Doğa ERGEN, Beethoven

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 67

TC.

MERSİN ÜNİVERSİTESİ
DEVLET KONSERVATUARI
PİYANO ANASANAT DALI

BEETHOVEN

ODA MÜZİĞİ DERSİ 2020-2021 DÖNEM SONU ÖDEVİ

Hazırlayan:

Doğa ERGEN

ÖĞRETMEN:
Doç. Tuba ÖZKAN

MERSİN, 2021
İçindekiler

ÖNSÖZ………………………………………………………………………………...
GİRİŞ…………………………………………………………………………………..

BİRİNCİ BÖLÜM: LUDWIG VAN BEETHOVEN İÇİN SOSYAL-PSİKOLOJİK BİR


İNCELEME: XVII. VE XVIII. YÜZYILLARDA DÜNYA……………………………………..……

A) İKTİDAR…………………………………………………………………………….......
A.1.1)Otuz Yıl Savaşları ………………………….............................................................
A.1.2)Yedi Yıl Savaşları…………………………………………………………………..
A.1.3) Kölelik…………….………………………………………………………………..
A.a.1.4) Terör Dönemi…………………………….………………………………………...
A.2.a) Marie Antoinette XVI. Louis ………………….…………………………..………......
A.2.b) Napoleone di Buonaparte…………………………………………….……………….
A.2.b.1) Sinfonia Eroica…..…………………………………………………………………….
B) DEVRİMLER....……...……………………………………………………………………
B.1) Toplumsal Devrimler…………………………………………………………………..
B.1.a) Boston Çay Partisi ...…………………………………………………………………...
B.b.1.b) Amerikan Devrimi …………………………………….……………………………..
B.b.1.c). Fransız Devrimi.. …………………………………………………………………..
B.b.1.d) Napolyon Savaşları ………………..………………………………………………..
B.1.e) Haiti Devrimi……...………..…………………………………………………………..
B.2) Bilimsel Devrimler…………………………………………………………………….
B.2.a) William Gilbert ………………………………………………………………………..
B.2.b) Isaac Newton …………………………………………………………………………..
B.2.c) Galileo Galilei ……...…………………………………………………………………..
B.2.d) Antoine Lavoisier ..……………………………………………………………………..
B.2.e) Antonie van Leeuwenhoek ……………………………………………………………..
B.2.f) Jean le Rond D'Alembert ……...………………………………………………………..
B.2.g) Pierre-Simon Laplace ……..…………………………………………………………..
B.2.h) John Dalton ……..……………………………………………………………………..
B.3) Epistemoloik Devrimler…………………………………………………………………….
B.3.1.a) René Descartes.……………………………………………………………………......
B.3.1.b) John Locke………………………………………………………………………..
B.3.1.c) Geroge Berkeley…………………………………………………………………...
B.3.1.d) David Hume………………………………………………………………………....
B.3.2) Çağrışımcılık…………………………………………………………………………..
C) BETHOVEN VE EDEBİYAT……………………………………………………………....
C.a) Voltaire………………………………………………………………………….............
C.b) Moliére…………………………………………………………………...……………..
C.c) Goldoni………………………………………………………………………………….
C.d) Shakespeare……………………………………………………………………………..

İKİNCİ BÖLÜM: LUDWİG VAN BEETHOVEN’IN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ

A) RESİMSANATINDA………………………………………………………………….........
A.1) Beethoven Frizi………………………..……………………………………………......
A.2) Sarayda Beethoven……………………………………………………………………..
B) SİNEMA SANATINDA………..…………………………………………………………....
B.1) A Clocwork Orange…………………………………………………………………….

SONUÇ…………………………………………………………………………………………..
KAYNAKÇA……………………………………………………………………………………
ÖNSÖZ

Beethoven değişmekte olan bir dünyaya doğmuştur. Fransız ve Amerikan Devrimleri,


sonra da Napoléon’un egemenlik kurduğu bir Avrupa’nın duygu ve düşünce iklimi, Beethoven’in
musiki tarihini büyük ölçüde etkilemiştir. O kadar ki, devrimci düşünüşün musikideki en parlak
yankısını Beethoven’in musikisinde bulunduğunu söylemek bir aşırılık değildir. (Musiki Tarihi,
syf.112, İlhan. Kemalettin Mimaroğlu)
Bu çalışmada büyük bir sanatçı, muazzam bir Devrimci, sağlam bir Cumhuriyetçi olan
Beethoven’ın yaşamı, eserleri, yaşamında cereyan eden olaylar, Beethoven’ın cereyan ettiği
hususlar incelenmiş olup yıllardır araştırmaktan en ufak ilgi kaybına sebebiyet vermeyen musiki
dehası Beethoven’ın yaşamında, yapılabildiği kadarıyla, çeşitli dallardan çeşitli dallara atlanarak
kısa bir gezinti tertip edilmiştir.
Ödevin hazırlanmasında, başta Öğretmenim Doç. Tuba Özkan olmak üzere, çeşitli
yollarla yardımı dokunan tüm büyük araştırmacı, musiki tarihçisi, yazar ve sanatçılara,
görmeyecek olsalar dahi, teşekkürümü borç bilirim.

Mersin, Mart, 2021


Doğa Ergen
GİRİŞ

Şefkatli ve kaba, hassas ve öfkeli, idealist ve maddeci, insan kardeşliğine inanmış dostlarının
sunduğu ayrıcalıkları gocunmadan kabul eden kavgacı hürriyet aşığı.. Gerçekte bu özellikler birbirleriyle
sıkıca ilgilidir ve duyarlılıkla yüklü, yapabileceklerinden fazlasını sezen, yalnız ve sorunlarla boğuşan büyük
bir sanatçıyı açıklar. Eserleri soluk aldığı havaya giderek egemen olan romantizm ögeleriyle karışmış koyu
bir klasik mizacı ortaya koyar. Beethoven, araştırmacı ve yazarlar için her zaman ilgi çekici bir konu olmuştır.
Bunun bir nedeni de hakkında oldukça fazla malzeme bulunmasıdır. Beethoven’ın en eskisi 1816 tarihli olan
ve bugün Berlin Müzesinde korunan on bin sayfanın üstündeki konuşma defterleri günlük yaşamının ip
uçlarını verir. Yine de bestecinin ve büyük sancılar yaşayan bir çağın gerilimine sözcülük eden eserlerinin
yeterince açıklanıp açıklanmadığı tartışılabilir.(Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni,syf.143, Cavidan Selanik)
Fransa’nın komşuluğu Beethoven’ı çok genç yaşta, Ren ötesinde doğan Cumhuriyetçi düşünceyi
tanımasını sağlamış, böylece Demokrasi, yaşamı boyunca politik ideali olmuştur. Daha önce müzik, imtiyazlı
sınıfların tekelindedir. Oysa Beethoven, müziğinde insanlığın soluğunu topladı ve gerekli gördüğü yerde
kuralları bozmaktan çekinmedi. “Pudralı Peruk Çağı’ndan ilk uzaklaşan besteci” olarak tanımlanan
Beethoven, yüreğinde “gerçek” ve “insan” sevgisi, günlüğüne şöyle yazıyordu: “Gücü yettiğince iyilik
yapmak, her şeyden çok hürriyeti sevmek, bir taht önünde olsa bile, gerçeği değiştirmemek…” (Müzik
Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.144, Cavidan Selanik)
Dünyanın felsefecilerine göre dünya üzerinde hayatın anlamını bulmuş tek kişi. En yoğun acıların
ve en büyük mutlulukların sanatçısı Ludwig van Beethoven için yazmak, bir savaştı. Yazacağı zaman
herkesten kaçardı, içindeki tanrıyla savaşmak ve ondan gerçeği çekip alabilmek için.. Yaratış kendini
borçlu bildiği kutsal bir görevdi. Beethoven, müzikte romantizmi hazırlayan, geleceğin büyük
bestsecileri için tükenmez bir örnek oluşturan, devrimci olduğu kadar güçlü bir klasik olarak benimsenir.
Bu bakımdan onun müzik tarihindeki yerini kesin çizgilerle tanımlama ve bir döneme bağlama
gayretinden vazgeçmekte yarar vardır.
Eserlerinin benzersiz başarısı Beethoven’in duygusal yaşamın bütün nüanslarını anlatmada ilk
olduğunu gösterir. Kompozisyonları, sarsıcı olayların, bireyciliğin gelişmesinin ve kişisel özgürlük
arzusunun kanıtlarıdır. Eseri, Avrupalı insanın bu iç devriminin sözcüsüdür ve yeni çağların büyük
habercisidir. Beethoven ‘in elinden çıkan bütün sayfalar derin hassasiyeti, şefkati, enerjisi ve dramatik
gücüyle seçilirler. (Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.150, Cavidan Selanik)
BİRİNCİ BÖLÜM: LUDWIG VAN BEETHOVEN İÇİN SOSYAL-PSİKOLOJİK BİR
İNCELEME

Beethoven'ın kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi Ludwig/Louis van Beethoven (1712-1773)
Belçika'nın Mechelen kentinde doğduktan sonra 20 yaşında Almanya'nın Bonn kentine taşınır ve bir
sarayda bas koristi olarak iş bulmasının ardından 1761 yılında o sarayın Kapellmeisterı olarak atanır ve
Bonn'un seçkin müzisyenleri arasına girer. Ludwig'in tek çocuğu olan Johann van Beethoven (1740-1792)
babası gibi Bonn'da aynı sarayda tenor olarak çalışır ve ayrıca klavye ve keman dersleri verir. 1767'de Johann
Heinrich Keverich (1701-1751)'in kızı olan Maria Magdalena Keverich (1746-1787) ile evlenir.
Beethoven Bonn'da gerçekleşen bu evlilikten sonra dünyaya gelen yedi çocuktan ikincisidir. Bu
evlilikten doğan yedi çocuktan sadece Beethoven ve diğer iki kardeşi Kaspar Anton Karl van Beethoven
(1774-1815), Nikolaus Johann van Beethoven (1776-1848) hayatta kalır. Beethoven'ın gerçek doğum günü
hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen vaftiz ediliş tarihi kilise kayıtlarına 17 Aralık 1770 olarak
geçmiştir. O dönemlerde yeni doğan bebekler doğdukları günden bir gün sonra vaftiz edilirler ve bu yüzden
Beethoven'ın doğum günü ailesi ve öğretmeni Johann Albrechtsberger (1736-1809) tarafından 16 Aralık'ta
kutlanır.
Beethoven'ın ilk müzik öğretmeni babasıdır. Daha sonra Gilles van den Eeden'den organ ve aile
dostu olan Tobias Friedrich Pfeiffer'den klavye dersleri alır. Aynı zamanda Franz Rovantini'den keman ve
viyola dersleri alır. Beethoven 5 yaşından itibaren çok yoğun müzik dersleri almaya başlar klavye öğretmeni
Pfeiffer bazen onu gece yatağından kaldırarak zorla dersler verir. Johann van Beethoven Mozart'ın babası
olan Leopold Mozart'ın oğlu ile birlikte çıktığı turnelerden ve başarılarından haberdardır. Bu onlarla aynı
yolu izlemeye başlar Beethoven ilk halka açık konserini 1778 yılında henüz yedi yaşında iken verir. 1779’da
Bonn’a gelen müzisyen Christian Gottlob Neefe, National Theater’da müzik yönetmenliği görevini üstlendi.
Beethoven, sanatçıdan piyano, org ve beste eğitimi almaya başladı. Bu çalışmalar sırasında Neefe,
Beethoven’ın dikkatini Bach’ın eserlerine çekti. Neefe’yle yaptığı çalışmalar, sanatçının hayatında bir dönüm
noktası olmuştur.
Babasının girişimi ve para hırsıyla çeşitli konser denemeleri yapan sanatçı, 1782’ye kadar maddi ve
sanatsal açıdan başarılı olamamıştır. Beethoven’ın müziği, 1782’de, Neefe’nin ‘Dressler’in Bir Marşı
Üzerine Do Minör Dokuz Çeşitleme’ ismini verdiği eserle doğmuştur. Sanatçı bu dönemden itibaren National
Theater’daki etkinlikleri takip etmiş ve opera için yapılmış besteleri inceleme fırsatı bulmuş, 1783’te ise ilk
üç piyano sonatını (Kurfürst) bestelemiştir. 14 yaşındayken Hofkapelle’de orgculuk görevini üstlenmiş,
Beethoven'ın bu muazzam yeteneği başpiskopos Maximilian Friedrich tarafından fark edilerek maddi ve
manevi yönden desteklenir, burada yeteneğini gösteren sanatçının dehasından söz edilmeye başlanmıştır.
O sıralarda baş gösteren Aydınlanma Çağı ve Masonluk Beethoven'ı derinden etkiler Neefe ve
Beethoven'ın çevresindekilerin çoğu aydınlanmışlar üyesidir. 1787 yılında Beethoven, Mozartla çalışmak
umuduyla Viyana’ya gider fakat varışından 2 hafta sonra annesinin hastalığını öğrenir ve geri döner
Beethoven aynı yıl içinde annesini kaybeder ve babası alkolik olur. Bunun sonucunda Beethoven küçük
kardeşlerinin sorumluluğunu almak zorunda kalır ve 5 yıl boyunca Bonn'da kalmaya karar verir. Bu sıralarda
Franz Wegeler ile tanışır ve onun sayesinde o zamanın seçkin ailelerinden olan von Breuning ailesi ile tanışır.
Beethoven sıkça von Breuning ailesinin evine ziyaretlere gider ve çocuklarına müzik dersleri verir. Bu
sıralarda Almanya’nın soylularından Count Ferdinand von Waldstein ile tanışır ve ondan maddi destek görür.
Daha sonra Beethoven onun adına bir sonat yazacaktır. Beethoven 1789 yılında babasının alkolizm
bataklığına düşmesinin ardından yasal yollara başvurarak babasının maaşının yarısının kendine ödenmesini
sağlar bu sayede ailesine destek olabilecektir. Aynı zamanda seçkin sarayların orkestralarında viyola çalarak
ailesine maddi katkı sağlamaya devam eder. Bu sayede Mozart'ın operalarıyla tanışır ve ünlü flüt virtüözü
Anton Reicha ile arkadaşlık kurar.
1785’te sanatçının bestelerinde niteliksel bir sıçramayla birlikte Mozart etkileri görülmeye
başlamıştır. Genç müzisyene öğretecek fazla bir şeyi kalmadığını fark eden Neefe, Beethoven’ı Mozart’la
çalışması için Viyana’ya göndermiştir. Sanatçı Viyana’ya 1 Nisan 1787’de ulaşmıştır. Bu dönemde
ekonomik zorluklar yaşayan Mozart, Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni ve son üç senfonisini
bestelemektedir. Özel ders verecek zamanı olmasa da Beethoven’ı dinlemiş ve ona bir süre ders vermiştir.
Fakat Beethoven, tüberküloz olan annesinin durumunun kötüleşmesi nedeniyle Bonn’a dönmek zorunda
kalmış ve bir süre sonra annesini kaybetmiştir. Bununla birlikte babası kamu işlerinden men edilmiş, evin
bütün yükü Beethoven’ın omuzlarına yüklenmiştir. Bir süre Kont Waldstein’in orkestrasında viyola çaldıktan
sonra Viyana’ya gider fakat Mozart hayatını kaybetmiştir.
Haydn, genç sanatçıya rehber olur. Pek çok soyludan davet almaya başlar, itibar görür.
Doğaçlamaları ise Viyana’da yankı uyandırır. Ancak çok geçmeden soyluların ilgisinden rahatsız olmaya
başlar ve “Mutluluk bana yaramıyor. Ben dünyaya mutlu, kaygısız bir hayat sürmek için değil, büyük eserler
yaratmak için gelmişim” der. Beethoven hiç evlenmemesine karşın, kadın güzelliğine karşı çok hassastı. Pek
çok aşk yaşamış, aile kavramına hep değer vermiştir. Tek operası olan ve 1791’de sahnelenen "Fidelio"da
bu kavramı açık olarak görebiliriz. Eş sevgisine verdiği önem, fedakârlık, vefa, sonsuz sevgi ve eşler
arasındaki saygı operada doruk noktasındadır. Evlat edinmeye karar vermişti. Bu karar onu yeğeninin
annesiyle gireceği yasal davalara, üzüntülere ve mücadelelere sürükleyecekti. Bu mücadelenin sonunda evlat
edindiği Karl bu üzüntülere dayanamayarak intihara teşebbüs etti. Karl ayrıca görme bozukluğu yüzünden
okulundan da atılmıştı. Beş yıl süren davalar, Beethoven'ın duygusal dünyasında yaşadığı hayalkırıklıkları,
artık tamamen kaybettiği işitme duyusu Beethoven'ın eserlerini de vermesini engelliyordu. Bütün bu
olumsuzluklara karşın intihar etme düşüncesinin karşısında şöyle demektedir. "Yalnız sanat alıkoydu beni.
Yaratmam gerektiğine inandığım her şeyi meydana getirmeden ölmeyi göze alamadım."
1794’ten sonra art arda besteler yapmaya başlamış, 1796’da üç sonatı basılmıştır. 1795’ten itibaren
bestecide duyma güçlüğü başlamıştır. 1799’da 1. Senfoni doğar. 1802’de sağırlığı artan ve çektiği acılara
dayanamayan Beethoven, birkaç arkadaşına rahatsızlığından söz eder ve vasiyetini yazıp kardeşlerine
gönderir. Fakat bir süre sonra toparlanıp yeniden beste yapmaya başlar. 1802’de 2 numaralı Op. 36
Senfoni’yi, 1804’te Üçlü Konçerto’yu bestelemiştir. Napolyon için yazdığı 3. Senfoni Eroica büyük bir etki
yaratmıştır.
Beethoven’ın yaşam öyküsünün yazarı Wilhelm von Lenz, sanatçının yapıtlarını üç döneme ayırarak
ele alır.
Birinci Dönem: Op. 1 Piyano, Keman ve Viyolonsel için Üç Üçlü’nün 1794’te tamamlanmasıyla
başlar. 1. Senfoni’yle Yedili’nin ilk seslendirildiği 1800 civarında sona erer. Bu dönemdeki eserleri, Haydn
ve Mozart’ın çağına ait gibidir.
İkinci Dönem: Do diyez minör Piyano Sonatı’ndan (Ayışığı) Op. 90. Mi minör Piyano Sonatı’na
kadar sürer. (1801-1814) Bu dönemde sağır olmaya başlar fakat yeni bir başlangıç yaparak Eroica Senfonisi
ve Appassionata Sonatı gibi eserlerini yaratır.
Üçüncü Dönem: 1814 ile sanatçının hayatını kaybettiği 1827 arasındadır. 9. Senfoni, Missa
Solemnis ve büyük yaylı çalgılar kuartetleri ile romantizme yönelen bir çabanın anıtlarını kazandırmıştır.
İlk dönem, sanatçının halk tarafından tanınmak için kullandığı dildir. İkinci dönemde sanatçı dilini
geliştirmeye çalışır. Üçüncü dönem ise artık halkla ilgilenmeyen, kendisi için beste yapan sanatçının dilidir.
6. Senfoni ilk defa 22 Aralık 1808’de Viyana’da seslendirilir. Beethoven kendi sözleriyle senfoniyi
şöyle anlatır; “Kır yaşamı konusunda fikir sahibi olanlar başlıklara bakmadan yazarın ne istediğini
sezebilirler. Ve eserin gerçek anlamda resimden çok bu yaşamın izlenimlerini taşıdığını da anlarlar.
Pastoral Senfoni resim değildir. Kır ve doğanın insanlara verdiği erişilmez zevkin, kırda uyanan
duygularının anlatımıdır.”
I. Allegro ma non troppo – Kıra Ulaşıldığında Uyanan Mutlu İzlenimler
II. Andante molto mosso – Dere Sahnesi
III. Allegro – Köylülerin Neşeli Toplantısı
IV. Allegro – Fırtına, Yağmur
V. Allegretto – Fırtınadan Sonra Duyulan Mutluluk ve Şükran Duyguları

Tamamen sağır olduğunda çalışırken sesin titreşimlerini anlamak için piyanosunun üstüne bir bardak
su koyuyor, notaya her bastığında suyun titreşimine bakıyordu:
1811’de ‘Arşidük Triosu’ olarak da bilinen ‘Si bemol majör trio’yu bestelemiştir. Bir süre sonra
metronomun mucidi Nepomuk Maelzel, sanatçıyı, bir savaş sahnesini yüceltici bir eser yazması için ikna
eder. 1813’teki ilk yorumuyla büyük başarı yakalayan ‘Wellington Zaferi’ (Victoria Savaşı) böylelikle doğar.
Ardından, eski monarşilerin restorasyonunu öven bir metne müzik yazmış ve ‘Zafer Anı’ başlıklı ‘Op. 136
Kantat’ doğmuştur. Bu eser sanatçıya en ünlü olduğu dönemi yaşatmıştır.
Sağırlığı büyük bir hızla ilerlerken 1814’te kemancı Schuppanzig ve viyolonselci Lincke’yle birlikte
‘Arşidük Üçlüsü’nün piyano kısımlarını çalarak halkın karşısına son kez çıkar fakat herkes çalınanları
duymadığını fark eder. Bu konserden sonra piyanistliğini bitirmeye karar verir. Bazı kaynaklar, sanatçının,
dişlerinin arasına bir çubuk alıp piyanoya dayayarak duyduğu titreşimlerle beste yaptığını söylemektedir.
1816’da ‘Op. 101 la majör Piyano Sonatı’ doğar. 1817, Beethoven için hastalıklarının ağırlaştığı,
sessizliğin arttığı bir dönem olmuştur. Çevresindekilerle iletişim kurmak için konuşma defterleri kullanmaya
başlamıştır ve bu durum ölene dek böyle sürmüştür. Büyük piyano sonatı ‘Hammerklavier’i 1819’da
tamamlar.
1820’de ‘Op. 109 mi majör Piyano Sonatı’nı besteler ve o günlerde çağın büyük piyanistlerinden
biri olarak görülen Carl Czerny’yi öğrenci olarak kabul eder. 1821’de akut sarılığa yakalanmış, hastalığı,
ölümüne neden olan karaciğer sirozuna dönüşmüştür. 1823’te sağlık sorunlarına, gözlerindeki ağrılı bir
enfeksiyon da eklenmiştir. Bu sancılı dönemde, en yüce eserler doğar: ‘Re majör Op. 123, Missa Solemnis’
ve sanatçının piyano eserlerinin doruğu olan ‘Op. 120, Diabelli’nin Bir Valsi Üzerine 33 Çeşitleme.
Beethoven ömrü boyunca hiç evlenmemiş, Diabelli Varyasyonları’nı ‘Ölümsüz Aşkı’na adamıştır. Kim
olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte bu kişinin, Frankfurtlu bir tüccarın karısı olan Antonie Brentano
olduğu tahmin edilmektedir.
Beethoven ömrü boyunca kolit, romatizma, cilt hastalıkları, tansiyon, enfeksiyonlar, çıbanlar, damar
hastalıkları gibi pek çok rahatsızlık geçirmiştir. Goethe ile karşılaştığı Tepliz’e ünlü kaplıca sularında tedavi
olmak için gitmiştir. Bu dönemde 9. Senfoni’nin çalışmaları sürerken, sanatçının rahatsızlıkları artar. Bazı
kaynaklara göre, besteci geçirdiği şiddetli bir sinir krizinden sonra dinlenmek, biraz kendini toparlamak için
gitmişti oraya. Aslında, nöro-psikiyatr ve psikanalist Edward Larkin’in son çalışmaları sayesinde bugün,
Beethoven’in kolit, romatizma, romatizmal ateş, cilt hastalıkları, çıbanlar, bitip tükenmez enfeksiyonlar, göz
yangısı, tansiyon ve dejeneratif tipte damar hastalıklarından muzdarip olduğunu biliyoruz. Wegeler’in
anlattığına göre, 1807 yılında Beethoven, bir çıban yüzünden neredeyse bir parmağını kaybediyordu. 1808’de
yine bir çıban yüzünden çenesinin şekli bozuldu ve 1813’de ayağındaki bir enfeksiyon ateşini öyle yükseltti
ki, tüm duyularını kaybedebilirdi.* ‘9. Senfoni’yi 1824’ün şubat ayında tamamlar. Eser ilk kez Viyana’da 7
Mayıs 1824’te dinlenmiştir. Konser, dinleyicilerin heyecanı içinde alkışlarla kesilir. Fakat Beethoven ne
alkışları duyabilmektedir, ne de çalınanları. Aslında senfonide anlatılan bir insandır. Bir sevinç kutlanır
Schiller'in şiirinde. Beethoven, Schiller'in metninden ayrılarak hayatı dile getirir. Melekler korosu, insanları
yeryüzünde bir armağan bekleyerek, cesaretle acı çekmeye davet etmektedir. Kini, intikamı unutalım,
düşmanlarımızı affedelim. Yaşanan sevinç, insanlığı kendi yurdu olan insanlık cennetine götürmektedir.
Cennet, insanın kendi aklı ile uğraştığı, bütün İnsanlar doğa ile birleşip Tanrı katına varana dek, bir öpüş
içinde kucaklaşır ve evrenin sırrına varırlar. Bunu kendi aklı ile yaratır insanoğlu... Senfoni tüm senfonilerden
insan sesinin eklendiği, koro ve solistlere yüreğini açmış tek senfonidir. 1825’te ise ‘Op. 132 Kuartet’, ‘Op.
133, Büyük Füg’ ve ‘Op. 130 Kuartet’ doğmuştur.
1 Aralık 1826’da yaptığı yolculuktan sonra rahatsızlanır. 5 Aralık’ta gelen doktor, sanatçının
durumunun umutsuz olduğunu söylemiştir. 24 Mart 1827’de komaya girer ve iki gün komada kalır. Bilim
insanlarının Beethoven'in öldükten hemen sonra kesilen saçlarından çıkardıklarına göre saç tellerinde normal
bir insanınkinden yüz kat daha fazla kurşun bulunmuş, büyük sanatçı 56 yaşında kurşun zehirlenmesinden
29 Mart’ta hayatını kaybetmiştir. Aslında daha yaşarken ölümsüzleşmiş olan Beethoven, yaklaşık 20 bin
kişinin katıldığı bir cenaze töreninin ardından Wahring Mezarlığı’na defnedilmiştir. Naaşı, 1888’de
Schubert’in vasiyetinde belirtmesiyle beraber Viyana Merkez Mezarlığı’na Schubert’in mezarının yanına
aktarılır.
Alman topraklarında yeşeren lied yani sanat şarkısı (kunstlied) türünün kökeni, Fransız
troubadur’ların Tötonya’daki eşdeğeri olan minnesinger-meistersinger’lerin söylediği monofonik
ezgilere dayanıyor. Bugün aşina olduğumuz klasik ve romantik dönem lied sanatının uzak çağlardan
gelen ayak sesleri bunlar. Polifonik lied yazımında ilk bilinen önemli isimse, Oswald von Wolkenstein
(14. ve 15. yüzyıllar). 16. yüzyılda Lassus’un İtalyan madrigali ve Fransız chanson’larından etkiler
taşıyan lied’leri öne çıkarken 17. ve 18. yüzyıllarda Alman lied’inin bu kez o dönem gözde olan İtalyan
kantat ve operalarından esinlendiğini görüyoruz.
Handel ve Johann Sebastian Bach, vokal müzik alanındaki dehalarını lied’den ziyade kantat ve
opera alanına hasretmeyi tercih etmişler. Klasik dönemin Schubert öncesi lied sanatında, Berlin Okulu
bestecilerinin (Agricola, C.P.E. Bach, Graun, Hiller) çetrefil olmayan klavye eşliği, sade ezgiler ve aynı
sadelikteki armonik yapıya sahip lied’lerinden sonraki dönemde Haydn-Mozart-Beethoven üçlüsünün,
lied’i, kendilerini ifade etmekte önemli bir enstrüman olarak görmedikleri söylenebilir. Beethoven, "Bir
Masonun Tekris Töreni" ile "Masonik Sualler" (Maurerfragen) adlı koroya eşlik eden bir lied
bestelemiştir. Sözlerinin kendisine ait olmadığını belirten besteci, lied'in müziğinin kendisine ait
olduğunu yine Dr. Wegeler'e yazdığı bir mektubunda dile getirmektedir.
Beethoven’ın eserlerinde Türk etkisine rastlanır. Bazı eserlerinde Yeniçeri Marşı, ziller, vurmalı
çalgılar ve Mehter Marşı yer alır. Sanatçı 19. yy müziğini derinden etkilerken, Schubert, Brahms,
Mendelssohn gibi besteciler, eserlerinde ona özgü özellikleri kullanarak, hayranlıklarını yansıtmışlardır.
Beethoven 1811 yılında yazdığı Op. 113 ‘Atina Harabeleri’ (Die Ruinen von Athen) adlı sahne
yapıtındaki ‘Derviş Korosu’nu bestelerken beste-i kadim dügah Mevlevi Ayini’nden esinlenmiş. Tabii
bunu küçük bir esinlenme öyküsü olarak değil de Beethoven’ın Türk müziği hakkında genelde
varsayılandan çok daha fazla bilgisi olduğu gerçeğiyle ele alırsak her şey daha anlamlı oluyor.
Beethoven “Derviş Korosu”nu bestelerken Fransız tüccar Jean Antoine du Loir’ın İstanbul’da
dinleyip 1654’te Paris’te yayımladığı notalardan yararlanmış. Ve ‘Atina Harabeleri’ bugüne kadar bir
bölümü dışında Türkiye’de hiç sahnelenmediği için durum kimsenin dikkatini çekmemiş. Oysa ki ele
geçen bulgular ışığında ‘Derviş Korosu’nu, uluslararası sanat müziğinde varlığını sürdüren Mevlevi
müziği etkilerinin, ilk örneği olarak kabul etmemiz gerekiyor. Üstelik Beethoven’ın Türk müziğine
1808’de başlayan ilgisi, bestelediği Türk özelliklerine sahip eserlerle ölümüne kadar gelişerek devam
etmiş. Yazdığı birkaç Türk Marşı‘nın da ötesinde, en son ve en büyük eseri kabul edilen 9. Senfoni’nin
son bölümüne, mehter müziğinin özelliklerini yansıtan bir ‘Türk Müziği’ bile eklemiştir. Yani; Avrupa
ve Türk müziklerinin yüzleri birbirine dönüktür ve birbirine gülümseyerek bakan iki yüzdür onlarınki.*
XVII. VE XVIII. YÜZYILLARDA DÜNYA

XVII. yüzyılda Avrupa devletlerinde yönetim şekli olarak kralların hâkim


oldukları mutlak monarşi yönetimi görülmektedir. Özellikle İngiltere ve Fransa’da krallar
iktidara engel olan unsurları ortadan kaldırarak güçlerini artırmışlardır. Coğrafi keşiflerin
etkisiyle ekonomik yönden zenginleşen ve gelişen Avrupa’da İngiltere, Fransa, İspanya,
Hollanda, Portekiz gibi devletler Coğrafi keşifler düzenlemişlerdir. Uzak Doğu ve
Hindistan bölgesi ile Atlas Okyanusu limanları bu dönemde Avrupa devletlerinin gözde
paylaşım bölgeleri (sömürge) olmuştur. Bu durum aralarında 30 yıl savaşlarına neden
olmuştur. XVIII. yüzyılda Avrupa'da mutlakiyet yönetimine dayalı merkezi krallıklar ve
prenslikler bulunmaktaydı. XVIII. yüzyıl Avrupa tarihi devletlerarası politik ve çıkar
çatışmalarında diploması ve ittifakların ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu toprakların
oluşumunda dini birliktelikler ve devletlerin milli çıkarları belirleyici olmuştu.
Avrupa devletleri Makyavelizm olarak bilinen amaca ulaşmak için her türlü araca
başvurmanın uygun oldu anlayışıyla hareket etmişlerdir. Zenginlik kaynakları ele
geçirerek birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştılar. Bu nedenle 18. yüzyıl boyunca
birbirleri ile savaşmışlardır. Ayrıca bu yüzyılda Avrupa'daki krallıkları arasındaki
akrabalık bağlarından dolayı veraset savaşları yaşandığını görmekteyiz. Uzun süren
savaşlar, devletlerin ekonomilerinin bozulmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında
sömürgeci devletler, çıkarları doğrultusunda ittifak kurmaya yönelmişlerdir.
17. yüzyıla kadar Fransa Kuzey Amerika'yı kolonileştirme açısında İngiltere'nin
ötesindeydi. Ancak Fransa İngiltere'yle savaştığı Yedi Yıl Savaşlarını kaybedince 1763'te
imzaladığı Paris Antlaşması ile Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini İngiltere’ye
kaptırdı. Bu arada İngiltere Yedi Yıl Savaşları’nın malî yükünü kolonilerde yaşayan
vatandaşlarından çıkartmaya kalkışınca, bu durum Kuzey Amerika kolonilerinde büyük
bir huzursuzluk yarattı. 1774'te isyan eden Onüç Koloni'nin başlattığı Amerikan
Bağımsızlık Savaşı 1776'da bağımsızlık ilanına yol açtı. 1783'te imzalanan Paris
Antlaşması ile Büyük Britanya Amerika Birleşik Devletleri'nin bağımsızlığı tanımak
zorunda kaldı. Böylece İngiltere de Kuzey Amerika'daki kolonilerinin büyük bir
bölümünü kaybetti.
ABD'deki bağımsızlık hareketlerine mali açıdan büyük bir destek sağlamış olan Fransa
monarşisi saray masrafları da eklenince malî yönden büyük bir krize girdi. Fransızca
Ancien Régime adı verilen eski düzende din adamları ve soylular vergi yükümlüğünden
muaftı. 1789'da Fransa kralı XVI. Louis soyluları toplayıp vergi düzeninde değişiklik
yapılmasını önerdi. Soylular buna cevap olarak toplumun üç ana kesiminin temsil edildiği
bir meclis olan États généraux'nun yeniden toplanmasını istediler. XVI. Louis bu talebi
kabul etmek zorunda kaldı. Ancak meclisin orta sınıftan (Burjuvazi) gelen üyelerinin
istekleri üzerine bu meclis bir Millî Meclise dönüştü. Bu gelişmelerden telaşlanan kral
orta sınıf yanlısı Maliye Bakanı Jacques Necker'i görevden aldı. Kralın, kazandığı hakları
geri alacağından korkan orta sınıf isyan etti. Peşine diğer halktan unsurları da katarak 14
Temmuz 1789 günü Bastille hapishanesine saldırdı. Hapishane ele geçirilip mahkûmlar
salındı. Böylece başlayan Fransız Devrimi 1789-1815 yılları arasında beş farklı dönem
yaşayarak devam etti. Fransız Devrimi'nden sonra yıldızı parlayan Napolyon Bonapart'ın
önderliğindeki Fransa Avrupa'nın diğer güçlü devletlerine karşı bir dizi savaşa girişti.
Napolyon Savaşları adı altında 1800-1815 yılları arasında yapılan bu savaşlar yaklaşık 15
sene sürmüştür.

A.1.1) Otuz Yıl Savaşları (1618-1648)

Otuz Yıl Savaşları, Alman, İmparatorlu II. Ferdinand’ın ülkesinde mezhep birliğini
sağlamak ve Protestanlığı yok etmek istemesinden dolayı çıkmıştır.

Fransa, Katolik mezhebini desteklemesine rağmen Danimarka ve İsveç’in yenilmesinden


ve Almanya’nın tek yönetim altında birleşerek güçlenmesinden çekindiği için,
Almanya’nın karşısında yer alarak Protestanlarla anlaşarak Protestanları desteklemiştir.
Fransa ile Almanya arasında bir savaşa dönüşen Otuz Yıl Savaşları, Almanların
yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Savaş Westfalya Antlaşması ile sona ermiştir.
Bu antlaşmayla; Almanya’daki prenslerin siyasal ve dinsel özgürlüklerini kabul etmiştir.
Avrupa’da mezhep seçme hakkı tanındığından Avrupa’daki mezhep savaşları büyük
ölçüde sona erdi. Bu savaş ortamında Almanya’daki prensliklerden Prusya prensliği
güçlendi. Artık Kutsal Roma Germen İmparatorluğu parçalanmış ve İspanya’nın gücü
azalmıştı.
Avrupa’daki kuvvetler dengesini kendi lehine çevirmeyi başaran Fransa’ya karşı
İngiltere, Avrupa hürriyetinin savunucusu olarak ortaya çıktı. İngiltere’nin yanında
Avusturya ve Portekiz yer aldı. Fransa, İspanya ile yaptığı Veraset Savaşları’ndan (1701-
1713) başarıyla çıkıp İspanya’yı topraklarına kattı. İspanya’ya karşı başarılı olan Fransa,
Avusturya ile yaptığı Veraset Savaşı (1740-1748) ve Yedi Yıl Savaşları (1756-
1763)’ndan yenilgiyle çıktı. Bu savaşlar sonunda Fransa’nın ekonomisi oldukça zayıfladı.
A.1.2)Yedi Yıl Savaşları (1756-1763)

Avusturya Veraset Savaşları sonunda yapılan “Ekslaşapel Antlaşması” Avrupalı


devletleri memnun etmemiş; kaybettiklerini geril almak ve sömürgelerini genişletmek
amacıyla savaşları yeniden başlamıştır.
Yedi Yıl Savaşları Avrupa’da; Prusya’ya karşı Fransa, Rusya ve İtalyan devletleri
arasında gerçekleşirken; Okyanuslarda da İngiltere’ye karşı, Fransa, İspanya ve Hollanda
arasında gerçekleşmiştir. Savaşı kazanan taraflar İngiltere ve Prusya olmuştur.
Yedi Yıl Savaşları, 1763’te imzalanan Paris ve Huberttusburg Antlaşması ile
sonuçlandı. İngiltere, Paris Antlaşması ile Fransa, İspanya ve Hollanda’dan geniş
sömürgeler elde edip dünyanın en güçlü sömürge imparatorluğu durumuna geldi.
Huberttusburg Antaşası ile de Prusya, Avrupa’nın en güçlü kara devleti haline geldi.

A.1.3) Kölelik

Aydınlanma, bilimsel gelişmelerin ve hükümdarlara ve dine karşı şüpheciliğin


büyüdüğü bir dönem iken, aynı zamanda köle ticaretinin geliştiği bir dönemdi.
Milyonlarca insan köleleştirildi ve zorla Afrika’dan Batı Yarımküre’ye taşındı. Birçoğu
köle gemilerdeki sıkışıklıktan dolayı yolculuktan sağ çıkamadı ve daha da fazlası Batı’da
karşılaştıkları zorlu çalışma koşullarında öldü. Köle gemilerinin seferleri 19. yüzyıla
kadar devam etti.
Aydınlanma’dan etkilenen ve Bağımsızlık Bildirgesi’nde “tüm erkeklerin eşit
yaratıldığını” yazan eski ABD başkanı ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ana
yazarı olan Thomas Jefferson’ın bile köleleri vardı.
Aydınlanma dönemi sırasında, Afrikalı kadın ve erkeklerin köle tüccarları
tarafından zalimce kaçırılmalarını tasvir eden bir illüstrasyon çalışması. Hareketin amacı
olan bağımsızlık ve özgürlüğün aksine kölelik çoğalmıştı. Outram, köleliğin gelişmesinin
bir nedeninin de ondan kazanılabilecek çok miktarda para olduğunu yazdı. Güney ABD,
Karayipler ve Güney Amerika’daki fabrika sahipleri, “parayı kırmak” için kölelerin
emeğini sömürdüler. Gemi inşa endüstrisinde köle gemilerinin inşası ve bakımından
sorumlu olanlar ve köle taşımacılığını finanse etmek için para ödünç veren finans
şirketleri de bu büyük paralardan nasiplerini aldılar.
A.1.4) Terör Dönemi (1793-1794)

Terör Dönemi (5 Eylül 1793 - 28 Temmuz 1794), Fransa'da, Fransız Devrimi'nin


ardından on ay süreyle iktidarı ele geçiren Jakobenlerin yürüttüğü kanlı dönem. Önde
gelen Jakobenler, Robespierre, Mirabeau ve Marat'dır. Devrim mahkemelerinde karşı
devrimci olarak görülen ve iç düşman etiketi yapıştırılan halk yığınları giyotine yollanmış
ve daha sonra da bu durumu yaratanlar kendi başlarını giyotine vermiş, bu dönem boyunca
ülkeye paranoya hâkim olmuştur.
Her şey tahtı ele geçirmek isteyen soyluların Kilise'nin de yardımıyla harekete
geçmesi ve İngiltere gibi yabancı ülkelerden yardım istemesiyle başlamıştır. Bundan
sonra devrimin karşılaştığı tehlike üzerine, Jakobenler aşırı sert politikalarını yürürlüğe
koyar ve kendi içlerinden dahi itiraz edenleri ortadan kaldırır.
En sonunda, yaşanılan terörden bıkan ülke, Beyaz Terör'ü devreye sokarak önemli
tüm Jakobenleri ortadan kaldırır, ancak Fransa'nın bu kanlı dönemi atlatması ülkeye çok
uzun zamana mal olmuştur.
Birinci Fransız Cumhuriyeti’nin de Aydınlanma fikirleriyle çelişen politikaları
vardı. 1793 ve 1794 arasında, Fransa’da “terör” adı verilen bir dönem meydana geldi.
Bu süre zarfında, Fransa’nın çiçeği burnunda hükümeti devrilmekten korktuğu
için, düşman olarak algıladığı kişileri tutukladı ve idama sürükledi, bu da binlerce insanın
infazına yol açtı. Bu dönem, hükümeti resmen çürüttü ve sonunda Fransa’nın imparatoru
olacak Napolyon Bonapart’ın yükselişine yol açtı.
Fransız Devriminde terör Bourbon Hanedanının devrilmesi ve Kral Louis’in ve
eşi Marie Antoinette’in giyotinde idam edilmesinden sonra 1793 Haziranında başladı ve
giyotin çok canlara kıydıktan sonra, 27 Temmuz 1794’te sona erdi... Fransız Devrimini,
rakip siyasi gruplar Girondins ve Jakobenler arasındaki çatışma ateşledi.Tahminlere göre
bu “Terör döneminde” devrim düşmanlarının temizlenmesi için başta aristokratlar olmak
üzere 20 bin kişi giyotinde can verdi. XVI. Louis, Marie Antoinette, Girondins, Philippe
Ègalitè (Philippe d’Orleans), Maximilien François, Marie Isidore, Robespierre ve Madam
Roland, modern kimyanın babası olarak diğer pek çok alim gibi Antoine Lavoisier onun
bıçağı altındahayatlarını kaybetti.“Giyotin”, denilen Doktor Giyotin’in idam cezalarının
baltayla infaz edilmesi yerine daha insani bir yöntemle yapılması için icat ettiği (Ulusal
Jilet) infaz aracı bir dönemin sembolü oldu... (Kaynak Yeniçağ:Tarihten Dersler: Fransız
Devriminde Terör, Altemur KILIÇ)*
A.2.a) Marie Antoinette XVI. Louis

1755 yılında Avusturya'nın Viyana şehrinde doğan Marie Antionette Avrupa


monarşilerinin büyük istikrarsızlıkta olduğu bir çağa denk gelmişti. Anne Maria
Theresa, Fransız ve Habsburg tahtları arasında kurulan yeni ittifakı güçlendirmek
istiyordu. Bu amaçla 1766'da genç kızının geleceğin Fransa Kralı XVI. Louis ile
evleneceğine ant içti. Marie Antoinette 14 yaşında, sıradaki Fransa kralı görülen XVI.
Louis ile evlendirildi. Genç ikili bir zaman sonra, sürgün edilen eski Fransız monarşisi
ile benzer aşırılıklar sergilemeye başladı. Marie Antoinette tam da bu dönemde iddialı
bir dedikoduya alet olmuştu. Fransız Devrimi'nin sürdüğü 1789'da kraliyet ailesi
devrimci otoritelerin kontrolü altına girmeye başladı. Marie Antoinette devamlı halkın
dikkatini çeken göz önünde bir figür olarak yaşadı. Eşiyle uyumlu değillerdi ve pek az
resmi görevi bulunduğundan gününün çoğunu abartılı zevklerle ve kendini şımartmakla
geçiriyordu. Sarayına bir model çiftlik yaptırmıştı ve nedimeleri ile burada özenli
kostümler giyerek sütçü kız ve kadın çoban rollerine bürünürlerdi. Bol tirajlı gazeteler
ve ucuz el ilanlarında kraliçenin savurgan hareketlerine ve müstehcen söylentilerine yer
verilmiştir. Marie Antoinette kısa süre içinde Fransa'nın tüm sorunlarından sorumlu
tutulur hale gelmişti. Cömert yaşasa da aslında savurganlığı Fransa'nın 1770'lerde ve
80'lerde artan borcunun sadece küçük bir nedeni olabilirdi. Ülkenin yüzleşmekte olduğu
sorunlar aslında genç kraliçenin hatası değildi. 18. yüzyıl sömürge savaşları -özellikle
Fransızların sömürge karşıtı tarafa destek vereceği Amerikan Devrimi– Fransız devletini
yüklü bir borca sokmuştu. Fransa'da Katolik Kilisesi (“First Estate”) ve Soylular
(“Second Estate”) gibi ülke mülklerinin çoğunu elinde bulunduranların servetlerinden
vergi ödemesi gerekli değildi ve sıradan insanlar ise yüksek vergiler ödemek zorunda
bırakılıyordu. Durum bu olunca kraliyet ailesinin göze çarpan harcamaları gitgide
rahatsız edici duruma ulaşmıştı. XVI. Louis'nin kararsızlığı nedeniyle Marie Antoinette
giderek daha belirgin bir siyasi rol oynadı. Reformu reddetmesi ve Fransız Devrimi'ne
direnişi, monarşinin 1792'deki devrilmesine ciddi katkı sağladı.
XVI. Louis (d. 23 Ağustos 1754 – ö. 21 Ocak 1793), 1774-1792 yılları arasında
Fransa kralıdır ve Marie Antoinette'nin kocasıdır. Louis Capet olarak da bilinir. 21 Ocak
1793 tarihinde giyotinle idam edilmiştir. Louis saltanatının ilk bölümünde Aydınlanma

idealleri doğrultusunda Fransa'da yaptığı reformlarla damga vurmuştur. Bunlar köleliği


ve sınıf farkını ortadan kaldırmak ve Katoliklere karşı toleransı artırmaya yönelik
çalışmalardı. 21 Ocak 1793'te Fransız İhtilali esnasında "vatana ihanet" suçlaması ile
giyotinle idam edilmiştir.

Fransız İhtilali'nin "günah keçisi" haline gelmiş ve "Eski Rejim" (Ancient


Régime) döneminin bütün olumsuzlukları kişiliğine yüklenmiştir. Fransız İhtilal’inin
hışmına uğrayan talihsiz XVI. Louis, 1774’te tahta çıktı ve 1793’te, henüz kırk yaşında
bile değilken kafası giyotinle kesilerek idam olundu. Avusturya İmparatoriçesi Marie-
Antoinette ile evlenmiş olan Louis, faziletli bir insan olarak ün kazanmıştı. Tahta
çıkışını halk, coşkuyla karşıladı. Anayasanın kabulündeki gecikmeler ve anlaşmazlıklar
dolayısıyla halk, 14 Temmuz 1789’ da Bastille zindanını zapt etti. İyi niyetli, fakat zayıf
karakterli bir insan olan XVI. Louis gösterdiği çekingenlikler; göçmen asillere yaptığı
gizli yardımlar; Fransa’dan kaçmaya çalışırken 20 Haziran 1791 de yakalanarak
Varennes’den geri getirilişi ve nihayet yabancı devletlerle el altından yaptığı temas ve
görüşmeler dolayısıyla halkın gözünden düşüşü…10 Ağustos 1792’de halk ayaklanıp
saraya baskın yaptı. XVI. Louis Temple hapishanesine kapatıldı ve artık iş sadece kralı
yargılamaya kalmıştı. Her şeyden önce anayasa hükümlerince kralın dokunulmazlığı
meselesi ortaya çıkıyordu. Kralın dokunulmazlığı küçük bir azınlık tarafından
savunuldu. Saint- Just ve Robespiere kralın yargılanmaksızın idamı istediler. Sonunda
kralın İhtilal Meclisi tarafından ve bazı adalet şekil ve kurallarına uygun bir şekilde
yargılanması düşüncesi üstün geldi. Kral 1793'te idam edildi ve Marie Antoinette ise
yakalandı. Kendisini Fransız Cumhuriyeti'ne karşı gerçek dışı ithamlarla yargıladılar. 16
Ekim 1793'te giyotine mahkum oldu.*

A.2.b) Napoleone di Buonaparte

Napolyon Bonapart, Fransa’nın Korsika adasındaki soylu bir aileden gelip Avrupa
kıtasının büyük bir çoğunluğuna hâkim oldu. 1815’de Waterloo Muharebesi’nde aldığı
mağlubiyetin ardından, Güney Atlantik’te yer alan St. Helena adındaki ücra bir adaya
sürgüne gönderilerek kalan günlerini burada geçirdi.
Sözde Cenova hâkimiyetindeki Korsika, 1768 1769 yılları arasında Fransa
tarafından ele geçirildiğinde hemen hemen bağımsız bir bölgeydi. Napolyon’un annesi
Maria Letizia Buonaparte ve babası Carlo Maria di Buonaparte Fransız destekçisiydi ve
aile Fransız hükümeti tarafından soylu olarak kabul edilmekteydi. Fransız hükümetinin
bu takdiri Bonapart’ın askeri okula girmesini ve topçu subayı olarak eğitim görmesini
kolaylaştırmıştı.
Bonapart, 1779-1784 yılları arasında Fransa Brienne’deki askeri okula gidene
kadar Fransızcayı akıcı bir şekilde konuşamıyordu. Brienne’deki eğitimini
tamamlamasının ardında, Paris’te daha ileri düzeyde bir askeri akademi olan Ecole
Militaire’e katıldı. Buradan 1785’de mezun olarak Fransız ordusunda topçu subayı
olarak göreve başladı. 1789’da başlayan ve Fransız Kralı XVI. Louis’nin boynunu
vurduran Fransız Devrimi, Bonapart’ın askeri becerisini kullanıp iktidara yükselişine
uygun bir yol hazırlayan istikrarsız bir siyası ortam yaratmıştı.
Yükselişi, monarşi yanlısı bir grup Fransız’ın 1793’de İngilizler’in yardımıyla
Toulon kentini le geçirmesiyle başladı. Cumhuriyetçi hükümet kenti geri almak için
askeri bir keşif düzenlemeye karar verince harekâtın önderlerinden biri olarak
görevlendirilen Napolyon geliştirdiği savaş planıyla kentin geri alınmasını sağladı.
Ardından 1795’de, Paris’deki bir isyanı bastırmada askeri kuvvetlere yardım etti.
1796’da Napolyon, İtalya’daki Fransız kuvvetlerinin komutanı olarak atandı ve
emrindeki birlikler yalnızca bir yıl içerisinde İtalya’nın büyük bir çoğunluğunu
Avusturya’nın ise bir kısmını hâkimiyetleri altına aldı. Ele geçirilen topraklar Fransa’ya
para ödemek ve mal vermek zorunda bırakıldı. Napolyon, düşman kuvvetlerini köşeye
sıkıştırıp bölmek için hızlı yürüyüşler kullanmıştı. Askerlerini, savaş olduğunda düşman
kuvvetlerini sayıca geçecek şekilde stratejik bir şekilde konuşlandırıyordu. Askerlerine
övgüler yağdırıyor morallerini yüksek tutmaya çalışıyordu.

İtalya’daki başarısı Fransa’daki şöhretini daha da artırınca Fransız cumhuriyetçi


hükümette daha itibarlı bir pozisyona getirildi. 1798’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun
hâkimiyetinde bulunan Mısır’a gönderilen askeri keşif birliğine önderlik etti. Hedefi
Mısır’ı ele geçirip Orta Doğu’yu fethetmekti.
Kuzey Mısır’ı ele geçirmede başarılı olsa da keşif İngilizlerin Nil Muharebesi’nde
Fransız donanmasını mağlup etmesiyle kesintiye uğradı. Bu durum, Fransa’nın
Napolyon’un yorgun düşmüş birliklerinin ihtiyaçlarını karşılamasını ve takviye asker
yollamasını güçlendirdi. Keşif, askeriden ziyade bilimsel alanda daha başarılıydı.
Napolyon giderken çok sayıda bilim insanını da yanında götürmüş böylece Mısır’daki
antik anıtlar hakkında önemli miktarda bilgi elde edilmişti. Bilimsel getirilerin en
önemlisi ise Antik Mısır hiyerogliflerinin deşifre edilmesini sağlayan bir bulgu olan
Rosetta Taşı’nın keşfedilmesiydi.

Napolyon’un birlikleri Mısır’da sekteye uğramışken Fransa’da da durumlar iyi değildi.


Avusturya ve Rusya İngiltere ve Osmanlı’yla birleşerek Fransa’ya savaş açmıştı. İç
işlerde de durum karışıktı. Monarşi yanlıları hükümeti devirmeye çalışırken isyanlar da
ardı ardına patlak veriyordu. Durumdan faydalanan Napolyon, 1799’da Mısır’ı terk edip
Fransa’ya yol alarak kendisine “Birinci Konsülü” unvanıyla Fransa’ya hükmetme imkânı
tanıyacak askeri bir darbeye önderlik etti.
Napolyon 1802’de çok önemli bir dizi askeri başarıya imza attı: Fransa’daki isyanları
bastırdı, İtalya’yı fethetti ve diğer ülkeleri ordularını savaş alanında mağlup ederek barış
istemeye zorladı.
Birinci Konsül olarak etkisi giderek artan Napolyon ve 1804’de bir referandum
sonrasında Fransız imparatoru seçildi. Yeni imparator gücü elinde tutabilmek için, hiçbir
karşıtlığa mahal vermeyecek ağır bir sansür uygulamaya başladı. Çok sayıda resmini
yaptırıp kamu binalarında sergiletmeyi de ihmal etmedi.Germaine de Stael, Napolyon’un
kendisine ve Fransa’ya yöneltilen bir eleştiri olarak yorumladığı bir roman yazınca
1803’de Fransa’dan sürgün edildi.

Napolyon bunların yanı sıra, Kod Napolyon olarak bilinen bir kanun metni de
düzenlemişti. Metinde inanç özgürlüğünü sağlayan hükümler yer alsa da kocalarının
üzerlerinde ağır bir tahakküm kurduğu kadınlara verilen haklar oldukça kısıtlıydı.

Fransa Napolyon’un yönetimi altındayken genellikle diğer ülkelerle savaş halindeydi.


Avusturya ve Prusya’ya ağır mağlubiyetler yaşatmışsa da İngilizlerin devasa donanma
kuvvetleri Napolyon’un Büyük Britanya’yı ele geçirmesini olanaksızlaştırmıştı.
Avrupa’daki ülkelerin Büyük Britanya’yla ticaret yapmasını engellemek için “kıta
ablukası” bile uygulamıştı. Zaman ilerledikçe, Napolyon’un düşmanları da Fransız
ordusunu yenebilmek için yeni taktiler kullanmaya başladı. 1804’de köleliği yeniden
getirmeye çalışan Fransız birlikleri Haiti’de yerli halk tarafından büyük bir mağlubiyete
uğratıldı. Fransız ordusunu yenmek için gerilla taktiğini kullanmışlardı. Mağlubiyetten
sonra Napolyon Louisiana’yı ABD’ye satarak Avrupa kıtasındaki seferlere yoğunlaştı.
Amerika’da karşısına çıkan gerilla taktiği Avrupa’da da Napolyon’un peşini
bırakmamıştı. Ordusu 1808’de İspanya’yı ele geçirdikten sonra İspanyollar Fransız
birliklerini pusuya düşürerek direnmiş ardında halkın arasına karışarak gizlenmişlerdi.
Fransızlar köyleri yakıp yıksa da İspanyollar kuvvetleri asla teslim olmadı. Napolyon yüz
binlerce birliği İspanya’da tutmak zorunda kaldı. Süregelen bu çatışmalar Fransız
ordusunu öylesine yormuştu ki Napolyon bu direnişe “İspanyol ülseri” adını verdi.
Benzer gerilla taktikleri Napolyon karşıtlarınca Güney İtalya’da da kullanılmaya
başlandı.
Napolyon en büyük mağlubiyetini 1812’de Rusya’yı ele geçirmeye çalışırken aldı.
Gerçekte 400.000 askeriyle Moskova’yı ele geçirmiş, ancak zaferi pek uzun sürmemişti.
Azalan erzak ve malzemeleri Napolyon’u birliklerini geri çekmeye zorlamıştı. Zorlu kış
şartlarında geri çekilirken çok sayıda askerini açlık, hastalık ve Rus saldırıları sebebiyle
kaybetti.
Yıl 1813 olduğunda ise Napolyon saldıran değil savunan tarafa geçmişti. Bu kez
saldıranlar Rusya, Büyük Britanya, İspanya, Avusturya ve Prusya’ydı. 1814’de bu
ülkelerden birlikler Nisan ayında Paris’e vararak Fransa’yı ele geçirdi. Tahtan çekilmeye
zorlanan Napolyon Akdeniz’deki Elba Adası’na sürgüne gönderildi.

Napolyon 1815’de Fransa’ya tekrar dönüp tahta geçse de Waterloo Muharebesi’nde


mağlup olana kadar yalnızca 100 gün iktidarda kaldı. Bu kez, Fransa’dan çok uzakta
Güney Atlantik’te yer alan St. Helena adasına sürgün edildi. İngiliz muhafızların yakın
gözetiminde tutulan Napolyon 1821’de mide kanserinden ölene kadar altı yıl boyunca bu
ücra adada yaşadı.*

A.2.b.1) Sinfonia Eroica

1792 yılında Viyana’ya giden Beethoven klasik müziğin ünlü bestecisi Joseph Haydn’ın
yanında çalışmaya başladı. Joseph Haydn kısa sürede Beethoven’ın üstün yeteneğini fark
etti ve her konuda ona destek oldu. Beethoven, başlarda besteci olarak değil piyanist
olarak adını duyurdu. Daha sonra yaptığı bestelerle klasik müziğin 19. yüzyılın sonuna
kadar yaşayan tüm müzisyenleri etkiledi.
Beethoven’ın dokuz senfonisi, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, bir
piyano, keman ve çello için üçlü konçerto, otuz iki piyano sonatı ve birçok oda müziği
eseri bulunmaktadır. Sadece bir opera, Fidelio, bestelemiştir. İlk senfonisini 1800 yılında
yapmıştır. 3. senfonisini, Eroica olarak da bilinir, Napolyon’a, Avrupa’ya demokrasi
getirdiği için adamıştır. Ancak daha sonra Napolyon kendini İmparator ilan ettiğinde bu
adamayı geri almıştır. Beethoven'ın sekreterliğini yapmış besteci Ferdinand Ries'in
anlattığına göre Napolyon'un imparatorluk ilan etmesine (2 Aralık 1804) çok içerlemiş
olan Beethoven, senfoninin ilk sayfasını yırtıp atmış. Bu sayfanın üst kısmında
"Bonaparte", altında da "Luigi Beethoven" yazılıymiş. Ferdinand Ries'e şunları söylemiş
besteci:
"Ist er auch nichts anderes wie ein
gewöhnlicher mensch? Nun wird er
auch alle menschenrechte mit füßen
treten, nur seinem ehrgeize frönen, er
wird sich nun höher wie alle anderen
stellen, ein tyrann werden!" ("O da
sıradan biri (alışılmış politikacı) değil
mi sadece? Şimdi bütün insan haklarını
ayakları altına alacak, yalnızca kendi
ihtirasını tatmin edecek; kendini
herkesten üstün görüp bir tiran
olacak.")
Sonrasında Beethoven yapıtını Kont
Lobkowitz'e ithaf etmiş, Senfoni ilk
defa 1806'da yayımlandığında ise şu
başlığı taşıyormuş: "Sinfonia Eroica,
Composita per festiggiare il sovvenire di un grand uomo" ("Kahramanlık Senfonisi,
Büyük bir adamın hatırasını kutlamak için bestelenmistir") 9. senfoni ise en çok bilinen
ve bugün Avrupa Birliği marşı da olan en çarpıcı senfonisidir.*
B) Devrimler

XVIII. yüzyılın sonunda yaşanan gelişmeler Fransa başta olmak üzere Avrupa'da yeni
toplumsal koşulların yarattığı bir devrimler dalgasını doğurdu. Eric Hobsbawm'ın "Devrimler
Çağı" olarak nitelendirdiği çağ aynı zamanda yeni bir toplum ve kültürün doğuşuna işaret
ediyordu. Fransız Devrimi, Fransız tarihinde, ekonomik anlamda üstünlüğü sağlayan geçiren
burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirerek burjuva kapitalist toplumunu kurmasıydı. Fransız
devriminin iki özelliği vardı. Birincisi, devrimin feodalizmden kapitalizme geçişi sağlamasıdır.
İkincisi ise Fransız toplumunun yapısından doğan ve çeşitli burjuva devrimleri içinde Fransız
devriminin kendine özgü niteliğini ortaya koymasıdır (Hobsbawm, 2000, Furet 2013).
Demokrasi üstüne incelemeleriyle tanıdığımız Fransız düşünür Alexis de Tocqueville, Fransız
devrimini şu sözlerle tanımlamaktaydı: "Fransız devrimi siyasal bir devrimdir, ama işleyiş ve
görünüşüyle dinsel bir devrime benzemektedir. Bir din hareketinin bütün özelliklerini
taşımaktadır; yalnız yabancı ülkelere yayılmakla kalmamış, oralara vaazlarla, propagandalarla
götürülmüştür. Tutkuları en şiddetli siyasal devrimlerin o zamana kadar ulaştıramadıkları
düzeylere çıkarmıştır." (Tocqueville, 2004) Devrimin ve Napoleon'un neden olduğu fırtına
Avrupa'da yalnızca siyasi demografyanın dönüşümünde değil kültürel yönelimlerde de yeni
gelişmelerin önünü açtı. Devrim ve Napoleon, kardeşliği hukuki anlamda, bütün Fransızları
yasa önünde eşit kılarak sağlamıştı. Bu durum daha geniş bir anlamda ulusçuluğun teşvik
edilmesiyle gerçekleştirilmişti. Fransız ulusçuluğu 1789'dan çok önceleri de vardı; ancak kabul
etmek gerekir ki 23 Ağustos 1793 tarihli kararıyla yeni bir ulusçu inanışı formülleştirmek
konvansiyona kalmıştı. Ardından Napoleon'un kurduğu imparatorluk, ulusçuluğun görülmemiş
genişlikte bir emperyalizme nasıl kolaylıkla yol açabileceğini kanıtlamıştı (Sarıca, 1970, s. 127-
130, Lee Wolf vd., 1982, s. 271-272). Devrimin, eski düzen ve topluma dair ezberleri bozması
Avrupa'da muhafazakar bir tepkinin yükselmesine neden olmuştu. Waterloo'ya gelindiğinde,
Avrupa yalnızca Napoleon'a değil, Napoleon'u olanaklı kılan Aydınlanmaya da sert bir tepki
gösteriyordu. Aydınlanmaya karşı tepki "Romantik Akım" biçiminde ortaya çıktı. Romantik
yazar ve sanatçılar inanç, duygu, gelenek ve Akıl Çağının itelediği daha başka değerler adına
18 yüzyılın aklına itiraz ediyorlardı. Akla karşı Romantik protesto 1840'larda gücünün
doruğuna ulaştı. *
B.1) Toplumsal Devrimler

B.1.a) Boston Çay Partisi

28 Kasım 1773’de Hindistan’dan, İngiliz gemileri Boston limanına çay getiriyordu. Geminin
limana yanaştığını fark eden halk, çaya yapılan vergiye tepki olarak Boston limanına akın
ettiler. Gelen gemiler valinin izni olmadan ne boşaltılabiliyor ne de geri çıkış yapabiliyorlardı.
Bunun üzerine 20 günün ardından koloniciler harekete geçtiler. 100 kişi kılık değiştirerek
gemide bulunan bütün çayı denize döktüler. Bu hareketin lideri Samuel Adams’dı. Limanın
yüzeyi çayla kaplanmıştı ve bu olay diğer gün İngiltere hükümeti tarafından büyük tepkiyle
karşılandı. 16 Aralık 1773 tarihinde gerçekleşen bu olaya “ Boston Tea Party” (Boston çay
partisi) adı verilmiştir. Olayın ardından İngiliz hükümeti, limana girişleri yasakladı ve hiçbir
gemi ve insanın yaklaşmaması emretti. Bunu üzerine Boston halkı bu karara çok büyük bir tepki
verdi. Başında Jefferson’un bulunduğu bir grup kişi tören yapmaya karar verdiler. İngiliz
hükümetinin buna karşı çıkmasıyla birlikte Jefferson’da dahil olduğu 89 kişi, hükümeti protesto
ettiler.*

B.1.b) Amerikan Devrimi

Amerikan Devrimi, 18. yüzyılın ikinci yarısında On Üç Koloni'nin Britanya


İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını kazanarak Amerika Birleşik Devletleri adını aldığı dönemi
içine alır. Amerika kıtasına ilk göç eden Virjinya kolonisinden sonra 1772 yılına kadar
kolonilerin sayısı 13’ü buldu. Kolonilerde yönetim biçimi, baştaki valinin ya yerel olarak
seçilmesine ya da kraliyetçe veya doğrudan krallıkça atanması esasına dayanır. Yasama organı
da atanmış veya seçilmiş kişilerden oluşmaktadır.
Bu dönemde koloniler Britanya İmparatorluğu'na karşı ayaklandı ve 1775 ile 1783 yılları
arasında Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı başlattılar. 1776'da Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
yayımlandı ve 19 Ekim 1781'de de savaş alanında zafer elde edildi. Fransa yeni ulus
Amerikalılara para ve mühimmat sağlanmasında önemli bir rol oynamış, Britanya'ya karşı bir
koalisyon örgütlemiş ve savaşı sona erdiren Yorktown'daki muharebede belirleyici bir rol
oynayan bir ordu ve filo göndermiştir. Öte yandan Amerikalılar kraliyet ve aristokrasiye karşı
ayaklanmışlardı ve Fransa'yı bir model olarak almadılar.
5 Eylül 1774 yılında aralarında George Washington ve Benjamin Franklin’in de bulunduğu bir
Amerikan kongresi yapıldı. Birçok yazar ve birçok eyalet temsilcisi de bu kongreye katıldı.
Kongrede kolonilerin kendilerine ait karar verme yetkilerinin ve yasadışı olarak konulan
vergilerin sadece kendilerince hazırladıkları yasalarla mümkün olacağını belirttiler.
Massachusetts’te isyanın başlamasıyla İngiliz hükümeti isyancıların elindeki bütün
mühimmatların alınması emrini vermişti. Concord bölgesine hükümet sekiz yüz asker yollamış;
fakat gönderilen bu birlikler koloniler tarafından geri püskürtülmüşlerdi. Sadece 2 ay içinde
Amerikan Bağımsızlık Devrimi her yere yayılmıştı. Kısa bir süre sonrada 10 Mayıs 1776
yılında Philadelphia’da 2. kongre toplandı. Ve en sonunda taraflar anlaşarak 4 Temmuz 1776
yılında bağımsızlık bildirgesi yayınlandılar. İlk devrim savaşı 16-17 Haziranda Boston
çevresinde yapıldı. Savaştan Amerika kolonileri daha az kayıpla galip geldiler. 17 Mart 1776’da
İngiliz kuvvetleri geri çekilerek Boston’u Amerikalı’lara bıraktılar. 1778 yılına gelindiği zaman
Amerikalılar büyük bir bağımsızlık mücadelesi vermişlerdi ve birçok millete örnek olmuşlardı.
Diğer taraftan şaşırtıcı bir şey daha var ki savaş esnasında İngiliz düşmanı olan sömürgeci
Fransa hükümeti, Amerikan kolonilerine yardım etmiş, silah ve mühimmat yollamıştı. 1780
yılında Fransa, Amerika’ya ordu göndererek bağımsızlığa destek verdi. Bunun ardından
İngiltere Fransa’ya saldırdı. Fransa’ya saldıran İngiliz ordusu uğradığı büyük hezimet ve
yenilgiyle geri çekilmek zorunda kaldı. George Washington ve Fransız birliklerinin
birleşmesiyle İngiltere ordusunun bir kısmı daha yenilgiye uğratıldı. 1782 yılında güney
limanları İngilizlerden arınmıştı. Sadece New York ve yakınlarında çok az sayıda İngiliz
askerleri kalmıştı. 3 Eylül 1783’te imzalanan Paris Barış Antlaşmasıyla, Amerikan Birleşik
Devletlerinin bağımsızlığı resmen kabul edildi. 1787 yılında hazırlanan federal anayasa ile de
1789’da George Washington kurulan birleşik devletin ilk başkanı seçildi. Devrim liderleri de
bu yeni kurulan bağımsız devletin kurucu hükümetinde görev başına geçtiler.
Amerikanın bağımsızlık mücadelesine, çok değerli yazar ve düşünürler önderlik etmiştir.
John Adams, Samuel Adams, Alexandre Hamilton, John Jay, John Scott, Benjamin Franklin,
George Clinton, William Livingstone, Thomas Jefferson, John Dickinson, Richard Henry Lee,
George Mason, Williw Jones ve John Rutledge gibi daha birçok değerli yazar bağımsızlığın
öncüleri olmuşlardır. Adı geçen düşünür ve devlet adamları, yapılan toplantıda düşüncelerini
yayarak bağımsızlık isteklerini bir kez daha belirtmişlerdir. İngiliz düşünür olan, John Locke’un
fikirleri benimsenmiştir. Locke’a ait olan; “ Devletin asıl görevi, her insanın hakkı olan yaşam,
özgürlük ve mülkiyeti korumaktır. Siyasi otorite yalnız halkın yararı için emanet olarak elde
tutulur. İnsanın doğal hakları tecavüze uğradığı zaman, halkın bu hükümete başkaldırmak ve
değiştirmek hakkı vardır.” aynı zamanda bu düşünceler bağımsızlık bildirgesinin giriş kısmına
konulmuştur.*
B.1.c) Fransız Devrimi (1789-1799)

Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik


Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir
dönüm noktasıdır. Milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir. Fransız Devrimi,
Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik
Kilisesi’nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır.
Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 yılında, Yedi Yıl Savaşları sonunda
imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere’ye kaptırmıştı. İngiltere Yedi Yıl Savaşları’nın mali
yükünü, yeni vergilerle kolonilerden çıkartmaya kalkışınca bu durum Kuzey Amerika
Kolonileri’nde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında kolonilerin başlattığı Amerikan
Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sona ermişti. Fransa ise bu çatışmalara
büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştır. Bu savaş harcamaları ve
giderek artan saray masrafları yüzünden Fransız Monarşisi de mali yönden tükenmişti.
1789 yılında 16.Louis, soyluları toplayıp toprak mülkiyeti üzerinden vergi alınmasını
istediğinde; soylular, parlamentonun toplanmasını istediler. 1614 yılından beri toplanmamış
olan parlamento, soylular,din adamları ve halktan seçilen üç kamaradan oluşuyordu.
Parlamentonun toplanması, toplumsal yapıdaki çelişkilerin de ortaya çıkmasına neden oldu.
Bir yanda soyluların ve din adamlarının ayrıcalıklı durumu diğer yanda da burjuvazi ve halktan
temsilcilerin arasında parlamentoda ciddi sorunlar ortaya çıktı.
18. yüzyılın başlarından beri Fransa’nın dış ticaretinin kat kat artması, varlıklı bir burjuvazi
oluşturmuştu. Bu sınıflar, sahip oldukları ekonomik güce karşılık gelecek bir politik güç
istiyorlardı. Feodal yapının ve monarşinin kaçınılmaz sonucu olan sosyo-ekonomik
sınırlamaların kaldırılmasından yanaydılar.
Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar, monarşiye karşı
savaş açtılar. Bir anayasayla monarşinin yetkilerinin sınırlandırılmasını, iç gümrük duvarlarının
kaldırılarak iç ticaretin serbestleştirilmesini, vergilerin yeniden düzenlenmesini istediler ve
yönetimde daha fazla hak elde etme talebinde bulundular. Kuşkusuz bu talepleri XVI. Louis
kabul etmedi. Bunun üzerine orta sınıf 14 Temmuz 1789 günü Bastille Hapishanesi’ne saldırdı.
Hapishane ele geçirilip mahkûmlar serbest bırakıldı.
Fransız Devrimi, ulusal bilinçlenmenin ve yönetim karşıtı tepkilerin nasıl ortaya
konulabileceğinin en başarılı ve kanlı örneklerinden biridir. Bu yönüyle, kendinden sonraki
devrimlere de esin kaynağı olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Ezilen halklar haklarını aramayı
öğrendiler. Halkların yönetim üzerindeki güçlerini fark etmesi Fransa’da monarşi rejiminin
yıkılıp, yerine cumhuriyetin kurulmasına neden oldu. Fransız Devrimi, Roma Katolik
Kilisesi’ni de ciddi reformlar yapmak zorunda bıraktı.
Fransız Devrimi aynı zamanda Yeni Çağ’ı bitiren, Yakın Çağ’ı başlatan olay olarak kabul
edilir. Çünkü bu devrim sonucunda tüm dünyada milliyetçilik kavramı önem kazanmaya
başladı. Milliyetçilik akımının yayılması, gücünü emperyalist rejimden alan imparatorlukların
aleyhine oldu çünkü imparatorluk çatısı altındaki farklı milletlere mensup halklar ayaklanmaya
başladılar. Bu durum imparatorlukları bölmeye çalışan kesimlerin de işine geldi, isyan eden
halkları provoke ettiler. Bunun sonucunda da imparatorluklar zayıflamaya ve parçalanmaya
başladılar.
Fransız Devrimi, sonuçları ve ideolojisiyle Yakın Çağ dünyasavaşlarına – I. Dünya Savaşı
ve II. Dünya Savaşı – yön verdi ve bugünün dünyasının oluşmasında da son derece etkili oldu.
Fransız Devrimi, Yeni Çağı bitiren, Yakın Çağı başlatan olay olarak kabul edilir. Çünkü bu
devrim sonucunda tüm dünyada milliyetçilik kavramı önem kazanmaya başladı. Ezilen halklar
haklarını aramayı öğrendiler. Halklar, yönetimden korkmamaları gerektiğini, yönetimlerin
güçlerini halklarından aldığını fark ettiler. Bu durum Fransa’da monarşik rejimin yıkılıp, yerine
cumhuriyetin kurulmasına neden oldu. Halk, yönetim üzerindeki gücünü fark etti. Roma
Katolik Kilisesini de ciddi reformlar yapmak zorunda bıraktı. Milliyetçik akımının yayılması,
gücünü emperyalist rejimden alan imparatorlukların aleyhine oldu; imparatorluk çatısı altındaki
farklı milletlere mensup halklar ayaklanmaya başladılar. Bu durum, imparatorlukları bölmeye
çalışan kesimlerin de işine geldi, isyan eden halkları provoke ettiler. Bunun sonucunda da
imparatorluklar zayıflamaya ve parçalanmaya başladılar.
Rusya’daki Dekabrist Ayaklanması’nın (26 Aralık 1825) nedenleri arasında Fransız
Devriminin etkileri de sayılmaktadır.
Fransız devrimi, sonuçları ve ideolojisiyle, Yakın Çağ dünya savaşlarına -I. Dünya Savaşı ve
II. Dünya Savaşı- yön verdi ve bugünün dünyasının oluşmasında da son derece etkili oldu.
28 Ağustos 1789′da Fransız Devriminden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu. Bildirge; insanların eşit doğduğunu
ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü
egemenliğin esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun
elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu,
hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını ortaya koyuyordu..*
B.1.d) Napolyon Savaşları

Napolyon Bonapart’ın, 14.Louis’in ölümünün ardından boş kalan Fransa tahtının güçlü
bir kral tarafından doldurulamaması ve istikrarsızlıkların hüküm sürdüğü bir coğrafya haline
gelmesi ile halkının bağımsızlık savaşı arasında kalan bir topçu subayının Fransa’yı eski gücüne
kazandırma azminin yol açtığı uzun ve büyük savaşlarına göz atıyoruz.

1791’de yeni Fransa Anayasa’sının yürürlüğe girmesini takip eden yılda başlayan ve
Büyük Britanya, Rusya, Avusturya gibi ülkelerin başını çektiği Koalisyon gücünün Fransa’ya
karşı olan egemenlik savaşı, Fransa’nın galibiyetleri ile başlayan ve yenilgisi ile sonuçlanan,
içinde büyük bir değişim ve dönüşüme sebebiyet veren Napolyon Savaşları.

Savaş, kelime anlamı olarak devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı
mücadele olarak tanımlanır. Ancak savaşlar meydanlarda ya da şehirlerde eski-yeni çatışması
olarak karşımıza çıkar. Eskiye duyulan özlemin ve yeniye duyulan isteğin karşılaşması olarak
adlandırabiliriz. 1791’de Fransa’da kesin olarak yıkılan eski düzenin gerekliliğini savunan
soylu kesimin gerçekleştiremediği dönüşüm hareketini İtalya’dan galip ayrılan Napolyon
Bonapart’ın kısmen geri getirdiğini söylemek mümkün. Aslında olan ise yeni düzen kavramının
dönemin Avrupasında yerleşememesi bu savaşları doğurmuştur. Koalisyon Savaşlarının, bir
diğer adı ile Napolyon Savaşları’nın başarıya ulaşamamasının en temel olgularından birisi
Napolyon’un Fransa’ya George Washington olarak değil de bir Jül Sezar ideali ile dönmesi
olmuştur. Devrime yol açan yeni kavramını tam kavrayamayan soylu evliliği ile halktan kendini
kopartan Napolyon büyük bir yenilgi ile tahtan indirildi. Ve kendi idealini gerçekleştirdiği elleri
ile kendi sonunu da getirmiş oldu.

CAMPO FORMİO ANTLAŞMASI


Devrimci Fransa ordusunun Alp Dağlarını aşarak İtalya’nın kuzeyini ele geçirmesinin
ardından Avusturya ile yapılan bir paylaşım antlaşmasıdır. Antlaşmanın asli olarak iki önemli
unsuru vardır. İlki gizli madde olarak adlandırılan, Avusturya ile varılan mutabakat ile ilerleyen
yıllarda bir Almanya işgalinde Almanya topraklarının Fransa ve Avusturya arasında
paylaşılmasıdır. İkinci önemli noktası hali hazırda devam eden savaşların yeni başkomutanı ve
aynı zamanda Fransa’nın eski rejimini geri getiren Napolyon Bonapart’ın galip ve muzaffer bir
komutan olarak Fransa’ya dönmesidir.
1. KOALİSYON

1791 yılında Fransa Anayasasının yürürlüğe girmesi ve ardından kurucular meclisinin


kendisini lağvetmesi ile yerini I. Cumhuriyet dönemi olarak adlandırdığımız yönetime
bırakmıştır. 1792 yılında Direktuvar yönetimine karşı Büyük Britanya, Avusturya, Prusya,
Sicilya tarafından oluşan koalisyon Fransa`ya karşı harekete geçmiştir. Bu dönemde Napolyon
Bonapart, İtalya’nın kuzeyinde bir ordu komutanı olarak savaşa katılmıştır.

İtalya’da göstermiş olduğu başarı ve galibiyet ile sonuçlanan savaşın ardından ordusu
ile Avusturya’ya yürümüştür. İşgal edilme tehlikesinde olan Avusturya, Fransa ile Campo
Formio Antlaşmasını imzalamıştır. Ülkeye dönen Napolyon, yönetimin isteği olan Britanya’nın
işgali yerine kendi fikrini sunarak Osmanlı toprağı olan Mısıra yönelmiştir. 1798 yılında Mısıra
sefer düzenleyen Napolyon başlarda başarılı olsa da donanmasının yakılması ile Fransa’ya geri
dönmüştür.

2. KOALİSYON

Napolyon’un Fransa’ya dönmesinin ardından Osmanlı, Büyük Britanya, Rusya, Napoli,


Portekiz ve Avusturya arasında kurulan savaş birlikteliğidir. Oluşturulan koalisyona karşın
Napolyon’un toplamış olduğu 800.000 kişilik ordu ile Marengo Muharebesinde Avusturya ve
Rusya’yı yenilgiye uğratmıştır. Napolyon’un topladığı bu ordu o döneme kadar hiçbir Avrupa
ülkesinin toplayamadığı bir büyüklüktedir. 1801 yılında gerçekleşen Hohenlinden
muharebesinde ise Avusturya, Fransa tarafından daha büyük bir yenilgiye uğratılmıştır.
Savaşların ardından imzalandığı şehrin ismini taşıyan Luneville antlaşması ile Avrupa ülkeleri
ile antlaşma imzalanmıştır. Savaştan yorgun ayrılan Büyük Britanya ise daha fazla savaşa
girmemek adına Fransa ile anlaşarak Avrupa’nın egemenliğini Fransa’ya bırakmıştır. Daha
sonralarında ise Fransa’nın köle ayaklanmasını desteklediği gerekçesi ile Büyük Britanya
antlaşmadan çekilmiştir.
3. KOALİSYON

Büyük Britanya’nın antlaşmadan çekilmesi üzerine Napolyon savaş hazırlığına


başlamıştır. Büyük Britanya’nın girişimleri üzerine Avusturya, İsveç, Rusya ve Sicilya’dan
oluşan 3.koalisyon kurulmuştur. Napolyon, deniz egemenliğinde ve donanma bakımından
dünyanın en büyük donanmasına sahip olan Büyük Britanya’ya karşı denizde bir savaşa
girişmiştir ancak buradan yenilgi ile ayrılmıştır. Hemen Ardından gerçekleşen Austerlitz
Muharebesi ile Avusturya ve Rusya yenilgiye uğrayarak Pressburg Antlaşması ile geri
çekilmiştir.

4.KOALİSYON

Diğer koalisyonlardan farklı olarak Rusya’nın girişimleri üzerine Büyük Britanya,


Prusya, İsveç ve Saksonya tarafından oluşmuştur. Ancak bu girişimde sonuçsuz kalarak Rusya
ve Prusya’nın Friland Muharebesinde Fransa’ya yenilmesi ile sonuçlanmıştır. Napolyon bu
dönemde Moskova dahil olmak üzere Polonya topraklarını işgal etmiştir. Fransa ve Rusya
arasında imzalanan Tilsit Antlaşması ile Rusya, İngiltere’ye karşı Kıta Ablukasında yer alacak
ve Fransa’yı destekleyecekti.

5. KOALİSYON

Britanya tarafından Avusturya ile kurulan koalisyondur. Wagram Muharebesinde


koalisyon güçlerinin yenilgiye uğraması ve Viyana Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Koalisyon
dağılmıştır.

6. KOALİSYON

Rusya’nın Napolyon ile imzaladığı Tilsit Antlaşması neticesinde Britanya’dan


kendisine gelen gıda ticaretinin nerdeyse tamamını yitirmesi sonucunda halk aç kalma tehlikesi
ile karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine Rusya aç kalıp ölmek yerine savaşarak ölmeyi tercih
ederek kıta ablukasından çıkmıştır. Napolyon ise Rusya’nın bu tutumu üzerine Rusya’ya sefer
düzenlemiştir. Moskova içlerine kadar ilerleyen Fransız ordusu, Rusya’nın başkenti başka bir
şehre taşıyarak Moskova’yı yaktığına tanık olmuştur. Bu olay üzerine Napolyon geri çekilme
kararı almıştır ancak 1943 yılında Stlalingrad’da Adolf Hitlerin de başına dert açacak olan
Rusya’nın en büyük silahı kış geri gelerek Napolyon’un ordusunun büyük bir kısmını
kaybetmesine sebep olmuştur. Paris’e kadar geri çekilen Napolyon burada Leipzig Muharebesi
ile yenilgi yaşayarak koalisyonun Paris’e girmesine sebebiyet vermiştir. Bunun üzerine
görevden alınarak Elba Adasına sürgüne gönderilmiştir. 1814 yılında Bourbon Restorasyonu
ile 18. Louis tahta çıkmıştır. Napolyon’un sürgünde olmasını kullanarak Avrupa ülkeleri
Viyana Kongresini oluşturmuştur ancak Napolyon’un sürgünden kaçması ve Fransa’ya geri
dönmesi ile yönetimi tekrar devralarak yüz gün süren bir iktidar yaşamıştır.

7. KOALİSYON

Sürgünden kaçarak yönetimi tekrar ele alan Napolyon’a karşı Büyük Britanya,
Avusturya, Prusya ve Rusya tarafından oluşturulmuştur. Ancak diğer koalisyon savaşlarına
nazaran Fransız ordusu ve Napolyon Waterloo Muharebesi ile yenilgiye uğrayarak, ölümüne
kadar Helena adasına sürgüne gönderilmiştir. Fransa’da hanedan tekrar başa gelerek 1830 yılına
kadar yönetimde bulunmuştur.

18.YÜZYILIN SONUNDA VE 19.YÜZYILIN BAŞINDA FRANSA

1765 yılında Amerika’da başlayan devrim hareketi 1783 yılında başarıya ulaşmasının
ardından başta Fransa olmak üzere pek çok ülkeye de örnek teşkil etmiştir. 1789’da yayınlanan
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Fransa’nın yeni düzene ilk adımını oluşturmuştur. Ancak yeni
kavramının tamamı ile rayına oturması için Fransa uzun ve sancılı bir dönemden geçmiştir.
1791 yılında yayınlanan yeni Fransız Anayasasının içinde barındırdığı halk egemen toplum
düşüncesi bazı kesimlerin hazır olmadığı bir ortamda ortaya çıkmıştır. Fransa içerisinde baş
gösteren terör dönemi ve Robespirre’in başını çektiği Jakobenler adlı Direktuvar yönetim ile
koalisyon güçleri arasında gerçekleşen bir dizi savaşa neden olmuştur (1792-1797). Savaştan
galip ayrılan taraf Fransa olmasına rağmen ilerleyen yıllarda yönetimin ve yönetim sisteminin
el değiştirmesi ile sonuçlanmıştır. İtalya seferinin başkomutanı Napolyon Bonapart’ın Kuzey
İtalya’da zafer kazanması onu genç yaşta halkın gözünde bir kahraman olarak tanınmasına
neden olmuştur. Kuzey İtalya karşısında güneyde bulunan ordunun kazanamadığı zaferi
kazanarak Avusturya önlerine kadar ilerlemiştir. İşgal tehdidi altında bulunan Avusturya,
Fransa ile Campo Formio Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır.

Hemen ardından Britanya’ya zarar vermek adına, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı


Mısır’a sefere çıkan Napolyon başlarda savaşı kazanmış olsa da sonucunda donanmasının
yakılması ile ülkesine geri dönmüştür. Yenilgi almasına rağmen karşısında güçlü bir yönetim
bulamayan Napolyon Bonapart halkın desteği ile Direktuvar yönetimini Kasım Darbesi olarak
adlandırılan darbe ile yıkarak kendisinin başında bulunduğu Üçlü Konsül yönetimini
kurmuştur.
Napolyon, Direktuvar Yönetiminin bir türlü gerçekleştiremediği toprak reformunu ve
hukuki düzenlemeler ile halkın kendine olan desteğini artırmıştır. Takip eden yıllarda ise
Napolyon kendini imparator ilan edecektir. Geleneklere göre imparatorun tacını papanın
takması gerekmektedir ancak Napolyon papanın önünde eğilmeyerek tacı kendi takarak
döneme farklı bir şekilde yaklaşılmasını zorunlu hale getirmiştir. Koalisyon Savaşları olarak
adlandırılan kısa süreli savaşlar dizisinde Napolyon I. Koalisyon döneminde orduda bulunan
bir komutan şeklinde savaşa katılmıştır. 1799’da askeri darbe ile kendisinin birinci konsül
olduğu üçlü konsül, yönetimi ele almıştır. Zihninde yaşattığı Jül Sezar ideali ile hareket eden
Napolyon, başlarda bu şekilde görülmesine rağmen Avrupa’da yenilmez olarak düşünülen
Fransız ordusunun denizde Britanya ve kuzeyde Rusya karşısında savaş kaybetmesi ile
yenilmezlik algısı yıkılmıştır.

1792’den 1815 yılına değin süren savaşlar dizisinde Napolyon; subaylığı, konsüllüğü,
imparatorluğu, başkomutanlığı gibi unvanlarda karşımıza çıkmaktadır. Uzun yıllar sözde
cumhuriyet adıyla diktatörlük rejimi ile yönetilen Fransa çeşitli Avrupa ülkeleri ve Büyük
Britanya’nın yoğun baskıları ile hanedanlık yönetimine geri dönmüştür. Eski rejim ve yeni
dünya çatışmasının belki de en yoğun yaşandığı dönem olarak kabul gören bu dönem ilerleyen
yıllarda yenilenme çabası içine giren Dünya ülkelerine bir yol gösterici konumunda olacaktır.
Bu denli yoğun süren çatışma, eski özlemi ve yeni düşüncesi arasında ki geçiş sürecinde
yaşanan bu sancılı sürecin uluslararası düzende büyük bir yer edinmesine yol açmıştır.
1830’dan sonra göreceğimiz ihtilal hareketlerinin dayanak noktası olan koalisyon savaşları ve
Fransız Devrimi yalnızca kan ve gözyaşı ile elde edilebilecek tecrübeler kazandırmıştır . (Furkan
KANBUR, Bir Topçu Subayının İmparatorluk ve Dünya Hakimiyeti Hayali Koalisyon Savaşları Ve Avrupa,
2020)*

B.1.e) Haiti Devrimi (1791–1804)

Batı yarıküredeki en başarılı Afrikalı köle ayaklanmasıdır. Devrim sonucunda Haiti siyahlar
tarafından yönetilen tarihteki ilk cumhuriyet olmuştur. Devrim sırasında Haiti’nin adı Saint-
Domingue idi ve bir Fransız kolonisiydi. Devrim sürecinde Afrika kökenli halk kendisini
Fransız egemenliğinden ve köleliğin boyunduruğundan kurtarmıştır. Kölelik dönemi sırasında
yüzlerce köle isyanı olmuş olmasına rağmen bulunduğu ülkeyi tamamen özgürleştiren tek
başarılı isyan Haiti Devrimi’dir.
Haiti modern tarihte Afrika kökenli insanlar tarafından yönetilen ilk cumhuriyettir. Fransız
kolonisiyken doğrudan kendi kendi yöneten bir cumhuriyet olmuştur. Koloni yönetiminin
uyguladığı, eğitimsiz çoğunluğu şiddet ve tehditlerle azınlık diktasının yönetmesi anlayışının
etkileri kalıcı olmuştur. Artık beyaz-siyah ayrımı aşılmış, yeni bir yönetici sınıf oluşmuştur. Bu
sınıf Afrika kökenlidir, hatta bazılarının ataları Avrupa’dan göçen çiftçilerdir. Bazıları eğitim
görmüş, orduda askerlik yapmış, para biriktirmiş ve arazi almıştır. Doğrudan Afrika’dan köle
olarak getirilen çoğunluk siyah Haitililerden daha açık tenli olan bu melez sınıf, siyaset ve
ekonomiyi egemenlikleri altına alacaklardır. Tarihte önemli yeri olan Haiti Devriminin
oluşmasını çok karmaşık etkenler tetiklemiştir.*

B.2) Bilimsel Devrimler

Cambridge Üniversitesi’nde siyasal düşünce tarihi profesörü John Robertson, “The


Enlightenment: A Very Short Introduction” (Oxford University Press, 2015) kitabında, “İngilizce
‘Aydınlanma’ teriminin kendisi bir çeviridir, 18. yüzyılda kullanımda olan iki farklı terimden, Fransızca
lumières ve Almanca Aufklärung sözcüklerinden 19. yüzyılın sonlarında alınmıştır. Bu iki sözcükte
ortak olarak bir ‘ışık’ kavramı vardır.” diyor. Bu sözde ışık zamanlarında, birkaç büyük fikir popüler
oldu. Hükümdarlara, özellikle de mutlak hükümdar fikrine, anlık bir hevesle kanun çıkarabilecek
olanlara artan bir şüphecilik vardı. Ayrıca bireysel hak ve özgürlüklere artan bir destek vardı. Thomas
Paine (1737-1809), “Common Sense” adlı hicivinde şöyle der: “Kralların sarayları, yıktıkları mutluluk
köşklerinin harabeleri üzerine inşa edilmiştir.”
Bu fikirler, Fransız Kralı XVI. Louis’in kafasının kesildiği ve Fransa’da bir cumhuriyetin
kurulduğu Fransız Devrimi’nin (1789-1793) ateşlenmesine yardımcı oldu. XVI. Louis ve ataları
Fransa’yı, Fransız hükümdarının gücünün bir amblemi olarak hizmet veren zengin Versay Sarayı’ndan
mutlak krallar olarak yönetmişlerdi. Monarşiye karşı şüphecilik ABD’de de büyüdü, en sonunda
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda (1775-1783) İngilizleri yendikten sonra ABD bir cumhuriyet haline
geldi.
Bu dönemin başlarında insanlar da güçlü siyasi güce sahip dini otoritelerden bıkmışlardı ve din
özgürlüğü fikri giderek daha popüler hale geliyordu. Vestfalya Barışı, 1648’de Otuz Yıl Savaşını sona
erdiren barış antlaşmaları dizisi, papanın Avrupa çapında gücünü azalttı. Dini güçteki bu azalma,
özellikle Fransız Devrimi sırasında, 18. yüzyıla kadar devam etti. Buna ek olarak, ABD bağımsız
olduğunda, anayasada “Kongre bir dinin kurulmasına ilişkin ya da din uygulamalarını yasaklayan hiçbir
yasa yapmayacak” diyerek ulusal bir din benimsemeyi reddetti.
Bu zaman dilimi, doğal fenomenleri açıklamak için din yerine bilimi anlama ve kullanma
konusunda da giderek artan bir ilgi gördü. Isaac Newton, Daniel Fahrenheit, Benjamin Franklin ve
Alessandro Volta, Aydınlanma döneminin bilim insanlarından ve mucitlerden sadece birkaçı. Onların
elektriği anlamadaki ilerlemeleri gibi keşifleri, sanayi devriminin ve bugün içinde yaşadığımız dünyada
kullanılan teknolojilerin önünü açtı.
Bilimin ilerlemesine adanmış yeni kurumların ortaya çıkışı, bilginin Avrupa’ya yayılma hızını
körükledi. Bununla beraber, yeni, daha verimli baskı teknikleri ile bilgiyi yaymak her zamankinden daha
kolay ve ucuz hale geldi. Örneğin, 1751 ve 1772 yılları arasında Fransa’da yayınlanan Encyclopédie’nin
her bir cildi çok miktarda bilgi içeriyordu ve hem Fransa’dan hem de başka yerlerden binlerce abonesi
vardı. Kahve evleri Avrupa’da modaya uygun hale geldi ve kahve evleri müşterileri bir fincan kahve
fiyatına, gazeteler ve kurgu romanlar gibi o an hangi materyaller mevcutsa okuyabilirdi, bu da yazılı
materyali toplumun tüm üyeleri için daha erişilebilir hale getirdi.
Aydınlanma Çağında ortaya çıkan bilimsel araştırmalarda çığır açıcı gelişmeler; bu çağın oluşmasına
öncülük etti/hız kazandırdı ve bu çağda çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler ortaya çıktı. Daha 15.
yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni coğrafi keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun
sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Ortaçağ'ın sonuna gelinmiştir. Aydınlanma çağının
öncü bilim insanlarından Galileo, Newton, Kopernik ve Kepler gibi bilim insanları sayesinde tüm bir
evren-dünya kavrayışı değişime uğramış olup, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin
felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini
oluşturmuştur.

Aydınlanma çağında, deney ve gözlem; aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemin
ilkeleri olarak ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde çığır açıcı gelişmelere/bilimsel devrimlere kaynaklık
etmiştir. Rönesans dönemi ve Aydınlanma çağında; insan aklının özgür düşünmesini engelleyen dinsel
dogmatizmden/her türlü vesayetten/geleneklerin baskısından kurtularak insanın aklının özgürleşmesi
sonucu bilim/sanat/mimari/ astronomi/tıp/doğa bilimleri gibi hemen her konuda olağanüstü bilimsel
gelişmeler oluşmaya başladı. Böylece, Aydınlanma Çağının belli başlı filozofları ve bilim insanları
ortaya çıktı; Bunlara örnek olarak F. Bacon, R. Descartes, Voltaire, J.J. Rousseau, Diderot, A. Smith, I.
Kant gibi ünlü düşünürler/filozoflar sayesinde deney ve gözleme dayalı bilimsel faaliyetlerde çığır açıcı
ani bilimsel sıçrayışlar başlamış ve devrim niteliğinde bilimsel buluşlara imza atılmış ve Sanayi
Devrimine yol açmışlardır. Aydınlanma Çağında, Deney ve gözleme dayalı ilk bilimsel kitapları
yazarak/yayınları yaparak bilimsel devrime olağanüstü katkı yapan Isaac Newton, Rene Decartes,
William Gilbert, Galileo Galilei, Nicolaus Copernicus, Johannes Kepler, Antoine Lavoisier gibi bazı
öncü bilim insanları sayılabilir.
AYDINLANMA ÇAĞINDA BİLİMİN GELİŞMESİNE ÖNCÜLÜK EDEN ÜNLÜ BİLİM İNSANLARI

Rönesans dönemi ve özellikle Aydınlanma Çağında Batı Avrupa’da olağanüstü düşünsel/ zihinsel
devrim sonucu insan beynini/aklını tutsak eden, geçmişte var olagelen tüm
bariyerlerden/engellerden/dogmalardan/yanlış kanılardan/yanlış inanışlardan/donmuş geleneklerden
kurtararak insanın nasıl yaratıcı olabileceğini, çığır açıcı buluşlar/bilimsel devrimler yapılabileceğini
göstermek için Aydınlanma çağının en önemli kritik düşünürleri/filozofları/bilim insanları hakkında
bazı bilgiler vereceğim ve yaptıkları büyük buluşları/icatları özetlemeye çalışacağım; Bunlardan
özellikle, Decartes, Newton ve Lavoisier gibi büyük dâhilere dikkat çekmek istiyorum. Aydınlanma
döneminde dünyada ilk defa bilimin gelişmesine öncülük eden şu ünlü bilim insanları hakkında aşağıda
bilgiler sunacağım: William Gilbert(1544-1603), René Descartes(1596-1650), Isaac Newton (1643-
1727), Galileo Galilei (1564-1642), Antoine Lavoisier(1743-1794), Jean le Rond D'Alembert (1717 –
1783), Antonie van Leeuwenhoek(1632-1723), Pierre-Simon Laplace (1749-1827), John Dalton (1766-
1844).

B.2.a) William Gilbert(1544-1603)

İngiliz fizik bilimcisi, doğa filozofu ve tıp doktoru William Gilbert(1544-1603), 1600 yılında elektrik
(statik elektrik) konusunda yaptığı deneylerin sonuçlarını De Magnete isimli kitabında yayınladı.
Gilbert, bu kitabında yer küresi Dünya’nın dev bir mıknatıs olduğunu, merkezinde demir bulunduğu
için kuzeye gidildikçe pusulanın kuzeyi gösteren ucunun yere doğru yöneldiğini de kitabında açıkladı.
“Elektron” sözcüğünü ilk kullanan kişidir. Bazıları onu, elektrik mühendisliğinin ya da elektrik ve
manyetizma’nın babası olarak kabul eder. Gilbert o yüzyıllarda yaygın olan Aristotelesçi felsefeyi ve
üniversitede skolastik eğitim yöntemini şiddetle karşı çıkmıştır.

B.2.b) Isaac Newton (1643-1727)

İngiliz matematikçi, fizikçi, kimyacı, felsefeci ve mucittir. Tarihte adından en çok söz ettiren bilim
insanlarından birisidir. 18. yüzyıl Aydınlanma Çağının en etkili bilim insanı olup 1687’de basılan “Doğa
Felsefesinin Matematik İlkeleri” adlı kitabında klasik mekaniğin prensiplerini açıkladı, hareketin üç
yasasını ve evrensel kütle çekimini ortaya çıkardı; Newton ayrıca, diferansiyel ve integral hesap
yöntemlerini geliştirdi, ışığın renklere ayrılması ve aynalı teleskop gibi buluşlarıyla modern bilimin
gelişmesine çok büyük katkılar sağlayan Aydınlanma Çağının en büyük filozofu/bilim insanıdır. Bilime
yaptığı çığır açıcı katkıları nedeniyle, 1672 yılında İngiliz Kraliyet Akademisine (Royal Society) üye
yapıldı. Çekingen olması nedeniyle birçok buluşunu yıllar sonra yayımlayan Newton; geliştirdiği
integral hesabı yöntemini tam 38 yıl sonra yayınlayabilmiştir. Renkler konusunda yaptığı bilimsel
çalışması nedeniyle çağdaşı diğer İngiliz bilim insanı Robert Hooke’un eleştirilerine maruz kalan
Newton; bilim dünyası ile ilişkisini bitirerek içine kapanmayı seçti. Fransız Bilimler Akademisi’nin
yabancı üyeliğine 1699 yılında getirilmiş olup ve İngiliz Kraliyet Akademisi(Royal Society)
başkanlığına da 1703 yılında getirilmiştir.

B.2.c) Galileo Galilei (1564-1642)

Pisa ve Padova üniversitelerinde çalışmış olup, gökbilimci, fizikçi, mühendis, matematikçi ve


filozoftur. 1609 yılında Hollanda‘da teleskopun icat edildiğini öğrenince kendisi daha gelişmiş bir
teleskop üretti ve bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. Teleskopu astronomik amaçla kullanan ilk
bilim insanı olan Galileo Galilei, kendi geliştirdiği teleskopla önemli astronomik gözlemler yaptı. Daha
sonra bu gözlemlerini, Yıldız Habercisi (Siderius Nuntius) isimli kitapta 1610 yılında yayınladı.
Venüs’ün evrelerini, Jüpiter’in dört uydusunu ve Güneş’teki lekeleri teleskopla gözlemlediğini ve
Dünya’nın Güneş çevresinde döndüğünü 1610’da bastırdığı kitabında anlattı. Bu kitap; Aristo’nun ve
kilisenin yüzlerce yıllık iddialarının yanlışlığını kanıtladı. Sarkacı, yüzen cisimleri ve kinetiği Aristo
fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galileo Galilei,
Pisa Kulesi‘nden ağırlık atarak, düşen bütün cisimlerin aynı ivmeye sahip olduğunu gösterdi ve Aristo
mantığının yanlış olduğunu kanıtladı. Serbest düşmenin sabit ivmeli bir hareket olduğunu, düşme
sırasında alınan yolun, zamanın karesiyle orantılı olduğunu gösterdi.

B.2.d) Antoine Lavoisier(1743-1794)

Modern kimyanın kurucularından olup büyük bilimsel başarılara imzasını atmıştır; Periyodik Tablo
ve oksitlenme teorisi gibi kimyanın temel konularıyla ilgili ilk uğraşanlardandır. Fransız Devrimi
(İhtilali) sırasında Kral taraftarı olduğu gerekçesiyle trajik bir şekilde giyotinle idam edilmiştir. Ayrıca
kendi adıyla anılan, oksijeni ve kütlenin korunumu yasasını geliştirerek gerçek dışı teorileri
sonlandırmıştır. Fransız Aydınlanma Çağının akılcı/rasyonalist atmosferinde ortaya çıkan büyük bilim
insanı Lavoisier’den önce, kimya alanının hiç bir bilimsel bir niteliği yoktu; Ortaçağ Avrupa’sında
Simya olarak bilinen ve bilimsel olmayan ilkelere dayanan bir alan niteliğindeydi Kimya. Lavoisier ve
onunla aynı dönemde yaşayan İngiliz Henry Cavendish ve Joseph Priestley gibi bilim insanlarının
katkılarıyla kimya, gerçek bir bilim dalı haline geldi. “Traité Élémentaire de Chimie” (1789) (Kimyanın
Temel Kitabı) isimli bir kantitatif kimya kitabını 1789 yılında yayınlayarak modern kimyanın temel
prensiplerini ortaya koymuştur. Lavoisier'i unutulmaz yapan bir özelliği de maddelerin kimyasal
değişimlerini ölçmede gösterdiği olağanüstü başarısıydı. Bu özelliği ona "Kütlenin Korunumu Yasası"
diye bilinen çok önemli bilimsel bir ilkeyi ortaya koyma imkanı sağladı. Lavoisier, kendi adıyla da
anılan “kütlenin sakınımı yasasını” şöyle dile getirmişti: “Doğanın tüm işleyişlerinde hiçbir şeyin yoktan
var edilmediği, tüm deneysel dönüşümlerde maddenin miktar olarak aynı kaldığı, elementlerin tüm
bileşimlerinde nicel ve nitel özelliklerini koruduğu gerçeğini tartışılmaz bir aksiyom olarak ortaya
sürebiliriz”, demiştir ve böylece modern kimyanın temelini atmıştır.

B.2.e) Antonie van Leeuwenhoek(1632-1723)

Mikrobiyolojinin babası olup 1674’te mikroskopla vücut sıvılarındaki bakterileri inceleyerek


mikroskobik canlıların varlığını kanıtladı. Bazı hastalıklara mikropların neden olduğunu ortaya koydu.
İngiliz bilim insanı fizikçi Robert Hooke'nun mikroskop ile gözlemlerini tasvir eden ve çok popüler olan
Micrographia eserinin bir kopyasını gördü ve bu, ona daha ciddi araştırmalar yapmak için ilham kaynağı
oldu. Daha sonra, Aydınlanma Çağının yetiştirdiği Hollandalı öncü bilim insanı van Leeuwenhoek,
kendi mikroskoplarını geliştirmeye başladı. 200-300 büyütmeye kadar çıkabilen kendi yaptığı
mikroskobu ile kas liflerinde, bakterilerde, spermlerde ve kılcal damarlarda kan akışını keşfeden ilk
bilim insanlarından biri oldu. Ayrıca, Antonie van Leeuwenhoek, kendi geliştirdiği mikroskopları
kullanarak, tek hücreli hayvanlar ve bitkiler, bakteriler ve spermatozoalar gibi çok önemli bilimsel
keşifler yaptı. Güçlü mercekler oluşturma yöntemini geliştirdikten ve mikroskobik dünyayı ayrıntılı bir
şekilde inceledikten sonra van Leeuwenhoek, kaydettiği mikroskobik gözlemlerinin kopyalarını ünlü
İngiliz Kraliyet Akademisi bilim topluluğun dergisi olan Royal Society of London'a göndererek
gözlemlerinin doğruluğunu kanıtladı.

B.2.f) Jean le Rond D'Alembert (1717 –1783)

Bir Fransız matematikçi, fizikçi (mekanik) ve filozoftur. D'Alembert'in dalga denklemleri için
geliştirdiği yöntem, ondan sonra kendi ismiyle anılmaya başlamıştır. Aydınlanma çağı filozofu olan
Denis Diderot ile birlikte Ansiklopedi (Encyclopédie) yardımcı editörlüğünü yapmıştır. Aydınlanma
Çağında yetişen en ünlü bilim insanlarından biri olan D’Alembert’in dalga denklemleri için geliştirdiği
yöntem ondan sonra kendi ismiyle adlandırılmıştır. Ayrıca kısmi diferansiyel denklemler alanında da
öncülük yapmıştır. Fransız Bilimler Akademisi üyesi idi. Mekanikte “D’Alembert prensibi” diye bilinen
ünlü teoremini açıkladığı Traite de Dynamique (“Dinamik İncelemesi”) adlı kitabını 1743’te yayınlayan
D’Alembert, bir sonraki yıl bu prensibi akışkanlara uyguladı ve o güne kadar geometri yöntemleriyle
incelenmiş olan bu konuya yeni bir yaklaşım getirdi. 1745’te yayımladığı Theorie Generale des Vents
(“Rüzgârların Genel Teorisi”) adlı incelemesi ise ona Berlin Bilimler Akademisine üye olmasını sağladı.
D’Alembert bu çalışmasını, kendisini Berlin’de kalması için ikna etmeye çalışan Prusya kralı II.
Friedrich’e sunmuştu. D’Alembert; 1763’teki en son ziyaretine kadar birçok kez Berlin Bilimler
Akademisi Başkanlığı önerilmişse de, bu teklifi kabul etmemiştir. Dinamik eşitlik için gerçekte var
olmayan “merkezkaç” kuvvetinin mucididir. Bu yöntem, hareketli maddelerdeki ivme hesaplamalarını
yaparken oldukça kolaylık sağlamaktadır.
B.2.g) Pierre-Simon Laplace (1749-1827)

Fransız astronomi ve matematikçisi olup genellikle gök mekaniği ve ihtimaller(olasılıklar) hesabı


üzerine çalışmalarda bulunan Laplace, o güne kadar yanlış olan pek çok düşüncenin doğrusunu ortaya
koydu; Bütün zamanların en büyük bilim insanlarından birisidir. Laplace’ın yaşadığı 19. yüzyıl başları
Fransa'nın bilimde altın çağı yaşadığı dönemdi. Matematiksel fizikçi Laplace bu yüzyılın önde gelen
isimlerindendi. Laplace fiziksel astronomi modelinde fiziksel olguyu, parçacık halindeki maddeleri ve
bunların arasındaki kuvveti de içerecek biçimde mekanik bir kurama indirgemenin yollarını
araştırıyordu. Laplace ile Biot ve Poisson gibi takipçileri ışığın parçacık kuramıyla, kısa menzilli
kuvvetler aracılığıyla birbirlerine etki eden parçacıklardan oluşan elektriksel ve manyetik akışkanların
elektrik ve manyetizma akışkanlığı kuramında büyük bir başarı elde etti. Bununla birlikte en önemli
başarısı, Newtoncu kütle çekim kuramını gök cisimleri mekaniği problemlerine uygulamak oldu.
Laplace'ın matematiğe ilk katkısı diferansiyel denklemleri çözmek için integral hesabı kullanmak oldu.
Jüpiter gezegeninin yörüngesinin küçüldüğü, Satürn gezegeninin yörüngesinin ise büyüdüğü
gözlemlenmişti; Laplace, yörüngesel dış-merkezliliğin kendini düzelten nitelikte ve gezegenlerin
ortalama hareketlerinin değişmez olduğunu gösterdi. Ayrıca, Ay'ın dünya çevresindeki ivmelenmesini,
gezegenlerin hareketinde kendi uydularından kaynaklanan dürtmeleri ve kuyruklu yıldızların
yörüngelerini belirledi. Laplace, verimli olduğu o yıllarda önemli fiziksel ve kimyasal deneylerde
kimyanın en büyük öncülerinden Lavoisier'yle işbirliği yapmıştır. Paris için istatistiksel nüfus çalışması
yaptı, Fransa'nın nüfusunu tahmin etmek için olasılık yöntemlerini uyguladı.

B.2.h) John Dalton (1766-1844)

İngiliz fizikçi ve kimyacı, ilk atom teorisini geliştirdi, katlı oranlar yasasını buldu ve 1808’de yazdığı
kitapla modern kimyaya temel oluşturdu. Aydınlanma Çağının önemli bilim insanı olan Dalton’un tüm
dünyada tanınmasını sağlayan renk körlüğü (Daltonizm) ve atom modeli çalışmalarıdır. Renk körlüğü
çalışmasından sonra Dalton’un tüm dünyada tanınmasını sağlayan en büyük çalışması atom modeli
kuramıdır. Eski Yunanlılar’ın atomun yapısı hakkındaki düşüncelerine kendi görüşlerini de ekleyerek
oluşturduğu kendi atom kuramıyla, modern atom teorisinin temellerinin atılmasını sağlamıştır.
Dalton’un atom kuramı üç temel ilkeye dayanmaktaydı.*
B.3) Epsitemolojik Devrimler

Felsefe tarihinin önemli dönüm noktalarından birini oluşturan Aydınlanma düşüncesi de en genel
anlamıyla tüm dini öğretilere karşı ortaya çıkan fikirlerle şekillenen bir dönem olarak kabul
edilmektedir. Fransızca’ da “Işık” anlamına gelen “Lumières”; İngilizce’ de Enlightenment; Almanca’
da ise Aufklaerung kelimeleri ile karşılanan Aydınlanma çağı, sonuçları itibari ile hem Amerika hem de
Avrupa’nın her tarafında etkili olmuş, geleneksel olarak İngiliz devrimiyle başlayıp, Fransız devrimiyle
bitirilen felsefi bir hareketi, daha da önemlisi, bu hareketin sonuçlarıyla belirginlik kazanan toplumsal
ve siyasal bir süreci ifade etmek için kullanılan ve insanları “kötü” ve “köleleştirici” olarak kabul edilen
mit, ön yargı ve hurafelerden, yani kurumsal dinin temsil ettiğine inanılan “eski düzenden” kurtararak,
“iyi” ve “özgürleştirici” olarak kabul edilen “aklın düzenine” sokmayı hedefleyen bu sürecin çizgilerini,
aklın özerkliği, entelektüel kültürün dayanışması, aklın ilerleyişinin kaçınılmaz olduğuna iman ve tinin
iktidarı belirlemiştir. Bu bağlamda başlıklandırabilecek olduğumuz iki kavram, yani Deneycilik ve
Akılcılık Akımlarındaki devrimsel düşünceleri inceleyelim.
Başta Kant olmak üzere, hemen bütün Aydınlanma düşünürleri, gerçek aydınlanmanın, bireysel,
sosyal ve politik hayatın problemlerine, vahye ve imanın sınırlarına müracaat etmeden, aklı ve felsefi
yöntemleri kullanarak çözüm üretmekle mümkün olabileceğini, böylece mistisizmin karanlığı ve
dogmatizmin yanlış ve koyu ışığının tersine, aklın ışığına yönelinebileceğini söylerler. İşte bu nedenle
“Akıl Çağı” ya da “Aydınlanma Çağı” adı verilmiş olan bu yüzyıl, farklı kültürlerde farklı şekillerde
değerlendirilmiş olmakla birlikte, genel olarak kendisini “tiran” olarak değil, “öğretmen” olarak
göstermiş ve içinde bulunduğu yüzyılda tıpkı bir ruh hali gibi etki etmiş, Barok’a , Ortodoksluğa, Karşı
Reform’a karşı oluşan bir tepki olmuştur. Serbestçe konuşup yazmanın mümkün olduğu, Albrecht von
Haller’in ifadesiyle “Özgür düşünebilenin, düşünüyor kabul edilebildiği”, öteden beri süregelen adetlere
karşı alışılmamış bir dinamiğin geldiği, geriye değil ileriye bakılan bir yüzyıl olmuştur.
Gelişme, mutluluk, din adamları sınıfına karşı olma, özgürlük, insana güvenme gibi hususlarda
hemfikir olan Aydınlanma düşünürlerine göre akıl, dolayısıyla da insan, dinin ve geleneğin
boyunduruğu altına girmiştir. Dini değerlere göre şekillenmiş bu dünya görüşünün yerine, insanın
kendisinin belirleyeceği yeni bir dünya görüşü oluşturulmaya çalışılmalıdır. Bu hedefe ulaşabilmek için
ise, aklın her türlü baskı ve kayıttan kurtarılması, yani insanın kendi dışındaki her türlü belirleyici etki
ve kategorilerden soyutlanması gerekmektedir. Böylece Aydınlanma, insanın,Tanrı, din ve devlet
karşısındaki konumunun yeniden ele alınmaya başlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Aydınlanma düşünürlerine göre, insanlara boş inançlar aşılayan, ceplerini ve gönüllerini ipotek altına
alarak maneviyatlarından ziyade, hırsları, bencillikleri, bağnazlıkları ve vahşilikleri ile ortaya çıkan
papazlar ve dolayısıyla da Roma Katolik Kilisesi, en tehlikeli ve zararlı olan kurumdur. Kilisenin bu
zararlı etkisinin temelinde, elbette ki aşkın ve doğaüstü yapısı ile iman ve vahyi, aklın üzerine çıkarmış
olan din bulunmaktadır. Nitekim büyücüler, mucizeler ve doğanın muntazam düzenini engelleyen her
şey, aydınlanmacı filozofların, dünyayı yaşamak adına daha makul ve güvenli bir yer haline getirme
isteğine karşı birer engel teşkil etmektedirler. Bu nedenle Habermas’ın ifade ettiği gibi Aydınlanma
kültürü, bilginin bir meta olarak kalmaya devam ettiği ama eleştiri yoluyla özgür kılma yeteneğini
koruduğu bir dünyada her türlü hurafe, mit, önyargı ve geleneğin, aklın süzgecinden geçirilerek
aydınlatılmaya çalışılmasıdır. Bu anlayış doğrultusunda, tarihsel süreç içerisinde oluşan bütün kurumlar,
aklın eleştirisinden geçirilerek; toplum, din ve eğitim, aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenmeye
çalışılmıştır. Böylece tarih boyunca insan hayatında çok etkin bir fenomen olan din, Aydınlanma ile
birlikte sekülerleştirilerek, insan hayatından giderek uzaklaştırılmış, dinin insan ve toplum üzerindeki
etkisi azaltılmış ve dinin bıraktığı boşluk akıl ve bilim ile doldurulmaya çalışılmıştır.
Bu sekülerleşme süreci sonucunda, ruhban sınıfı bir güç, Kilise de kamusal bir otorite olmaktan
çıkmış, böylece din kamusal alanı terk ederek kendi özel alanına, bireysel seçim ve pratiğin özel çizgileri
içerisine çekilmiştir. Ancak Aydınlanma düşünürlerinin saldırısı sadece dine karşı olmamıştır. Gerçeklik
ve bilgi probleminde empirik yaklaşım dışındaki bütün yaklaşımların hatalı ve kötü niyetli olacağına
inanan Aydınlanma düşünürleri, dinin bir kalıntısı, dindeki hastalıklı tavrın çok daha rafine olmuş bir
devamı olarak gördükleri metafiziğe de ciddi şekildesaldırmışlardır. Dini, mitolojik ve metafiziksel
anlayışlara karşı olan, dinsel muhtevalarından soyutladıkları kavramları evrensel hakikatler gibi
gösteren, kimi ateist kimi de deist olan Aydınlanma filozofları için akıl, artık en önemli araç haline
gelmiştir.

Aydınlanma felsefesi; “İnsanın varlığının anlamı ve bu dünyadaki yerinin ne olduğu” problemi


etrafında ortaya çıkan sorular, bu sorulara verilen cevaplar ve bu cevaplara temel olan düşüncelerle
şekillenen bir çağda, Bir grup düşünür tarafından var olan değerler ve toplumsal kurumların eleştirilmesi
amacıyla başlatılan bir felsefe hareketinin adıdır. Aydınlanma, her ne kadar bütün bir yüzyıla adını
vermiş olsa da kavramsal olarak ancak, “insanların refahı ve aydınlanmasına” katkı sağlamak amacıyla
kurulmuş bir dernek olan Mittwochsgesellschaft’ın yayım organı “Berlinische Monatsshcrift” isimli bir
dergide, 1783 yılında Johann Friedrich Zöllner’in Yayınladığı bir yazının dipnotunda sormuş olduğu
“Aydınlanma nedir?” sorusu ve bu soruya verilen cevaplar ile kullanılmaya başlanmıştır.
Berlinische Monatsshchrift’in sorduğu bu soruyu, ilk olarak Moses Mendelssohn cevaplandırmış olsa
da Kant’ın, Mendelssohn’un cevabından habersiz olarak vermiş olduğu yanıt, Aydınlanma konusunda
yapılan hemen bütün yorum ve değerlendirmelerin, üzerinde yürütüldüğü kaynak haline gelmiştir. Bu
cevabında Kant aydınlanmayı; aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma
kararlılığını ve cesaretini gösteremeyen insanın, kendi suçu ile düştüğü bir “ergin olmama” durumundan
kurtulması olarak tanımlamıştır. Kant’a göre insanın “ergin olmayışı”, aklın kendisi nedeniyle değil,
hem kişinin aklını kullanamamasından hem de başkasının yardımı olmaksızın kendi aklını kullanma
kararlılığı ve cesaretini gösterememesinden ve çözüm üretememesinden kaynaklanır. Yani bu “ergin
olmayış” insanın kendi suçu ile düştüğü bir durumdur. İşte bu nedenle Kant için aydınlanmanın parolası
“Sapere Aude!” yani “aklını kullanmaya cesaret et!” olmuştur. Bu şekilde ortaya çıkan ve bireyler için
neredeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak,
oldukça zordur. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu benimsemiştir bile. Bu durumu
yaşayan ve kısa bir sürede buna alışan bir kişinin, bu durumdan kurtulmak için hiçbir çabası olmayacağı
gibi, onun adına düşünen ve karar veren bekçileri, onun aklını kullanmasına müsaade etmeyeceği için,
bu kişi kendi başına düşünme yeteneğine sahip dahi olamayacaktır. Kant, insanın kendi hatası nedeniyle
içerisinde bulunduğu bu olgun olamayış ya da kendi kusuru ile düştüğü bu ergin olmama durumundan
kurtuluş olarak nitelendirdiği Aydınlanmanın odak noktası olarak, din konularını ele alır. Zira ona göre,
bilim ve sanatla ilgili olarak, yöneticilerimizin bu konularda söz sahibi olmaları ve koruyucu olmaları
onların çıkarlarına değildir. Aynı zamanda din konusundaki ergin olmayış her şeyden daha tehlikeli,
zararlı ve onur kırıcıdır. Bu nedenle aydınlanmanın temeli, saf akıl dininin, tüm insanlar için sürekli
meydana geliş halinde olan (empirik değilse de) ilahi bir vahiy olduğu ilkesinde bulunmalıdır.

Aydınlanma düşüncesini belirleyen en önemli konulardan birisi, hiç şüphesiz din, özellikle de
Hristiyanlık eleştirisidir. Aydınlanma filozoflarına göre kurumsal din, Aydınlanmanın, bireysel ve
toplumsal hürriyetin, bilimin, ilerlemenin ve eşitliğin önündeki en büyük engeldir. Nitekim
Aydınlanmanın en temel karakteri, kurmaya çalıştığı yeni dünyada, mutlak bir hümanizm ve bu
hümanizme bağlı olarak mutlak bir akılcılıkla, insanların yegâne rehberinin, gelenek ya da din değil de,
kendi dışında başka hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayan akıl olduğuna duyulan inançtır Buna göre, hakikati
bulmak için artık, miras aldıkları geleneğe, bir kuruma ya da bir seçkine, hatta Tanrı’dan gelen bir vahye
bile gereksinim kalmamıştır. Antik Çağın siyasi rejimine bir tepkiyi ve yeniden düzenleme isteğini ihtiva
eden ve Batıda gelişen her türlü dini inanca ve geleneğe karşı cephe alan bu felsefe hareketinin temel
amacı, bütüncül bir din eleştirisi yaparak insanın kendisini, evreni ve hayatı, geleneklerin, toplumun ve
inançların etkisinden kurtulup yalnız doğal aklına dayanarak açıklamak, insanları içinde bulundukları
korkulardan arındırarak, bağlı bulundukları sistemin kölesi olmaktan uzaklaştırıp, efendi konumuna
getirmek ve toplumu insan aklı ve doğasıyla yeniden düzenlemek, kısacası din, mitoloji ve hurafenin
yerine, aklı koymaktı. Nitekim Rönesans ve Reform hareketleriyle beraber dışlanmaya başlanan din,
Aydınlanma ile çok daha öte bir noktaya taşınmıştır. Aydınlanmanın bir sonucu olan modern düşüncede,
rasyonel düşüncenin, varlığın derinliklerine dahi nüfuz edebileceği ve varlığı sadece bilmeye değil, onu
düzenlemeye dahi yetkili olduğu yönünde sarsılmaz bir inanç hâkimdi. Bundan hareketle de insanların
artık dine ihtiyaçlarının olmadığı, bilimin önündeki engelin din olduğu ileri sürüldü. Bu nedenle de
Aydınlanmanın önünde bir engel olarak duran din ve metafiziğe bağlı dünya görüşüne meydan okuma,
Aydınlanmanın temel hedefi haline geldi.
Bu hedefi benimseyen bütün Aydınlanma filozofları, aklın tabiata ve giderek sosyo-politik
hayata hâkim olacağını, dini baskılardan arındırılmış yeni bir dünya ve insan yaratılacağını, aklın
öncülüğünde daima ilerleyen bu yeni dünyada insanın özgürleşeceğini ve önyargılardan kurtulacağını
savunmuşlardır. İnsan artık kilisenin, mutlak idarelerin ya da geleneklerin baskısına maruz kalmayacak,
kendi dünya düzenini kendisi yaratacak ve kontrol edebilecektir. Zira tüm geleneksel dini kurumlar,
insanlığın gelişmesini engelleyen ve insanlığın bağımlılık durumunda kalmalarını sağlayan karanlıkçı
kurumlardır ve Aydınlanma insanı, bu tür bağımlılıkları aklıyla aşmalıdır. Bu durum aynı zamanda,
Aydınlanma insanının, özgürlüğüne ve gelişmesine engel olan hoşgörüsüzlüğü ve geleneksel olarak,
otorite olan dini kurumları da aşması anlamına gelecektir. Nitekim Chateaubriand, bizim çağımız,
edebiyat açısından XIV. Louis’in çağından daha gerideyse, buna dinden başka bir neden aramamak
gerekir diyerek dinin, her türlü ilerlemeye engel olduğunu savunmuştur. Aydınlanma döneminin önemli
düşünürlerinden biri olan Diderot’a göre ise; din diye bilinen şey, korku ve insanın güçsüzlüğü teması
üzerine bina edilmiş, yanlış kanıtlara dayalı, teologların kendi hâkimiyetlerini korumak üzere ürettikleri
dokunulmaz bir bütündür. Oysa gerçek din, tabii din, insanın içsel uyumuna ve aklına ters düşmeyen;
kurulu dinler gibi insanları bölmek yerine, birleştiren dindir. Her ne kadar tüm Aydınlanmacıların din
karşıtı olduğu söylenemese de, pozitivist ruh, nispeten, metafizik gibi dinin de altını oyma eğilimine
sahiptir. Pozitivist standartlara göre,Tanrı, “bilinemez”, yok edilemez ve kanıtlanamazdır. Hal böyle
olunca da, akla aykırı olan bu inanışlarla mücadele edilmesi gerekmektedir. Ancak Aydınlanma
düşünürlerinin dinle olan bu gerilimli ilişkisi, dinin aşılması yönünde değil, yeni bir inanç ve belki de
yeni bir din anlayışının ortaya atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu yeni din anlayışı, mevcut dini geleneklere,
âlemi yaratan ve her an müdahale ederek yöneten bir Tanrı ve bu Tanrının “bedeni” olduğuna inanılan
Kilise’ye karşı ortaya atılan itirazlarla şekillenen “deizm”dir. Deizm, kökleri Aristoteles’in, kendisi
hareketsiz olmakla birlikte evrenin hareket etmesini sağlayan “ilk muharrik” anlayışına dayanan ve
Tanrıyı; varlığı ve mahiyeti sadece akılla kavranabilen, ezeli ve ebedi olan, evreni bir şekilde yaratmış
olan fakat ona hiçbir biçimde müdahale etmeyen aşkın bir varlık olarak tanımlayan felsefi yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın temelinde XVII. yüzyılda doğa bilimlerinde meydana gelen muazzam gelişme yatar.
Nitekim bu yüzyılda Galileo, Kepler, Harvey ve Newton gibi büyük doğa bilimcileri sayesinde evren,
kendi kendine yetebilen bir makine gibi algılanmaya başlanmıştır. Bu anlayışa bağlı olarak Tanrı ve
onun yansıması olan Kilise, evrende ve insan hayatında etkisiz hale gelince, tüm dini yaklaşımlar ve
tartışmalardan uzak, hoşgörü temeline dayalı doğal bir din anlayışı ortaya konulmuştur. Aydınlanma
düşünürlerinin, vahiy dini yerine kullandıkları ve deizm olarak adlandırdıkları bu doğal din anlayışı, iki
ayrı gerçeklik alanı olarak kabul edilen Tanrı ile âlem arasında bir ilişkinin var olup olmadığına, var ise
nasıl olduğuna dair sorulan sorulara verilen cevaplardan sadece biridir. Bu cevaba göreTanrı ile âlem
arasında, onu yaratmış ve düzenini vermiş olmanın dışında bir ilişki söz konusu değildir. Zira evren,
Tanrı tarafından, dışarıdan bir müdahaleyi gerektirmeyecek kadar mükemmel yaratılmıştır. Nitekim
Tanrının kudreti de zaten burada tecelli etmiştir. Âleme müdahale etmeyen bir ulûhiyet anlayışı ile akla
ve bilime duyulan büyük güvenin karakterizeettiği deizm, doğal din kavramının, yaniTanrının varlığını
ve keşfini akla dayandıran, içten gelen bir duygunun üstünde yükselir. İnsanın artık Tanrının varlığını
hissetmesi için vahye, daha doğrusu dinsel kurumların aracılığı olmadan ortaya çıkan yüce bir varlığa
ihtiyacı yoktur. Nitekim Rönesans’la başlayan insancı kavrayışın sürdürücüsü olan Aydınlanma,
bireyin, insan olmanın gerekleri dışında hiçbir otorite kabul etmemesine dayanan ve insanın
bilinçlenmesine adanmış eleştirel bir dünya görüşüdür.
Deneycilik ve Akılcılık arasındaki en temel tartışma (insan)bilgi(bin) kaynağıdır. Bir filozof
hem akılcı hem de deneyici olmalıdır. Çünkü; aşırı noktada Deneycilik deneyim dışı her türlü bilgiyi
reddeder, her bilginin deneyimle elde edildiğini savunur. Akılcılık ise aşırı noktada bilginin deneyim ve
algı olmaksızın saf akıl ile tamam en iyi şekilde elde edileceğini temel alır.
Bilginin doğruluğunun duyum ve deneyim de değil, düşüncede ve zihinde
temellendirilebileceğini öne süren felsefi görüştür Akılcılık. Dünyanın önemli bilgilerini deney ötesi
yöntemlerle elde edilebileceğimizi, her bireyin eşit ve değişmez ussal ve mantıksal ilkelere sahip
olduğuna savunur. Ki bu da önsel (deneylenmemiş) ve apaçık gerçeklerin varolduğunu onaylar. Başlıca
temsilcileri Sokrates, Eflatun, Aristoteles, Farabi, Descartes ve Hegel’dir.
Bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanabileceğini öne süren Deneycilik ise “insan
zihninde doğuştan bilgi yoktur, insan zihni bu nedenle boş bir levha gibidir” görüşünü savunur. İnsan
bilgisinin tek kaynağı deneyim ya da duyumdur. Her türlü bilginin sonradan, deneyimle, duyularla elde
edeceğin ileri sürer. Başlıca temsilcileri John Locke, David Hume, Thomas Hobbes, George Berkeley,
Francis Bacon, John Stuart Mill, Étienne, Bonnot de Condillac’tır.

B.3.1.a) Descartes, René

XVII. yüzyıl felsefesinde klasik felsefeden modern felsefeye geçişte önemli bir kişidir,
öğretisinden çok araştırma kavrayışından kaynaklı olarak. Özneyi merkez almış, bilgiyi öz neden yola
çıkarak aramıştır; yani önce kendini sonra dış dünyayı sağlamlaştırmıştır.
Ontolojik Düalizm/ Töz Düalizmi : Descartes’e göre iki töz vardır; sonsuz(Tanrı) ve
sonlu(insan). Sonlu taş iki tane olup bunlar; ruh ve maddedir. Ruh düşünen, madde ise yer kaplayan
taştır.
Kuşku Yöntemi: Filozof, işe silmeyle, o güne dek edindiği bilgilere şüphe ile yaklaşmalıdır.
Bugüne kadar edindiği her şeyi duyular vasıtasıyla aldığını söyleyerek, onların bilgisine
güvenilmeyeceğini, şüphe ederek işe başlayacağını söylemiştir. Bu şüphecilik geçicidir; amaç “ kesin
ve bizzat bilgi”ye ulaşmaktır. Düşünmenin, var olmanın ön koşulu olduğunu, insanın özünün düşünmek
olduğunu savunur. her şeyden şüphe edilir fakat şüphe edildiğinden şüphe edilmemektedir.
Cogito Ergo Sum! “Her şeyini beni aldatmaya adamış bir aldatıcı bile ben bir şey olduğunu
düşündüğüm sürece beni bir şey olmadığına inandığı aramayacak, ikna edemeyecektir. “Ben’im,
Varım(Ego Sum!)” kanısı yeterli gelmemiş, bu noktada beden ve ruhu incelemeye koyulmuş, bu
ikisinden kendine ait bir özellik aramıştır. İlk hissetme kavramı açısından bakmış, fakat beden
olmaksızın ruhum hissedilmeyecek yeni söyleyerek bunun kendine ait olmadığını söylemiştir. İkinci
olarak “düşünme” kavramını almış, ona ait bir özellik olduğunu; “Ben kimim?” sorusuna “Ben düşünen
bir şeyim.” Cevabını vererek kanaat getirmiştir. “ “Ben’im, Varım” bu kesin ama ne kadar süre için.
Ancak düşündüğüm sürece,zira ola ki düşünmeye son verseydim, olmaya ya da olmamaya da son
verirdim.” “Düşünüyorum, o halde varım./Cogito Ergo Sum!” Descartes, modern felsefeyi kırmış ve
felsefenin konusunu değiştirmiştir.
Töz, yani var olmak için kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan şeyi; Tanrı, ruh ve
beden olmak üzere üçe ayırmıştır. İnsanın ruh ve beden olarak ele alması, düalist bir felsefenin
olduğunun göstergesidir. Aynı zamanda bu ayrım XX. yüzyıl felsefesinde başlamış olup günümüzde
felsefenin gözde alanlarından biri olan “Zihin Felsesi” nin kökü olmuştur.

B.3.1.b) Locke, John

Deneycilik’in önce ismidir. XVIII. yüzyıl boyu etkisi sürer. İnsan düşüncesinin özgürlüğünü
savunur, hem de insan bilgisi ve eylemliliğini deneye dayandırması bakımından Aydınlanmacı
Felsefe’yi bayağı bir etkilemiştir. “Önsel ilkeler geçersizdir. Zihnimiz deney ve gözlemler sonucu ortaya
çıkan izlenimlerle zaman içinde dolar. Duyumlarla algılanmayan bir şey bilinemez” görüşündedir.
Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme adlı kitabında doğuştan bilginin olanaksız olduğunu
ve zihnin doğuşta boş bir levhadan başka bir şey olmadığını gösterdikten sonra, bu levhanın (iç ve dış
diye ikiye ayrılan) “duyum” aracılığıyla doldurulduğunu öne sürer. Duyu organları, zihne, dışarıda
bulunan ve kendilerini değişik yollarla etkileyen fiziksel nesnelerin/cisimlerin niteliklerinin izlerini birer
“ide” olarak iletir: Böylece bizdeki sarı, ak, sıcak, soğuk, sert, acı, tatlı ideleriyle, duyulur nitelikler
dediğimiz bütün öteki niteliklerin idelerini ediniriz; bunları zihne duyuların ilettiğini söylerken,
duyuların dışsal nesnelerden zihne, orada o algıları üreten şeyleri ilettiklerini söylemek istiyorum.
...Renk ve kokular için söylediklerim, tadlar, kokular ve öteki duyulur nitelikler için de söylenmiş
sayılabilir; bunlar, onlara yanlışlıkla nasıl bir gerçeklik yüklersek yükleyelim, gerçekte nesnelerdeki,
bizde değişik duyumlar üretme gücünden başka bir şey değildirler; ve söylediğim gibi birincil niteliklere
bağlıdırlar. Berkeley, George Dünyada yalnızca ruhların ve bu ruhların idelerinin varolduğunu, buna
karşılık maddenin varolmadığını öne süren İngiliz düşünür. Berkeley’e göre, inançlı bir insan için bu
varsayım maddi töz varsayımından çok anlamlıdır. Tanrı’nın kullarının zihninde istediğini yaratması
için illa bir aracı (yani maddi tözü) kullanmasına gerek yoktur. Onun zihninde yaratmak istediği fikri
doğrudan doğruya yaratabilir ve sanki bir maddi töz varmış duygusu yaratacak bir gerçekçilikle
yaratabilir. Evrenin, Tanrı-ruh-maddi şeyler üçlüsünden oluştuğunu düşündüğümüzde ortaya çıkan
gerçeklik duygusuna evrenin yalnızca Tanrı-ruh ikilisinden oluştuğunu düşündüğümüzde de
ulaşabiliriz.
B.3.1.c) Hume, David

XVII. yüzyıldaki nedensellik ilkesinin tekrar ele alır. “Her sonucun bir nedeni olduğu ve her
etkinin bir sebebi olduğu” düşüncesi, Hume ile “Çağrışımcılık” ilkesine döner; “Aklın mantığın ilkeleri
ve temel kategorileri bile sonuçta izlenimlere dayanır.” diyerek nedenselliği betimler Hume. Bu da
empirizmi doruğa taşır. İç ve dış algıyı reddeder, ikisini birleştirme yönelir. Ayırdığı şey ise; izlenimler
ve kavramlardır. İzlenimler duyu organlarının algısıyla, kavramlar ya da düşüncelerse canlılığını
yitirmiş izlenimlerin tasavvurundan doğar.

B.3.2) Çağrışımcılık

Bilginin kaynağı ve sınırlarını ampirist felsefe anlayışı ekseninde belirlemeye çalışan Hume,
“izlenimler” ile “ideler”, bir başka ifadeyle ise “duyumsamak” ile “düşünmek” arasında ayrım yapmış,
idelerin izlenimlerin soluk ve cansız kopyaları olduğunu, bu nedenle izlenimi olmayan bir idenin
olamayacağını ileri sürmüştür. Söz konusu ayrım ekseninde epistemolojisini şekillendiren Hume, aslen
izlenimleri temel alan bir felsefe anlayışından yana olmuş, bu doğrultuda ideleri izlenimlerden ya da
“düşünme”yi “duyu(m)lar”dan yola çıkarak açıklama eğiliminde olmuştur. Bilindiği üzere, modern
felsefede genel olarak “duyu(m)lar” ve “düşünceler (ideler)” olmak üzere iki bilgi kaynağı belirlenmiş,
bu itibarla bilginin kaynağı olarak “duyu(m)ların” mi yoksa “düşüncelerin (idelerin)” mi temel teşkil
ettiği ve bunların bilme faaliyeti içindeki yeri ile işlevleri hususunda taban tabana zıt görüşler ileri
sürülmüştür. Genel bir düzlemde bakıldığında, rasyonalist filozoflar “düşünceleri”, ampirist filozoflar
ise “duyu(m)ları” asli bir bilgi kaynağı olarak kabul etmiş ve epistemolojilerinin sınırlarını yine bu
kaynağa binaen çizmeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda rasyonalistler “duyu(m)ları” “düşüncelere”
indirgemeye çalışırken -örneğin Descartes duyu(m)lardan şüphe edilmesi gerektiğini ileri sürerek,
duyu(m)ları bir düşünce türü olarak açıklamaya çalışmış-, ampirist filozoflar ise tam tersine
“düşünceleri” “duyu(m)lara” indirgeyerek ele almak eğiliminde olmuşlardır. Zira genel olarak
rasyonalist filozoflar için “duyu(m)ları”, ampirist filozoflar için ise “düşünceleri” sistemlerinin
dayanakları üzerinden açıklama zorunluluğu ve zorluğu bulunmaktadır. Görüleceği üzere ampirist bir
filozof olan Hume da söz konusu zorunluluğu ve zorluğu, idelerin izlenimlerin soluk ve cansız kopyaları
olduğunu iddia ederek aşmaya çalışmıştır. Bir başka ifadeyle o, genel manada ideler (düşünceler) ile
izlenimler (duyumlar), bir başka ifadeyle düşünmek ve duyumsamak arasındaki ayrımı, idelerin
izlenimlerin kopyası olduğu iddiasıyla kapatmaya çalışılmıştır*
C) LUDWIG VAN BETHOVEN VE EDEBİYAT

Romantik protestonun en rahat biçimde izlendiği alan edebiyattı. 1770'lerde Alman


edebiyatına Sturm und Drang (Fırtına ve Baskı) denen bir akım egemen oldu. Bu akımın
huzursuz ve kendine acıyan havası Goethe'nin gençliğinde yazdığı Genç Werther'in Acıları adlı
çok tutulan romanında özellikle belirgindi. Romantik değerler onun en büyük yapıtı olan Faust
adlı çalışmasında hâkimdi. Goethe'nin yirmilerinde başlayıp ancak sekseninde tamamladığı bu
uzun manzum dram, bir tiyatro oyunu olmaktan çok Avrupa düşününün belli başlı akımları
üstüne felsefi bir yorumdu. Geleneksel efsaneye göre, her şeyi kitaplarla öğrenmekten bıkan ve
ebedi gençliğe özlem duyan Faust, ruhunu şeytana satar ve bunun karşılığında belli bir süre
genç yaşamak olanağını bulur, sonra dehşet içinde kalarak ebedi ateşe gider. Goethe bu efsaneyi
değiştirmiştir. Faust gerçekten de zihinsel çalışmaları hayal kırıcı ve yararsız bulmaktadır.
"Bütün teoriler gridir, yaşamın altın ağacıysa, yemyeşil." Faust Şeytanla anlamasını yapar, fakat
sonunda kendi bencil isteklerini başkalarının iyiliği için feda etmesi gerektiğini kavrayarak
kurtuluşa erişir. İnsanın günahlarının, çabalarının ve kurtuluşunun bir dramı olan Faust, için
"ortaçağların son büyük şiiri" denilmiştir. 1800'lerin başlarında Avrupa'nın her yerinde
Romantik yazarlar Sturm und Drang, havasına girmişler ve klasik ruha başkaldırmışlardır.
Kutsal Kitap'ın ve Shakespeare'in renkliliğini, canlılığını övüyor; ısrarla yeni bir edebi
Rönesans istiyorlardı.
1815'e gelindiğinde Avrupa'nın hemen her yerinde belirgin olan kabarmış ulusçuluk
duygusu, siyasal anlamda kendini koruma güdüsünün bir parçasıydı. Napoleon Savaşları
bunalımında, İspanyollar İspanyolluklarının, Almanlar Almanlıklarının daha çok bilincine
varmışlardır. Bununla birlikte Romantik geçmişe dönüş eğilimi, her ne kadar Fransız Devrimi
ve Napoleon'la yoğunluk kazanmışsa da gerçekte 1789'dan önce başlamıştı. Filozoflar
ortaçağların her şeyin üstünde dinle uğraşmasından nefret ediyorlardı. Elbette Romantikler
filozofların kızdıkları ne varsa onu yücelteceklerdi.
Alman yazar Herder (ö. 1803), bir kültürel ulusçuluk kuramı geliştirdi. Herder'e göre her
ulusun her hangi bir organizma gibi kendine özgü bir kişiliği, Volksgeist'ı (halk ruhu) ve kendi
büyüme kalıbı vardır. Bir ulusun büyümesinin en güvenilir ölçüsü, edebiyatıdır; ulusun
gençliğinde şiir, olgunluğunda düzyazı egemen biçim olarak belirmektedir. Herder'den
etkilenen Ortaçağ Alman edebiyatı araştırmacıları halk balladlarını toplamışlar, peri masallarını
derlemişlerdir. Herder, geçmiş Alman edebiyatına yeniden değer vererek, kendi gününün
Alman edebiyatının Fransız kültürüne kölece bağlılığından kurtulmasına yardım etmiştir.
Bununla birlikte Herder dar bir ulusçu değildi, bilgili bir insanın kendi ulusunkinden başka
kültürleri de tanıması gereğine dikkat çekmiştir. Oysa bazı Alman romantikleri Herder'in
yorumlarını onu bile şaşırtacak bir aşırılığa götürmüşlerdir. Fichte ve Grimm'ler, Almanca'nın
en üstün dil olduğunu ileri sürmüşler ve salt Alman doğmuş olmak büyük bir erdem sayılmaya
başlamıştır. Romantik dönemde birçok ülkenin eski edebiyatları kayda değer biçimde
dirilmiştir. Britanya'da Sir Walter Scott (ö. 1832), ortaçağların canlı halk balatlarını toplamış,
30'dan fazla tarihi roman yazmıştır. Fransa'da Victor Hugo, 15. yüzyılla ilgili büyük romanı
Notre Dame de Paris, bunlara iyi bir örnektir.
Rusya'nın dev yazarı Puşkin (ö. 1837) ise yazı dilinde kullanılan Ortodoks Kilisesinin
eskimiş Slavcasını bırakarak halkın konuştuğu dille ilk klasik yapıtları vermiştir. Puşkin,
şiirlerine Rus tarihinden ve Kırım, Kafkasya gibi yeni edinilen ülkelerden yerel renkler katmış,
kendi egzotik büyükbabasını, Büyük Petro'nun zenci kölesi Hanibal'i anmıştır. Romantik
protesto ve Neo-gotik mimari hareketinin yanı sıra dinsel diriliş de bu dönemde göze
çarpıyordu. Aydınlanmanın büyük zaferlerinden biri olarak takdim edilen Cizvitçiliğin
kaldırılması bu dönemde ters bir süreçte işledi ve 1814'de Papa bu tarikatı yeniden kurdu. Çoğu
Romantikler filozofların dinsel kuşkuculuğundan dehşet duyuyorlardı. Almanya'da Romantik
yazarların birçoğu Katolik olmuşlardı. İngiltere de Coleridge, resmi kiliseyi şiddetle
savunuyordu. Özellikle Coleridge'nin yaklaşımı Kant'ın ahlak felsefesinin bir tekrarı gibiydi.
Coleridge diyordu ki "Kilisemizin dua ve vaazlarında öğretildiği biçimiyle Hıristiyanlık, insan
aklıyla bulunabilecek bir şey olmamakla birlikte, yine de ona uygundur; zorunlu bir sıralama
içinde halkalar birbirini izler. Din, aklın dışına ancak kendi görüş ufkunun sınırına vardıktan
sonra çıkar; ondan sonra inanç bunun devamıdır. "(Berlin, 2000, s. 119-120).*

C.a) Voltaire(1694-1778),

François Marie Arouet (21 Kasım 1694 - 30 Mayıs 1778), Voltaire takma adıyla tanınan
Fransız yazar ve filozof. Fransız Devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olmuştur.
1759’da yayınlanan “Candide” isimli ünlü romanıyla bu kötülükleri dile getiriyordu. Romanın
kahramanı Candide, hayatının başlarında aşk ve romantizmi, daha sonra ise yarattığı zalimliği
ve işkenceyi ilk elden tadar.
Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi
yazıları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise dogmaları ve döneminin Fransız müesseselerini
yoğun olarak hicvetmiştir. Zamanın en etkili isimlerinden biri olarak tanınır.
Voltaire, ölümünden kısa bir süre önce 4 Nisan 1778 tarihinde, Paris'te bulunan Dokuz Kız
Kardeş Locası'nda (Les Neuf Sœurs Locası) Masonluğa alınmıştır. Yaşamı boyunca Masonlarla
yakın temas içinde bulunan ve Fransız aydınlanma düşüncesini birlikte oluşturdukları
Masonların geç davetine icabet etmiş, tekris töreni büyük bir ihtişam içinde gerçekleşmiştir.
Benjamin Franklin gibi birçok isim, ABD'den sadece Voltaire'in tekrisinde bulunmak için
Paris'e gelmiştir. Kendisine gösterilen bir saygı ve ihtimamın örneği olarak, Voltaire'e farklı bir
tekris prosedürü uygulanmış, mabet kapısına gerilen siyah bir örtünün arkasından
gerçekleştirilmiştir. Gözleri bağlanmamış ve Masonların kabulü esnasında uygulanan testler
yaptırılmamıştır. Her üç derece de aynı gün içerisinde kendisine tevcih edilmiş, tekrisin
ardından Loca başkanı tarafından yanına davet edilmiş ve orada oturmuştur.

C.b) Moliére (1622-1673)

Moliere 15 Ocak 1622 yılında Paris'de doğmuştur. Fransız oyun yazarıdır. Sarayın
döşemelerini yapan mobilya ustasının oğluydu. Paris'in en iyi okulu olan College de
Clermont'da eğitim aldı. Bir tiyatro topluluğu kurdu sahne ismi olarak Moliere'i seçti. Moliere
ilk yapıtı olan ve Lyon'da sahnelenen Savruk, Şaşkın oyunları olmuştur.
Moliere'nin topluluğu Kardinal Richelieu'nun tiyatro binası olarak yaptırdığı Kraliyet
Sarayına taşındı. Paris ile ilgili oyunlar burada oynanacaktı. 1662 yılında sahnelenen Kadınlar
Mektebi büyük bir skandal yarattı.Seyirciler ve kraliyet yetkilileri artık hiç bir değere saygısı
kalmamış bir komedyen olduğunu düşündüler.
Moliere bu eleştirilere Kadınlar Mektebi Tenkidi ve Versailles Tuluatı oyunları işle
karşılık verdi. Daha sonra Tartuffe isimli oyunu Kadınlar Mektebinden daha büyük bir
gürültüye neden oldu. Kilisenin baskısı ile oyun yasaklandı ve daha sonra tekrar sahnelenme
fırsatı buldu. Moliere klasik çağın günümüz ölçülerine göre oyun yazan bir edebiyatçı değildi.
O oyunlarını yayımlanmak için değil hemen oynamak için kaleme alırdı.

C.c) Goldoni (1707-1703)

Carlo Goldoni (d. 25 Şubat 1707, Venedik - ö. 6 Şubat 1793, Paris) İtalyan tiyatro yazarı.
Bir yandan tiyatro ile ilgilenirken diğer yandan avukatlık mesleğine devam etti. Komedilerinde
kahramanlarını günlük hayatın içinden seçti. Fransız oyun yazarı Molière'in eserlerini
okuyabilmek için Fransızca öğrendi. Tiyatroda doğaçlamayı kaldırdı. Metine bağlı tiyatronun
gelişmesini sağladı. Başlıca eserleri; "Gerçek Arkadaş", "Yalancı", "Yelpaze", "Yabanlar",
"Dedikoducular", "Otelci Kadın", "İki Efendinin Uşağı", "Chioggia Kavgaları", "Tatminsiz",
"Üç Portakalın Aşkı", "Kahvehane" ve "Don Juan (Don Giovanni Tenorio, ossia Il Dissoluto)"

C.d) Shakespare (1564-1616)

William Shakespeare İngiliz tiyatro yazarı ve şairi. Bir tüccarın oğlu olan William
Shakespeare, on sekiz vaşındayken, Anne Hathaway'le evlenip, bir süre sonra Londra'ya gitti.
Önce tiyatro oyunculuğu yapıp, daha sonra ünlü Globe ve Blackfriars tiyatrolarına ortak oldu.
Başkalarının yazdığı oyunları düzelterek oyun yazarlığına ilk adımını atıp, kısa süre sonra kendi
oyunlarını yazmaya başladı. Veba hastalığı çıkınca Londra'dan ayrıldıysa da, 1594'te dönerek,
1613'e kadar Londra'da yaşadı.
İlk uzun şiiri Venüs ile Adonis (1593), Lucretia'nın Kaçırılışı (1594) ve çok büyük bir
yaratıcı anlatım özellikleri taşıyan, sanat ve yaşama ilişkin felsefesinin, duygularının,
kuşkularının ve insan olarak tutkularının anlaşılmasında anahtar görevi yapan 154 sone yazmış
olan William Shakespeare, gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarlarından biri sayılır;
büyüleyici, zengin ve yüce dili nedeniyle oyunlarını "şiirsel dramalar diye nitelendirenler bile
olmuştur. Hamlet, Kral Lear, Romeo & Juliet, Julius Caesar, MacBeth, Bir Yaz Gecesi Rüyası*
Ludwig van Beethoven’ın eserlerine ve bir besteci olarak gelişimine odaklanmakla
birlikte, biyografik ve müzikal katmanları olan, bunların belli ölçüde içiçe geçtiği bir kitap.
Beethoven’ın hayatını ya da müziğini merak edenlerin, sadece ilgi duydukları bölümleri
okumalarına izin verecek şekilde sınıflandırılmış. Dönemin tarihsel, siyasi ve kültürel
çerçevesi içindeki olayların, onun insanlığına ve müziğine yansımalarını görünür kılıyor.

Amerikalı Müzikolog ve Çellist Lewis Lockwood’un hem akademisyen hem de yorumcu


olarak bakış açısı, kitabı benzerlerinden ayırmış. Okuru, Beethoven’ın iç dünyasına çekmekle
kalmayıp, dış dünyasıyla bağını da kurması bunda en büyük etken. Beethoven’ın, yüksek
voltajlı kişiliğinin üstü örtülü bıraktığı özelliklerini açığa çıkarıyor. Besteciye yönelik karışık
ve tarifi zor duygularım, nihayet yerli yerine oturuyor. Beethoven’ı tanımaktan, onu anlamaya
geçiyorum.
Süslediği cep defterini, hayranlığını ifade eden bir notla besteciye ileten, kendisi de
piyano çalmayı seven sekiz yaşlarındaki Emilie’ye, Beethoven’ın yazdığı mektup, inceliklerle
ve samimi duygularla dolu.
‘Sevgili, iyi kalpli Emilie’m, canım dostum !
Sebat et, sanatını icra etmekle kalma, onun derinlerindeki anlamı kavramaya da çalış; bu
çabaya değer.
Sevgili Emilie’m, bir şey isteyecek olursan bana yazmakta tereddüt etme.
Gerçek sanatçının gururu yoktur.
Handel, Haydn ve Mozart’ı defne dalı çelenklerinden mahrum bırakma. Onlar,
kendilerininkini hak ettiler ama ben, henüz benimkini hak etmedim.
İnsana en iyi dost varlıklar arasında sayılma hakkı veren kazançlar dışında, başka bir kazanç
bilmiyorum.’
Bestecinin son senfonisi olan 9. Senfoni’ye ayrılan bölümde ilgi çekici detaylar var.
Beethoven 20 yaşındayken, Friedrich Schiller’in, insanların kardeşliğine bir çağrı olarak
yazdığı ‘Neşeye Övgü’ şiirinden öyle etkileniyor ki, daha o zamanlardan, onu besteleme
hayali kuruyor. Yıllar içinde, Beethoven ile birlikte fikir de olgunlaşıyor ve 9. Senfoni, koro
tarafından seslendirilen bu eserle, çığır açıyor. Eser, 1956 yılından itibaren olimpiyatlarda
kullanılmaya başlanınca, klasik müzikle ilgisi olmayanların bile evlerine giriyor. Hüzünlü
olan şu ki, 53 yaşındaki Beethoven, senfoniyi yaratırken tamamen sağırdır. Prömiyerde,
eserinin salonda yarattığı çoşkulu alkışı sahneden duyamamış, önündeki nota defterini
karıştırmaktayken, birinin onu kolundan tutup alkışlayan kalabalığı göstermesiyle, izleyicileri
selamlamıştır.*
İKİNCİ BÖLÜM: LUDWİG VAN BEETHOVEN’IN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ

A) RESİM SANATINDA

A.1) Beethoven Frizi - Gustav Klimt

Gustav Klimt 1897’de bir grup genç sanatçıyla Viyana’da Sezession


(Ayrılıkçılık) hareketini başlatır. Sezession’un hem kurucu üyesidir hem de
başkanlığına seçilir. İdeallerini tam olarak gerçekleştirebilmek için grubun uygun bir
sergi merkezine gereksinimi vardı. Ayrılıkçılık'ın kurucularından mimar Joseph Maria
Olbrich öncülüğünde bu ihtiyaç giderilir.
Klimt ve arkadaşları 1898'den 1905'e Sezession Binası'nda (Sezession Sarayı)
çalışmalarını sergilerler. 1902 grup için önemli bir yıl olur. On dördüncü sergilerini özel
bir sanat olayına, bütüncül bir sanat deneyimine dönüştürmeye karar verirler. Belki de
en iddialı tasarıları olan Beethoven sergisi düzenlenir.
Sergi Max Klinger'in onuruna açılır. Onun sunulan tek eseri olan Alman besteci
Beethoven’ı gösteren yontusu serginin en önemli parçasıdır. Sezession grubu,
Klinger'in başyapıtına çerçeve oluşturacak yapıtlar ortaya koyarak çalışırlar.
Sergi tam bir Beethoven şöleni olur. Viyana Operası'nın müzik direktörü Gustav
Mahler yönetiminde Beethoven’ın Dokuzuncu Senfoni'sinin dördüncü bölümüyle
başlar.
Klimt de Beethoven Frizi ile sergiye katılır. Beethoven’ın Dokuzuncu
Senfonisi’nin son bölümü olan Friedrich Schiller’in “Neşe’ye Övgü” (Ode to Joy)
şiirinden esinlenir. Beethoven Schiller’in bu şiirine iki yüzden fazla beste denemesi
yapmıştı. Son çalışmasını 1824’te dokuzuncu senfonisinin sonuna eklemiştir.
Klimt frizi sadece sergi için tasarlamıştır. Bunun için çıkarılması kolay hafif
materyallerle doğrudan duvar üzerine yapılmıştır. 1986'da yeniden görüşe açılana kadar
kapalı tutulmuştur. Salondaki duvarın üst yarısı boyunca süs kuşağı gibi uzanan resimler
iki uzun bir kısa duvardan oluşan toplam üç duvarı saracak şekilde yapılmıştır. Friz
insanlığın kötülüğün güçlerine karşı verdiği, şiir ve sanat krallığında mutlak mutluluğa
ulaşmasıyla sonuçlanan mücadeleyi anlatır. ‘Mutluluğa Özlem’ karşısında ‘Düşman
Güçler’i bulur, ama ‘Neşeye Övgü’yle mutlu sona ulaşır.

Mutluluğa Özlem:

Girişin sol karşısındaki ilk uzun duvarda yer alan Mutluluğa özlem; zayıf
insanoğlunun çektikleri ve iyi silahlanmış güçlüyle mutluluk uğruna savaşması için
yakarış ile tutku ve acımanın da aynı yönde baskıları betimlenir.

Yüzen Periler; Figürler


resimlenen salonun üst kısmında yer alır.
Kıyafet ve tenlerinin rengi ile mekanın
rengi kontur çizgileriyle ayırt
edilebilmektedir. Saçlarında altın yaldız
ve dekoratif unsurlar kullanılmıştır.
Yalın biçimdeki dalgalanan figürler,
mekanda ritmik bir gidişle dengelenir. Bu
figürler birinci duvardan son duvara
kadar, tek başına sahneleri bütünleyen ortak bir öğe olarak karşımıza çıkar. Oldukça
uzun bir zincir oluşturan bu periler mutluluk tutkusunun bir alegorisidir.

Acı Çeken İnsanlık; Sahne diz


çökmüş bir çift ve arkalarında ayakta
duran bir kız ile gösterilmiştir. Burada,
duasını ve umudunu göz kamaştıran
kahramana çevirmiş acı çeken insanlık söz
konusu edilir. Figürlerin çıplaklığı ve
soluk rengi yine kontur çizgisi
kullanılarak mekanın renginden
ayrılmaktadır. Önde diz çökmüş kadın ve
erkek figür, ellerini öne doğru
kavuşturarak kurtarıcıları olarak
gördükleri iyi silahlanmış güçlü
şövalye’ye, mutluluğa ulaşması yolunda
savaşması için yalvarmaktadır. Bu
figürler, şövalye üzerinde acı çeken zayıf
insanlığın oluşturduğu dış baskıyı
simgelemektedir.
Güçlü ve Silahlı; Önde,
elinde kılıcıyla ayakta duran İyi
Silahlanmış Güçlü Şövalye yer
alır. Figürün zırhı, kılıcı ve yerde
duran miğferinde yoğun olarak
altın yaldız kullanılmıştır. Figürün
arkasında biri seyirciye bakan,
diğeri ise iki elini kavuşturmuş,
gözleri kapalı iki kadın figürü
görülür. Bu iki kadın figürü Tutku
ve Acıma'nın kişileştirilmiş
biçimleridir. Şövalyenin mutluluk
yolunda savaşmasını
cesaretlendiren iç motivasyonun
anlatım biçimi olarak iç baskıyı
simgelemektedirler. Tüm bu
baskıların ortak amacı, iyi
silahlanmış güçlüyü, mutluluğa
erişme çabasını üstlenmeye
yönlendirmektir.

Düşman Güçler:
Frizin devam ettiği ortadaki kısa
duvarda yer alan Düşman güçler; renk
yoğunluğu ile dolu olan bu sahnede,
insanlığın mutluluğa doğru yürüyüşünü
engelleyen karanlık güçler betimlenir.

Typhon; Yunan mitolojisinde


tanrıların bile savaşmakta zorlandığı, şeytani
güce sahip Typhon, ağzından alev saçan, yüz
kafalı bir canavardır. Yılan kuyruklu ve
kanatlı bir maymun olarak gösterilen dev
Typhon tanrılara bile korku salan bir
düşmandır. Resmin sağına doğru devam eden
mavi kanatlar ve yılansı uzantılar onun
devasa görüntüsüne katkıda bulunur. Sahne,
sedeften gözleriyle seyirciye dik dik bakan
canavar Typhon'un çevresinde döner.
Üç Gorgo ile Hastalık, Delilik ve
Ölüm; Typhon’un sağında, Yunan
mitolojisinde erkekleri bakışları ile taşa çeviren,
yılan saçlı, dişi canavarlar olarak bilinen
Typhon’un üç kızı betimlenmiştir. Üç çıplak
kadın figürü, farklı duruşlarıyla dikkat çeker. Bu
figürlerin arkasında insanlığın başına musallat
olan üç kötülüğün, “hastalık, delilik ve ölüm”ün
korkunç yüzleri görünür.
Aşırılık, Şehvet ve Ahlaksızlık; Typhon’un
solunda yer alan üç kadın figür aşırılığı, şehveti
ve ahlaksızlığı ifade etmektedir. Aşırılık, büyük
göbekli bir kadın figürü ile profilden gösterilmiş
ve vücudun üst kısmı çıplak betimlenmiştir.
Mavi eteği inci boncuklarla, bronz halkalarla
bezenmiştir. Hemen onun üstündeki şehvet ve
ahlaksızlık teması ise biri şehvet dolu
gülümseyen, diğeri ise çapkın bir bakış ile
resmedilmiş iki çıplak kadın figürü ile
sembolize edilmiştir.
Kemiren Sıkıntı; Typhon’un
mavi kanatları ve yılansı uzantıları
altında yer alır. Boynu bükük, hastalık
derecesinde zayıf kadın figürü ile
gösterilmiştir. Kadın, müstehcenlik ile
ölüm arasındaki belirsiz salınımı
içindedir. Frizin sağ üst köşesinde
Typhon’un yılansı uzantıları arasında
sadece yüzü görülen bir peri yer alır.
Tüm kötülüklerin üstünden güçlü bir
şekilde uçarak sıyrılmıştır.
Neşeye Övgü:

Frizin son bölümü olarak sağdaki ikinci uzun duvarda yer alan Mutluluk özlemi
şiirle yatıştırılıyor; Mutluluk tutkusu şiirde dinginliğe ulaşır, insan sanatın büyüsüne
kapılır ve saf haliyle aşkı ve sevinci bulur.

Sanatlar; Beş kadın figürü ile


Şiir; Lir çalan kadın figürü ile
gösterilmiştir. Bu kadınlar altın yapraklar
gösterilmiştir. Cennet bahçesinin eşiğinde
üzerinde taşınarak saf neşe, mutluluk ve
Şiir, çaldığı lir ile her türlü sıkıntıyı
aşkın bulunduğu ideal dünyaya
hafifletir. Lir çalan kadın mutluluğu
yönlendirilmektedirler. Üstteki üç kadın,
getirecektir.
melekler korosunu ve onların söylediği
“Ode to Joy”u (Neşeye Övgü) işaret
etmektedirler.
Cennet’in Melekler Korosu; Figürlerin
dizilişinde her bir figür, biçim, renk ve hareket
olarak tekrar ederek, ritmik bir düzen
oluşturmuştur. Figürlerin ayakları havada
uçuyormuş gibi görünmektedir. Beethoven’ın
Dokuzuncu Senfonisi’nde yer alan ve son
bölümünü oluşturan Schiller’in “Ode to Joy”
şiirini Cennet’in melekler korosu
seslendirmektedir:

“Kucaklaşın, milyonlar!
Bu öpücüğü tüm dünya için alın”…

Şiir ve Güçlü Şövalyenin Kucaklaşması -


Tüm Dünya'ya Öpücük; Çift Melekler
Korosunun önünde yer alır. Çiftin etrafında
çiçekler ile üzerlerinde ay ve güneş figürleri
bulunur. Sırtından resmedilen çıplak ve kaslı
erkek figürü kadını sıkıca kavramakta ve
sarılarak öptüğü kadın figürü tam olarak
görülmemektedir. İyi silahlanmış güçlü
şövalye, iç ve dış baskıların motivasyonu ile
tüm kötülüklere karşı savaşmıştır. Bu son
sahnede sanatın ve şiirin de desteği ile mutlu
sona ulaşılmış ve bu tüm dünyaya öpücük ile
bildirilmiştir.
Klimt’in Sezession döneminde meydana getirdiği başyapıtı Beethoven Friz’i,
Beethoven’ın Dokuzuncu Senfoni'sinin resme aktarılmasıdır. Ve bu vasıtayla sanatın üç
kolu olan resim, müzik ve mimariyi biraraya getirmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar;
Neret, G., (2006). Klimt, Birinci Basım, Taschen/Remzi Kitabevi, İstanbul.
Çev:Kundakçı, D., (2004). Artbook Klimt Altın Renkli Bir Arka Plan ve Sezession, Birinci Baskı, Dost
Kitabevi, Ankara.
Fırıncı, M. ve Zencirci, D.E., (2006). Gustav Klimt ve “Beethoven Friz”, Dokuz Eylül Üniversitesi Buca
Eğitim Fakültesi Dergisi, 20: 137-144.
-----------. Klimt, Birinci Baskı, Boyut Yayın Grubu, İstanbul.
www.klimt.com *

A.2) Sarayda/Haremde Beethoven Tablosu - Şehzade Abdülmecid

Şehzade Abdülmecid Efendi’nin 1918 Viyana Sergisinde yer alan tablolarından biri
olan “Sarayda Beethoven”, isimli tablosu, günümüzde İstanbul Resim ve Heykel Müzesinde
bulunmaktadır. Resim 154×211 cm boyutlarında tuval üzerine yağlı boyadır. Resmin kesin
yapılışı tarihi bilinmemektedir.
Abülmecid Efendi’nin Batı müziğine ilgisini yansıtan ve Batıcılık fikrini savunan bir
eserdir: Bu resim ile izleyiciye gösterilir ki Batı kültürü şehzadenin haremine kadar ulaşmıştır;
saraylılar, Batı müziği icra eder ve dinlerler.
Resimde enstrüman çalan üç kişi vardır: Piyanonun başında bir kadın otururken, bir erkek
ona çelloyla eşlik etmekte ve yine bir kadın, keman çalmaktadır. Paşa kıyafetli bir adam ve ikisi
ayakta üç kadın ise müziği dinlemektedir. Yerde duran nota kitabının kapağında tabloya adını
veren Beethoven'in adı yazmaktadır. Duvarda asılı Ayvazovski resminin hemen altında
Beethoven büstü bulunur. Ayrıca piyano çalan kadının arkasında bir atlı heykel vardır. Bu,
günümüzde Beylerbeyi Sarayı’nda bulunan Sultan Abdülaziz heykeli dir. Tablonun mekânı,
Üsküdar’daki Abdülmecid Efendi Köşkü’nün zemin kat sofasıdır.
Tabloda ressam Abdülmecid Efendi’nin paşa üniformalı olarak resmettiği kişi kendisidir.
Kemanı çalan kişinin Abdülmecid Efendi’nin ilk eşi olan Şehsuvar Kadınefendi, piyano çalanın
asıl adı Ofelya olan Hatça Kadın, resmin solunda ayakta duran iki genç kadından öndekinin
Abdülmecid’in diğer eşi, Mehisti Kadınefendi olduğu düşünülür.
Eser, Türk ressamlar tarafından Avrupa’da açılan ilk sergi olan Viyana Sergisi’nde
Abdülmecid’e ait diğer üç tablosuyla birlikte yer almıştır (diğerleri ‘Otoportre’, ‘I. Sultan
Selim’, ‘Haremde Goethe’) *

B) SİNEMA SANATINDA

Müzikleri dışında, Beethoven kişiliğinin sunduğu sinemasal malzeme ilginç bir


biçimde çok az sayıda filme konu olmuştur. İzlediğim iki Beethoven temalı filmden
bahsedeceğim. İlki 2006 tarihli Copying Beethoven, ki burada Ed Harris canlandırıyor
üstadı; öbürü 1994 tarihli Immortal Beloved, burada da yine dev bir aktör Gary Oldman,
Beethoven rolünde.

Ünlü besteci sinema açısından bir maden, olağanüstü müzik dehasının yanında
sınırlarda yer alan bir kişiliğe sahip. Geçimsiz, huysuz, ruhsal ve fiziksel anlamda
sorunlar içinde yaşayan birisi. Erkek kardeşinin eşine delicesine âşık ve bu yüzden
onlara hayatı zindan ediyor. Kardeşinin ölümünden sonra mahkeme kararıyla velayetini
aldığı yeğeni üzerinde de bunaltıcı bir baskı kuruyor. Kendi soyundan geldiği için çok
yetenekli bir piyanist olduğunu düşünüyor. Oysa böyle bir yeteneği yok çocuğun. İşitme
duyusunu giderek yitirdiğinden, yeğeninin doğru dürüst piyano çalamadığını fark
edemiyor bile.
Immortal Beloved saplantılı tutkular üzerine. Copying Beethoven'da ise ileri
seviyelere varan işitme kaybı, kendi kendine mekanik işitme cihazları icat etmesi,
duyamadığını bir türlü kabul edemeyip bunu çevresine karşı bir öfkeye dönüştürmesi
ön planda. Çarpıcı olan şu: bu nasıl bir içselleştirme ve müzikal yaratım boyutuysa artık,
en güzel bestelerini işitmesini iyice yitirdikten sonra yapıyor. Beyin temporal lobundaki
üst işitme merkezlerinde varlığını sürdüren –ve duyan kulaklara ihtiyacı olmayan–
müzik algısı, sıra dışı dehası ve hırsıyla birleşerek o harika besteleri yapmayı
sürdürebilmesini sağlıyor.

A Clokwork Orange

İçinde bir şekilde müzik kullanmayan sinema filmlerinin sayısının kıyasen ne kadar
az olduğunu düşününce, müziğin sinema sanatındaki önemini yadsımak
imkânsızlaşıyor. Bunun dramatik ve kavramsal anlamı, dergimizin konusunu aşsa da,
zaman zaman, klasik müziğin kullanıldığı filmler ve bu filmlerde müziğin nasıl
kullanıldığı, başka bir sanat disiplininin ifade biçimine ne kattığı ve ne anlama geldiği
ile ilgili yazılara yer vereceğiz. Bu konudaki ilk örneğimiz, belki de sinema tarihinde
klasik müziğin kişisel ve politik anlamda hayatımızdaki yerini en çok sorgulayan
filmlerden birisi: Anthony Burgess'in aynı adlı romanından Stanley Kubrick'in 1971
yılında yaptığı 'Otomatik Portakal'.

İlk bakışta müziği bir konu olarak almış gözükmese de, Otomatik Portakal aslında,
müziğin ve sanatın hayatımızdaki yerine dair de bir eser. Film kısaca, şiddet bağımlısı
ve her türlü suçu işlemeye eğilimli Alex'in, işlediği cinayetten sonra tabi tutulduğu
(gerçekte var olmayan) 'Ludovico Tedavisi' sonucunda, şiddet görmeye dahi tahammülü
olmayan bir kişi haline dönüşmesini anlatıyor. Filmin esas teması denilebilecek olan
doğru ile yanlışı özgürce seçme hakkı bu olaylar örgüsünde irdelenirken, en az şiddet
çerçevesindeki olaylar kadar önemli bir arka plan var: müzik.

Hem Alex gerçek bir Beethoven tutkunu hem de Kubrick'in filmin fonunda kullandığı
klasik müzik neredeyse hiç susmuyor. Bu devamlılık ne rahatsız edici ne basit;
tamamıyla bilinçli, tamamlayıcı ve yönlendirici. Bu müziği iki anlamda değerlendirmek
mümkün. Birisi Alex'in hayatındaki diğeri ise filmin dramatik kurgusu içindeki yeri.

Alex'in cinayeti işlediği ana kadar geçen ilk 40 dakikada denilebilir ki müzik hiç
susmuyor. Bu sürede duyduğumuz müzikler Purcell'in Kraliçe Mary'nin Cenazesi için
Müzik isimli eseri, Rossini'nin Hırsız Saksağan operası uvertürü ve Beethoven'in 9.
Senfonisi. Purcell'i sadece Wendy Carlos'un elektronik düzenlemesiyle dinlerken,
Rossini'yi orijinal haliyle, Beethoven'i ise hem Ferenc Fricsay'ın DG kaydından hem de,
yine, Wendy Carlos'un elektronik düzenlemesiyle dinliyoruz. Purcell'ın elektronik
uyarlaması, filmin girişinde, eserin tamamına uygun futuristik bir ortam yaratıyor ve bir
'leitmotif' şeklinde tüm film boyunca duyuluyor. Kubrick'in Purcell tercihi, iyi müzik
kadar güzel konuşmayı da seven ve yapma bir Elizabeth dönemi İngilizcesiyle gösterişli
bir söylemi olan Alex'in o çağ ile olan bağlarını da vurgulamak olmalı.

Rossini'nin seçiminin önemi daha da büyük. Alex'i tanımaya başladığımız ve işlediği


tüm suçları birer birer görürken, bu suçların dehşetinden uzaklaşmamız ve Alex'in
ikilemini ne kendimizi onun yerine koyarak ne de tamamen ona karşı tavır alarak, daha
objektif olarak hissedebilmemiz için, şiddetin dozuna değil sadece içeriğine
yoğunlaşmamızı sağlayan bir denge yaratıyor Rossini.

Muhtemelen çoğumuz, Hırsız Saksağan uvertürünün görece hafif bir müzik olduğunu
düşünür. Bu müziği, terk edilmiş bir tiyatro sahnesinde koreografik hareketlerle birkaç
erkeğin bir kadına tecavüz etmesi esnasında kullanarak, Kubrick, filmdeki vahşeti
ironik bir anlatımla dengeliyor. Burada müziğin beynimize kodlanmış anlamları ve
bunların sinematografik kullanımı üzerine düşünme kapısı aralanıyor. Aynı sahnede
kullanılacak bir başka müzik aynı etkiyi yapmaz iken, Rossini ve Hırsız Saksağan
kavramlarını bilen izleyicinin, müziğin de etkisiyle, sahneyi algılayışı değişiyor.
Uvertür ne bu sahnede, ne sonrasındaki iki çetenin kavgasında ne de Alex ve arkadaşları
bir diğer tecavüze doğru arabayla yarışmalarında, dakikalarca, bir an bile durmuyor. Ta
ki bir sonraki kurbanlarına ulaşmak için vardıkları evdeki zilin Beethoven'in 5.
Senfonisi'nin girişi olduğunu duyduğumuz ana kadar.

Bu ufak bir detay ise de, ve evdeki tüm vahşete Frank Sinatra'nın Singin' in the Rain'inin
eşlik etmesi dergimizin konusunu aşıyorsa da, bu sahneden ibaren Alex'in Beethoven
hayranlığına hazırlanıyoruz. Nitekim daha sonra her zaman takıldıkları bara giden Alex
ve arkadaşları burada otururken Beethoven söyleyen bir kadına verdiği tepkiyle ilk kez
anlıyoruz ki, şiddet tutkunu Alex, güzel konuşmayı sevdiği kadar güzel müziği de
seviyor ve bir Beethoven delisi. Gecenin sonunda eve dönen Alex'in şu cümleleri ile
dikkatlerimiz çekiliyor: 'Harika bir akşam olmuştu. Ve bu akşama mükemmel bir final
için ihtiyacım olan eski dostum Ludwig van idi'. Bunları söyleyerek Beethoven 9.
Senfoni'nin ikinci bölümünün kasetini koyan Alex'e tüm hayatında ilham veren,
yükselten, hayal gücünü besleyenin Beethoven'in müziği olduğunu anlıyoruz.

Nitekim daha sonra bir müzik dükkanında tanıştığı iki kızla uzun bir orji yaşayan Alex'e
eşlik eden, tanışırlarken Beethoven 9. Senfoni'nin bu sefer elektronik uyarlaması, yatak
odasına geçtikleri andan itibaren ise Rossini'nin, bu kez de bir diğer ünlü uvertürü:
Willem Tell.

Filmin ilk kısmının sonunda arkadaşlarıyla takışan Alex anlaşmazlıklarının üzerine ne


yapacağını düşünürken ve yürürken birden bir evin camından gelen müzik sesiyle ne
yapacağına dair ilhamı buluyor ve kazandığı bir kavga sahnesi başlıyor. Dakikalarca hiç
susmayan Hırsız Saksağan uvertürü filmin ilk bölümünün sonundaki cinayete kadar
devam ediyor. Bu noktada Alex'in kurbanı olan kadının kendini bir Beethoven büstü ile
koruması da çarpıcı. Filmin ilk 40 dakikası, iyi müziğin kişinin ruhsal durumunu
yükseltmesinden, sinemada müzik kullanımının izleyicinin duygularını
yönlendirmesine kadar geniş bir yelpazede hissettirdikleri genel olarak böyle
özetlenebilir. Daha sonra mahkum olan Alex'in hapishane hayatına Elgar'ın marşlarının
ya da, İsa'yı kırbaçladığını hayal ettiği sahnede Rimsky-Korsakoff'un müziklerinin eşlik
ettiği filmde müziğin tekrar önemli bir rol bulması, Alex'in 'tedavi' amaçlı olarak
hapishaneden çıkıp hastaneye yatırılmasına denk geliyor.

Hiç şüphe yok ki filmin dramatik olarak en çarpıcı dengelerinden birisinin, şiddet için
dahi ilhamı Beethoven'dan alan Alex'in, tedavisi esnasında Beethoven dinlemek
zorunda bırakılması ve 'iyileştikçe' Beethoven'in 9. Senfonisini duymaya
dayanamaması. Gerçekten de tedavi için, ilaç içirilerek zorla şiddet sahneleri izletilen
Alex'in gördüğü görüntülerin arasında Beethoven'in müziğinin arka planında Nazi'lerin
görüntüleri de yer alıyor. Alex'in 'Bunu yapamazsınız. Beethoven kimseye zarar
vermedi! O sadece müzik yazdı!' haykırışı filmdeki yan temalardan birinin en çarpıcı
verildiği an. Zira burada hem Alman müziği ile Almanların tarihin bir dönemindeki
vahşetleri arasındaki bağı, hem Alex'in kendi şiddet duygusuyla Beethoven aşkını, hem
de sanat ile politika arasındaki karşılıklı kullanma ve birbirinden beslenme ilişkisi
üzerine düşünmeye başlıyoruz. Kubrick'in bu önemli filmi, suç, ceza, seçme hakkı,
iyilik ve doğruluk, irade gibi kavramları, devletin ideolojisi ve bu duygularımıza dahi
sahip çıkması anlamında son derece devrimci bir şekilde sorgularken, bir yandan da
müziğin ve sanatın, kişisel ve toplumsal rolleri üzerine de düşünmemizi sağlıyor. Klasik
müzik seven herkesin izlemesi ve üzerine düşünmesi gereken bir film Otomatik
Portakal.
FEYZİ ERÇİN

SONUÇ

O bir sanatçıydı ve sahip olduğu her şeye sanatıyla ulaştı. Hayatın dikenleri onu
derinden yaraladığı halde, nasıl batan bir gemiden kıyıya sığınırsa insan, oo da sanatın
olağanüstü kollarına sığındı. Acının merhemini, doğruluk ve güzellik emsali sanatta buldu.
Sanata sımsıkı tutunmaya devam etti ve kapılar üzerine kapandığında, aradan sızarak onunla
konuştu. Duymayan kulağı, müzik narin yapısına duyuşuz kaldığında bile, yüreğinde sanatın
yüzce imgesini taşıdı ve öldüğünde hala göğsündeydi.
O bir sanatçıydı öyleyse yanında kimler duracak? Bahamut nasıl dalgalarda çılgınca
dolaşırsa o da sanatın sınırlarını yok sayarak dolaştı. Bir güvercinin ötmesinden gök
gürlemesine, iç içe geçen beceri gösterisinden doğa güçlerini yadsıyan feci çığlıklara kadar
her şeyin ötesine geçti, hepsini anladı. Onu takip edenler buradan devam edemezler, yeni
baştan başlamaları gerekir; çünkü o sanatı son noktasına getirdi.
BİBLİYOGRAFYA

Musiki Tarihi, syf.112, İlhan. Kemalettin Mimaroğlu)


(Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni,syf.143, Cavidan Selanik)
(Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.144, Cavidan Selanik)
(Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, syf.150, Cavidan Selanik)
29022036.html#:~:text=Ayd%C4%B1nlanma%20d%C3%B6neminde%20d%C3%BCnyada%20ilk%20
defa,(1717%20%E2%80%931783)%2C%20Antonie
https://masonlar.org/masonlar_forum/index.php?topic=21011.0
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/serhan-bali/yeni-baslayanlar-icin-lied-1016449/
https://delphipages.live/tr/cografya-ve-seyahat/dunya-ulkeleri/music-and-dance
http://karnavalsanat.com/blog/genel/ludwig-van-beethoven-ve-turk-muzigi/
https://www.turkcebilgi.com/william_shakespeare#:~:text=13-
,William%20Shakespeare%20William%20Shakespeare%20%C4%B0ngiliz%20tiyatro%20yazar%C4%
B1%20ve%20%C5%9Fairi.,ve%20Blackfriars%20tiyatrolar%C4%B1na%20ortak%20oldu.
https://www.microdestek.com.tr/carlo-goldoni-1707-1793.html
https://www.tarihbilimi.gen.tr/avrupanin-genel-durumu/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Haiti_Devrimi
Hume’un Epistemolojisinin Kökeni: İzlenimler ve İdeler, Ayşe Gül ÇIVGIN
https://tr.wikipedia.org/wiki/Thomas_Paine#:~:text=Thomas%20Paine%20(d.,ve%20Frans%C4%B1z
%20Devrimi'ni%20etkilemi%C5%9Ftir.
http://tarih34.com/xviii-yuzyilda-avrupa-tarihi_h214.html
Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf “Felsefeye Giriş” ve 3. Sınıf “Çağdaş Felsefe tarihi Dersi
Ders Notları” (Ömer Yıldırım) Açıköğretim Felsefe Ders Kitabı
arkeofili.com Live Science. 12 Eylül 2019
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ter%C3%B6r_D%C3%B6nemi_(Fransa)
https://evrenatlasi.com/2020/07/marie-antoinette-kimdir/
https://tr.wikipedia.org/wiki/XVI._Louis
https://bianet.org/bianet/hukuk/157472-xvi-louis-ve-ihtilal-meclisi-yargilamasi
https://arkeofili.com/napolyon-bonapart-kimdi/
https://www.operabale.gov.tr/tr-tr/Sayfalar/artistdetail.aspx?ArtistId=5658
Rasyonalizmden Sezgiselliğe Geçiş; Sturm und Drang Akımı ve Carl Philipp Emanuel Bach’ın Klavyeli
Çalgılar Sonatlarına Genel Bir Bakış, Yüksel PİRGON, EKEV AKADEMİ DERGİSİ Yıl: 21 Sayı: 71 (Yaz
2017)
https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/amerikan-bagimsizlik-savasi-112
https://tr.wikipedia.org/wiki/Amerikan_devrimi
https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/amerikan-devrimi-
113#:~:text=Amerikan%20Devrimi%20ya%20da%20di%C4%9Fer,koloni%20aras%C4%B1nda%20g
e%C3%A7en%20ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B1k%20m%C3%BCcadelesidir.&text=K
%C4%B1z%C4%B1lderililerin%20ya%C5%9Fad%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20topraklara%20g%
C3%B6z%20diken,korumak%20i%C3%A7in%20sava%C5%9Fmak%20zorunda%20kald%C4%B1lar.
https://fransiz-devrimi.nedir.org/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Frans%C4%B1z_Devrimi
https://www.diplomatikstrateji.com/koalisyon-savaslari-ve-avrupa/
https://tr.wikipedia.org/wiki/Haiti_Devrimi
https://arkeofili.com/aydinlanma-cagi-nedir/
https://odatv4.com/kimdi-o-bilim-insanlari-
DİN, AYDINLANMA VE ELEŞTİRİSİ, Sait KAR
https://www.felsefe.gen.tr/bilginin-alani-kapsami-ve-sinirlari-nelerdir/
Alman Edebiyatında "Fırtına ve Tepki", Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Yıl 1988 - Sayı
3, ss. 199 - 208 Doç. Dr. Hüseyin SALİHOGLU
https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/muzik-ve-edebiyat-beethoven-i-1114
https://www.pivada.com/gustav-klimt-beethoven-frizi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Haremde_Beethoven
Beethoven ve Sinema, Gökhan Güvener, 4 Mayıs 2018
https://www.andante.com.tr/tr/4561/Otomatik-Portakal-siddet-Ve-Beethoven
Beethoven: Müziğin Doruk Noktası, Aydın BÜKE

You might also like