Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 11

KONYA GENÇLERİYLE KONUŞMA

(20. III. 1923)

Türk Ocağında verilen çay ziyafetimle söylenmiştir.

Muhterem gençler,

Türk Ocağı adına hakkımda söylenen sözlerden, gösterilen sevgi ve güvenden dolayı Ocağın değerli
üyelerine özellikle teşekkür ederim.

Arkadaşlar, gerçekten bu millet yüzyıllar boyunca kendi öz arzusuyla değil, milletin çıkarlarına ters
şekilde yönetilmiş ve idare edilmiştir. Millet, tarih boyunca, bezmiş bir şekilde, sahip olduğu kabiliyetleri
geliştirecek alanlarda faaliyet gösterme imkânı bulamamıştır. Ve bu yetersizlik nedeniyle birçok
felaketler karşısında aciz kalmıştır. Bu acı felaketler, milleti ölüme sürükleyebilecek nitelikteydi.
Şükretmek gerekir ki, en son ölüm darbeleri, millette en hayati uyanışları tetikledi. Ancak bu sayede, üç
buçuk dört yıldır milletin ortak çalışmaları sonucunda, cümlemizi memnuniyete, dünyayı hayrete,
düşmanları dehşete düşüren zafere, başarıya ve uyuma ulaştı. Kendi benliğimizi bulmamızı, sahip
olmamızı sağlayan bu farkındalığa, gerçek uyanışa, daha önce sahip olsaydık, daha eskiden beri
varlığımız, selametimiz ve amacımız için çalışmış olsaydık, bugünkü sonuç daha parlak olurdu ve biz en
son zorluklara düşmeden dünyanın en mutlu milleti olurduk.

Milletimiz en yüksek seviyede medenilikte, en parlak olgunluk aşamalarında, en gurur verici başarılara
hedeflenmişken, diğer bazı milletler ancak milletimizin darbeleri sonucunda kendi benliklerini bulmuş, bu
darbeleri geçirdikten sonra bugünkü durumlarını elde etmişler; biz ise, onlardaki bu uyanışa bedel, çok
derin vurdumduymazlıklar, gevşemeler içine batmış, kalmışızdır.

Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz: Milletin bugünkü zaferleri pek
parlak olsa da henüz milletimizi gerçek kurtuluşa ulaştırmamıştır. Belki bundan sonra yapacağımız
çalışmalar, zaferi elde etmek için gösterdiğimiz çabayla (himmetle) aynı azim ve fedakârlıkla
gerçekleşecek ve asıl amaca ulaşacağız. Bu amaca ulaşmak için öncelikle bizi bugüne kadar gaflet içinde
bırakan nedenleri analiz etmek, ortaya çıkarmak ve tekrar tekrar anlatmak gerekir. Bu gerçekleri, milletin
vicdanına iyice yerleştirmek için bunları bir kez daha, beş kez daha söylemek, onları daima ve daima
tekrar etmek lâzımdır. Milleti uzun asırlar boyunca vurdumduymazlık içinde bırakan sebepler arasında
asıl noktayı bir kelimeyle ifade etmek için diyebilirim ki, tüm sefaletlerimizin sebebi kesinlikle anlayış
tarzıdır. İnsanlar ve insanlardan oluşan toplumlar, her şeyden önce tüm fertleriyle sağlam bir anlayışa
sahip olmalıdırlar. Anlayışı zayıf, bozuk, sağlıksız olan bir toplumun tüm çabası boşa gider. İtiraf etmek
zorundayız ki, İslam dünyasının toplumlarında hep yanlış anlayışlar egemen olmuştur ve bu yüzden İslam
ülkeleri doğudan batıya kadar düşmanların ayakları altında ezilmiş ve düşman zinciriyle esaret altına
girmiştir. Bu fikrimi açıklamak için biraz daha detay vermek istiyorum. Hepinizin bildiği gibi, Cenab-ı
Peygamberin apaçık hükümleri bildirmeye görevli olduğu dönemde, çevresinde çeşitli kavimler
bulunuyordu. İslam dinini tüm insanlığa kabul ettirmek için, Allah yolunda savaşan Arap mücahitlerinden
oluşan topluluk, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış, milli geçmişleri ve gelenekleri olan kavimleri,
Türkler, İranlılar, Mısırlılar, Bizanslılar gibi birçok kavmi kısa sürede İslam'ın dairesine aldılar. Yine
bilimsel, düşünsel ve maddi olarak görüyor olduğunuz gibi, herhangi bir kavim yeni bir şekil aldığında,
bunu devletin tüm temel unsurlarıyla yüzleştirmekte, kabul etmekte, sindirmekte zorluklar oluyor. Uzun
bir geçmişin varlığı hep kendini koruyor. Asırlık bir medeniyet kendi toplumunda devam etmeye meyilli
değer ve inançlara bağlı kalmak ister. Yeni bir şeyi alan her kavimde, yeniyle eskinin karıştığını, yeni
şeyin temelinde eski unsurların yer aldığını görüyoruz. Bu doğal kural, İslam'ı kabul eden toplumlarda da
aynı şekilde gelişti. İslam'ın yüce, değerli prensiplerini bu toplumlar olduğu gibi kabul etmediler, İslam'ın
ilk parlak dönemlerindeki huzur verici adetlerin ortaya çıkamaması ve etkili olamamasıyla birlikte,
sonrasında da İslami hakikatleri kavramak ve bu şekilde hareket etmekten çok, geçmişlerinin adet ve
inançlarını dine karıştırmaya başlamışlardır. Bu nedenle, İslam'a dâhil olan bazı toplumlar, İslam
olmalarına rağmen gerileme, sefalet ve çöküşe maruz kaldılar. Geçmişlerindeki yanlış veya batıl inançlar
ve adetlerle İslam'ı bozup, İslam gerçeğinden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu İslam kavimleri arasında bizim milletimiz olan Türkler, milli gelenek ve usulleri bakımından ters
unsurlara sahip değillerdi. Türk toplumunun çoğunluğu, İslam gerçeğine yakın ve bununla uyumluydu.
Ancak Türkler, bulundukları bölge ve yaşadıkları coğrafya nedeniyle hem İran hem de Arap ve Bizans
milletleriyle sürekli temas halindeydiler. Şüphesiz ki, bu temasların milletler üzerinde etkileri görülür.
Türklerin temas kurduğu milletlerin medeniyetleri ise o dönemde çürümeye başlamıştı. Türkler, bu
milletlerin bozuk alışkanlıklarından ve olumsuz yönlerinden etkilenmekten kaçamamışlardır. Bu durum,
kendi içlerinde karmakarışık, bilimsel ve insani olmayan bir anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İşte sessiz kalmış olmamızın temel nedenlerinden biri de budur.

Yine biliyorsunuz ki, İslam dünyası ile Hristiyan dünyası kitleleri arasında hoşgörüsüz bir düşmanlık
vardır. Müslümanlar, Hristiyanların, Hristiyanlar da Müslümanların sonsuz düşmanları oldular.
Birbirlerine kâfir ve taassuplu gözüyle baktılar. Bu iki dünya birbirleriyle asırlardan beri bu
hoşgörüsüzlük ve düşmanlıkla yaşadı. İslam dünyası, Batı'nın her asırda farklı bir şekil ve renk alan
ilerlemelerinden bu düşmanlık yüzünden uzak kalmıştı. Çünkü İslam toplumu o ilerlemeye aşağılayarak
ve nefretle bakıyordu ve aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır süren düşmanlık sebebiyle İslam
dünyası silahını bir an elinden bırakmama mecburiyetindeydi. İşte bu sürekli silahla uğraş ve nefret
Batı'nın yeniliklerine kayıtsız kalışımızın, çöküşümüzün diğer önemli bir sebebini oluşturur. Bu saydığım
sebeplerden başka, asıl milletimizin, özellikle aydın kesimimizin çok dikkatli, çok önem vermesi gereken
başka bir sebep vardır ve bence bu sebep, bugüne kadar geri kalmamızın, en son kademede kalışımızın -
unutmayalım - ülkemizin baştan başa bir harabe haline gelmesinin asıl sebebidir. Gerilememizin bu temel
sebebi şu noktayı oluşturuyor: İslam dünyası, iki ayrı sınıftan oluşur. Birincisi çoğunluğu oluşturan halk
(avam), diğeri ise azınlıkta olan aydınlar (münevveran). Bozuk anlayışlı milletlerde, halk başka bir
hedefe, aydın denilen sınıf başka bir anlayışa sahiptir. Bu iki sınıf arasında zıtlık, muhalefet vardır.
Aydınlar, halkı kendi hedeflerine yönlendirmek ister; halk ve çoğunluk ise bu sınıfa tabi olmak istemez.
Onlar da başka bir yön belirlemeye çalışır. Aydın sınıfı, ikna ve eğitim ile çoğunluğa kendi amacını kabul
ettirmeyi başaramayınca, başka araçlara başvurur. Halkı küçümsemeye ve baskı altına almaya, zorla
yönetmeye çalışır. İşte burada asıl incelememiz gereken noktaya geldik. Halkı ne birinci yöntemle ne de
baskı ve zorbalıkla kendi hedefimize çekmeyi başaramadık; neden?

Arkadaşlar,

Bunda başarılı olmak için, aydın sınıf ile halkın anlayış ve hedefleri arasında doğal bir uyum olması
gerekir. Yani aydın sınıfın halka aktaracağı idealler, halkın ruhundan ve vicdanından alınmış olmalıdır.
Ancak bizde böyle mi olmuştur? O aydınların telkinleri, milletimizin derin ruhundan alınmış idealler
midir?
Şüphesiz ki hayır, içerisinde çok iyi düşünenler de vardır. Ancak genel olarak şu hatamız da vardır ki,
araştırmalarımız ve deneyimlerimizin dayanağı olarak kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi
geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almıyoruz. Aydınlarımız belki tüm
dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, ancak kendimizi bilmeyiz.

Aydınlarımız, milletimi en mutlu millet yapmak istiyorum der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da
aynen öyle yapalım der. Ancak düşünmemiz gereken bir gerçek var ki, böyle bir yaklaşım hiçbir dönemde
başarılı olmamıştır. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve
durum birini mutlu ederken, diğerini mutsuz edebilir. Bu nedenle, bu millete yol gösterirken dünyadaki
her türlü bilimden, keşiflerden, ilerlemelerden faydalanalım, ancak unutmayalım ki, asıl temeli kendi
içimizden çıkarmaya mecburuz.

Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru, içimize sinen, sağlam, dürüst bir gözle görmeliyiz.
İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ aydınlarımızın gençlerinin halk ve çoğunlukla kesin uyumlu bir ilişkisi
yoktur. Ülkeyi kurtarmak için bu iki anlayış arasındaki ayrılığı ortadan kaldırmak, yürümeye başlamadan
önce bu iki anlayış arasında uyumu sağlamak gereklidir. Bunun için biraz çoğunluk sınıfının yürüyüşünü
hızlandırması, biraz da aydınların çok hızlı gitmesi gerekmektedir. Ancak halka yaklaşmak ve halkla
bütünleşmek, daha çok ve daha fazla aydınlara düşen bir görevdir.

Gençlerimiz ve aydınlarımız, ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını öncelikle kendileri tam olarak


anlamalı, bunları halk tarafından kabul edilebilir ve anlaşılabilir bir hale getirmeli, onları ancak bundan
sonra ortaya atmalıdır. Ben gençlerimizin bunu başaracak olgunlukta olduklarını kuvvetle ümit ediyorum.
Biliyorum ki yaşlılarımız gibi gençlerimiz de deneyimlidirler. Zira milletimiz yakın tarihinde acı dersler
yaşamış, yakın yılların en yoğun olaylarına tanık olmuştur. Devrimimizin gençleri, eski kuşakların
yaşadığı olayları, belki de daha fazlasını görmüşlerdir. Herhangi bir gencimiz, yaşadığı dönemde belki üç
kat daha fazla olaya tanık olduğu için, her bir gencimizi üç kat daha olgun kabul edebilir, onları da
yaşlılarımız gibi deneyimli varsayabiliriz. Gençlerimizin bu deneyimlerden yararlanarak aktif, ülke
hizmetinde, ve azimli bir imanla donanmış olarak görevlerini hak ettiği şekilde yapacaklarına eminim.

Arkadaşlar,

Bizim halkımız, çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk, eğer bir
defa muhataplarının kendilerine samimiyetle hizmet ettiğine inanırsa, her türlü hareketi hemen kabul
etmeye hazırdır. Bu yüzden gençlerin öncelikle millete güven vermesi gerekmektedir.

Bu amaçla, ideallerimizi açık bir şekilde ifade etmeliyiz. Onları imanla duymalı ve kararlılıkla takip
etmeliyiz. Kişisel çıkarlarımızdan, bencil arzularımızdan vazgeçmek, ancak canlı ve ateşli bir ideale
bağlılıkla başarılı olabiliriz. Gençlerin, kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübeli yaşlılarla ve islam ruhunu
bilen gerçek, cömert alimlerle birlikte çalıştığında başarıya ulaşacakları kesindir.

Ancak tüm olumlu niyetlere, gösterilen tüm azme, kararlılık ve gösterilecek tüm birlik ve dayanışmaya
rağmen, hala en güzel, en isabetli, en doğru anlayışları ve idealleri bozmaya çalışacak insanlarla
karşılaşılacaktır. Böylelere karşı milletin tüm fertleri, çok sert karşılık vermelidir. Hepimiz için, bu tür
insanlara karşı birlik içinde üstün gelmek, vicdani bir zorunluluktur.
Çünkü bu konuda bozgunculuk yapacak insanlara hoşgörü göstermek, medeni bir tavır sergilemek değil,
belki bir milletin mutluluğuna, şerefine ve namusuna göz diken insanlara hoşgörüdür ki, hiçbir zaman,
hiçbir birey buna izin veremez. Kimse, buna izin vermek hakkına sahip değildir ve siz de olmamalısınız.

Arkadaşlar,

Bir milletin namuslu bir varlık, saygın bir konum sahibi olması için, o milletin sadece âlim ve kültürlü
bireylerden oluşması yeterli değildir. Her ilmin, her şeyin üstünde bir özelliğe sahip olması gerekmektedir
ki bu da o milletin belirli ve olumlu bir karaktere sahip olması demektir. Bu seviyeye ulaşamayan bireyler
ve böyle bireylerden oluşan milletler gerçek bir devlet oluşturamazlar. Bu tür milletler, birer fesat yuvası
olurlar. Benim bildiğime göre ülkemizde uzun yıllardır açılmış ve hala kutsal bir ateşle yanmakta olan ve
alevi her üyesinin kalp ve vicdanını aydın kılan Türk ocaklarının esas amacı millete böyle pozitif bir
karakter kazandırmayı amaçlamaktadır. Türk ocakları, milletin özgün huy ve kültürü üzerinde önemli
etkiler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha da fazlasını yapacaklardır. Biz milliyetçilik fikirlerini
uygulamada çok gecikmiş ve yeterince ilerlememiş bir milletiz. Bu zararları daha fazla çabayla telafi
etmeye çalışmalıyız. Biliniz ki, milliyet görüşünü, millet idealini dağıtmaya çalışan görüşlerin dünyada
uygulanabilmesi mümkün olmamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hadiseler ve gözlemler hep insanlar ve
milletler arasında milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibine karşı yapılan büyük çaplı
uygulamalara rağmen, milliyet duygusunun yine öldürülemediği ve yine güçlü bir şekilde yaşadığı
görülmektedir.

Özellikle bizim milletimiz, milliyetinden vazgeçişinin çok acı cezalarını yaşadı. Osmanlı İmparatorluğu
döneminde, farklı milletler içinde bulunan gruplar, milli inançlara sığınarak ve milliyetçilik idealiyle
kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa
ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüz zayıfladığında aşağılandık, küçümsendik. Anladık ki,
suçumuz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce biz kendi
benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissederek, düşünerek, uygulamada, tüm hareket ve
eylemlerimizle göstermeliyiz; bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır.

Milli varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine bir Türk şairinin dediği gibi,

(karşı duvardaki levhayı işaret ederek)

"Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi." diyelim.

Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, idealimize, geleceğimize yan bakan her
bireyi düşman kabul ettiğimiz gün, milli benliğe uzanan her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne
dikilecek her engeli hemen devirdiğimiz gün, gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi kültürlü, kararlı,
imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin olabiliriz.

Türk Ocağı üyelerinden Operatör Eyüb Sabri'nin "Milletimizin devrimine muhalefet eden ve kendisini din
eğitiminden sorumlu gören bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedbirler alınmıştır?" şeklindeki sorusu
üzerine Mustafa Kemal ayağa kalkarak sözüne devam etti.

Bu soruyu soran arkadaşımızı izin verirlerse bir noktada eleştireceğim. Sorusu önemlidir, ancak net
değildir. Öncelikle soruyorum, bu soruyu sorarken bu belirsizliklere ne gerek vardı? Bu konuyu
anlatırken neden anlaşılır olmaktan çekiniyoruz? Bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin gerçek
olduğuna inanıyorsak, ondan açık, açıklayıcı, tereddüt ve anlaşılmazlıktan uzak bir şekilde bahsetmeliyiz.
Ben kendilerinin sorusunu açıklayayım: buyurdular ki, bu millet aslında her şeye yetkindir, ancak bazı
insanlar vardır ki gerçeği kavrayacak kadar olgun değillerdir. Bu nedenle, halkın saf halinden
faydalanarak, halka zararlı fikirler vererek, halk için zararlı bir konumda kalabilirler. Bunlara karşı
tedbirler var mıdır? Eğer soru böyle sorulsaydı, işte burada çeşitli mesleklerden arkadaşlar var, asker var,
tüccar var, âlimler var, diğer mesleklerden ve sınıflardan kişiler var. Şüphesiz, hepimizin aynı fikirde
olduğunu söylerdik.

Her şeyden önce, dini temel bir gerçeği bilmeliyiz; dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbanlığı reddeden
bu din, sorumluluğumuzu başkasına bırakmayı kabul etmez. Örneğin, ulema, aydınlatma görevi ulemaya
ait olmadığı gibi dinimiz de bunu kesinlikle yasaklar. Bu durumda diyemeyiz ki, bizde özgün bir sınıf var
ve diğerleri dinle ilgili aydınlatma hakkından mahrumdur. Böyle düşünürsek, suç bizdedir,
bilgisizliğimizdedir. Hoca olmak için, yani gerçek dini bilgileri halka aktarmak için, mutlaka ilmiye
kisvesine sahip olmak şart değildir. Yüce dinimiz her Müslüman'a kamu hizmetiyle aydınlatmayı farz
kılıyor; her Müslüman kadın ve erkeği toplumu aydınlatmakla görevlidir. Efendiler, bir düşünceyi daha
düzeltmek istiyorum. Milletimizin içinde gerçek ulema, ulemamız içinde milletimizin gurur duyabileceği
bilginlerimiz vardır. Ancak bunların yanında, ilim kisvesi altında gerçek ilimden uzak, gerektiği kadar
eğitim görmemiş, ilim yolunda yeterince ilerlememiş hoca kıyafetli cahiller de var. Bu iki grubu birbirine
karıştırmamalıyız.

Seyahatlerimde, birçok gerçek aydın ulema ile temas ettim. Onları en yeni ilimlerin eğitimini almış, sanki
Avrupa'da öğrenim görmüş bir seviyede gördüm. İslam'ın ruhunu ve gerçeklerini bilen ulemanın hepsi bu
yetkin seviyededir. Elbette, bu gibi ulemanın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, ancak onları
birbirine karıştırmak hatalı olur.

Efendiler, gerçek ulema ile dinin zararlı ulemasın birbirine karıştırılması Emevi döneminde başlamıştır.
Hazreti Peygamber'in döneminde ve onun vefatından sonra, yetkin halifeleri zamanında, doğrudan Hz.
Peygamber'in irşadıyla İslam'ı benimseyen ve yetkin halifelerin aydınlatmasıyla güvenlik içinde olan
ümmet kitleleri içinde gerçek bir naziklik, kalpten saygı, yüce bir iletişim vardı. Muaviye ile Hz. Ali karşı
karşıya geldiğinde, Sıffin Savaşı'nda Muaviye'nin askerleri Kur'an-ı Kerim'i mızraklarına diktiler ve bu
şekilde Hz. Ali'nin ordusunda tereddüt ve zafiyet yarattılar. İşte o zaman dinde fırsatçılık, İslam
toplumuna nefret girdi ve o zaman hak olan Kur'an, haksızlığı kabul ettirmek için bir araç haline getirildi.
En zorba yöneticilerden biri olan Muaviye'nin nasıl bir hile ile hilafet sıfatını da takındığını biliyorsunuz.
Ondan sonra, tüm despot hükümdarlar hep dini âlet edindiler: hırs ve despotizmlerini desteklemek için
hep ulema sınıfına başvurdular. Gerçek ulema, dini bütün âlimler hiçbir zaman bu zorba taçlılara boyun
eğmediler, emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü,
ülkelerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Ancak onlar yine de hükümdarların
keyfine dini âlet yapmadılar. Ancak gerçekten âlim olmadığı halde o elbiseleri giydikleri için âlim
sanılan, çıkarlarına düşkün, hırslı ve imansız bir takım hoca da vardı. Hükümdarlar, onları ele aldı ve işte
bunlar, dine uygundur diye fetvalar verdiler, yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o
tarihten beri tahtlarda oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife adını veren zorba hükümdarlar, bu tür
hoca kılıklı yalancıları övdüler ve onları korudular. Gerçek ve imanlı ulemadan her zaman ve her devirde
nefret ettiler.

Üç buçuk dört yıl öncesine kadar, Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar ve aynı hainlerden
faydalanmışlardı. Osmanlı tarihinden bu konuda uzun örnekler vermek gerekmiyor, son Osmanlı
hükümdarı Vahdettin'in eylemleri gözlerinizin önündedir. O'nun emriyle, milleti kurtarmak isteyenler
bilerek isyancı ilan edildi. O'nun emriyle milletimizin ve vatanımızın kurtuluşu için kan döken kahraman
ordumuzun zalim isyancı sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar, bu
fetvaları Yunan uçaklarıyla ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada, soruyu soran arkadaşımıza
yerden göğe kadar hak veriyorum. Ulema içinde bu gibi hainleri koruma, çok çirkin hareketlerini günlük
hayata uydurma, din kisvesi ve şeriat kelimeleriyle milleti yanıltma ve aldatma çabaları, böyle ulema —
onlar için bu tâbiri kullanmak istemem— böyle kötülüğe alet olan insanlar yüzündendir ki dört halifeden
sonra din sürekli olarak siyasetin, çıkarların ve despotizmin bir aracı haline geldi. Osmanlı tarihinde
durum böyleydi, Abbasiler ve Emeviler zamanında da böyleydi. Ancak dikkatinize ve düşüncenize
sunmak istiyorum ki, bu tür adî ve sefil hilelerle hükümet yapan halifeler ve onlara dini alet edecek kadar
düşecek sahte ve imansız âlimler tarih boyunca rezil oldular, küçümsendiler ve cezalarını gördüler.
Bildiğiniz gibi, son Abbasi halifesi bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi hırslarına alet eden
hükümdarlar ve onlara yol gösteren hain hocalar, hep bu sonuca uğramışlardır. Tarih, böyle yapan halife
ve ulemanın isteklerine ulaşamadıklarını örneklerle açıklamakta ve ispat etmektedir. Artık bu milletin
böyle hükümdarları ve böyle âlimleri görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse, hoca kılıklı
sahte âlimlerin yalanlarına önem vermeyecektir. En cahil olanlar bile bu tür insanların gerçek iç yüzünü
çok iyi anlamaktadır. Ancak bu konuda tam bir emniyet sağlamak için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara
karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta gittikçe artan bir azimle korumalı ve
savunmalıyız. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların
düşmanıyım. Onların olumsuz yönde attığı her adım, sadece benim kişisel inancıma, sadece benim
hedefime değil, o adım, benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım, milletimin hayatına karşı bir kasıt, o
adım milletimin kalbine yönelmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan
arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği hayati
varlığına hiç kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların ve Teşkilât-ı
Esasiye'nin kapsamı ve yetkisi bundan ibarettir.

Size bir şey daha söyleyeyim. Düşünelim ki eğer bu amacı sağlayacak kanunlar olmasaydı, bu amacı
sağlayacak bir meclis olmasaydı ve bu kötü adımları atanlar karşısında herkes geri çekilseydi ve ben
kendi başıma yalnız kalsaydım, yine tepeler ve yine öldürürdüm.

Hâkimiyeti Milliye: 26 Mart 1923

--------------

ORIJINAL METIN

Muhterem gençler.
Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden, izhar olunan muhabbet ve emniyetten dolayı ocak azayı
kiramına sureti mahsusada teşekkür ederim.

Arkadaşlar, hakikaten bu millet asırlarca kendi arsuzu hilâfında, milletin âmâl ve menafii hilâfında olarak sevk
ve idare edilmiş, millet hiçbir devrei tarihiyede meftur olduğu kabiliyeti inkişaf ettirecek sahai mesaiye malik
olamamıştır. Ve bu ademi mazhariyet yüzünden birçok felâketlerin zebunu kalmıştır. O acı felâkeler milleti
mevte kadar isal edebilecek mahiyeti haizdi. Şayanı teşekkürdür ki, en son ölüm darbeleri millette en hayatî
intibahları tevlide medar oldu. Ancak o sayededir ki, üç buçuk dört senedir milletin hemahenk mesaisi neticesindedir ki, millet
cümlemizi memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan muzafferiyata,
muvaffakiyata ve tevfikata mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu intibaha; bize kendimizi bulduran
bu hakikî teyakkuza daha evvel malik bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selâmetimiz, kendi
gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son bâdirelere düşmiyerek dünyanın en
bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek derecei temeddünde, en parlak mertebei kemalde, en şanlı izzeti
ikbalde iken, diğer bir takım milletler ancak milletimizin darebatı karşısında kendi benliklerini bularak o darebatı
geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki intibaha bedel, çok derin gafletler içinde
puyan olup gelmişizdir.

Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü muzafferiyatı pek
parlak olmakla beraber henüz milletimizi hakikî halâsa mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz,
zaferi istihsalde olduğu gibi aynı himmetle, aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki, asıl gayeye vasıl
olacağız. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan esbab ve âvamili
tahlil etmek, meydana çıkarmak, virdi zeban etmek lâzımdır. Bu hakayiki, vicdanı milletin kulağına isal etmek,
bu hakayiki milletin vicdanına iyice hakketmek için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima
tekrar etmek lâzımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan esbabı mütenevvia arasında hakikî noktayı, bir kelime
ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin sebebi kat‘isi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve
insanlardan mürekkep olan cemiyetler her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar.
Zihniyeti zayıf, çürük, sakîm, sehîf olan bir heyeti içtimaiyenin bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz
ki, bütün İslâm âleminin cem‘iyatı içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, şarktan garba
kadar İslâm memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine geçmiştir,
Bu fikrimi izah etmek arzusiyle bir az daha tafsilât vermek isterim. Cümlenizce malûmdur ki, cenabı
Peygamber ahkâmı nususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif akvam vardı. Dini islâmı bütün
beşeriyete kabul ettirmek için, fisebilillâh selli seyfeden mücahidini Arap, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış
millî mazilerine ve örfü ananelerine sahip birçok akvamı, Türkler, İranîler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi akvamı az
zamanda dairei İslâmiyete aldılar. Yine fennen, ilmen, maddeten görüyorsunuz ki, herhangi bir kavim yeni bir
şekil alınca, devleti bütün esasatiyle tekabbül etmekte, hazmetmekte, duçarı müşkülât oluyor. Daima uzun bir
mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor. Daima asırlık medeniyetinin kendi bünyei içtimaiyesinde
tekarrür ettirdiği itiyadata, itikadata merbut kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin
birbirine karıştığını, yeni şeyin esasatiyle kendinde mevcut eski esasatin mezcedildiğini görüyoruz. Bu kaidei
tabiiye, kabulü islâm eden milletlerde de aynen tecelli eyledi. Dini mübini islâmın çok ulvî, çok kıymetli esasat
ve hakayikini bu milletler olduğu gibi almamakta muannit bulundular, İslâmiyetin ilk parlak devirlerinde mahsuli
mazi olan âdatı sakime bir zaman için kendini göstermeğe ve ikaı nüfuza muktedir olamamışsa da, biraz sonra
hakayiki islâmiyeye temessük, esasatı islâmiyeye tevfiki harekât etmekten ziyade mazinin mevrusatından olan
âdat ve itikadatı, dine karıştırmağa başlamışlardır.Bu yüzden cemiyeti islâmiyeye dahil birtakım kavimler islâm oldukları halde
sukuta, sefalete, inhitata maruz kaldılar. Mazilerinin sakîm veya batıl itiyadat ve itikadatiyle islâmiyeti teşviş ettikleri ve bu
suretle hakikati islâmiyeden uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu akvamı islâmiyenin içinde bizim milletimiz olan Türkler ananat ve teamülü millî itibariyle sakîm şeylere
malik değillerdi. Türk ananatı içtimaiyesinin pek çoğu hakikati islâmiyeye mutabık ve yakındı. Lâkin Türkler
bulundukları saha, yaşadıkları menatık itibariyle bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle
hali temasta idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin
o zamanki medeniyetleri ise tefessühe başlamıştı. Türkler bu milletlerin sakîm âdatmadan, fena cihetlerinden
müteessir olmaktan men‘inefs edememişlerdir. Bu hal kendilerinde müşevveş, gayri ilmî, gayri insanî zihniyetler
tevlidinden hâlî kalmamıştır. İşte sukutumuzun belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Yine biliyorsunuz ki, İslâm âlemine dahil cem‘iyat ile âlemi hıristiyaniyet kitleleri arasında birbirini gayri
kabili af gören bir husumet mevcuttur. İslâmlar, hıristiyanların, hıristiyanlar islâmların ebedî düşmanları oldular.
Birbirlerine kâfir, mutaassıp nazariyle baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardanberi bu taassup ve husumetle
yaşadı. Bu husumetin neticesidir ki, islâm âlemi garbın her asır bir şekil ve rengi nevin alan terakkiyatından uzak
kalmıştı. Çünkü ehli islâm o terakkiyata ademi tenezzülle, nefretle bakıyordu, aynı zamanda, iki kitle arasında
uzun asırlardır devam eden husumet ilcasiyle islâm âlemi silâhını biran elinden bırakmamak mecburiyetinde
bulunuyordu. İşte silâhla bu iştigali daimî, hissi husumetle garbin teceddüdatına ademi iltifat, inhitatımızın esbab
ve âvamilinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa,
münevveranımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazarı itibare alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep
şimdiye kadar terakki edemeyişimizin, en son kademede kalışımızın —unutmıyalım— memleketimizin baştan
başa bir harabe oluşunun sebebi aslisidir. İnhitatımızın bu ana 6ebebini şu nokta teşkil ediyor: İslâm âlemi iki
sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir. Biri ekseriyeti teşkil eden avam, diğeri ekaliyeti teşkil eden münevveran.
Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyeti azime başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki
sınıf arasında zıddiyeti tamme, muhalefeti tamme vardır. Münevveran kitlei asliyeyi kendi hedefine sevketmek
ister; kitlei halk ve avam ise bu sınıfı münevvere tâbi olmak istemez. O da başka bir istikamet tâyinine çalışır.
Sınıfı münevver telkinle, irşadla kitlei ekseriyeti kendi maksadına göre iknaa muvaffak olamayınca, başka
vasıtalara tevessül eder. Halka tahakküm ve tecebbüre başlar; halkı istibdatta bulundurmağa kalkar. Artık burada
asıl tahlilî noktaya geldik. Halkı ne birinci usûl ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeğe
muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden?

Arkadaşlar,
Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabiî bir intibak olmak
lâzımdır. Yani sınıfı münevverin halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı.
Halbuki bizde böyle mi olmuştur. O münevverlerin telkinleri milletimizin umku ruhundan alınmış mefkureler
midir?
Şüphesiz hayır, münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da
vardır ki, tetkikat ve tetebbuatımıza zemin olarak alelekser kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi
ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün
diğer milletleri tanır, lâkin kendimizi bilmeyiz.

Münevverlerlerimiz milletimi en mes‘ut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle
yapalım der. Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için
saadet olan birşey diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mes‘ut ettiği halde diğerini bedbaht
edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından,
terakkiyatından istifade edelim, lâkin unutmıyalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını sahih, salim, dürüst bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve
hâlâ münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu
iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeğe başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku
tevlidetmek lâzımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil etmesi, biraz da münevverlerin çok
hızlı gitmesi lâzımdır. Lâkin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere
teveccüh eden bir vazifedir.

Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvelâ kendi dimağlarında iyice


takarrür ettirmeli, onları halk tarafından iyice kabili hazim ve kabili kabul bir hale getirmeli, onları ancak ondan
sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitvarım ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki
ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü elîm dersler,
yakın senelerin en kesif vekayi ile meşbu oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki
onlardan fazla vakayiin şahidi, binaenaleyh gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz
yaşadığı devrin belki üç misli nisbetinde vakayie şahit olduğu için her gencimiz üç misli yaş sahibi addedebilir,
onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli telâkki eyliyebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek
faal, memlekete hadim ve azmü imanla mücehhez olarak vazifelerini bihakkın ifa edeceklerine eminim.

Arkadaşlar,
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa
muhatablarının samimiyetle kendilerine hâdim olduklarına kani olursa her türlü hareketi derhal kabule âmadedir.
Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete emniyet bahşetmesi lâzımdır.
Bunun için mefkûremizi vuzuhla ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz.
Şahsî menafiimizden, hasis emellerimizden tecerrüde ancak böyle canlı ve alevli mefkure sayesinde muvaffak
olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalariyle, tecrübedide ihtiyarlariyle, ruhu islâmiyete vâkıf hakikî ulemayı
kiramiyle beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.
Fakat bütün hüsnüniyete, gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, ibraz edilen bütün vahdet ve tesanüde
rağmen yine en güzel, en musib, en doğru zihniyetleri ve mefkureleri bozmağa çalışacak insanlara tesadüf
edilecektir, öylelerine karşı bütün efradı millet çok şedit mukabelede bulunmalıdır. Hepimiz için öylelerine karşı
kahir bir kitlei vahdet şeklinde tecelli etmekliğimiz en zaruri bir lâzimei vicdaniyedir.
Zira bu hususta müfsitlik yapacak insanlara müsamaha göstermek, ulvicenab ibraz etmek eseri terbiye değil,
belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir ferd
buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik değildir ve siz de olmamalısınız.

Arkadaşlar,
Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayanı hürmet bir mevki sahibi olması için, o milletin yalnız âlim ve
mütefennin bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lâzımdır ki, o da o
milletin muayyen ve müspet bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seviyeye malik olmıyan fertler ve böyle
fertlerden mürekkep milletler hiçbir dakika hakikî bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı
olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve elan mukaddes ateşlerle yanan, ve
alevi her mensup olanın kalb ve vicdanını münevver kılan Türk ocaklarının esas gayesi millete böyle müspet bir
seciye vermektir. Türk ocakları milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha
ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül göstermiş bir milletiz. Bunun
zararlarını fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, millet mefkuresini inhilâle sâi
olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyeti tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü, tarih, vukuat, hâdisat ve müşahedat
hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki
büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı
görülmektedir.

Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu
dahilindeki akvamı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini
kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden,
koğulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlîl ettiler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi
unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve
milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef‘al ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini
bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.
Mevcudiyeti milliyemize düşman olanlarla dost olmıyalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi
diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, istikbalimize yan bakan
her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek
her haili derhal devirdiğimiz gün, halâsı hakikiye vasıl olacağız. Ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler
sayesinde bu halâsa vasıl olacağımıza emin olabiliriz.

Türk Ocağı âzasından Operatör Eyüb Sabri‘nin ―Milletimizin inkılâbına muhalefet eden ve kendisini din
irşadiyle mükellef telâkki eyliyen bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedabir alınmıştır?‘‘‘ suali üzerine Mustafa
Kemal ayağa kalkarak sözüne tekrar başlamıştır:

Bu suali soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada tenkit edeceğim. Sualleri mühimdir. Ancak vuzuha
malik değildir. Evvelâ soruyorum. Bu suali sorarken bu ibham bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden
bahsederken ademi vuzuha sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani
isek ondan olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve ibhamdan âri olarak bahsetmeliyiz. Ben kendilerinin sualini izah
edeyim: buyurdular ki, bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir, fakat bazı insanlar vardır ki hakikati idrâk edecek
kadar mütekâmil değildir. Bu sebeple, halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka muzir fikirler vererek, halk
için müfsit mevkiinde kalabilirler. Bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer sual böyle irad edilse idi, işte burada
hazinin içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, vesair mesleklerden
ve sınıflardan zevat var. Şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.

Her şeyden evvel şunu en iptidaî bir hakikati diniye olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir sınıfı mahsus
yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din inhisarı kabul etmez. Meselâ ulema, behemehal tenvir vazifesi ulemaya ait
olmadıktan başka dinimiz de bunu kat‘iyetle meneder. O halde biz diyemeyiz ki, bizde bir sınıfı mahsus vardır.
Diğerleri dinen tenvir hakkından mahrumdur. Böyle telâkki edersek kabahat bizde, bizim cehlimizdedir. Hoca
olmak için, yani hakayiki diniyeyi halka, telkin etmek için, mutlaka kisvei ilmiye şart değildir. Bizim ulvî dinimiz
her müslim ve müslimeye amme taharrisini farz kılıyor ve her müslim ve müslime ümmeti tenvir ile mükelleftir.
Efendiler, bir fikri daha tashih etmek isterim. Milletimizin içinde hakikî ulema, ulemamız içinde milletimizin
bihakkın iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil kisvei ilmiye altında hakikati ilimden uzak,
lüzumu kadar taallüm edememiş, tariki ilimde lâyıkı kadar ilerliyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır.
Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.

Seyahatlerimde, birçok hakikî münevver ulemamızla temas ettim. Onları en yeni terbiyei ilmiye almış, sanki
Avrupa‘da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. Ruh ve hakikati islâmiyeye vakıf olan ulemamızın hepsi bu mertebei
kemaldedir. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lâkin bunları onlara
karıştırmak musib olmaz.

Efendiler, hakikî ulema ile dine muzir ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır.
Hazreti Peygamberin zamanı saadetlerinde, Peygamberimizin irtihalinden sonra Hulefayı Raşidin hazeratının
zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamberin irşadiyle İslâm olan Hulefayı Raşidinin tenviriyle
selâmette bulunan kitlei ümmet arasında hakikî nezahat, kalbî hürmet, ulvî bir irtibat vardı. Vaktaki Muaviye ile
Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffîn vakasında Muaviye'nin askerleri Kur'anıkerimi mızraklarına diktiler ve
Hazreti Ali'nin ordusunda bu suretle, tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine mefsedet, İslâmlar
arasına münaferet girdi ve o zaman hak olan Kur'an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En müte-hakkim
hükümdarlardan olan Muaviye'nin nasıl bir hiyle neticesinde sıfatı hilâfeti de takındığını biliyorsunuz. Ondan
sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini âlet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıfı ulemaya
müracaat eylediler. Hakikî ulema, dini bütün âlimler hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara inkiyad etmediler.
Onların emir-lerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında döğüldü,
memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lâkin onlar yine o hükümdarların
keyfine dini âlet yapmadılar. Fakat hakikati halde âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim
sanılan, menfaatine düşkün haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve
işte bunlar, muvafıkı dindir diye fetvalar verdiler. İcabettikçe yanlış hadîsler bile uydurmaktan çekinmediler, işte
o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşıyan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar
bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara iltifat ve onları himaye ettiler. Hakikî ve imanlı ulema her vakit ve her devirde
onların mebguzu oldu.

Üç buçuk dört sene evveline kadar, berhayat olan Osmanlı hüküm-darları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı
hüd'alardan istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı
hükümdarı Vahdettin'in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti
kurtarmak isteyenler âsi ilân edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun
bağîler sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan
tayyarecileriyle ordumuzun içine atıyorlardı, işte bu noktada suali soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak
veririm. Ulema içinde böyle hainleri himaye, şeni‘ hareketlerini şer'a tatbik, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti
izlâl ve iğfal eden âlimlerin —onlar için bu tâbiri kullanmak istemem— böyle şerre âlet olan insanların
yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima vasıtai siyaset, vasıtai menfaat, vasıtai istibdat yapıldı. Bu hal
Osmanlı tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı enzarı tefekkürünüze
arzederim ki, böyle âdi ve sefil hiylelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara‘ dini âlet yapmağa tenezzül eden
sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, terzil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Hulefayı
Abbasiye‘nin sonuncusu biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına âlet yapan
hükümdarlar ve onlara delâlet eden hoca namlı hainler hep bu akıbete duçar olmuşlardır. Böyle yapan hulefa ve
ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize lâyetenahi misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu
milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeğe tahammülü, ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca
kıyafetli sahte âlimlerin tezvirine ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini
pek âlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı, bu teyakkuzu, onlara
karşı, bu nefreti, halâsı hakikî anına kadar bütün kuvvetiyle hattâ mütezayit bir azimle muhafaza ve idame
etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların
düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacakları bir hatve, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim
gayeme değil, o adım benim milletimin hayatiyle alâkadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıd, o adım
milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey
mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir.

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan bahasına, en nihayet elde ettiği umdei
hayatiyesine kimseyi tecavüz ettirmiyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilâtı Esasiyenin
mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyliyeyim. Farzı muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu
temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız
kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.

Hâkimiyeti Milliye: 26 Mart 1923

You might also like