karşılığında
hafiflemek kaydıyla, en küçük para birimi olan bir obolos ödemek zorundadırlar. Kimse üzerinde fazla
bir yük taşıyamaz; yani altın yok, taç yok, makam ve koltuk yok, güzellik ve kalın pazular yok ve hatta
göbeğin kenarındaki yağlar bile yok. Ama bigelik var, dostluk var dürüstlük var.
LUKİANOS’TA SERÜVEN
Ütopylar Diyarına Yolculuk adlı eserinde Lukianos, tarihçilerin, din adamlarının ve gezginlerin
anlattıklarıyla tiye alır ve okuru olağanüstü bir serüvene davet eder. Hem de bu anlatılanların hepsinin
de düzmece olduğunu söyleyerek:
“Bir zamanlar Cadiks’e binmiş ve yelkenleri dolduran güzel bir rüzgar eşliğinde Hesper Okyanusu’na
doğru yola koyuldum.
Yolumuza iyi bir rüzgar eşliğinde, anakarayı gözden kaybetmeden ve fazla da sürüklenmeden, bir gün
ve bir gece devam ettik. Ne var ki yeni gün ışığıyla birlikte rüzgar şiddetlenmeye, deniz kabarmaya ve
gökyüzüde ağarmaya başladı. Öyle ki yelkenleri bile toplamaya fırsat bulamadık. Kendimizi fırtınaya
bırakmak zorunda kaldığımızdan dolayı tam yetmiş beş gün oradan buraya savrulup durduk. Ama
sekseninci günün şafak vaktinde, bizden pek de uzak olmayan yüksek ve sık ormanlarla kaplı bir ada
göründü. Fırtınanın dinmiş olması nedeniyle adaya yanaşmak aşırı zor olmadı. Adaya yanaşır yanaşmaz
da karaya ayak bastık ve kendimizi, uzun bir süre zorluklara katlanmak zorunda kalmış bıkkınlıkla yere
attık.”
Ardından adanın ortasından akan şarap ırmağının kaynağını keşfetmeye çıkan kahramanlarımız, yarısı
kadın yarısı üzüm ağacı olan yaratıklarla tanışırlar. Onlar sevişme gafletinde bulunanlar ise kök salarak
üzüm ağacına dönüşürler.
UZAYA YOLCULUK
Sonra yeniden fırtınaya tutulan gemi kahramanlarımızı gökyüzüne taşır. Orada aralarında ay, güneş ve
diğer gök yıldızlarının da bulunduğu gezegenlerarası bir şavaş yürütülmektedir. Savaşlarda akbabalar
binek atıdır, atkarıncalar savunma yaparlar, lahanakuşları ise darı ve sarmısak fırlatırlar. Orada fillerden
on iki kat daha büyük bit okçular vardır; ayda yaşayan örümcekler ise ağlarıyla adalar arası geçişi
kapatırlar. Zırhlar ise bezelye ve fasülye kabuklarından yapılmışlardır.
Her iki tarafta da savaş işaretini eşekler vermişlerdir; zira eşekler, trompet yerine kullanılıyorlar.
Gökyüzünde sivrisinek binicileri, lahanakuşlarını darmadağın ederler o kadar çok düşman
öldürülmüştük ki, tıpkı dünyadaki akşam güneşinin ufukta yarattığı kızıllık gibi bulutlar kızıla
boyanmıştır.
Düşmanlar, Endymions’un başkentini ablukaya almaktansa, güneşle ayın arasını iki kat bulutla
kapatırlar, hem ikisi arasındaki haberleşmeyi kesmek, hem de ayı ışıksız bırakmak için.
Ancak dostlarımız ayı terketmeden önce bir şey daha farkederler: Selenitlerin kadını yoktur. Orada
herkes erkektir ve çocukları da erkekler doğuruyorlar. Orada erkek erkeğe evleniliyor, zira onlar dişi
türün varlığına öylesine yabancılar ki, dillerinde bunu karşılayacak bir kavram bile yoktur.
Daha ilginci ise şudur: Orada Dendrit denen bir insan türü var ki, onlar şu şekilde dünyaya geliyorlar:
Bir adamın sağ yumurtası kesiliyor ve yere dikiliyor; sonra da bu ağır ağır toprakta yeşeren, penis
şeklinde etli, dallı ve yapraklı bir fidan oluyor; hatta elli santim boyunda palamuta benzeyen bir de ürün
veriyor. Bu ağaçlar zamanı gelince kırılıyor ve içindeki insan çıkarılıyor. Bu Dendritler doğadan, cinsel
organı olmaksızın yaratılıyorlar; bu nedenle de bunlar kendilerine, gerçeğe yakın bir yapay penis
taktırıyorlar; zenginler kendilerine fildişinden taktırırken, yoksullar ise, ağaçtan olanla yetinmek
durumundadırlar.
Selenitlerin giysilerine gelince; zenginler üzerlerinde camdan, fakirler ise tunçtan yapılmış giysiler
taşıyorlar. Zira burada yığınca tunç madeni vardır ve bunu biraz sulandırarak, tıpkı bizim yünü
işlememiz gibi işliyorlar. Ayrıca onlar öyle gözlere sahipler ki, bunları çıkarıp alabiliyorsunuz.
Gözlerini korumak isteyen herkes bunları, çıkarıp saklayabiliyor. Görme ihtiyacı duyunca da onları
yeniden yerlerine yerleştiriyor. Öyle ki orada zenginler, bir düzine yedek göze sahip.
Nihayet burayı terketmek zorunda kalan dostlarımız bu kez de Bin Bir Gece Masalları’ndakine benzer
bir serüvenle karşılaşır ve kendilerini bir balinanın karnında bulurlar. Önce burada büyük bir adanın
oluştuğunu anlarlar, sonrada orada bir isyan başlatarak halkı inim inim inleten eşkiyaları altederek,
oradan kurtulmayı başarırlar.
LUKİANOS’DA ÜTOPYA
En sonunda da mitolojinin ünlü cenneti olan “kutsanmışların adası”na varırlar ki bu motif hem Yunan
mitolojisinin vazgeçilmez unsurudur, hem de tüm tek tanrılı dinlerin “cennetmekanıdır”.
“Gemiden indik. Çiçeklerle donanmış çayırdan henüz geçmiştik ki, doğrudan sahili korumakla görevli
nöbetçilerin ellerine düşmüştük; ellerimizi gül sarmaşıklarıyla bağlayarak bizi baş komutanlarına
götürdüler. Yolda buranın, Kretenserlerin Rhadamanthus’unun yönettiği “cennetmekanlıların” adasında
olduğunu öğrendik.
Kısa bir sorgudaın sonra adada en fazla yedi ay olmak üzere kalabilecektik. Kutsanmışlarla birlikte
yaşayacak ve yedi ay sonra da itirazsız bir şekilde yolumuza devam edecektik. Ama önce keyfimize
bakacaktık: şehre götürüldük ve kutsanmışların yemeğine davet edildik. Şehrin tamamı altında yapılmış
ve çember duvarları ise zümürttendi. Yedi kapısının her biri de tek parçalı bir tarçın ağacından
yapılmıştı. Şehrin tüm zemini, meydanlardaki ve sokaklardaki kaldırım taşlarının tümü fildişinden
yapılmıştı. Tanrılara adanmış tapınakların hepsi de kare şeklindeki gökzümrütten yapılmıştı. Yüzlerce
öküzün kurban edildiği yüce sunaklar ise amethysttendi (menekşe renginde bir tür kuars). Şehrin
çevresinden elli metre genişliğinde ve bir insanın yıkanabileceği kadar geniş bir gül suyu ırmağı
akıyordu. Harika yapılardan oluşan hamamlar kristaldendi. Fırınlarında tarçın yanardı ve küvetleri su
yerine çiyle doluydu.
Günlük giysileri, zarif erguvan rengindeki örümcek ipeğindendi. Onların gerçek anlamda bir bedeni
yoktu ( zira onlara dokunulamazdı, çünkü ne etleri, ne de iskeletleri vardı), yalnızca şekil ve düşünceleri
vardı. Tüm bunlara rağmen yürüyorlar ve duruyorlar; hepsinin bir düşüncesi var ve diğer insanlar gibi
konuşuyorlardı. Kısacası sanki ruhları çıplak dolaşıyordu ve yalnızca bir bedenin görüntüsüyle
örtünmüşlerdi. İnsan onları dikelmiş ve yalnızca gölgenin siyahlığı yerine bedenin doğal rengini almış
olan bir gölgeyle de kıyaslayabilirdi. İnsan sanki onların bedene sahip olmadığından emin olmak için
dokunma isteği duyuyordu.
Burada kimse yaşlanmıyordu, herkes buraya geldiği gibi değişmeden kalıyor. Ayrıca burada bizim
ifademize göre ne gece, ne de gündüz var. Ne aydınlık ne de karanlıktır, tıpkı sürekli safak vakti gibi.
Bu arada onlar yalnızca bir mevsimi yaşıyorlar; buranın havası sürekli ilkbahar havasıdır ve ayrıca
yalnızca nesim esmektedir.
Bu nedenle de ada sürekli yeşille donanmıştır; ada hem her türden çiçeklerle, hem de aşılanmış ve gölge
sunan ağaçlarla bezenmiştir. Üzüm asmaları yılda oniki kez vermektedir; hatta şeftali ve elma ağaçları,
Minos ayı denen ayda iki kez olmak üzere yılda onüç kez ürün vermektedir. Başaklar buğday yerine,
başakların ucundan sünger gibi küçük ekmekler vermektedir. Şehrin etrafında tam üçyüz altmış beş tane
su kaynağı, bir çok bal kaynağı, biraz küçük olmakla birlikte elli civarında çeşitli esans ve ıtır kaynağı
ve hatta yedi süt kaynağı ve sekiz şarap kaynağı bulunuyor.
Yemeklerini yedikleri alan, şehrin dışında ve cennet bahçesi dedikleri yerde bulunuyor. Burası, etrafı
yüksek ağaçlardan oluşan sık ormanlarla çevrili harika bir çimenliktir; öyle ki ağaçlar, yemeğe
oturanları gölgesiyle rahatlatmaktadır. Ayrıca yemek esnasında müzik ve şarkılarla da keyifleniyorlar.
En çok da Homeros’un şiirlerini söylüyorlar, zira o da onların arasında bulunuyor ve Odisse’den daha
yüksekte bir mevkiye sahip. Şarkıları onlara Lokrili Eunomus, Lesboslu Arion, Anakreon ve
Stesihorus’un yönettiği genç kız ve erkeklerden oluşan bir koro söylüyor; hatta Yunanlılarla yeniden
barışan en son saydığımla da burada karşılaştım. Onlar şarkılara ara verdiğinde de kuğuların,
kırlangıçların ve bülbüllerin korosu başlıyor. Onlar da sustuğunda bu sefer akşam yelinin üflediği
ormanın ıslığı başlıyor. Fakat tüm bunların yanısıra sofra keyfini sağlayan esas şey ise, hemen sofranın
yanıbaşında fışkıran şehvet ve gülme kaynaklarıdır. Herkes yemekten önce bunların birinden bir kadeh
içmekte ve böylece bütün zaman gülerek neşeli kalmaktadırlar.
Şimdi de size orada ünlülerden kimleri gördüğümü anlatmalıyım. En başta Truva’nın önlerinde savaşan,
bütün yarı tanrıları ve diğer kahramanları; bir tek Lokrili Ayaks hariç, çünkü anlatıldığına göre o,
(Kassandra’ya karşı işlediği suçtan dolayı) cehennemde cezasını çekiyordu. Ayrıca Barbarlardan yaşlı
ve genç Kiros’u, Skythli Anaharsis’i, Thrazili Zamolksis’i ve İtalyalı Cuma’yı; sonra Spartalı
Likurgos’u, Atinalı Tellos’u ve Phokion’u ve diğer Yedi Bilgeyi, bir tek Periander hariç. Bunların
dışında Nestor ve Palamedes’le koyu bir sohebete dalmış olan Sophroniskus’un oğlu Sokrates’i. Diğer
filozoflar arasında yalnızca Platon orada değildi. Söylendiğine göre o, kendisinin tasarladığı bir
cumhuriyette ve kendisinin çıkardığı yasalara uygun bir şekilde tek başına yaşıyormuş.
Burada en çok hükmü geçenler ise Aristipp, Epikur, bir kaç zeki adam ve sofra muhabbeti sevilen diğer
bazı dünyalılardı. Ayrıca Esop da aralarındaydı ve onların içinde ringa balığı salamurasını o yapıyordu.
Ha bu arada Sinoplu Diojen de ilkelerini terk etmiş ve aynı zamanda bir fahişe olan Lais’le evlenmiş.
Hatta sık sık sarhoş olup, dans etmeye başlıyormuş ve hatta bu arada uygunsuz davranışlarda da
bulunuyormuş. Adada kadınlar ortaklaşadır; onların yüzünden erkekler arasında hiçbir kıskançlık vakası
görülmüyor, çünkü ortalık iliğine kadar Platonikçilerle dolu.”
Görüldüğü gibi Lukianos sonu gelmeyen bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe var, gezi ve
serüven var, yenilik ve icad var, ama en önemlisi de insanın yüreğini ferahlatan ütopya var.
KUTU: (* Nurullah Ataç çevirisi)
Öbür Dünya’da Eşitlik’ten bir bölüm:
“DİOGENES: Senden bir ricam var, Polydeukes: yarın yaşamak sırası sende, değil mi? Yukarı çıkar çıkmaz
Menippos'u görüver. "Diogenes seni çağırıyor, Menippos" dersin. Yeryüzünde olup bitenlere güldüğü yettiyse
gelsin, burada gülünecek şeyler daha çok. Gülmek için türlü nedenler gösterir; ama orada nedenleri doğru
bulmayabilirler: Öyle ya! Ölümünden sonra ne oluyor, o dünyada sahiden bir bilen mi vardır? Burada ise o da
benim gibi rahat rahat, hiç şüphe etmeden güler; gelsin de hele zenginleri, kurum satanları, kralları bir görsün:
Öyle küçülüp düşüyorlar ki vaktiyle ne oldukları zor anlaşılıyor; boyuna inlemeseler, kendilerini bırakıp ikide bir
yerzünü anmasalar biri tanınmayacak. Gelsin de bak onlara ne kadar güler. Böyle söylersin.