Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 23

ANTİKÇAĞ ÜTOPYALARI

Oscar Wild’ın da dediği gibi, 5 bin yıllık insanlık tarihi, “daha doğrusu uygarlık tarihi, aynı zamanda
ütopyalar tarihidir” de. Tarih Sümer’de başladı. Bu tümceyi “Ütopya Sümer’de başladı” diye de
okuyabiliriz. Çünkü eşitlik arayışının ilk izlerini, Samuel Kramer’in çözdüğü, değerli ve güzel insanımız
Muazzez İlmiye Çığ’ın da Türkçeye kazandırdığı, Sümer’in gizemli tabletlerinde görüyoruz.
İnsanoğlunun eşitlik ve özgürlük arayışı yazın tarihinde bu denli kök salabilmişse bunun nedeni
antikçağın yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel zemindir. Bu zemin de kuşkusuz Akdeniz havzasında
gelişen meta üretimi ve köleci ticaret sayesinde yaratılmıştı.
Ütopyanın, bir bakıma derli toplu bir siyasi program halinde tarih sahnesine çıkması, yani önce
toplumları etkilemesi ve sonra da devlet organında cisimleşmesi ilk kez Saprta’da görüldü.
Gerçi bu sürecin Sümer’e, Mısır’a ve Girit’e dayanan kökleri yok değildir, ama yazın tarihinde kalıcı
yer edinmesi önce Sparta’da ortaya çıktı.
Sparta’da yürürlüğe konan Likurgos Yasaları, insanlık tarihinin ilk sistemli ve toplumcu anayasasıdır
da. Kadıköyle Phaleas, Miletli Hippodamos, Platon, Ksenofon, Aristophanes, Jambulos, Lukianos ve
diğerleri eserlerini yazarken bu yasalardan esinlenmiş ve derinleşmişler.

KÖPEKSİ YAŞAMDAN HEDONİZME ÜTOPYA


Likurgos Yasaları’ndan sonra yazılmış olan antikçağ ütopyaları, felsefi açıdan Sparta’dan
etkilenmiş olmakla birlikte yazıldıkları çağların da derin izlerini taşırlar. Antikçağ
ütopyalarının hemen hemen tamamı iki aşırı ucun ara yelpazelerini oluşurlar.
Bu yelpazenin bir ucunda hepimizin "yakından bildiği" Sinoplu Diojen bulunur. Hani şu,
dünyanın malına ve mülküne sırtını dönen, hatta elindeki su tasını bile fazla bulan ve bir
fıçıda yaşamayı erdem sayan Diojen; işte o, dünya malından nefret ettiği kadar bir başkasının
emrinde çalışmaktan da nefret edermiş.
Diojen’e göre, insanlık mal mülk hırsı nedeniyle köle gibi çalışır. İnsan bir bakıma lüks
düşkünlüğü yüzünden mutsuz ve köledir. Ama "zorunlu olmayan ihtiyaç" ortadan kalkınca,
köleleştirici iş de olmayacaktır. Diojen'in amacı, "köpeksi" bir yaşam sürdüren insanlardan
ibaret bir fıçı-kent kurmaktı.
Yelpazenin diğer ucunda ise hedonizmin babası Aristoppos'un "haz öğretisi" bulunur. Ona
göre "haz almak, insan olmanın en doğal halidir" ve insanı hayvandan ayıran en temel ayrım
da budur. Aristoppos'a göre insanlık hayvanlar âleminden, haz alma duyusu sayesinde
kurtulmuştur. Hedonistler, hiçbir insani tavizden yana değildirler; onlara göre hazzı sınırlayan
aile de olmamalıdır, vatan da. Hedonistlerin bir başka ünlü filozofu Annikeris ise bütün
yaşamı boyunca, hazzı kutsayan insanlardan oluşan bir kent-devlet arayışını sürdürüp durdu.
Hedonizm, "haz şölenlerini" devlet tasarısının merkezi haline getiren 19. yüzyıl ütopik
sosyalistlerinden Charles Fourier'yi de çok etkilemiş. Bu iki aşırı tasarıdan da anlaşılacağı
gibi, tarihte ortaya çıkmış bütün toplumsal projeler, uçlarında bu iki tasarının bulunduğu bir
yelpazenin ara kanatlarını oluştururlar.
Platon’dan Jambulos’a uzanan bu çalışmalardan da anlaşılacağı gibi MÖ 5. ve 4. yüzyıl, hem
antikçağın rönesans çağıdır, hem de Antik Yunanistan'ın Aydınlanma dönemidir. Felsefede,
bilimde, edebiyatta, sanatta ve siyasette gelişme ve sıçrama dönemidir bu iki yüzyıl. Ama
aynı zamanda toplumsal ve siyasal bunalım dönemidir de.
Aslında yeni toplumsal projelerin ortaya çıktığı çağlarda bilimsel buluşların, felsefi
derinleşmenin ve askerî başarıların da ardı ardına gelmesi bir rastlantı değildir. Sıralamayı
geriden sararsak: Büyük İskender Ortadoğu ve Hindistan'daki askeri başarısını (MÖ 320),
soyutlama yeteneğinde bir sıçramayı ifade eden Platon felsefesinin ve Aristoteles’in devlet ve
siyaset teorisinin belirlediği siyasal iklime; ayrıca MÖ 6. yüzyılda Milet ve Efesus kökenli
Thales, Anaksimander ve Anaksimenes üçlüsünün bilimsel çalışmalarına ve materyalist bakış
açısına; MÖ 8. yüzyıldan itibaren savaş sanatını devrimcileştiren Likurgos'un örgütlenme ve
savaş taktiklerine borçludur. Antikçağ bilimi, onların devrimci ve materyalist bakış açısına
sahip olmasaydı, bu derece büyük sıçramalar gerçekleştiremezdi; tabii ki felsefe, siyaset ve
savaş sanatı da.

MISIR VE ORTADOĞU MİRASI


Thales, MÖ 6. yüzyıldaki bilimsel çalışmalarını yaparken hem Mısır'ı dolaşmış ve oradaki
bilimsel öğretiyle tanışmış, hem de Sümerlerin, Babil'in ve Fenike'nin bilim dünyasından çok
şey öğrenmişti. Pitagoras, Demokrit ve diğerleriyse Mısır ve Ortadoğu'da yaşamış ve bu arada
Sümerlere, Babil uygarlığına ve tabii ki Mısır'a ait ne var ne yok hepsini ayrıntısıyla
incelemişlerdi. Ama bilimde soyutlama yöntemi ilk kez ciddi anlamda, Attika'da değil,
Anadolu'nun batı yakasında ve özellikle de Milet ve Efesus'ta mayalanmıştı.
Ortadoğu ülkeleri ve özellikle de Mısır, Antik Yunanistan'a sadece bilim alanında değil,
felsefe, siyaset ve kültür alanında da katkıda bulunmuştur. Bunu hem Sparta'nın efsanevi
devlet adamı Likurgos'un, hem Atina'nın ünlü devlet adamı Solon'un, hem de Platon'un
yaşamından biliyoruz. Ayrıca bunun izleri, kitaptaki ütopik tasarılarda da görülüyor.
İstisnasız ütopik eserlerin hepsinde Asya ve Afrika'nın izlerini görmek mümkündür. Likurgos
Yasaları'nın çekirdeği Mısır ve Girit kökenlidir; Platon hem Devlet'i yazarken, hem de
Kritias, Timaios ve Yasalar'ı yazarken elindeki bilgilerin, Mısır kökenli olduğunu
belirtmektedir. Jambulos ve Messeneli Euhemeros'a ait ütopik eserlerin bize kadar ulaşmasını
sağlayan Sicilyalı Diodorus ise, yazılarında Mısır'ın kurumlarını, dinsel geleneklerini,
kültürünü vs. öve öve bitiremez. Diodorus'un bu tutumunu Batı'nın yeni "bilim adamı"
öylesine garipser ki, esere not düşer ve okurdan, Diodorus'un o gün pek revaçta olan Mısır
hayranlığını pek fazla önemsememesini ister.
Halbuki antikçağın bütün yazarlarının ilk uğrak yeri Mısır'dır. Bilim adamı, filozof, siyaset
bilimci, tarihçi ve hatta şair; dünyayı keşfetmek isteyen herkesin kıblesidir Mısır.

BÜYÜK İSKENDER'İN DEVRİMCİ KILICI


Sonraki yüzyılların da kanıtladığı gibi, coğrafi keşifler, ütopyacı geleneğin gelişmesinde
önemli bir rol oynar. Bunlar Akdeniz havzasına yeni bir ufuk kazandırır ve adeta toplumsal
zihinlere oksijen pompalar. Bu keşiflerin başında Pers diyarı ve Hindistan gelir.
Kendi içinde küçük küçük devletçiklere bölünmüş ve savaşlar nedeniyle bitap düşmüş
Yunanistan'ı, kan ve kılıçla birleştiren Büyük İskender, tarihin çarkını ilerleten ender
şahsiyetlerden biridir. Genç yaşına rağmen deneyimliydi, çünkü çevresine çağının en
birikimli ve ilerici adamlarını toplamıştı. İskender, kısa bir zaman dilimi içinde köhnemiş,
ama servet içinde boğulan Pers İmparatorluğu'nu alt etmişti. Sonra da Ortadoğu ve Hindistan'ı
ele geçirerek, hem zamanın ticaret yolunu açtı, hem de Akdeniz halklarının yeni topluluklarla
ve kültürlerle tanışmasını sağladı. Belki de İskender seferi, bir açıdan insanlığı ilk kez,
tarihsel bir potada eritti. Büyük İskender'in Doğu seferi, yani Arap yarımadasından
Hindistan'a kadar uzanan askerî fetihleri, sadece Doğu-Batı yakınlaşmasını sağlamakla
kalmadı, aynı zamanda Akdenizli insanın ufkunu da olağanüstü genişletti.
Nasıl ki Arabistan çöllerinde fışkıran Müslüman medeniyeti, doğuya ve batıya doğru
genişleyerek sıçramalar kaydetmişse; Yeni Dünya'nın keşfiyle Avrupa kökenli medeniyet,
dünyaya mal olmuşsa; Akdeniz ülkeleri de, İskender'in Doğu’ya yönelik seferi sayesinde yeni
bir medeniyet yaratma olanağı yakaladılar.
Ütopyalar, daha doğrusu yeni toplumsal projeler de, bu sayede derinleşti ve toplumcu
anlamda tarihin ilk önemli eserlerini yarattı. MÖ 3. ve MÖ 1. yüzyıl, aynı zamanda en çok
devlet ve ada romanlarının yazıldığı yüzyıllar oldu. İnsanlık bu olguyu bir başka şekilde 10.
yüzyılda Ortadoğu'da ve sonra 16. yüzyıl Avrupa'sında görecekti.

EN RADİKAL ÜTOPYA: GÜNEŞ ADALARI


Güneş Adaları antikçağın yarattığı en radikal ütopyadır, düşünsel bir şaheserdir ve Platon'un
Devlet'iyle birlikte, yüzyıllar boyu bütün kuşakları etkilemiştir. Eserin ne zaman yazıldığı
belli değil, ama Jambulos'a ait olduğuna Diodorus tanıklık ediyor. Daha doğrusu Diodorus
bunun Jambulos’un gezi notları olduğunu söylüyor. Ama Jambulos’un ne zaman ve tam
olarak nerede yaşadığını kimse bilmiyor. Kimine göre o bir Yunanlıdır ve MÖ 3. veya 1.
yüzyılda Güney İtalya’da yaşamıştır. Kimine göre de o Ortadoğu’dan gelmedir ve adından da
anlaşılacağı gibi Semitik kökenlidir. Bu ikinci açıklama daha mantıklıdır çünkü “Güneş
Adaları” kavramı da esas olarak Ortadoğu’nun Mithra, yani güneş kültünü anımsatmaktadır.
ÜTOPYALARDA GÜNEŞ KÜLTÜ
Buna rağmen bazı yazarlar da “Güneş Adaları” kavramının Bergama’nın ünlü devrimcisi
Aristonikos’tan alındığını iddia ediyorlar. MÖ 130 yılında Roma’ya karşı ayaklanan
Aristonikos yandaşlarına “heliopolit”, yani Güneş Ülkesi vatandaşları diye hitap ediyordu.
Ancak Aristonikos’un sağ kolu olan Blossius da Ortadoğu kökenliydi.
Nitekim Güneş Tanrısı Mithra, MÖ 2. Yüzyıldaki köle ayaklanmalarında da önemli bir rol
oynamıştı. Ortadoğu hakları Mithra’yı eşitlik ve adalet Tanrısı olarak tasvir ederler. O
dönemde etkin olan Stoacı anlayış da Güneş Tanrısı “Helios”u, adalet dağıtan kahraman
olarak betimlerlerdi. Demek ki ütopyalar ayrıca, dini-ideolojik duruşun da yazınsal bir
yansımasıdır.
Kimini göre Jambulos bahsedilen geziyi yapmamıştır. Kimine göre de bu öykü, Büyük
İskender’in amirali Nearch’ın Hindistan anılarından alınmıştır. Çünkü nasıl ki Amerika’nın
keşfi Avrupa’daki ütopyaların yazılmasını kışkırtmışsa, Nearch’ın Hindistan ve Arabistan’ı
anlatan gözlemleri de antikçağ yazarlarını çok etkiledi ve “Altın Çağ” özlemini son derece
kışkırttı.
Öte yandan ütopyalarda “ada” kavramı, Jambulos’tan önce de dile gelmişti. Hem Homeros’un
“Kutsal Adası-Elysion”, hem Hesiodos’un “Altın Çağ”ı, hem de Sümerlerin Dicle’yle Fırat
nehri arasında bir yerde tasvir ettikleri “Tilmun Adası”, insanların mutluluk ve özgürlük
özlemlerini diri tutuyordu. Jambulos da bu geleneği takip ederek “Güneş Adaları” nı
yaratmıştı.

KOMÜNLER FEDERASYONU
Eser Hindistan Denizi’nin güney açıklarında bir yerde yanyana dizili bir takım adayı anlatır.
Tarihçiler aslında bunun Seylon adası olduğunda neredeyse hemfikirdirler. Ütopyacılığın
doruğu olan “Güneş Adaları”, serüven anlatımından çok mükemmel bir sosyo-ekonomik
tasarı sunar. Tarihçi Diodorus Siculus da eserinde çalışmanın bu yönünü öne çıkarır.
Güneş Adaları'nda mutlak komünizm vardır; sistem 400 kişilik komünlerin ortakçı yaşamı
üzerine kurulmuştur; herkes eşittir. Üretim araçları, toprak, sermaye, atölyeler, ambarlar, araç
gereç, üretim ve tüketim için gerekli olan her şey ortaktır. Orada kolektivizmi, kardeşlik ve
eşitlik duygusunu bozan en ufak bir pürüz görülmez.
Hatta insanların bedenleri bile mükemmeldir. Boy, endam, vücut hatları ve ten güzelliği
kışkırtıcı derecede uyumludur.
İnsanlar mutluluk içinde en az yüz elli sene yaşarlar. İnsanlar henüz bebekken cesaret testine
tabi tutulurlar, zayıflar ölüme terkedilir. Böylece neslin güzelleşmesi, güçlenmesi güvence
altına alınır.
Dilleri çatallıdır ve bir anda birkaç kişiyle birlikte konuşabilirler. Öyle ki bu yetenekleri
sayesinde hayvanlarla da diyalog kurabilmektedirler.
Adada israf yoktur, ama bolluk olabildiğince vardır. Kadın erkek ilişkisi bugünün özgürlükçü
anlayışıyla ele alınmaz, ama gene de 2500 yıl öncesine göre olağanüstü radikaldir. Çünkü
bundan 500 yıl önce yazılan ütopyalar bile Güneş Adaları’ndaki düzenlemeyi düşünemez.
Kadın ortakçılığı da cinsel şehvetin tatmini nedeniyle değil, toplumu bölen bireysel
kıskançlıklar ve çatışmalar ortadan kalksın diye vardır. Çünkü antikçağ düşünürünün en
önemli özelliği onun toplumu çatışmaya sürükleyen çelişmelerin mükemmel uzlaşmayla
çözme isteği ve arzusudur. Bu nedenle çocuklar da herkese aittir.
İş ortaktır; ama onlar bugünden baktığımızda bile, daha devrimcidirler. Çünkü orada her iş
ortaklaşa ve ihtiyaca göre yapılır. Ne insanı bıktıran uzun iş saatleri, ne de uzmanlaşma adına
monoton angarya vardır. İstisnasız her iş istisnasız dönüşümlü yapılır.
Soyut bir Tanrı’ya değil, güneşe taparlar. Bilimde çok ilerlemişlerdir ve yıldızlar bilimi
onların en çok önem verdikleri bilim dalıdır.
Yemek ortaklaşa hazırlanır ve mönü günler öncesinden bellidir. Sofraya her türden ürün
planlı bir şekilde gelir. Bir gün kırmızı et, bir gün balık, diğer gün de sebze düşünülmüştür.
İklim tam Tanrı diyarındaki gibidir. Ilık bir iklim her şeyin yerden fışkırmasına neden
olmaktadır. Denizin suyu bile tatlıdır. Her şey bolluk içindedir ama buna rağmen tutumluluk
esastır.
Adadaki düzenlemelerin en önemlisi köleliğin kaldırılmış olmasıdır. O gün açısından bu
büyük bir devrimdir.
Ayrıca Güneş Adalılar ölüme de bizden farklı yaklaşırlar. Güneş Adaları’nda ötanazi
uygulaması vardır. Onlara göre hastalık ve yaşlılık ölüme yatma nedenidir. Güçten kuvvetten
düşen yaşlılar hayatlarına son vermek için ölüme yatarlar.

KADINLAR BAŞA GEÇİNCE…


Antikçağın yarattığı şaheserlerden biri de Antik Yunanistan'ın ünlü hiciv ustası ve Attika’nın
muzip çocuğu Aristophanes'e aittir. Hegel’e göre "İnsan onun eserlerini okumadan hazzın
tadına varamaz". Platon’a göre onun zekası “Zerafetin Tapınağı”dır. Aristoteles’e göre
hayvan, “gülme yeteneği kazanarak insanlaşmıştır”. Demek ki Aristophanes aynı zamanda,
insan olmamızı sağlayan gülme yeneteğimizi de bize kazandıran kişidir. Ayrıca o
komedyasında kadınlara komünizmi kurdurtarak, erkek tarihin çarkına çomak sokan kişidir
de.
Onun doğum ve ölüm tarihi tam olarak bilinmiyor. Ama eserlerinin yazılış ve sahneye konuluş
tarihlerine bakılırsa, MÖ 455 yılında doğmuş olmalıdır; ölümü ise MÖ 385 yılı olarak verilir.
Ardında bıraktığı eserlerin ancak on biri bize kadar ulaşabilmiştir.
Eserlerindeki ciddiyet, olgunluk ve içerik dikkate alınırsa onun çok iyi bir eğitim aldığına
hükmedilebilir. Zira o eserlerinde Homeros’u, Hesiodos’u ve Herodotos’u konuşturur. Döneminin
siyasi ve toplumsal sorunlarını derinlemesine bilir ve her siyasi oluşuma bir göndermede bulunur.
Uzun yıllar süren savaşa rağmen onlarca eser yazmıştır ve bunların yığınlar tarafından beğeniyle
izlenmesini sağlamayı da bilmiştir.
Eserlerinde despotizmi, adaletsizliği, savaşı ve toplumsal eşitsizliği hedef alır. O hem toprağına
bağlı bir köylüyü savunur, hem de sıradan insanın küçük davranışlarını tiye alır.
Hayatının bir döneminde memurluk da yapmıştır ki eserlerindeki bürokrasi eleştirisi, bunun
kuvvetli izlerini taşır. Barış onun temel yazım alanıdır, çünkü otuz yıllık Peloponnez Savaşı
Yunanlıların canına okumuştu.
Antikçağ ütopyalarının en önemlilerinden biri olan Kadınlar Halk Meclisi, MÖ 392/91
yılında yazılmış. Eser bir bakıma savaşın getirdiği yıkımı dile getirir ve toplumsal barışı
sağlayacak bir çözüm yolu arar. Eserde ironik tarzda dile gelen komünist düzen, aynı
zamanda dönemin siyasal-toplumsal bilincini de yansıtır. Dikkat çeken nokta, eserin Platon'un
Devlet'inden çok önceleri yazılmış olmasıdır. Kuşkusuz Aristophanes eseri kaleme alırken
amacı kadınlara “komünist” bir toplum kurdurarak örnek bir tasarı sunmak değildi. Eser bir
yönüyle komünizmle de alay eder, ama bunun hiçbir önemi yoktur, çünkü bu aynı zamanda
ideolojik-siyasi olarak komünist görüşlerin toplumdaki baskın konumunu kanıtlar.
Komünizm, daha doğrusu mülkiyet eşitliği çağrısı öylesine kuvvetlidir ki Aristophanes bile
bu konuyu işlemeden edemez.
Aristophenes eserinde kadınları iktidara getirir ve onlara, özel mülkiyetin ve hatta kadınların
ve çocukların bile kimseye ait olmadığı eşitlikçi bir düzen kurdurtur. Kadınlar sadece siyasal
otoriteyi değil, aynı zamanda tüm toplumsal yaşamın da altını üstüne getiren radikal bir işe
koyulurlar.

KUTU: *(Dipnot: Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2005,
Çev.: Sadık Usta)
PRAKSAGORA: Madem ki öyle, haydi o zaman!
Karışmasın kimse söze ve kesmesin konuşmamı,
ta ki, anlamadıkça düşüncelerimi ve kavramadıkça geliştirilmiş planımı.
Dinleyin: Gelecekte, her şey, ortak olacak
Ve her şey herkese ait olacak,
herkes aynı şekilde beslenecek artık;
zengin de kalmayacak, yoksul da.
Olamayacak birinin hektarlarca toprağı, diğerinin
yokken mezar kadar yeri.
Olmayacak birinin düzinelerce kölesi, diğerinin
yokken bir hizmetçisi.
Hayır; bütün herkese eşit ve ortak verilecek her şey
ve özellikle de yaşam!

BLEPYROS: Nasıl? Her şey ortak mı? Nasıl olacak bu?

PRAKSAGORA: Avuçlayacaksın pisliği, henüz yere düşmeden!

BLEPYROS: Pislik de mi ait olacak, mal ortaklığına?

PRAKSAGORA: Hayır, ama konuşmamı kesiyorsun.


Ben de tam kavuşturacaktım açıklığa bunu:
Bakın şimdi, bütün topraklar ortak olacak;
gümüş ve altın ve diğer her şey.
Mallar ortak olunca, sizi doyuran ve bakan da biz kadınlar olacağız.
Biz yöneteceğiz, biriktireceğiz ve hesap-kitap yapacağız;
Uğraşacağız, en iyisini yapmak için.

BLEPYROS: Peki nasıl olacak bu?


Birinin toprağı yoksa;
ve sadece gümüş, altın hazinesi varsa?

PRAKSAGORA: Yürütmüştü o, onları toplu kasadan ve


şayet geri ödemezse, suç işlemiş olacak
yalan yemin etmekten dolayı!

BLEPYROS: Ona bu hazineyi sağladığı gibi!

PRAKSAGORA: Ama olmayacak ona bunların,


gelecekte bir gram bile faydası!

BLEPYROS: Neden ki?


PRAKSAGORA: Suç işlemeyecek hiç kimse, yoksulluk nedeniyle;
Çünkü her şey herkesin ortak malı olacak;
ekmek, pasta, esvap, kavurma, şarap, bezelye, mercimek ve simitler.
Ne kazanacak peki paraları geri getirmeyen?
Evet, düşün taşın ve öğret bize doğrusunu!

BLEPYROS: Peki! Çalmaz mı zaten fazla malı olan, daha fazlasını?

PRAKSAGORA: Eskidendi o, azizim; geçerliyken henüz eski yasalar.


Ancak her şey ortaksa bundan böyle,
ne kazanacak kendi elindekini de katmayan?

BLEPYROS: Peki, çarparsa gözüne bir aşüfte,


yanıp tutuşursan girmek için koynuna,
verecektir ona elindekinden hediye
ve sürecektir böylece keyfini,
tek başına ortak malın yeniden.

PRAKSAGORA: Ne saçmalıyorsun?
Alacak onu nasıl olsa karşılıksız,
çünkü kadınlar da olacak ortak mal ve
her isteyen girecek koynuna istediği erkeğin,
bıraktıracak istediğinden gebe kendini!

BLEPYROS: Nasıl olacak bu, herkes almak isterse en güzeli


–nasıl istemesin ki- ve onunla sevişmek isterse canı?

PRAKSAGORA: Bekleyecekler yassı burunlu çirkin kadınlar,


güzelin yanı başında pusuda:
Her kim ki arzuluyor güzeli, yok öyle yağma;
çıkacak önce çirkinin üstüne!

ATLANTİS EFSANE Mİ GERÇEK Mİ?


Ütopya denince kuşkusuz akla ilk gelen eser Platon’un Devlet’dir. Ne var ki insanların
merakını Devlet’ten çok Platon’un Atlantis’i uyandırmıştır. Atlantis başlı başına bir eser
değildir. Çalışma Timaios ve Kritias adlı eserlere serpiştirilmiştir. Çalışmanın en önemli
özelliği onun fantastik ve epik ögeler içermesidir.
Platon'un kaleme aldığı Atlantis efsanesi, tam 2 bin senedir bütün insanlığı meşgul ediyor.
Öyle ki bir dönem, Atatürk bile bunun heyecanına kapılmış ve Atlantis'le ilgili araştırmalar
yapmış.
Eser tamamlanamamış bir heykel gibidir ve bu nedenle, keskin hatlara sahip değildir.
Platon bu eserinde hayal gücünü hiç dizginlemez; gerçekle mitoloji iç içedir. Ama çalışmanın
en önemli özelliği, fantastik olması ve epik ögeler içermesidir. Kuşkusuz bunun en önemli
nedenlerinden biri Atina’nın içinde bulunduğu kriz ortamıdır. Platon bu çalışmayla Atina’nın
geleceğine dair ipuçları yakalamıştır, ancak gelişmenin ne yönde olacağına dair kesin bir
hüküm verememektedir. Diyalektik dönüşümün çaresiz kaldığı dönemeçlerde mitolojinin dili
öne çıkıyor.
Platon’a göre Atlantis bir efsane değildir. Dolayısıyla edebi ve felsefi amaçla yazılmamıştır.
Amaç tarihsel bir olguyu aktarmaktır. Bu da doğrudur, ancak eserin gerçek amacı
Yunanlıların krizine bir yanıt aramaktır. Platon bu eserle başarısız bir girişimde bulunmuştur.
Tıpkı Syraküsa’daki başarısız darbenin ardından ölümle burun buruna gelmesi gibi.
Araştırmacıların iddialarına bakılırsa Platon’un kastettiği Atlantis, Ege Denizi’ndeki Thera
adasıdır. Çünkü bu ada, tam 3 500 yıl önce bir volkanik patlamayla kendi içine çökmüştü.
Bazı arkeologlar bunun gerçek olduğunu ve tıpkı Nuh Tufanı’nda olduğu gibi tarihsel bir
olgunun efsaneleştirilerek bizlere kadar ulaştırıldığını belirtiyorlar.

PLATON’DA MISIR ETKİSİ


Kimine göre eserdeki sayılar, rakamlar, zaman dilimlerinin hepsinin ortak bir noktası vardır.
Hepsi onla çarpılarak abartılmıştır. Bu abartı ise Solon’un Mısır kaynaklarını yanlış
aktarmasıyla oluşmuştur. Bu nedenle insanlık Atlantis’i hep Atlantik Okyanus’unun
derinlikliklerinde varsaymıştır.
Bu bilgiler doğrudur ya da yanlıştır, ama ünlü filozof “Atlantis”i Atina’nın ikiz kardeşi gibi
sunar. Ona göre insanlık tarihinin başlagıcında eşitlikçi bir toplumlar varolmuştur. Bunlardan
ilki Atlantis’tir, diğeri ise onun küçük kız kardeşi Atina’dır. Bu her iki devlet de Tanrılar
tarafından kutsanmıştır. Ancak toplumsal, siyasal ve bilimsel gelişmesinin doruğundaki
Atlantis şımarır ve Tanrıların hükmüne karşı davranır. Gittikçe yozlaşır ve komşu halklara
esaret getirir. Onu bu azgın saldırısından hiç kimse vazgeçiremez, ama Atina kendi mahvını
da göze alarak onu durdurur. Sonunda her iki devlet de bir doğa felaketi sonucu okyanusun ve
denizin balçıklı derinliklerine gömülürler.
Platon’a bakılırsa Atlantis, Cebelitarık Boğazı’nı geçince Atlantik Okyanus’unun ortasında
heybetle yükselen büyük bir adadır. Yazar Atlantis’in doğumunu ise 9200 yıl öncesine atar.

İDEAL DEVLET EFSANESİ


Daha baştan itibaren Ada, doğal yapısıyla, eşitlikçi toplumun alt yapısını sunar. O, ormanlarla
kaplı masalımsı tepelerin doruğunda, görkemli sütunlarıyla yükselen bir kale-kenttir. Kent
halkalardan oluşur ve muhteşem mimarisi ve doğal yapısıyla göz kamaştırır. Toplum üç
kesimden oluşur; Tanrısal tohumdan yaratılmış olan aristokrat yöneticiler, güvenlikten
sorunlu askeri erkan ve üretimden sorumlu emekçi sınıflar.
Surlarla çevrili ikinci halkanın merkezinde sütun ve salonları altın ve gümüşlerle kaplı bir
tapınak yükselir. Tapınağın duvarları altın çerçeveli resimlerle süsülüdür. Resimlerin en göz
kamaştıranında yüce Güneş Tanrısı “Helios”, kanatlı atlarıyla dünyanın çevresindeki günlük
yolculuğuna devam eder.
Kadın ve erkek eşittir. Özellikle de bilimsel-bedensel eğitimde tam yetkiye sahipler.
Köylüler, kent zanaatkarları ve tacirler, toplumsal hiyerarşinin en alt kesiminde bulunurlar ve
yönetime kesin itaat ederler. Bunlara ait evler tepenin eteklerine doğru serpiştirilmişlerdir.
Köylüler, işledikleri topraklara yakın bir yerde otururlar. Atlantis’te iş bölümü kesin hatlarla
ayrışmıştır. Platon, idealist felsefesinin köşe taşı olan el emeğini aşağılama tutumunu eserde
doruğa çıkarır. Platon felsefesinin şahı “soyut düşünce” ideal devlette tahtına kurulmuştur.
Atlantis’in toprağı öylesine verimlidir ki her türden bitki yerden fışkırır. Damak tadının
egzotik hazlarına ancak Atlantis’te varılır. Mülkiyet ortaklığı yoktur, çünkü toprağı işleyenin
ev edinme hakkı da vardır.
Atlantis’in göze çarpan özelliği, gelişmiş bir bilimsel tekniğe sahip olmasıdır. Çok sayıda su
kanalları, köprü ve kemerler, surlar, limanlar ve tersaneler inşa edilmiştir. Liman yerli ve
yabancı gemilerin yanı sıra tacirlerden geçilmez. Atlantis’te ticaret kutsanır ve doruktadır.
Orada yüksek teknolijiye dayalı bir bilimin yanı sıra kültür de gelişmiştir. Eserde insanların
yoğun, ama bir o kadar da keyifli bir yaşam sürdükleri anlatılır.
Ama mal mülk hırsı, ihtişam ve servet en başta insanı bozar ve ardından da ideal devletin
temelini kemirir.
Eser burada sona erer. Adeta mükemmele yaklaşırken kırılan bir vazo gibidir Atlantis.
Bitmemiş bir öyküdür ve yarım kalmıştır. Atina ise bilgeliğin sembolüdür. Halkçı bir yönetim
işbaşındadır ve topluma uyum hakimdir. Ne var ki Atlantis’le birlikte o da doğa felaketinin
kurbanı olur ve yıkılır. İnsanlık, bu felaketten kurtulan çobanların ve barbarların
çocuklarıdırlar.
PLATON’UN İKİNCİ EN İYİ DEVLETİ
Platon’un Devlet'ten sonra yazdığı "En İyi İkinci Devlet" Yasalar kitabında yer alır.
Bu çalışma, Platon'un yaşlılık döneminde yazdığı eserlerden biridir. Platon Devlet'le,
çökmekte olan Yunan çağına hayat öpücüğü vermeyi denemişti. Bunu başaramadı. İkinci
hamleyi ise “En İyi İkinci Devlet”le yaptı.
Eser bir yönüyle Devlet'ten daha gerçekçi bir model sunar. Devlet kadar özgün değildir, ama
tarihin sıçramalarla, süreçlerle ve basamak basamak ilerlediğini öğreterek, tarihe diyalektiği
uygular.
Otuz yıllık Peloponnez Savaşı’nın ardından yorgun düşmüş Yunan kent-devletlerinin başları bu
kez de Pers İmparatorluğu’yla derttedir. Platon gibi filozoflar krizden bir çıkış yolu arıyorlardı.
Gericileşen aristokrasinin temsilcisi Platon, Devlet’le aradığını bulamamıştı. Onun ideal devleti
savaşın acımasız ayakları altında ezilip kaldı. Bunun üzerine Platon siyasi hayata girmeyi de
denedi. Dostu Dynosius’un teklifi üzerine Güney İtalya’ya gitti ve ideal devletini orada kurmayı
denedi. Ne var ki bu deney büyük bir fiyaskoya dönüştü. Platon önce idama mahkum edildi,
ardında da köle pazarında satıldı. Bunun üzerine ülkesine geri dönen filozof, yaşlılık dönemini
daha az ideal tasarılara hasretti.
En İyi İkinci Model bu dönemin bir ürünüdür. Devlet gibi olması gerekeni değil, olabileni
hedefler. Çalışma felsefeden çok siyasi hedeflere yönelir. Devlet’te düşlenen “komünizm” bu
çalışmada aşamalara bölünmüştür. Tasarı bir kolonidir. Gerçekleşmesi kolay ve eşitlikçi bir koloni.
Devlet’te toplumsallık öne çıkarken bu tasarıda eşitlik ön plandadır. Bu nedenle Yasalar’daki
toplum eşitler kolonisidir. Herkese eşit oranda toprak verilir; orada nüfus kontrolü vardır. Piyasada
para döner, ama altın ve gümüş yasaktır. Ticaret vardır, ama eşitsizliğe neden olan aşırı servete
devletçe el konur.
Herkes eşit bir eğitim alır. Fazla malı olana devlet kapısı kapanır, toprağı az olana ise devlet desteği artar.
Platon’un ideal toplumu ise eserde şöyle betimlenir: “Şayet bütün ülkenin mümkün olan her yerinde şu
eski ‘dostun malı gerçekte ortaktır’ özdeyişi uygulanıyorsa, orada ilk devlet, ilk anayasa ve en iyi
kanunlar yürürlükte demektir. Ancak bu-kadın, çocuk ve para ortaklığı- herhangi bir yer ve zamanda
gerçekleşir mi, gerçekleşse de acaba mülkiyet denen şey, bütün olanaklar kullanılarak, yaşamdan uzak
tutulur mu? Hatta bu, doğadan edindiklerimizi bile olabildiğince ortak kullanmaya kadar varır mı?
Örneğin, gözler, kulaklar ve eller ortaklaşa görür, işitir ve yaratır mı ve hatta olabildiğince hep birlikte
över ve yerer mi; yani herkes aynı kıvanç ve tiksinme duygusunu hisseder mi? Şayet yasalar, en
sonunda devleti olabildiğince tek bir vücut halinde biçimlendirebilirse, işte o zaman, hiç kimse, bu
yasaların erdemle ilgili kusursuzluklarını ölçmek için, asla daha doğru ve daha iyi bir ölçü koyamaz.”

BİR KADIKÖY ÜTOPYASI


Antikçağın en önemli iki ütopyasının orjinal metinleri yoktur, ama bunlara dair bilgileri bize
Aristoteles verir. Aristoteles Politika adlı eserinde eşitlikçi tasarıları inceler ve bunların en
başına da iki hemşehrimizin ütopyalarını yerleştirir. Biri Kadıköylü Phaleas, diğeri ise Miletli
Hippodamos'a aittir.
Kadıköylü Phaleas ve Miletli Hippodamos'un yaşam ve öğretilerine ilişkin bilgilerimiz çok
sınırlı. Aristoteles, başta Platon'un tasarıları olmak üzere, o günün bütün eşitlikçi projelerini
bir arada inceliyor. Demek ki Phaleas ve Hippodamos tasarıları da o döneme aittir. Hatta
Phaleas ve Hippodamos'un ütopyaları antikçağ ütopyalarının ilk örnekleri olarak da
görülebilir.
Aristoteles, Phaleas ile ilgili olarak şunları belirtiyor: "Kadıköylü Phaleas ilk önce tüm
vatandaşların aynı derecede özel mülkiyete sahip olmaları gerektiği önerisiyle ortaya çıktı."
Phaleas, mülkiyetten çok eğitimi eşitlemeyi amaçlıyor. Aristoteles ise Phaleas'ın
argümanlarını şu sözlerle tartışıyor: "O, devletin mülkiyet eşitliği gibi eğitim eşitliğinin de
olması gerektiğine inanıyordu.” Bu tasarının eski devletlere uygulanmasında sorunların
yaşanacağını, ama yeni bir devlette fevkalade uygulanabileceğini belirten Phaleas, planlı bir
evlilikle mülkiyet eşitliğinin gerçekleşeceğini ileri sürüyor. Buna göre zenginler mallarının
bir kısmını evlilik yoluyla yoksullara verecekler ve böylece gün be gün eşitlik sağlanacaktır.
Hem mülkiyet, hem de eğitim eşitliğini savunan Phaleas’ın bu tasarısının 19. yüzyıl ütopik
sosyalistleri üzerinde kuvvetli bir etkide bulunduğu görülüyor. Özellikle Robert Owen, bu
tasarıya yakın bir projeyi Amerikan topraklarında hayata geçirmeyi ummuştu.

MİLET ÜTOPYASI
5. yüzyılda yaşadığı bilinen Miletli Hippodamos Thales okulundandır ve meslekten mimardır.
Ünü o çağda öyle yayılmış ki, Atinalı devlet adamı Perikles onu Atina'ya çağırmış ve Pire
limanının tasarımını ona vermiş. Şehircilik yeteneğini Atina'dan sonra Thurioi ve Rodos'ta da
konuşturmuş.
Perslerle girişilen savaşta büyük bir yıkım yaşayan Milet’in yeniden inşasını da Hippodamos
üstlenmiş. MÖ 444 yılında sofist Protagoras’la birlikte Güney İtalya’ya giden Hippodamos,
bitkileriyle ünlü Thurioi kentinde eşitlikçi düzene uygun bir kent tasarlamış. Protagoras
kentin eşitlikçi yasalarını yazarken, Hippodamos da kentini planını tasarlamış. Eşitlikçi
düzene sahip olması nedeniyle Thurioi daha sonraki ütopyalara da esin kaynağı oldu.
Hippodamos’la ilgili bilgilerimizi kaynağı Aristoteles’tir. Aristoteles onu ütopyacı tasarıların
babası olarak anıyor. Bunu da şöyle ifade ediyor: “Meslek nedeniyle anayasa düzeni kurmaya
çalışanlar bir yan bırakılırsa, ‘En İyi Devlet’ üstüne ilk konuşan odur.”
Pire tasarısı ise “Hippodamos Şeması” olarak mimarlık bilimine geçti. Bu tasarıya göre kent
eşit bir şekilde bölünüyor ve endüstrinin dağılımına göre setmler inşa ediliyor. Çalışanlar da
doğrudan oraya yerleştiriliyor. Bu tasarıyı ilk kez bulan Hippodamos değildi, ama onun bu
şemayı sistemli hale getirdiği belirtiliyor.
Bu modelin demokratik bir kent modeli olduğunu iddia edenler olduğu gibi, kenti sınıfların
ihtiyacına göre bölerek, toplumsal katmanların bir birinden yalıtılmasını da amaçladığını
belirten vardır. Fakat her şeye rağmen bu tasarının Fourier, Bellamy ve diğer ütopik
sosyalistleri kuvvetle etkilediği çok açık.
Pire modelini Aristoteles şöyle betimliyor: “O, yurttaşların sayısını on binle sınırlayarak üçe
bölmeyi düşünüyordu. Buna göre zanaatkarlar bir bölgeye, tarımla uğraşanlar bir başka
bölgeye ve nitekim ordu mensupları da bir başka bir bölgeye eşit bir şekilde yerleştiriliyor.”
Fakat Hippodamos, devlet içinde en çok söz sahibi olan askeri kesimi, özel mülkiyetten uzak
tutarak, yozlaşmalarının önüne geçmeyi denemiş.

BİR TANRITANIMAZDAN KUTSAL METİNLER


Messeneli Euhemeros'un “Kutsal Metinler”ini Diodorus Siculus sayesinde biliyoruz. Onun
Sicilya Messene’sinden mi, yoksa Yunanistan Messene’si mi olduğu tartışmaları hala bitmiş
değil. Fakat tarihçilerin büyük bir kısmı onun Sicilyalı olduğunu düşünüyor.
Euhemeros'la ilgili verilen bilgiler onun hem tarihçi, hem coğrafyacı, hem tanrıtanımaz bir
filozof, hem de şair olduğunu gösteriyor. Tanrıtanımazlığına ilişkin görüşler öylesine
köklüdür ki, hem Diodorus, hem Çiçeron, hem de Hıristiyan tarihçiler, onu tanrıtanımazlar
listesinin başına almışlar.
MÖ 3. yüzyılda yaşadığı belirtilen Messeneli Euhemeros'un ayırt edici özelliği, onun
Demokritçi-materyalist geleneği devam ettiren Kyrene okulundan olmasıdır. Aynı zamanda
kararlı bir aydınlanmacı olduğunu da görüyoruz. Kutsal Metinler'in yazarına göre tanrılar
insanları değil, fakat insanlar tanrıları yarattı; tanrılar gerçek değil, ama "büyük insanlar"dan
esinlenilmiş mitolojik varlıklardır.
Euhemeros'un Panchaia'sını aristokrat bir sınıf yönetmektedir. Halk mutludur ve üretimin
dışındaki zamanını dinlenerek geçirir. Orada el emeği kutsaldır; bu nedenle zanaatkârlar,
papazlarla birlikte ruhban sınıfını oluştururlar.
Ütopik tasarıların en çok sevdiği tarz ütopyayı bir adaya yerleştirmektir. Kahramanlarımız
çoğu kez buraya bir deniz kazasıyla varırlar.
Euhemeros’un başından da böyle bir kaza geçer. Gemi fırtınaya tutulur ve sonra da
kahramanımız kendisini Hindistan açıklarındaki Panchai’da bulur.
Ilıman bir iklimin hüküm sürdüğü Panchai’yı aristokrat bir sınıf yönetir. Papazlar
ayrıcalıklıdırlar, ancak kendilerine ait boş zamanları yoktur. Onlar kelimenin gerçek
anlamında devletin kölesidirler. Ekonomik açıdan avantajlara sahiptirler, ama yaşadıkları
bölgeden çıkamazlar. Bu risk onlar için ölüm demektir.
Euhemeros'un Kutsal Metinler'inde Hellen devlet romanlarından alışık olduğumuz abartılar
yoktur. Kutsal Metinler'de masalımsı güzel ve kutsal insanlara veya her türden ürünün
kendiliğinden göğerdiği kutsal topraklara rastlamak olanaklı değildir. O dünyanın bilinmeyen
bir köşesinde değil, Hindistan'dan görülebilecek kadar yakındadır.
Eserde insanlar, coğrafya, bilim ve siyasete ilişkin abartı yoktur. Her şey çağdaştır, daha
sistemli ve aklın yön verdiği bir düzen hâkimdir.

ALTIN ÇAĞ'IN TARİHÇİSİ HESİODOS


Antikçağa ait metinler içinde Hesiodos'un İşler ve Günler'i, sınıflı toplumun acılarını dile
getiren ilk tarihsel metin olarak göze çarpar. Sadece adaletsizliği ve eşitsizliği dile getirmez
Hesiodos, aynı zamanda diyalektiği de kullanarak umudu aşılar.
Hesiodos, çözülen kahramanlık çağıyla birlikte insanlığın üstüne boca edilen kötülükleri çok
erken bir dönemde görmüş bir şairdir. Eserinde zulmü yerer, adalet ve vicdana vurgu yapar.
Yozlaşmayan, çalışkan, emeğini alın teriyle kazanmaya önem veren, paylaşmacı ve toprağa
bağlı, inançlı köylünün özlemlerini dile getirir. Hesiodos’un Homeros'la bir şiir yarışmasına
tutuştuğu söylenir. Şaşırtıcı, ama gerçek; yarışmayı Hesiodos kazanmış.
Onun çağrısı insanlık tarihinin tünelinde yankılandı ve Solon'un yasalarında, antik tragedya
ve komedyalarda yankı buldu.

KUTU:
...Ölümlü insanların soyunu altından yaptılar
İlkönce,
Olympos’da konakları olan tanrılar.
Bunlar Kronos çağındaydılar, o zaman o gökte
Hakandı;
Tanrılar gibi yaşıyorlardı, kaygısız yürekleri,
Uzak meşakkatlerden, acılardan; ne de kötü
Yaşlılık
Buluyordu onları, yıpranmadan hiç kolları
Bacakları
Neşeleniyorlardı şölenlerde, bütün kötülüklerden
Ayrı
Ölüyorlardı uyku bastırmış gibi; bütün
İyi şeyler
Onlarındı, meyve veriyordu bereketli toprak
Kendi kendine, çeşitli ve bol; seve seve,
Bakıyorlardı rahatça işlerine her türlü bolluk
İçinde;
Çoktu koyunları, bahtlı tanrılar seviyorlardı
Onları.
Fakat bu soyu toprak örtüp gizlediği vakit
Birtakım daimon (Daimon: Homer’e göre adalet dağıtan tanrılar, ama Hesiod bunları insan ile tanrı
arasında bir varlık olarak düşünmüş.-SU) oldular, ulu Zeus’un dileğiyle
Bunlar,
İyi, yeryüzünde dolaşan, ölümlü insanlara yardıma koşan;
Onlar gözetlerler yargıları, fenalıkları,
Sislere bürünerek dolaşırlar bütün yeryüzünü,
Bereket saçarak ve bu hakanca işiydi onların.
Yeniden ikinci bir soy, çok daha değersiz, bundan
Sonra
Yarattılar gümüşten Olympos’da konakları
Olanlar,
Altın soya ne vücutça benzeyen ne de düşüncede.
Çocuk tam yüz yıl şefkatli anasının yanında
Büyürdü oynayarak, koca çocuk, kendi evinde.
Fakat yetişip de gençlik çağına girince
Kısa bir zaman yaşıyorlardı acı, cefa çekerek
Düşüncesizliklerinden; ellerinde değildi azgın
Gururlarını
Birbirinden uzak tutmak; ne ölümsüzlere
tapınmak istiyorlardı
ne de bahtlıların sunaklarında kurban sunmak,
Adeta, yakışığa uyarak; bunun üzerine onları
Zeus Kronos oğlu yok etti, saymadıklarından
Olympos’u ellerinde tutan bahtlı tanrıları.
Fakat bu soyu da toprak örtüp gizleyince
Yeraltılı oluyorlar, bahtlı ölümlüler diye
Anılıyorlar,
İkincisiyse de dereceleri, hiç eksik değil, şerefleri.
Zeus baba başka, üçüncü bir soyunu ölümlü
İnsanların,
Bakır soyu yarattı, gümüş soya hiç de benzemeyen,
Dışbudak ağacından, korkunç ve pek güçlü;
Ares’in acı ve azgınca işleriyle hep
Düşündükleri,
Ekmek yemiyorlardı, çeliktendi yiğit
Yürekleri,
Korkunçtular; büyüktü güçleri, ürkütücü eller
Sallanıyorlardı uzuvlar üzerine.
Tunçtandı silahları, tunçtan evleri,
Tunçla yapıyorlardı işlerini; kara demir
Daha yoktu.
Bunlar kendi elleriyle öldürülerek
İniyorlardı küflü evine korkudan ürperten
Hades’in,
Adsız sansız bırakıp gittiler güneşin parlak
Işığını...

FANTAZYA ADIYAMAN'DA
Antikçağın en önemli son iki ütopyasıysa "antikçağın Voltaire"i Adıyamanlı Lukianos'a ait.
Bunlar bir yönüyle insanı keyiflendiren öykülerdir.
Eserlerinden de görüleceği gibi Lukianos, sonsuz bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe
var, gezi ve serüven var, yenilik ve icat var, ama en önemlisi insanın yüreğini ferahlatan
ütopya var.
Öbür Dünya’da Eşitlik, Lukianos gibi harika bir yazarın kaleminden çıkmış muhteşem bir
tasarıdır. O insanlığı eşitliğe çağırır ve bunu yaparken de öbür dünyayı kullanır. Buluş
harikadır. Eserinde Lukianos, sırat köprüsünü geçen ölüleri konuşturur. Kiminin tahtına,
kiminin malına, kiminin güzelliğine, kiminin de kibirine takar.
Herkesin bir yükü vardır sırtlayıp getirdiği öbür dünyaya. Atılmalıdır yükler karşıya
geçerken. Taç da ağırlık yapar, güzellik de, kurum da.
Ütopyalar Diyarına Yolculuk ise, fantazya dünyasına bir yolculuktur. Dolayısıyla bu eser,
modern çağın fantastik, gezi ve ütopik yazın geleneğinin de tohumunu ekmiştir. O bir bakıma
hem Bin Bir Gece Masalları'nın, hem de İngiliz ve Fransız bilimkurgu romanlarının
babasıdır. Ayrıca Sir Thomas More, Jonatan Swift, Jules Verne, Rabelais, Cyrano de
Bergerac, Wells gibi büyük eserler vermiş yazarların tamamı da Lukianos'tan kuvvetle
esinlenmişler.
Lukianos eserlerinde sadece eşitsizliği eleştiren Epikürist felsefe akımına, ona da, gerçekleri
anlatıyor diye dokunmamış.
Ne çoktanrılı dinleri, ne de tektanrılı dinleri dinlemiş, hepsine verip veriştirmiş.
Bu açıdan Lukianos ne öncüllerine, ne de ardıllarına benzer. O, hem aydınlanmacı, hem de
devrimcidir. Yani o kendisini dönemin hakim ideolojisine teslim etmez, ona tutum alır.
İlahlara kafa tutar; onları eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ezilenlere umut da aşılar. Bunu
da vurucu nüktelerle yapar.

DOĞUM YERİ VE KÖKENİ


Adıyaman’ın Samsat’ında doğan Lukianos, aynı zamanda hemşehrimizdir. Onun ne doğum, ne de ölüm
tarihi bellidir; fakat tarihçiler otobiografik eserlerinden hareketle onun, M.S. 120-180 yılları arasında
yaşadığına hükmediyorlar.
Ailesi zengin değildir; babası bir el emekçisidir, anne tarafı tarafı ise mermercilikle uğraşmaktadır.
Memleketini terkeden Lukianos öğrenme hırsıyla önce retorik dersi almış, sonra da felsefeyle
ilgilenmiş ve hukukçu olmuştur. Ne var ki o, çağdaşlarının ifadesiyle retoriğe ihanet etmiş, felsefeye ise
kara çalmıştır.
Bir dönem Antakya’da avukatlık da yapmış olan Lukianos, sonraları Yunanistan’a, Roma’ya ve Mısır’a
da gitmiş. Gezdiği yerlerde dersler vermiş ve karşılığında da çok miktarda paralar kazanmış. Sonunda
seyahatlerinden bıkmış ve Mısır’a yerleşmiş. Ardından da Roma’nın Mısır’a atadığı valinin baş katibi
olmuş.

MATERYALİST ÇİZGİ
Eserlerinin toplam sayısı seksen biri bulan Lukianos, kısa bir süre içinde her konuda kalem oynatan
derin bilge olmuştur. Lukianos’un her bir eseri bir başka şaheserdir. Öyle ki Lukianos, döneminin
hemen hemen bütün yazarlarını bilir ve eserlerini onlardan alıntılarla süsler.
Yalnızca dönemine ait eserleri değil, daha da gerilere giderek, Homeros’u, Herodotos’u, Knidoslu
Ktesias ve diğerlerini makaraya sarar ve onları halka palavralar anlatmakla itham eder.
O Suriye eyaletindendir ama yetişkin yaşına rağmen Yunancayı kısa sürede çok iyi öğrenir. Yunanca
konuşulan havzada hızla ünlenir. Tabii ki, çoğu zaman sevilmeyen biri olarak. Çünkü o ne din, ne de
allah bilmişti; ne otorite, ne de tabu tanımıştı.
Bazıları onu Eski Çağ’ın Voltaire (Engels), bazıları da dönemin “eşsiz kişiliği” olarak tanımlıyor.
Zinizm üzerinden Epikür’le buluşan Lukianos, bu arada materyalizmle de tanışarak, hem sıkı bir
Demokritçi, hem de sarsılmaz bir halkçı olur.
Çağdaşları onu, felesefeyi çamura bulamakla eleştirler, ama o bu suçlamadan büyük bir keyif alır.
Çünkü ona göre felsefe artık çürümüş ve yerde can çekişmektedir, bu nedenle de insanlara hurafeler
anlatmaktadır. Aynı şey bir bakıma tarih için de geçerlidir. Çünkü onlar halka garip yaratıklardan,
eğlendiren tanrılardan ve efsanelerden bahsetmektedirler. Halkı aydınlatmak yerine batıl inancı, bilim
yerine hurafeyi önermektedirler. Lukianos’a göre yalanın, hurafenin ve adeletsizliğin üzerine üzerine
yürünmelidir.
Lukianos köklü bir materyalizme inanır ve aynı zamanda ateisttir. O ruhun ölümsüzlüğüne inanmaz ve
bunu da Dimokritis’in yaşamından verdiği bir örnekle açıklar: “Jüpiter aşkına! Size ondan bahsetmek
istiyorum, hani şu övülmeye layık Abderalı Demokritis’ten. O, ruhların ölümsüzlüğüne kesin kes
inanmıyordu. Öyle ki, çalışmaları süresince rahatsız edilmemek için kendini şehir dışındaki eski bir
türbeye kapatmıştı. Çünkü orada rahatsız edilmeden inzivaya çekilerek, yazılarını yazabiliyordu. Onu
küçük düşürmek isteyen şımarık bir genç ise üstüne ölü kefeni geçirerek onu korkutmaya çalışmış.
Bunun için de çevresinde dans ederek ona hortlak numarası çekmiş. Gösteriden pek canı sıkılan
Demoritis bu duruma dayanamamış ve “ Ey çocuk! Haydi bırakta şu maskaralığı, artık rahat çalışayım”
diye çıkışmış. Çünkü o, bir kez bedenlerini terk eden ruhların hiçbir şey olmadıklarını biliyormuş.”
Ayrıca Lukianos Hıristiyan diniyle ve sözümona İsa’nın havarileriyle de alay eder. Onların halkın
arasına yaydıkları ve İsa’nın mucizeleri olarak lanse ettikleri hikayeleri de alaya alır. Ona göre Zeüs’ten,
Jüpiter’den, Hera’dan bahseden inançlar ne kadar aldatmaya dayanıyorsa, Hıristiyan dini de o kadar
dayanıyor. Lukianos da halka hikayeler anlatır, gezilere çıkar, olağanüstü yaratık ve toplumlardan
bahseder. Ama bir farkla; o bunları uydurduğunu daha baştan itibaren itiraf eder. Lukianos’un
amaçlarından biri halkı eğlendirmekse, bir diğer amacı ki, belki de en önemlisi halkı aydınlatmaktır.
Kullandığı yöntem ise harikadır. Bilinen hurafe ve söylenceleri kullanarak hem onları yere çalar ve
halkı aydınlatır, hem de halkı eğlendirerek umutlandırır.

LUKİANOS’TA HALKÇILIK
Bu açıdan bakıldığında Lukianos ne öncüllerine, ne de ardıllarına benzer. O, hem aydınlanmacı, hem de
devrimcidir. Yani o kendisini dönemin hakim ideolojisine teslim etmez, ona tutum alır. İlahlara kafa
tutar ve onları eleştirmekle kalmaz, aynı zamanda ezilenlere umut da aşılar. Bunu da vurucu nüktelerle
yapar. Bunun için de bakmışsınız ki bütün ölüleri sırat köprüsünde toplamış ve onları konuşturmaktadır.
Orada ölümlülerin hepsi çıplaktır, ruhları değil, etleri huzurdadır.
Yunan mitolojinde ölüler, ahretin bulunduğu adaya bir kayıkla geçerler. Kayığa da ancak hem
hafifleyerek binebilirler, çünkü kimse ağırlığıyla kimsenin hakkına tecavüz edemez, hem de karşılığında
hafiflemek kaydıyla, en küçük para birimi olan bir obolos ödemek zorundadırlar. Kimse üzerinde fazla
bir yük taşıyamaz; yani altın yok, taç yok, makam ve koltuk yok, güzellik ve kalın pazular yok ve hatta
göbeğin kenarındaki yağlar bile yok. Ama bigelik var, dostluk var dürüstlük var.

LUKİANOS’TA SERÜVEN
Ütopylar Diyarına Yolculuk adlı eserinde Lukianos, tarihçilerin, din adamlarının ve gezginlerin
anlattıklarıyla tiye alır ve okuru olağanüstü bir serüvene davet eder. Hem de bu anlatılanların hepsinin
de düzmece olduğunu söyleyerek:
“Bir zamanlar Cadiks’e binmiş ve yelkenleri dolduran güzel bir rüzgar eşliğinde Hesper Okyanusu’na
doğru yola koyuldum.
Yolumuza iyi bir rüzgar eşliğinde, anakarayı gözden kaybetmeden ve fazla da sürüklenmeden, bir gün
ve bir gece devam ettik. Ne var ki yeni gün ışığıyla birlikte rüzgar şiddetlenmeye, deniz kabarmaya ve
gökyüzüde ağarmaya başladı. Öyle ki yelkenleri bile toplamaya fırsat bulamadık. Kendimizi fırtınaya
bırakmak zorunda kaldığımızdan dolayı tam yetmiş beş gün oradan buraya savrulup durduk. Ama
sekseninci günün şafak vaktinde, bizden pek de uzak olmayan yüksek ve sık ormanlarla kaplı bir ada
göründü. Fırtınanın dinmiş olması nedeniyle adaya yanaşmak aşırı zor olmadı. Adaya yanaşır yanaşmaz
da karaya ayak bastık ve kendimizi, uzun bir süre zorluklara katlanmak zorunda kalmış bıkkınlıkla yere
attık.”
Ardından adanın ortasından akan şarap ırmağının kaynağını keşfetmeye çıkan kahramanlarımız, yarısı
kadın yarısı üzüm ağacı olan yaratıklarla tanışırlar. Onlar sevişme gafletinde bulunanlar ise kök salarak
üzüm ağacına dönüşürler.

UZAYA YOLCULUK
Sonra yeniden fırtınaya tutulan gemi kahramanlarımızı gökyüzüne taşır. Orada aralarında ay, güneş ve
diğer gök yıldızlarının da bulunduğu gezegenlerarası bir şavaş yürütülmektedir. Savaşlarda akbabalar
binek atıdır, atkarıncalar savunma yaparlar, lahanakuşları ise darı ve sarmısak fırlatırlar. Orada fillerden
on iki kat daha büyük bit okçular vardır; ayda yaşayan örümcekler ise ağlarıyla adalar arası geçişi
kapatırlar. Zırhlar ise bezelye ve fasülye kabuklarından yapılmışlardır.
Her iki tarafta da savaş işaretini eşekler vermişlerdir; zira eşekler, trompet yerine kullanılıyorlar.
Gökyüzünde sivrisinek binicileri, lahanakuşlarını darmadağın ederler o kadar çok düşman
öldürülmüştük ki, tıpkı dünyadaki akşam güneşinin ufukta yarattığı kızıllık gibi bulutlar kızıla
boyanmıştır.
Düşmanlar, Endymions’un başkentini ablukaya almaktansa, güneşle ayın arasını iki kat bulutla
kapatırlar, hem ikisi arasındaki haberleşmeyi kesmek, hem de ayı ışıksız bırakmak için.
Ancak dostlarımız ayı terketmeden önce bir şey daha farkederler: Selenitlerin kadını yoktur. Orada
herkes erkektir ve çocukları da erkekler doğuruyorlar. Orada erkek erkeğe evleniliyor, zira onlar dişi
türün varlığına öylesine yabancılar ki, dillerinde bunu karşılayacak bir kavram bile yoktur.
Daha ilginci ise şudur: Orada Dendrit denen bir insan türü var ki, onlar şu şekilde dünyaya geliyorlar:
Bir adamın sağ yumurtası kesiliyor ve yere dikiliyor; sonra da bu ağır ağır toprakta yeşeren, penis
şeklinde etli, dallı ve yapraklı bir fidan oluyor; hatta elli santim boyunda palamuta benzeyen bir de ürün
veriyor. Bu ağaçlar zamanı gelince kırılıyor ve içindeki insan çıkarılıyor. Bu Dendritler doğadan, cinsel
organı olmaksızın yaratılıyorlar; bu nedenle de bunlar kendilerine, gerçeğe yakın bir yapay penis
taktırıyorlar; zenginler kendilerine fildişinden taktırırken, yoksullar ise, ağaçtan olanla yetinmek
durumundadırlar.
Selenitlerin giysilerine gelince; zenginler üzerlerinde camdan, fakirler ise tunçtan yapılmış giysiler
taşıyorlar. Zira burada yığınca tunç madeni vardır ve bunu biraz sulandırarak, tıpkı bizim yünü
işlememiz gibi işliyorlar. Ayrıca onlar öyle gözlere sahipler ki, bunları çıkarıp alabiliyorsunuz.
Gözlerini korumak isteyen herkes bunları, çıkarıp saklayabiliyor. Görme ihtiyacı duyunca da onları
yeniden yerlerine yerleştiriyor. Öyle ki orada zenginler, bir düzine yedek göze sahip.
Nihayet burayı terketmek zorunda kalan dostlarımız bu kez de Bin Bir Gece Masalları’ndakine benzer
bir serüvenle karşılaşır ve kendilerini bir balinanın karnında bulurlar. Önce burada büyük bir adanın
oluştuğunu anlarlar, sonrada orada bir isyan başlatarak halkı inim inim inleten eşkiyaları altederek,
oradan kurtulmayı başarırlar.

LUKİANOS’DA ÜTOPYA
En sonunda da mitolojinin ünlü cenneti olan “kutsanmışların adası”na varırlar ki bu motif hem Yunan
mitolojisinin vazgeçilmez unsurudur, hem de tüm tek tanrılı dinlerin “cennetmekanıdır”.
“Gemiden indik. Çiçeklerle donanmış çayırdan henüz geçmiştik ki, doğrudan sahili korumakla görevli
nöbetçilerin ellerine düşmüştük; ellerimizi gül sarmaşıklarıyla bağlayarak bizi baş komutanlarına
götürdüler. Yolda buranın, Kretenserlerin Rhadamanthus’unun yönettiği “cennetmekanlıların” adasında
olduğunu öğrendik.
Kısa bir sorgudaın sonra adada en fazla yedi ay olmak üzere kalabilecektik. Kutsanmışlarla birlikte
yaşayacak ve yedi ay sonra da itirazsız bir şekilde yolumuza devam edecektik. Ama önce keyfimize
bakacaktık: şehre götürüldük ve kutsanmışların yemeğine davet edildik. Şehrin tamamı altında yapılmış
ve çember duvarları ise zümürttendi. Yedi kapısının her biri de tek parçalı bir tarçın ağacından
yapılmıştı. Şehrin tüm zemini, meydanlardaki ve sokaklardaki kaldırım taşlarının tümü fildişinden
yapılmıştı. Tanrılara adanmış tapınakların hepsi de kare şeklindeki gökzümrütten yapılmıştı. Yüzlerce
öküzün kurban edildiği yüce sunaklar ise amethysttendi (menekşe renginde bir tür kuars). Şehrin
çevresinden elli metre genişliğinde ve bir insanın yıkanabileceği kadar geniş bir gül suyu ırmağı
akıyordu. Harika yapılardan oluşan hamamlar kristaldendi. Fırınlarında tarçın yanardı ve küvetleri su
yerine çiyle doluydu.
Günlük giysileri, zarif erguvan rengindeki örümcek ipeğindendi. Onların gerçek anlamda bir bedeni
yoktu ( zira onlara dokunulamazdı, çünkü ne etleri, ne de iskeletleri vardı), yalnızca şekil ve düşünceleri
vardı. Tüm bunlara rağmen yürüyorlar ve duruyorlar; hepsinin bir düşüncesi var ve diğer insanlar gibi
konuşuyorlardı. Kısacası sanki ruhları çıplak dolaşıyordu ve yalnızca bir bedenin görüntüsüyle
örtünmüşlerdi. İnsan onları dikelmiş ve yalnızca gölgenin siyahlığı yerine bedenin doğal rengini almış
olan bir gölgeyle de kıyaslayabilirdi. İnsan sanki onların bedene sahip olmadığından emin olmak için
dokunma isteği duyuyordu.
Burada kimse yaşlanmıyordu, herkes buraya geldiği gibi değişmeden kalıyor. Ayrıca burada bizim
ifademize göre ne gece, ne de gündüz var. Ne aydınlık ne de karanlıktır, tıpkı sürekli safak vakti gibi.
Bu arada onlar yalnızca bir mevsimi yaşıyorlar; buranın havası sürekli ilkbahar havasıdır ve ayrıca
yalnızca nesim esmektedir.
Bu nedenle de ada sürekli yeşille donanmıştır; ada hem her türden çiçeklerle, hem de aşılanmış ve gölge
sunan ağaçlarla bezenmiştir. Üzüm asmaları yılda oniki kez vermektedir; hatta şeftali ve elma ağaçları,
Minos ayı denen ayda iki kez olmak üzere yılda onüç kez ürün vermektedir. Başaklar buğday yerine,
başakların ucundan sünger gibi küçük ekmekler vermektedir. Şehrin etrafında tam üçyüz altmış beş tane
su kaynağı, bir çok bal kaynağı, biraz küçük olmakla birlikte elli civarında çeşitli esans ve ıtır kaynağı
ve hatta yedi süt kaynağı ve sekiz şarap kaynağı bulunuyor.
Yemeklerini yedikleri alan, şehrin dışında ve cennet bahçesi dedikleri yerde bulunuyor. Burası, etrafı
yüksek ağaçlardan oluşan sık ormanlarla çevrili harika bir çimenliktir; öyle ki ağaçlar, yemeğe
oturanları gölgesiyle rahatlatmaktadır. Ayrıca yemek esnasında müzik ve şarkılarla da keyifleniyorlar.
En çok da Homeros’un şiirlerini söylüyorlar, zira o da onların arasında bulunuyor ve Odisse’den daha
yüksekte bir mevkiye sahip. Şarkıları onlara Lokrili Eunomus, Lesboslu Arion, Anakreon ve
Stesihorus’un yönettiği genç kız ve erkeklerden oluşan bir koro söylüyor; hatta Yunanlılarla yeniden
barışan en son saydığımla da burada karşılaştım. Onlar şarkılara ara verdiğinde de kuğuların,
kırlangıçların ve bülbüllerin korosu başlıyor. Onlar da sustuğunda bu sefer akşam yelinin üflediği
ormanın ıslığı başlıyor. Fakat tüm bunların yanısıra sofra keyfini sağlayan esas şey ise, hemen sofranın
yanıbaşında fışkıran şehvet ve gülme kaynaklarıdır. Herkes yemekten önce bunların birinden bir kadeh
içmekte ve böylece bütün zaman gülerek neşeli kalmaktadırlar.
Şimdi de size orada ünlülerden kimleri gördüğümü anlatmalıyım. En başta Truva’nın önlerinde savaşan,
bütün yarı tanrıları ve diğer kahramanları; bir tek Lokrili Ayaks hariç, çünkü anlatıldığına göre o,
(Kassandra’ya karşı işlediği suçtan dolayı) cehennemde cezasını çekiyordu. Ayrıca Barbarlardan yaşlı
ve genç Kiros’u, Skythli Anaharsis’i, Thrazili Zamolksis’i ve İtalyalı Cuma’yı; sonra Spartalı
Likurgos’u, Atinalı Tellos’u ve Phokion’u ve diğer Yedi Bilgeyi, bir tek Periander hariç. Bunların
dışında Nestor ve Palamedes’le koyu bir sohebete dalmış olan Sophroniskus’un oğlu Sokrates’i. Diğer
filozoflar arasında yalnızca Platon orada değildi. Söylendiğine göre o, kendisinin tasarladığı bir
cumhuriyette ve kendisinin çıkardığı yasalara uygun bir şekilde tek başına yaşıyormuş.
Burada en çok hükmü geçenler ise Aristipp, Epikur, bir kaç zeki adam ve sofra muhabbeti sevilen diğer
bazı dünyalılardı. Ayrıca Esop da aralarındaydı ve onların içinde ringa balığı salamurasını o yapıyordu.
Ha bu arada Sinoplu Diojen de ilkelerini terk etmiş ve aynı zamanda bir fahişe olan Lais’le evlenmiş.
Hatta sık sık sarhoş olup, dans etmeye başlıyormuş ve hatta bu arada uygunsuz davranışlarda da
bulunuyormuş. Adada kadınlar ortaklaşadır; onların yüzünden erkekler arasında hiçbir kıskançlık vakası
görülmüyor, çünkü ortalık iliğine kadar Platonikçilerle dolu.”
Görüldüğü gibi Lukianos sonu gelmeyen bir bilgelik şelalesidir. Onda tarih ve felsefe var, gezi ve
serüven var, yenilik ve icad var, ama en önemlisi de insanın yüreğini ferahlatan ütopya var.
KUTU: (* Nurullah Ataç çevirisi)
Öbür Dünya’da Eşitlik’ten bir bölüm:
“DİOGENES: Senden bir ricam var, Polydeukes: yarın yaşamak sırası sende, değil mi? Yukarı çıkar çıkmaz
Menippos'u görüver. "Diogenes seni çağırıyor, Menippos" dersin. Yeryüzünde olup bitenlere güldüğü yettiyse
gelsin, burada gülünecek şeyler daha çok. Gülmek için türlü nedenler gösterir; ama orada nedenleri doğru
bulmayabilirler: Öyle ya! Ölümünden sonra ne oluyor, o dünyada sahiden bir bilen mi vardır? Burada ise o da
benim gibi rahat rahat, hiç şüphe etmeden güler; gelsin de hele zenginleri, kurum satanları, kralları bir görsün:
Öyle küçülüp düşüyorlar ki vaktiyle ne oldukları zor anlaşılıyor; boyuna inlemeseler, kendilerini bırakıp ikide bir
yerzünü anmasalar biri tanınmayacak. Gelsin de bak onlara ne kadar güler. Böyle söylersin.

POLDYEUKES: Peki, ama yüzü nasıldır, onu bilmeliyim.


DİOGENES: Sırtında delik deşik bir abası vardır, içine her rüzgâr işler, üzerine de renk renk yama vurulmuştur.
Boyuna güler; vaktini en çok şu filosof denilen zevzekleri alaya almakla geçirir.
POLYDEUKES: Bu dediklerine göre, kolay onu bulmak.
DİOGENES: Benim senden o filosoflar için de bir ricam var; söyler misin?
POLYDUKES: Anlat hele; o işin de ağır olmaz senin.
DİOGENES: Onlara kısaca dersin ki: Bıraksınlar artık saçmalamayı, âlem şöyleymiş, yok böyleymiş diye
çekişmeyi, birbirlerinin kafasına boynuz takmayı, timsahlar uydurmayı, hasılı gençlere öğrettikleri bütün o gülünç
soruları bıraksınlar artık.
POLYDEUKES- Ya benim öğüdümü dinlemezler de sen cahilsin, felsefe bilmezsin, ne haddine bizim bilgimize
dil uzatıyorsun derlerse?
DİOGENES- O zaman da benim ağzımdan onlara bir küfür savurursun.
POLYDEUKES- Peki, yaparım onu da.
DİOGENES- Gelelim zenginlere, benim Polydeukes'çiğim! Onlara benden şunu deyiver: "Behey sersemler! Ne
diye saklarsınız paranızı? Faiz hesaplayacağız, altın üzerine altın yığacağız diye didinmek ne oluyor? Yarın ahrete
götüreceğiniz bir tek obolos değil mi?” Burada lepiska saç yoktur, gözün ne mavisi olur, ne de karası; pençe
pençe yanaklar da bulunmaz; öyle pazıydı, geniş omuzdu, yoktur burada.
KROİSOS: Çekemiyoruz artık bu Menippos köpeğini, Pluton; durmasın bizimle. Ya onun yerini değiştir ya biz
başka bir yere gidelim.
PLUTON- Size ne kötülüğü olur onun? O da sizin gibi bir ölü.
KROİSOS- Bizler yeryüzünde bıraktıklarımızı, Midas altınlarını, Sardanapallos her türlü zevklerini, ben Kroisos
da hazinelerimi anıp anıp inler, yakınırken, o bizim karşımıza geçmiş, alay ediyor, sövüyor; bize köle diyor, pislik
diyor; biz ağlarken büsbütün rahatsız etmek için türkü söylediği bile oluyor; kısacası çekemiyoruz artık.
PLUTON- Bak, ne diyorlar, Menippos?
MENİPPOS- Doğrudur dedikleri, Pluton; ne yapayım? Tiksiniyorum bu alçaklardan. Edepsizler, hayatlarını
kötülükle geçirdikleri yetmiyor gibi ölümlerinden sonra da yeryüzündeki zevklerini, safalarını anıyorlar, gene ille
onları istiyorlar. Benim keyfim onları rahatsız etmek.
Siz ne derseniz deyin, ey Lydia'lıların, Phrygia'lıların, Assyria'lıların en kötüleri olan insanlar! Bilmiş olun,
bırakmayacağım yakanızı; nereye giderseniz gidin, ben de arkanızdan gelip sizi iğneleyeceğim, sizi tefe
koyacağım, eğleneceğim sizinle. Ağlayın artık.
KROİSOS- Hey ulu tanrılar! Ne çoktu, ne büyüktü benim mallarım!
MİDAS- Sayısızdı benim altınlarım!
SARDANAPALLOS- Ah! Ne güzeldi benim zevklerim!

You might also like