Professional Documents
Culture Documents
Doğa ERGEN, Beethoven
Doğa ERGEN, Beethoven
Doğa ERGEN, Beethoven
MERSİN ÜNİVERSİTESİ
DEVLET KONSERVATUARI
PİYANO ANASANAT DALI
BEETHOVEN
Hazırlayan:
Doğa ERGEN
ÖĞRETMEN:
Doç. Tuba ÖZKAN
MERSİN, 2021
İçindekiler
ÖNSÖZ………………………………………………………………………………...
GİRİŞ…………………………………………………………………………………..
A) İKTİDAR…………………………………………………………………………….......
A.1.1)Otuz Yıl Savaşları ………………………….............................................................
A.1.2)Yedi Yıl Savaşları…………………………………………………………………..
A.1.3) Kölelik…………….………………………………………………………………..
A.a.1.4) Terör Dönemi…………………………….………………………………………...
A.2.a) Marie Antoinette XVI. Louis ………………….…………………………..………......
A.2.b) Napoleone di Buonaparte…………………………………………….……………….
A.2.b.1) Sinfonia Eroica…..…………………………………………………………………….
B) DEVRİMLER....……...……………………………………………………………………
B.1) Toplumsal Devrimler…………………………………………………………………..
B.1.a) Boston Çay Partisi ...…………………………………………………………………...
B.b.1.b) Amerikan Devrimi …………………………………….……………………………..
B.b.1.c). Fransız Devrimi.. …………………………………………………………………..
B.b.1.d) Napolyon Savaşları ………………..………………………………………………..
B.1.e) Haiti Devrimi……...………..…………………………………………………………..
B.2) Bilimsel Devrimler…………………………………………………………………….
B.2.a) William Gilbert ………………………………………………………………………..
B.2.b) Isaac Newton …………………………………………………………………………..
B.2.c) Galileo Galilei ……...…………………………………………………………………..
B.2.d) Antoine Lavoisier ..……………………………………………………………………..
B.2.e) Antonie van Leeuwenhoek ……………………………………………………………..
B.2.f) Jean le Rond D'Alembert ……...………………………………………………………..
B.2.g) Pierre-Simon Laplace ……..…………………………………………………………..
B.2.h) John Dalton ……..……………………………………………………………………..
B.3) Epistemoloik Devrimler…………………………………………………………………….
B.3.1.a) René Descartes.……………………………………………………………………......
B.3.1.b) John Locke………………………………………………………………………..
B.3.1.c) Geroge Berkeley…………………………………………………………………...
B.3.1.d) David Hume………………………………………………………………………....
B.3.2) Çağrışımcılık…………………………………………………………………………..
C) BETHOVEN VE EDEBİYAT……………………………………………………………....
C.a) Voltaire………………………………………………………………………….............
C.b) Moliére…………………………………………………………………...……………..
C.c) Goldoni………………………………………………………………………………….
C.d) Shakespeare……………………………………………………………………………..
A) RESİMSANATINDA………………………………………………………………….........
A.1) Beethoven Frizi………………………..……………………………………………......
A.2) Sarayda Beethoven……………………………………………………………………..
B) SİNEMA SANATINDA………..…………………………………………………………....
B.1) A Clocwork Orange…………………………………………………………………….
SONUÇ…………………………………………………………………………………………..
KAYNAKÇA……………………………………………………………………………………
ÖNSÖZ
Şefkatli ve kaba, hassas ve öfkeli, idealist ve maddeci, insan kardeşliğine inanmış dostlarının
sunduğu ayrıcalıkları gocunmadan kabul eden kavgacı hürriyet aşığı.. Gerçekte bu özellikler birbirleriyle
sıkıca ilgilidir ve duyarlılıkla yüklü, yapabileceklerinden fazlasını sezen, yalnız ve sorunlarla boğuşan büyük
bir sanatçıyı açıklar. Eserleri soluk aldığı havaya giderek egemen olan romantizm ögeleriyle karışmış koyu
bir klasik mizacı ortaya koyar. Beethoven, araştırmacı ve yazarlar için her zaman ilgi çekici bir konu olmuştır.
Bunun bir nedeni de hakkında oldukça fazla malzeme bulunmasıdır. Beethoven’ın en eskisi 1816 tarihli olan
ve bugün Berlin Müzesinde korunan on bin sayfanın üstündeki konuşma defterleri günlük yaşamının ip
uçlarını verir. Yine de bestecinin ve büyük sancılar yaşayan bir çağın gerilimine sözcülük eden eserlerinin
yeterince açıklanıp açıklanmadığı tartışılabilir.(Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni,syf.143, Cavidan Selanik)
Fransa’nın komşuluğu Beethoven’ı çok genç yaşta, Ren ötesinde doğan Cumhuriyetçi düşünceyi
tanımasını sağlamış, böylece Demokrasi, yaşamı boyunca politik ideali olmuştur. Daha önce müzik, imtiyazlı
sınıfların tekelindedir. Oysa Beethoven, müziğinde insanlığın soluğunu topladı ve gerekli gördüğü yerde
kuralları bozmaktan çekinmedi. “Pudralı Peruk Çağı’ndan ilk uzaklaşan besteci” olarak tanımlanan
Beethoven, yüreğinde “gerçek” ve “insan” sevgisi, günlüğüne şöyle yazıyordu: “Gücü yettiğince iyilik
yapmak, her şeyden çok hürriyeti sevmek, bir taht önünde olsa bile, gerçeği değiştirmemek…” (Müzik
Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.144, Cavidan Selanik)
Dünyanın felsefecilerine göre dünya üzerinde hayatın anlamını bulmuş tek kişi. En yoğun acıların
ve en büyük mutlulukların sanatçısı Ludwig van Beethoven için yazmak, bir savaştı. Yazacağı zaman
herkesten kaçardı, içindeki tanrıyla savaşmak ve ondan gerçeği çekip alabilmek için.. Yaratış kendini
borçlu bildiği kutsal bir görevdi. Beethoven, müzikte romantizmi hazırlayan, geleceğin büyük
bestsecileri için tükenmez bir örnek oluşturan, devrimci olduğu kadar güçlü bir klasik olarak benimsenir.
Bu bakımdan onun müzik tarihindeki yerini kesin çizgilerle tanımlama ve bir döneme bağlama
gayretinden vazgeçmekte yarar vardır.
Eserlerinin benzersiz başarısı Beethoven’in duygusal yaşamın bütün nüanslarını anlatmada ilk
olduğunu gösterir. Kompozisyonları, sarsıcı olayların, bireyciliğin gelişmesinin ve kişisel özgürlük
arzusunun kanıtlarıdır. Eseri, Avrupalı insanın bu iç devriminin sözcüsüdür ve yeni çağların büyük
habercisidir. Beethoven ‘in elinden çıkan bütün sayfalar derin hassasiyeti, şefkati, enerjisi ve dramatik
gücüyle seçilirler. (Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.150, Cavidan Selanik)
BİRİNCİ BÖLÜM: LUDWIG VAN BEETHOVEN İÇİN SOSYAL-PSİKOLOJİK BİR
İNCELEME
Beethoven'ın kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi Ludwig/Louis van Beethoven (1712-1773)
Belçika'nın Mechelen kentinde doğduktan sonra 20 yaşında Almanya'nın Bonn kentine taşınır ve bir
sarayda bas koristi olarak iş bulmasının ardından 1761 yılında o sarayın Kapellmeisterı olarak atanır ve
Bonn'un seçkin müzisyenleri arasına girer. Ludwig'in tek çocuğu olan Johann van Beethoven (1740-1792)
babası gibi Bonn'da aynı sarayda tenor olarak çalışır ve ayrıca klavye ve keman dersleri verir. 1767'de Johann
Heinrich Keverich (1701-1751)'in kızı olan Maria Magdalena Keverich (1746-1787) ile evlenir.
Beethoven Bonn'da gerçekleşen bu evlilikten sonra dünyaya gelen yedi çocuktan ikincisidir. Bu
evlilikten doğan yedi çocuktan sadece Beethoven ve diğer iki kardeşi Kaspar Anton Karl van Beethoven
(1774-1815), Nikolaus Johann van Beethoven (1776-1848) hayatta kalır. Beethoven'ın gerçek doğum günü
hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen vaftiz ediliş tarihi kilise kayıtlarına 17 Aralık 1770 olarak
geçmiştir. O dönemlerde yeni doğan bebekler doğdukları günden bir gün sonra vaftiz edilirler ve bu yüzden
Beethoven'ın doğum günü ailesi ve öğretmeni Johann Albrechtsberger (1736-1809) tarafından 16 Aralık'ta
kutlanır.
Beethoven'ın ilk müzik öğretmeni babasıdır. Daha sonra Gilles van den Eeden'den organ ve aile
dostu olan Tobias Friedrich Pfeiffer'den klavye dersleri alır. Aynı zamanda Franz Rovantini'den keman ve
viyola dersleri alır. Beethoven 5 yaşından itibaren çok yoğun müzik dersleri almaya başlar klavye öğretmeni
Pfeiffer bazen onu gece yatağından kaldırarak zorla dersler verir. Johann van Beethoven Mozart'ın babası
olan Leopold Mozart'ın oğlu ile birlikte çıktığı turnelerden ve başarılarından haberdardır. Bu onlarla aynı
yolu izlemeye başlar Beethoven ilk halka açık konserini 1778 yılında henüz yedi yaşında iken verir. 1779’da
Bonn’a gelen müzisyen Christian Gottlob Neefe, National Theater’da müzik yönetmenliği görevini üstlendi.
Beethoven, sanatçıdan piyano, org ve beste eğitimi almaya başladı. Bu çalışmalar sırasında Neefe,
Beethoven’ın dikkatini Bach’ın eserlerine çekti. Neefe’yle yaptığı çalışmalar, sanatçının hayatında bir dönüm
noktası olmuştur.
Babasının girişimi ve para hırsıyla çeşitli konser denemeleri yapan sanatçı, 1782’ye kadar maddi ve
sanatsal açıdan başarılı olamamıştır. Beethoven’ın müziği, 1782’de, Neefe’nin ‘Dressler’in Bir Marşı
Üzerine Do Minör Dokuz Çeşitleme’ ismini verdiği eserle doğmuştur. Sanatçı bu dönemden itibaren National
Theater’daki etkinlikleri takip etmiş ve opera için yapılmış besteleri inceleme fırsatı bulmuş, 1783’te ise ilk
üç piyano sonatını (Kurfürst) bestelemiştir. 14 yaşındayken Hofkapelle’de orgculuk görevini üstlenmiş,
Beethoven'ın bu muazzam yeteneği başpiskopos Maximilian Friedrich tarafından fark edilerek maddi ve
manevi yönden desteklenir, burada yeteneğini gösteren sanatçının dehasından söz edilmeye başlanmıştır.
O sıralarda baş gösteren Aydınlanma Çağı ve Masonluk Beethoven'ı derinden etkiler Neefe ve
Beethoven'ın çevresindekilerin çoğu aydınlanmışlar üyesidir. 1787 yılında Beethoven, Mozartla çalışmak
umuduyla Viyana’ya gider fakat varışından 2 hafta sonra annesinin hastalığını öğrenir ve geri döner
Beethoven aynı yıl içinde annesini kaybeder ve babası alkolik olur. Bunun sonucunda Beethoven küçük
kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kalır ve 5 yıl boyunca Bonn'da kalmaya karar verir. Bu sıralarda
Franz Wegeler ile tanışır ve onun sayesinde o zamanın seçkin ailelerinden olan von Breuning ailesi ile tanışır.
Beethoven sıkça von Breuning ailesinin evine ziyaretlere gider ve çocuklarına müzik dersleri verir. Bu
sıralarda Almanya’nın soylularından Count Ferdinand von Waldstein ile tanışır ve ondan maddi destek görür.
Daha sonra Beethoven onun adına bir sonat yazacaktır. Beethoven 1789 yılında babasının alkolizm
bataklığına düşmesinin ardından yasal yollara başvurarak babasının maaşının yarısının kendine ödenmesini
sağlar bu sayede ailesine destek olabilecektir. Aynı zamanda seçkin sarayların orkestralarında viyola çalarak
ailesine maddi katkı sağlamaya devam eder. Bu sayede Mozart'ın operalarıyla tanışır ve ünlü flüt virtüözü
Anton Reicha ile arkadaşlık kurar.
1785’te sanatçının bestelerinde niteliksel bir sıçramayla birlikte Mozart etkileri görülmeye
başlamıştır. Genç müzisyene öğretecek fazla bir şeyi kalmadığını fark eden Neefe, Beethoven’ı Mozart’la
çalışması için Viyana’ya göndermiştir. Sanatçı Viyana’ya 1 Nisan 1787’de ulaşmıştır. Bu dönemde
ekonomik zorluklar yaşayan Mozart, Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni ve son üç senfonisini
bestelemektedir. Özel ders verecek zamanı olmasa da Beethoven’ı dinlemiş ve ona bir süre ders vermiştir.
Fakat Beethoven, tüberküloz olan annesinin durumunun kötüleşmesi nedeniyle Bonn’a dönmek zorunda
kalmış ve bir süre sonra annesini kaybetmiştir. Bununla birlikte babası kamu işlerinden men edilmiş, evin
bütün yükü Beethoven’ın omuzlarına yüklenmiştir. Bir süre Kont Waldstein’in orkestrasında viyola çaldıktan
sonra Viyana’ya gider fakat Mozart hayatını kaybetmiştir.
Haydn, genç sanatçıya rehber olur. Pek çok soyludan davet almaya başlar, itibar görür.
Doğaçlamaları ise Viyana’da yankı uyandırır. Ancak çok geçmeden soyluların ilgisinden rahatsız olmaya
başlar ve “Mutluluk bana yaramıyor. Ben dünyaya mutlu, kaygısız bir hayat sürmek için değil, büyük eserler
yaratmak için gelmişim” der. Beethoven hiç evlenmemesine karşın, kadın güzelliğine karşı çok hassastı. Pek
çok aşk yaşamış, aile kavramına hep değer vermiştir. Tek operası olan ve 1791’de sahnelenen "Fidelio"da
bu kavramı açık olarak görebiliriz. Eş sevgisine verdiği önem, fedakârlık, vefa, sonsuz sevgi ve eşler
arasındaki saygı operada doruk noktasındadır. Evlat edinmeye karar vermişti. Bu karar onu yeğeninin
annesiyle gireceği yasal davalara, üzüntülere ve mücadelelere sürükleyecekti. Bu mücadelenin sonunda evlat
edindiği Karl bu üzüntülere dayanamayarak intihara teşebbüs etti. Karl ayrıca görme bozukluğu yüzünden
okulundan da atılmıştı. Beş yıl süren davalar, Beethoven'ın duygusal dünyasında yaşadığı hayalkırıklıkları,
artık tamamen kaybettiği işitme duyusu Beethoven'ın eserlerini de vermesini engelliyordu. Bütün bu
olumsuzluklara karşın intihar etme düşüncesinin karşısında şöyle demektedir. "Yalnız sanat alıkoydu beni.
Yaratmam gerektiğine inandığım her şeyi meydana getirmeden ölmeyi göze alamadım."
1794’ten sonra art arda besteler yapmaya başlamış, 1796’da üç sonatı basılmıştır. 1795’ten itibaren
bestecide duyma güçlüğü başlamıştır. 1799’da 1. Senfoni doğar. 1802’de sağırlığı artan ve çektiği acılara
dayanamayan Beethoven, birkaç arkadaşına rahatsızlığından söz eder ve vasiyetini yazıp kardeşlerine
gönderir. Fakat bir süre sonra toparlanıp yeniden beste yapmaya başlar. 1802’de 2 numaralı Op. 36
Senfoni’yi, 1804’te Üçlü Konçerto’yu bestelemiştir. Napolyon için yazdığı 3. Senfoni Eroica büyük bir etki
yaratmıştır.
Beethoven’ın yaşam öyküsünün yazarı Wilhelm von Lenz, sanatçının yapıtlarını üç döneme ayırarak
ele alır.
Birinci Dönem: Op. 1 Piyano, Keman ve Viyolonsel için Üç Üçlü’nün 1794’te tamamlanmasıyla
başlar. 1. Senfoni’yle Yedili’nin ilk seslendirildiği 1800 civarında sona erer. Bu dönemdeki eserleri, Haydn
ve Mozart’ın çağına ait gibidir.
İkinci Dönem: Do diyez minör Piyano Sonatı’ndan (Ayışığı) Op. 90. Mi minör Piyano Sonatı’na
kadar sürer. (1801-1814) Bu dönemde sağır olmaya başlar fakat yeni bir başlangıç yaparak Eroica Senfonisi
ve Appassionata Sonatı gibi eserlerini yaratır.
Üçüncü Dönem: 1814 ile sanatçının hayatını kaybettiği 1827 arasındadır. 9. Senfoni, Missa
Solemnis ve büyük yaylı çalgılar kuartetleri ile romantizme yönelen bir çabanın anıtlarını kazandırmıştır.
İlk dönem, sanatçının halk tarafından tanınmak için kullandığı dildir. İkinci dönemde sanatçı dilini
geliştirmeye çalışır. Üçüncü dönem ise artık halkla ilgilenmeyen, kendisi için beste yapan sanatçının dilidir.
6. Senfoni ilk defa 22 Aralık 1808’de Viyana’da seslendirilir. Beethoven kendi sözleriyle senfoniyi
şöyle anlatır; “Kır yaşamı konusunda fikir sahibi olanlar başlıklara bakmadan yazarın ne istediğini
sezebilirler. Ve eserin gerçek anlamda resimden çok bu yaşamın izlenimlerini taşıdığını da anlarlar.
Pastoral Senfoni resim değildir. Kır ve doğanın insanlara verdiği erişilmez zevkin, kırda uyanan
duygularının anlatımıdır.”
I. Allegro ma non troppo – Kıra Ulaşıldığında Uyanan Mutlu İzlenimler
II. Andante molto mosso – Dere Sahnesi
III. Allegro – Köylülerin Neşeli Toplantısı
IV. Allegro – Fırtına, Yağmur
V. Allegretto – Fırtınadan Sonra Duyulan Mutluluk ve Şükran Duyguları
Tamamen sağır olduğunda çalışırken sesin titreşimlerini anlamak için piyanosunun üstüne bir bardak
su koyuyor, notaya her bastığında suyun titreşimine bakıyordu:
1811’de ‘Arşidük Triosu’ olarak da bilinen ‘Si bemol majör trio’yu bestelemiştir. Bir süre sonra
metronomun mucidi Nepomuk Maelzel, sanatçıyı, bir savaş sahnesini yüceltici bir eser yazması için ikna
eder. 1813’teki ilk yorumuyla büyük başarı yakalayan ‘Wellington Zaferi’ (Victoria Savaşı) böylelikle doğar.
Ardından, eski monarşilerin restorasyonunu öven bir metne müzik yazmış ve ‘Zafer Anı’ başlıklı ‘Op. 136
Kantat’ doğmuştur. Bu eser sanatçıya en ünlü olduğu dönemi yaşatmıştır.
Sağırlığı büyük bir hızla ilerlerken 1814’te kemancı Schuppanzig ve viyolonselci Lincke’yle birlikte
‘Arşidük Üçlüsü’nün piyano kısımlarını çalarak halkın karşısına son kez çıkar fakat herkes çalınanları
duymadığını fark eder. Bu konserden sonra piyanistliğini bitirmeye karar verir. Bazı kaynaklar, sanatçının,
dişlerinin arasına bir çubuk alıp piyanoya dayayarak duyduğu titreşimlerle beste yaptığını söylemektedir.
1816’da ‘Op. 101 la majör Piyano Sonatı’ doğar. 1817, Beethoven için hastalıklarının ağırlaştığı,
sessizliğin arttığı bir dönem olmuştur. Çevresindekilerle iletişim kurmak için konuşma defterleri kullanmaya
başlamıştır ve bu durum ölene dek böyle sürmüştür. Büyük piyano sonatı ‘Hammerklavier’i 1819’da
tamamlar.
1820’de ‘Op. 109 mi majör Piyano Sonatı’nı besteler ve o günlerde çağın büyük piyanistlerinden
biri olarak görülen Carl Czerny’yi öğrenci olarak kabul eder. 1821’de akut sarılığa yakalanmış, hastalığı,
ölümüne neden olan karaciğer sirozuna dönüşmüştür. 1823’te sağlık sorunlarına, gözlerindeki ağrılı bir
enfeksiyon da eklenmiştir. Bu sancılı dönemde, en yüce eserler doğar: ‘Re majör Op. 123, Missa Solemnis’
ve sanatçının piyano eserlerinin doruğu olan ‘Op. 120, Diabelli’nin Bir Valsi Üzerine 33 Çeşitleme.
Beethoven ömrü boyunca hiç evlenmemiş, Diabelli Varyasyonları’nı ‘Ölümsüz Aşkı’na adamıştır. Kim
olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bu kişinin, Frankfurtlu bir tüccarın karısı olan Antonie Brentano
olduğu tahmin edilmektedir.
Beethoven ömrü boyunca kolit, romatizma, cilt hastalıkları, tansiyon, enfeksiyonlar, çıbanlar, damar
hastalıkları gibi pek çok rahatsızlık geçirmiştir. Goethe ile karşılaştığı Tepliz’e ünlü kaplıca sularında tedavi
olmak için gitmiştir. Bu dönemde 9. Senfoni’nin çalışmaları sürerken, sanatçının rahatsızlıkları artar. Bazı
kaynaklara göre, besteci geçirdiği şiddetli bir sinir krizinden sonra dinlenmek, biraz kendini toparlamak için
gitmişti oraya. Aslında, nöro-psikiyatr ve psikanalist Edward Larkin’in son çalışmaları sayesinde bugün,
Beethoven’in kolit, romatizma, romatizmal ateş, cilt hastalıkları, çıbanlar, bitip tükenmez enfeksiyonlar, göz
yangısı, tansiyon ve dejeneratif tipte damar hastalıklarından muzdarip olduğunu biliyoruz. Wegeler’in
anlattığına göre, 1807 yılında Beethoven, bir çıban yüzünden neredeyse bir parmağını kaybediyordu. 1808’de
yine bir çıban yüzünden çenesinin şekli bozuldu ve 1813’de ayağındaki bir enfeksiyon ateşini öyle yükseltti
ki, tüm duyularını kaybedebilirdi.* ‘9. Senfoni’yi 1824’ün şubat ayında tamamlar. Eser ilk kez Viyana’da 7
Mayıs 1824’te dinlenmiştir. Konser, dinleyicilerin heyecanı içinde alkışlarla kesilir. Fakat Beethoven ne
alkışları duyabilmektedir, ne de çalınanları. Aslında senfonide anlatılan bir insandır. Bir sevinç kutlanır
Schiller'in şiirinde. Beethoven, Schiller'in metninden ayrılarak hayatı dile getirir. Melekler korosu, insanları
yeryüzünde bir armağan bekleyerek, cesaretle acı çekmeye davet etmektedir. Kini, intikamı unutalım,
düşmanlarımızı affedelim. Yaşanan sevinç, insanlığı kendi yurdu olan insanlık cennetine götürmektedir.
Cennet, insanın kendi aklı ile uğraştığı, bütün İnsanlar doğa ile birleşip Tanrı katına varana dek, bir öpüş
içinde kucaklaşır ve evrenin sırrına varırlar. Bunu kendi aklı ile yaratır insanoğlu... Senfoni tüm senfonilerden
insan sesinin eklendiği, koro ve solistlere yüreğini açmış tek senfonidir. 1825’te ise ‘Op. 132 Kuartet’, ‘Op.
133, Büyük Füg’ ve ‘Op. 130 Kuartet’ doğmuştur.
1 Aralık 1826’da yaptığı yolculuktan sonra rahatsızlanır. 5 Aralık’ta gelen doktor, sanatçının
durumunun umutsuz olduğunu söylemiştir. 24 Mart 1827’de komaya girer ve iki gün komada kalır. Bilim
insanlarının Beethoven'in öldükten hemen sonra kesilen saçlarından çıkardıklarına göre saç tellerinde normal
bir insanınkinden yüz kat daha fazla kurşun bulunmuş, büyük sanatçı 56 yaşında kurşun zehirlenmesinden
29 Mart’ta hayatını kaybetmiştir. Aslında daha yaşarken ölümsüzleşmiş olan Beethoven, yaklaşık 20 bin
kişinin katıldığı bir cenaze töreninin ardından Wahring Mezarlığı’na defnedilmiştir. Naaşı, 1888’de
Schubert’in vasiyetinde belirtmesiyle beraber Viyana Merkez Mezarlığı’na Schubert’in mezarının yanına
aktarılır.
Alman topraklarında yeşeren lied yani sanat şarkısı (kunstlied) türünün kökeni, Fransız
troubadur’ların Tötonya’daki eşdeğeri olan minnesinger-meistersinger’lerin söylediği monofonik
ezgilere dayanıyor. Bugün aşina olduğumuz klasik ve romantik dönem lied sanatının uzak çağlardan
gelen ayak sesleri bunlar. Polifonik lied yazımında ilk bilinen önemli isimse, Oswald von Wolkenstein
(14. ve 15. yüzyıllar). 16. yüzyılda Lassus’un İtalyan madrigali ve Fransız chanson’larından etkiler
taşıyan lied’leri öne çıkarken 17. ve 18. yüzyıllarda Alman lied’inin bu kez o dönem gözde olan İtalyan
kantat ve operalarından esinlendiğini görüyoruz.
Handel ve Johann Sebastian Bach, vokal müzik alanındaki dehalarını lied’den ziyade kantat ve
opera alanına hasretmeyi tercih etmişler. Klasik dönemin Schubert öncesi lied sanatında, Berlin Okulu
bestecilerinin (Agricola, C.P.E. Bach, Graun, Hiller) çetrefil olmayan klavye eşliği, sade ezgiler ve aynı
sadelikteki armonik yapıya sahip lied’lerinden sonraki dönemde Haydn-Mozart-Beethoven üçlüsünün,
lied’i, kendilerini ifade etmekte önemli bir enstrüman olarak görmedikleri söylenebilir. Beethoven, "Bir
Masonun Tekris Töreni" ile "Masonik Sualler" (Maurerfragen) adlı koroya eşlik eden bir lied
bestelemiştir. Sözlerinin kendisine ait olmadığını belirten besteci, lied'in müziğinin kendisine ait
olduğunu yine Dr. Wegeler'e yazdığı bir mektubunda dile getirmektedir.
Beethoven’ın eserlerinde Türk etkisine rastlanır. Bazı eserlerinde Yeniçeri Marşı, ziller, vurmalı
çalgılar ve Mehter Marşı yer alır. Sanatçı 19. yy müziğini derinden etkilerken, Schubert, Brahms,
Mendelssohn gibi besteciler, eserlerinde ona özgü özellikleri kullanarak, hayranlıklarını yansıtmışlardır.
Beethoven 1811 yılında yazdığı Op. 113 ‘Atina Harabeleri’ (Die Ruinen von Athen) adlı sahne
yapıtındaki ‘Derviş Korosu’nu bestelerken beste-i kadim dügah Mevlevi Ayini’nden esinlenmiş. Tabii
bunu küçük bir esinlenme öyküsü olarak değil de Beethoven’ın Türk müziği hakkında genelde
varsayılandan çok daha fazla bilgisi olduğu gerçeğiyle ele alırsak her şey daha anlamlı oluyor.
Beethoven “Derviş Korosu”nu bestelerken Fransız tüccar Jean Antoine du Loir’ın İstanbul’da
dinleyip 1654’te Paris’te yayımladığı notalardan yararlanmış. Ve ‘Atina Harabeleri’ bugüne kadar bir
bölümü dışında Türkiye’de hiç sahnelenmediği için durum kimsenin dikkatini çekmemiş. Oysa ki ele
geçen bulgular ışığında ‘Derviş Korosu’nu, uluslararası sanat müziğinde varlığını sürdüren Mevlevi
müziği etkilerinin, ilk örneği olarak kabul etmemiz gerekiyor. Üstelik Beethoven’ın Türk müziğine
1808’de başlayan ilgisi, bestelediği Türk özelliklerine sahip eserlerle ölümüne kadar gelişerek devam
etmiş. Yazdığı birkaç Türk Marşı‘nın da ötesinde, en son ve en büyük eseri kabul edilen 9. Senfoni’nin
son bölümüne, mehter müziğinin özelliklerini yansıtan bir ‘Türk Müziği’ bile eklemiştir. Yani; Avrupa
ve Türk müziklerinin yüzleri birbirine dönüktür ve birbirine gülümseyerek bakan iki yüzdür onlarınki.*
XVII. VE XVIII. YÜZYILLARDA DÜNYA
Otuz Yıl Savaşları, Alman, İmparatorlu II. Ferdinand’ın ülkesinde mezhep birliğini
sağlamak ve Protestanlığı yok etmek istemesinden dolayı çıkmıştır.
A.1.3) Kölelik
Napolyon Bonapart, Fransa’nın Korsika adasındaki soylu bir aileden gelip Avrupa
kıtasının büyük bir çoğunluğuna hâkim oldu. 1815’de Waterloo Muharebesi’nde aldığı
mağlubiyetin ardından, Güney Atlantik’te yer alan St. Helena adındaki ücra bir adaya
sürgüne gönderilerek kalan günlerini burada geçirdi.
Sözde Cenova hâkimiyetindeki Korsika, 1768 1769 yılları arasında Fransa
tarafından ele geçirildiğinde hemen hemen bağımsız bir bölgeydi. Napolyon’un annesi
Maria Letizia Buonaparte ve babası Carlo Maria di Buonaparte Fransız destekçisiydi ve
aile Fransız hükümeti tarafından soylu olarak kabul edilmekteydi. Fransız hükümetinin
bu takdiri Bonapart’ın askeri okula girmesini ve topçu subayı olarak eğitim görmesini
kolaylaştırmıştı.
Bonapart, 1779-1784 yılları arasında Fransa Brienne’deki askeri okula gidene
kadar Fransızcayı akıcı bir şekilde konuşamıyordu. Brienne’deki eğitimini
tamamlamasının ardında, Paris’te daha ileri düzeyde bir askeri akademi olan Ecole
Militaire’e katıldı. Buradan 1785’de mezun olarak Fransız ordusunda topçu subayı
olarak göreve başladı. 1789’da başlayan ve Fransız Kralı XVI. Louis’nin boynunu
vurduran Fransız Devrimi, Bonapart’ın askeri becerisini kullanıp iktidara yükselişine
uygun bir yol hazırlayan istikrarsız bir siyası ortam yaratmıştı.
Yükselişi, monarşi yanlısı bir grup Fransız’ın 1793’de İngilizler’in yardımıyla
Toulon kentini le geçirmesiyle başladı. Cumhuriyetçi hükümet kenti geri almak için
askeri bir keşif düzenlemeye karar verince harekâtın önderlerinden biri olarak
görevlendirilen Napolyon geliştirdiği savaş planıyla kentin geri alınmasını sağladı.
Ardından 1795’de, Paris’deki bir isyanı bastırmada askeri kuvvetlere yardım etti.
1796’da Napolyon, İtalya’daki Fransız kuvvetlerinin komutanı olarak atandı ve
emrindeki birlikler yalnızca bir yıl içerisinde İtalya’nın büyük bir çoğunluğunu
Avusturya’nın ise bir kısmını hâkimiyetleri altına aldı. Ele geçirilen topraklar Fransa’ya
para ödemek ve mal vermek zorunda bırakıldı. Napolyon, düşman kuvvetlerini köşeye
sıkıştırıp bölmek için hızlı yürüyüşler kullanmıştı. Askerlerini, savaş olduğunda düşman
kuvvetlerini sayıca geçecek şekilde stratejik bir şekilde konuşlandırıyordu. Askerlerine
övgüler yağdırıyor morallerini yüksek tutmaya çalışıyordu.
Napolyon bunların yanı sıra, Kod Napolyon olarak bilinen bir kanun metni de
düzenlemişti. Metinde inanç özgürlüğünü sağlayan hükümler yer alsa da kocalarının
üzerlerinde ağır bir tahakküm kurduğu kadınlara verilen haklar oldukça kısıtlıydı.
1792 yılında Viyana’ya giden Beethoven klasik müziğin ünlü bestecisi Joseph Haydn’ın
yanında çalışmaya başladı. Joseph Haydn kısa sürede Beethoven’ın üstün yeteneğini fark
etti ve her konuda ona destek oldu. Beethoven, başlarda besteci olarak değil piyanist
olarak adını duyurdu. Daha sonra yaptığı bestelerle klasik müziğin 19. yüzyılın sonuna
kadar yaşayan tüm müzisyenleri etkiledi.
Beethoven’ın dokuz senfonisi, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, bir
piyano, keman ve çello için üçlü konçerto, otuz iki piyano sonatı ve birçok oda müziği
eseri bulunmaktadır. Sadece bir opera, Fidelio, bestelemiştir. İlk senfonisini 1800 yılında
yapmıştır. 3. senfonisini, Eroica olarak da bilinir, Napolyon’a, Avrupa’ya demokrasi
getirdiği için adamıştır. Ancak daha sonra Napolyon kendini İmparator ilan ettiğinde bu
adamayı geri almıştır. Beethoven'ın sekreterliğini yapmış besteci Ferdinand Ries'in
anlattığına göre Napolyon'un imparatorluk ilan etmesine (2 Aralık 1804) çok içerlemiş
olan Beethoven, senfoninin ilk sayfasını yırtıp atmış. Bu sayfanın üst kısmında
"Bonaparte", altında da "Luigi Beethoven" yazılıymiş. Ferdinand Ries'e şunları söylemiş
besteci:
"Ist er auch nichts anderes wie ein
gewöhnlicher mensch? Nun wird er
auch alle menschenrechte mit füßen
treten, nur seinem ehrgeize frönen, er
wird sich nun höher wie alle anderen
stellen, ein tyrann werden!" ("O da
sıradan biri (alışılmış politikacı) değil
mi sadece? Şimdi bütün insan haklarını
ayakları altına alacak, yalnızca kendi
ihtirasını tatmin edecek; kendini
herkesten üstün görüp bir tiran
olacak.")
Sonrasında Beethoven yapıtını Kont
Lobkowitz'e ithaf etmiş, Senfoni ilk
defa 1806'da yayımlandığında ise şu
başlığı taşıyormuş: "Sinfonia Eroica,
Composita per festiggiare il sovvenire di un grand uomo" ("Kahramanlık Senfonisi,
Büyük bir adamın hatırasını kutlamak için bestelenmistir") 9. senfoni ise en çok bilinen
ve bugün Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisidir.*
B) Devrimler
XVIII. yüzyılın sonunda yaşanan gelişmeler Fransa başta olmak üzere Avrupa'da yeni
toplumsal koşulların yarattığı bir devrimler dalgasını doğurdu. Eric Hobsbawm'ın "Devrimler
Çağı" olarak nitelendirdiği çağ aynı zamanda yeni bir toplum ve kültürün doğuşuna işaret
ediyordu. Fransız Devrimi, Fransız tarihinde, ekonomik anlamda üstünlüğü sağlayan geçiren
burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirerek burjuva kapitalist toplumunu kurmasıydı. Fransız
devriminin iki özelliği vardı. Birincisi, devrimin feodalizmden kapitalizme geçişi sağlamasıdır.
İkincisi ise Fransız toplumunun yapısından doğan ve çeşitli burjuva devrimleri içinde Fransız
devriminin kendine özgü niteliğini ortaya koymasıdır (Hobsbawm, 2000, Furet 2013).
Demokrasi üstüne incelemeleriyle tanıdığımız Fransız düşünür Alexis de Tocqueville, Fransız
devrimini şu sözlerle tanımlamaktaydı: "Fransız devrimi siyasal bir devrimdir, ama işleyiş ve
görünüşüyle dinsel bir devrime benzemektedir. Bir din hareketinin bütün özelliklerini
taşımaktadır; yalnız yabancı ülkelere yayılmakla kalmamış, oralara vaazlarla, propagandalarla
götürülmüştür. Tutkuları en şiddetli siyasal devrimlerin o zamana kadar ulaştıramadıkları
düzeylere çıkarmıştır." (Tocqueville, 2004) Devrimin ve Napoleon'un neden olduğu fırtına
Avrupa'da yalnızca siyasi demografyanın dönüşümünde değil kültürel yönelimlerde de yeni
gelişmelerin önünü açtı. Devrim ve Napoleon, kardeşliği hukuki anlamda, bütün Fransızları
yasa önünde eşit kılarak sağlamıştı. Bu durum daha geniş bir anlamda ulusçuluğun teşvik
edilmesiyle gerçekleştirilmişti. Fransız ulusçuluğu 1789'dan çok önceleri de vardı; ancak kabul
etmek gerekir ki 23 Ağustos 1793 tarihli kararıyla yeni bir ulusçu inanışı formülleştirmek
konvansiyona kalmıştı. Ardından Napoleon'un kurduğu imparatorluk, ulusçuluğun görülmemiş
genişlikte bir emperyalizme nasıl kolaylıkla yol açabileceğini kanıtlamıştı (Sarıca, 1970, s. 127-
130, Lee Wolf vd., 1982, s. 271-272). Devrimin, eski düzen ve topluma dair ezberleri bozması
Avrupa'da muhafazakar bir tepkinin yükselmesine neden olmuştu. Waterloo'ya gelindiğinde,
Avrupa yalnızca Napoleon'a değil, Napoleon'u olanaklı kılan Aydınlanmaya da sert bir tepki
gösteriyordu. Aydınlanmaya karşı tepki "Romantik Akım" biçiminde ortaya çıktı. Romantik
yazar ve sanatçılar inanç, duygu, gelenek ve Akıl Çağının itelediği daha başka değerler adına
18 yüzyılın aklına itiraz ediyorlardı. Akla karşı Romantik protesto 1840'larda gücünün
doruğuna ulaştı. *
B.1) Toplumsal Devrimler
28 Kasım 1773’de Hindistan’dan, İngiliz gemileri Boston limanına çay getiriyordu. Geminin
limana yanaştığını fark eden halk, çaya yapılan vergiye tepki olarak Boston limanına akın
ettiler. Gelen gemiler valinin izni olmadan ne boşaltılabiliyor ne de geri çıkış yapabiliyorlardı.
Bunun üzerine 20 günün ardından koloniciler harekete geçtiler. 100 kişi kılık değiştirerek
gemide bulunan bütün çayı denize döktüler. Bu hareketin lideri Samuel Adams’dı. Limanın
yüzeyi çayla kaplanmıştı ve bu olay diğer gün İngiltere hükümeti tarafından büyük tepkiyle
karşılandı. 16 Aralık 1773 tarihinde gerçekleşen bu olaya “ Boston Tea Party” (Boston çay
partisi) adı verilmiştir. Olayın ardından İngiliz hükümeti, limana girişleri yasakladı ve hiçbir
gemi ve insanın yaklaşmaması emretti. Bunu üzerine Boston halkı bu karara çok büyük bir tepki
verdi. Başında Jefferson’un bulunduğu bir grup kişi tören yapmaya karar verdiler. İngiliz
hükümetinin buna karşı çıkmasıyla birlikte Jefferson’da dahil olduğu 89 kişi, hükümeti protesto
ettiler.*
Napolyon Bonapart’ın, 14.Louis’in ölümünün ardından boş kalan Fransa tahtının güçlü
bir kral tarafından doldurulamaması ve istikrarsızlıkların hüküm sürdüğü bir coğrafya haline
gelmesi ile halkının bağımsızlık savaşı arasında kalan bir topçu subayının Fransa’yı eski gücüne
kazandırma azminin yol açtığı uzun ve büyük savaşlarına göz atıyoruz.
1791’de yeni Fransa Anayasa’sının yürürlüğe girmesini takip eden yılda başlayan ve
Büyük Britanya, Rusya, Avusturya gibi ülkelerin başını çektiği Koalisyon gücünün Fransa’ya
karşı olan egemenlik savaşı, Fransa’nın galibiyetleri ile başlayan ve yenilgisi ile sonuçlanan,
içinde büyük bir değişim ve dönüşüme sebebiyet veren Napolyon Savaşları.
Savaş, kelime anlamı olarak devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı
mücadele olarak tanımlanır. Ancak savaşlar meydanlarda ya da şehirlerde eski-yeni çatışması
olarak karşımıza çıkar. Eskiye duyulan özlemin ve yeniye duyulan isteğin karşılaşması olarak
adlandırabiliriz. 1791’de Fransa’da kesin olarak yıkılan eski düzenin gerekliliğini savunan
soylu kesimin gerçekleştiremediği dönüşüm hareketini İtalya’dan galip ayrılan Napolyon
Bonapart’ın kısmen geri getirdiğini söylemek mümkün. Aslında olan ise yeni düzen kavramının
dönemin Avrupasında yerleşememesi bu savaşları doğurmuştur. Koalisyon Savaşlarının, bir
diğer adı ile Napolyon Savaşları’nın başarıya ulaşamamasının en temel olgularından birisi
Napolyon’un Fransa’ya George Washington olarak değil de bir Jül Sezar ideali ile dönmesi
olmuştur. Devrime yol açan yeni kavramını tam kavrayamayan soylu evliliği ile halktan kendini
kopartan Napolyon büyük bir yenilgi ile tahtan indirildi. Ve kendi idealini gerçekleştirdiği elleri
ile kendi sonunu da getirmiş oldu.
İtalya’da göstermiş olduğu başarı ve galibiyet ile sonuçlanan savaşın ardından ordusu
ile Avusturya’ya yürümüştür. İşgal edilme tehlikesinde olan Avusturya, Fransa ile Campo
Formio Antlaşmasını imzalamıştır. Ülkeye dönen Napolyon, yönetimin isteği olan Britanya’nın
işgali yerine kendi fikrini sunarak Osmanlı toprağı olan Mısıra yönelmiştir. 1798 yılında Mısıra
sefer düzenleyen Napolyon başlarda başarılı olsa da donanmasının yakılması ile Fransa’ya geri
dönmüştür.
2. KOALİSYON
4.KOALİSYON
5. KOALİSYON
6. KOALİSYON
7. KOALİSYON
Sürgünden kaçarak yönetimi tekrar ele alan Napolyon’a karşı Büyük Britanya,
Avusturya, Prusya ve Rusya tarafından oluşturulmuştur. Ancak diğer koalisyon savaşlarına
nazaran Fransız ordusu ve Napolyon Waterloo Muharebesi ile yenilgiye uğrayarak, ölümüne
kadar Helena adasına sürgüne gönderilmiştir. Fransa’da hanedan tekrar başa gelerek 1830 yılına
kadar yönetimde bulunmuştur.
1765 yılında Amerika’da başlayan devrim hareketi 1783 yılında başarıya ulaşmasının
ardından başta Fransa olmak üzere pek çok ülkeye de örnek teşkil etmiştir. 1789’da yayınlanan
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Fransa’nın yeni düzene ilk adımını oluşturmuştur. Ancak yeni
kavramının tamamı ile rayına oturması için Fransa uzun ve sancılı bir dönemden geçmiştir.
1791 yılında yayınlanan yeni Fransız Anayasasının içinde barındırdığı halk egemen toplum
düşüncesi bazı kesimlerin hazır olmadığı bir ortamda ortaya çıkmıştır. Fransa içerisinde baş
gösteren terör dönemi ve Robespirre’in başını çektiği Jakobenler adlı Direktuvar yönetim ile
koalisyon güçleri arasında gerçekleşen bir dizi savaşa neden olmuştur (1792-1797). Savaştan
galip ayrılan taraf Fransa olmasına rağmen ilerleyen yıllarda yönetimin ve yönetim sisteminin
el değiştirmesi ile sonuçlanmıştır. İtalya seferinin başkomutanı Napolyon Bonapart’ın Kuzey
İtalya’da zafer kazanması onu genç yaşta halkın gözünde bir kahraman olarak tanınmasına
neden olmuştur. Kuzey İtalya karşısında güneyde bulunan ordunun kazanamadığı zaferi
kazanarak Avusturya önlerine kadar ilerlemiştir. İşgal tehdidi altında bulunan Avusturya,
Fransa ile Campo Formio Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır.
1792’den 1815 yılına değin süren savaşlar dizisinde Napolyon; subaylığı, konsüllüğü,
imparatorluğu, başkomutanlığı gibi unvanlarda karşımıza çıkmaktadır. Uzun yıllar sözde
cumhuriyet adıyla diktatörlük rejimi ile yönetilen Fransa çeşitli Avrupa ülkeleri ve Büyük
Britanya’nın yoğun baskıları ile hanedanlık yönetimine geri dönmüştür. Eski rejim ve yeni
dünya çatışmasının belki de en yoğun yaşandığı dönem olarak kabul gören bu dönem ilerleyen
yıllarda yenilenme çabası içine giren Dünya ülkelerine bir yol gösterici konumunda olacaktır.
Bu denli yoğun süren çatışma, eski özlemi ve yeni düşüncesi arasında ki geçiş sürecinde
yaşanan bu sancılı sürecin uluslararası düzende büyük bir yer edinmesine yol açmıştır.
1830’dan sonra göreceğimiz ihtilal hareketlerinin dayanak noktası olan koalisyon savaşları ve
Fransız Devrimi yalnızca kan ve gözyaşı ile elde edilebilecek tecrübeler kazandırmıştır . (Furkan
KANBUR, Bir Topçu Subayının İmparatorluk ve Dünya Hakimiyeti Hayali Koalisyon Savaşları Ve Avrupa,
2020)*
Batı yarıküredeki en başarılı Afrikalı köle ayaklanmasıdır. Devrim sonucunda Haiti siyahlar
tarafından yönetilen tarihteki ilk cumhuriyet olmuştur. Devrim sırasında Haiti’nin adı Saint-
Domingue idi ve bir Fransız kolonisiydi. Devrim sürecinde Afrika kökenli halk kendisini
Fransız egemenliğinden ve köleliğin boyunduruğundan kurtarmıştır. Kölelik dönemi sırasında
yüzlerce köle isyanı olmuş olmasına rağmen bulunduğu ülkeyi tamamen özgürleştiren tek
başarılı isyan Haiti Devrimi’dir.
Haiti modern tarihte Afrika kökenli insanlar tarafından yönetilen ilk cumhuriyettir. Fransız
kolonisiyken doğrudan kendi kendi yöneten bir cumhuriyet olmuştur. Koloni yönetiminin
uyguladığı, eğitimsiz çoğunluğu şiddet ve tehditlerle azınlık diktasının yönetmesi anlayışının
etkileri kalıcı olmuştur. Artık beyaz-siyah ayrımı aşılmış, yeni bir yönetici sınıf oluşmuştur. Bu
sınıf Afrika kökenlidir, hatta bazılarının ataları Avrupa’dan göçen çiftçilerdir. Bazıları eğitim
görmüş, orduda askerlik yapmış, para biriktirmiş ve arazi almıştır. Doğrudan Afrika’dan köle
olarak getirilen çoğunluk siyah Haitililerden daha açık tenli olan bu melez sınıf, siyaset ve
ekonomiyi egemenlikleri altına alacaklardır. Tarihte önemli yeri olan Haiti Devriminin
oluşmasını çok karmaşık etkenler tetiklemiştir.*
Aydınlanma çağında, deney ve gözlem; aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemin
ilkeleri olarak ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde çığır açıcı gelişmelere/bilimsel devrimlere kaynaklık
etmiştir. Rönesans dönemi ve Aydınlanma çağında; insan aklının özgür düşünmesini engelleyen dinsel
dogmatizmden/her türlü vesayetten/geleneklerin baskısından kurtularak insanın aklının özgürleşmesi
sonucu bilim/sanat/mimari/ astronomi/tıp/doğa bilimleri gibi hemen her konuda olağanüstü bilimsel
gelişmeler oluşmaya başladı. Böylece, Aydınlanma Çağının belli başlı filozofları ve bilim insanları
ortaya çıktı; Bunlara örnek olarak F. Bacon, R. Descartes, Voltaire, J.J. Rousseau, Diderot, A. Smith, I.
Kant gibi ünlü düşünürler/filozoflar sayesinde deney ve gözleme dayalı bilimsel faaliyetlerde çığır açıcı
ani bilimsel sıçrayışlar başlamış ve devrim niteliğinde bilimsel buluşlara imza atılmış ve Sanayi
Devrimine yol açmışlardır. Aydınlanma Çağında, Deney ve gözleme dayalı ilk bilimsel kitapları
yazarak/yayınları yaparak bilimsel devrime olağanüstü katkı yapan Isaac Newton, Rene Decartes,
William Gilbert, Galileo Galilei, Nicolaus Copernicus, Johannes Kepler, Antoine Lavoisier gibi bazı
öncü bilim insanları sayılabilir.
AYDINLANMA ÇAĞINDA BİLİMİN GELİŞMESİNE ÖNCÜLÜK EDEN ÜNLÜ BİLİM İNSANLARI
Rönesans dönemi ve özellikle Aydınlanma Çağında Batı Avrupa’da olağanüstü düşünsel/ zihinsel
devrim sonucu insan beynini/aklını tutsak eden, geçmişte var olagelen tüm
bariyerlerden/engellerden/dogmalardan/yanlış kanılardan/yanlış inanışlardan/donmuş geleneklerden
kurtararak insanın nasıl yaratıcı olabileceğini, çığır açıcı buluşlar/bilimsel devrimler yapılabileceğini
göstermek için Aydınlanma çağının en önemli kritik düşünürleri/filozofları/bilim insanları hakkında
bazı bilgiler vereceğim ve yaptıkları büyük buluşları/icatları özetlemeye çalışacağım; Bunlardan
özellikle, Decartes, Newton ve Lavoisier gibi büyük dâhilere dikkat çekmek istiyorum. Aydınlanma
döneminde dünyada ilk defa bilimin gelişmesine öncülük eden şu ünlü bilim insanları hakkında aşağıda
bilgiler sunacağım: William Gilbert(1544-1603), René Descartes(1596-1650), Isaac Newton (1643-
1727), Galileo Galilei (1564-1642), Antoine Lavoisier(1743-1794), Jean le Rond D'Alembert (1717 –
1783), Antonie van Leeuwenhoek(1632-1723), Pierre-Simon Laplace (1749-1827), John Dalton (1766-
1844).
İngiliz fizik bilimcisi, doğa filozofu ve tıp doktoru William Gilbert(1544-1603), 1600 yılında elektrik
(statik elektrik) konusunda yaptığı deneylerin sonuçlarını De Magnete isimli kitabında yayınladı.
Gilbert, bu kitabında yer küresi Dünya’nın dev bir mıknatıs olduğunu, merkezinde demir bulunduğu
için kuzeye gidildikçe pusulanın kuzeyi gösteren ucunun yere doğru yöneldiğini de kitabında açıkladı.
“Elektron” sözcüğünü ilk kullanan kişidir. Bazıları onu, elektrik mühendisliğinin ya da elektrik ve
manyetizma’nın babası olarak kabul eder. Gilbert o yüzyıllarda yaygın olan Aristotelesçi felsefeyi ve
üniversitede skolastik eğitim yöntemini şiddetle karşı çıkmıştır.
İngiliz matematikçi, fizikçi, kimyacı, felsefeci ve mucittir. Tarihte adından en çok söz ettiren bilim
insanlarından birisidir. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağının en etkili bilim insanı olup 1687’de basılan “Doğa
Felsefesinin Matematik İlkeleri” adlı kitabında klasik mekaniğin prensiplerini açıkladı, hareketin üç
yasasını ve evrensel kütle çekimini ortaya çıkardı; Newton ayrıca, diferansiyel ve integral hesap
yöntemlerini geliştirdi, ışığın renklere ayrılması ve aynalı teleskop gibi buluşlarıyla modern bilimin
gelişmesine çok büyük katkılar sağlayan Aydınlanma Çağının en büyük filozofu/bilim insanıdır. Bilime
yaptığı çığır açıcı katkıları nedeniyle, 1672 yılında İngiliz Kraliyet Akademisine (Royal Society) üye
yapıldı. Çekingen olması nedeniyle birçok buluşunu yıllar sonra yayımlayan Newton; geliştirdiği
integral hesabı yöntemini tam 38 yıl sonra yayınlayabilmiştir. Renkler konusunda yaptığı bilimsel
çalışması nedeniyle çağdaşı diğer İngiliz bilim insanı Robert Hooke’un eleştirilerine maruz kalan
Newton; bilim dünyası ile ilişkisini bitirerek içine kapanmayı seçti. Fransız Bilimler Akademisi’nin
yabancı üyeliğine 1699 yılında getirilmiş olup ve İngiliz Kraliyet Akademisi(Royal Society)
başkanlığına da 1703 yılında getirilmiştir.
Modern kimyanın kurucularından olup büyük bilimsel başarılara imzasını atmıştır; Periyodik Tablo
ve oksitlenme teorisi gibi kimyanın temel konularıyla ilgili ilk uğraşanlardandır. Fransız Devrimi
(İhtilali) sırasında Kral taraftarı olduğu gerekçesiyle trajik bir şekilde giyotinle idam edilmiştir. Ayrıca
kendi adıyla anılan, oksijeni ve kütlenin korunumu yasasını geliştirerek gerçek dışı teorileri
sonlandırmıştır. Fransız Aydınlanma Çağının akılcı/rasyonalist atmosferinde ortaya çıkan büyük bilim
insanı Lavoisier’den önce, kimya alanının hiç bir bilimsel bir niteliği yoktu; Ortaçağ Avrupa’sında
Simya olarak bilinen ve bilimsel olmayan ilkelere dayanan bir alan niteliğindeydi Kimya. Lavoisier ve
onunla aynı dönemde yaşayan İngiliz Henry Cavendish ve Joseph Priestley gibi bilim insanlarının
katkılarıyla kimya, gerçek bir bilim dalı haline geldi. “Traité Élémentaire de Chimie” (1789) (Kimyanın
Temel Kitabı) isimli bir kantitatif kimya kitabını 1789 yılında yayınlayarak modern kimyanın temel
prensiplerini ortaya koymuştur. Lavoisier'i unutulmaz yapan bir özelliği de maddelerin kimyasal
değişimlerini ölçmede gösterdiği olağanüstü başarısıydı. Bu özelliği ona "Kütlenin Korunumu Yasası"
diye bilinen çok önemli bilimsel bir ilkeyi ortaya koyma imkanı sağladı. Lavoisier, kendi adıyla da
anılan “kütlenin sakınımı yasasını” şöyle dile getirmişti: “Doğanın tüm işleyişlerinde hiçbir şeyin yoktan
var edilmediği, tüm deneysel dönüşümlerde maddenin miktar olarak aynı kaldığı, elementlerin tüm
bileşimlerinde nicel ve nitel özelliklerini koruduğu gerçeğini tartışılmaz bir aksiyom olarak ortaya
sürebiliriz”, demiştir ve böylece modern kimyanın temelini atmıştır.
Bir Fransız matematikçi, fizikçi (mekanik) ve filozoftur. D'Alembert'in dalga denklemleri için
geliştirdiği yöntem, ondan sonra kendi ismiyle anılmaya başlamıştır. Aydınlanma çağı filozofu olan
Denis Diderot ile birlikte Ansiklopedi (Encyclopédie) yardımcı editörlüğünü yapmıştır. Aydınlanma
Çağında yetişen en ünlü bilim insanlarından biri olan D’Alembert’in dalga denklemleri için geliştirdiği
yöntem ondan sonra kendi ismiyle adlandırılmıştır. Ayrıca kısmi diferansiyel denklemler alanında da
öncülük yapmıştır. Fransız Bilimler Akademisi üyesi idi. Mekanikte “D’Alembert prensibi” diye bilinen
ünlü teoremini açıkladığı Traite de Dynamique (“Dinamik İncelemesi”) adlı kitabını 1743’te yayınlayan
D’Alembert, bir sonraki yıl bu prensibi akışkanlara uyguladı ve o güne kadar geometri yöntemleriyle
incelenmiş olan bu konuya yeni bir yaklaşım getirdi. 1745’te yayımladığı Theorie Generale des Vents
(“Rüzgârların Genel Teorisi”) adlı incelemesi ise ona Berlin Bilimler Akademisine üye olmasını sağladı.
D’Alembert bu çalışmasını, kendisini Berlin’de kalması için ikna etmeye çalışan Prusya kralı II.
Friedrich’e sunmuştu. D’Alembert; 1763’teki en son ziyaretine kadar birçok kez Berlin Bilimler
Akademisi Başkanlığı önerilmişse de, bu teklifi kabul etmemiştir. Dinamik eşitlik için gerçekte var
olmayan “merkezkaç” kuvvetinin mucididir. Bu yöntem, hareketli maddelerdeki ivme hesaplamalarını
yaparken oldukça kolaylık sağlamaktadır.
B.2.g) Pierre-Simon Laplace (1749-1827)
İngiliz fizikçi ve kimyacı, ilk atom teorisini geliştirdi, katlı oranlar yasasını buldu ve 1808’de yazdığı
kitapla modern kimyaya temel oluşturdu. Aydınlanma Çağının önemli bilim insanı olan Dalton’un tüm
dünyada tanınmasını sağlayan renk körlüğü (Daltonizm) ve atom modeli çalışmalarıdır. Renk körlüğü
çalışmasından sonra Dalton’un tüm dünyada tanınmasını sağlayan en büyük çalışması atom modeli
kuramıdır. Eski Yunanlılar’ın atomun yapısı hakkındaki düşüncelerine kendi görüşlerini de ekleyerek
oluşturduğu kendi atom kuramıyla, modern atom teorisinin temellerinin atılmasını sağlamıştır.
Dalton’un atom kuramı üç temel ilkeye dayanmaktaydı.*
B.3) Epsitemolojik Devrimler
Felsefe tarihinin önemli dönüm noktalarından birini oluşturan Aydınlanma düşüncesi de en genel
anlamıyla tüm dini öğretilere karşı ortaya çıkan fikirlerle şekillenen bir dönem olarak kabul
edilmektedir. Fransızca’ da “Işık” anlamına gelen “Lumières”; İngilizce’ de Enlightenment; Almanca’
da ise Aufklaerung kelimeleri ile karşılanan Aydınlanma çağı, sonuçları itibari ile hem Amerika hem de
Avrupa’nın her tarafında etkili olmuş, geleneksel olarak İngiliz devrimiyle başlayıp, Fransız devrimiyle
bitirilen felsefi bir hareketi, daha da önemlisi, bu hareketin sonuçlarıyla belirginlik kazanan toplumsal
ve siyasal bir süreci ifade etmek için kullanılan ve insanları “kötü” ve “köleleştirici” olarak kabul edilen
mit, ön yargı ve hurafelerden, yani kurumsal dinin temsil ettiğine inanılan “eski düzenden” kurtararak,
“iyi” ve “özgürleştirici” olarak kabul edilen “aklın düzenine” sokmayı hedefleyen bu sürecin çizgilerini,
aklın özerkliği, entelektüel kültürün dayanışması, aklın ilerleyişinin kaçınılmaz olduğuna iman ve tinin
iktidarı belirlemiştir. Bu bağlamda başlıklandırabilecek olduğumuz iki kavram, yani Deneycilik ve
Akılcılık Akımlarındaki devrimsel düşünceleri inceleyelim.
Başta Kant olmak üzere, hemen bütün Aydınlanma düşünürleri, gerçek aydınlanmanın, bireysel,
sosyal ve politik hayatın problemlerine, vahye ve imanın sınırlarına müracaat etmeden, aklı ve felsefi
yöntemleri kullanarak çözüm üretmekle mümkün olabileceğini, böylece mistisizmin karanlığı ve
dogmatizmin yanlış ve koyu ışığının tersine, aklın ışığına yönelinebileceğini söylerler. İşte bu nedenle
“Akıl Çağı” ya da “Aydınlanma Çağı” adı verilmiş olan bu yüzyıl, farklı kültürlerde farklı şekillerde
değerlendirilmiş olmakla birlikte, genel olarak kendisini “tiran” olarak değil, “öğretmen” olarak
göstermiş ve içinde bulunduğu yüzyılda tıpkı bir ruh hali gibi etki etmiş, Barok’a , Ortodoksluğa, Karşı
Reform’a karşı oluşan bir tepki olmuştur. Serbestçe konuşup yazmanın mümkün olduğu, Albrecht von
Haller’in ifadesiyle “Özgür düşünebilenin, düşünüyor kabul edilebildiği”, öteden beri süregelen adetlere
karşı alışılmamış bir dinamiğin geldiği, geriye değil ileriye bakılan bir yüzyıl olmuştur.
Gelişme, mutluluk, din adamları sınıfına karşı olma, özgürlük, insana güvenme gibi hususlarda
hemfikir olan Aydınlanma düşünürlerine göre akıl, dolayısıyla da insan, dinin ve geleneğin
boyunduruğu altına girmiştir. Dini değerlere göre şekillenmiş bu dünya görüşünün yerine, insanın
kendisinin belirleyeceği yeni bir dünya görüşü oluşturulmaya çalışılmalıdır. Bu hedefe ulaşabilmek için
ise, aklın her türlü baskı ve kayıttan kurtarılması, yani insanın kendi dışındaki her türlü belirleyici etki
ve kategorilerden soyutlanması gerekmektedir. Böylece Aydınlanma, insanın,Tanrı, din ve devlet
karşısındaki konumunun yeniden ele alınmaya başlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Aydınlanma düşünürlerine göre, insanlara boş inançlar aşılayan, ceplerini ve gönüllerini ipotek altına
alarak maneviyatlarından ziyade, hırsları, bencillikleri, bağnazlıkları ve vahşilikleri ile ortaya çıkan
papazlar ve dolayısıyla da Roma Katolik Kilisesi, en tehlikeli ve zararlı olan kurumdur. Kilisenin bu
zararlı etkisinin temelinde, elbette ki aşkın ve doğaüstü yapısı ile iman ve vahyi, aklın üzerine çıkarmış
olan din bulunmaktadır. Nitekim büyücüler, mucizeler ve doğanın muntazam düzenini engelleyen her
şey, aydınlanmacı filozofların, dünyayı yaşamak adına daha makul ve güvenli bir yer haline getirme
isteğine karşı birer engel teşkil etmektedirler. Bu nedenle Habermas’ın ifade ettiği gibi Aydınlanma
kültürü, bilginin bir meta olarak kalmaya devam ettiği ama eleştiri yoluyla özgür kılma yeteneğini
koruduğu bir dünyada her türlü hurafe, mit, önyargı ve geleneğin, aklın süzgecinden geçirilerek
aydınlatılmaya çalışılmasıdır. Bu anlayış doğrultusunda, tarihsel süreç içerisinde oluşan bütün kurumlar,
aklın eleştirisinden geçirilerek; toplum, din ve eğitim, aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenmeye
çalışılmıştır. Böylece tarih boyunca insan hayatında çok etkin bir fenomen olan din, Aydınlanma ile
birlikte sekülerleştirilerek, insan hayatından giderek uzaklaştırılmış, dinin insan ve toplum üzerindeki
etkisi azaltılmış ve dinin bıraktığı boşluk akıl ve bilim ile doldurulmaya çalışılmıştır.
Bu sekülerleşme süreci sonucunda, ruhban sınıfı bir güç, Kilise de kamusal bir otorite olmaktan
çıkmış, böylece din kamusal alanı terk ederek kendi özel alanına, bireysel seçim ve pratiğin özel çizgileri
içerisine çekilmiştir. Ancak Aydınlanma düşünürlerinin saldırısı sadece dine karşı olmamıştır. Gerçeklik
ve bilgi probleminde empirik yaklaşım dışındaki bütün yaklaşımların hatalı ve kötü niyetli olacağına
inanan Aydınlanma düşünürleri, dinin bir kalıntısı, dindeki hastalıklı tavrın çok daha rafine olmuş bir
devamı olarak gördükleri metafiziğe de ciddi şekildesaldırmışlardır. Dini, mitolojik ve metafiziksel
anlayışlara karşı olan, dinsel muhtevalarından soyutladıkları kavramları evrensel hakikatler gibi
gösteren, kimi ateist kimi de deist olan Aydınlanma filozofları için akıl, artık en önemli araç haline
gelmiştir.
Aydınlanma düşüncesini belirleyen en önemli konulardan birisi, hiç şüphesiz din, özellikle de
Hristiyanlık eleştirisidir. Aydınlanma filozoflarına göre kurumsal din, Aydınlanmanın, bireysel ve
toplumsal hürriyetin, bilimin, ilerlemenin ve eşitliğin önündeki en büyük engeldir. Nitekim
Aydınlanmanın en temel karakteri, kurmaya çalıştığı yeni dünyada, mutlak bir hümanizm ve bu
hümanizme bağlı olarak mutlak bir akılcılıkla, insanların yegâne rehberinin, gelenek ya da din değil de,
kendi dışında başka hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayan akıl olduğuna duyulan inançtır Buna göre, hakikati
bulmak için artık, miras aldıkları geleneğe, bir kuruma ya da bir seçkine, hatta Tanrı’dan gelen bir vahye
bile gereksinim kalmamıştır. Antik Çağın siyasi rejimine bir tepkiyi ve yeniden düzenleme isteğini ihtiva
eden ve Batıda gelişen her türlü dini inanca ve geleneğe karşı cephe alan bu felsefe hareketinin temel
amacı, bütüncül bir din eleştirisi yaparak insanın kendisini, evreni ve hayatı, geleneklerin, toplumun ve
inançların etkisinden kurtulup yalnız doğal aklına dayanarak açıklamak, insanları içinde bulundukları
korkulardan arındırarak, bağlı bulundukları sistemin kölesi olmaktan uzaklaştırıp, efendi konumuna
getirmek ve toplumu insan aklı ve doğasıyla yeniden düzenlemek, kısacası din, mitoloji ve hurafenin
yerine, aklı koymaktı. Nitekim Rönesans ve Reform hareketleriyle beraber dışlanmaya başlanan din,
Aydınlanma ile çok daha öte bir noktaya taşınmıştır. Aydınlanmanın bir sonucu olan modern düşüncede,
rasyonel düşüncenin, varlığın derinliklerine dahi nüfuz edebileceği ve varlığı sadece bilmeye değil, onu
düzenlemeye dahi yetkili olduğu yönünde sarsılmaz bir inanç hâkimdi. Bundan hareketle de insanların
artık dine ihtiyaçlarının olmadığı, bilimin önündeki engelin din olduğu ileri sürüldü. Bu nedenle de
Aydınlanmanın önünde bir engel olarak duran din ve metafiziğe bağlı dünya görüşüne meydan okuma,
Aydınlanmanın temel hedefi haline geldi.
Bu hedefi benimseyen bütün Aydınlanma filozofları, aklın tabiata ve giderek sosyo-politik
hayata hâkim olacağını, dini baskılardan arındırılmış yeni bir dünya ve insan yaratılacağını, aklın
öncülüğünde daima ilerleyen bu yeni dünyada insanın özgürleşeceğini ve önyargılardan kurtulacağını
savunmuşlardır. İnsan artık kilisenin, mutlak idarelerin ya da geleneklerin baskısına maruz kalmayacak,
kendi dünya düzenini kendisi yaratacak ve kontrol edebilecektir. Zira tüm geleneksel dini kurumlar,
insanlığın gelişmesini engelleyen ve insanlığın bağımlılık durumunda kalmalarını sağlayan karanlıkçı
kurumlardır ve Aydınlanma insanı, bu tür bağımlılıkları aklıyla aşmalıdır. Bu durum aynı zamanda,
Aydınlanma insanının, özgürlüğüne ve gelişmesine engel olan hoşgörüsüzlüğü ve geleneksel olarak,
otorite olan dini kurumları da aşması anlamına gelecektir. Nitekim Chateaubriand, bizim çağımız,
edebiyat açısından XIV. Louis’in çağından daha gerideyse, buna dinden başka bir neden aramamak
gerekir diyerek dinin, her türlü ilerlemeye engel olduğunu savunmuştur. Aydınlanma döneminin önemli
düşünürlerinden biri olan Diderot’a göre ise; din diye bilinen şey, korku ve insanın güçsüzlüğü teması
üzerine bina edilmiş, yanlış kanıtlara dayalı, teologların kendi hâkimiyetlerini korumak üzere ürettikleri
dokunulmaz bir bütündür. Oysa gerçek din, tabii din, insanın içsel uyumuna ve aklına ters düşmeyen;
kurulu dinler gibi insanları bölmek yerine, birleştiren dindir. Her ne kadar tüm Aydınlanmacıların din
karşıtı olduğu söylenemese de, pozitivist ruh, nispeten, metafizik gibi dinin de altını oyma eğilimine
sahiptir. Pozitivist standartlara göre,Tanrı, “bilinemez”, yok edilemez ve kanıtlanamazdır. Hal böyle
olunca da, akla aykırı olan bu inanışlarla mücadele edilmesi gerekmektedir. Ancak Aydınlanma
düşünürlerinin dinle olan bu gerilimli ilişkisi, dinin aşılması yönünde değil, yeni bir inanç ve belki de
yeni bir din anlayışının ortaya atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu yeni din anlayışı, mevcut dini geleneklere,
âlemi yaratan ve her an müdahale ederek yöneten bir Tanrı ve bu Tanrının “bedeni” olduğuna inanılan
Kilise’ye karşı ortaya atılan itirazlarla şekillenen “deizm”dir. Deizm, kökleri Aristoteles’in, kendisi
hareketsiz olmakla birlikte evrenin hareket etmesini sağlayan “ilk muharrik” anlayışına dayanan ve
Tanrıyı; varlığı ve mahiyeti sadece akılla kavranabilen, ezeli ve ebedi olan, evreni bir şekilde yaratmış
olan fakat ona hiçbir biçimde müdahale etmeyen aşkın bir varlık olarak tanımlayan felsefi yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın temelinde XVII. yüzyılda doğa bilimlerinde meydana gelen muazzam gelişme yatar.
Nitekim bu yüzyılda Galileo, Kepler, Harvey ve Newton gibi büyük doğa bilimcileri sayesinde evren,
kendi kendine yetebilen bir makine gibi algılanmaya başlanmıştır. Bu anlayışa bağlı olarak Tanrı ve
onun yansıması olan Kilise, evrende ve insan hayatında etkisiz hale gelince, tüm dini yaklaşımlar ve
tartışmalardan uzak, hoşgörü temeline dayalı doğal bir din anlayışı ortaya konulmuştur. Aydınlanma
düşünürlerinin, vahiy dini yerine kullandıkları ve deizm olarak adlandırdıkları bu doğal din anlayışı, iki
ayrı gerçeklik alanı olarak kabul edilen Tanrı ile âlem arasında bir ilişkinin var olup olmadığına, var ise
nasıl olduğuna dair sorulan sorulara verilen cevaplardan sadece biridir. Bu cevaba göreTanrı ile âlem
arasında, onu yaratmış ve düzenini vermiş olmanın dışında bir ilişki söz konusu değildir. Zira evren,
Tanrı tarafından, dışarıdan bir müdahaleyi gerektirmeyecek kadar mükemmel yaratılmıştır. Nitekim
Tanrının kudreti de zaten burada tecelli etmiştir. Âleme müdahale etmeyen bir ulûhiyet anlayışı ile akla
ve bilime duyulan büyük güvenin karakterizeettiği deizm, doğal din kavramının, yaniTanrının varlığını
ve keşfini akla dayandıran, içten gelen bir duygunun üstünde yükselir. İnsanın artık Tanrının varlığını
hissetmesi için vahye, daha doğrusu dinsel kurumların aracılığı olmadan ortaya çıkan yüce bir varlığa
ihtiyacı yoktur. Nitekim Rönesans’la başlayan insancı kavrayışın sürdürücüsü olan Aydınlanma,
bireyin, insan olmanın gerekleri dışında hiçbir otorite kabul etmemesine dayanan ve insanın
bilinçlenmesine adanmış eleştirel bir dünya görüşüdür.
Deneycilik ve Akılcılık arasındaki en temel tartışma (insan)bilgi(bin) kaynağıdır. Bir filozof
hem akılcı hem de deneyici olmalıdır. Çünkü; aşırı noktada Deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi
reddeder, her bilginin deneyimle elde edildiğini savunur. Akılcılık ise aşırı noktada bilginin deneyim ve
algı olmaksızın saf akıl ile tamam en iyi şekilde elde edileceğini temel alır.
Bilginin doğruluğunun duyum ve deneyim de değil, düşüncede ve zihinde
temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüştür Akılcılık. Dünyanın önemli bilgilerini deney ötesi
yöntemlerle elde edilebileceğimizi, her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip
olduğuna savunur. Ki bu da önsel (deneylenmemiş) ve apaçık gerçeklerin varolduğunu onaylar. Başlıca
temsilcileri Sokrates, Eflatun, Aristoteles, Farabi, Descartes ve Hegel’dir.
Bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanabileceğini öne süren Deneycilik ise “insan
zihninde doğuştan bilgi yoktur, insan zihni bu nedenle boş bir levha gibidir” görüşünü savunur. İnsan
bilgisinin tek kaynağı deneyim ya da duyumdur. Her türlü bilginin sonradan, deneyimle, duyularla elde
edeceğin ileri sürer. Başlıca temsilcileri John Locke, David Hume, Thomas Hobbes, George Berkeley,
Francis Bacon, John Stuart Mill, Étienne, Bonnot de Condillac’tır.
XVII. yüzyıl felsefesinde klasik felsefeden modern felsefeye geçişte önemli bir kişidir,
öğretisinden çok araştırma kavrayışından kaynaklı olarak. Özneyi merkez almış, bilgiyi öz neden yola
çıkarak aramıştır; yani önce kendini sonra dış dünyayı sağlamlaştırmıştır.
Ontolojik Düalizm/ Töz Düalizmi : Descartes’e göre iki töz vardır; sonsuz(Tanrı) ve
sonlu(insan). Sonlu taş iki tane olup bunlar; ruh ve maddedir. Ruh düşünen, madde ise yer kaplayan
taştır.
Kuşku Yöntemi: Filozof, işe silmeyle, o güne dek edindiği bilgilere şüphe ile yaklaşmalıdır.
Bugüne kadar edindiği her şeyi duyular vasıtasıyla aldığını söyleyerek, onların bilgisine
güvenilmeyeceğini, şüphe ederek işe başlayacağını söylemiştir. Bu şüphecilik geçicidir; amaç “ kesin
ve bizzat bilgi”ye ulaşmaktır. Düşünmenin, var olmanın ön koşulu olduğunu, insanın özünün düşünmek
olduğunu savunur. her şeyden şüphe edilir fakat şüphe edildiğinden şüphe edilmemektedir.
Cogito Ergo Sum! “Her şeyini beni aldatmaya adamış bir aldatıcı bile ben bir şey olduğunu
düşündüğüm sürece beni bir şey olmadığına inandığı aramayacak, ikna edemeyecektir. “Ben’im,
Varım(Ego Sum!)” kanısı yeterli gelmemiş, bu noktada beden ve ruhu incelemeye koyulmuş, bu
ikisinden kendine ait bir özellik aramıştır. İlk hissetme kavramı açısından bakmış, fakat beden
olmaksızın ruhum hissedilmeyecek yeni söyleyerek bunun kendine ait olmadığını söylemiştir. İkinci
olarak “düşünme” kavramını almış, ona ait bir özellik olduğunu; “Ben kimim?” sorusuna “Ben düşünen
bir şeyim.” Cevabını vererek kanaat getirmiştir. “ “Ben’im, Varım” bu kesin ama ne kadar süre için.
Ancak düşündüğüm sürece,zira ola ki düşünmeye son verseydim, olmaya ya da olmamaya da son
verirdim.” “Düşünüyorum, o halde varım./Cogito Ergo Sum!” Descartes, modern felsefeyi kırmış ve
felsefenin konusunu değiştirmiştir.
Töz, yani var olmak için kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan şeyi; Tanrı, ruh ve
beden olmak üzere üçe ayırmıştır. İnsanın ruh ve beden olarak ele alması, düalist bir felsefenin
olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda bu ayrım XX. yüzyıl felsefesinde başlamış olup günümüzde
felsefenin gözde alanlarından biri olan “Zihin Felsesi” nin kökü olmuştur.
Deneycilik’in önce ismidir. XVIII. yüzyıl boyu etkisi sürer. İnsan düşüncesinin özgürlüğünü
savunur, hem de insan bilgisi ve eylemliliğini deneye dayandırması bakımından Aydınlanmacı
Felsefe’yi bayağı bir etkilemiştir. “Önsel ilkeler geçersizdir. Zihnimiz deney ve gözlemler sonucu ortaya
çıkan izlenimlerle zaman içinde dolar. Duyumlarla algılanmayan bir şey bilinemez” görüşündedir.
Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme adlı kitabında doğuştan bilginin olanaksız olduğunu
ve zihnin doğuşta boş bir levhadan başka bir şey olmadığını gösterdikten sonra, bu levhanın (iç ve dış
diye ikiye ayrılan) “duyum” aracılığıyla doldurulduğunu öne sürer. Duyu organları, zihne, dışarıda
bulunan ve kendilerini değişik yollarla etkileyen fiziksel nesnelerin/cisimlerin niteliklerinin izlerini birer
“ide” olarak iletir: Böylece bizdeki sarı, ak, sıcak, soğuk, sert, acı, tatlı ideleriyle, duyulur nitelikler
dediğimiz bütün öteki niteliklerin idelerini ediniriz; bunları zihne duyuların ilettiğini söylerken,
duyuların dışsal nesnelerden zihne, orada o algıları üreten şeyleri ilettiklerini söylemek istiyorum.
...Renk ve kokular için söylediklerim, tadlar, kokular ve öteki duyulur nitelikler için de söylenmiş
sayılabilir; bunlar, onlara yanlışlıkla nasıl bir gerçeklik yüklersek yükleyelim, gerçekte nesnelerdeki,
bizde değişik duyumlar üretme gücünden başka bir şey değildirler; ve söylediğim gibi birincil niteliklere
bağlıdırlar. Berkeley, George Dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna
karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünür. Berkeley’e göre, inançlı bir insan için bu
varsayım maddi töz varsayımından çok anlamlıdır. Tanrı’nın kullarının zihninde istediğini yaratması
için illa bir aracı (yani maddi tözü) kullanmasına gerek yoktur. Onun zihninde yaratmak istediği fikri
doğrudan doğruya yaratabilir ve sanki bir maddi töz varmış duygusu yaratacak bir gerçekçilikle
yaratabilir. Evrenin, Tanrı-ruh-maddi şeyler üçlüsünden oluştuğunu düşündüğümüzde ortaya çıkan
gerçeklik duygusuna evrenin yalnızca Tanrı-ruh ikilisinden oluştuğunu düşündüğümüzde de
ulaşabiliriz.
B.3.1.c) Hume, David
XVII. yüzyıldaki nedensellik ilkesinin tekrar ele alır. “Her sonucun bir nedeni olduğu ve her
etkinin bir sebebi olduğu” düşüncesi, Hume ile “Çağrışımcılık” ilkesine döner; “Aklın mantığın ilkeleri
ve temel kategorileri bile sonuçta izlenimlere dayanır.” diyerek nedenselliği betimler Hume. Bu da
empirizmi doruğa taşır. İç ve dış algıyı reddeder, ikisini birleştirme yönelir. Ayırdığı şey ise; izlenimler
ve kavramlardır. İzlenimler duyu organlarının algısıyla, kavramlar ya da düşüncelerse canlılığını
yitirmiş izlenimlerin tasavvurundan doğar.
B.3.2) Çağrışımcılık
Bilginin kaynağı ve sınırlarını ampirist felsefe anlayışı ekseninde belirlemeye çalışan Hume,
“izlenimler” ile “ideler”, bir başka ifadeyle ise “duyumsamak” ile “düşünmek” arasında ayrım yapmış,
idelerin izlenimlerin soluk ve cansız kopyaları olduğunu, bu nedenle izlenimi olmayan bir idenin
olamayacağını ileri sürmüştür. Söz konusu ayrım ekseninde epistemolojisini şekillendiren Hume, aslen
izlenimleri temel alan bir felsefe anlayışından yana olmuş, bu doğrultuda ideleri izlenimlerden ya da
“düşünme”yi “duyu(m)lar”dan yola çıkarak açıklama eğiliminde olmuştur. Bilindiği üzere, modern
felsefede genel olarak “duyu(m)lar” ve “düşünceler (ideler)” olmak üzere iki bilgi kaynağı belirlenmiş,
bu itibarla bilginin kaynağı olarak “duyu(m)ların” mi yoksa “düşüncelerin (idelerin)” mi temel teşkil
ettiği ve bunların bilme faaliyeti içindeki yeri ile işlevleri hususunda taban tabana zıt görüşler ileri
sürülmüştür. Genel bir düzlemde bakıldığında, rasyonalist filozoflar “düşünceleri”, ampirist filozoflar
ise “duyu(m)ları” asli bir bilgi kaynağı olarak kabul etmiş ve epistemolojilerinin sınırlarını yine bu
kaynağa binaen çizmeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda rasyonalistler “duyu(m)ları” “düşüncelere”
indirgemeye çalışırken -örneğin Descartes duyu(m)lardan şüphe edilmesi gerektiğini ileri sürerek,
duyu(m)ları bir düşünce türü olarak açıklamaya çalışmış-, ampirist filozoflar ise tam tersine
“düşünceleri” “duyu(m)lara” indirgeyerek ele almak eğiliminde olmuşlardır. Zira genel olarak
rasyonalist filozoflar için “duyu(m)ları”, ampirist filozoflar için ise “düşünceleri” sistemlerinin
dayanakları üzerinden açıklama zorunluluğu ve zorluğu bulunmaktadır. Görüleceği üzere ampirist bir
filozof olan Hume da söz konusu zorunluluğu ve zorluğu, idelerin izlenimlerin soluk ve cansız kopyaları
olduğunu iddia ederek aşmaya çalışmıştır. Bir başka ifadeyle o, genel manada ideler (düşünceler) ile
izlenimler (duyumlar), bir başka ifadeyle düşünmek ve duyumsamak arasındaki ayrımı, idelerin
izlenimlerin kopyası olduğu iddiasıyla kapatmaya çalışılmıştır*
C) LUDWIG VAN BETHOVEN VE EDEBİYAT
C.a) Voltaire(1694-1778),
François Marie Arouet (21 Kasım 1694 - 30 Mayıs 1778), Voltaire takma adıyla tanınan
Fransız yazar ve filozof. Fransız Devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olmuştur.
1759’da yayınlanan “Candide” isimli ünlü romanıyla bu kötülükleri dile getiriyordu. Romanın
kahramanı Candide, hayatının başlarında aşk ve romantizmi, daha sonra ise yarattığı zalimliği
ve işkenceyi ilk elden tadar.
Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi
yazıları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise dogmaları ve döneminin Fransız müesseselerini
yoğun olarak hicvetmiştir. Zamanın en etkili isimlerinden biri olarak tanınır.
Voltaire, ölümünden kısa bir süre önce 4 Nisan 1778 tarihinde, Paris'te bulunan Dokuz Kız
Kardeş Locası'nda (Les Neuf Sœurs Locası) Masonluğa alınmıştır. Yaşamı boyunca Masonlarla
yakın temas içinde bulunan ve Fransız aydınlanma düşüncesini birlikte oluşturdukları
Masonların geç davetine icabet etmiş, tekris töreni büyük bir ihtişam içinde gerçekleşmiştir.
Benjamin Franklin gibi birçok isim, ABD'den sadece Voltaire'in tekrisinde bulunmak için
Paris'e gelmiştir. Kendisine gösterilen bir saygı ve ihtimamın örneği olarak, Voltaire'e farklı bir
tekris prosedürü uygulanmış, mabet kapısına gerilen siyah bir örtünün arkasından
gerçekleştirilmiştir. Gözleri bağlanmamış ve Masonların kabulü esnasında uygulanan testler
yaptırılmamıştır. Her üç derece de aynı gün içerisinde kendisine tevcih edilmiş, tekrisin
ardından Loca başkanı tarafından yanına davet edilmiş ve orada oturmuştur.
Moliere 15 Ocak 1622 yılında Paris'de doğmuştur. Fransız oyun yazarıdır. Sarayın
döşemelerini yapan mobilya ustasının oğluydu. Paris'in en iyi okulu olan College de
Clermont'da eğitim aldı. Bir tiyatro topluluğu kurdu sahne ismi olarak Moliere'i seçti. Moliere
ilk yapıtı olan ve Lyon'da sahnelenen Savruk, Şaşkın oyunları olmuştur.
Moliere'nin topluluğu Kardinal Richelieu'nun tiyatro binası olarak yaptırdığı Kraliyet
Sarayına taşındı. Paris ile ilgili oyunlar burada oynanacaktı. 1662 yılında sahnelenen Kadınlar
Mektebi büyük bir skandal yarattı.Seyirciler ve kraliyet yetkilileri artık hiç bir değere saygısı
kalmamış bir komedyen olduğunu düşündüler.
Moliere bu eleştirilere Kadınlar Mektebi Tenkidi ve Versailles Tuluatı oyunları işle
karşılık verdi. Daha sonra Tartuffe isimli oyunu Kadınlar Mektebinden daha büyük bir
gürültüye neden oldu. Kilisenin baskısı ile oyun yasaklandı ve daha sonra tekrar sahnelenme
fırsatı buldu. Moliere klasik çağın günümüz ölçülerine göre oyun yazan bir edebiyatçı değildi.
O oyunlarını yayımlanmak için değil hemen oynamak için kaleme alırdı.
Carlo Goldoni (d. 25 Şubat 1707, Venedik - ö. 6 Şubat 1793, Paris) İtalyan tiyatro yazarı.
Bir yandan tiyatro ile ilgilenirken diğer yandan avukatlık mesleğine devam etti. Komedilerinde
kahramanlarını günlük hayatın içinden seçti. Fransız oyun yazarı Molière'in eserlerini
okuyabilmek için Fransızca öğrendi. Tiyatroda doğaçlamayı kaldırdı. Metine bağlı tiyatronun
gelişmesini sağladı. Başlıca eserleri; "Gerçek Arkadaş", "Yalancı", "Yelpaze", "Yabanlar",
"Dedikoducular", "Otelci Kadın", "İki Efendinin Uşağı", "Chioggia Kavgaları", "Tatminsiz",
"Üç Portakalın Aşkı", "Kahvehane" ve "Don Juan (Don Giovanni Tenorio, ossia Il Dissoluto)"
William Shakespeare İngiliz tiyatro yazarı ve şairi. Bir tüccarın oğlu olan William
Shakespeare, on sekiz vaşındayken, Anne Hathaway'le evlenip, bir süre sonra Londra'ya gitti.
Önce tiyatro oyunculuğu yapıp, daha sonra ünlü Globe ve Blackfriars tiyatrolarına ortak oldu.
Başkalarının yazdığı oyunları düzelterek oyun yazarlığına ilk adımını atıp, kısa süre sonra kendi
oyunlarını yazmaya başladı. Veba hastalığı çıkınca Londra'dan ayrıldıysa da, 1594'te dönerek,
1613'e kadar Londra'da yaşadı.
İlk uzun şiiri Venüs ile Adonis (1593), Lucretia'nın Kaçırılışı (1594) ve çok büyük bir
yaratıcı anlatım özellikleri taşıyan, sanat ve yaşama ilişkin felsefesinin, duygularının,
kuşkularının ve insan olarak tutkularının anlaşılmasında anahtar görevi yapan 154 sone yazmış
olan William Shakespeare, gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarlarından biri sayılır;
büyüleyici, zengin ve yüce dili nedeniyle oyunlarını "şiirsel dramalar diye nitelendirenler bile
olmuştur. Hamlet, Kral Lear, Romeo & Juliet, Julius Caesar, MacBeth, Bir Yaz Gecesi Rüyası*
Ludwig van Beethoven’ın eserlerine ve bir besteci olarak gelişimine odaklanmakla
birlikte, biyografik ve müzikal katmanları olan, bunların belli ölçüde içiçe geçtiği bir kitap.
Beethoven’ın hayatını ya da müziğini merak edenlerin, sadece ilgi duydukları bölümleri
okumalarına izin verecek şekilde sınıflandırılmış. Dönemin tarihsel, siyasi ve kültürel
çerçevesi içindeki olayların, onun insanlığına ve müziğine yansımalarını görünür kılıyor.
A) RESİM SANATINDA
Mutluluğa Özlem:
Girişin sol karşısındaki ilk uzun duvarda yer alan Mutluluğa özlem; zayıf
insanoğlunun çektikleri ve iyi silahlanmış güçlüyle mutluluk uğruna savaşması için
yakarış ile tutku ve acımanın da aynı yönde baskıları betimlenir.
Düşman Güçler:
Frizin devam ettiği ortadaki kısa
duvarda yer alan Düşman güçler; renk
yoğunluğu ile dolu olan bu sahnede,
insanlığın mutluluğa doğru yürüyüşünü
engelleyen karanlık güçler betimlenir.
Frizin son bölümü olarak sağdaki ikinci uzun duvarda yer alan Mutluluk özlemi
şiirle yatıştırılıyor; Mutluluk tutkusu şiirde dinginliğe ulaşır, insan sanatın büyüsüne
kapılır ve saf haliyle aşkı ve sevinci bulur.
“Kucaklaşın, milyonlar!
Bu öpücüğü tüm dünya için alın”…
Yararlanılan Kaynaklar;
Neret, G., (2006). Klimt, Birinci Basım, Taschen/Remzi Kitabevi, İstanbul.
Çev:Kundakçı, D., (2004). Artbook Klimt Altın Renkli Bir Arka Plan ve Sezession, Birinci Baskı, Dost
Kitabevi, Ankara.
Fırıncı, M. ve Zencirci, D.E., (2006). Gustav Klimt ve “Beethoven Friz”, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca
Eğitim Fakültesi Dergisi, 20: 137-144.
-----------. Klimt, Birinci Baskı, Boyut Yayın Grubu, İstanbul.
www.klimt.com *
Şehzade Abdülmecid Efendi’nin 1918 Viyana Sergisinde yer alan tablolarından biri
olan “Sarayda Beethoven”, isimli tablosu, günümüzde İstanbul Resim ve Heykel Müzesinde
bulunmaktadır. Resim 154×211 cm boyutlarında tuval üzerine yağlı boyadır. Resmin kesin
yapılışı tarihi bilinmemektedir.
Abülmecid Efendi’nin Batı müziğine ilgisini yansıtan ve Batıcılık fikrini savunan bir
eserdir: Bu resim ile izleyiciye gösterilir ki Batı kültürü şehzadenin haremine kadar ulaşmıştır;
saraylılar, Batı müziği icra eder ve dinlerler.
Resimde enstrüman çalan üç kişi vardır: Piyanonun başında bir kadın otururken, bir erkek
ona çelloyla eşlik etmekte ve yine bir kadın, keman çalmaktadır. Paşa kıyafetli bir adam ve ikisi
ayakta üç kadın ise müziği dinlemektedir. Yerde duran nota kitabının kapağında tabloya adını
veren Beethoven'in adı yazmaktadır. Duvarda asılı Ayvazovski resminin hemen altında
Beethoven büstü bulunur. Ayrıca piyano çalan kadının arkasında bir atlı heykel vardır. Bu,
günümüzde Beylerbeyi Sarayı’nda bulunan Sultan Abdülaziz heykeli dir. Tablonun mekânı,
Üsküdar’daki Abdülmecid Efendi Köşkü’nün zemin kat sofasıdır.
Tabloda ressam Abdülmecid Efendi’nin paşa üniformalı olarak resmettiği kişi kendisidir.
Kemanı çalan kişinin Abdülmecid Efendi’nin ilk eşi olan Şehsuvar Kadınefendi, piyano çalanın
asıl adı Ofelya olan Hatça Kadın, resmin solunda ayakta duran iki genç kadından öndekinin
Abdülmecid’in diğer eşi, Mehisti Kadınefendi olduğu düşünülür.
Eser, Türk ressamlar tarafından Avrupa’da açılan ilk sergi olan Viyana Sergisi’nde
Abdülmecid’e ait diğer üç tablosuyla birlikte yer almıştır (diğerleri ‘Otoportre’, ‘I. Sultan
Selim’, ‘Haremde Goethe’) *
B) SİNEMA SANATINDA
Ünlü besteci sinema açısından bir maden, olağanüstü müzik dehasının yanında
sınırlarda yer alan bir kişiliğe sahip. Geçimsiz, huysuz, ruhsal ve fiziksel anlamda
sorunlar içinde yaşayan birisi. Erkek kardeşinin eşine delicesine âşık ve bu yüzden
onlara hayatı zindan ediyor. Kardeşinin ölümünden sonra mahkeme kararıyla velayetini
aldığı yeğeni üzerinde de bunaltıcı bir baskı kuruyor. Kendi soyundan geldiği için çok
yetenekli bir piyanist olduğunu düşünüyor. Oysa böyle bir yeteneği yok çocuğun. İşitme
duyusunu giderek yitirdiğinden, yeğeninin doğru dürüst piyano çalamadığını fark
edemiyor bile.
Immortal Beloved saplantılı tutkular üzerine. Copying Beethoven'da ise ileri
seviyelere varan işitme kaybı, kendi kendine mekanik işitme cihazları icat etmesi,
duyamadığını bir türlü kabul edemeyip bunu çevresine karşı bir öfkeye dönüştürmesi
ön planda. Çarpıcı olan şu: bu nasıl bir içselleştirme ve müzikal yaratım boyutuysa artık,
en güzel bestelerini işitmesini iyice yitirdikten sonra yapıyor. Beyin temporal lobundaki
üst işitme merkezlerinde varlığını sürdüren –ve duyan kulaklara ihtiyacı olmayan–
müzik algısı, sıra dışı dehası ve hırsıyla birleşerek o harika besteleri yapmayı
sürdürebilmesini sağlıyor.
A Clokwork Orange
İçinde bir şekilde müzik kullanmayan sinema filmlerinin sayısının kıyasen ne kadar
az olduğunu düşününce, müziğin sinema sanatındaki önemini yadsımak
imkânsızlaşıyor. Bunun dramatik ve kavramsal anlamı, dergimizin konusunu aşsa da,
zaman zaman, klasik müziğin kullanıldığı filmler ve bu filmlerde müziğin nasıl
kullanıldığı, başka bir sanat disiplininin ifade biçimine ne kattığı ve ne anlama geldiği
ile ilgili yazılara yer vereceğiz. Bu konudaki ilk örneğimiz, belki de sinema tarihinde
klasik müziğin kişisel ve politik anlamda hayatımızdaki yerini en çok sorgulayan
filmlerden birisi: Anthony Burgess'in aynı adlı romanından Stanley Kubrick'in 1971
yılında yaptığı 'Otomatik Portakal'.
İlk bakışta müziği bir konu olarak almış gözükmese de, Otomatik Portakal aslında,
müziğin ve sanatın hayatımızdaki yerine dair de bir eser. Film kısaca, şiddet bağımlısı
ve her türlü suçu işlemeye eğilimli Alex'in, işlediği cinayetten sonra tabi tutulduğu
(gerçekte var olmayan) 'Ludovico Tedavisi' sonucunda, şiddet görmeye dahi tahammülü
olmayan bir kişi haline dönüşmesini anlatıyor. Filmin esas teması denilebilecek olan
doğru ile yanlışı özgürce seçme hakkı bu olaylar örgüsünde irdelenirken, en az şiddet
çerçevesindeki olaylar kadar önemli bir arka plan var: müzik.
Hem Alex gerçek bir Beethoven tutkunu hem de Kubrick'in filmin fonunda kullandığı
klasik müzik neredeyse hiç susmuyor. Bu devamlılık ne rahatsız edici ne basit;
tamamıyla bilinçli, tamamlayıcı ve yönlendirici. Bu müziği iki anlamda değerlendirmek
mümkün. Birisi Alex'in hayatındaki diğeri ise filmin dramatik kurgusu içindeki yeri.
Alex'in cinayeti işlediği ana kadar geçen ilk 40 dakikada denilebilir ki müzik hiç
susmuyor. Bu sürede duyduğumuz müzikler Purcell'in Kraliçe Mary'nin Cenazesi için
Müzik isimli eseri, Rossini'nin Hırsız Saksağan operası uvertürü ve Beethoven'in 9.
Senfonisi. Purcell'i sadece Wendy Carlos'un elektronik düzenlemesiyle dinlerken,
Rossini'yi orijinal haliyle, Beethoven'i ise hem Ferenc Fricsay'ın DG kaydından hem de,
yine, Wendy Carlos'un elektronik düzenlemesiyle dinliyoruz. Purcell'ın elektronik
uyarlaması, filmin girişinde, eserin tamamına uygun futuristik bir ortam yaratıyor ve bir
'leitmotif' şeklinde tüm film boyunca duyuluyor. Kubrick'in Purcell tercihi, iyi müzik
kadar güzel konuşmayı da seven ve yapma bir Elizabeth dönemi İngilizcesiyle gösterişli
bir söylemi olan Alex'in o çağ ile olan bağlarını da vurgulamak olmalı.
Muhtemelen çoğumuz, Hırsız Saksağan uvertürünün görece hafif bir müzik olduğunu
düşünür. Bu müziği, terk edilmiş bir tiyatro sahnesinde koreografik hareketlerle birkaç
erkeğin bir kadına tecavüz etmesi esnasında kullanarak, Kubrick, filmdeki vahşeti
ironik bir anlatımla dengeliyor. Burada müziğin beynimize kodlanmış anlamları ve
bunların sinematografik kullanımı üzerine düşünme kapısı aralanıyor. Aynı sahnede
kullanılacak bir başka müzik aynı etkiyi yapmaz iken, Rossini ve Hırsız Saksağan
kavramlarını bilen izleyicinin, müziğin de etkisiyle, sahneyi algılayışı değişiyor.
Uvertür ne bu sahnede, ne sonrasındaki iki çetenin kavgasında ne de Alex ve arkadaşları
bir diğer tecavüze doğru arabayla yarışmalarında, dakikalarca, bir an bile durmuyor. Ta
ki bir sonraki kurbanlarına ulaşmak için vardıkları evdeki zilin Beethoven'in 5.
Senfonisi'nin girişi olduğunu duyduğumuz ana kadar.
Bu ufak bir detay ise de, ve evdeki tüm vahşete Frank Sinatra'nın Singin' in the Rain'inin
eşlik etmesi dergimizin konusunu aşıyorsa da, bu sahneden ibaren Alex'in Beethoven
hayranlığına hazırlanıyoruz. Nitekim daha sonra her zaman takıldıkları bara giden Alex
ve arkadaşları burada otururken Beethoven söyleyen bir kadına verdiği tepkiyle ilk kez
anlıyoruz ki, şiddet tutkunu Alex, güzel konuşmayı sevdiği kadar güzel müziği de
seviyor ve bir Beethoven delisi. Gecenin sonunda eve dönen Alex'in şu cümleleri ile
dikkatlerimiz çekiliyor: 'Harika bir akşam olmuştu. Ve bu akşama mükemmel bir final
için ihtiyacım olan eski dostum Ludwig van idi'. Bunları söyleyerek Beethoven 9.
Senfoni'nin ikinci bölümünün kasetini koyan Alex'e tüm hayatında ilham veren,
yükselten, hayal gücünü besleyenin Beethoven'in müziği olduğunu anlıyoruz.
Nitekim daha sonra bir müzik dükkanında tanıştığı iki kızla uzun bir orji yaşayan Alex'e
eşlik eden, tanışırlarken Beethoven 9. Senfoni'nin bu sefer elektronik uyarlaması, yatak
odasına geçtikleri andan itibaren ise Rossini'nin, bu kez de bir diğer ünlü uvertürü:
Willem Tell.
Hiç şüphe yok ki filmin dramatik olarak en çarpıcı dengelerinden birisinin, şiddet için
dahi ilhamı Beethoven'dan alan Alex'in, tedavisi esnasında Beethoven dinlemek
zorunda bırakılması ve 'iyileştikçe' Beethoven'in 9. Senfonisini duymaya
dayanamaması. Gerçekten de tedavi için, ilaç içirilerek zorla şiddet sahneleri izletilen
Alex'in gördüğü görüntülerin arasında Beethoven'in müziğinin arka planında Nazi'lerin
görüntüleri de yer alıyor. Alex'in 'Bunu yapamazsınız. Beethoven kimseye zarar
vermedi! O sadece müzik yazdı!' haykırışı filmdeki yan temalardan birinin en çarpıcı
verildiği an. Zira burada hem Alman müziği ile Almanların tarihin bir dönemindeki
vahşetleri arasındaki bağı, hem Alex'in kendi şiddet duygusuyla Beethoven aşkını, hem
de sanat ile politika arasındaki karşılıklı kullanma ve birbirinden beslenme ilişkisi
üzerine düşünmeye başlıyoruz. Kubrick'in bu önemli filmi, suç, ceza, seçme hakkı,
iyilik ve doğruluk, irade gibi kavramları, devletin ideolojisi ve bu duygularımıza dahi
sahip çıkması anlamında son derece devrimci bir şekilde sorgularken, bir yandan da
müziğin ve sanatın, kişisel ve toplumsal rolleri üzerine de düşünmemizi sağlıyor. Klasik
müzik seven herkesin izlemesi ve üzerine düşünmesi gereken bir film Otomatik
Portakal.
FEYZİ ERÇİN
SONUÇ
O bir sanatçıydı ve sahip olduğu her şeye sanatıyla ulaştı. Hayatın dikenleri onu
derinden yaraladığı halde, nasıl batan bir gemiden kıyıya sığınırsa insan, oo da sanatın
olağanüstü kollarına sığındı. Acının merhemini, doğruluk ve güzellik emsali sanatta buldu.
Sanata sımsıkı tutunmaya devam etti ve kapılar üzerine kapandığında, aradan sızarak onunla
konuştu. Duymayan kulağı, müzik narin yapısına duyuşuz kaldığında bile, yüreğinde sanatın
yüzce imgesini taşıdı ve öldüğünde hala göğsündeydi.
O bir sanatçıydı öyleyse yanında kimler duracak? Bahamut nasıl dalgalarda çılgınca
dolaşırsa o da sanatın sınırlarını yok sayarak dolaştı. Bir güvercinin ötmesinden gök
gürlemesine, iç içe geçen beceri gösterisinden doğa güçlerini yadsıyan feci çığlıklara kadar
her şeyin ötesine geçti, hepsini anladı. Onu takip edenler buradan devam edemezler, yeni
baştan başlamaları gerekir; çünkü o sanatı son noktasına getirdi.
BİBLİYOGRAFYA