Professional Documents
Culture Documents
Ali Çimen - Tarihi Değiştiren İmparatorluklar
Ali Çimen - Tarihi Değiştiren İmparatorluklar
ALİ ÇİMEN
TİMAŞ YAYINLARI | 2061
Popüler Tarih Dizisi | 21
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Emine Eroğlu
EDİTÖR
Neval Akbıyık
KAPAK TASARIMI
Ravza Kızıltuğ
1. BASKI
Haziran 2009, İstanbul
ISBN
978-975-263-987-4
E-ISBN
978-605-08-0003-6
TİMAŞ YAYINLARI
Cağaloğlu Alemdar Mah. Alayköşkü Cad. No: 5 Fatih / İstanbul
Telefon: (0212) 511 24 24 Faks: (0212) 512 40 00
timas.com.tr
timas@timas.com.tr
facebook.com/timasyayingrubu
twitter.com/timasyayingrubu
Kültür Bakanlığı Yayıncılık
Sertifika No: 12364
YAYIN HAKLARI
© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Makedon İmparatorluğu
Pers İmparatorluğu
Roma İmparatorluğu
Çin İmparatorluğu
Bizans İmparatorluğu
Avrupa Hun İmparatorluğu
Emevi İmparatorluğu
Kutsal Roma İmparatorluğu
Moğol İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu
Portekiz ve İspanya Sömürge İmparatorlukları
İngiliz İmparatorluğu
Hollanda Sömürge İmparatorluğu
Sovyet İmparatorluğu
Nazi Alman İmparatorluğu
Amerika Birleşik Devletleri “Amerikan İmparatorluğu”
KAYNAKÇA
ALİ ÇİMEN
1971 yılında İstanbul/Üsküdar’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenimini bir süre
Karadeniz Teknik Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü’nde devam ettirdi. Ardından 1991’de İstanbul Üniversitesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki eğitimiyle eşzamanlı olarak ZAMAN gazetesinde gazetecilik serüvenine başladı. Uzun yıllar
gazetenin İstanbul’daki merkezinde Dış Haberler, Haber Merkezi ve Magazin servislerinde çevirmen, muhabir, redaktör ve editör
olarak görev yaptı. Aynı gazetenin Frankfurt, Amsterdam ve Londra merkezlerinde de uzun süre çalışan yazar, gazetecilik
kariyerini halen Fransa’da, uluslararası haber kanalı EURONEWS’in Haber Merkezi’nde sürdürüyor. Uluslararası basın kartı sahibi olan
Ali Çimen, İngilizce, Almanca ve Hollandaca bilmektedir.
www.alicimen.org
alicimen@gmail.com
www.facebook.com/alicimen
www.twitter.com/alicimen
Yayınlanmış Eserleri
Echelon
İpler Kimin Elinde (Hakan Yılmaz ile birlikte)
İnsanoğlunun Uzay Macerası
Tarihi Değiştiren Konuşmalar
Tarihi Değiştiren Savaşlar (Göknur Göğebakan ile birlikte)
Tarihi Değiştiren Kadınlar
Tarihi Değiştiren Askerler
Tarihi Değiştiren Bilginler
Tarihi Değiştiren Olaylar
Tarihi Değiştiren İmparatorluklar
Tarihi Değiştiren Diktatörler
İmparatorluk bakiyesi kafası karışık bir ülkenin unutulmuş bir coğrafyasında yitip giden değerli
babam Cemal Çimen’in aziz hatırasına...
Önsöz
Kıymetli tarih yolcusu,
Bir yıl aradan sonra yine birlikteyiz. 2005 yılında çıktığımız tarih seferinin bir
önceki durağı, hatırlayacağınız üzere, 2008 Mayıs’ında sizlerle buluşan Tarihi
Değiştiren Kadınlar’dı. Bu kez masaya imparatorlukları yatırdık. Yaptıkları ve
yapamadıkları ile gerçek anlamda içinde yaşadığımız dünyanın siyasi
coğrafyasını şekillendiren imparatorlukları…
Neden imparatorluklar?
Öncelikle, imparatorlukları da içermesi, adeta bu serinin kaderi olmuştu.
Bugüne kadar askerleri, bu askerlerin yaptıkları savaşları, bu savaşların
öncesinde ya da sonrasında dünyanın önde gelen liderlerinin ağızlarından
çıkan devrim niteliğindeki konuşmaları ve tarihin mihenk taşı olmuş olayları
gündeme getirip de tüm bunların odağındaki ‘iktidar arzusunun’ taşlaşmış hali
olan imparatorlukları yazmamak olmazdı. Nihayetinde imparatorluklar için
‘savaşıldı’, konuşuldu’. ‘Kadınlar’ imparatorlukların iplerini ele geçirmek için ter
döktü. Tarihi değiştiren ‘olaylar’ın bir şekilde öznesi ya da nesnesi oldu
imparatorluklar.
Kitabın doğumuna neden olan diğer bir etmense ülkemizde oldukça popüler
olduğunu gözlemlediğim, tarihi tek bir aktörün gözünden anlatma eğilimi
oldu. Mirasını devraldığımız Osmanlı, yerinde ve olması gerektiği gibi, gayet
kaliteli çalışmalarla geniş kitlelere anlatıldı, anlatılıyor. Yine de resmin
tamamını göremediğimizi düşünüyor, sürekli olarak Osmanlı’nın
büyüklüğünden ve farkından bahsedilmesine rağmen, bu sıfatların, kime
kıyasla, hangi düzlemde ve neden kullanıldığına dair yeteri kadar detaylı bir
sunuma rastlamıyorum. Doğru, Osmanlı büyüktü. Ama hangi imparatorluğa
göre büyüktü ya da hangi imparatorluktan farklıydı? Kısacası, Osmanlı’yı, tek
kahramanın kendisi olduğu senaryosuz bir filmin içerisinden çıkarıp, iyisi ve
kötüsüyle başka gerçek kahramanların da olduğu sağlam senaryolu bir filmde
oynatmaya çalıştım. Kapkaranlık bir odada sizin ne kadar güzel olduğunuzun
bir önemi yoktur, sonuçta biri gelip ışığı yakmadıkça… Öte yandan önemli bir
varlık sebebi daha var bu kitabın; Türkiye adıyla vatan bildiğimiz ve ‘tek-
tipliğin’ adeta kutsandığı bu toprakların, aslında ne kadar inanılmaz
zenginlikte bir tarihe sahip olduğunu göstermek. Malum, yıllardır, bu satırların
yazarının da ter döktüğü medya piyasasında, bıkıp usanmadan, ‘Türkiye’nin
Avrupa ile Asya arasında bir köprü’ olduğu teması işlendi, işleniyor. Oysa
Türkiye köprü değil, merkezdir. Üzerinden basılıp bir yere geçilmez, olsa olsa
köprülerden geçilerek Türkiye’ye gelinir. Evet, Türkiye, pek gündeme
getirilmese de bugüne dek, sadece bilinenler dikkate alındığında, on üç1
büyük imparatorluğun ya merkezinde olmuş ya da bir parçasını oluşturmuştur!
Bu ülkenin bu kadar dinamik, canlı, kozmopolit ve bazen bizleri bunaltsa da
kendine has büyüleyici bir kaotizme sahip olmasının sebebi de budur diye
düşünüyorum. Uzun lafın kısası, işlediği konu itibarıyla ülkemiz açısından bir
ilk olan bu kitap, Türkiye’nin seyir defteri olduğu kadar, ülkenin uzunca bir
süredir mahkûm edilmeye çalışıldığı tek-tipliğe dönük bir isyandır da.
İmparatorlukları nasıl seçtik?
Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, popülerlik, ya da daha açık bir dille
söylersek, günümüz bilgi trafiğinde referans olarak kullanılma sıklıkları, içerik
belirlemedeki ilk kıstasımız oldu. Bunu, tarihi değiştirebilme güçleri izledi ki bu
ikisi çoğu zaman örtüştüğü için, işimiz zor olmadı. Peki, hangi imparatorlukları
neden seçtik, biraz da buna değinelim.
İçinde imparatorluk bahsi geçen her yazı ya da sohbetin olmazsa olmaz
referans noktası Roma, doğal olarak kitapta başrol oynadı. ‘Üzerinde güneş
batmayan’ klişesi ile hafızalarımıza kazınmış olan ve bu sıfatı gerçek anlamda
hak eden tek örnek olan İngiliz İmparatorluğu da olmazsa olmazlardandı.
Diğer yandan, gece ile gündüz misali, dünyanın patronu olmak için
gezegenimizin dört bir yanında İngilizleri kovalayan Fransız İmparatorluğu’nu
da sayfalarımıza konuk ettik; Napolyon’u takip edip, imparatorluğunun
hikâyesini İngilizlerinkiyle eşzamanlı işleyerek. İran’ın zengin medeniyetinin
başlangıç noktası olan Pers İmparatorluğu’nu masaya yatırarak, bu ‘uzaktaki’
komşumuzu bir nebze olsun yakınlaştırmak istedik. İçinde yaşadığımız asrın
süper güç namzedi Çin’in, sadece ‘ucuz teknoloji’den ibaret olmadığını
göstermenin ve 2 bin yıllık nefes kesen ve hareketli tarihine uzanmanın ilginç
olacağını düşündük. Onlarca film ve kahramanlık destanına ilham kaynağı
olmuş Büyük İskender’in ihtirasının sınırlarının nereye uzanabileceğini
gösteren Makedon İmparatorluğu’nu sayfalarımıza taşıyarak, sizi de bu
tutkunun destanına ortak etmek istedik. Roma’nın kaldığı yerden bayrağı
alarak bin yıl daha taşıyan ve ülkemizin merkezinde olduğu coğrafyada da
derin izler bırakan Bizans’ın, fantastik çizgi roman kahramanı Kara Murat’ın
maceralarına dekor ya da sadece Fatih Sultan Mehmet tarafından
fethedilmekle önem kazanan bir kimlik olmanın ötesinde anlamlar taşıdığını
hatırlatmak istedik. Ayakları sağlam yere basmayan ama ‘kutsal’ ve ‘Roma’
gibi iki fiyakalı etiketi asırlar boyu taşıyan melez bir siyasi figür olarak
Avrupa’da söz sahibi olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kafa karıştıran
hikâyesini irdeledik. İslam’ın filizlendirdiği devletlerin en önemlilerinden olan
Emevi İmparatorluğu’nun fırtınalı tarihine uzanıp, sicil defterine bir göz attık.
Dünyayı titreten ve benzerlerinin aksine inanılmaz bir hızla büyüyerek, adeta
bir tank gibi Avrupa topraklarını çiğneyip geçen Hun ve Moğol
imparatorluklarının yarattığı dehşeti yansıtmanın yanı sıra, basıp geçtikleri
diyarlarda bıraktıkları derin izlerin üzerindeki toz tabakasını kaldırmaya
çalıştık. Bugün içinde yaşadığımız yüzyılın siyasi ve kültürel coğrafyasının
belirlenmesinde önemli bir rol oynayan; ihtiraslı kâşifler ve maceraperest
denizcilerin ellerinde şekillenen İspanyol ve Portekiz sömürge
imparatorluklarının dünyayı nasıl akıl almaz bir şekilde paylaşıp yağmaladığını
resmettik. Topraklarının küçüklüğüne rağmen denizlerdeki rakip tanımaz
gücüyle Hollanda İmparatorluğu’nun bu ikiliye nasıl kök söktürdüğünü,
sömürüden nasıl pay kaptığının izlerini sürdük. Yaşadığımız yüzyılın
imparatorluklarını da ihmal etmedik doğal olarak. Üstün ırka ulaşma
saplantısıyla, insanın kanını donduran eylemlere imza atan ve Hitler ismini
lanetliler listesine yazdıran Nazi İmparatorluğu’na ışık tutup, koskoca bir
milletin iradesinin tarihin gördüğü en büyük propaganda operasyonuyla nasıl
olup da esir alındığını araştırdık. Yine, ‘sınıfsız bir toplum’ sloganıyla yola çıkıp
vatandaşlarına ‘eşit bir şekilde’ zulmeden ve yaşı otuz küsurlarda olanlarınızın
son nefeslerine verişine tanık olduğu Komünist Sovyet İmparatorluğu’nun
tempolu ve bir o kadar da ürküten seyir defterini sunduk. Sovyetlerle girdiği
yarım asırlık hâkimiyet savaşından, günümüzün yaşayan son imparatorluğu
olarak çıkmayı başaran Amerika’nın emperyal gelişimine göz atıp, Amerika’yı
süper güç yapan felsefeyi dillendirmeye çalıştık.
Ve tabii ki bizi en yakından ilgilendireni, tarihe bakışımızın mihenk noktası
o l a n Osmanlı İmparatorluğu’nun hikâyesini anlattık; nasıl yükseldiğinden
ziyade neden çöktüğüyle ilgilenerek, mümkün olduğu kadar hamasetten uzak
v e soğukkanlı bir dille. Zira tarih, ne ‘göğüslerimizi şişirmek’ için
kullanabileceğimiz bir körük, ne de bir başka millete ya da geçmişine duyulan
‘nefretin’ değirmenine su taşıma vesilesidir.
Kolay olmadı…
Zor bir çalışma olduğunu itiraf etmeliyim. İstanbul Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler mezunu olan değerli editörüm Neval Akbıyık’ın bu zorlu süreçteki
hakkını teslim etmem gerek. Yaklaşık bir yıla yayılan çalışmamızda, sabrı,
dikkati ve yerinde yönlendirmeleriyle elinizdeki kitabın şekillenmesinde
önemli bir rol üstlendi. Yine aynı şekilde, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü
mezunu gazeteci meslektaşım İbrahim Varlık, araştırmaları ve
danışmanlığıyla, ciddi bir rol oynadı okuyacağınız satırların oluşmasında. Ve
ayrıca, kitabın muhtelif sayfalarında fikirleri ve tespitleriyle tanışacağınız,
dünyanın değişik üniversitelerinden tarih profesörleri ve benzer konularda
kalem oynatan yazarlara teşekkürü bir borç bilirim.
Serinin belki de en hacimlisi olan bu kitapta, yerimizin dar olması nedeniyle,
başta Selçuklu olmak üzere, Abbasi, Sümer, Asur, Aztek ve Japon
imparatorlukları gibi, onlarcasını elemek durumunda kaldığımızı hatırlatmak
isterim. Şüphesiz ki bu, onların değer ve öneminden bir şey eksiltmez.
Dilerim, ilk buluşmamızda zorunluluklar sebebiyle aramızda olamayan tarihin
bu önemli aktörleriyle serinin devamında bir araya gelebiliriz. Ve son olarak,
kitabı okurken, iç sayfalarda sunduğumuz haritaların yanı sıra, kitabın sonuna
koyduğumuz katlamalı Keşifler Çağı haritasını da ilginç bulacağınızı
düşünüyorum. Zira özellikle deniz gücüyle tarihi şekillendiren sömürge
imparatorluklarının, nerelerden kalkıp dünyanın hangi köşelerine dek
uzanabildiğini görünce içinde yaşadığımız yüzyılın ‘siyasi fotoğrafını’ daha net
çekebileceksiniz…
Bir sonraki durakta buluşabilmek dileğiyle.
Ali Çimen
New York, Haziran 2009
Genç İskender, kısacık süren imparatorluk döneminde, altı milyon kilometrekareye yaklaşan diyarlar
silsilesini fethetti. Neredeyse hiç at üzerinden inmeden, birinden diğerine koşturduğu seferlerle
Tuna’nın aşağısından Yunanistan’a indi, oradan Türkiye’nin batısına geçti, Suriye üzerinden yürüyüp
Lübnan, Ürdün, İsrail ve Mısır’a egemenlik şalını örttü; Irak, İran, Afganistan’ı zapt etti ve atını
Pakistan içlerine kadar sürdü. Girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Büyük İskender, Azrail ile yaptığı
savaşı da kaybetmese, bilinen tüm dünyaya Helen medeniyetini yaymaya kararlıydı. Ölümü
kendine yakıştıramadığı için kendisinden sonrasını düşünmeyen İskender varis bırakmadı ve akıl
almaz bir hızla büyüttüğü imparatorluğu onunla birlikte mezara girdi…
Makedon İmparatorluğu
(M.Ö. 336-323)
On altı yaşında general, yirmisinde kral olan İskender’in ihtirası, o zamanki Makedon topraklarından, çok ama çok daha büyüktü.
Dünyada gözü vardı.
Yunanistan’ın güneyine ilerlerken karşılaştığı Thesselia 5 ordusuna doğrudan
saldırmak yerine, ordu mühendislerinin, düşmanın arkasını verdiği dağa çıkan
lojistik yolları açmasını bekledi. Bu yollardan çıkarak düşman hattının gerisine
sızan askerleri, kendisine kolay bir zafer armağan edecekti.
İskender, M.Ö. 334’te Makedonya’nın en seçme askerlerinden oluşan 50 bin kişilik ordusuyla dünyayı fethetmek için yollara
düştü.
İskender kısa zamanda Yunan şehir devletlerini hâkimiyeti altına aldı. Şimdi
babasının yarıda bıraktığı işi tamamlayabilirdi: Perslerin üzerine yürüyecekti!
M.Ö. 334’te Makedonya’nın en seçme okçuları, silahşorları ve süvarilerinden
oluşan 50 bin kişilik ordusuyla yollara düştü. Ha bir de unutmadan, yanında
kişisel tarihçisi, zaferlerinin kaydını tutacak olan Callisthenes6 vardı. Genç
komutan piyadeleri, atlıları ve mühendisleri, istihbarat ve lojistik desteğiyle
birleştirerek modern çağa da örnek teşkil edecek bir ordu kurmuştu. Küçük
Asya’ya (Anadolu) geçiş noktası olan, 480 km uzaktaki Hellespontos’a
(Çanakkale Boğazı) ulaştığında, 11 yıllık seferler dizisine de başlamış
oluyordu. Bilinen dünya, fethedilmek için onu bekliyordu. Tam da hayal ettiği
gibi, batıyla doğuyu birleştirecek ve adını ölümsüz kılacaktı. Bu, Yunan
topraklarının genç hükümdarı son görüşüydü. Adı asla unutulmayacak
İskender, çıktığı bu seferden dönemeyecekti.
İskender Anadolu’da…
Babasının ordusu daha önceden Anadolu topraklarında bir garnizon
kurmuştu. İskender buraya yerleşti. Bir süre sonra Granicus Nehri’ne (Biga
Çayı) yakın bir yerde, Pers İmparatoru III. Darius’un en güvendiği
adamlarından Memnon’un7 komutasındaki Perslerle ilk kez karşı karşıya geldi.
Makedon ordusu sayıca üstündü. Süratle nehri geçerek, sadece 400 asker
kaybıyla bu öncü Pers ordusunu dağıttı. Savaş bittiğinde meydanda 4 bin Pers
askeri cansız yatıyordu. İskender’in en büyük avantajı, normalden iki kat daha
uzun olan ve sarissa olarak isimlendirilen mızrakları kullanan askerlerin
oluşturduğu Falanks (Phalanx) birliğiydi. Bu savaştan itibaren İskender,
Falanks’ı hep ordunun merkezine yerleştirecekti. Falanks birliğindeki askerler,
mızraklarıyla düşmanı parçalara ayırıyor, Makedon süvarileri de bu parçaları
tek tek imha ediyordu.
Granicus’taki zafer İskender’e Asya’nın kapılarını açtı. Süratle güneye inerek
Pers vilayeti Sardis’i (Manisa/Sart) ele geçirdi. Şehir hiç direnmeden
hazinesini İskender’in ayaklarına serdi. Makedonlar zaman kaybetmeden
Halicarnassus’u (Bodrum) ablukaya aldı. Böylelikle denizlerde güçlü olan
Perslerin bu önemli liman şehrini kullanmasının önüne geçilmişti. Bu,
Makedon hükümdarın bundan sonra da kullanacağı bir taktik olacaktı.
Denizlerde zayıf olduğunu bilen İskender, “Düşmana karşı illaki denizden
savaşmak zorunda değiliz” diyecek ve Pers limanlarına karadan saldırarak,
düşman donanmalarının destek üslerini yok edecekti. Denizlerden tekrar içeri
dönen Makedon ordusu, Likya Dağları üzerinden ilerleyerek, önüne çıkan her
kasabayı yerle bir etti. Persleri Granicus’ta bozguna uğrattıkları için neredeyse
ellerini kollarını sallayarak ilerliyorlardı.
Bu arada gerçekleşen ilginç bir olay, İskender’in şöhretinin dalga dalga
yayılmasına neden olacaktı. İskender, kışı geçirmek için geldiği Gordion’da, 8
Gordiyon Düğümü9 olarak bilinen düğümü çözmeyi başarmıştı. Kimilerine
göreyse de bir süre uğraştıktan sonra sıkılarak, kılıcıyla düğümü kesmişti!
Sonuç ne olursa olsun, efsanenin öngördüğü şekilde, düğümü çözecek olanın
Asya’yı fethedeceği söyleniyordu ve çözen (ya da kesen) adamın niyeti de
tam olarak buydu. İletişim uzmanlarının “propanda” kavramını icat etmelerine
daha yüzyıllar vardı, ancak İskender’in onları beklemeye niyeti yoktu. Bu olayı
hem kendi askerlerini hem de fethettiği topraklardaki halkları etkilemek için
tepe tepe kullanacaktı.
Ezeli düşmanlar bir anda karşı karşıya kalıyor
İskender’in fetihler silsilesindeki en belirleyici savaşın gelmesi uzun
sürmeyecekti. Issus’a (Hatay) kadar herhangi bir engelle karşılaşmaksızın irili
ufaklı zaferler kazanan Makedon lider, M.Ö. 333’te, kendi ordusundan üç kat
daha büyük10 olan, Darius komutasındaki ana Pers ordusuyla karşılaştı. İki
ordu Issus civarındaki Pinarus Nehri’nin (Deliçay) iki yakasında karşılıklı savaş
pozisyonu aldı. Makedonlar zafere susamış şekilde, vakit kaybetmeksizin
saldırdı. Lakin işler yolunda gitmiyordu. Falanks, kalabalık Pers savunmasını
yaramamış, süvarilerin geleneksel sağ ve sol kanat saldırıları da başarısız
olmuştu. Makedon ordusunda dağılma belirtileri baş göstermişti ki İskender,
doğrudan Darius’u hedef alan saldırısıyla savaş meydanını elektriklendirdi.
İskender’in bu cengâverce hamlesi, askerlerini şaha kaldırmıştı. Pers
İmparatoru’nu koruyan ön saf, bu tazyikli Makedon saldırısı karşısında
dayanamayınca, İskender ile Darius bir anda karşı karşıya kaldı.11 Durumun
pek de parlak olmadığını gören Pers Kralı çareyi kaçmakta buldu. İskender
önceki savaşlarda kendisine direnmeyi seçen köy sakinlerini ve askerleri
kılıçtan geçirmişken, bu kez taktik değiştirerek müttefik kazanma yoluna gitti.
Darius’un yakınlarına hürmet gösterildi, Pers askerlerine ve onlar için savaşan
lejyonerlere de taraf değiştirme seçeneği sunuldu.12 İskender, bu zaferi
kutlamak için bugün Türkiye sınırları içinde kalan Alexandreia (İskenderun)
şehrini kurduracaktı.
Cepheden kaçan Darius, kolu kanadı epeyce kırılmış olsa da İskender’e karşı
yeni bir ordu toplamaya çalışıyordu. Bununla birlikte uzlaşma kapısını da açık
bırakmıştı. İskender ise -Yunanlı tarihçi Arrian’a göre- kendisine barış mesajı
gönderen düşmanına kısa bir cevap vermekle yetinmişti:
“Bir dahaki sefere mesaj yazdığında, bana ‘Asya’nın hâkimi’ diye hitap et.
Eşitinmişim gibi muamele etme.”
Makedon Ordusu rüzgârla yarışıyor!
İki dişli rakip, M.Ö. 331 yılının 1 Ekim’inde, bugünkü Musul’un doğusunda17
bir yerde, yine ordularının başında birbirlerini süzüyorlardı. Pers ordusu bir
öncekinde olduğu gibi yine sayıca üstündü. Üstelik bu kez Darius, çarpışmak
için, askerlerinin daha rahat manevra yapabilmelerine imkân tanıyacak geniş
bir düzlüğü seçmiş; Hindistan’dan getirdiği savaş filleri ve kenarları tırpanlarla
desteklenmiş savaş arabalarıyla ordusunu takviye etmişti. Her şey lehineydi.
Tek bir şeyi hesaba katmamıştı: Ay tutulmasını! Savaş sabahının gecesinde
gerçekleşen bu doğa olayı Pers ordusunda moral çöküntüsüne sebep oldu.
Zira ay tutulmasının şeytanları yeryüzüne saldığına inanırdı Persler. Nitekim
falcıların, tutulmayı, Darius’un yenileceği şeklinde yorumladıkları söylentisi
askerler arasında yayılmıştı bile. Bu moral üstünlükle savaşa giren İskender,
şiddetli ve hızlı bir hamleyle Pers ordusunu bir kez daha hallaç pamuğu gibi
attı. Tarihe Gaugamela Savaşı olarak geçen ve İskender’e Asya’nın kapılarını
açan bu çarpışmada kimi iddialara göre 300 bin Pers askeri öldürülmüştü!
Lakin cepheden kaçan Pers İmparatoru bir kez daha İskender’in gazabından
kurtulmuştu. Darius bir daha asla İskender için tehdit olmayacaktı.18
Makedon savaşçılar, Babylon (Babil) ve Susa’yı19 da fethederek seferin en
önemli ödülüne; Perslerin başkenti Persepolis’e 20 doğru yürümeye başladı.
Şehri kuşatan dağlardaki geçitleri kontrol altına alan Makedon ordusu,
başkente fırtına gibi girdi. Persepolis, o dönemler sadece dünyanın sayılı
zengin şehirlerinden biri değil, aynı zamanda, 150 yıl önce Yunan diyarını zapt
edip Atina’yı yerle bir edenlerin de başkentiydi.21 İntikam zamanı gelmişti.
İskender’in askerleri yağma ve tecavüzden yorgun düşmüş; imparatorluk
sarayı ateşe verilmiş, şehrin erkekleri öldürülürken kadınları da köle edilmişti.
Hazinedeki altınlar eşek ve deve kervanlarıyla ve 6 bin askerin eşliğinde ana
yurda taşındı.22 İşgalden 300 yıl sonra, Yunanlı tarihçi Diodorus Siculus,
yağma sonrasındaki manzarayı şöyle naklediyordu:
İskender’e Asya’nın kapılarını açan Gaugamela Savaşı’nda Makedon Ordusu, kimi kaynaklara göre 300 bin Pers askerini
öldürmüştü.
İskender’in ele geçirdiği Persepolis, dönemin en zengin şehriydi. Dünyanın 8. harikası olarak kabul ediliyordu. Makedonlar şehrin
tüm hazinelerini yağmaladı.
Günümüzden 2 bin 500 yıl önce çok parlak bir medeniyete imza attı. Döneminin en geniş
topraklarına sahipti. Libya’dan Hindukuş Dağları’na, Sardis’ten (Manisa) Persopolis’e uzanan bir
coğrafyada hâkimiyeti altına aldığı envai çeşit millet, ‘liberal’ bir ekonomi ve siyaset izleyen bu
imparatorluğun yönetiminde mesuttu. Egemenliğini yaydığı diyarlardan gelen yüklü kervanlar,
sınırlarının bir ucundan diğerine hem maddi hem de kültürel zenginlik taşıyordu. Bu şatafatlı dönem,
hegemonyasına direnen bir milletin içinden çıkacak bir başka ‘Büyük’ imparator silahını kuşanana
kadar devam etti. İskender tarafından yıkılana kadar dünyanın en büyüğü oydu. O, dünyanın ilk
çok uluslu siyasi figürü; Pers İmparator-luğu’ydu…
Pers İmparatorluğu
M.Ö. 550 - M.Ö. 330
“Dünyayı izlemek için büyük bir sahnedeyiz. Eğer eylemlerimiz doğru ve hakkaniyetliyse, iktidarımızı ve
mutluluğumuzu pekiştireceklerdir.”
Pers İmparatoru Büyük Cyrus
Pers İmparatoru III. Darius, Makedon İmparatoru Büyük İskender’in ayakları dibinde son nefesini vermek üzere. Darius’un
ölümüyle İskender’e Pers diyarının kapıları açılıyor. Artık Asya, İskender’indir. (İllüstrasyon: http://www.heritage-history.com)
Pers İmparatorluğu M.Ö. 520’li yıllarda en geniş sınırlarına ulaşmıştı. (Harita: http://www.heritage-history.com)
Yunan Yarımadası’nın Makedonya ve Trakya topraklarını ele geçiren Pers İmpara-torluğu’yla Yunan şehir devletleri arasında birçok
savaş gerçekleşti.
Atina’yı almak için 70 bin kişilik ordu kuran I. Darius, bu devasa orduyu,
gemileri yan yana dizerek boğazın iki yakası arasında kurdurduğu geçici köprü
üzerinden Anadolu’dan Avrupa’ya geçirdi! İki ordu Atina’nın 50 km
kuzeydoğusundaki Maraton Ovası’nda karşılıklı savaş pozisyonu aldı. M.Ö.
490’da gerçekleşen ve kayıtlara Maraton Savaşı30 olarak geçen bu
çarpışmada mağlup olan Persler, bir süreliğine Anadolu’ya çekildi. Bu,
Yunanlılar için büyük bir zafer, I. Darius açısındansa dünya hâkimiyetine giden
yolda vermek zorunda kaldığı küçük bir molaydı. Pes etmeye niyeti yoktu.
Fakat İkinci Yunan Seferi için devasa bir ordu kurmaya hazırlandığı sırada
Mısır’da patlak veren bir isyanı bastırmaya giderken öldü. Darius’un hem
tahtını hem de Yunan diyarlarını fetih misyonunu oğlu devralacaktı.
Perslere duydukları öfke Yunanlıları birleştiriyor
Perslerin yeni imparatoru, iktidarının ilk günlerinde irili ufaklı isyanları
bastırmaya çalışırken, on yıl önce babasını Maraton’da mağlup eden
Yunanlılar, demokrasiden diktatörlüğe uzanan farklı rejimlere sahip
devletçikler olarak birleşmeye, yeni bir güç odağı olarak adlarından söz
ettirmeye başlamışlardı. Ortak paydalarıysa, Perslere duydukları nefretti!
Xerxes, kısa zamanda dikkatini kendisine miras bırakılan hedefe yöneltti.
Kimilerine göre, bugünün moda tabiriyle ‘önleyici vuruş’ yaparak, doğmakta
olan yeni bir tehdidi ortadan kaldırmak, kimilerine göreyse de ‘yarım kalan bir
hesabı’ kapatmak istemişti.
Yunanistan’ın Ege kıyısındaki Termofil Geçidi’nde gerçekleşen Termofil Savaşı’nda destansı Spartan savunmasını aşıp Atina üzerine
yürüyen Persler, şehri yağmalamıştı.
İskender ve III. Darius ilk kez M.Ö. 333’te Issus (Hatay) yakınlarındaki
Pinarus Nehri’nde (Deliçay) karşı karşıya geldi. İskender’in Yunan
yarımadasından toplama ordusunun motivasyonu fazlasıyla yüksekti. 150 yıl
önce Atina’da yapılanların hesabını görme fırsatını yakalamışlardı. Persler
neredeyse üç kat daha kalabalıktı ve savaşın ilk saatlerinde bu üstünlük,
savaş meydanına da yansıdı. Makedonları hallaç pamuğu gibi atıyorlardı ki
İskender, ‘Büyük’ sıfatının kendisine boşuna verilmediğini gösterdi. Doğrudan
Darius’u hedef alan bir saldırı başlattı! Öyle ki bir an göz göze geldiler. 32
Darius arkasına bakmadan kaçtı. İskender kovalamaya devam etti. Pinarus’un
suları kızıla boyanmıştı…
Gaugamela ve bir devin sonu
M.Ö. 331 yılının 1 Ekim’inde, bugün Kuzey Irak olarak bilinen topraklarda,
Musul şehrinin doğusuna düşen bir mevkide, iki imparator bir kez daha savaş
pozisyonu aldı. Bundan sonra dünyayı kimin yöneteceğini belirleyecek savaş
ânı gelip çatmıştı. Pers imparatoru, yanları tırpanlı atlı savaş arabalarının ve
süvarilerinin rahat ve hızlı hareket edebilmesi için bu geniş ve düz araziyi
özellikle seçmişti. Makedon mozaiklerinden anlayabildiğimiz kadarıyla III.
Darius’un ordusunda sarissa benzeri mızraklar kullanan birlikler vardı.
Askerlerinin sayısı, farklı kaynaklara göre, piyadelerde 200 bin ile bir milyon,
süvarilerdeyse 40 bin ile 200 bin arasında değişiyordu. Değişmeyen tek veri,
Perslerin her halükârda İskender’in ordusundan üç kat daha kalabalık
olduğuydu. Evet, belki sayıca üstündüler ama iki yıl önce olanlardan dolayı
psikolojik üstünlük Makedon-lardaydı. Bir kez yenmişlerdi, neden bir kez daha
yenemesinlerdi? Üstelik henüz Atina’nın intikamı da alınmamıştı.
III. Darius’un ordusunun merkezi ve doğu kanadı en savaşçı Pers
süvarilerinden oluştuğu gibi, zırhlı Sakalarla da desteklenmişti. III. Darius,
İskender’in sayıları yedi bini ancak bulan süvarilerini kolay lokma olarak
görüyordu. Lakin kalabalık ordusuna ve kendileri açısından daha tanıdık
topraklarda olmalarına rağmen nedendir bilinmez, Perslerin lideri, savunma
pozisyonunda kalarak hamle üstünlüğünü İskender gibi bir taktik ustasına
bırakmıştı.
İskender her zaman yaptığı gibi, Makedon süvarileriyle sağ cenahta yerini
almıştı. Falanks 33 merkeze yerleşmişti. İskender’in en yetenekli
generallerinden Parmenio ise Yunan ve Teselyalı süvarilerle sol kanadı
tutuyordu. Her iki kanada da Perslerin kuşatmasını önleyecek gözcü birlikler
yerleştirilmişti.
Pers Ordusu’nun en vurucu gücü olarak kabul edilen Ölümsüzler, hem hiç azalmayan sayıları hem de üyelerinin kullandıkları
aksesuarlarla düşmana korku salıyordu.
Antik dünyanın en geniş topraklarına Pers İmparatorluğu sahipti. 7.5 milyon km²’ye ulaşan bu
topraklar üzerinde bugün, Pakistan, Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan,
Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan (muhtemelen), İran, Kuveyt, Irak (doğudaki yarısı),
Yunanistan (kıyı kesimi), Suriye, Lübnan, Kıbrıs, Türkiye, Mısır ve Libya bulunuyor.
Perslerin eski dini olan Zerdüştçülük’te (Mecusilik) kötülüğü/karanlığı temsil eden Ehrimen’le iyiliği/ışığı
temsil eden Tanrı Ahura Mazda sürekli savaş halindeydi. Cyrus, dünyayı fethederek Ahura
Mazda’nın savaştan galip çıkmasına yardım etmenin dini görevi olduğuna inanmıştı.
Mısır’daki inanç sistemine müdahale ederek, tapınakların ve tanrı figürlerinin yakılmasını emreden
Cambyses haricindeki Pers İmparatorları, genellikle farklı din ve kültürlere hoşgörüyle yaklaşmış,
böylelikle Nil Vadisi, Mezopotamya ve İndus Vadisi gibi üç ayrı medeniyet sahasındaki insanları, ilk
kez tek bir çatı altında toplamayı başarabilmişlerdi.
Pers İmparatorları, ‘Kralın Gözleri ve Kulakları’ adını verdikleri özel bir yapılanmayla hem istihbarat
topluyor, hem de eyaletlerde görev yapan valileri denetliyorlardı.
İskender’in III. Darius’u yenmesiyle Pers İmparatorluğu’nun sona ermiş olduğu mutabakatla kabul
edilse de, birçok tarihçi, bölge Müslümanların egemenliğine girene dek bir biri ardına kurulan
imparatorlukları bir şekilde Pers İmparatorluğu başlığı altında değerlendirmeye devam etmektedir.
Buna göre Pers İmparatorluğu, M.Ö. 559’da Cyrus’la başlamış, İskender’in generallerinden I.
Seleucus Nicator’un başında bulunduğu Selevkos İmparatorluğu (Helenistik Pers, M.Ö. 330 – M.Ö.
250) ve Selevkoslardan bağımsızlıklarını ilan ederek bölgeyi ele geçiren Arşaklıların kurduğu Part
İmparatorluğu’yla (M.Ö. 238 – M.S. 228) devam etmiş ve I. Ardeşir tarafından kurulan ve İkinci
Pers İmparatorluğu olarak da bilinen Sasani İmparatorluğu’yla (226 – 651) sona ermiştir.
Kendisinden önce ve sonra gelen birçoklarının aksine, Pers İmparatorluğu’nda kölelik (en azından
kâğıt üzerinde) yasaktı. Pers-Yunan savaşını konu edinen 300 isimli filmde iddia edilenin aksine,
Babil’deki Yahudileri kölelikten kurtaranın Büyük İskender değil, bilakis Büyük Cyrus olduğuna dair
deliller vardır.
Lyon Üniversitesi’nden Prof. Dr. Remy Boucharlat’a göre Persler, antik çağın hidroloji (su bilimi)
mühendisleriydi. Geliştirdikleri ileri sulama kanal ve teknikleriyle çöl ortasındaki şehirlerini vahaya
çevirmişlerdi.
Bugünkü Süveyş Kanalı’nı (gemilerin sık sık öküzlerle çekilerek, bir kanalcıktan diğerine taşındığı daha
ilkel bir modelini) hayata ilk geçiren I. Darius olmuştu!
‘Persian’ (Pers, Persli) terimi, Batı tarafından uzun bir süre İran halkını, devletini ve antik dönemdeki
imparatorluklarını tanımlamak için kullanılmıştı. Latincedeki karşılığı ‘Persia’, Helenistik
Bir efsaneyle başladı, dünyanın en görkemli imparatorluğu oldu. Britanya’nın sisli dağlarından
güneşten kavrulan Pers diyarlarına, Akdeniz’in tuzlu sularından Boğaz’ın yedi tepesine varıncaya
dek, yüzlerce yıl hep onun bayrağı dalgalandı. Eşsiz yolları, asırlara ışık tutan hukuk sistemi, göz alıcı
mimarisi, dini ve güzel sanatlarıyla günümüz Avrupa’sına ruh üfledi. Asırlara yayılan saray
entrikaları, bazen halk kahramanı bazen iktidar hırsından deliye dönmüş senatörleri, kâh gücün, kâh
sefahatin doruklarında gezen; cesur, korkak, hayalperest, merhametli, sadist ya da deli
imparatorlarıyla soluk kesen bir tarih yazdı. Bitmeyen askeri darbeleri, ardı arkası kesilmeyen
suikastları ve üç kıtaya yayılan topraklarıyla krallıktan cumhuriyete, oradan da imparatorluğa ulaşan
Roma’nın hikâyesi, aradan geçen onca asra rağmen göz kamaştırmaya devam ediyor.
Roma İmparatorluğu
M.Ö. 753-M.S. 476
Roma mitolojisi der ki bu ülke, M.Ö. 753’te Remus ve Romulus isimli ikiz
kardeşler tarafından kurulmuştur. Benzer efsanelerde olduğu gibi,
büyüdüklerinde, dönemin iktidarına ortak olmaları engellenmek istenen bu
çocuklar, henüz bebekken bir sepet içinde Tiber Nehri’ne atılırlar. Bir dişi kurt
onları bulur, emzirir ve büyütür. Çocuklar da kurdun kendilerini bulduğu yerde
hikâyemizin başkahramanı Roma şehrini kurarlar…
Zamanla büyüyüp serpilen Roma’da, bölgede yaşayan bir kavim olan
Etrüskler37 tarafından bir krallık kurulmuştu. Romalıların ayaklanıp Etrüskleri
kovmasıyla krallık M.Ö. 509’da yıkıldı. Yeni rejim olarak kendilerine
cumhuriyeti seçen Romalılar, hızla bir Akdeniz gücüne dönüşmeye başladı.
Kâğıdın ortasına düşen ateşin kenarlara yayılması gibi, süratle komşu
toprakları ele geçirdiler. Aradan 250 yıl geçmemişti ki tüm İtalyan
Yarımadası’nda Roma bayrağı dalgalanıyordu. Ama tüm benzerleri gibi Roma
da serpilmekte olan bir devlet olarak yeni yaşam alanlarına ihtiyaç
duyuyordu.
Romalılar, hızla bir Akdeniz gücüne dönüşmeye başladılar. Birbiri ardına yapılan seferlerle, kâğıdın ortasına düşen ateşin kenarlara
yayılması gibi, süratle komşu toprakları ele geçirdiler.
Roma’nın muzaffer kumandanı Sezar, ordusuyla birlikte sembolik sınır olan Rubicon nehrini geçerek atını sürdüğünde Roma
tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Sezar, imparatorluğa yürüyordu. (heritage-history.com)
İmparatorların kişisel güvenliğini sağlamaktan sorumlu pretoryanlar, Roma tarihi boyunca iktidar sahibini belirlemede kilit rol oynadı.
Gotlar, 24 Ağustos 410’da girdikleri Roma’yı üç gün boyunca yağmaladılar. Bu olay, Batı Roma’nın son nefesini verdiği anlamına
geliyordu. (heritage-history.com)
Alaric yine Ravenna’ya doğru yola çıktı. Ancak Roma ordusunda generalliğe
kadar yükselmiş olan Got asıllı Sarus, Alaric’e beslediği kişisel nefretten57
dolayı bu uzlaşma ihtimali karşısında çok öfkelenmişti. Emrindeki altı bin
askerle, müzakereye yürüyen Alaric’i pusuya düşürdü. Fakat Sarus ve
askerleri, oldukça bilenmiş olan Gotlar karşısında tutunamadılar. Hepsi
kılıçtan geçirildi. Ezeli düşmanı Sarus’un Honorius tarafından üzerine
salındığını düşünen Alaric, üçüncü kez aldatılmış olmanın öfkesiyle emrini
verdi:
“Roma’yı yıkın!”
1000 yıllık imparatorluk sona eriyor…
Gotlar, 24 Ağustos 410’da girdikleri Roma’yı üç gün boyunca yağmaladılar.
Yaklaşık sekiz asır önce, M.Ö. 390’da yaptıkları gibi, Roma’yı bir kez daha
işgal etmişlerdi. Bu olayın ardından Batı Roma bir daha iflah olmadı.
İtalya’daki Germen kabileleri 476’da ayaklanarak, Got komutanlarından
Odoacer’i kral ilan etti. Odoacer, dönemin genç imparatoru Romulus
Augustulus’u tahttan indirip imparatorluğun başına geçtiğini iddia etse de
aslında Batı Roma’nın yerini almış olan İtalya Krallığı’nın ilk hükümdarı
olmaktan öteye geçemedi. Bizans tarihçileri, 476’yı Batı Roma
İmparatorluğu’nun resmen sona erdiği yıl olarak kabul etti. Tarihin en büyük
imparatorluğunda oyun bitmiş, perde kapanmıştı. Ama sadece batısında.
Doğusundaki, bin yıl daha açık kalacaktı. Ta ki II. Mehmet’in kapatacağı ana
kadar…
Roma İmparatorluğu neden çöktü?
Roma İmparatorluğu’nun neden çöktüğü sorusuna verilebilecek tek bir cevap
yok; ancak genel olarak birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini besleyen bazı
nedenlerin imparatorluğa diz çöktürdüğü kabul edilebilir. Gelin, bunlara bir
göz atalım.
Roma imparatorlarının çoğunun cani karakterli, güç delisi ya da aklından
zoru olan yöneticiler olduğu gerçeğine rağmen dünya, Roma denince, daha
çok Roma vatandaşlarının sosyal yaşantısını ve bu yaşantıdaki parıltıyı gördü.
Oysa imparatorluk tarihi politik suikastlar, Roma yakılıp yıkılırken kendi kişisel
iktidarına odaklanmış senatörler, binbir çeşit saray entrikası ve şizofren
imparatorların hikâyeleriyle örülmüştü. Özetle, her zaman için bir krize
dönüşebilecek bu yönetim zafiyeti, imparatorluğun bileği bükülmez bir askeri
güce sahip olduğu dönemlerde dikkat çekmiyordu. Zamanla su üzerine çıktı.
Birçokları Roma’nın çöküşünden Hıristiyanlığı bile sorumlu tuttu. Bunlara
göre Hıristiyanlık Romalıları pasifleştirmiş, barbar saldırılarına dayanmalarını
zorlaştırmıştı. Kiliseler için sarf edilen para orduya harcanabilir, böylece
imparatorluğun ömrü uzatılabilirdi. Buna karşın bazıları da bu yeni dinin
Romalıların ahlaki değerlerini güçlendirdiğini ve buna paralel olarak
imparatorluğun ömrünü uzattığını iddia eder.
Ahlaki gerilemenin imparatorluğu çöküşe götürdüğü de tezlerden biridir.
Buna göre Roma lejyonlarını bir arada tutan ahlaki çimento dağılmış; halk ve
ordu, arena oyunları ve sınır tanımayan partilerle kendini eğlenceye vermiş;
hırsızlık ve suç oranları artmıştı. “Ahlaken çözülen bir toplum içinse çöküş
kaçınılmazdı.” Bununla bağlantılı olarak gösterilen nedenlerden biri de
toplumun fiziksel sağlığının bozulmuş olmasıydı. Bu tez sahiplerine göre içme
suyunun yetersizliği ve kanalizasyon alt yapısının olmaması salgın hastalıkları
yaygınlaştırmış, zevk ve sefaya dayalı hayat tarzı sonucu cinsel hastalıklarda
patlama yaşanmıştı. Yine de Roma gibi bir imparatorluğun çöküşünü izah
etmek için bu tezin fazlaca hafif kaldığını söyleyip devam edelim.
Roma’da en büyük mesele, şahit olduğunuz üzere, yeni imparatoru
seçmekti. Romalılar yeni imparatorun nasıl seçileceğini belirleyen sürekli ve
etkili bir yöntem geliştirememişlerdi. Yeni hükümdar; daha çok eski
imparator, Senato ve pretoryanlar arasındaki güç dengesine göre belirleniyor
ve kendilerine daha çok ayrıcalık bahşeden imparatorun seçilmesini sağlayan
pretoryanlar son sözü söylüyordu. Öyle ki M.S. 180’lerden itibaren neredeyse
pretoryanlara en yüksek teklifi yapan adayın seçilmesi gibi bir rüşvet/açık
arttırma geleneği yerleşmişti. Bunu takip eden bir asır içinde Roma, 25’i
suikastla ortadan kaldırılan 37 imparatora şahitlik etti. Bu ‘sürekli yönetim
krizi’ imparatorluğun felç olmasının sebeplerinden biriydi.
Ve işsizlik! Günümüzün bu kronik hastalığı Roma’yı da avuçlarına almıştı.
Zamanla maliyetleri artınca, köleler serbest bırakıldı. Bunlar büyük şehirlere
giderek işsiz kitlelere dönüştüler. Bu durum az önce bahsettiğimiz suç
oranının artmasında etkili oldu. Enflasyon da Roma’nın başını yiyen
sorunlardan biriydi. Marcus Aurelius döneminde başlayan enflasyon, zamanla
serpildi. Yeni fetihlerin durmasıyla hazineye altın akışı kesildi. Buna karşın
lüks harcamalara ara verilmedi. Doğal olarak sikkelerdeki altın oranı azaldı,
paranın kıymeti düştü. Bu kaybı kapatmak isteyen tüccar, fiyatları arttırdı.
Ekonomi teklemeye başladı ve nihayetinde de tamamen çöktü.
Roma’nın bir diğer hayati sorunu teknoloji üretememesiydi. Özellikle
imparatorluğun son 400 yılında bilimsel ve idari çalışmalar, sadece
mühendislik ve kamu yönetimiyle sınırlandırılmıştı. Büyük mabetler, köprüler,
yollar inşa ediliyordu, kabul; ama bunlar daha çok insan ve hayvan gücüyle
yapılıyordu. Kas gücüne verilen bu aşırı önemle, yeni teknolojiler ihmal edildi.
Artan nüfusa yetecek hızda üretim yapılamadı. Yeni toprakların fethinin sona
ermesiyle teknoloji transferi de durmuştu.
Askeri harcamalar son noktayı koydu
Güçlü bir ordu güçlü devletin olmazsa olmazı, buna şüphe yok. Ordulara
harcanan paralar sebebiyle fakir ülkelerin bellerinin bükülmesi bir yana,
hazinesi boş ama kendisi büyük devletlerin güçlü ordularını besleyememesi de
ayrı bir handikap. Zira kontrol altında tutulması gereken toprakların
artmasıyla yükselen askeri harcamalar, ne kadar güçlü olursa olsun, her
devleti açmaza sürükleyebilir (Sözgelimi George W. Bush iktidarında Irak ve
Afganistan’ı işgal ederek bütçesini zorlayan Amerika’nın 2008’de patlak veren
ekonomik krizle içine düştüğü durum) İşte Roma da bunu yaşamıştı. Göçmen
kavimlere karşı sınırları koruyan orduyu beslemek için daha çok yatırım
yaptıkça diğer alanlara para bulamadı. Az önce değindiğimiz gibi teknoloji,
sağlık, eğitim ve altyapı ihmal edildi. Boşalan hazineyi doldurmak için vergiler
arttırıldı. Bu kez halk ayaklandı. Öte yandan parası ödenmeyen ordu
motivasyonunu kaybetti. Devlet suçlular, başıbozuklar ve yabancılardan
oluşan paralı asker seçeneğine yöneldi. Bu yöntem maliyetli olduğu gibi işe
de yaramadı. Asırlardır sınırları göçmen kavimlere karşı koruyan Roma ordusu
yıpranmıştı. Ordu, üçüncü yüzyıldan itibaren İtalya’daki iç savaşlarda
kullanılmak için sınır boylarından geri çekilince sınırlar korumasız kaldı ve…
devamını biliyorsunuz. Göçmen kavimler yönetimi ele geçirince alt yapı çöktü,
ticaret durdu. Tarım zaten iflas etmişti. Uzun süredir yalpalayan Roma, yere
kapaklandı. Ünlü tarihçi Edward Gibbon, Roma tarihini konu alan ‘the Decline
and Fall of the Roman Empire’ (Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü)
isimli kitabında imparatorluğun içine düştüğü açmazı gayet çarpıcı bir şekilde
dillendiriyordu:
“Roma’nın gerileyişi, olağanüstü haşmetinin getirdiği doğal ve kaçınılmaz bir
sonuçtu. Zenginliği, gerileyişini olgunlaştırmış; fetihlerin ölçeği, çöküşün
temellerini atmıştı. Zaman ya da zincirleme reaksiyonlar, suni destekleri
ortadan kaldırır kaldırmaz, bu hayranlık uyandıran bünye, kendi ağırlığı altında
ezilmeye mahkûm olmuştu. İmparatorluğun yıkılmasının nedeni basit ve
gayet açıktır. Ve aslına bakarsanız neden çöktü diye araştıracağımıza nasıl bu
kadar uzun sürdüğüne şaşırsak daha iyi olur.”
Roma’dan geriye ne kaldı?
Modern tarihçiler, geç Antik Çağ ile erken Orta Çağ arasında bir süreklilik
olduğuna vurgu yaparlar. Siyasi yapılar değişmiş ve şehirler düşmüş; ancak
toprakta çalışan halkın yüzde 90’ı için hayat her zaman olduğu gibi devam
etmiştir.
Roma hukuku, Latin dili ve Hıristiyanlık belli bir süreklilik sağlamıştı; ama
kapsamlı değişiklikler de yok değildi. İç topraklarda Roma kültürü gösterişini
kaybederken, Yunan-Roma medeniyeti Akdeniz’e geri çekilmişti.
Yunan-Roma medeniyetinin on beşinci yüzyıl İtalya’sında yeniden
keşfedilmesi, Rönesans denilen yeni bir ruh halini ve dönemi tetikledi.
Heykeltıraşlar gerçekçilik akımının Greko-Romen şekillerine döndü, mimarlar
Yunan sütunlarını ve Roma kubbelerini kopyaladı. İngiliz William Shakespeare
gibi oyun yazarları Roma komedilerinin uyarlamalarını yaptı. Filozoflar, Roma
hukuk usullerini incelerken, siyaset teorisyenleri Roma’nın özgürlük ve istibdat
tartışmalarına geri döndü. Amerika ve Fransa’daki devrimcilerin Roma
metinlerini yeniden çalışması ve on dokuzuncu yüzyıl portre ressamlarının
Roma tarzını benimsemesiyle Roma kültürünün büyüsü devam etti. Özetle
Roma, siyasi açıdan 476’da çökse de Roma medeniyeti Avrupa’nın dokularına
nüfuz etmişti.
Osmanlı da mirasa talip olanlardandı
Romalılar ve imparatorlukları, Orta Çağ’dan Rönesans dönemine, oradan da
günümüze uzanacak şekilde Avrupa tarihine kültürel ve siyasal açıdan şekil
verdiler. Konstantinopol’ün fethi öncesinde ve sonrasında birçok ülke Roma
İmparatorluğu’nun varisi olduğunu iddia etti. Roma’yı batıda tekrar
canlandırmak adına Papa III. Leo’nun 800 yılında Şarlman’a (Charlemagne)
‘Roma İmparatoru’ sıfatıyla taç giydirmesiyle başlayan Kutsal Roma
İmparatorluğu ve fethinin hemen ardından, Bizans’ın yıkılmasıyla kendisinin
Üçüncü Roma olduğunu iddia eden, Bizans Ortodoks Hıristiyanlığı geleneğinin
mirasçısı Rus Çarlığı bunlardan ilk ikisiydi. Üçüncüsüyse, bizzat Bizans’ı yıkan
Osmanlı olmuştu! İmparatorluk sistemini Bizans modeline göre şekillendiren
ve başkentini, fethettiği şehre taşıyan Fatih Sultan Mehmed, Roma
İmparatoru’nun tahtına oturduğunu iddia etmiş, hatta ‘imparatorluğu
birleştirmek’ amacıyla, 1480 Mart’ında Otranto’da Napoli ve Papalık orduları
tarafından durdurulana kadar sürdürdüğü İtalya seferine çıkmıştı! Öyle ki
bugünün İstanbul’u Konstantinopol ismini 28 Mart 1930’a kadar taşıyacaktı.
Bununla birlikte ana akım tarihçilerin üzerinde mutabakata vardığı yaklaşım
şöyledir: Roma İmparatorluğu, M.Ö. 753’te Roma şehrinin kuruluşuyla
başlamış ve Trebizond İmparatorluğu’nun (Trabzon Rum Pontus
İmparatorluğu) 1461’de yine Fatih tarafından yıkılmasına kadar 2 bin 214 yıl
ayakta kalmıştır.
Gladyatör oyunları, Roma kültürün köşe taşlarından biriydi. Zırhlarla ve en öldürücü silahlarla donanmış özel eğitimli gladyatörler,
Colosseum’da diğer köleler ve suçlularla dövüştürülürdü.
Son parçasının yıkılmasının üzerinden 500 yıldan fazla bir zaman geçmesine
rağmen bugün hem Batı hem de Doğu medeniyetleri üzerindeki Roma etkisi
devam etmekte. Romalıların başarılı uygulamalarının çoğu çeşitli ülkeler
tarafından aynen alındı. Sözgelimi bir Roma icadı olan çimento, günümüzün
modern takvim sistemi, Hıristiyanlığın kurumsallaşması, neo-klasik mimari,
halen bir kısmı ayakta duran ve buharın icadına kadar insanoğlunun
mesafeleri en hızlı şekilde kat etmesine imkân tanıyan Roma Yolları ilk akla
gelenler.
Roma hükümet geleneği, ülkeyi kuranların kaleme alırken “Yeni bir
‘Augustan Çağı’ başlatmak istiyoruz” dedikleri Amerikan anayasası başta
olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin anayasasını ve yönetim şeklini derinden
etkilemiştir. Yine günümüz devlet yönetim çarkının olmazsa olmazları; hukuk,
memurluk, vergi toplama ve kamu yönetimi gibi unsurlar da Roma’nın
insanlığa mirasıdır. Özetle, bugün Batı dediğimiz blok, entelektüel tarihini
Yunanlılardan; yasama, yürütme ve yargı erklerini ise Romalılardan almıştır.
Avrupa halen Roma gölgesinde
Çok geniş topraklar üzerinde yükselen Roma, farklı kültürlerden halkların
birikimlerini modern zamanlara miras bırakmalarına olanak tanıdı.
İmparatorluk Yunan sanatı, felsefesi ve klasiklerine sahip çıktı, Yahudilerin
dini ve etnik kimliklerine büyük ölçüde hoşgörü gösterdi, devlet desteği
vererek Hıristiyanlığın önünü açtı, başta Babillilerin astronomi ve astroloji
birikimi olmak üzere Mısırlıların, Perslerin ve hamiliğini yaptığı diğer
medeniyetlerin kendi kültür ve bilim miraslarını sürdürmelerine izin verdi.
Romalılar idare, mimarlık ve hukuk alanlarında kendilerine has yeteneklerini
korudular ve Latin dilini yaydılar. Bu şekilde Batı geleneği dediğimiz ve iki
milenyum süresince şekillenen kültür unsurlarının kombinasyonu olan yeni bir
Roma-Yunan sentezi oluşturdular. Bugün bile Avrupa’nın büyük bir kısmı
Romalıların 2 bin 500 yıl önce temellerini attığı sosyo kültürel dünyanın
gölgesinde yaşamaya devam ediyor.
İmparatorluğun Seyir Defterinden
İmparatorluk en geniş sınırlarına 5 milyon 900 bin km² ile imparator Trajan döneminde (98-117)
ulaştı.
Günümüzün modern devletlerinden İtalya, Portekiz, Yunanistan, İspanya, İngiltere, Fransa,
Belçika, Almanya, Hollanda, İsviçre, Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Slovenya, Romanya,
Türkiye, Bulgaristan, Ürdün, Lübnan, İsrail, Mısır Cezayir ve Fas, bir zamanlar Roma
İmparatorluğu’nun sınırları içerisindeydi.
Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Gürcistan, Azerbaycan ve Sudan da kısmen Roma işgali yaşamıştı.
En şaşalı döneminde bugünkü Amerika’nın büyüklüğüne ulaşmıştı. Nüfusu 70-100 milyon arasında
değişiyordu. Sadece başkent Roma’da 1 milyon insan yaşıyordu. İmparatorluğun dört bir yanını
sarmış yolların uzunluğu 80 bin km’yi buluyordu.
Roma’nın sembollerinden Colosseum’un 100 gün süren açılış törenlerinde aralarında filler, kaplanlar,
aslanlar, zürafalar ve hipopotamların olduğu 5 bin hayvan öldürülmüştü.
Gladyatör oyunları, Roma kültürün köşe taşlarından biriydi. Zırhlarla ve en öldürücü silahlarla
donanmış özel eğitimli gladyatörler (ki kölelerden seçiliyorlardı), Colosseum’da diğer köleler ve
suçlularla dövüştürülürdü. Gladyatörler kadar donanımlı olmayan bu kurbanlar, nadiren de olsa, galip
gelirlerse özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Taraflardan biri, yaralandığında sol elinin başparmağını
kaldırarak izleyicilerden merhamet dilerdi. Ölüp ölmeyeceğine izleyenler karar verirdi. Birçoklarına
göre Colosseum’daki bu kanlı oyunlar, ahlaki dejenerasyonun en büyük göstergelerinden biriydi.
İmparatordan ziyade bir gladyatör gibi yaşayan Commodus, arenada giriştiği 1031 mücadeleyi
kazanmıştı.
Romalılar yiyecek ve içecekleri soğutmak için kurşun kaplar kullanırlardı. Birçok tarihçi, Roma
imparatorlarının tuhaf davranışlarını zaman içinde kurşundan zehirlenmiş olma ihtimalleriyle açıklar.
Başkent Roma’dakilerin çoğu bugün olduğu gibi apartmanlarda yaşıyorlardı! İmparatorluğun son
dönemlerinde şehirdeki apartmanların sayısı 50 bine yaklaşmıştı. Bunların çoğu altı katlıydı ve alt
katlarda daha çok en düşük gelir grubuna mensup olanlar otururdu.
Filmlerden aşina olduğumuz Toga’yı (Vücudun etrafına sarılan tek parça elbise) sadece Roma
vatandaşları giyebiliyordu. Senatörler kısmen pembe togalar giyebilirken, tamamen pembe toga
giymek sadece imparatora has bir ayrıcalıktı.
Roma imparatorları hiçbir zaman altın taç takmadı. Bunun yerine defne yapraklarından örülü taçlar
kullanırlardı.
M.Ö. 2000’lere kadar uzanan tarihiyle Çin, belki de dünyanın en eski medeniyeti. İmparatorluk
macerası, M.Ö. 221’de başlasa da bugün bildiğimiz Çin’in bir bütün olarak boy gösterdiği günler, bu
uzun tarihine rağmen, çok sınırlı kaldı. Daha çok, ülkenin değişik bölgelerinde palazlanan
hanedanlıkların, birbiri ardına iktidarı ele geçirdiği, güç merkezinin kuzeyden güneye, güneyden
doğuya savrulup durduğu, çiftçilerin sürekli ayaklanarak iktidarları devirdiği bir imparatorluk
geçmişine sahip oldu ülke. Gün geldi Moğollar, gün geldi Mançuryalılar imparatorluğu ele geçirdi.
Ama ne olursa olsun, Çin Seddi’nden İpek Yolu’na, barutundan kâğıdına, Budizminden
Konfüçyanizmine tüm renkleri, yenilikleri ve kaosuyla oldukça renkli bir imparatorluk geçmişi yaşadı
Çin…
Çin İmparatorluğu
M.Ö. 221–1912
“Zayıf ve erdemsiz biri olarak gökleri kızdırdım. Çünkü bakanlarımın beni yanlış yönlendirmesine izin verdim.
İsyancılar başkentimi ele geçirdi. Utanç içinde atalarımla buluşmak için ölüyorum…
Yine de dualarım halkım için.”
Son Ming İmparatoru Chongzhen’in son sözleri
“İlk yaşayan canlı P’an Ku’ydu. Koskoca bir kozmik yumurtanın içinde
gelişmişti. Bünyesinde evrendeki tüm elementleri taşıyordu. Her gün 10 adım
boyunda büyüyordu. Ve bir gün o kadar büyüdü ki en sonunda içinde
bulunduğu yumurta kırıldı, yeryüzü ve gökyüzü oluştu! Onlarla birlikte her şey,
zıddıyla birlikte meydana geldi. Ve P’an Ku, bir gün Sarı Nehir Vadisi’nde şanlı
bir millet yarattı. Onlara Çinliler dendi…”
Çin tarihi sürekli birbirleriyle savaşan hanlıkların maceralarıyla örüldü. Ülkenin güç merkezi birbiri ardına kurulan hanedanlıklar
arasında savrulup durdu.
Han Gao Zu’nun ardından 16 yaşında tahta geçen Han Wu Ti,61 tam 54 yıl
tahtta kalarak, imparatorluk tarihinin en uzun süreli62 ikinci saltanatına imza
atacaktı. Çin’in en acımasız ve en güçlü imparatoru olarak anılan Wu Ti, Çin
sınırlarını inanılmaz bir şekilde, Vietnam’ın güneyine ve Kuzey Kore’ye kadar
genişletmiş ve Gobi Çölü’nün güneyine Çin kolonilerini yerleştirerek Hunların
akınlarını uzun bir süre engellemeyi başarmıştı. Çin etkisinin Asya’nın
merkezine kadar yayılmasına ön ayak olan Wu Ti, izlediği bu genişleme
politikasıyla bölgenin ekonomik açıdan canlanmasını sağlamış ve İpek
Yolu’na63 zemin hazırlayarak, Çin medeniyetiyle Roma’yı kavuşturmuştu.
Lakin bu başarılarına karşın Wu Ti, toprak reformu yaparak arazi sahiplerini,
ağır vergilerle de köylü sınıfını karşısına almıştı. Ortalık bir kez daha karıştı,
isyanlar ülkenin dört bir yanına yayıldı. Ve nihayetinde, kendilerine Kırmızı
Kaşlılar64 (Chi Mei) diyen gizli bir örgütün düzenlediği darbeyle hükümet
devrildi. Bu arada Wu Ti ölmüş, yerine İmparatoriçe Yüandi geçmişti. O
kargaşa ortamında yeğen Wang Mang kendisini imparator ilan etse de
kimsenin kimseyi görecek hali yoktu. Binlerce cana mal olan bu uzun kaos
döneminin sonunda İmparator Wang öldürüldü.
Han Hanedanlığı’nı tekrar toparlayıp devlet çarkını rayına sokan isim, M.S.
25’te tahtı ele geçirmeyi başaran Guangwu oldu. Onun döneminde ikinci
baharını yaşayan Hanlar, her fırsatta Çin’e akınlar düzenleyen Hunları ikiye
bölmüşlerdi. Hunların yarısı güneye giderek imparatorluğun parçası olurken,
kalanları Türkistan’daki siyasi oluşuma can vermeye soyunmuş; bu durum, Çin
ile Hunlar arasındaki mücadelede yeni bir sayfa açmıştı. Çinliler, uzun ve kanlı
bir sürecin sonunda Türkistan’ı dış dünyaya kapatacaktı.
İmparatorluğun sınırlarını Hazar Denizi kıyılarına taşımayı başaran Guangwu
da toprak reformu ve yetersiz vergi gelirlerinin kurbanı olmakta gecikmedi.
Huzursuz köylüler, M.S. 184’te bu kez ‘Sarı Türbanlılar’ın 65 liderliğinde
ayaklandı ve Han diyarı bir kez daha kan ve ateşe boğuldu, düzen bozuldu.
Takip eden otuz yıl boyunca kimse kontrolü ele alamadı. Han’ların son
imparatoru Xian’ın 220’de devrilmesiyle hanedanlık üç parçaya bölünüyor;
tarih, yeni bir sayfa açmaya hazırlanıyordu.
Üç Krallık Dönemi M.S. 220
Hanedanlıklar arası geçiş dönemlerinde ortalığı toz duman götürüyor, kılıcını çeken ve etrafına bir avuç asker toplayan komutan,
elde ettiği küçücük toprak parçasında, hükümdarlığını ilan ediyordu.
İbni Haldun’un dediği gibi toplumlar da insanlar gibi doğar, büyür ve ölürdü.
Ve nitekim Tang ordusu, sınırlarını savunmakta güçlük çekmeye başlayınca,
saat de geri işlemeye koyuldu. Sınır boylarında ülkeyi savunan komutanların
bazıları, ellerinde toplanan güçten sarhoş olup ayaklandılar. Öyle ki bunlardan
Hun kökenli An Lushan, ordusuyla gelip başkent Xi’an’ı bile ele geçirmeyi
başardı. Çinliler, Hunlarla ittifak yapıp An Lushan’ı başkentten çıkardılar,
ancak bu kez de kendilerine yardım eden Hunların başkentteki yağmasına
engel olamadılar.
Ortalık biraz yatışır gibi olmasına rağmen, bir süre sonra, artık bir Çin klasiği
halini almış olan köylü ayaklanmalarından biri daha patlak verdi ve Huang
Chao isimli bir köylü gerilla lideri, Tang’ın önemli şehirlerini basarak halkı
kılıçtan geçirdi. Dönemin imparatoru kaçtı, ama isyanlar ve onları bastırmaya
dönük çarpışmalar bir otuz yıl daha devam etti. Tang Hanedanlığı’nın
yıkılmasının ardından Çin, (evet bir kez daha!) kargaşaya yuvarlanıyor, yarım
asır sürecek olan bu kaos döneminde ülke değişik isyancı liderlerin hakimiyet
sürdüğü parçalara bölünüyordu. Bir bakıma imparatorluğa mola verilmişti.
Song Hanedanlığı ve teknolojik sıçrama
İnsanlık 960 yılını geride bıraktığında, isyancı liderlerden Chao Kuang Yin,
diğer isyancılara üstünlük sağlıyor ve kurduğu Song Hanedanlığı’yla, Taizu
(önde gelen ecdat manasında) adını alarak Çin’in yeni imparatoru oluyordu.
Zeki bir adamdı. Kendisinden öncekiler gibi gözü pek savaşçı kuzey
kabilelerini boyun eğdirmeye çalışmak yerine, onlara haraç ödeyerek, tüm
dikkatini askeri açıdan zayıf ama kültürel ve ekonomik yönlerden zengin
güney illerine yoğunlaştırdı. Buraları fethetti ve Çin’in büyük bir kısmı üzerinde
egemenlik kurdu. Taizu döneminde hammadde üretiminde patlama yaşandı.
Siyaset felsefesi, devlet yönetimi ve kültür gibi alanlarda zengin bir fikir
ortamı doğdu.
Song Hükümdarlığı, barutu savaşta kullanan ilk devlet oldu. Dış ticarette
zirve yaptı, zamanının en iyi gemilerini inşa etti. Dört güverteli, altı direkli ve
on yelkenli olan bu gemiler, aynı anda 500 kişi taşıyor ve o döneme göre
oldukça gelişmiş yön bulma teknolojisi barındırıyordu. Pusula ilk kez bu
dönemde kullanıldı. Çinliler bu gemilerle Asya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika
açıklarına kadar uzanırken, aynı dönemin Avrupa gemileri, kas gücü ve
yetersiz dümen ve küreklerle yolunu bulmaya çalışıyordu. Tıp alanında da
mesafe kat edilmişti. Sözgelimi 1145’te ilk otopsi Güney Çin’de yapıldı. İdari
pozisyonlarda rol almak için yapılan sınavlarda başarılı olmanın önemi artınca
eğitim de gelişti. Song döneminin sonlarına doğru dünyaca üne kavuşacak
mavi ve beyaz porselenler üretildi. En çok bilinen porselen çeşidi ise
Celadon’du.
Moğollar zengin bir Çin almış ama bir asırdan daha kısa bir sürede onu
gittikçe fakirleşen bir ülke haline getirmişti. Moğolların, komşu Japonya ve
Vietnam’ı ele geçirmek için düzenledikleri destansı seferlere ülke
kaynaklarının harcanması ve bu seferlerin fiyaskoyla sonuçlanması, bu
manzaranın başlıca nedeniydi. Yine Moğol döneminde yabancı tüccarlara
büyük ayrıcalıklar tanınmıştı. Yabancı tacirler vergiden muaftılar ve istedikleri
yere girip çıkıyorlardı. Oysa Çinlilere yabancı dil öğrenmek bile yasaklanmıştı.
Neticede Çin ticareti baltalandı, kasalar boşaldı. Moğolların, yönetim
kademelerinde deneyimli Çinlilere yer vermeyip kadrolaşmaya gitmesiyle de
devlet mekanizması bozulmaya başladı. Zaten birçok tarihçi Yuan
Hanedanlığı’nın yıkılmasının asıl sebebi olarak, Kubilay Han’ın kurduğu kast
sistemini gösterir.
Ming Hanedanlığı (1368-1644)
Çin’in kuzey sınırlarını Orta Asya’dan gelen işgalcilere karşı korumak üzere 5. ve 16. yüzyıllar arasında inşa edilen Çin Seddi’nin
toplam uzunluğu 8850 km civarında. Asırlara yayılan inşa sürecinde 2-3 milyon civarında Çinlinin öldüğü tahmin ediliyor. Ming
Hanedanlığı döneminde 1 milyon asker duvar üzerinde gözcülük yapıyordu.
İngiltere Çin’i keşfedince çay ve ipek ticaretine başladı. Fakat Çin’e satacak malları yoktu. Ta ki afyon satmaya başlayana kadar.
Afyon Çin’de çok rağbet gördü, milyonlarca Çinli afyon bağımlısı oldu! Öyle ki Çinliler, ülkeyi bu illetten kurtarmak için İngilizlerle
savaşmayı bile göze aldılar. Ama yenildiler. Hem afyon ticareti serbest kaldı, hem de Batılılar, elde ettikleri ayrıcalıklarla ülkeyi hallaç
pamuğu gibi savurdu.
Hadım edilmiş harem ağaları, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, Çin İmparatorluğu’nda da önemli bir rol
oynadı. Birçok saray darbesi ve ayaklanmada parmağı olan hadımların, toplumda ayrıcalıklı bir yeri
vardı. Birçok aile, hem çocukları hem de kendileri rahat eder umuduyla, çocuklarını bizzat saraya
kendi elleriyle teslim ediyordu.
Moğolların idaresindeki Çin’de, tüm olumsuzluklara rağmen kültürel çeşitliliğin korunmasına önem
verildi. İslam, Hıristiyanlık ve Budizm’e hoşgörü gösterilirken, Konfüçyanizm en yaygın felsefe olarak
imparatorluğu etkisine aldı.
Ming Hanedanlığı, bilimsel gelişmeler söz konusu olduğunda tüm dünyayı geride bırakmıştı. Li
Shizhen’in tıp, Song Yingxing’in havacılık ve Xu Guangqi’nin tarım üzerine yazdığı kitaplar, bugün bile
dönemin bilgi birikimine ışık tutan kaynaklar olmaya devam ediyor. Hatta oldukça yaygın olan bir
rivayete göre Wan Hoo adındaki bir bilim adamı etrafını barut dolu füzelerle donattığı bir sandalyeyle
uçmayı denemiş, bir süre havalandıktan sonra düşerek ölmüş ve insanoğlunun gökyüzünü fethetme
macerasının ilk kurbanı olmuştu!
Venedikli ünlü seyyah Marco Polo, Moğol idaresindeki Çin’e yaptığı seyahatte Kubilay Han’ın
sarayında kalmış, gözlemlerini naklettiği kitabı, Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan insanlar için yeni ve
zengin bir dünyanın kapılarını açmıştı. Marco Polo Çin’de gördüğü Moğol savaşçılarından şöyle söz
ediyordu: “Bir Moğol askeri yere inmeden, at sırtında iki gün iki gece geçirebilirdi, kimi zaman ise at
yoluna devam ederken asker eyer üzerinde uyurdu...”
Çin İmparatorluğu, en geniş topraklara 13 milyon kilometrekare ile Qing Hanedanlığı’nın İmparatoru
Qianglong döneminde ulaştı. Bu topraklarda 432 milyon kişi yaşıyordu.
Çinli kadınlar demir ayakkabılar giyerek ayaklarının hep küçük kalmasını sağlarlardı. Ming
Hanedanlığı’ndan sonra Çin’in efendisi olan Mançular, bunu yasakladı. Fakat yasak işlemeyince bir
süre sonra kaldırıldı.
Çay, Çinlilerin dünyaya bir armağanıdır. İnanışa göre Shen Nong isimli bir Çinli, zehirlendiği sırada,
kendisine şifalı gelebilecek bir bitki ararken çayı bulmuş ve yiyerek iyileşmiştir. Ardından Çinliler bu
yeni bitkiyi sıcak suyla karıştırıp içmeye başlamışlardır.
Kâğıt da Çinlilerin icadıdır. Önceleri notlarını bambuların üzerine düşen Çinliler, bir süre sonra
bambuların çok yer kaplaması üzerine çaput, kenevir, eskimiş balık ağları ve ağaç kabuklarını bir
potada eriterek kâğıdı buldular!
İpek, pusula, havai fişek, uçurtma, porselen ve abaküs de Çinlilerin icadıdır!
Çin imparatorları sürekli başkent değiştirmiş, seçimlerini de dini inanışlarına ve kozmolojiye göre
yapmışlardı. Antik dönem Shang kralları Anyang’ı, Konfüçyanizmin etkisindeki Ch’in Hanedanlığı
Xianyang ve Chang’an’ı, Han Hanedanlığı Roma’dan sonra dünyanın o dönemdeki en büyük şehri
Luoyang’ı, Jin Hanedanlığı Nanjing’i, Sui ve Tang hanedanlıkları tekrar Chang’an’ı, Moğollar Dadu’yu
(ki sonradan Pekin adını alacaktır), Ming’ler önce Nanjing’i, ardından da Yasak Şehir adıyla bilinen
imparatorluk sarayının inşa edildiği Pekin’i başkent olarak tercih etmişti.
Bizans İmparatorluğu
330-1453
“Dünyanın başlangıcından beri, bu kadar büyük bir zenginlik ne İskender’in ne de Şarlman’ın zamanında
görülmüştü. Dünyanın en zengin kırk ülkesini toplasanız, sanmıyorum ki Konstantinopol kadar etsinler.
Yunanlılar der ki dünyadaki zenginliğin üçte ikisi Konstantinopol’dedir, geri kalan üçte biri ise dünyanın geri
kalanına dağıtılmıştır.”
Robert Clari (1204’te Konstantinopol’ü işgal eden Haçlı ordusu askerlerinden)
Bizans mimarisinin en görkemli eseri olan Ayasofya Kilisesi, 33 metre çapı ve 55.60 metre yüksekliğindeki kubbesiyle uzun bir süre
Hıristiyan dünyasının en büyük ibadethanesi olarak kaldı. Rivayetlere göre İmparator Justinian, 27 Aralık 537’de kilisenin açılış
törenine geldiğinde, Ayasofya’nın önünde durmuş ve “Ey Süleyman, işte seni geçtim!” diye haykırmıştı. Hz. Süleyman’ın
Kudüs’te yaptırmış olduğu mabet, o zamana kadarkilerin en büyüğüydü.
İmparator Justinan 565’te öldüğünde Bizans İmparatorluğu’nun sınırları bu şekildeydi. (University of Texas Libraries)
Konstantinopol’ün etrafını çevreleyen ve Theodosian Duvarları olarak bilinen surlar, asırlar boyunca şehri almak isteyen yabancı
güçlerin hevesini kursağında bıraktı.
Lakin Pers topraklarını süratle ele geçiren Müslümanlar, Bizans’ın kalbi söz
konusu olduğunda aynı şeyi yapamadı. Müslüman Araplar 67476 ve 71777
yıllarında iki kez Konstantinopol’ü kuşattıkları halde, ele geçirenin cennetle
müjdelendiği bu şehri almayı başaramadılar. İkinci kuşatmanın ardından
rüzgâr Müslümanların aleyhine esmeye başladı. 717-741 yılları arasında
Bizans’ın efendisi olan III. Leo döneminde Bizans orduları karşı saldırıya geçti.
Makedonlar Bizans’a altın çağını yaşatıyor
Bizans’a en parlak dönemini, iktidarları 9. yüzyılın sonlarından başlayıp 11.
yüzyılın başlarına kadar devam eden Makedon imparatorlar silsilesi yaşattı.
867-886 yılları arasında Bizans tahtında oturan Makedonya doğumlu I. Basil
(Makedonyalı Basil olarak bilinir) ile başlayan bu iki asırlık dönemde Bizans,
her açıdan ayağa kalktı. Şehir hayatı gelişti, ticaret ve bununla birlikte nüfus
arttı. Kültürel açıdan ciddi gelişmeler yaşandı. Antik dönem Yunan
klasiklerinin korunması, çoğaltılması ve Batı’ya taşınması da bu dönemde
gerçekleşti. İmparatorluğun toprakları Justinian dönemine nazaran küçülmüş
olmakla birlikte politik ve kültürel açıdan tam bir bütünlük içerisindeydi.
Her ne kadar Altın Çağ’ın tüm kredisi 867-886 yılları arasında iktidar olan I.
Basil’in hanesine yazılsa da aslında Bizans Rönesansı, selefi III. Michael
döneminde başlamıştı. Bu dönemden itibaren takip edilen sıkı mali
politikalarla altın rezervi artmış, hazine dolmuştu. Bu sayede oluşturulan
güçlü orduyla, daha önce İslam idaresine geçen Damietta (Mısır/Dimyat),
Melitene (Malatya), Dalmaçya ve Suriye civarı, Kıbrıs ve Girit gibi topraklar
geri alındı. Hatta bir ara Bizans ordusu, 969–976 tarihleri arasında imparator
olan I. John Tzimiskes idaresinde Kudüs kapılarına bile dayandı.
Bu dönem Bizans’ın diplomasiyi de kıvraklıkla kullandığı bir zaman dilimi
oldu. Bizanslılar, imparatorluğu sürekli tehdit eden Bulgarlar, Ruslar ve
Polonyalıları birbirlerine karşı kullanarak ayakta kalmayı ve yeri geldiğinde de
bu güçleri mağlup ederek kendilerini sağlama almayı başardılar. Altın Çağ’da
Ruslarla, başlangıçta savaş yoluyla girilen yakın ilişki, ileride sıkı bir siyasal
kültürel ittifaka dönüşecek; Bizans kültürü ve Ortodoksluk, Rusya’yı etkisi
altına alacaktı.
Türklerin 1071’de Malazgirt’te Bizanslıları yenerek Anadolu’ya girmesi, Bizans İmparatorluğu açısından sona giden yolun ilk adımı
olmuştu. (http://byzantineempire.info)
Roma İmparatoru Constantine, doğu ve batı kültürlerinin birleştiği noktada ve kolay savunulabilir bir
konumda olması nedeniyle Roma’nın başkentini Byzantium’a taşımış, şehrin adını da Nova Roma’ya
(Yeni Roma) çevirmişti. Constantine’in ölümünün ardından Konstantinopol adını alan şehir, M.Ö. 6.
yüzyılda Yunan balıkçı kolonisi olarak kurulmuştu.
Roma İmparatorluğu’nun başkentinin 324’te Roma’dan Konstantinopol’e taşınması ile filizlenmeye
başlayan Bizans İmparatorluğu, on beşinci yüzyıla kadar Batı Akdeniz’de Hıristiyanlığın ve Batı
medeniyetinin temsilciliğini yaptı.
Bizans’ın Roma’dan devralıp zenginleştirdiği siyasi, kültürel ve dini miras, Arnavutluk, Ermenistan,
Belarus, Bulgaristan, Kıbrıs, Mısır, Gürcistan, Yunanistan, Romanya, Rusya Federasyonu, Sırbistan,
Suriye, Ukrayna ve Türkiye gibi modern devletler üzerinde büyük bir etki bıraktı.
Konstantinopol, Bizans ve Yunan kültürlerinin mükemmel bir sentezi olarak zamanla kendine has bir
kimlik kazandı. Yunanlılardan din (Doğu Ortodoksluğu), dil ve felsefeyi alırken Roma’dan da hukuk,
mühendislik, devlet yönetimi ve askeri kültür mirasını intikal ettirmişti.
Bizanslılar, hiçbir zaman kendilerini bu şekilde isimlendirmediler. Onlar kendilerini ‘Romalı’ olarak
tanımlıyorlardı. ‘Bizanslı’ tabiri, daha çok Batılı tarihçiler tarafından, Konstantinopol’de yaşayanları ayırt
etmek için kullanılmaya başlanmış, zamanla bu kullanım yaygınlaşmıştı. Diğer bir deyişle, Bizanslılar
açısından Bizans ayrı bir imparatorluk değil, Roma’nın ta kendisiydi.
Neredeyse 1100 yıllık tarihe sahip Konstantinopol onlarca defa kuşatılmasına rağmen, ilkinde Haçlı
Ordusu, ikinci ve son keresinde de Osmanlılar tarafından olmak üzere sadece iki kez ele geçirilebildi.
Bizans imparatorlarının şehri asırlarca savunabilmesinin sırrı, tüm düşmanlara kan kusturan ve tarihin
ilk yangın bombası olarak bilinen Yunan Ateşi idi. Kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan bu
kimyasal, karadan ya da denizden Bizans’a saldıran düşmanlara hayatı zindan ediyordu. Zira suya
değdikçe sönmek bir yana, daha da şiddetli yanıyordu!
Bizans imparatorları, ince diplomatik zekâları, düşmanları birbirlerine kırdırabilme yöntemleri, evlilikleri
stratejik ortalıklara dönüştürebilme marifetleriyle dikkat çekmiş; istihbarata önem vermiş ve yeri
geldiğinde savaşmaktan çekinmemişlerdi. Son Bizans İmparatoru XI. Constantine’in Osmanlılara
karşı savaşırken şehir surlarında öldüğüne inanılır.
İmparatorluk Roma’nın doğudaki parçası olarak vücut bulmasına rağmen, zaman içerisinde, farklı bir
coğrafi odak ve kendine has bir kimlikle gelişti. Bizans medeniyeti, Roma kültürünü sindirip üzerine
eklemeler yaparak, Yunan ağırlıklı, daha özgün bir yapıya büründü. Bu kültür Rusya başta olmak
üzere neredeyse tüm Doğu Avrupa’yı siyasi, kültürel ve dini açıdan şekillendirdi.
Slav krallıkları, özellikle de Bulgarlar, Bizans’ın başını çok ağrıttı. İmparator II. Basil, Bulgar Krallığı’nı
imparatorluğa katarak bu tehdidi ortadan kaldırdı ve tarihe Bulgar Kasabı olarak geçti. Zira
(muhtemelen abartılarak) anlatılanlara göre Bulgarları mağlup ettiği savaşta esir aldığı 15 bin
askerden her 100 tanesinden 99’unu kör ettirmiş, birini ise kör arkadaşlarını evlerine götürmesi için
sağlam bırakmıştı!
Bizans ile Roma arasındaki en büyük fark, inançtan kaynaklanıyordu. İmparatorluğun bu iki
parçasındaki kiliseler arasındaki teolojik ihtilaflar neticesinde 1054’teki Büyük Kopma yaşandı ve
Roma Katolik Kilisesi’nin yanı sıra Doğu Ortodoks Kilisesi sahneye çıktı.
Milattan Sonra 400 yılıydı. İç çekişmeler, yolsuzluklar ve savaşlardan yorgun düşmüş olsa da Roma
İmparatorluğu, halen Eski Dünya’daki en büyük güçtü. Derken doğudan, yeni, yırtıcı, atak,
acımasız ve kartallar kadar bağımsız bir topluluk çıkageldi. At üzerinde yiyor, at üzerinde
uyuyorlardı. Tarih onları Hunlar olarak bildi. Romalıların endişeyle hatırladığı bir efsaneye göre bir gün
bir adam çıkagelecek ve başına buyruk yaşayan kavimleri bir araya toplayarak Roma’nın dünyaya
hükmetme hakkına meydan okuyacaktı. Bu adamın adı Attila, başına geçtiği kavimlerin oluşturduğu
birlik de Hun İmparatorluğu oldu. Hunlar Avrupa’yı titrettiler. Çok kan döktüler, Batı Roma’nın
sonunu hazırladılar…
Hunlar kadar Avrupa’yı teröre boğan bir başka millet olmamıştır denilebilir. Dördüncü yüzyılın sonlarına doğru ‘beklenmedik bir
anda’ ortaya çıkmış, önlerine çıkan her şeyi ezerek Roma sınırlarına dayanmışlardı...
Attila, ordusunu daha fazla yıpratmamak adına, geri çekilmekte olan Roma
ordusunu takip etmedi. Kimi tarihçilere göre, buna mecali de kalmamıştı. Zira
cephedeki cesetlerin sebep olduğu salgın hastalık, sağlam askerleri pençesine
almış, kırıp geçiriyordu. Bu nedenle Attila da geri çekilmek zorunda kaldı. Bir
süre dinlendikten sonra öldürücü darbeyi vuracaktı.
Attila’nın imajı sarsılıyor, gerileme başlıyor
Avrupa topraklarına düzenlediği bir seferde ilk kez ezici bir üstünlük
kuramayan87 ve geri çekilen Hun hükümdarının ‘yenilmez savaşçı’ imajı
sarsılmış, Avrupa’nın barbar ve barbar olmayan kavimlerinin, bileği bükülmez
gibi görünen Hunlar karşısında kendilerine olan güvenleri artmıştı. Bu
durumdan yararlanmaya kalkışmakta gecikmeyeceklerdi. Doğu Roma’nın,
mevcut antlaşma şartlarını çiğnemeye başlaması uzun sürmedi. Buna karşılık
Hun lideri, ilk etapta Doğu Roma’yı istila etmeyi düşünse de bu fikrinden
çabuk caydı. Asli hedefinden sapmayacaktı.
Attila’yı, 451 yılında Vizigotlar ve Batı Romalılara karşı verdiği Chalons Savaşı’nda tasvir eden bir çalışma. Bir çok Batılı tarihçiye göre
Attila’nın Chalons Savaşı’nda durdurulmasıyla Batı Medeniyeti topyekün bir yıkımdan kurtulmuştu.
Papa I. Leo, Po ve Mincio ırmaklarının kesiştiği yerde Attila ile bir araya gelip, onu İtalya’dan ayrılmaya razı etmişti. Aradan geçen
onca asra rağmen, ikilinin ne konuştuğu halen bilinmiyor. Kesin olan tek şey, Roma’yı işgalden kurtaran Leo’nun bir aziz
mertebesine yükselmiş olması. Barok dönem İtalyan ressamlarından Francesco Solimena’nın (1657- 1747) Avrupa’yı kurtaran bu
buluşmayı resmeden çalışması.
450 yılında Atilla’nın İmparatorluğu Roma İmparatorluğu’nu kuzeyden hapsetmişti adeta. (Historical Atlas, William R. Shepherd)
(Renklisi haritalar bölümünde)
Attila idaresindeki Avrupa Hun İmparatorluğu, en parlak döneminde 4 milyon kilometrekarelik bir
alana yayılmıştı. Bu hali ile coğrafi büyüklük açısından orta ölçekli imparatorluklar sınıfına girer.
Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kuran Hunların, kavimler göçü esnasında yaşanan nüfus hareketleri
sonucu Çin diyarından koparak Hazar üzerinden Avrupa’ya ulaştığına inanılır. Bu düşünceye göre,
iklim değişiklikleri, yazları kısaltıp kışları uzatınca, bu duruma dayanamayan Hunlar, yeni diyarlara
yelken açmıştır. Bununla birlikte son yıllarda, Kavimler Göçü’nün gerçekliğiyle ilgili bilimsel şüphelerin
arttığını da eklemek gerekir.
Her ne kadar Türklerle Hunlar arasında yakın akrabalık ilişkisi olduğu iddia edilse de bunu ispatlayan
somut deliller yoktur. Zira dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Orta Asya’daki nüfus
hareketleriyle ilgili çalışmalar, meraklısını öylesine karışık ve içinden çıkılmaz sonuçlara götürmektedir ki
buradan hareketle, dünyadaki herkesin birbiri ile ilişkisi olduğunu savunmak mümkün olduğu gibi, tam
tersi de söz konusu olabilir!
Hun ordusu, sanılanın aksine, sadece Hunlardan oluşmuyordu. Roma sınırlarındaki birçok kavim
boyunduruk altına alınmış, daha sonradan bunlardan devşirilen askerlerle Hun ordusu tahkim
edilmişti. Bu bakımdan Attila’nın ordusu çok uluslu bir güç gibiydi.
Latin kaynaklarında Attila, barbar bir kral olarak tasvir edilirken, Hun İmparatorluğu ile yakın ilişkiler
içerisine girmiş olan bazı Slav ve Germen halklarının destanlarında ve kendisiyle birebir ‘akrabalık’
ilişkisi kuran Macar ve Türk kültürlerinde asil bir kumandan ve güvenilir bir müttefik olarak resmedilir.
Bir kez meclisinde bulunma imkânına kavuşmuş olan Bizanslı tarihçi Priscus, Attila’yı ‘zeki, merhametli
ve tevazu sahibi biri’ olarak anlatır. Ve muhtemelen gerçek, her zaman olduğu gibi, bu anlatılanların
ortasında bir yerdedir.
Kan dökülen bir süreç sonunda hilafeti üzerlerine aldıkları ve seçim mekanizmasıyla işletilen bu
önemli makamı babadan oğla geçen bir saltanata dönüştürdükleri için Emeviler İslam toplumları
nezdinde hep bir parça ağız burukluğu ile anılır. Bu daha çok ashabın kendi arasındaki bir dizi ihtilafın
günümüz siyasi terminolojisiyle süzülmesinden kaynaklanır. Emeviler döneminde, değişik
mülahazalarla Müslümanlar arasında kan dökülmüş, sürekli titreşen bir fay hattı olarak Şii ve Sünni
mezhepleri ve bunların birbirlerine mesafeli yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Bu eleştiriler doğrudur. Lakin
tüm bu ‘haksızı olmayan’ doktriner tartışmaları ve Ashab-ı Kiram arasındaki sorunların hallinde adalet
uygulamalarına dönük felsefi yaklaşımları bir yana bırakırsak, Emeviler, kendi adlarını taşıyan devletle
imparatorluklar tarihinin en önemli oyuncularından biri olmuş, İslam bayrağını Hindistan’dan
İspanya’ya yayılan bir kuşakta dalgalandırarak, egemen oldukları çağı siyasi, kültürel ve bilimsel
açıdan dönüştürmüşlerdi…
Emevi İmparatorluğu
(661-750)
“Ey Nas! Kuşkusuz Kur’an’dan sonra kitap, Muhammed’den(sav) sonra peygamber yoktur. Bilesiniz ki ben
hâkim değil, infaz ediciyim. Kanun koyucu değil, tabiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayırlı değilim; üstelik
içinizde yükü en ağır olan kişiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim değildir. Şurasını iyi biliniz ki
Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”
Sekizinci Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz
İslam’ın ilk halifesi Ebu Bekir döneminde Müslüman akıncılar, Arap yarımadasının dört bir yanında at koşturuyordu.
Tarık bin Ziyad komutasındaki İslam orduları, 711 yılında, Cebelitarık Boğazı’nı aşarak tüm İspanya’yı İslam topraklarına katmayı
başardılar.
Hz. Hüseyin’in şehit olmasıyla başlayan İkinci Fitne dönemi, 685-705 yılları
arasında hüküm sürecek olan Mervan’ın oğlu Abdülmelik’in halifeliğiyle sona
erdi. Bu zaman zarfında meydana gelen ve gerçek anlamda sadece İslam
âlimleri tarafından analiz edilebilecek kardeş savaşlarının yatışmasının
ardından Emevilerin hâkimiyeti pekişti. Yine de hem Şiiler hem de Hariciler,
güçlü birer muhalefet odağı olarak kalmaya devam edecekti.
Halife Abdülmelik de selefleri gibi içeride Emevi karşıtlarıyla boğuşurken
dışarıda da gayrimüslimlerle savaşmaktan geri durmuyordu. Bizanslıların
kontrolündeki Mısır’ın bazı bölümlerini fethedip Kartaca’ya, oradan da Kuzey
Afrika’nın batı bölgelerine kadar ilerledi, Türkistan içlerine kadar ulaştı. Yine
bu dönemde imparatorluğun iç yapısı revize edildi. Arapçaya önem verildi,
yeni sikkeler basıldı ve görkemli mimari eserlere imza atıldı.
Emeviler en geniş sınırlarına ulaşıyor
İslam topraklarının göreceli bir sükûnet yaşadığı bir dönemde iktidara gelen,
Abdülmelik’in oğlu ve halefi I. Velid, 705-715 yılları arasında sürdürdüğü
iktidarı boyunca bu ilk İslam imparatorluğunu tarihinin en geniş sınırlarına
ulaştıracaktı. Velid’in orduları Semerkant ve Buhara gibi önemli ticaret
merkezlerini ele geçirmiş, Hindistan’ın Sind eyaletinin kapılarına dayanmayı
başarmıştı. Ama en görkemli açılımını Kuzey Afrikalı kumandanlarından Tarık
bin Ziyad’ın101 destansı seferiyle yapacaktı.
Ziyad komutasındaki İslam orduları, 711 yılında Kuzey Afrika’nın Berberi
kavimlerinin de yardımıyla Cebelitarık Boğazı’nı aşarak İspanya’yı fethe
soyundu ve nihayet 716’da İspanya’yı hâkimiyet altında tutan Vizigotları102
mağlup ederek tüm ülkeyi İslam topraklarına kattı. Kısa zamanda Avrupa
içlerine doğru ilerleyen İslam orduları, Pirene Dağları’nı aşarak Fransa’ya
girecek, ancak 732’de Puvatya’da (Poitiers) Hıristiyanlar tarafından mağlup
edilince Müslümanların Avrupa içlerindeki ilerleyişi Osmanlılara dek duracaktı.
Puvatya’daki karşı darbeye rağmen Müslümanlar, Endülüs Emevi
İmparatorluğu çatısı altında yaklaşık yedi asır boyunca İspanya’da hüküm
sürecekti. Doğuda ise 710 yılında İndus nehrine kadar ulaşılmıştı. Böylelikle
Velid’in başında bulunduğu Emevi İslam İmparatorluğu’nun sınırları,
İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanmış oluyordu!
Velid zamanında İslam medeniyetinin ilk büyük mimari eserleri de vücut
bulmaya başladı. Bunların en önde geleni, halen Şam’da bulunan Emevi Camii
olacaktı. Aynı yıllar İslami saray kültürünün filizlendiği zaman dilimiydi.
Halifelerin himayesi altındaki sanatçılar ve yazarlar, İslami fikirler üzerinde
yükselen; kısmen seküler, yeni bir kültürün inşasına soyunmuştu.
Velid, aynı zamanda İslamlaşma ile Araplaşmayı harmanlayan isim oldu.
Fethedilen topraklardaki tebaa Müslüman olmaya zorlanmıyor, eşit
vatandaşlar olarak kabul edilmemekle birlikte, ödedikleri bir vergiyle (cizye)
temel haklarını muhafaza edebiliyorlardı. Bununla birlikte Arap olmayan
birçok millet, Müslümanlığı kabul etmeye başlamıştı. Bu durum o ana kadar
benimsenen ‘Müslüman eşittir Arap’ anlayışını sarsıyordu. Özellikle Mısırlı
Kıptilerin ve Perslerin İslamiyet’i kabulüyle Arapçanın hâkim dil vasfının tehdit
altına girdiğini düşünen Emeviler, Arapçayı imparatorluğun resmi dili ilan
edecek ve böylelikle, kimi tarihçilere göre Arapçanın İslam topraklarındaki
tartışılmaz önceliğini sağlama alacaklardı.
İmparatorluk mali krizin pençesinde
I. Velid’den sonra yerine geçen oğlu Süleyman, Konstantinopol’ü almak
istiyordu. Seksen bin kişilik ordusuyla şehri kuşattı, ancak bir yıl süren bu
seferden eli boş dönmek zorunda kaldı. Hem imparatorluğun itibarını
zedelemiş hem de ülke hazinesini kurutmuştu. Ölüm döşeğindeyken Hicaz
Valisi Ömer bin Abdülaziz’i kendi halefi olarak tayin edip çökmekte olan
ekonomiyi kurtarmakla görevlendirdiğinde, etrafındakiler muhtemelen bıyık
altından gülüyorlardı. Ekonomik çöküntü, dönülmez noktaya gelmişti.
Aslına bakılırsa, fiyaskoyla sonuçlanan Konstantinopol seferi, imparatorluğu
avuçlarına alan mali krizin sebebi değil, sadece patlama noktasıydı. Asıl
mesele daha derinlerde yatıyordu. Daha en başından imparatorluk,
Müslümanları kayıran bir vergi sistemi kurmuştu. Müslümanlar, onda birlik
aşar vergisiyle ağır yükten muaf tutuluyordu. Zamanla imparatorluğun
gayrimüslim tebaası da hem bu ayrıcalıktan yararlanmak için hem de başka
sebeplerden dolayı İslam’ı kabul etmeye başlayınca devletin vergi gelirleri
azalmıştı. Bu arada Müslüman olmayıp doğrudan Haricilerle ittifak kurarak baş
kaldıran ve vergi denetiminden kaçanlar da olmuyor değildi. Ömer bin
Abdülaziz, keyfi tasarruflarda bulunan ve halk tarafından sevilmeyen
idarecilerin yerine yenilerini getirdi. Yaptığı tayinlerde ehliyete ve ilme önem
veriyordu. Kısacası, Ömer bin Abdülaziz, halkına İslam tarihinin en parlak
dönemlerinden birini yaşatmıştı.
Şam’daki Emevi Camii, imparatorluğun göz alıcı eserlerinden biri olarak dikkat çeker.
19. yüzyıl Fransız ressamlarından Charles de Steuben’in Endülüs Müslümanlarının Avrupa içlerindeki ilerleyişi durduran Toulouse
Savaşı’nı resmeden tablosu.
Şam’daki Emevi Camii ile Kudüs’teki Kubbetüs Sahra ve El Aksa camileri, imparatorluk döneminin en
parlak mimari eserlerindendir.
İmparatorluğun kurucu ailesi olan Emevilerin kökeni, Mekkeli Kureyş kabilesine bağlı
Ümeyyeoğulları’na dayanır. Aile, aynı zamanda üçüncü Halife Hz. Osman ile de akrabadır.
İmparatorluk, aynı dönemde doğuda etki alanını genişleten Tang Hanedanlığı (Çin) ile sık sık karşı
karşıya gelmiştir.
Arapçayı imparatorluğun resmi dili ilan eden Emeviler, özellikle şehir yönetimi ve planlamasıyla birlikte
İslami sanatlara yaptıkları katkılarla da hatırlanır.
Fransa’nın güneyinden Çin’in batısına kadar uzanan imparatorluğun başkenti olarak, hem merkezi bir
konumda hem de dönemin kervan geçiş noktalarının ortasında olması sebebiyle Şam seçilmiş,
imparatorluğun yıkılmasının ardından Şam, bir daha hiçbir zaman eski etkinliğine kavuşamamıştır.
Emevilerin, Sind’deki Budist manastırlarını tahrip etmesi, bir asır süren imparatorluk tarihinde, ele
geçirilen topraklardaki yerleşik değerlere yönelik ilk ve son eylemdir.
Emevi Devleti, Müslümanlar tarafından kurulan ilk büyük imparatorluktur. İkinci büyük İslam
imparatorluğuna imza atan Abbasiler tarafından 750 yılında tarih sahnesinden kaldırılmıştır.
Batı Roma’nın yıkılmasının üzerinden yirmi yıl bile geçmemişti ki Franklar, Roma İmparatorluğu’nu
tekrar canlandırmaya soyundu. Çokları bu fikre gülüp geçmişti. Ta ki neredeyse tüm Avrupa’yı
hâkimiyeti altına alan Frank Kralı Şarlman, 800 yılında Papa tarafından ‘Kutsal Roma İmparatoru’
ilan edilene dek! Şarlman’la en parıltılı dönemini yaşayan bu ‘alternatif’ Roma İmparatorluğu, sisteki
bir gemi gibi, bazen direğini gösterdi, bazense küpeştesini. Ama hiçbir zaman bir bütün olarak
sahneye çıkmadı. Bizans’ın titrine ortak oldu, papalarla imparatorların iktidar savaşınaysa sahne.
‘Romalığı’ ve ‘kutsallığı’ kazındığında altından ‘Almanlığı’ göründü, Avrupa’yı Osmanlılara karşı
savunmaya çalışan Habsburgların elinde bir kalkana dönüştü. Ortadan kalkışı da doğumu kadar
ilginç oldu…
Noel günü St. Peter Katedrali’nde yapılacak törenle Papa, Şarlman’ın oğlu
Louis’i babasının veliahdı ilan edecekti. Ya da en azından herkes böyle
sanıyordu. Ancak elindeki tacı bir anda Şarlman’ın başına yerleştiren III. Leo,
kimsenin beklemediği şekilde, Frank Kralı’nı ‘imparator’107 ilan edivermişti!
Şarlman, iddialara göre, bu emrivakiden duyduğu rahatsızlığı gizlemese de
unvanı kabul etti. Zaten rahatsızlığının da diplomatik hesaplara dayandığı
söyleniyordu. Zira Batı Roma yıkılmıştı ama Doğusu sapasağlam ayaktaydı ve
Konstantinopol’deki imparatorun gerçek Roma İmparatoru olduğundan
kimsenin şüphesi yoktu.
Yine de Germen kavimlerinin oluşturduğu konfederasyonun başındaki
Şarlman ile Papa arasındaki bu kamusal tören, aslında bir bakıma Batı
Avrupa’daki siyasi güç dengesini yansıtıyordu. Papa’nın Hıristiyanlığı ve tabii ki
Papalığı koruyacak bir güce, Şarlman’ınsa kendisine sınırsız manevi güç
verecek bir desteğe ihtiyacı vardı! İşte neredeyse tüm Orta Çağ boyunca
önemli bir rol oynayacak olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun (KRİ) temelleri
bu şekilde atılmıştı. İmparatorluk her ne kadar bir sonraki yüzyılda
kurumsallaşacak olsa da temeli, St. Peter Katedrali’nin ürpertici soğukluğunda
Şarlman’a yakıştırılan şu unvanın içinde yatıyordu: “Tanrının taçlandırdığı en
büyük Augustus, yüce ve barışsever imparator!”
Şarlman, hayatta olduğu sürece, Konstantinopol’deki Roma İmparatoru I.
Michael’i, kendisinin de ‘Batı’nın İmparatoru’ olduğuna ikna etmek için
gerektiğinde güç, gerektiğindeyse diplomasi kullanacak, ancak başarılı
olamayacak; üstelik Bizans ile KRİ arasındaki bu husumet, gelecek dört asır
boyunca devam edecekti. KRİ için bugüne kadarki en güzel tanımlamayı
yapan Fransız yazar Voltaire’in de dediği gibi KRİ, “ne kutsal, ne Romalı, ne
de imparatorluk”tu. Bu kimlik bunalımı, imparatorluğun peşini hiç
bırakmayacaktı…
Şarlman Romalı değil, Germendi. Üstelik Roma’yı sadece dört kez ziyaret
etmiş ve imparatorluğunu Aachen’den yönetmeyi tercih etmişti. Hatta
oğlunun taç giyme törenini de Germenya’da yapmıştı. Aslına bakılırsa bu
alternatif ‘Roma İmparatoru’ unvanı, Şarlman’ın ölümünün ardından, Papalarla
Frank krallarının gözünde, gerektiğinde raftan indirilip kullanılabilecek, el
altında bulundurulmasında fayda görülen, zaman zamansa görmezden gelinen
bir iktidar enstrümanı olmaktan öteye gitmeyecekti.
Şarlman öldüğünde Barselona’dan Tuna Nehri’ne, İtalya’dan Kuzey Denizi’ne
uzanan imparatorluğunun sınırları içerisinde yok yoktu: Franklar, Saksonlar,
Yahudiler, İspanyollar, Lombardlar, Romalılar, Bavyeralılar, Avarlar, Slavlar ve
daha nicesi.
Kutsal Roma İmparatoru Frederick Barbarossa III. Haçlı Seferi’ne hazırlanıyor. (LIFE)
Kutsal Roma İmparatorluğu (KRİ), Frank Krallığı’nın Germenya’ya (Almanya) tekabül eden
toprakları üzerinde yükselmişti. Bundan dolayı, kendisi de bir Germen olan Şarlman (Charlemagne),
Alman İmparatorluğu’nun kurucusu sayılır; Alman kültür tarihi, Almanların ‘Büyük Karl’ olarak
isimlendirdikleri Şarlman’la başlar.
Yaygın kanaatin aksine, Şarlman, hiçbir zaman ‘Kutsal Roma İmparatoru’ ilan edilmemiş, kendisi de
bu titri kullanmamıştı. Ona verilen unvan, Konstantinopol’deki Doğu Roma İmparatoru’ndan
hareketle, ‘Batı’nın İmparatoru’ idi.
Şarlman’ın başında bulunduğu ve genellikle yanlış bir şekilde KRİ olarak ifade edilen devlet, aslında
Frank Krallığı’ydı. Sınırları, otoritesi, askeri ve politik gücüyle belki de tüm bu hikâyenin tek adam akıllı
imparatorluğu olan Şarlman’ın Krallığı, KRİ’nin özünü temsil etmesine rağmen hiçbir zaman ‘kutsal’
vasfına sahip olmamıştı. ‘Kutsal’ sıfatı özellikle Haçlı Seferleri’yle birlikte Avrupa Hıristiyanlarını mobilize
etmek için kullanılır oldu.
Frank Krallığı zaman içerisinde KRİ’ye dönüştü. Buna karşın KRİ hiçbir zaman Şarlman dönemindeki
gibi gerçek manada bir imparatorluk olamadı. Elle tutulur, gözle görülür ve gücü hissedilir bir
imparatorluk olmaktan ziyade, daha çok sembolik bir siyaset enstrümanı olarak kaldı. Bununla birlikte
Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı olan Habsburglar, uzun süre mülkiyetlerinde tuttukları KRİ’nin
sembolik gücünü Avrupa’yı Osmanlılara karşı savunmak için başarıyla kullandılar.
Moğol steplerinde hayata gözlerini açan bir çocuğun zihninde temelleri atıldı. Kan, gözyaşı, ayak
oyunu, ihanet ve acıyla örülü bir gençliğin sonunda “Bir daha asla kimsenin beni mağlup etmesine
izin vermeyeceğim” diyen bir yetişkinin hayallerinde ete kemiğe büründü. “Sadece aptallar
kaybedeceklerini bildikleri bir savaşa girer” diyen bir adamın ellerinde doğdu, onunla birlikte büyüdü.
Öyle büyüdü ki tarihin gördüğü en büyük imparatorluk oldu. Cengiz Han’ın, doğuda Pasifik
Okyanusu’ndan batıda Macaristan içlerine kadar uzanan Moğol İmparatorluğu, milyonlarca insanın
kanı ve yağmalanan diyarlar üzerinde yükselmiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı...
Moğol İmparatorluğu
(1206-1294)
“Kendilerine karşı koyan herkesin yok edilmesi ve terör, iyi test edilmiş birer Moğol taktiğiydi.”
David Nicole,
Moğol Savaş Ağaları/ The Mongol Warlords kitabının yazarı
Cengiz Han, en büyük destekçisi ve çocukluk arkadaşı Camoka’yı ortadan kaldırarak, dönemin Orta Asya steplerinde savaşçılık ve
yağmacılıkla geçinen Moğol kabileleri arasında geçerli olan tek dili; kılıcın dilini çok iyi konuştuğunu göstermişti.
Çin’deki kazanımlarıyla idare etmeye razı olan Cengiz Han, şimdi gözünü
başka hedeflere dikebilirdi. Önünde fethedilecek yeni diyarlar vardı. “Sadece
aptallar kaybedeceklerini bildikleri bir savaşa girerler” diyen Moğol lideri, atını
yeni maceralara doğru sürdü. Peşine yüz binleri katarak…
Moğol ordusu, Harzemşah’ı ezip geçiyor
1218’de Harzemşah İmparatorluğu sınırları içinde bir grup Moğol tüccarının,
ülkelerini işgale hazırlanan Cengiz Han’ın casusları oldukları gerekçesiyle Vali
İnalcık tarafından öldürülmesi, Cengiz’e batıya doğru ilerlemek için gereken
bahaneyi117 verecekti. Cengiz, Harzemşah İmparatoru Şah Alaeddin
Muhammed’den valinin kendilerine teslim edilmesini istedi. Yok, eğer
cevapları ‘Hayır’ olacaksa, o halde bir an evvel imparatorluklarının yıkıntıları
için ağlamaya başlayabilirlerdi.
Cengiz’in bu talebi, o zamanlar bir milyon kilometrekarelik bir ülkeye
hükmeden Şah’ın üzerinde, Wisconsin Üniversitesi’nden Steve Dutch’ın
ifadesiyle, “Haiti Devlet Başkanı’nın, Amerika Başkanı’ndan, Florida Valisi’ni
kendisine teslim etmesini istemesine benzer” bir etki bırakmıştı. Alaeddin
Muhammed Harzemşah, ikinci seçeneği tercih etti, ‘Hayır!’ dedi. Üstelik
Cengiz’in gönderdiği heyeti de ağır şekilde aşağıladı. Cengiz bunu
hazmedemezdi.
90 bin kişilik ordusuyla kuzeyden Harzemşah topraklarına giren Moğol lider,
generallerinden birini de 30 bin kişilik ordusuyla doğudan yolladı. Alaeddin
Muhammed’in ordusu 400 bin kişi olsa da düşmanın üzerine “yağmur gibi”
çullanan ve aşırı güçle destekli ani baskın taktiğini kullanan Moğol ordusu
karşısında tutunamadı, parçalara ayrılarak dağıldı. Harzemşah İmparatorluğu
Moğolların avucuna düşmek üzereydi. Şah kaçarak canını kurtarmıştı
kurtarmasına ama Cengiz, o ölmeden, bu ülkedeki hâkimiyetini tam olarak
tesis edemeyeceğini düşünüyordu. 20 bin kişilik özel bir orduyu Alaeddin
Muhammed’in peşine taktı.
Buhara, Semerkant ve Gürgenç Moğol işgalinde
Cengiz’in, “savaş köpekleri” olarak isimlendirdiği generalleri, Harzemşah
İmparatorluğu’nun önemli şehirleri Buhara, Semerkant ve Gürgenç’i ele
geçirdi. Sadece Buhara’da 20 bin kişilik Türk birliği Moğollar tarafından kılıçtan
geçirilmiş, şehirde sağ kalanlar idam edilmiş, sanatçılar ve tacirler
Moğolistan’a gönderilmişti. Savaşmamış olan gençler Moğol ordusuna dâhil
edildi. Halkın geri kalanı da köle olarak alındı. Moğol askerleri şehri
yağmaladı, yaktı, kül etti. Bu, Cengiz’in seferlerindeki rutin uygulamaydı.
Buhara’nın çöküşünün ardından Harzemlerin başkenti Semerkant’a doğru
yönelen Cengiz Han, Mart 1220’de kente ulaştı. Burası daha sıkı korunuyordu.
Kenti savunan 100 bin dolayında asker vardı. Moğol Hanı kenti kuşattığı
sırada oğulları Çağatay ve Ögeday da babalarına katılmıştı. Moğollar,
(klasikleşecek taktiklerinden biriyle) esirlerin bedenlerini siper gibi kullanarak
kent surlarına yaklaştı. Savaşın üçüncü gününde Semerkant garnizonu karşı
saldırıya geçti. Geri çekiliyormuş gibi yapan Cengiz, ki bu da klasik Moğol
taktiklerinden biriydi, 50 bin kişilik bir orduyu surların dışına çekmeyi başardı
ve hızla geri dönüp kovalayanları çembere alarak, bir meydan muharebesinde
yok etti. Beşinci günde 2 bin asker dışında Şah’ın bütün ordusu teslim
olmuştu. Kalanlar, Şah’a ölümüne bağlı askerlerdi ve son ana kadar
direnmeye kararlıydılar. Cengiz Han, kaleyi ele geçirdikten sonra teslim
şartlarına uymadı ve kendisine silah çeken herkesi, teslim olmalarına rağmen
öldürttü.
Cengiz’in, ‘savaş köpekleri’ olarak isimlendirdiği generalleri Harzemşah İmparatorluğu’nu yerle bir etti, sadece Buhara’da 20 bin
kişilik Türk birliği Moğollar tarafından kılıçtan geçirildi. Taş üzerinde taş, gövde üzerinde baş bırakılmadı.
Moğol atlıları, Rusya üzerinden Avrupa içlerine yöneldi. Macaristan, Polonya ve Rusya’daki irili ufaklı birçok şehir, dizlerine kadar
çamur ve kana bulanmış Moğol atlarının nalları altında eziliyordu. Moğol ordusu, ölümcül bir kasırga gibi, geçtiği şehirleri yerle bir
ediyor, sağlam kapı, tüten ocak bırakmıyordu. Moğol ordusuna komuta eden Batu Han ve Subutay, yeni hanın seçilmesine iştirak
etmek ve yeni oluşacak düzende kendi çıkarlarını sağlama almak için Rus topraklarına geri çekildi. Avrupa’nın işgali yarım kalmıştı.
Korkudan titreyen Avrupalılar açısından olan biten tam anlamıyla bir mucizeydi! Moğol güçleri, geri çekildikleri Rus topraklarında
250 yıl boyunca kaldılar ve bir daha asla Avrupa’nın içlerine o kadar gelemediler.
Moğollar Ortadoğu’da
1250’ye gelindiğinde Moğol İmparatorluğu, artık yarı bağımsız üç parçaya
bölünmüştü: Çin ve Moğolistan topraklarından oluşan bir bölüm, Pers
topraklarındaki İlhanlılar Devleti ve Rus topraklarındaki Altın Orda. Her ne
kadar teoride Karakurum’daki hana bağlı olsalar da pratikte her biri kendi iç
işlerinde bağımsızdı.
Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlıların lideri Hülagû, 1255’te Abbasi Halifesi’ne
savaş açarak Suriye ve Filistin’i işgal etti. İlhanlılar 1258’de Bağdat’a girip
şehri yerle bir ettikleri gibi Halife Mustasım’ı ve yakaladıkları diğer hanedan
üyelerini öldürdüler.122 508 yıllık Abbasi Hanedanlığı yerle yeksan olmuştu.
68 Küçük yaşlarda Çin kültürüne merak salmış, Çince öğrenmişti. Hanedan-lığının başkenti Pekin’di. Çin’de ilk
kâğıt para onun döneminde kullanılmaya başlandı. Sarayını, ünlü gezgin Marco Polo ziyaret etmiş, gördüğü
şatafat, gündelik hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında görüşlerine seyahatnamesinde yer vermişti.
69 Budist Uygurlar, Tibetliler, Hıristiyan Asuriler, Alanlar, Müslüman Araplar ve değişik Pers ve Türk
kavimlerinden oluşan topluluğa verilen genel isim.
70 Tam anlamıyla dramların çocuğuydu. Fakir bir çiftçi ailesinde doğmuştu. Hatta kız kardeşleri, fakirlikten
dolayı, başka ailelere evlatlık verilmiş, kendisi de yıllar boyu Budist tapınaklarında bir sığıntı gibi yaşamış,
dilencilik yapmıştı. En sonunda çareyi isyancı gruplardan birinin kanatları altına girmekte buldu ve kısa
zamanda liderlik ve savaşçılık becerileriyle sivrildi.
71 Ming devrine ait yeşil ‘Celadon’ porselenleri, içine zehirli bir yemek konulduğunda renginin kırmızı ya da
turuncuya dönüşmesi nedeniyle, Osmanlı padişahlarının saray için özel olarak sipariş ettirdiği parçalar
arasında yer alıyordu.
72 I. Afyon Savaşı 1839-1842’de Çin’le İngiltere arasında oldu. 1856-1860 arasındaki II. Afyon
Savaşı’ndaysa Fransa ile İngiltere, Çin’e karşı birlikte çarpıştılar. Savaşlarda yenilen Çin’de afyon ticareti iki
katına çıktı. Tarihin
demirden yapılı ilk savaş gemisi olan İngilizlerin Nemesis’i de bu savaşlarda kullanıldı. Batılılar, buhar gücüne
dayalı savaş teknolojisiyle Çinlileri hallaç pamuğu gibi atmıştı. Çin’deki hanedanlık sistemi bu utanç verici
mağlubiyetin ardından sorgulanmaya başlandı ve yeni rejim tartışmaları baş gösterdi.
73 Megala Ecclesia (Büyük Kilise) adıyla da bilinir. 10 bin işçinin çalışmasıyla 532-537 yılları arasında yapıldı.
Yapımında kullanılan malzemeler (sözgelimi Lübnan’daki Roma tapınaklarından getirilen sütunlar gibi)
imparatorluğun dört bir yanından taşındı. Bizans imparatorlarının taç giyme törenlerine ev sahipliği yaptı.
1453’te camiye, 1935’te de Atatürk’ün emriyle müzeye dönüştürüldü.
74 II. Pers İmparatorluğu ya da IV. İran Hanedanlığı olarak da bilinir. Toprakları bugünkü İran, Irak,
Ermenistan, Afganistan, Türkiye’nin doğusu, Suriye’nin bir kısmı, Pakistan, Kafkaslar, Orta Asya ve
Arabistan’ın tamamını kapsıyordu. II. Hüsrev döneminde Mısır, Ürdün, Filistin ve Lübnan da bir süreliğine
imparatorluğa dâhil olmuştu. Sasaniler, imparatorluklarını ‘İranşehr’ (İranlıların (Aryanların) memleketi)
olarak adlandırıyorlardı.
75 Bizans karşısında yaşanan hezimet, imparatorluğu kaosa sürükledi. II. Hüsrev henüz savaş esnasında
suikasta kurban gitmişti. Onu takip eden on iki hükümdarın hiçbiri imparatorluğu toparlayamadı. Ve
nihayetinde Sasaniler, başta Halid bin Velid olmak üzere, bir dizi Arap komutanın idaresindeki İslam
ordularıyla yaptıkları hiçbir savaşı kazanamayarak 637’de tamamen yıkıldı.
76 Emevi Halifesi Hz. Muaviye’nin oğlu Yezit’in komuta ettiği bu ilk kuşatma 4 yıl sürdü. 200 bin kişilik
orduyla gelen Yezit, Boğaz’ı çevreleyen ve Theodosian Duvarları olarak bilinen surları geçemediği gibi
kuşatma boyunca ağır kış şartlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu tarihlerde keşfedilen ve
suda yanabilen bir tür yangın bombası olan ‘Yunan Ateşi’, Arap donanmasına ağır zayiat verdirmiş,
nihayetinde Bizans donanması Araplarınkini yenerek kuşatmayı kaldırmıştı. Bu mağlubiyet, Emevilerin
Avrupa’yı hedef alan seferlerini otuz yıl boyunca durduracaktı.
77 Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki (tahmini) 200 bin kişilik Emevi ordusu, Konstantinopol’ü hem
denizden (tahmini 2 bin 500 gemiyle) hem de karadan 4 yıl boyunca kuşatmasına rağmen şehri alamadı.
Bunda özellikle Bizans’a yardım eden Bulgarların, şehri çevreleyen surların ve Yunan Ateşi’nin payı
büyüktü. Batılı tarihçiler, Bizans’ın bu başarısının, en az, Endülüs Müslümanlarının Avrupa içlerine dönük
ilerleyişinin durdurulduğu ve 732 yılında günümüz Fransa topraklarında gerçekleşen Poitiers (Puvatiye)
Savaşı (Tours Savaşı olarak da bilinir) kadar büyük öneme sahip olduğuna inanır. Emevilerin bir kez daha
mağlup olduğu bu ikinci kuşatmanın ardından Müslümanlar, 1453’e kadar Avrupa açısından tehdit
olmayacaktı.
78
Üçüncü yüzyıl dolaylarında Çin’in kuzeyinde yaşamış ve kökenleri tam olarak tespit edilemeyen bir kavim.
Bugünkü Moğolistan’a denk düşen topraklarla Güney Sibirya ve Doğu Mançurya arasında kalan bölgede
oldukça etkin bir savaşçı imparatorluk kurup Çinlilerin canlarını burunlarından getirmişlerdi. Ünlü Çin Seddi,
daha sonradan Hunlar olarak isimlendirilen bu kavmin saldırılarından korunmak için inşa edilmişti.
79 Üçüncü yüzyılda İskandinavya’dan gelerek Karadeniz ile Baltık Denizi arasındaki topraklarda hâkimiyet
kuran ve barbar Germen kavmi olan Gotlar, Hıristiyanlığı kabul etmelerinin ardından Ostrogotlar ve
Vizigotlar olarak iki kola ayrılmış, asırlar boyu Roma İmparatorluğu’yla mücadele etmişlerdi.
80 Avrupa Hun İmparatorluğu’nun en ses getiren hükümdarlarından biriydi. Bizans’ı vergiye bağlayan ilk Hun
imparatoru olmakla birlikte Batı Roma İmparatorluğu’yla iyi ilişkiler kurmaktan kaçınmamıştır.
81 Roma İmparatorluğu’nun en saygın generallerinden biridir. Gerileme dönemine giren imparatorluğun
yönetim kademesinde sayıca azalan gerçek Roma kökenlilerden biri olduğu için Batılı kaynaklarda ‘Last
True Roman’ (Son Gerçek Romalı) olarak geçer. Hunlar ve Roma İmparatorluğu arasındaki savaşlar ve
ittifaklarda hep başrol oynamıştı. Hunları bir Hun kadar iyi tanırdı.
82 Avrupa Hunları’nın, ‘barbar’ Avrupa kavimlerinden korunmak için Batı Roma’yla iyi ilişkiler kurulması ama
aynı zamanda Doğu Roma’nın da sürekli baskı altında tutulması şeklinde özetlenebilecek dış politikasının
mimarı.
83 Attila’nın bir av partisi esnasında kardeşi Bleda’yı öldürdüğü iddia edilir. Her ne kadar Bleda’nın Attila’da
toplanan yetkileri sınırlamaya dönük girişimleri biliniyor olsa da bu iddiayı ispatlayacak herhangi bir delile
rastlanmamıştır.
84 Attila ile ilgili bilgilerin çoğunun kaynağı, Roma elçisi ile birlikte Attila’nın meclisinde bulunma imkânına sahip
olmuş Yunanlı tarihçi Priscus ve onun veliahdı olarak tanınan Doğu Romalı bürokrat ve tarihçi Jordanes’tir.
85 İkinci yüzyılın ortalarından itibaren Roma İmparatorluğu’na akınlar yaparak Ren Nehri’nin doğusundaki
etkinlik alanlarını genişletmeye çalışan Germen kavimlerinin oluşturduğu birlik.
86 Rivayetlere göre Honoria’nın annesi, Attila’ya evlilik teklifinin geçerli olmadığını söyleyen hakaretamiz bir
mesaj göndermiş, Attila da buna karşın kısa bir not yollamakla yetinmişti: “Benim olanı almaya
geleceğim!”
87 Batılı kaynaklarda Chalons ya da Campus Mauriacus Savaşı olarak da bilinen Katalon Savaşı, Avrupa
tarihinin en önemli 15 savaşından biri olarak gösterilir. Batılı tarihçilerin önemli bir bölümüne göre
Katalonya’da Attila’nın durdurulmasıyla, kökleri Roma’ya dayalı Batı medeniyeti tarihten silinmekten kıl payı
kurtulmuştu.
88 Bir rivayete göre aşırı alkolden dolayı iç kanama geçirmişti. Ölümünden seksen yıl sonra Bizanslı
vakanüvis Kont Marcellinus tarafından kaydedildiği üzere, “Hunların Kralı ve Avrupa’yı harabeye çeviren
Attila, karısı tarafından bıçakla parçalara bölünmüştü.” Bu iddia da hiçbir zaman ispatlanamadı. Liberty
Üniversitesi doçentlerinden filolog Michael A. Babcock, ‘The Night Attila Died’ (Attila’nın Öldüğü Gece) isimli
kitabında, Hun İmparatoru’nun Doğu ve Batı Roma saraylarının ortak ürünü olan bir komploya kurban
gittiğini iddia eder.
89 Kırım, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’ya yayılmış topraklara verilen ad; İskitlerin yaşadıkları bölge.
90 Ok menzilinin ve vuruş şiddetinin arttırılması için imalinde değişik sertlik ve esneklikte malzemelerin
kullanıldığı Hunlara özgü bir yay çeşidi. Dönemin klasik yayları 5 cm gerilirken Hunların okları 30 cm’ye
kadar gerilebiliyor; okçu, 150 metreden isabetli atışlar yapabiliyordu.
91 Attila ile ilgili daha ayrıntılı bilgileri, “Tarihi Değiştiren Askerler” isimli kitabın “Göçmen kabilelerini topladı,
Roma İmparatorluğu’na kan kusturdu: Attila” başlığı altında bulabilirsiniz.
92 Hz. Muhammed’in ardından İslam devletini yöneten ilk dört halifeye verilen unvandır. Dört Büyük Halife,
sırasıyla, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Hulefa-i Raşidin devri 632 yılında Hz. Ebu
Bekir ile başladı. Hz. Ebu Bekir’in halifeliği iki yıl sürdü. Hz. Ömer on buçuk yıl, Hz. Osman on iki yıl ve Hz.
Ali beş yıl halifelik yaptı.
93 Hz. Muhammed, Mute Savaşı’ndaki başarısından ötürü onu Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diyerek övmüştür.
Müslümanlığı seçene kadar Kureyşlilerin saflarında, sonrasında İslam devletinin emrinde savaştı. Girdiği
yüz kadar savaşın hiçbirini kaybetmediği için tarihin en önde gelen komutanlarından biri kabul edilir.
94 Hz. Muaviye sahabeden Ebu Süfyan ve Hind’in oğludur, Huneyn Savaşı’na katılmıştır. Hz. Ebubekir
zamanında Suriye Valisi olan Yezid, ölmeden evvel valiliği Muaviye’ye bırakmış, Muaviye Hz. Osman
idaresinde de Suriye Valiliğini yürütmüştü.
95 657 yılında, Fırat’ın sağ kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda bulunan Sıffin’de yapılan savaş.
95 657 yılında, Fırat’ın sağ kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda bulunan Sıffin’de yapılan savaş.
96 Hz. Ali’nin Ebu Musa el-Es’âri’yi, Muaviye’ninse Amr bin el-Âs’ı hakem tayin ettiği ve adı geçenlerin, 657
yılının Şubat ayında bir araya gelerek ihtilafı çözmek konusunda hüküm vermek üzere anlaştığı olayın adı.
Varılan uzlaşmaya göre hakemler, kendilerini tayin eden Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin hilafetten vazgeçtiğini
ilan edecek ve yeni halife seçimle belirlenecekti. Minbere önce çıkan Ebu Musa el-Es’âri Hz. Ali’nin
hilafetten çekildiğini ilan etmiş, lakin hemen ardından çıkan Amr bin el-Âs, varılan uzlaşmanın aksine, Hz.
Muaviye’nin hilafeti üstlendiğini ilan etmişti.
97 Hz. Ali döneminde, Sıffin Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan siyasi ve itikadi bir mezhep. Hakem Olayı’nda
Hz. Ali’ye “Sen insanları hakem olarak kabul ettin. Oysa hüküm ancak Allah’ındır” diyerek onun saflarından
ayrıldıkları için bu adı aldıklarına inanılır. Hakem Olayı’nda hakemlik yapanları ve taraftarlarını kâfir ilan etmiş,
adaletsiz hükümdara isyan etmenin tüm müminlere farz olduğunu savunmuş ve büyük günahlar işleyen
herkesin kâfir olduğunu iddia etmişlerdir.
98 Kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan ilk kimyasal silah. İlk olarak MÖ 423’te Pelopones
Savaşları sırasında kullanılmıştı. Sonraları zift, reçine, kükürt, nafta, kireç ve güherçile ile zenginleştirildi.
Suyla temas ettikçe alevi artmaktaydı.
99 683-685 yılları arasında geçtiğine inanılan İkinci Fitne dönemi, İslam Dünyası’nda çeşitli oluşumların
ayyuka çıktığı, Yezid ile Hz. Hüseyin’in çatışmasında herkesi doğrudan veya dolaylı bir taraf olmak
zorunda bırakan, dolayısıyla ayrışmayı derinleştiren bir zaman dilimidir.
100 Kerbela Olayı, 10 Ekim 680’de bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, Hz. Hüseyin’e bağlı küçük
bir birlik ile Yezid’in ordusu arasında cereyan etmiş, savaşta Hz. Hüseyin ve taraftarlarından 72 kişi
katledilmişti. Şii ve Alevi inanışının belkemiğini oluşturan en önemli olaylardan biri olan bu savaşta ölen Hz.
Hüseyin, her sene Aşure Günü’nde yâd edilir.
101 İspanya’daki Vizigot devletinin son dönemlerinde yaşanan kaos ortamında İspanyol Yahudileri ve bazı
Vizigot yöneticilerinin daveti üzerine 711 yılında İspanya’ya çıkarak önemli birçok şehri fetheden İslam
komutanı. Berberi kökenlidir. Endülüs’ü fethetmek için yola çıktığı gemileri, İspanya’ya ulaşınca yaktırdığı ve
“Ey mücahitler! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, nereye
kaçacaksınız? Dönüş yoktur, iki seçenek kalmıştır, ya ölüm ya da zafer!” dediği rivayet edilir.
102 Batı Gotları olarak da bilinir. Kavimler Göçü’nden önce Karadeniz’in kuzeyindeki düzlüklere hâkim olan
Germen kavmi. Daha sonra batıya göç ederek İber Yarımadası ve Fransa’ya hâkim oldular.
103 “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve
zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.”
104 Endülüs döneminde İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanların, bölgedeki Müslümanların varlıklarını ortadan
kaldırmaya dönük çabalarına verilen addır. 1492’de son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşan
Reconquista İspanyolcada ‘yeniden fetih’ anlamına gelir.
105 Bazı tarihçiler 500 bin rakamını abartılı bulsa da Endülüs Yerel Yönetimi’nin yaptırdığı araştırmalara göre
söz konusu tarihlerde Kurtuba ve civarındaki Villafranca, Obejo, La Carlota, Villaharta, Villaviciosa,
Almodóvar del Ríove Guadalcázar gibi kasabaların toplam nüfusunun 350 bin dolayında olduğu tahmin
edilmektedir.
106 Kısa Pepin olarak da bilinir. Papa II. Stephen Paris’e bizzat gelerek Pepin’i ‘Patricius Romanorum’
(Romalıların en asili) unvanıyla onurlandırmıştı. Pepin bu unvan karşılığında Vatikan’ın haklarını savunma
garantisi verdi ve bölgede etkin olan bir başka Germen kavmi Lombardları yenerek Papalık Devletleri’nin
(İtalya’da Papa’nın otoritesine tabi bir dizi şehir) istikrarlı gelişimini sağladı. Kısa Pepin’in II. Stephen’den
aldığı unvanın Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına zemin hazırladığına inanılır. Ayrıca İspanya’daki
Müslümanlarla savaşarak İslam’ın Avrupa içlerine yayılmasına engel olmuştu.
107 Papa, Şarlman’ı imparator ilan etmekle birlikte, sadece Roma jargonundan hareketle ‘Imperator
Augustus’ (Büyük İmparator) ifadesini kullanmış, doğrudan Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunmamıştı.
‘Kutsal Roma İmparatoru’ unvanı zamanla ete kemiğe bürünecekti. Bununla birlikte Papa III. Leo’nun bu
manevrayla, aslında Bizans’taki imparatora bir alternatif oluşturmayı değil, Hıristiyanları tekrar bir çatı
altında birleştirmeyi hedeflediği de söylenir. Öte yandan taç giydirme töreninde bir ilk yaşanmış, tarihte ilk
ve de son kez bir papa, bir kralın önünde diz çökmüştü. Şarlman, ‘Beni imparator ilan edeceğini bilseydim,
kiliseye gelmezdim’ dese de, tarihçiler, III. Leo’nun o dönemde Şarlman’ın bilgisi dışında hareket
edemeyeceğini söyler.
108 Bu antlaşmayla Frank Krallığı, Şarlman’ın oğlu Dindar Ludwig’in üç oğlu arasında paylaşıldı. Buna göre I.
Lothar, Alçak Ülkeler (Benelüks ülkeleri), Alsace, Lorraine, Burgonya, Provence ve Kuzey İtalya’yı almış,
bu bölüme Orta Frank Krallığı adı verilmişti. Alman Ludwig, Doğu Frank Krallığı adını taşıyacak doğudaki
toprakları almıştı. Bu topraklar KRİ’nin ve günümüz Almanya’sının temelini oluşturacaktı. Diğer bir oğul Kel
Karl’ın payınaysa Batı Frank Krallığı adını alan topraklar düşmüştü. Bu topraklar da günümüz Fransa’sını
oluşturacaktı.
109 Papa IV. Adrian, kendisinden önceki Papalar gibi, otoritesini tehdit eden Normanlara karşı güvence
oluşturabilmek için Frederick’ten yardım istedi ve Frederick’in Normanları mağlup etmesi üzerine onu
Kutsal Roma İmparatoru ilan etti.
110* Bkz. Moğol İmparatorluğu, s. 207
Birçok tarihçi Conrad’la birlikte Kutsal Roma İmparatorluğu’nun da fiilen öldüğüne inanır.
111 Avrupa’nın önde gelen hanedanlıklarından olan Habsburglar en çok, 1252-1740 yılları arasındaki Kutsal
Roma İmparatorlarını bünyelerinden çıkarmış olmakla bilinir. Aslen İsviçre kökenli olan Habsburglar, altı asır
boyunca Avusturya’yı yönettikleri gibi, hanedanlıklar arası evliliklerle, Alman, Hırvat, Macar, İspanyol,
Portekiz, Bohemya (Çek) ve Erdel (Transilvanya) krallıklarını da idare etmişlerdi. Bunun yanı sıra Toscana
grandüklüğü ile Parma ve Modena düklükleri de kısa sürelerle hanedanlığın egemenliği altında kalmıştı.
Hatta 1864-67 yılları arasındaki Meksika İmparatoru da bu hanedanlığa mensuptu.
112 1356’da yayınlanan ferman altın sikke şeklindeki bir damgayla mühürlendiği için Golden Bull (Altın
Hüküm) olarak isimlendirilmişti.
113 Habsburgların Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı olması, silahları değil, daha çok gelinleri ve damatları
sayesinde olmuştu! Avrupa’nın diğer monarşileriyle yaptıkları sayısız evlilikle neredeyse tüm Avrupa
tahtlarında söz sahibi olmuşlardı. Öyle ki hanedanlık mensupları bu ilginç yayılmacı siyasetlerini “Bella
gerant alii, tu felix Austria, nube!” (Başkaları savaşabilir ama sen, mutlu Avusturya, evlen!) sloganıyla
tanımlayacaklardı.
114 Habsburg Hanedanlığı, 15. yüzyıldan 18. yüzyıla dek, hepsinin yönetiminde bir şekilde söz sahip olduğu
Avusturya İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu, Kutsal Roma İmparatorluğu ve Macaristan
Krallıkları’nın bayrakları altında Osmanlılarla savaştı. Avrupa’nın bu iki dev gücü arasındaki uzun soluklu
mücadele, 1526’daki Mohaç Savaşı ile başlayıp 1791’deki Sistova Antlaşması’yla sona erdi. Özellikle 16.
yüzyılda Osmanlılar Avrupa’ya hem karadan hem de denizden ciddi bir tehdit yöneltiyordu. Reformasyon,
Fransızlarla Habsburglar arasındaki mücadele ve KRİ içindeki savaşlar, Avrupa’yı Osmanlılar karşısında
savunmasız bırakmıştı. İspanya’nın Fransa’yla birleşmesini önlemeye dönük Avrupa içi savaşların ve
Westphalia Barışı’nın ardından Habsburgların elinde kala kala Avusturya İmparatorluğu kalmıştı. Bununla
birlikte o dönem askeri teknoloji ve taktiklerde ileri bir seviyeye ulaşmasıyla Habsburglar, Osmanlı
yeniçerileri karşısında başarılı oldular. Osmanlılar, Habsburgların başını çektiği Kutsal İttifak ordularıyla
Viyana (II. Kuşatma) ve Zenta’da yaptıkları savaşları kaybetti. Asırlara yayılan bu rekabet, Avusturya,
Osmanlı ve Alman imparatorluklarının Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurduğu ittifakla sona erdi.
115 Cengiz Han ile ilgili daha ayrıntılı bilgiyi ‘Tarihi Değiştiren Askerler’ isimli kitabın “Moğol steplerinden
dünyayı fethe çıktı, Hazar’dan Japonya’ya uzanan bir imparatorluk bıraktı: Cengiz Han” başlığı altında
bulabilirsiniz.
116 Kubilay Han’ın Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığı için sayfa 103’e bakınız.
117 Moğol tarihçilerine göre Cengiz’in aslında Harzem diyarına inmek gibi bir derdi yoktu. O Çin’deki
seferleriyle yeteri kadar meşguldü. Üstelik Harzemleri, üzerlerinden batıya açılabileceği iyi bir ticaret ortağı
olarak görüyordu.
118 Birçok araştırmacı Şah’ın ölüm sebebinin zatürree olduğunu belirtir, bazıları ise gücünü ve
imparatorluğunu kaybetmenin kederinden dolayı öldüğünü iddia eder.
119 Moğol Hanlarından Hülagû’nün danışmanı olan Cüveyni, 13. yüzyılın önemli tarihçilerindendi. Hülagû
döneminde Bağdat’ta yirmi yıl valilik yapmıştı. Bir süre Moğol Hanlarından Mengü’nün Karakurum’daki
sarayında yaşadı. Tarih-i Cihanküşa isimli eseri, Moğol istilalarına ilişkin en kapsamlı çalışmadır.
120 Mancınığa benzemesine rağmen kuşatmalarda değil, meydan savaşlarında karşı tarafa ağır zayiat
verme amacıyla kullanılan bir tür düzenekti. Cephanesi bir varilin içine doldurulan ve en ufak bir harekette
tepkimeye giren kimyasal maddelerdi. Mangonel ateşlendiğinde, çıktığı en yüksek noktada varilin içindeki
kimyasallar tepkimeye girer ve dev bir patlama oluşurdu. Bir tür yangın bombası da diyebiliriz.
121 Moğolcası Altan Ordon’dur (Altın Saray.) Batıda Golden Horde ya da Kıpçak Hanlığı olarak da bilinir.
Günümüz Rusya, Ukrayna, Moldova, Kazakistan ve Kafkas topraklarını sınırları içinde barındırmış olan Altın
Orda’nın ismini Batu Han’ın altın işlemeli çadırından aldığına inanılır.
122 Moğollar, Halife’yi bir halıya sarmış ve atlarıyla üzerinden geçerek öldürmüşlerdi. Zira Moğollara göre
soyluların kanını yere dökmek uğursuzluk getirirdi.
Moğolların Bağdat’a yaptıkları asla unutulmadı
Tarihçiler, Bağdat’ın yaşadığı Moğol işgalini, İslam tarihinin en karanlık
sayfalarından biri olarak değerlendirir. Haksız da değildirler. Moğollar neler
yapmamışlardı ki? En büyük kötülükleri, tıptan astronomiye, farklı alanlarda
yazılmış, paha biçilemez birçok tarihi kitap ve belgenin bulunduğu Büyük
Bağdat Kütüphanesi’ni yıkarak neredeyse tüm İslam medeniyetinin bilimsel ve
kültürel hafızasını sıfırlamak olmuştu. Moğol kıyımından hayatta kalanlar,
nehre atılan kitapların mürekkebinden dolayı Dicle’nin simsiyah aktığını
nakletmişlerdi. Şehir halkı kaçmaya çalışmış, ancak Moğol askerleri tarafından
yakalanarak öldürülmüştü. Ortadoğu uzmanı Martin Sicker, 90 bine yakın
Bağdatlının Moğollar tarafından katledilmiş olabileceğini kaydeder. İlhanlı
döneminin önde gelen tarihçilerinden Vassaf 123 ise ölenlerin yüz binleri
bulduğunu aktarır. Moğollar kenti
yağmalamış; camileri, sarayları,
kütüphaneleri, hastaneleri yerle bir etmişti.124 Vahşetin boyutları o kadar
büyüktü ki Hülagû, şehirden yükselen dumanlardan ve küllerden dolayı
kampını rüzgârın tersi bir yöne taşımak zorunda kalmıştı...
Moğollar, genelde kendilerine direnen şehirleri tuzla buz ediyorlardı. Ancak
baştan teslim olan veya uzlaşan şehirler, yıkımdan kurtulabiliyordu. Bağdat’ın
yıkılmasının ardında askeri bir taktik de vardı; burada sahnelenen terör, diğer
şehirleri ve yöneticileri savaşmadan teslim olmaya ikna etmek için
kullanılmıştı.
Moğol fırtınasının ardından tamamen boşalan Bağdat, eski ihtişamına ancak
yüzyıllar sonra kavuşabilecekti. Wisconsin Üniver-sitesi’nden Profesör Steve
Dutch, Moğol sonrası Bağdat’ı şu şekilde anlatır:
“1258’de Bağdat, dünyadaki en parlak entelektüel merkezlerden biriydi.
Moğolların Bağdat’ta yaptıklarının ardından İslam, kendi içine kapandı ve
muhafazakârlaştı. Bu darbenin büyüklüğünü anlamak için Aristo ve Perikles’in
Atina’sına bir atom bombası atıldığını hayal edin!”
Moğollar üzerine en kapsamlı kitap kabul edilen The Mongols’un (Moğollar)
yazarı, Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden tarih profesörü David Morgan da
yine Vassaf’ın ağzından 1258 yılının Bağdat’ındaki Moğolları şu şekilde dile
getirir:
“Kentin içinden aç şahinler gibi geçmiş, uçan güvercinlere veya koyunlara
saldıran aç kurtlar gibi dizginleri boşalmış halde, utanmaz yüzleriyle terör
yaymış ve öldürmüşlerdi… Mücevherlerle kaplı altından yapılmış yataklar ve
yastıklar, bıçaklarla parçalara ayrılmış, dilim dilim koparılmıştı... Halk,
işgalcilerin elinde ölüyor, işgalciler onlarla oyuncak gibi oynuyordu…”
Ayn Calut: Moğolları yere seren darbe
Her çıkışın bir inişi vardı ve Moğollar için de kan ve gözyaşı üzerinde
yükseldikleri zirveden inme vakti gelmişti. Onları zirveden aşağı iten gelişme,
batıya doğru olan genişlemelerini ilk kez kararlı bir şekilde sekteye uğratan ve
tarihin en önemli savaşlarından biri olarak anılan Ayn Calut125 olacaktı. Bu
savaş, Moğollar için sonun başlangıcıydı...
Bağdat’ın ele geçirilmesinin ardından Hülagû, dönemin ayakta kalan tek
İslam devleti olan Memluk Sultanlığı’na dikti gözünü. Onları da ezip Mısır’ı
Moğol boyunduruğu altına almayı hesaplıyordu. 1260’ta Mısır Sultanı
Seyfeddin Kutuz’a oldukça ‘açık’126 bir dille yazdığı mektupta ‘teslim ol’
çağrısında bulundu. Kutuz’un cevabı daha net oldu: Hülagû’nun gönderdiği
elçilerin kesik başları, Kahire’nin kapılarından birine asılarak bir süre halkı
selamladı…
3 Eylül 1260 tarihinde Mısır Memlukları ile İlhanlılar, Celile bölgesinin Zir’in
vadisinde, günümüzde Batı Şeria ismi ile bilinmekte olan kutsal Samarya
şehrinin hemen kuzeyinde karşı karşıya geldi. Her iki ordu da yaklaşık yirmi
bin askerden oluşuyordu. Lakin bu kez Moğolların karşısında, kendilerini iyi
tanıyan bir düşman vardı. Memluk ordusunun ekseriyetini Mısır Sultanlığı
tarafından İstanbul’dan satın alınan, iyi ata binen, bozkır şartlarına alışkın,
Moğol taktik ve silahlarına aşina Türkmenler ve Çerkezler oluşturuyordu. İki
ordu birbirine girerek çelik yumağına dönüştü. Moğol süvarilerinin her zaman
yaptığı sahte geri çekiliş karşısında hücuma geçen Memluklular, öncekiler gibi
tuzağa düştü. Moğollar, çembere aldıkları düşmana yırtıcı kuşlar gibi
abanmışlardı ki Sultan Kutuz’un savaş alanına yakın bir vadiye konuşlandırdığı
takviye birlikler hücuma geçti.
Moğollar bunu hiç hesaba katmamış, bu kez kendileri iki ateş arasında
kalmışlardı. O gücünden kuşku duyulmayan Moğol savaş devi sendeleyerek
yıkıldı. Moğol komutanları idam edildi. Ayn Calut savaşı ile ilk kez net bir
şekilde hezimete uğrayan Moğollar artık ‘yenilmez’ değildi. Bu hezimetin
titreşimleri, Moğol birliğini çatlatmış; imparatorluk, çözülme sürecine girmişti.
Ayn Calut’un intikamını almak isteyen Hülagû, Memluklara karşı daha büyük
bir ordu kurma hazırlığına girmişti, ama bu kez hesaba katması gereken bir
başka faktör daha vardı: Altın Orda Devleti’nin başında bulunan ve 1240
yılında Müslüman olduğu sanılan Berke Han! Abbasi Halifesini öldüren
akrabası Hülagû’ya diş bileyen127 Berke’nin, Moğolların İslam üzerine daha
fazla yüklenmesine göz yummaya niyeti yoktu.
Memlukların birçoğunun atası Türk olduğu gibi, Berke Han’ın başında
bulunduğu Altın Orda tebaasının da neredeyse tamamı Türk’tü. Müslüman
Berke, Şamanist Hülagû’ya nazaran, Müslüman Türk Memluklara yakın
duruyordu. Hülagû, ordusunu toplayıp intikam seferine çıktığı sırada Berke
Han, Nogay Han komutasındaki ordusunu İlhanlılar üzerine göndermişti bile.
Mısır’a yürümekten vazgeçen ve atını akrabası Berke’nin üzerine süren
Hülagû, 1263’te Kafkasların kuzeyindeki toprakları almaya çalışsa da Nogay
Han’ın ordusu tarafından bozguna uğratıldı. Bu, Moğollar arasındaki ilk
savaştı. Manzara netleşmişti: Moğol İmparatorluğu çatırdıyordu...
Sona giden yol…
Henüz Kubilay Han hayattayken imparatorluk birçok küçük hanlığa
bölünmeye başlamıştı bile. Kubilay’ın 1294’te ölmesinin ardından varisleri
Moğol Barışı’nı128 (Pax Mongolica) sürdürmekte başarısız oldu. Aile içi
düşmanlığın, daha önce iki kez Mısır ve Avrupa’daki seferleri de durduran
zorlu veraset siyasetiyle birleşmesi ve güçlü hanlardan bazılarının İslamiyet’i
kabul etmesi, Moğol birliğini sarsmıştı.
Moğollardan geriye belli başlı dört hanlık kalmıştı; Çin’de Kubilay’ın
liderliğindeki Yuan Hanedanlığı, Çağatay Hanlığı, Altın Orda Hanlığı ve İlhanlı
Devleti.
İlhanlıların lideri İlhan Han, 1295’te Müslüman oldu ve İslam dininin
yayılmasını aktif bir şekilde destekledi. İran’daki Türk-Moğol birlikleriyse, kaos
yıllarının ardından, bugünkü modern İran halkına ruhunu veren Şii inancını
benimsedi ve Safevi Hanedanlığı altında birleştiler.
Moğol İmparatorluğu’nun dağılması, İpek Yolu’nun siyasi birliğinin
dağılmasına yol açtı. Türk boyları, İpek Yolu’nun Batı’daki ucunu çökmekte
olan Bizans’ın ellerinden aldı ve Sünni inancı etrafında Osmanlı İmparatorluğu
olarak belirginleşen Türk kültürünün tohumunu attılar.
Altın Orda’ya gelince; Berke’den sonra iktidara gelen hanlar devletin gücünü
bir süre daha muhafaza etti, ancak bu becerikli hanların sonuncusu olan
Canıbek’in ölümünün ardından devlet dağılmaya, toprakları üzerinde farklı
hanlıklar baş göstermeye başladı. Nihayetinde 16. yüzyıldan itibaren
bölgedeki kontrolü ele geçiren Moskova Prensliği, zamanla Rus Çarlığı’na
dönerek tüm bölgenin patronu olacaktı.
Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığı’nın imparatoru olan Kubilay, kariyeri en
parlak Moğol hanı olarak dikkat çekiyordu. Yine de Vietnam ve Japonya
seferlerinin Ayn Calut’takine benzer hezimetlerle129 sonuçlanması, Kubilay’ın
da yolun sonuna geldiğine işaret ediyordu. Güçlü Moğol hanlarının son
temsilcisi Kubilay’ın 1294’teki ölümüyle birlikte, Yuan Hanedanlığı da çöktü ve
Moğol İmparatorluğu bir bütün olarak etkisini kaybetmeye başladı.
Çöküş süreciyle birlikte Moğol hanları, bulundukları bölgelerde asimile
oldular. Kimileri Budizm’i, kimileriyse İslam’ı seçti. Timur’un torunlarından
Zahireddin Muhammed Babür tarafından 1527’de Hind Yarımadası’nda kurulan
Babür İmparatorluğu’nu Moğolların son temsilcisi olarak kabul edebiliriz. Hint-
Moğol İmparatorluğu olarak da bilinen Babür İmparatorluğu, son Moğol hanı
II. Bahadır Şah’ın 1857’de İngilizler tarafından azledilmesiyle tarihe karıştı.
Avrupa Moğollardan nasıl kurtuldu?
O dönemde bilinen dünyanın sadece beş bölgesi Moğol istilasından
kurtulabilmiştir; Hint-Çin, Güney Asya, Japonya, Batı Avrupa ve Arabistan.
Moğollar, Rusya gibi Avrupa’yı da kolayca fethedebilecekken neden daha fazla
ilerleyememişti? Bunun en bilinen açıklaması, 11 Aralık 1241’de Moğol keşif
kollarının Avusturya içinde Viyana’nın nasıl alınabileceğine dair araştırma
yaptığı sırada Ögeday’ın ölüm haberinin gelmesi ve tüm Moğol komutanlarının
yeni Büyük Han’ı seçmek için başkent Karakurum’a dönmek zorunda
kalmasıydı. Bu geri çekilmenin geçici olduğuna inanılmışsa da Moğollar daha
sonra Avrupa içlerine ciddi bir sefer düzenlemedi.
Bazı Batılı tarihçiler, Avrupa’nın kurtuluşunu Moğolların, yağışlı iklimiyle
yaylarını etkisiz hale getiren, nüfusu kalabalık Alman prenslikleriyle savaşmak
istememesine bağlar. Ancak ne aynı hava koşullarına sahip Rusya ne de
Alman prensliklerinden daha kalabalık olan Çin, Moğol istilalarını
durdurabilmişti.
Popüler ve mantıklı bir başka sebepse ilk başarılı ve yıkıcı Avrupa seferinin
komutanı General Sübedey’in Ögeday’ın halefi Güyük tarafından yeni bir
göreve getirilmesi ve evvelce özellikle kalelere karşı gerçekleştirilen kuşatma
savaşlarında önemli bir rol oynayan Çinli bombacıların daha sonraki
saldırılarda görev almamasıydı. Güçlü bir liderliğe, gerekli silahlara ve
kararlılığa sahip olmayan Sübedey idaresindeki birliklerin ve Nogay Han
önderliğindeki Moğol ordularının 1284, 1285 ve 1287’de Avrupa içlerine
gerçekleştirdiği saldırılar, takviye alamamış Avrupa şehirlerinin istila
edilmesinden öteye geçememişti. Bunların yanı sıra Mengü Han, 1259 yılında
Çin’de savaştığı sırada ölmüştü. Ardından Moğolların başına geçen Kubilay
Han’ın en büyük önceliği, Çin’deki Güney Song’un işgali olmuş ve bu yüzden
Batı’daki tümenler, daha zor ve muhteşem bir ödül olan Song’un işgaline
destek olmaları için buraya çekilmişti. Yaklaşık 65 yıl süren Moğol-Song
savaşı, her iki tarafın kaybettiği insan sayısı açısından tarihin en kanlı
savaşlarından biri olmuş ve neticede Çin’in kapılarını Moğollara açmıştı.
Moğolların Macar ordusunu saf dışı bıraktıktan sonra durmasının bir
muhtemel sebebi de daha ileriye gitmeyi hiç istememiş olmalarıydı. Batu
Han, Rusya steplerini bir on nesil için güvenceye almıştı ve Büyük Han ölünce
iktidara talip olmak için hemen Moğolistan’a döndü. Dönüşünün ardından
kuzeni Güyük Han ile ilişkileri aralarında bir savaş çıkacak kadar bozuldu. Bir
diğer noktaysa Moğolların, 1260’tan sonra ne Avrupa ne de Mısır’a birleşik bir
ordu getirebilmiş olmasıdır. Aslında Batu Han, 1255’te hayatını kaybetmeden
önce Avrupa’yı Atlantik Okyanusu’na kadar istila etmeyi planlıyordu, ama
onunla birlikte bu hayali de ölmüştü.
Moğol ordusu çağının en ölümcül savaş makinesiydi
Moğol ordusu, döneminin en organize ve ölümcül askeri gücüydü. Orta Asya
kökenli diğer göçmen kabileler gibi Moğollar da neredeyse at üzerinde doğup
büyüdükleri için, rakip ordulara mensup askerlerin yerde yapamadıklarını at
üzerinde yapıyor, inanılmaz mesafeleri süratle aşıyor, zırh kuşanmış hantal
orduları esneklikleri ve at üzerinde adeta ‘roketatar’ gibi kullandıkları oklarıyla
parçalayıp geçiyorlardı.
Bununla birlikte Moğol ordusu, sadece kafasına estiği gibi kılıç sallayan
bozkır kaçkınları topluluğu değildi. Savaş teknolojisini kendilerine adapte
etmekte oldukça hızlıydılar. Çinlilerden aldıkları barutu ve kuşatma
tekniklerini oldukça etkin kullanmışlar; katapult, roket, koçbaşı ve sis bombası
gibi düzeneklerden fazlasıyla yararlanmışlardı. Özellikle sis bombalarıyla
düşmanı şaşırtıyor, rakiplerinin parçalara ayrılmasını sağlıyor ve her bir
parçayı kıstırıp imha ediyorlardı. Yine atlı habercilerin -günümüz ordularının
telsizcileri gibi- birlikler arasında süratle iletişim sağlaması, Moğollara
topyekûn ve koordineli operasyon avantajı sağlıyordu. Cüveyni’ye göre
Moğollar, nasıl “avlanıyorlarsa” öyle “savaşıyorlardı.” Geniş bir alana yayılarak
tüm bölgeyi kuşatıyor ve oyunun kendi istedikleri bölgede oynanmasını
sağlıyorlardı. “Amaç, avların hiçbirinin kaçmamasını sağlamak ve hepsini
öldürmekti.”
Moğol ordusu, sadece kafasına estiği gibi kılıç sallayan bir bozkır kaçkınları topluluğu değildi. Savaş teknolojisini kendilerine adapte
etmekte oldukça hızlıydılar. Çinlilerden aldıkları barutu ve kuşatma tekniklerini oldukça etkin kullanıyor; katapult, roket, koçbaşı ve
sis bombası gibi düzeneklerden fazlasıyla yararlanıyorlardı.
Andrew Taylor, “The Rise and Fall of the Great Empires” (Büyük
İmparatorlukların Yükselişi ve Çöküşü) isimli eserinde, Amerikalıların 2003
Irak İşgali’nde hayata geçirdiği “şok ve terör”130 (shock and awe) stratejisini
Moğolların asırlar önce kullandığını iddia ederken, James Neville “The Mongol
Art of War” isimli çalışmasında Moğolların, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların
tarihe mal ettiği “Yıldırım Savaşı”131 (Blitzkrieg) taktiğinin ilk uygulayıcısı
olduklarını öne sürer.
Kuşatma mühendisliğinin yanı sıra Moğollar, istihkâm alanında da iyiydi.
Öldürücü soğuklarda bile çok uzun mesafeleri kat edebiliyor, hatta gidecekleri
yerlere kolay ulaşmak için kışın donmuş nehirleri otoyol gibi kullanıyorlardı.
Nisan 1241’de Mohi Savaşı’nda otuz bin süvariyi bir gecede Sajo nehrinden
geçirmiş ve Macar Kralı Bela’yı yenmişlerdi. Yine Harzemşahlarla yapılan bir
savaşta nehri geçmek için dubalardan oluşan bir köprü kullanmışlardı. Aslına
bakarsanız, tarihteki ilk biyolojik silahı kullananlar da Moğollardı! 1347’de
Cenevizlerin elinde bulunan Kırım yarımadasındaki büyük ticaret merkezi
Kefe’yi kuşattıklarında veba salgını baş göstermiş ve Moğollar, vebadan ölen
askerlerin cesetlerini mancınıklarla Kefe kalesinin içine fırlatmışlardı.
Savaş teknikleri ve felsefesi uzmanı olan Hawai Üniversitesi profesörlerinden
Rudolph Joseph Rummel’e göre Moğol istilalarında ölenlerin sayısı 30 milyonu
geçmişti! İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısının 60 milyon civarında
olduğunu düşünürsek...
Zirveye ulaştığında 33 milyon km²’lik bir alanı kapsıyor, topraklarında 150 milyon kişi barındırıyordu.
Bu haliyle, tarihteki en büyük tek parçalı imparatorluktu. (İngiliz İmparatorluğu, birbirinden kopuk
topraklarıyla, tarihin gördüğü en geniş imparatorluktur.)
Moğollar, iki kez Japonya’yı işgale yeltenmiş, her ikisinde de Moğol donanması, Japon denizinde
kasırgaya yakalanarak imha olmuştu. Japonlar, kendilerini Moğolların elinden kurtaran bu vakalara
mucize gözüyle baktılar ve böylelikle ortaya ‘Kutsal Rüzgâr’ kavramı, diğer bir deyişle, Kamikaze
çıktı! Japonlar, bu olaylardan 650 yıl sonra Pasifik’te savaştıkları Amerikan donanmasını hedef alan
intihar saldırılarını gerçekleştiren pilotlarına da kamikaze diyeceklerdi.
Moğol İmparatorluğu başarısının büyük kısmını Türk ve Asya kökenli göçebelerle yaptığı ittifaklara
borçludur. İmparatorluk, bugünkü Moğolistan topraklarında Naimanlar, Uygurlar, Merkitler ve
Moğollar gibi Orta Asya konfederasyonlarının Cengiz Han’ın idaresinde birleştirilmesiyle doğmuş,
onlarca kağan ve hanın Çin’de, Ortadoğu’da ve Avrupa’da gerçekleştirdiği sayısız fetihle genişlemişti.
Moğol İmparatorluğu, Cengiz Han tarafından belirlenen ve düzen ya da kanun anlamına gelen
‘yassa’larla yönetilirdi. Kanunlar önünde herkes eşitti. Bütüne bakıldığında yasalara dayalı bu sıkı
disiplin, Moğol İmparatorluğu’nu güvenli bir ülke haline getirmiş, “Moğol Barışı” kavramının doğmasına
yol açmıştı.
İmparatorluk, demokratik olmayan parlamenter bir yapıya sahip Kurultay adlı merkezi kurul
tarafından yönetiliyordu. Moğol şefleri burada iç ve dış politikaları Büyük Kağan ile görüşüyorlardı.
Moğollar terör ve savaşla özdeştirilse de ilginçtir, imparatorluk sınırları içerisinde inanç özgürlüğü söz
konusuydu. Cengiz Han zamanında Budizm’den Hıristiyanlığa, Zerdüştlük’ten İslamiyet’e hemen
bütün dinler arasında geçişler olmuştu. Kendisi Şamanist olmasına rağmen Cengiz Han’ın idaresinde
dini liderler vergiden ve kamu hizmetinden muaf tutulmuştu.
Moğolların ‘Yam’ olarak isimlendirilen oldukça etkili bir haberleşme sistemi vardı. Bir postacı bir
ordudan diğerine ortalama 40 kilometre kadar gider, postanın en hızlı şekilde ulaşmasını sağlamak
için 40 kilometre sonunda ya postayı başka bir haberciye verir ya da dinlenmiş bir ata binerdi. Moğol
sürücüleri günde ortalama 200-300 kilometre yol alırdı! 600 yıl sonra Amerika’da kurulan hızlı posta
şirketi Pony Express, tamamen Yam’dan ilham almıştı.
On üçüncü yüzyılın başlarında Moğollar ve Haçlılar Anadolu’da cirit atıyor; Eski Dünya’nın doğusu
ayaklanıyor, kısacası göz gözü görmüyordu. Anadolu Selçuklu Devleti hızla çözülmeye başlamış,
ortalık toz dumana boğulmuştu. Derken Selçuklu uçbeylerinden Osman Gazi, bu çözülme sürecinde
ayaklarını yere sağlam basarak, yeni bir devlet kurmaya soyundu. Kimilerine göre gördüğü bir
rüyadan etkilenmiş, kimilerine göreyse tarihin doğurganlığıyla onun liderliği doğru zaman ve doğru
yerde kesişmişti. Kurduğu devlet, 600 yıl boyunca İslam’ın bayraktarlığını yaptı. Askerleri ve
toprakları üç kıtaya yayılırken, donanması, Akdeniz’den Hind Okyanusu’na suları mesken tuttu. Son
nefesine dek, çok uluslu, çok dilli ve çok dinli tebaasını bir arada tutmanın yolunu ararken bir
yandan da ‘Haçlıların’ karşısına bir duvar gibi dikildi. Sevabıyla günahıyla tarih sahnesinden çekildiği
gün ortaya çıkan vakum, bir kara delik gibi önüne çıkanı yutmaya devam ediyor…
Bir avuç idealist yola çıktı, üç kıtaya yayılan bir imparatorluk kurdu:
Osmanlı İmparatorluğu
1300–1922
“Oğlum, bizim davamız kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Ben bütün ömrümce dinimize hizmet için
yaşadım. Sana yakışacak olan da budur.”
Osman Gazi
Osman Gazi’nin yabancı bir elçiyi kabul edişini resmeden bir illüstrasyon (LIFE)24
1529 tarihli I. Viyana Kuşatması’ndan göğüs göğüse çarpışma sahnesini tasvir eden bir çalışma (LIFE)
Osmanlı İmparatorluğu, en geniş sınırlarına IV. Mehmed zamanında ulaştı. İmparatorluğun toprak
genişliği, dolaylı yollardan idare edilen topraklarla birlikte 5.5 milyon km²’yi bulmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üç kıtaya yayılmıştı. İmparatorluğun geride bıraktığı
topraklardan onlarca ülke çıktı! Belki de Osmanlı, bu açıdan en bereketli ülkelerden biriydi. Bu ülkeleri
Osmanlı hâkimiyetinde kaldıkları sürelerle (parantez içinde yıl olarak) birlikte yazarsak oldukça çarpıcı
bir listeyle karşılaşırız: Arnavutluk (435), Azerbaycan (25), Bahreyn (400), Birleşik Arap Emirlikleri
(400), Bosna-Hersek (539), Bulgaristan (545), Cezayir (313), Cibuti (350), Eritre (350),
Ermenistan (20), Filistin (402), Güney Kıbrıs (293), Gürcistan (400), Hırvatistan (539), Irak (402),
İsrail (402), Karadağ (539), Katar (400), Kosova (539), Kuveyt (381), Kuzey Kıbrıs (293), Libya
(394), Lübnan (402), Macaristan (160), Makedonya (539), Mısır (397), Moldova (490), Romanya
(490), Sırbistan (539), Slovakya (20), Slovenya (250), Somali (350), Sudan (397), Suriye (402),
Suudi Arabistan (399), Tunus (308), Ukrayna (308), Umman (400), Ürdün (402), Voyvodina
(166), Yemen (401), Yunanistan (400).
Osmanlılar da iktidara giden yol oldukça kanlıydı. Devletin istikrarını ve dolayısıyla da tahtını sağlama
almak isteyen padişahlar, gerektiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmamışken, bir çok padişah da
iktidara geldikten sonra öldürülmüştü. Söz gelimi Osman Bey, amcası Dündar Bey’i, I. Murat,
oğlunu, Yıldırım Beyazıd on kardeşini, Çelebi Mehmet kardeşini, II. Murat kardeşini ve amcasını,
Fatih kardeşini, II. Beyazıd, kardeşini ve yeğenlerini, Yavuz Sultan Selim babasını, iki kardeşini ve üç
yeğenini, Kanuni oğullarını ve dört torununu, III. Murat beş kardeşini, III. Mehmet on dokuz (!)
kardeşini ve bir oğlunu, II. Osman kardeşini ve IV. Murat da üç kardeşini öldürtmüştü! Bunların yanı
sıra padişahlardan IV. Mustafa II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılmış, I. Mustafa uzun süre
hapis yattıktan sonra öldürülmüş, II. Osman Yedikule zindanlarında Yeniçeriler tarafından
katledilmiş, Sultan İbrahim de Kösem Sultan’ın karıştığı bir komplo sonucu boğdurulmuş ve III. Selim
de saray darbesiyle canından olmuştu.
Osmanlı padişahlarından cephede ölen tek isim I. Murad’dı. Kırka yakın savaşa giren ve neredeyse
hiçbirini kaybetmemiş olan I. Murad, 1389’da I. Kosova Savaşı’nın ardından savaş alanını gezerken
bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek öldürüldü.
Osman Gazi’den Kanuni’ye dek ilk on Osmanlı padişahı, ordunun başında savaştı. Cepheye
gitmeyen ilk padişah II. Selim olmuş, onu takip eden isimlerden sadece III. Mehmed, II. Osman,
IV. Murad, IV. Mehmed ve II. Mustafa savaşlara katılmıştı. Son tahlilde 36 Osmanlı padişahından
sadece 15’i savaş yüzü görmüştür. Gerileme sürecinde I. Mahmud, III. Mustafa, I. Abdülhamid,
III. Selim, II. Mahmud, I. Abdülmecid, II. Abdülhamid ve V. Meh-med’e, savaşmadıkları halde,
fetvayla ‘gazi’ unvanı verilmişti.
Yirmi sekizi halifelik unvanı taşımasına rağmen otuz altı Osmanlı padişahından hiçbiri hacca
gitmemişti! Bunun sebebi, dönemin şartlarında hac farizasını yerine getirmenin 3 ay sürmesi ve
hiçbir padişahın da devletin başından bu kadar uzun süre ayrılmayı ve başkentten uzak kalmayı
göze alamamış olmasıydı. Padişahların bu yöndeki tutumunda Şeyhülislam Esad Efendi’nin, Hacca
gitmek isteyen II. Osman’a “Padişahlar için oturup adaleti tesis etmek daha elzemdir. Caiz ki bir
fitne zuhur eyleye” fetvasını vermiş olmasının da payı vardır.
Osmanlılarda iktidara giden yol oldukça kanlıydı. Devletin istikrarını ve dolayısıyla da tahtını sağlama
almak isteyen padişahlar, gerektiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmadı, birçok padişah da iktidara
geldikten sonra öldürüldü. Sözgelimi Osman Bey amcası Dündar Bey’i, I. Murad oğlunu, Yıldırım
Beyazıd on kardeşini, Çelebi Mehmed kardeşini, II. Murad kardeşini ve amcasını, Fatih kardeşini, II.
Beyazıd, kardeşini ve yeğenlerini, Yavuz Sultan Selim babasını, iki kardeşini ve üç yeğenini, Kanuni
oğullarını ve dört torununu, III. Murad beş kardeşini, III. Mehmed on dokuz(!) kardeşini ve bir
oğlunu, II. Osman kardeşini ve IV. Murad da üç kardeşini öldürttü. Bunların yanı sıra padişahlardan
IV. Mustafa II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı, I. Mustafa uzun süre hapis yattıktan sonra
öldürüldü, II. Osman Yedikule zindanlarında Yeniçeriler tarafından katledildi, Sultan İbrahim Kösem
Sultan’ın karıştığı bir komplo sonucu boğduruldu ve III. Selim saray darbesiyle canından oldu.
Padişahların en yaşlısı 79 yaşında hayatını kaybeden Orhan Gazi, en genç vefat edeniyse 18
yaşında öldürülen II. Osman’dı. Buna mukabil en geç yaşta tahta çıkan isim 65 yaşında padişah
olan V. Mehmed, en erken yaşta padişah olansa, henüz 6 yaşında tahta çıkan IV. Mehmed’di.
Müslümanlar bir taraftan doğuya uzanan yolları tutmuş, bir taraftan da güneyden kendilerini
sıkıştırmıştı. Soluk alacak bir koridor arıyorlardı. Sırtlarını dayadıkları okyanustan başka çıkış yolları
yoktu... Çıktılar, hem de ne çıkış! 14. ve 15. yüzyılın maceraperest Portekizli ve İspanyol denizcileri,
yeni topraklarda yeni zenginlikler bulma hayaliyle bilinmedik sulara açılmış, keşfettikleri yeni
dünyaların zenginliklerini yağmalarken karşılığında sadece ‘haç’, ‘lisan’ ve bolca gözyaşı vermişlerdi.
Amerika’nın altınlarını Afrika’nın kara bedenlerinden akan terle yoğurup tarihin gördüğü en aç gözlü
imparatorlukların temellerini attılar. Ama bir de madalyonun öteki yüzü vardı: Dini ve dünyevi
gerekçelerle çıktıkları bu seferler, dünya tarihinin neredeyse yeniden yazılmasıyla sonuçlanan
‘Keşifler Çağı’nı başlatmıştı!
“Misyonerler Afrika’ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizdeyse toprağımız vardı.
Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil,
onların elinde topraklarımız kalmıştı...”
Kenya’nın ilk Devlet Başkanı Jomo Kenyatta
Nina, Pinta, Santa Maria… 3 Ağustos 1492’de Cadiz körfezindeki küçük Palos
limanından batıya doğru yelken açan bu üç İspanyol yelkenlisinin hedefi
Asya’ya ulaşmaktı. Bayrak gemisi Santa Maria’nın kaptanı Kolomb
(Christopher Columbus)146 varacağı yerden öylesine emindi ki kıyıya
çıktığında Büyük Han’a vereceği mektubu çoktan hazırlamış, Arapça
tercümanını da yanına almıştı. Asya üzerinden Japonya’ya; ‘zenginliğiyle göz
kamaştıran’ bu egzotik diyarlara açılmayı planlıyordu. Aynı dönemde Afrika’nın
ucuna ulaşan Portekizliler, Keşifler Çağı’nın nimetlerini tatmaya başlamıştı
bile. İspanyollar çabuk olmalıydılar. Kolomb ve mürettebatı, iki aydan biraz
daha fazla bir süre sonra, bugün Bahamalar olarak bilinen yerde kıyıya ayak
bastı. Santa Maria’nın zabıt kâtibi, kayıt defterinin 11 Ekim 1492 tarihli
sayfasına şunları yazıyordu:
“Gece yarısından iki saat sonra iki fersah uzaklıkta kara göründü. Gemiler
gün ışığını beklemek üzere demirlediler. Cuma günü, yerlilerin Guanahani
dedikleri Lucayos adasına vardılar. Kıyıda çıplak insanlarla karşılaştılar. Amiral
(Kolomb) kıyıya Martin Alonso Pinzon ve Nina’nın kaptanı, kardeşi Vicente
Yañez’in de içinde bulunduğu silahlı bir sandalla çıktı. Kraliyet prosedürünü
uyguladı. Kaptanlar yanlarında üzerinde yeşil haç bulunan iki bayrak götürdü.
Amiral, tüm gemilere bu bayraktan astırmıştı. Karaya indiklerinde yemyeşil
ağaçlar, bol miktarda su kaynağı ve çeşitli meyveler gördüler. Amiral, tüm
mürettebatı yanına topladı. Bu tarihi ana şahitlik etmelerini istiyordu.
Hepsinin huzurunda adayı kral ve kraliçe adına sahiplendiğine yemin etti…”
Ne oluyordu dersiniz? Gayet basit. İspanyollar, o an için Asya sandıkları
Amerika topraklarına el koyuyorlardı! Okuyacaklarınız, tarihin en büyük
paylaşım savaşının hikâyesidir. Yüzleri tuzlu su ve güneşten kavrulmuş
maceraperest denizcilerin, radikal Hıristiyan din adamlarının, topraklarına
toprak katarak iktidarlarını perçinlemek isteyen kral ve kraliçelerin ve olan
bitenden habersiz; kanları, canları ve topraklarıyla bu savaşın gerçek
mağdurları olan yerlilerin sırtında yükselen bir paylaşım savaşı…
***
15. yüzyıl Avrupası’na uzanıyoruz. Kastilya Kraliçesi İzabel (I. Isabella) ile
Aragon Kralı Katolik II. Fernando (Fernando II de Aragón) 1469’da evlenmiş,
o ana kadar gayet dağınık bir görüntü veren İspanya’yı toparlamışlardı. Bu iki
koyu Katolik soylunun evlenmesinden doğan ‘Taç Birliği’, beş kıtaya yayılacak,
dünyanın ilk küresel imparatorluğu olan İspanyol İmparatorluğu’na kapı
açacaktı.
O dönemde İspanyolların başı Müslümanlarla dertteydi. Bir yanda Endülüs’ü
ele geçirmiş Müslüman Emeviler, diğer yandan Avrupa’nın önde gelen
güçlerinden Osmanlı İmparatorluğu, adeta Avrupalıları kıtaya sıkıştırmış,
nefes aldırmıyorlardı. Aslına bakılırsa bu nefes darlığı, 1453’te
Konstantinopol’ün düşmesiyle başlamıştı. Zira Asya’ya giden ticaret yollarını
ele geçiren Osmanlılar, Batının bu kıtaya uzanan kollarını da kesmişti. O halde
Asya’ya gidecek yeni yollar bulunmalıydı. Buldular da. Madem karadan
gidilmiyordu, denizler ne güne duruyordu?
İspanyollar, Kastilya Kraliçesi İzabel ve Aragon Kralı Fernando’nun liderliği altında sürdürdükleri kanlı savaşların ardından Endülüs
Müslümanlarını İber Yarımadası’ndan çıkardılar. Artık yeni dünyaları keşfe koyulabilirlerdi…
Kolomb, okyanusları aşacak yolculuğunu finanse etmeleri için Avrupa’nın birçok monarşisinin kapısını çaldı ama istediği desteği
veren, İspanyol Kraliçesi İzabel oldu. Onun ileri görüşlülüğü, İspanya’yı küresel bir imparatorluk yapacaktı. (İllüstrasyon:
http://www.heritage-history.com)
Kolomb’un komutasındaki Nina, Pinta ve Santa Maria isimli gemiler, Asya niyetine çıktıkları yolculukta, Amerika kıtasına ulaştı ve o
andan itibaren dünya tarihi tamamen değişti. Sömürgeciliğin ilk adımları atılıyordu.
Bin beş yüz kişi taşıyan on yedi gemiyle ikinci ‘Hindistan’ seferine çıkan
Kolomb, Hispanyola’ya 153 ulaştığında, kendilerini daha önce güler yüzle
karşılayan yerlilerin tavır değiştirdiğini gördü. Başlangıçta yerli halk, uzak
diyarlardan gelen bu garip görünümlü misafirlere sıcak davranmıştı. Zaten
keşif niyetiyle yapılan ilk seferler esnasında Batılılar henüz ‘tek dişlerini’
göstermemişlerdi. Sömürülebilecek kaynakları belirlemek için bölgeyi ve halkı
inceliyorlardı. Fakat yerliler, ilk etapta her türlü ihtiyaçlarını gidermelerine
yardımcı oldukları ve karşılığında kendilerine daha önce hiç görmedikleri incik
boncuk türü şeyler veren bu yabancıların niyetinin pek de hayırlı olmadığını
kısa bir süre sonra anlamıştı. İlk isyan Hispanyola’da patlak verdi. Ancak bu
yabancıların elinde daha önce görmedikleri iki şey vardı ki biri ağzından ateş
saçıyor, öbürü de kesip atıyordu: Tüfek ve kılıç…
Kolomb, günlüğüne yerlilerin ‘savunma sanayisi’yle ilgili olarak şu satırları
karalamıştı:
“Ne bir tür silah taşıyorlar ne de silahın ne olduğunu biliyorlar. Onlara
kılıcımı gösterdim, nasıl tutacaklarını bilmediklerinden keskin tarafından
tutarak ellerini kestiler. Demir yoktu, tahtadan yapılmış ilkel mızraklar
taşıyorlardı. Bazılarının ucunda balık dişleri vardı, bazıları da çeşitli renklere
boyanmıştı...”
Neoklasik dönem ressamlarından John Vanderlyn’in (1775 –1852) gözünden Kolomb’un Amerika kıtasına ayak basışı.
İspanya ve Portekiz arasındaki sömürgecilik yarışında hakemlik yapan Papa VI. Alexander, keşfedecekleri topraklarda Hıristiyanlığı
yaymaları koşuluyla, Avrupa dışındaki toprakları bu iki güç arasında paylaştırmıştı! 1494’te imzalanan Tordesillas Antlaşması, bu
paylaşımı resmileştirecekti. İtalyan diplomat Alberto Cantino’ya ait 1502 tarihli bu harita, Keşifler Çağı’ndaki paylaşımı resmediyor.
Brezilya üzerinde uzanan çizgi, Papa’nın dünyayı iki ülke arasında paylaştırdığı hattı sembolize ediyor.
Amerika kıtasına ismini veren Amerigo Vespucci’nin kıtaya ayak basışı birçok ressama ilham kaynağı oldu.
1588 yılının Mayıs ayında Kraliçe Elizabeth’in donanması, denizler hâkimi İspanyolların ‘Yenilmez Armada’ olarak bilinen donanmasını
sulara gömünce, İspanyol İmparatorluğu’nun gerileme süreci de başlıyordu. (İllüstrasyon: www.britishbattles.com)
Hollandalılar, 1639’daki Downs Savaşı’nda İspanyol-Portekiz ortak donanmasını yerle bir etmiş, bu her iki deniz gücünü de
sulardan kazırken, “Bundan böyle denizlerde ben de varım!” demişti. (National Maritime Museum, http://www.nmm.ac.uk/)
20. yüzyıla dek Afrika’daki sömürgelerinin yakasını bırakmayan Portekiz, Angola, Mozambik ve Guinea-Bissau’da giriştiği savaşlarda
binlerce Afrikalının ölümüne sebep oldu. 1960’larda Luanda Hava Üssü’nde bir Portekiz F-84 savaş uçağına bomba yüklenirken.
(www.militaryphotos.net)
İspanyol İmparatorluğu, 15. ve 19. yüzyıllar arasında Avrupa, Amerika, Asya, Afrika ve
Okyanusya’daki sömürgeleriyle, kendisine ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ sıfatı yakıştırılan
ilk imparatorluktu (Daha sonra bu sıfat İngiltere’ye yakıştırılacaktı.) III. Charles’ın iktidarda
bulunduğu dönemde (1759–1788) imparatorluğun topraklarının genişliği 20 milyon km²’ye ulaşmıştı.
Portekiz İmparatorluğu tarihin en uzun soluklu küresel imparatorluğuydu. Sömürge imparatorluğu
macerası tam altı asır sürmüş, dünyanın değişik bölgelerine yayılan topraklarının genişliği 10 milyon
km²’yi bulmuştu.
İspanya tarihi on bin yıl öncesine kadar uzansa da ülke toprakları hep yabancı güçlerin işgalinde
kalmıştı. Ülke 700-1400 yılları arasında İspanyolların ‘Moors’ olarak isimlendirdiği Müslü-manların
idaresi altındaydı. İspanya’yı bağımsız olarak tek bir çatı altında toplayanlar, İzabel ve Fernando
oldu.
İspanyol İmparatorluğu’nun Amerika kıtasındaki toprakları, ABD’nin bugünkü California eyaletinden
Şili’ye kadar uzanıyordu. Avrupa’daysa İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Belçika, imparatorluğun
sınırları içindeydi.
Batılı tarihçiler, 16. yüzyılda dünyanın en güçlü ülkesi olan İspanyol İmparatorluğu’nu üç kelimeyle
özetler: Gold, God and Glory! (Altın, Tanrı ve Zafer!)
İspanyol ve Portekiz imparatorlukları, global ticareti başlatan ilk ülkeler olmuşlardı. İspanyol para
birimi düka, tarihin ilk küresel para birimiydi.
Bu iki imparatorluğun Atlantik’i aşarak yaptığı seferler sonucu, Amerikalılar buğday, arpa, soğan,
elma, karpuz, inek, koyun, at ve eşekle ilk kez karşılaşırken Avrupalılar da mısır, çikolata, patates,
kırmızı biber, pul biber, domates, yerfıstığı, tütün ve hindiyle tanıştı.
Keşiflerle birlikte Latin Amerika’daki İspanyol ve Portekiz kolonilerini mesken tutan Roman Katolik
kiliselerine bağlı keşişler (Fransiskenler, Dominikler ve Cizvitler), Hıristiyanlığı yaymak için büyük bir
gayret gösterdi. Öyle ki Cortes’in Meksika’ya gelişini takip eden on yıl içerisinde bir Fransisken keşişi,
sadece bir günde 14 bin yerliyi, toplamdaysa 200 bin kişiyi vaftiz ettiğini söylemişti.
İspanyol Amerikası’na her İspanyol elini kolunu sallayarak gidemiyordu! Sözgelimi Aragonlular,
Kastilya Kraliçesi İzabel ile Aragon Kralı Fernando arasında yapılan evlilik sözleşmesi gereği,
Amerika’daki İspanyol sömürgelerine gitmek için kraliyetten özel izin almak zorundaydı. Zira
Kolomb’un gezilerini İzabel finanse etmişti ve kâğıt üzerinde Amerika’daki topraklar onundu!
İspanyollara Amerika kıtasının anahtarını sunan Kolomb, aslında Cenovalı bir İtalyan’dı. İzabel’in
desteğini almadan önce sekiz yıl boyunca, seferlerine finansman bulabilmek için başta Portekizliler
olmak üzere Avrupa’daki birçok monarşinin kapısını çalmış, teorileri ‘saçma’ bulunduğu için her
seferinde kapı dışarı edilmişti!
İspanyollar, 1500 ve 1650 yılları arasında Amerika’dan 181 ton altın ve 16 bin ton gümüş getirmişti.
Günümüz parasıyla altınlar yaklaşık 4, gümüşlerse 7 milyar dolara karşılık geliyordu. Meblağlar
bugünün trilyon dolarlık devlet bütçeleri yanında kulağa komik gelse de o zamanlar için akıl almaz
rakamlardı. O kadar ki bu para girişinden dolayı İspanya’da enflasyon söz konusu yıllarda beşe
katlanmıştı.
Denizaşırı sömürgeler dönemini başlatan coğrafi keşiflerde en büyük pay, Portekiz kraliyet ailesinin
maceraperest prensi Henry’e aittir. ‘Denizci’ lakabıyla tanınan Henry, deniz aşırı seferleri başlatmış,
bunun sonucunda Atlantik Okyanusu’ndaki Madeira Adaları 1419’da, Azor Adaları da 1427’de
keşfedilerek, tarihin ilk deniz aşırı sömürgeleri olmuştu. Henry’den önce denizciler, devasa deniz
canavarlarına yem olmaktan ya da dünyanın ‘kenarlarından’ aşağı düşmekten (dünyanın dümdüz
olduğuna inanıyorlardı) korktukları için sadece kıyıları takip ediyorlardı.
Portekiz ve İspanya’nın okyanuslara açılarak başlattığı Keşifler Çağı, Avrupa’da bin yıldır süren
dengeyi değiştirmişti. Bu ikilinin başı çektiği deniz aşırı maceralara kısa zamanda Atlas Okyanusu’na
kıyısı bulunan Hollanda, Fransa ve İngiltere de katıldı ve bu beşli, dünya zenginliklerini asırlar boyunca
kontrol ederek, bugün Batı ile Doğu arasındaki gelişmişlik farkının mimarları oldular.
Portekiz ve İspanya’nın başlattığı bu süreç, tartışmasız bir şekilde, ‘sömürge paylaşım’ ve onu
izleyen ‘dünya’ savaşlarının tetiğini çekti ve bugün içinde yaşadığımız dünyanın siyasi, dini, kültürel ve
coğrafi çerçevesini çizdi.
İngilizler, dünyayı keşfe Avrupalı diğer rakiplerinden daha geç başlamış olsalar da boynuz kulağı
geçmiş ve tarihin gördüğü en büyük imparatorluğa imza atmışlardı. Bileği bükülmez bir donanma,
devlet gibi bir ‘şirket’, sanayileşmeyi arkasına alan ilk millet olmanın avantajı ve ‘parçala-yönet’
siyasetiyle Amerika’dan Afrika’ya, Hindistan’dan Avustralya’ya uzanan devasa bir imparatorluk
kuran İngilizler, 1921’de dünya nüfusunun ve topraklarının dörtte birini kontrol ediyordu! Tabii ki
milyonlarca insanın canı ve iradesi pahasına. Çağdaşlarından daha zeki bir şekilde zamanın ruhunu
okudular ve tamamen parçalanmasını beklemeden, imparatorluklarını zoraki bir siyasi birliktelikten
gönüllü ve sembolik bir beraberliğe dönüştürerek, günümüze kadar taşımayı başardılar…
İngiliz İmparatorluğu
(1585-1997)
“İngiliz imparatorluğu üzerinde güneş batmıyor çünkü tanrı bile onlara karanlıkta güvenmiyor!”
Sri Lankalı politikacı Colvin R. de Silva
Beyaz yerleşimciler Boston limanına demirli İngiliz gemilerindeki çayları denize dökerek, sömürge yönetimine karşı isyanın ilk
kıvılcımını çakmıştı. Bu olay tarihe Boston Çay Partisi olarak geçti.
Kolonilerdeki yerleşimciler İngilizlerle girdikleri çetin savaşın ardından onları kıtadan kovdular. Artık yollarına Amerika Birleşik
Devletleri adında yeni bir ülke olarak devam edeceklerdi. İngilizlerse gözlerini dünyanın diğer bölgelerine çevirdiler.
İngiltere, 1805’teki Trafalgar Deniz Savaşı’nda Fransız-İspanyol ortak donanmasına ağır bir hezimet yaşatarak büyük bir avantaj
yakaladı. Bu savaş, Napolyon’un emperyal ihtiraslarını törpülediği gibi, İngilizleri bir asır boyunca denizlerin tek hâkimi haline getirdi.
Hindistan’daki İngiliz ordusunda görev yapan Hindular ve Müslümanlar, 1857’de İngiliz yönetime karşı ayaklanmalarına rağmen
başarısız olmuşlar, elebaşları acımasızca cezalandırılmıştı. (Tablo/Felice Beato/1858)
İngiltere’nin Hindistan Genel Valisi Lord George Curzon’un Hindistan’a gelişinde düzenlenen karşılama töreni. Lord Curzon
ilerleyen yıllarda Yunanlıların Anadolu’ya çıkmasına itiraz etmiş ve Lozan görüşmelerinde İngiliz heyetine başkanlık yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, 1917’de İngiliz komutan General Edmund Allenby Osmanlılardan alınan Kudüs’e
giriyor. Bu İngiliz İmparatorluğu’nun yaşadığı son genişleme dalgası oluyor.
Tarih 5 Mayıs 1821. Yer Atlantik Okyanusu’ndaki St. Helen Adası. 51 yaşındaki Napolyon ölüm döşeğinde. Bir zamanlar Osmanlı
İmparatorluğu’nu, Rusya’yı, İngiltere’yi, Afrika’yı ve hatta neredeyse tüm dünyayı ele geçirmek için dünyanın altını üstüne
getiren ihtiraslı imparatordan geriye, sadece hasta, yaşlı ve yatalak bir ihtiyar kalmıştı. Bununla birlikte Napolyon’un ölümü, Fransız
İmparatorluğu’nun da sona erdiği anlamına gelmiyordu. Fransa, sömürgecilik macerasını denizaşırı topraklarıyla birlikte 20. yüzyıla
kadar devam ettirecekti.
İmparatorluğun temelleri 1558-1603 arası dönemde atıldı. Kraliçe I. Elizabeth’in iktidarına denk gelen
bu devirde İngilizler, İspanyollara denizde kök söktürdü ve etkin bir deniz gücü olarak sahneye
çıktılar. Okyanus ötesi ilk keşifleri de bu dönemde gerçekleşti.
1600 ve 1700 yılları arasındaki döneme Birinci İngiliz İmparatorluğu adı verilir. Bu dönemde İngilizlerin
ilgi odağı, çoğunlukla Amerika ve biraz da Hindistan’dı. İngiltere, koruma altındaki ticaret monopolleri
ve devlet eliyle üretim ilkesine dayalı Merkantilizm felsefesi üzerinde yükselen bir refah üretmişti.
Ana hedef, ülkenin ihracatını ithalatından daha yüksek bir noktada tutmaktı.
1799-1815 arasında, ‘İkinci İngiliz İmparatorluğu’ olarak bilinen dönemde İngilizler, Akdeniz’deki
üstünlüklerini ve doğudaki sömürgelerine giden yolların güvenliğini pekiştirdiler. Özellikle Amiral Nelson,
Nil ve Trafalgar Savaşları’nda Fransız donanmasını imha ederek, İngilizlerin denizler üstündeki
hâkimiyetini ilan etti. Bu zaman aralığında İngilizler, Kanada, Güney Afrika, Hindistan ve Asya’nın
diğer bölgelerinde başat güç olarak sahnede kaldı.
1800’ler boyunca ve 1900’lerin ortasına kadar geçen zaman diliminde imparatorluk, Asya ve
Afrika’da genişledi; Hindistan, Kanada ve Avustralya’daki konumunu sağlamlaştırdı. 1921 yılına
gelindiğinde dünya topraklarının ve halklarının dörtte biri (33 milyon 670 bin km² ve yaklaşık 460
milyon kişi) İngiliz Tacı’nın gölgesi altındaydı. Sömürgelerinden sadece Hindistan’ın nüfusu,
İngiltere’ninkinden üç kat daha fazlaydı. Bu geniş topraklar üzerinde hâkimiyet kurulmasında yüzyıl
başında kullanıma giren buharlı gemiler ve telgraf önemli bir rol oynadı. Daha 1902’de İngiliz
İmparatorluğu’na ait tüm topraklar, Kırmızı Hat adı verilen özel bir telgraf hattıyla birbirine
bağlanmıştı. Bununla birlikte, 20. yüzyılda gelişen milliyetçilik akımı ve dünya savaşları sömürgelerin
bağımsızlık taleplerini kamçıladı. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgelerin denetimini
gevşetmeye başladı, ikincisinin ardından da birçoğunun bağımsızlığını tanıdı.
İmparatorluk, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı, Napolyon Savaşları’nı ve her iki dünya savaşını geride
bırakacak kadar uzun ömürlü oldu.
“Görkemli bir imparatorluk, görkemli bir kek gibidir. Önce köşelerinden başlar dağılmaya.”
Benjamin Franklin
Hollandalıların kurduğu New Amsterdam’ı (New York) resmeden ilk çalışmalardan biri.
Hollandalılar, işgal ettikleri Brezilya topraklarında sıkıntılar yaşamaya
başlayınca, fethedilen yerler Portekiz’e geri verildi. 1570’lerden itibaren Kuzey
Amerika’da süregelmekte olan Felemenk özel girişimcilerinin faaliyetleriyse
1621’de GWC çatısı altında birleşmiş ve New Netherlands (Yeni Hollanda)
adında, merkezi Manhattan adasındaki New Amsterdam (ki sonradan
günümüzün New York’una dönüşecektir) olan bir Felemenk kolonisi
kurulmuştu. Peter Stuyvesant’ın 221 valiliği altındaki koloni 1664’te İngilizlerin
kontrolüne geçene kadar New York, Hollandalılardan sorulacaktı!
1670’lere gelindiğinde maliyetler çok yükselmişti ve GWC artık kâr
etmiyordu. İspanyol kolonilerini yağmalamak ve özellikle de Batı Afrika ile
Amerika arasındaki köle ticaretinin sorunsuz bir şekilde yürümesini
kolaylaştırmak için nakliye şirketi olarak yeniden yapılandırıldı. Ama şirketin
nakliyeden anladığı, diğer tüccarların gemilerini yağmalamaktan ibaretti!
Öte yandan Hollandalılar, 17. yüzyılın sonlarına doğru Doğu Hindi’nde kalıcı
bir işgal yönetimi kurma fikrine daha sıcak bakar olmuşlardı. Askeri
harekâtlara hız verildi; Hollandalılar İngilizler ve Portekizlilere bölgede nefes
aldırmıyorlardı. 1676’ya gelindiğinde Java’nın büyük bir kısmı Felemenklerin
eline geçmişti. Bölge ekonomik açıdan iliklerine kadar sömürülüyor olsa da
18. yüzyıl boyunca VOC’un borçları, sıklaşan askeri operasyonlar ve işgal
maliyetlerinden dolayı artmaya devam etti. Buna karşın imparatorluğun diğer
bölgelerinde işler yolundaydı. Güney Afrika’daki yerleşimler büyümüş; VOC,
buralardaki yerlilerden ve sonradan getirilmiş kölelerden Hollanda için ter
döken işçi kolonileri kurmuştu. Cape Town, Doğu Hindi ile Hollanda arasındaki
deniz trafiği açısından önemli bir istasyon haline gelmişti.
Hollandalı ressam Abraham Storck’un İngilizlerle Hollandalılar arasındaki 4 Gün Savaşı’nı resmettiği çalışması.
Hollandalı ressam Nicolaas Pieneman’ın fırçasından 1830’daki Java Savaşı’nın ardından Hollandalıların Java’yı teslim alışı.
Her ne kadar 1800’den sonra Felemenk köle ticareti bitmiş olsa da GWC
yeniden canlandırıldı ve tüm kölelerin azat edildiği 1864’e kadar, mevcut
kölelerle çiftlikleri işletmeye devam etti. Köleliğin kaldırılmasından sonra
şirket dağıldı. Bu arada Amsterdam, finans hizmetleri ve nakliyat sayesinde
para basan bir merkeze dönüşmüştü. 1850’lere doğru Hollanda ithalatının çok
az bir kısmı GWC limanlarından geliyordu. Çiftlik ekonomisi cazibesini
kaybetmişti, ülkenin ekonomik büyümesine çok fazla bir katkı sağlamıyordu.
Felemenkler, kölelerin kol gücünden ziyadesiyle yararlanmıştı. Artık devir,
sanayi devriydi...
Doğu Hindi ise başka bir muammaydı. Burada VOC yeniden canlandırılmıştı.
Lakin bütün maliyetini Hollandalıların karşıladığı, tüm parsayıysa İngilizlerin
topladığı bu yeni düzen Felemenklerin canını sıkıyordu. Nasıl olurdu da
doğunun rantını İngilizlere yedirirlerdi?
Bunun üzerine I. Willem, hazineye yeni gelir kaynağı olması ümidiyle ünlü
‘Kültür Sistemi’ni (cultuurstelsel) hayata geçirdi ve Johannes van den Bosch’u
bu politikayı uygulaması için bölgeye Genel Vali olarak atadı. Kültür Sistemi,
1830’lardan 1870’lere kadar uygulanan etkin bir vergilendirme yöntemi olarak
tarihe geçti. İşçilerin (yani kölelerin) emeğine ve işledikleri topraklara yüzde
20’lik bir vergi uygulanıyordu. Her ne kadar bu işin kölelere faturası ağır olsa
da sistem, kolonileri daha kazançlı hale getirmişti. Bu şekilde sömürülen
işgücü ve kaynaklar kahve, çay, çivit fidanı ve tütün gibi ticari tarım ürünleri
yetiştirmek için kullanıldı. Bunlardan elde edilen ve yıllık olarak Hollanda
hazinesine aktarılan gelirler ülkenin kalkınmasında önemli bir rol oynadı. Bu
dönemde Hollanda Doğu Hindi için ‘Flemenk gemisindeki delikleri tıkayan
tıpalar’ benzetmesi yapılıyordu. 1865’ten sonra ekonomik gerekçeler ve liberal
politikacılardan gelen baskılar sonucu sistem lağvedildi ve bölge ekonomisi
özel girişimlere açık hale getirildi.
Acımasız bir emek ve ürün sömürüsüne dayalı bu sistem, neden ‘kültür’
olarak isimlendirilmişti? Cevabı basitti: Beyaz adam aslında bu sistemle,
bölgeye medeniyet, kültür taşıdığına inanıyor; hadi inanıyor demeyelim de
stratejisini bu şekilde pazarlıyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Felemenkler
de diğer sömürgeci güçler gibi kolonileri büyütmeyi hedefleyen Yeni
Emperyalizm (New Imperialism)223 akımına katılmışlardı. Böylelikle kısmi
otoriteye sahip oldukları yerlerin birçoğunda hâkimiyeti doğrudan ellerine
aldılar. Haliyle ortalık karıştı. Sözgelimi Kuzey Sumatra’da bulunan Achin’de
(bugünkü Açe224) meydana gelen Achin Savaşı225 (1873-1904) Hollanda
imparatorluk tarihinin en kanlı sayfalarından birini oluşturacaktı.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Hollandalılar da sömürüye ahlaki bir kılıf
uydurma yarışına dahil oldu ve ‘Etik Politika’ (Ethische Politiek) söylemine
sarılmakta gecikmedi. Bu politika, kısmen eğitim ve sınırlı azad yoluyla yerli
halkın ‘sivilleştirilmesini’, kısmen Avrupa kimlik ve kültürünün sömürgelere
ihracını, kısmen de sömürgecilikten duyulan vicdan azabını hafifletmeyi
amaçlıyordu. Hollandalılar, bu politikayla, Endonezya’daki tebaalarının
refahının, kendi ‘ahlaki sorumlulukları’ altında olduğunu deklare etmiş
oluyorlardı. Kısacası, Endonezyalılar artık köle değil, ‘vatandaş’tı…
Tüm bu gelişmelere karşın sömürgeler, kazançlı birer yatırım olmaya devam
ediyordu. 1938’e gelindiğinde Hollanda milli gelirinin yüzde 13-14’lük bölümü
denizaşırı topraklardan sağlanıyordu. Ancak yerli Endonezyalılar arasında
siyasi bilinç uyanmaya başlamıştı. Bu durum zamanla milliyetçi hareketlerin
doğuşuna zemin hazırladı. İkinci Dünya Savaşı çerçevesinde Japonlar, 1942’de
Hollanda Doğu Hindi’ni istila ettiğinde, Avrupa karşıtı propagandaları
açısından verimli bir toprak bulmuşlardı. Hollandalı sömürgeciler, Japonlar
tarafından çalışma ve toplama kamplarına hapsedilmiş, avcıyken av
olmuşlardı!
Sömürgeler başkaldırıyor
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Hollanda’nın bölgede ne askeri ne
de siyasi kontrolü kalmış; işgal gücü Japonya da atom bombalarıyla devre dışı
bırakılmıştı. Savaşın ardından oluşan boşlukta milliyetçi liderler Sukarno ve
Muhammed Hatta Ağustos 1945’te Endonezya’nın bağımsızlığını ilan etti.
Hollanda kamuoyu bu gelişmeyi hazmetmekte zorlandı. Herhangi bir taviz
verilmeden ya da anlaşmaya varılmadan önce, savaş öncesindeki duruma geri
dönülmesini talep ettilerse de artık devran değişmişti. Birleşmiş Milletler’in ve
kısmen de savaş sonrası düzenin süper gücü Amerika’nın Avrupalı sömürgeci
güçlere uyguladığı baskı sonucu Hollanda, Java ve Sumatra’ya düzenlediği
ufak çaplı ve başarısız iki askeri operasyonun ardından, Endonezya’nın
bağımsızlığını istemeyerek de olsa kabullenmek durumunda kaldı.
Endonezya Devlet Başkanı Sukarno, geride kalan tüm Hollanda mülküne el
koydu. Yine de Hollandalılar, Yeni Gine adasının batı yarısının kontrolünü
inatçı bir şekilde ellerinde tutmaya devam ettiler. Lakin Sukarno’nun pes
etmeye niyeti yoktu, sömürgecileri tamamen bölgeden çıkarmaya kararlıydı.
Endonezya Sovyetlerden de yardım alarak adaya çıkartma yapmaya, Hollanda
da savunmaya hazırlanıyordu ki Kennedy yönetiminin baskısıyla Hollandalılar,
tek kurşun atmadan çekilmek zorunda kaldı. 1963’te bölge, tamamen
Endonezya’nın olmuştu.
Eski sömürgelerinden neredeyse tekme tokat kovulan Hollandalılar bu
zorunlu dekolonizasyon sürecine öfke duysalar da bu durum ülke ekonomisini
korkulduğu kadar etkilemedi. Geri çekilmenin ardından bölgedeki birçok
koloniden hatırı sayılır bir nüfus Hollanda’ya göç etti. Bunlar arasında kanları
karışmış ve Felemenk toplumuna iyice entegre olmuş Asyalı Avrupalılar
(Eurasians), koloni ordusunda yer almış eski askerler ve onların ailelerinden
oluşan Moluccanlar da vardı.
Karayipler’de Hollanda’ya direnen olmadı
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Surinam’da küçük çaplı milliyetçi akımlar
baş gösterse de aynı durum Hollanda Antilleri’ne ait adalarda yaşanmadı.
Doğudaki kolonilerinden zorla çıkartılan Hollanda, batıdakilerle bağlarını
kendisi gevşetti ve onları iç işlerinde serbest bırakan bir yasa çıkardı. Zaten
bu sömürgelerden Surinam bir süre sonra bağımsızlığını ilan edecekti. Adalara
gelince: Aruba kendi kendine yönetimi tercih etti; Curaçao, Bonaire, St.
Maarten, St. Eustatius ve Saba adaları, Hollanda Birleşik Krallığı’nın yüksek
otonomiye sahip bir parçası olarak kalmaya karar verdi.
Sömürgeleri gitti, denizcilik baki kaldı
Rus halkı Çarlık rejiminin asırlardır süren kötü yönetimi altında inim inim inliyordu. Özellikle de köylü
ve işçi sınıfı. Buna bir de ülke kaynaklarını her açıdan tüketen Birinci Dünya Savaşı’nın amansız yükü
eklenince, ülkenin sigortası attı. Sınıfsız bir toplum vaat eden komünist liderler, kitleleri peşlerine
takarak Çar’ı devirdi. Artık yeni bir imparatorluk kurulmuştu. Tek ve en güçlü ‘sınıfını’, işçiler adına
iktidara gelen ve bir daha da asla iktidarı bırakmayan komünist bürokratların oluşturduğu bu
imparatorluk, Sovyetler Birliği’ydi. Uzaya ilk insanı çıkartarak dünyayı şok etmiş, ilk kıtalararası
nükleer füzeyi yaparak silahlanma yarışını başlatmış, tarihin gördüğü en korkutucu gizli servis olan
KGB ile hem Rusları hem de Rus olmayanları tedirgin etmiş, baş aktörlerinden biri olduğu Soğuk
Savaş’la tüm dünyayı terletmişti. Yıkılışı da kuruluşu gibi nefesleri kesti…
Sınıfsız bir toplum için yola çıktı, tüm sınıfları korkuya boğdu:
Sovyet İmparatorluğu
(1922-1991)
Sovyetler Birliği’ni her kim özlemiyorsa kalpsiz demektir, her kim geri gelmesini istiyorsa beyinsiz demektir.
V.Putin/Rusya Başbakanı, eski Devlet Başkanı (2000 yılı Başkanlık seçimleri sırasında)
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail S. Gorbaçov, 26
Aralık 1991’de “Yoldaşlar, artık yeni bir dünyada yaşıyoruz!” diyerek,
Komünist Rusya’nın 11. ve son devlet başkanı olarak görevinden istifa etti.
Aynı gün, Kremlin Sarayı üzerinde dalgalanan orak-çekiçli bayrak, yerini
geleneksel beyaz, mavi ve kırmızı Rus bayrağına bıraktı ve 31 Aralık’ta
Sovyetler Birliği lağvedildi. O günleri yaşayanlar, gelişmeleri uzun zamandır
takip etmelerine rağmen, gördüklerine inanamıyorlardı. Üç çeyrek asırdır
dünyanın en az yarısını etki alanı altına alıp diğer yarısını da korkutan Kızıl
İmparatorluk, bir anda buharlaşmıştı! Oysa 74 yıl önce, hayatı ‘Marksizm,
Kapitalizm, Sosyalizm ve Komünizm’ 227 şeklinde formüle eden ve Sovyetler
Birliği macerasını başlatan kitleler hikâyenin bu şekilde sonlanacağını
akıllarına hiç mi hiç getirmemişlerdi.
1917… Rusya… Halk perişan
Çarlık Rusyası on yedinci yüzyıldan itibaren ele geçirdiği topraklarla 11 ayrı
zaman dilimine yayılan, Pasifik’te, Baltık’ta, Kuzey Atlantik’te ve Karadeniz’de
limanları olan devasa bir imparatorluğa dönüşmüştü. Lakin irili ufaklı
ayaklanmaların yaşandığı 1917’ye gelindiğinde Çarlık rejimi için tehlike çanları
çalmaya başladı. Aslına bakılırsa çan sesleri uzun zamandır duyuluyordu.
Daha 1825’te Çar I. Nikolay yönetimini hedef alan ayaklanma ve 1905
Devrimi’ne228 kapı açan St. Petersburg’daki Kanlı Pazar Katliamı, 229
asırlardır toplumu eline geçirmiş çaresizliğin dışavurumuydu. Başta devletin
uçsuz bucaksız topraklarına yayılmış köylü ve çiftçi grupları olmak üzere halka
büyük bir memnuniyetsizlik hâkimdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın baş aktörlerinden biri olan Çarlık Rusyası’nın 1917
itibariyle cephelerdeki durumu hiç de parlak değildi. Yenilgisi çok, zaferi azdı.
Ülke modern savaş teknikleriyle başa çıkacak donanımdan yoksundu. Az
gelişmiş ve kötü yönetilen ekonomi, asırlardır halkı canından bezdiren
otokratik çarlık rejimiyle birleşmiş, olası bir devrim için ideal şartlar
oluşmuştu. Beşik hazır, bebek bekleniyordu…
Her ne kadar makyaj kabilinden birtakım reformlar yapılsa da ülkedeki
hâkim güç, Çar II. Nikolay’dı. Duma’nın uyarıları Çar’ın bir kulağından girip
diğerine ulaşamıyordu bile. Yiyecek sıkıntısı had safhadaydı. Düşmandan
ziyade açlık ve sefaletle savaşan askerlerden, uzun zamandır kendilerini insan
yerine bile koymayan bir sistem adına savaşmaları bekleniyordu. 1917’de
tavan yapan büyük kıtlığın tüm ülkeyi tehdit eder hale gelmesinin ardından
reform yanlısı partilerin Duma’daki çoğunluğu ele geçirmesi, yaklaşmakta olan
fırtınanın ayak sesleriydi. Ancak Çar derin bir uykudaydı.
Sona giden ilk adım: Şubat Devrimi
Cephelerde lime lime olan ordunun sabrı taşmıştı. Şubat’ta halk sokaklara
döküldü. Başkent Petrograd (şimdiki St. Petersburg), açlığa, Çar’ın baskısına
ve savaşa nefret kusan kalabalıklarla dolup taşıyordu. En büyük partisi reform
yanlısı Sosyalist İşçi Partisi olan Duma, protestolara karşı mesafeli dursa da
başını işçilerin çektiği geniş kitlelerin taleplerine sempatiyle bakıyordu.
Şubat’ın 23’ü olmuştu; 90 bin kişilik kalabalık, polis ve askerin müdahalesine
rağmen bağırmaktan vazgeçmiyor, sesini Çar’a duyurmaya çalışıyordu. Kaldı
ki ordu da göstericilere müdahale ediyormuş ‘gibi’ yapıyordu. Ertesi gün
gerilim daha da arttı. Petrograd’ın yarısı greve başladı. Öfkenin odağında II.
Nikolay ve halka göre Çar’ın kişisel savaşından başka bir şey olmayan Birinci
Dünya Savaşı vardı. 25 Şubat’ta grev tüm şehre yayıldı. Başkentte hayat
durmuştu. Polis karakolları ateşe veriliyor, her fabrikada ‘sovyet’ 230 (konsey)
için seçimler yapılıyordu. Seçimlerden galip çıkan Sosyalist İşçi Partisi, birçok
alanda Çarlık hükümetinin yetkilerini üzerine aldı. Artık parti, de facto olarak
birçok yerde mahalli hükümet konumuna gelmişti.
Ordu ayaklanıyor
Çar 26 Şubat’ta orduya ayaklanmaları bastırma emri verdi. Başlangıçta
şiddetli çarpışmalar olsa da bir süre sonra birlikler, işçilere ateş açmayı
reddetti. Eski rejimi koruyan en önemli savunma hattı olan ordu çökmüştü.
Çar pes etmedi. Bu kez reform yanlısı Duma’yı lağvetti. Duma boyun eğmiş
gibi görünse de gayriresmi olarak toplandı ve devleti idare etmesi için geçici
bir kabine seçti. 27 Şubat’ta görünürde Çar’ın yönetim aygıtından geriye hiçbir
şey kalmamıştı. Gayriresmi Duma, ülkenin de facto hükümetiydi. Bu arada
ordu tamamen ayaklanmış ve 150 bin asker, silahlı işçilerle birlik olarak,
devrime taze kan pompalamaya başlamıştı. Başkent işgal edilmiş, Çarlık
hükümetine dair ne varsa yerle bir edilmişti. Devrimin o ana kadarki faturası
1500 candı.
Komünistler yolun başında çoğunluk değildi
Petrograd Sovyeti keskin bir şekilde reform yanlısı olmakla birlikte,
tamamen komünistlerin idaresi altında değildi. Duma ile birlikte, önceliği
kıtlığı sona erdirecek adımlar atmak ve Çar’ın hapsettiği siyasi suçluları
serbest bırakmak olan ılımlı sosyalist bir yönetim kurmuşlardı. Bununla birlikte
hem Duma hem de Petrograd Sovyeti, Çar’ın hükümetini başkentten kovan
kalabalıkların aksine, Almanya’yla (ve tabii ki Osmanlı’yla) yapılan savaşın
devam etmesinden yanaydı.
Almanlar Lenin’i Rusya’ya sokuyor
Sonradan Lenin231 adını alacak olan 1870 doğumlu Vladimir Illyich Ulyanov,
kardeşi, Çar’ı devirmeye yönelik bir komploya karıştığı için idam edilince,
henüz on yedisinde katıksız bir devrimci olup çıkmıştı. 1848’de Almanya’da
Komünist Manifesto’yu yayımlayarak komünist ideolojiyi formüle eden Karl
Marx’ın232 sıkı bir takipçisi olan Lenin, Çarlık polisi tarafından Sibirya’ya
sürgüne gönderilmişti. Serbest kalır kalmaz Avrupa’ya kaçarak, yayınladığı
‘Iskra’ (Kıvılcım) isimli gazeteyle Rus Komünist Partisi’nin radikal kanadını
oluşturmaya başladı. 1905’te Rusya’ya döndüğünde ayaklanmalara katılmakta
gecikmedi. Ayaklanmalar başarısız olunca soluğu bir kez daha sürgünde
alacaktı. Lenin 1917 olayları esnasında İsviçre’deydi. Almanya’ya, ülkesine
gidiş için kendisine bir koridor açarlarsa Rusya’yı savaştan çekip çıkarmaya
çalışacağına dair söz verdi. Teklifi kabul eden Almanlar, Lenin ve bir dizi
seçme devrimciyi, gizli bir operasyonla, bir tren vagonu içerisinde Rus sınırına
bıraktı. Lenin ve iyi eğitilmiş devrimci ekibi, nihayet 1917 yılının Nisan ayında
Petrograd’a ulaşmıştı.
Kitleleri harekete geçirme kabiliyetiyle fitilini ateşlediği Bolşevik Devrimi’yle Çarlık rejimini yıkan Lenin, muhtemelen gerçek anlamda
sınıfsız ve sorunsuz bir toplum kurmak için yola çıkmıştı. Lakin kısa zamanda diktatörlüğe yönelecek, ölümünün ardından Stalin gibi
parti önderleri tarafından Lenin imgesi etrafında yaratılan ‘kişi kültüyle’ Sovyetler, dünyanın gördüğü en acımasız totaliter rejim
olacaktı. (Foto: Kremlin Arşiv)
Çarlık rejimini devirmek için 1917 yılının Ekim ayında sokakları dolduran Rus halkı gelecekten ümitliydi. Açlık, işsizlik ve baskı
olmayacak, sınıfsız bir toplumda herkes eşit yaşayacaktı. Ancak yanıldıklarını anlamaları uzun sürmedi. (Foto: Kremlin Arşiv)
Tarihin gördüğü en acımasız diktatörlerden biri olan Stalin, Lenin’in ardından Sovyetlerin tek hâkimi olmuş, acımasız terör
kampanyalarıyla iktidarını betonlaştırmıştı. Buna karşın Sovyetler Birliği onun iktidarında, köylü toplumundan ağır sanayi toplumuna
dönüştü. Tabii bunun arkasında yatan en önemli faktör, Stalin’in emirleriyle mobilize edilen ve ölümüne çalıştırılan milyonlarca köle
işçiydi. (Foto: Kremlin Arşiv)
Rus Kızıl Ordusu, Berlin’e girip Başbakanlık (Reichstag) binasının tepesine Sovyet bayrağını diktiğinde, hem Hitler’e öldürücü
darbeyi vuruyor hem de İkinci Dünya Savaşı’nı, en azından, batı cephesinde bitirmiş oluyordu. Bu tarihi fotoğraf, Sovyetlerin yeni
kurulacak dünya dengesindeki en önemli aktörlerden biri olacağının da sembolüydü. (Foto: Kızıl Ordu Arşiv)
Rusların karadan kuşattığı Berlin’i Amerika ve İngiltere, tam bir yıl boyunca havadan besledi. Bu aynı zamanda iki düşman bloğun
karşılıklı ilk güç denemesiydi. (Foto: US National Archive)
Ruslar, 29 Ağustos 1949’da, Amerikalıların Josef Stalin’den hareketle Joe adını verdikleri ilk atom bombalarını, (orijinal fotoda
görüldüğü üzere) başarıyla test edip gerçek anlamda bir süper devlet ve dünyanın ikinci nükleer gücü oluyorlardı. Artık dünyanın
onlardan korkmak ve ciddiye almak için oldukça sağlam bir gerekçesi vardı. (Foto: Kızıl Ordu Arşiv)
Üçüncü Dünya’nın sıcak cepheleri
Karşılıklı onlarca meydan okuma, gözdağı ve nükleer silah depolarına
rağmen, korkulan hiçbir zaman olmadı. Amerika ile Sovyetler Birliği arasında
üçüncü bir dünya savaşı patlak vermedi. Bunda taraflar arasındaki Dehşet
Dengesi’nin243 payı olduğu kadar, ikilinin, daha çok ‘başkaları’ üzerinden
kavga etmeyi tercih etmesi de etkili olmuştu. Kozlarını Üçüncü Dünya
Ülkeleri’ndeki sınırlı savaşlarda paylaştılar. 1950’de Kore’de, 1967’de
Vietnam’da ve uzun bir süre Latin Amerika ve Afrika’da patlak veren
savaşlarda her iki tarafın güdümündeki rejimler, birbirlerini boğazladı.
Kore Savaşı patlak veriyor
1945’te Japonya’nın atom bombalarıyla diz çöktürülüp teslim alınmasının
ardından ABD ve SSCB, tıpkı Almanya’ya yaptıkları gibi, Japon işgalindeki
Kore’ye yerleşmişti. Kore Yarımadası, iki blok arasındaki gerilimin patlak
verdiği diğer bir bölge olacaktı. Bu iki süper güç, yarımada üzerinde yerli, ama
kendilerine bağımlı hükümetler kurduktan sonra bölgeden çekilmiş; böylece
38. enlem, aralarında sınır olacak şekilde, Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile
Amerikan yanlısı Güney Kore kurulmuştu.
Saldırgan bir dış politika tutkunu olan Stalin, burnunun dibinde bir ‘Amerikan
karakolu’ görmeye tahammül edemiyordu. Haziran 1950’de Sovyetlerin de
desteğini alan Komünist Kuzey Kore birlikleri güneyi işgal edince,
Amerikalılar, güneye yardımcı olmak için duruma müdahale etti. Çok
geçmeden Çin de savaşa katıldı. Türkiye’nin de bir parçası olduğu, Amerika
önderliğindeki Birleşmiş Milletler gücü ile Çin liderliğindeki ‘Kızıllar’ arasında
hararetli bir savaş yaşandı. 1953’teki ateşkesle silahlar sustu. Taraflar savaş
öncesi sınırlara çekildiler. Bugün iki Kore arasındaki sorun, ancak 2007’de
imzalanabilen barış antlaşmasına rağmen, çözülebilmiş değil. Ve bu haliyle
Kore meselesi, komünist ideolojinin günümüzde devam eden miraslarından
biri olarak canlılığını koruyor.
Kruşçev, Stalin’in putunu tekmeliyor!
Mart 1953’te Stalin ölünce yerine Nikita Kruşçev244 geçti. Kruşçev, rejimin
vidalarını gevşeten ilk siyasetçi olarak tarihe adını yazdıracaktı. 20. Parti
Kongresi’nde selefinin dikta yönetimini ve etrafında yaratılan kişi kültünü
kınayarak dinleyicileri şok etmişti. Neredeyse yarı tanrı statüsüne ulaşmış
Stalin, ilk kez böylesine şiddetli, açıktan ve de üstelik halefi tarafından
eleştiriliyordu! Artık De-Stalinizasyon (Stalinsizleştirme) dönemi başlamıştı.
Kruşçev, Sovyetler Birliği’nin siyasi, kültürel ve ekonomik hayattında
kompleks bir değişiklik olan ve ‘Kruşçev Çözülmesi’ olarak da bilinen bu
süreçte milyonlarca siyasi tutukluyu serbest bıraktırmış, ekonomide geniş
kapsamlı işgücü kullanımını sona erdirmiş, Gulag245 mahkumlarının sayısını
13 milyondan 5 milyona düşürmüş, diğer ülkelerle ilişkileri daha sıkı tutma
politikası gütmeye başlamıştı. Yine bu dönemde hammaddeye daha fazla
önem verilen yeni sosyal ve ekonomik politikalar hayata geçirilmiş, yaşam
standardı yükselmiş, ekonomik büyüme hızlanmış ve sansür gevşetilmişti.
Toplum bir nebze rahat nefes almaya başlamıştı. Yine de son tahlilde Kruşçev
de Komünist Partisi Genel Sekreteri’ydi. Sistemin temellerine yönelik bir
eleştiriyi ya da tehdidi, kellesinden vazgeçmedikçe, kimsenin aklına bile
getirmesi söz konusu değildi.
Kafasını kaldıranların başı ezildi
Kruşçev’in bu açılımı Doğu Avrupa’da da ses getirecekti. Uydu devletlerdeki
komünist rejimlere karşı muhalif sesler yükselmeye başlamıştı. 1953’te Doğu
Almanya’da, 1956’da Polonya ve Macaristan’da ayaklanmalar baş göstermiş,
ama acımasızlıkla bastırılmıştı. Özellikle Macaristan’daki olaylarda 25 bin ila
50 bin dolayında direnişçi ve 7 bin Sovyet askeri ölmüş, çeyrek milyon kişi
göçmen durumuna düşmüştü.
Buralarda yaşananlar Batılı ülkelerdeki komünistlere de darbe vurdu.
Önceden Sovyet Birliği’ni destekleyen Batılı komünistler, Macar Devrimi’ni
bastırmasının ardından Kremlin’e tavır almaya başladılar. Yine 1968’de
Çekoslovakya’da Prag Baharı olarak tarihe geçen kansız ayaklanma girişimi de
demir yumrukla ezildi. Sovyet İmparatorluğu çökene kadar bir daha kimse
ayaklanamayacaktı...
Sovyetler uzayı da kızıla boyuyor!
Soğuk Savaş’ın en hararetli günlerinde Moskova’dan dünyaya yayılan bir
haber, Amerikalıları şok etti. Ruslar, uzaya çıkmıştı! 4 Ekim 1957’de Sovyetler
Birliği’nin uzaya fırlattığı ilk uydu Sputnik, görevini başarıyla tamamladığında,
Amerika ile Rusya arasındaki Uzay Yarışı da resmen başlamış oluyordu.
Daha 1950’lerin başında Amerika ile Sovyetler, uzaya ilk uyduyu fırlatmak
için kıyasıya bir yarışa girmişlerdi. Amerikalıların birkaç başarısız denemesinin
ardından Rusların Sputnik’i yörüngeye oturtması, Batı Bloğu açısından tam bir
yıkım oldu. Zira Ruslar hem teknoloji yarışında öne geçmiş hem de
geliştirdikleri roket teknolojisiyle, kimse bunu telaffuz etmese de, bir atom
bombasını istedikleri yere fırlatabileceklerini ispatlamışlardı. Bu aynı zamanda
iki süper güç arasındaki nükleer silahlanma yarışını da tetikliyor, dünya hızla
Dehşet Dengesi’ne doğru koşuyordu.
Sovyetlerin uzayla ilgili sürprizleri henüz bitmemişti. 3 Kasım 1957’de, uzaya
giden ilk canlı olan Layka isimli köpeği taşıyan Sputnik II’yi başarıyla fırlattılar.
Ve en vurucu darbe 12 Nisan 1961’de geldi. Ruslar, uzaya ilk insanı
göndermeyi başarmışlardı! Kruşçev, bu şerefe nail olan kozmonot Yuri
Gagarin’le Kızıl Meydan’da halkı selamlayıp komünist rejimin bu başarısının
keyfini çıkartırken, Beyaz Saray’da Başkan John F. Kennedy, boş bakan
gözlerle kara kara düşünüyordu. Kesin olan şuydu ki Uzay Yarışı’nın ilk yüz
metresini Ruslar önde tamamlamıştı. Lakin 21 Haziran 1969’da Ay’a ilk insanı
indiren Amerikalılar, Sovyetler’i maddi açıdan tüketecek 246 bu amansız
yarışın nihai galibi olacaktı.
Rus kozmonot Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan unvanını alması, tüm dünyada şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ruh haliyle
karşılanmış ve Ruslar rejimin bu başarısını sokaklarda dans ederek kutlamışlardı. Sovyet yöneticileri, ‘uzaya çıkan ilk ulus’ madalyasını
doya doya göğüslerinde taşıdılar. Ta ki Amerikalılar Ay’a insan indirip bu akıl almaz yarışta ipi göğüsleyene dek...
Vietnam’ın intikamını almak için hazır bekleyen Amerika, Rus işgaline karşı
direnen Afgan Mücahitlerinin destansı mücadelesini Pakistan ve Hindistan
üzerinden ülkeye soktuğu silahlarla desteklemekte gecikmedi. Mücahitler,
özellikle Amerika’nın kendilerine verdiği Stinger füzeleriyle Afgan dağlarını Rus
helikopter ve uçaklarına mezar etti. Yüksek ekonomik ve insani
maliyetinden248 dolayı Sovyetler Birliği içinde homurtulara sebep olan
Afganistan işgali, bir bakıma Sovyetlerin Vietnam’ı olmuş, birçok siyasi
analizcinin üzerinde birleştiği üzere, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında
başrollerden birini oynamıştı. Ruslar 1989’da geri çekildiklerinde, Afganistan’ı
etkisi bugün bile devam eden bir kaosla baş başa bırakmanın yanı sıra, kendi
rejimlerinin soluğunun kesildiğini de cümle âleme ilan ediyorlardı.
Sovyet İmparatorluğu çatırdıyor
Brejnev’in ardından iktidarı devralan yaşı geçmiş iki Genel Sekreter; Yuri
Andropov249 ve Konstantin Çernenko, 250 birbiri ardına hayatlarını
kaybedince, sistem bir kan değişikliğine ihtiyaç duydu. Brejnev döneminde
içine girilen ekonomik durgunluğun yanı sıra uzay ve silahlanma yarışı, ülkeyi
resmen bitirmişti. Neredeyse yetmiş yıldır devam eden baskıcı rejim üretimi
durma noktasına getirmişti. Yaratıcı düşüncenin esamisi okunmuyordu. Çatır-
dayan sistemi ayağa kaldırabilecek genç bir lidere ihtiyaç vardı.
Komünist Parti, 1985’te yeni Genel Sekreter olarak, seleflerine göre oldukça
genç sayılabilecek 54 yaşındaki Mihail Gorbaçov’u seçtiğinde, kimse bir
sonraki adımda neler olabileceğini bilmiyordu. Uydu devletlerin halkları gibi
Sovyet Cumhuriyetle-ri’ndeki vatandaşların da öfkesi burnundaydı.
Gorbaçov, seleflerine nazaran daha pragmatist bir bürokrattı. Sistemdeki
tıkanıklığı gayet net bir şekilde görmüştü. Vakit geçirmeden Sovyet ekonomik
ve siyasi yapısını değiştirmeyi hedefleyen perestroika (yeniden yapılanma)
ve demokratikleşmeye yönelik fikir ve ifade özgürlüklerinin önünü açmak
şeklinde tanımlanabilecek glasnost (açıklık) politikalarını hayata geçirdi. Her
bir cumhuriyetin kendi Yüksek Sovyeti’ni seçmesine izin verdi. Buna rağmen
ekonomik krizin pençesindeki kitleler, tek adayın komünistler olduğu
seçimlerde bile onları seçmedi! Öte yandan dünya kamuoyu, yeni Sovyet
liderinin ekonomik ve siyasi reformlarını şaşkınlıkla izliyordu.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin son Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov (sağda) başlattığı reform programı çerçevesinde
Amerikan Başkanı Ronald Reagan ile defalarca bir araya geldi. Tarihçilere göre aslında ülkesini toparlamak için harekete geçen
Gorbaçov, farkında olmadan dağılmaya giden süreci başlatmıştı. (Foto: TIME)
Sovyetler Birliği (SSCB), Baltık Denizi ve Karadeniz’den Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan 15 Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti’nden (Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Estonya, Gürcistan, Kazakistan,
Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Moldavya, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna ve
Özbekistan) müteşekkil bir Kuzey Avrasya ‘imparatorluğuydu’. Başkenti, şimdiki gibi o zaman da
Moskova’ydı.
SSCB, bulunduğu dönem itibariyle, 22 milyon 400 bin kilometrekareyle dünyanın en geniş
topraklarına sahip ülkesiydi. Hindistan’dan 7, Amerika’dan 2,5 kat daha büyüktü. Ülke tek başına
dünya topraklarının altıda birini kaplıyordu.
Sınırları içinde 100’den fazla halk yaşıyordu. Bununla birlikte bunların çoğunu Doğu Slavları (Ruslar,
Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar) oluşturuyordu.
SSCB, doğu-batı yönünde 10 bin 900 kilometre uzunluğundaydı. 24 saat diliminin 11’ini içinde
barındırıyordu.
Sovyetler, 1954’te, daha önceki istihbarat birimlerini bir çatı altında toplayarak tarihin en korkulan gizli
servisi KGB’yi (Devlet Güvenlik Komitesi) kurdu. Servis; yurt içi ve dışı darbe girişimleri, suikastları ve
rejim düşmanlarına karşı uyguladığı terörle, rejimin en büyük dayanaklarından biri olduğu gibi, Soğuk
Savaş dönemi boyunca Batı edebiyatının en gözde malzemelerinden birini teşkil etti. KGB
Gorbaçov’a düzenlenen darbede parmağı olduğu gerekçesiyle 6 Kasım 1991’de lağvedildi.
KGB bünyesinden iki Devlet Başkanı çıktı: Yuri Andropov ve Vladimir Putin. 1982-84 yılları arasında
SSCB Devlet Başkanı olan Andropov’un KGB’nin başında bulunduğu dönemde servis, en saldırgan
halini almıştı. Halen Rusya Başbakanlığı’nı yürüten, Rusya’nın bir önceki Devlet Başkanı Putin de
gençliğinde KGB ajanı olarak Doğu Almanya’da uzun yıllar görev yapmıştı.
SSCB’nin siyasi sistemi gibi ekonomik yapısı da otoriter ve merkeziydi. Ekonomi “üretim, dağıtım ve
değişim araçlarına devletin sahip olması” şeklinde tanımlanıyordu ve tüm üretim sahaları için 5 yıllık
planlarla hedef belirleniyordu.
SSCB hiçbir zaman bir imparator tarafından yönetilmediği ve kendisini siyaseten emperyalizm karşıtı
olarak tanımladığı halde, tarihçilerin çoğuna göre, işgal ve darbe yoluyla topraklarını genişletmesi
(Polonya, Finlandiya, Baltık devletleri, Afganistan gibi), uydu ülkelerin topraklarını ve bağımlı
hükümetleri kontrol eden güçlü bir merkezi yönetime sahip olması, (askeri güç kullanımı da dâhil
olmak üzere) çeşitli yollarla müttefiklerinin iç politikalarına müdahale (Çekoslovakya, Macaristan,
Polonya gibi) etmesi gibi parametreler göz önüne alındığında bir imparatorluktu. Hatta kimi tarihçiler
Sovyetleri, İngiliz ve Roma imparatorluklarına denk ve yerini aldığı Çarlık Rusyası’nın dış politikasının
bazı unsurlarını (sıcak denizlere inme) miras alan bir imparatorluk olarak görmektedir.
Sovyetler, bahsettiğimiz birçok olumsuz yönüne rağmen, Türk Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek gibi
önemli bir işe de imza atmıştı! Rus Çarlığı döneminde İngiltere ve Fransa ile birlikte gizlice imzalanan
ve Osmanlı topraklarının paylaşımını öngören Sykes-Picot Antlaşması’nı yırtıp atmış; bununla da
kalmamış; Milli Mücadele boyunca Anadolu’ya silah, para ve altın göndermişlerdi. Bu süreçte 39 bin
tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek ve 147 bin top mermisi Türk ordusuna teslim
edilmiş, yeni rejimin savaştan çekilmesi sonucu doğu sınırlarımızı terk eden Rus ordusunun
malzemeleri de Türklere bırakılmıştı. Sovyet hükümeti ayrıca Ankara’da iki barut fabrikası
kurulmasına yardımcı olmuş, fişek fabrikası için gerekli malzeme yardımında bulunmuş ve Ankara
hükümetine 200 kilo külçe altın ve 10 milyon altın ruble bağışlamıştı (Atatürk, Rusların bu
yardımlarına, Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’na ünlü Sovyet generallerinden Mihail Vasilyeviç
Frunze ve Sovyetler Birliği Türkiye Büyükelçisi S.İ. Aralov’un figürlerini ekletme jestiyle karşılık
verecekti.)
Yüksek bir insan maliyeti (çoğunluğu mahkûmlardan oluşan işçiler) ve fabrikaların etkin bir şekilde
askerileştirilmesiyle Sovyetler Birliği, daha önce hiçbir ulusun erişemediği hızda, yüksek derecede
sanayileşmiş bir ekonomi kurmuş; hatta bu sanayileşmeden gerek teknik açıdan gerekse maddi
destek bakımından Türkiye de yararlanmıştı (Kayseri ve Nazilli’deki ilk basma fabrikaları Sovyetler
Birliği’nden gelen makine parkı ve teknisyenlerle kurulmuş, 1959’da Sovyetlerden alınan krediyle
Çayırova Cam Fabrikası’nın temelleri atılmış, Süleyman Demirel’in ilk Başbakanlığı döneminde (1967)
Sovyetlerden alınan 200 milyon dolarlık krediyle İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir
Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürik Fabrikası ve Artvin Levha
Fabrikası gibi ağır sanayi tesisleri kurulmuştu.)
Tarihin ikinci nükleer gücü olan Sovyetlerin 1991 yılı itibariyle 41 bin savaş başlığı (atom bombası!)
vardı. Bugün, mirasçısı Rusya’nın 6 bin 700 civarında savaş başlığı bulunuyor.
Birinci Dünya Savaşı’ndan kolu kanadı kırık çıkan Almanya’da halk perişandı. İmparatorlukları
dağılmış, orduları aşağılanmış, kendileriyse ağır savaş tazminatları yüzünden açlığa mahkûm
edilmişlerdi. Ülkedeki perişanlıkla birlikte kaos ve ümitsizlik de artıyordu. Halk, adeta mucizevi bir
kurtarıcı bekliyordu. Onları eski şaşalı günlerine götürecek, büyük utanca son verecek bir kurtarıcı.
Bekledikleri çıkageldi. Adolf Hitler ismindeki asker eskisi, “Düşün peşime! Size bin yıl yaşayacak bir
imparatorluk kuracağım!” dedi. Kurdu da; ömrü kısa olsa da, yeni bir dünya savaşına ve 60 milyon
insanın ölümüne neden olan Nazi İmparatorluğu’nu…
“Soruyorum size... Topyekün bir savaş mı istiyorsunuz? Eğer gerekirse, hayal edebileceklerimizden daha
büyük ve daha radikal?.. O halde, şimdi, ayağa kalkın ve bırakın fırtına kopsun! “
Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels
(18 Şubat 1943’teki parti mitinginde
halka seslenirken)
Cumhurbaşkanı Hindenburg, hükümeti kurma görevini Hitler’e verdiğinde, ülkeyi nasıl bir uçuruma sürüklediğinin farkında değildi
muhtemelen. Onun ölümüyle birlikte, ülkenin tek hâkimi, ‘Başbakan’ Hitler olacaktı.
Kısa zamanda parlamento hâkimiyetini ele geçiren Naziler, bayrak başta olmak üzere, radikal değişikliklere imza attı. Ateşli
toplantılardan birinin sonunda, gamalı haç, ülkenin resmi sembollerinden biri olarak kabul edildi.
Naziler akıl almaz propaganda teknikleriyle halkı adeta hipnotize etmiş, kitleleri ‘birlik ve beraberlik’ iksiriyle sarhoş ederek, sistemin
dişlileri haline getirmişlerdi.
Nazi provokatörler tarafından kışkırtılan halkın çıkardığı olaylarda, Yahudilere ait dükkânlar yakıldı, onlarca Yahudi öldürüldü. Bu
olay, Yahudi soykırımına giden yoldaki en önemli kilometre taşlarından biri olmuştu.
Çıkan olaylarda Yahudilere ait 7 bin 500 işyeri yerle bir edildi, 250 kadar
sinagog ateşe verildi. Onlarca Yahudi hayatını kaybetti. Olaylar yatıştığında
Yahudi mahallelerinin sokakları, ay ışığının altında parlayan cam kırıklarından
dolayı ışıl ışıldı. Bu olay, tarihe ‘Kristal Gece’ (Kristallnacht) olarak geçti. Tüm
bu hadiselerde başrol oynayansa Hitler’in çekirdek kadrosundan Herman
Göring ve Heinrich Himmler’in kurduğu meşhur Gestapo (Gizli Devlet Polisi,
Geheime Staatspolizei) ve SS’ler (Koruma Timi, Schutzstaffel) idi.
Kristal Gece’nin ertesinde 30 bin Yahudi’nin toplama kamplarına
gönderilmesiyle Naziler, Die Endlösung (Nihai Çözüm) olarak isimlendirdikleri
Soykırım258 (Holocaust) politikasını hayata geçirmiş oluyorlardı…
Naziler ‘evde oturan kadın’ istiyorlardı
Naziler, kadınların çalışma hayatında görünmesine ve feminist hareketlere
karşıydılar. Bunların Yahudilerden kaynaklanan zararlı akımlar olduğuna
inanıyorlardı. Rejim, “Kocam, çocuklarım ve evim, dünyamdır” anlayışını
benimsemiş kadınların yer aldığı ataerkil aileler istiyordu. Hitler, 1930’daki
büyük ekonomik kriz sırasında kadınların hayati işler üstlenerek erkeklerden
uzaklaştığını, üstelik çalışsalar da erkeklerin yarısı kadar kazanabildiklerini
söylüyordu. Ama kadınların maaşına zam yapmak yerine, evde oturmalarını
tercih edecekti.
Nazilerin toplumu yeniden şekillendirme programında başrolü kadınlar oynuyordu. Onlar evde oturacak, ‘saf ve sağlıklı Alman’
çocukları doğuracak ve onları iyi birer Nazi olarak yetiştireceklerdi. Nazi propaganda afişleri Alman kadınlarına sürekli olarak bu
‘görevlerini’ hatırlatıyordu.
Naziler, özellikle ideolojik merkezleri olan Nürnberg kentinde düzenledikleri milyonluk geçit törenleriyle ‘ordu-millet’ resimleri
çiziyor, adeta gövde gösterisi yapıyorlardı.
Hitler, intihar etmeden önce, sığınağının kapısında çocuk askerlerini selamlarken görülüyor. Bu, Nazi liderinin canlı görüldüğü son
anlardan biriydi.
198 İlgili ülkelerin tarihlerinde gerçek anlamda bir dönüm noktası olan bu savaş sonucunda İngilizler, 450
denizci kaybetmelerine rağmen hiç gemi zayiatı vermemiş, Fransız ve İspanyollar ise 3 bin 500 dolayında
asker kaybetmişti. Bunun yanı sıra İngilizler, ortak düşman donanmasının 18 gemisini ele geçirip birini
batırırken, 7 bin kişiyi de esir almışlardı. Geri kalan Fransız-İspanyol gemileri de çıkan bir fırtınada batmıştı.
199 Ordunun mevcuduyla ilgili sayılar farklılaşmakla birlikte Rusya seferine çıkan bu gücün o güne kadar
Avrupa’da toplanan en büyük ordu olduğuna inanılır. Ordunun mevcudu için Fransız tarihçi Georges
Lefebvre 600 bin, Napolyon dönemi uzmanı tarihçi Felix Markham 450 bin, İngiliz askeri tarihçi James
Marshall-Cornwall 510 bin, Rus tarihçi Evgenij Viktorovic Tarle 570 bin ve yine Napolyon dönemi
uzmanlarından tarihçi Richard K. Riehn ise 685 bin sayısını vermiştir. Napolyon’un bu orduyu oluşturmak
için İber Yarımadası’ndaki birliklerinden asker çekmesinin sebep olduğu boşluğu iyi değerlendiren İngilizler,
General Wellington komutasındaki birlikleriyle Avrupa içlerine doğru ilerlemeye başlayacak ve Waterloo
Savaşı’nda Napolyon’u tarihe gömecekti.
200 Güney Afrika’da Hollandacayı çağrıştıran Afrikaans dilini konuşan halka verilen isim. Bunlar köken olarak
Hollandalı olmakla birlikte, 1700’lerden itibaren yarı bağımsız bir idare kurmuşlar ve Afrika’yı kendilerine
vatan edinmişlerdi. Bazı kaynaklarda Boer (çiftçi) olarak da geçerler. Zira başlıca geçim kaynakları çiftçilikti.
Hollandalılar, Endonezya’daki sömürgelerine giden yol üzerindeki bu stratejik bölgeye, 1650’lerden itibaren
yerleşmeye başlamış, özellikle Hollanda Doğu Hind Şirketi tarafından gönderilen Kalvinist Protestan
göçmenler, yerli halkı silah zoruyla bölgeden çıkartarak topraklarına el koymuş, halkı da köleleştirmişti.
Beyazların üstünlüğüne dayalı bu yapı, zamanla ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’ne dönüştü.
201 Daha sonradan deneyimlerini kitaplaştıran Afrikanerlerden Anna Steenkamp, İngilizlerin, ‘Tanrı’nın
iradesine aykırı bir şekilde’ siyah köleleri Hıristiyan beyazlarla aynı safa getirmesini hiçbir zaman
hazmedemediklerini’ ve ‘saflıklarını’ muhafaza etmek için Afrika’nın içlerine göç ettiklerini yazıyordu.
202 Büyük Oyun, Rusya ile İngiltere arasında Orta Asya’da cereyan eden hâkimiyet mücadelesini
tanımlamak için kullanılan bir terimdi. 1813 tarihli Rus-İran Antlaşması’ndan 1907 tarihli Anglo-Rus
Konvansiyonu’na dek süren zaman diliminde bu mücadelenin en sıcak dönemi yaşanmış, 1917 Bolşevik
Devrimi’nin ardından daha az yoğunluklu ikinci safhası başlamıştı. Terimin ilk olarak Şirket’in Bengal’deki
istihbarat subaylarından Arthur Conolly tarafından kullanıldığı sanılmakla birlikte, kitlelere mal olması, İngiliz
romancı Rudyard Kipling’in Kim isimli eseriyle gerçekleşmişti.
203 Ruslar; İngilizler rejimi değiştirmeye yanaşmadığı sürece, Afganistan politikasının tamamen İngilizlerin
kontrolü altında olduğunu ve Afganlarla olan tüm ilişkilerini İngilizler üzerinden yürütmeyi kabul ettiler.
İngilizlerse mevcut sınırlara saygı göstermeyi ve Afganistan’ın Rusya’nın topraklarını hedef alan girişimlerini
aktif bir şekilde önlemeyi taahhüt ettiler. Bu arada İran da güneyde İngiliz, kuzeyde Rus etki alanları ve
ikisinin arasında tampon görevi yapacak tarafsız bir bölge olacak şekilde üçe bölünmüştü.
204 İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya’da 250 bin ila 1 milyonluk bir nüfus olduğu
tahmin edilmektedir. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar, topraklarına el
konulması ve kendisini kıtanın efendisi ilan eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının
yaklaşık yüzde 90’ını kaybettiler.
205 Jungle’ın kelime manası orman olsa da günlük dilde ve argoda, içinden çıkılması zor, karmaşık durumları
ya da her şeyin karman çorman olduğu ortamları tanımlamak için de kullanılır.
206 İngiliz ordusunda görev yapan Hintlilere verilen ad.
207 Daha çok İngilizlerin hanesine yazılsa da, özünde, bir araya gelerek direnç oluşturabilecek güç
merkezlerinin politik, askeri ve ekonomik açılardan parçalanarak, söz konusu merkezler üzerinde hâkimiyet
kurulmasına dönük stratejilerin toplamına verilen isim olan ‘böl ve yönet’ politikası, hemen hemen tüm
emperyal güçler tarafından kullanılmıştır. İlk örneğini Romalıların Yahudilere karşı sergilediği bu strateji, ünlü
pragmatist Makyavelli tarafından da şiddetle önerilmiştir.
208 Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Burma olarak bilinen toprakların İngiliz yönetimi altındaki adı.
208 Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Burma olarak bilinen toprakların İngiliz yönetimi altındaki adı.
209 İngiliz askerleri, İngiliz hükümetinin zorunlu askerlik kanununu ve Birinci Dünya Savaşı masraflarının
karşılanması için üzerlerine yüklenen ağır savaş vergilerini protesto etmek için 13 Nisan 1919’da, Sihler
tarafından kutsal kabul edilen Amritsar kentinde toplanan Hintli milliyetçilere ateş açarak 379’unu öldürdü.
Bu olay, ülkedeki milliyetçi dalgayı kuvvetlendirdi ve özellikle Hind Ulusal Kongre Hareketi’nin lideri Mahatma
Gandhi üzerinde etkili oldu. Savaş sonrasında Hindistan için kısmi bağımsızlık almayı umarak, Birinci Dünya
Savaşı esnasında İngilizleri aktif şekilde destekleyen Gandhi, katliamın ardından ülkesinin tam bağımsızlıktan
başka bir seçenek kabul etmemesi gerektiği fikrine odaklandı. Bu amaca ulaşmak için İngiliz idaresine karşı
sivil itaatsizlik eylemleri başlatacaktı.
210 Öyle ki İngiltere, savaş sonrasında ayağa kalkabilmek için Amerika’dan 3.5 milyar dolarlık bir yardım
almıştı. Bu borcun ödenmesi ancak 2006 yılında sona erdi.
211 İngiliz Milletler Topluluğu; İngiltere, Antigua ve Barbuda, Jamaika, St. Vincent ve Grenadinler,
Avustralya, Kenya, Samoa, Bahamalar, Kiribati, Seyşeller, Bangladeş, Lesoto, Sierra Leone, Barbados,
Malavi, Singapur, Belize, Malezya, Solomon Adaları, Botsvana, Maldivler, Güney Afrika, Brunei Sultanlığı,
Malta, Sri Lanka, Kamerun, Mauritius Adaları, Svaziland, Kanada, Mozambik, Tonga, Kıbrıs Rum Kesimi,
Namibya, Tanzanya, Grenada, Papua Yeni Gine, Vanuatu, Guyana, St. Kitts ve Nevis, Zambiya,
Hindistan, St. Lucia, Pakistan, Trinidad ve Tobago, Dominika, Tuvalu, Yeni Zelanda, Uganda, Gambiya,
Nijerya, Gana, Nauru ve Tanzanya’dan oluşmaktadır. Fiji, ülkede gerçekleşen askeri darbenin ardından
üyelikten çıkarılmıştır. Üyelerden sadece Mozambik, eskiden İngiliz sömürgesi olmadığı halde birliğe
katılmayı istemiştir.
212 Arjantin, 1982’de İspanyol İmparatorluğu dönemine kadar uzanan bir hak iddiasında bulunarak hemen
yanı başındaki Falkland Adaları’nı işgal edince İngiltere, elinde kalan denizaşırı topraklar üzerinde bir güç
testine girişti. Falkland Savaşı sırasında İngilizlerin adayı geri almak için düzenlediği başarılı askeri harekât,
Amerikan basınında “İmparatorluk geri döndü” başlıklarıyla yorumlanmış, İngiltere’nin giderek etkisini
kaybeden dünya gücü statüsü yeniden parlatılmıştı.
213 Eski adı ‘Koloni’ ya da ‘Taç Kolonileri’ olan İngiliz Denizaşırı Toprakları; İngiltere’nin Antarktika’daki
topraklarından, Atlantik Okyanusu’nun güneyinde bulunan Tristan da Cunha, Güney Georgia ve Güney
Sandwich Adaları, Falkland Adaları, Saint Helena ve Ascension Adaları’ndan; Karayiplerde bulunan Virgin
Adaları, Turks and Caicos Adaları, Anguilla, Montserrat, Bermuda, Cayman Adaları’ndan; Cebelitarık
(Akdeniz çıkışında), Chagos Adaları (Hind Okyanusu’nda), Pitcairn Adaları (Güney Pasifik) ve Kıbrıs Rum
Kesimi’nde bulunan İngiliz bağımsız askeri üsleri Akrotiri ve Dhekelia’dan oluşmaktadır. İngiltere Kraliçesi II.
Elizabeth, aynı zamanda bu toprak parçalarının da resmi devlet başkanlığını yürütmektedir.
214 Bu yoğun ilişki, Hindistan’daki İngilizlerin, daha önceki işgalciler gibi Hind toplumu arasında asimile
olmalarını engellemişti. Gelişmiş imkânlarıyla Hindistan’a uzanan işlek bir ulaşım koridoru kuran İngilizler, bu
koridor üzerinden yetişmiş elemanlarını, kurumlarını ve altyapı için gereken malzemeleri taşıyarak Hindistan
içerisinde bir İngiltere daha kurmuşlardı. Yerli halktan kopuk yaşayan İngilizler, bölge kültürü ve inancıyla
hiçbir etkileşime girme gereği görmeden uzun süre ülkeyi yönettiler.
215 Bu ruh halini en iyi yansıtan, İngiliz şair Rudyard Kipling olmuştu. 1899’da kaleme aldığı ‘Beyaz Adamın
Y ükü’ (The White Man’s Burden) isimli şiiriyle bir anda ‘sömürgecilerin vicdanı’ mertebesine ulaşan şair,
özellikle aynı dönemde Filipinleri işgale hazırlanan Amerika’da ses getirmişti. Indiana Senatörü ve önde
gelen Amerikalı emperyalistlerden Albert J. Beveridge, “Tanrı İngilizce konuşan halkları binlerce yıl boş boş
oturup, tefekküre dalsınlar ve övünsünler diye yaratmadı... Bizi yönetmekte mahir kıldı ki vahşi ve bunak
halkları idare edebilelim” diyerek, birçoklarının aklından geçene tercüman oluyordu. 1907’de Kipling’e Nobel
Edebiyat Ödülü’nü takdim eden komite, “Kipling’in emperyalizmi ötekilerin duyarlılıklarına hiçbir önem
vermeyen duygusuz bir emperyalizm değildir” diyerek, “diğerleri dikkate alındığı sürece emperyalizm kötü
bir şey değildir” mesajını veriyordu adeta.
216 19. yüzyılda meydana gelen kıtlıklarda tahminlere göre Hindistan’da 6 milyon, İrlanda’daysa 1 milyon
insan hayatını kaybetmişti. Önde gelen İngiliz gazetecilerinden Johann Hari’ye göre İngiliz idaresindeki
Hindistan’da meydana gelen tüm kıtlıklarda ölenlerin sayısı 29 milyon civarındaydı.
217 Fransız Devrimi sonrasında Hollandalılar, Cumhuriyetçiler ve Meşrutiyetçiler olarak ikiye bölündü. 1794’te
Hollandalı Cumhuriyetçiler, Fransızların yardımıyla Oranje-Nassau Prensi’ni devirerek Batavya
Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak 1806’da Napolyon Bonapart Hollanda’yı ele geçirip kardeşi Louis Bonapart’ı
Hollanda Kralı ilan etti. Fakat yedi yıl sonra, 1813’te Oranje-Nassau Prensi VI. Willem, yönetimi yeniden
ele geçirdi. Hanedanlık o günden bu yana devam ediyor.
218 Endonezya’nın doğusunda yer alan ada takımı. Bölge hindistancevizi ve diğer bitkilerden üretilen
baharatların bolluğu sebebiyle bu isimle anılır. Ekvator üzerinde yer alır. Batıda Celebes (Sulawesi), doğuda
Yeni Guyana, güneyde Timor ve kuzeyde Filipinlere kadar uzanan Pasifik Okyanusu’yla sınırlanır.
219 Brezilya ile Dominik Cumhuriyeti arasına dağılmış; Martinique, Saint Lucia, Saint Vincent, Grenadines ve
Grenada’dan oluşan adacıklar grubu. Geniş kumsalları, korunaklı limanları ve Amerika kıtasına doğru esen
güçlü rüzgârlarıyla, her daim denizcilerin ve korsanların bir numaralı durağı olmuştu.
220 Hollandalı denizci, asker, korsan ve siyaset adamı. Hollanda’nın milli kahramanlarından. Daha çocuk
yaşta gemici olmuş, dünyayı dolaşmıştı. Hollanda donanmasına katılmadan önce iki kez İspanyollara esir
düşmüştü. Matanzas Zaferi’nden sonra “Daha önce iki kez hayatımı tehlikeye attım, ama kimse
varlığımdan bile haberdar değildi. Şimdi hazineyle döndüm, herkes alkışlıyor” dediği rivayet edilir.
221 Hollandalı denizci ve siyaset adamı. İspanyollarla yapılan savaşta sağ ayağını kaybettiği ve tahta bacak
kullandığı için ‘ihtiyar tahta bacak’ lakabıyla anılırdı. New York Valiliği döneminde Wall Street ve Broadway’in
altyapısını tamamlatmıştı.
222 Hollandalıların ve İngilizlerin denizler ve ticaret yolları üzerinde hâkimiyet kurmak için 1652-1784 yılları
arasında Kuzey Denizi, Manş Denizi, Norveç ve İtalya açıklarında yaptıkları 4 bölümlük savaşlar serisi.
Savaşların toplamında 100 savaş gemisi battı, 25 bin denizci hayatını kaybetti. Çarpışmaların çoğundan
galip çıkan Hollandalılar, 1700’lü yılların başına kadar dünya ticaretinde hâkimiyet kurdu.
223 Collier’s Encyclopedia emperyalizm tarihini üçe ayırır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve
imparatorlukların genişlemesini kapsayan evredir; ikincisi coğrafi keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar
devam eden emperyalizmdir, ki Eski Emperyalizm olarak da adlandırılır. Üçüncüsüyse 1880’lerde başlayan
ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına yol açarak Asya ve Afrika’nın paylaşılmasıyla sonuçlanan
Yeni Emperyalizm’dir.
224 Endonezya sınırları içinde bulunan Açe, Sumatra adasının kuzeyindedir. Güney Asya’da İslam’la ilk
tanışan topluluk olan Açelilerin gelenekleri ve dilleri bölge halklarından farklıdır. Bölgede 1514’te Ali Mugayat
Şah tarafından Açe Sultanlığı adında bir İslam devleti kurulmuştu. Bu devlet Osmanlı’yla yakın ilişki içine
girdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı padişahına bağlanan sultanlıkta hutbeler Osmanlı Devleti adına
okunur olmuştu.
225 Hollandalı güçlerle Açe’deki İslam sultanlığı arasında gerçekleşen bu savaş sonucu başta Açe olmak
üzere tüm bölge tamamen Hollanda kontrolüne girdi. Savaşta yaklaşık 4 bin Hollandalı ve 25 bin Açeli
Müslüman hayatını kaybetti. İlginçtir, 1949’da bölgeden çekilen Hollanda, Birleşmiş Milletler’in, sömürgeci
güçlerin sömürgeleri üzerindeki haklarını başka bir devlete devredemeyeceklerini öngören tasarısına karşın,
hiçbir halk oylamasına dayanmadan, Açe’nin kontrolünü, yeni kurulmuş olan Endonezya’ya bıraktı.
226 1585–1702 yılları arasındaki dönem Hollanda’da ‘Altın Çağ’ olarak isimlendirilir. Bu dönemde Hollanda
bilim, ticaret ve sanat dallarında dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olmuştu. İspanyollardan kaçan
Kalvinist (Protestan) tüccarlar ve aydınlar, Engizisyon’dan kaçan Sefarad Yahudileri ve Fransa’dan kaçan
Protestan Huguenotlar, o dönem Hollanda’sının zengin ve entelektüel sınıfını oluşturmuştur. Osmanlı
Devleti’nden ithal edilen lalelerin tutkuya dönüşmesi de aynı zamana rastlar. Ünlü Hollandalı ressamlar
Rembrandt ve Rubens de Altın Çağ’ın parlak isimlerindendir.
227 Sovyetler Birliği’nin tarihini anlamak için, öncelikle bu imparatorluğa rengini veren felsefenin temel
kavramlarına açıklık getirmemiz gerekir. Marksizm’e göre hayatın temel dinamiği, toplumu oluşturan sınıflar
arasındaki mücadeledir. Bu mücadelenin sonunda, üretim araçlarının (fabrikalar, şirketler, çiftlikler vb) özel
mülkiyetin elinde olduğu; yatırım, dağıtım, gelir ve kârın piyasadaki arz-talep dengesine göre belirlendiği
Kapitalizm tasfiye edilecek ve işçi sınıfının önderliğinde, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı,
sermaye sahipleriyle işçiler arasındaki eşitsizlik, servet ve refah farklarının ortadan kalktığı, üretim
araçlarının toplumun yararı için devletin (işçi/emekçi diktatörlüğünün) kontrolünde olduğu bir düzen
kurulacaktır. Bu düzenin, yani Sosyalizm’in bir sonraki safhası, diğer bir deyişle, tarihin ulaşacağı en son
nokta Komünizm’dir. Yani toplumun her anlamda eşit, özgür ve sınıfsız olduğu bir düzen.
228 Rejimi hedef alan grevler, siyasi terör, işçi ve çiftçi ayaklanmaları sonucu meydana gelen ve Çar’ın
otoritesinin az da olsa sınırlanmasıyla neticelenen değişimler. Olaylar sonucunda çok partili sisteme geçildi,
Duma olarak bilinen meclis kuruldu ve 1906’da ülkenin ilk anayasası kabul edildi.
229 İşçi sınıfının haklarının iyileştirilmesi için Çar II. Nikolay’a dilekçe vermek üzere saraya yürüyen grevci
işçilerin, imparatorluk muhafızları tarafından silah zoruyla dağıtılması sonucu çıkan olaylara verilen isim.
Olaylarda Çarlık kayıtlarına göre 100, Çar karşıtlarına göre 4 bin, tarafsız gözlemcilere göreyse de bin kişi
ölmüştü.
230 1905 Devrimi sırasında kurulan ve Sovyetler Birliği’nin siyasal temelini oluşturan konseylere verilen isim.
1917 Devrimi’nin ardından işçi, köylü ve asker sovyetleri kuruldu. Bolşeviklere göre sovyetler, devrimci
gücün çekirdeğiydi.
231 Ekim Devrimi’nin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ilk başkanı Lenin’in en büyük hedefi, işçi
sınıfına dayalı bir dünya devrimi gerçekleştirip sınıfsız bir topluma ulaşmaktı. Marksizm’in yeni olgular ve
yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda yeniden üretilmesi gereğine dayanan, özünde politik ve ekonomik
bir teori olan Leninizm’in de fikir babasıdır. Gizli servis Çeka’nın ve kitle terörünün hararetli
savunucularından biriydi. Bir suikast girişiminde boynuna yediği kurşunla yatalak oldu ve bir süre sonra da
öldü. Hayatının son dönemlerinde Stalin ile ters düşmesine ve geride kalanları Stalin’in niyetleri hakkında
uyarmasına rağmen, ölümünün ardından Stalin’in devrimi kutsamaya dönük bilinçli politikalarıyla putlaştırıldı,
ülkenin dört bir yanı heykelleriyle kaplandı. Mumyalanmış cesedi halen Moskova Kızıl Meydan’daki
mozolesinde sergileniyor.
232 Komünizm’in el kitabı kabul edilen ve Alman filozof Frederick Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist
Manifesto’nun giriş cümlesindeki “Tarih, sınıf savaşlarının toplamından başka bir şey değildir” analiziyle
kitlelere mal oldu. Kapitalist sistemin kendi iç dinamikleri sonucu çökeceğini ve yerini sınıfsız bir toplum olan
komünizme bırakacağını savundu.
233 Kızıl Ordu’nun kurucusu ve ilk komutanı Troçki, Lenin’in ardından ikinci adam oldu. Ancak Stalin’le girdiği
liderlik mücadelesini kaybedince Meksika’ya sürgüne yollandı ve orada -muhtemelen Stalin’in emriyle KGB
ajanlarınca- öldürüldü. Maoist ve Stalinist görüşlere karşı en sıkı muhalefeti yapan Troçki, sürgün hayatının
bir kısmını 1929-33 yılları arasında İstanbul Büyükada’da geçirmişti.
234 Beyaz kuvvetler birbirlerinden dağınık halde savaşıyorlardı. Troçki, askeri dehasıyla her birini tek tek
mağlup etti. İç savaş esnasında komünistler fabrikaları, köylüleri ve işçileri askeri disiplinle mobilize etmiş,
grevler yasaklanmış, orduya zorla kaynak aktarılması sağlanmıştı. Kızıllar iletişim ve ulaşım hatlarını da ele
geçirmişti. Üstelik Rusların çoğu o dönemde komünistti ve daha iyi bir dünya için savaştıklarına inanmaları,
onları daha da motive etmişti. Beyazların safındaki yabancı güçler de Kızıllardaki “Vatanı dış güçlere karşı
savunuyoruz” düşüncesini pekiştiriyordu. Ve tabii ki Kızılların gizli servisi, KGB’nin atası Çeka 7 bin Beyaz’ı
öldürerek estirdiği terörle iç savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştı.
235 1918-1922 tarihleri arasında Çeka ile Bolşevik Askeri İstihbarat Örgütü (GRU) tarafından ‘halkın’ ve
‘devrimin’ düşmanları olduğu iddia edilen muhaliflere karşı estirilen terör dalgası. Lenin’in ‘terörsüz devrim
olmaz’ ilkesinden ilham alan kampanyada 200 bine yakın muhalif öldürüldü.
236 Bolşevikler, Çar hayatta olduğu sürece devrimin tehlikede olduğunu düşünüyorlardı. İç savaş patlak
verince monarşi taraftarlarının karşı devrim yapacağı korkusuyla, Ekaterinburg’da gözetim altında tutulan
Çar II. Nikolay ve karısı Alexandra’yı beş çocukları, üç hizmetçileri ve bir doktorlarıyla birlikte 1918’in 17
Temmuz gecesi Lenin’in emriyle katlettiler. Cesetler tanınmamaları için yüzlerine asit döküldükten sonra
yakınlarda bir mezara gömüldü. Çar ailesinin izleri tamamen silindi. 1991’de mezar bulundu ve aileden
geriye kalanlar çıkarıldı. 1998’de de ailenin itibarı iade edildi.
237 Bir kunduracının oğluydu. Papaz okulunda okurken, okuldan kaçıp devrimci harekete katılmıştı. Rus
Devrimi’nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Lenin sürgündeyken hareketin yükünü omuzlarına aldı.
Terör kampanyalarının, çalışma kamplarının ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da komünist
rejimlerin kurulmasının mimarı oldu. 31 yıl SSCB’nin liderliğini yürüttü. Halefi Kruşçev ve son Genel Sekreter
Gorbaçov tarafından insanlığa karşı suç işlemekle itham edildi ve Sovyet deneyiminin başarısızlığının baş
aktörü olarak gösterildi.
238 Stalin’in emriyle 1936-38 yılları arasında başta parti üyeleri, çiftçiler ve askerler olmak üzere toplumun
her kesimindeki istenmeyen kişilere yönelen terör dalgası. Bazı Rus yazarları tarafından ‘Sovyet Soykırımı’
olarak da isimlendirilen kampanya boyunca sayıları 600 bin ile 2 milyon arasında değişen kişinin öldürüldüğü
tahmin edilir.
239 Stalin’in hayatı ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaptıklarıyla ilgili daha geniş bilgiyi serinin ‘Tarihi Değiştiren
Askerler’ isimli kitabında, “Dünyayı ‘Özgürleştiren’ Kızıl Diktatör: Josef Stalin” başlığı altında bulabilirsiniz.
240 Doğu Alman vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman Meclisi’nin kararı ile
13 Ağustos 1961’de yapımına başlanan duvar 46 km uzunluğundaydı. Doğu Avrupa’yı etkisi altına alan
özgürlük rüzgârı sonucu 9 Kasım 1989’da yıkıldı.
241 İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Stalin, küstah bir dille Boğazlarda bir üssün yanı sıra Kars ve
Ardahan’ın da kendilerine verilmesini talep edince Türkiye, Batı Bloğu’na yaklaşmak zorunda kalmıştı.
NATO’ya katılmak için iki kez başvuruda bulunan Türkiye; Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda ve
İngiltere gibi NATO üyelerinin ‘Sovyetleri kızdırırız’ endişesiyle itirazı üzerine başlangıçta geri çevrildi!
Türkiye, 1951’de, Kore Savaşı’na katılma kararı alınca birliğe davet edildi.
242 İki komünist ülke 1950’lere kadar gayet sıcak ilişkiler yürütmüştü. 1956’dan itibaren ilişkiler soğumaya
başladı, 60’ların başında restleşmeye kadar vardı ve 80’lere kadar bu şekilde devam etti. İhtilafın
temelinde Sovyetler’in Küba Krizi’nde Amerika ile uzlaşması ve iki ülkenin komünizmi farklı şekillerde
yorumlaması yatıyordu. Birçoklarına göre, bu iki devin tam anlamıyla bir araya gelmemesi, Tanrı’nın Batı
Bloğu’na bir lütfuydu!
243 Terör Dengesi ya da Karşılıklı Mahvolma Politikası olarak da bilinir. Nükleer güce sahip devletler arasında
patlak verecek olası bir nükleer savaşın, tarafları topyekûn yok edebileceği korkusundan kaynaklanan
dengedir. Bir yandan nükleer savaşı önlerken, diğer yandan, nükleer silahlanma yarışını tetiklemiştir.
Taraflar, ilk vuruşta karşı tarafın tüm nükleer silah kapasitesini imha edebilme düşüncesiyle, sürekli yeni
füzeler ve savaş başlıkları üretme yoluna gitmiştir.
244 On beşinde fabrika ve madenlerde çalışmaya başlamış, 1917 Devrimi’nden önce işçi teşkilatlarında
görev almış, 1918’de Komünist Parti’ye üye olmuştu. Stalingrad Savaşı’na katılıp zamanla parti içinde
sivrildi. Nükleer silahlara ağırlık verdi. Sovyet vatandaşlarına yurtdışında tatil yapma iznini ilk o tanıdı. Batı’ya
karşı izlediği gevşek politikalardan dolayı sertlik yanlısı komünistler tarafından hiç sevilmedi. Sağlığı gerekçe
gösterilerek görevinden uzaklaştırıldı. Son yıllarında izole bir hayat sürdü ve 1971’de öldüğünde devlet
töreni yapılmadan gömüldü.
245 İlki 1919’da Çeka tarafından açılan çalışma kamplarına verilen isim. Başta Sibirya’da olmak üzere
çoğunlukla ülkenin kuzeyinde bulunuyorlardı. Adi suçluların yanı sıra özellikle Stalin döneminde milyonlarca
rejim muhalifi de bu kamplara tıkıldı. İlk aylarda ölüm oranı yüzde 80’lere kadar varıyordu. Buralardaki
milyonlarca işçi, madenlerde, ormanlarda ve ülkenin akla gelen her devasa projesinde, neredeyse ölene
kadar çalıştırılıyordu. Kendisi de bir Gulag mahkûmu olan Nobel Edebiyat Ödüllü muhalif Rus yazarı
Alexander Soljenitsin, burada yaşadıklarını ‘Arhipelag Gulag’ (Gulag Takımadaları) isimli eserinde anlatmıştı.
Gulaglar, sayıları giderek azalsa da Sovyetler Birliği dağılana kadar faaliyetlerine devam etti.
246 Amerika, sadece insanoğlunu Ay’a götüren Apollo projesi için 30 milyar dolar harcamıştı! Diğer projeler
de göz önüne alındığında bu işe harcanan para 500 milyar dolara yaklaşıyordu. Ruslar bu yarışı 80’lerin
ortasına kadar sürdürebildi. Öyle ki Amerikalıların uzay mekiğini model alarak yaptıkları kendi uzay mekikleri
Buran’ı, sadece bir kez, 1988’de uzaya gönderebilmişlerdi. Mekik daha sonra bakımsızlıktan hangarda
çürüdü ve proje 1993’te iptal edildi.
247 Stalin’den sonra en uzun süre iktidarda kalan Sovyet Lideri. 1968’deki Prag Baharı’nı bastırdıktan sonra
komünist ülkelerin sadece sınırlı bir egemenlik hakkına sahip olduklarını ve eğer sosyalizm tehlikedeyse
Moskova’nın müdahale etmekle yükümlü olduğunu söyleyerek ‘Brejnev Doktrini’ olarak anılacak bu
politikayı hayata geçirdi. Amerikan Başkanları Nixon ve Ford ile nükleer silahların sınırlandırılmasını öngören
bir dizi anlaşmayı imzaladı. Alexander Soljenitsin gibi muhalifleri vatandaşlıktan çıkartarak Batı’ya sürdü.
Sanayi ve tarımdaki duraklama onun döneminde başladı. 1982’de Moskova’da öldü.
248 Savaşta 15 bin Rus askerinin yanı sıra bir milyona yakın sivil hayatını kaybetti. Rusya, kendi açısından
hayati önem taşıyan petrol gelirlerini bu savaş için harcayınca ülke ekonomisi krize girdi ve çöküş başladı.
249 Su mühendisiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı çeşitli gerilla direnişleri örgütlemişti. 1954’te
249 Su mühendisiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı çeşitli gerilla direnişleri örgütlemişti. 1954’te
Macaristan’da büyükelçiydi. Bu ülkedeki ayaklanmanın acımasızca bastırılmasında kilit rol oynadı. Uzun
süre başında bulunduğu Rus Gizli Servisi KGB, en saldırgan ve etkili dönemini onun liderliğinde yaşadı.
Servisin çehresini baştan aşağı değiştirdi. Suikast tekniklerinden ajanların elbiselerine varıncaya kadar her
ayrıntıyla ilgilendi. Gorbaçov’daki cevheri ilk keşfeden de o olmuş, önünü açmıştı.
250 En geç yaşta (73) göreve gelen Sovyet lideriydi. İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan ender parti
kurmaylarındandı. Romanya’nın komünist rejime geçmesinde önemli rol oynamıştı. Silik şahsiyetinden
dolayı hep ikinci planda kaldı. Öyle ki kimi iddialara göre Brejnev kendisinden ‘not defterim’ diye
bahsederdi. Batı ile ilişkilerde en katı tutumu takınan Genel Sekreter o oldu. Sadece bir yıl görevde
kalabildi.
251 Ailesi çiftçiydi. Kendisi inşaat mühendisi oldu. Parti içinde hızla yükseldi. Siyaset ve ekonomide
çoğulculuğu savundu. Gorbaçov aleyhindeki darbeye karşı çıkınca bir anda tüm dünyanın gözdesi haline
geldi. SSCB’nin son demlerini yaşadığı günlerdeki siyasi manevralarıyla Gorbaçov’u ekarte etti, Komünist
Parti’yi yasakladı ve bağımsızlığını ilan eden Rusya’nın Devlet Başkanı oldu. 1993 yılında reform girişimlerini
engellemeye çalışan parlamentoyu tanklarla bombalattı. 1990’lı yıllarda giriştiği hızlı özelleştirmeler, henüz
piyasa ekonomisine hazır olmayan Rusya’yı şok etti, ekonomi dibe vurdu. 1994’te Çeçenistan’ı işgal
ederek özerkliğini sınırlandırdı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) 1999’da düzenlenen İstanbul
Zirvesi’nde dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ile tartışıp, Türkiye’yi de üstü kapalı olarak Çeçen militanlara
destek vermekle suçlamış ve zirveyi terk edip ülkesine dönmüştü. Kamuoyundaki popülaritesi azalıp
iktidarı sorgulanınca eski KGB ajanı Vladimir Putin’i Başbakanlığa getirdi. 1999’da istifa edince, anayasa
gereği yerine Putin geçti. İçkiyle arası iyi olan Yeltsin, özellikle sarhoş katıldığı toplantılarda yaptığı gaflarla
uluslararası skandallara imza atmıştı. 2007’de hayatını kaybetti.
252 Stratejik Savunma Girişimi (Strategic Defense Initiative) olarak da bilinen bu proje, 80’lerde, kendisini,
‘Şeytan İmparatorluğu’ olarak isimlendirdiği SSCB’yi yıkmaya adamış olan ABD Başkanı Ronald Reagan’ın
fikriydi. Buna göre Sovyetlerin kıtalararası balistik füzeleri, uydular tarafından kontrol edilen lazer ışınlarıyla
Amerikan topraklarına ulaşmadan yok edilecekti. Sovyetler, o ana kadar Amerika’nın her silahlanma
atağına benzer bir projeyle karşılık vermişti ama, oldukça maliyetli bir iş olan Yıldız Savaşları, sonradan
itiraf edecekleri üzere, nefeslerini kesecekti.
253 Komünist Parti’nin politikaları belirleyen en üst karar organı olan Politbüro’nun gizli belgelerine göre KGB
Başkanı Yuri Andropov, petrol fiyatlarının dibi gördüğü bu dönemde, KGB ajanlarına, Arap teröristlerle
bağlantı kurmaları emrini vermişti. Plana göre teröristler, petrol yataklarını bombalayacak, üretim azalınca
fiyatlar da otomatik olarak yükselecekti!
254 Nazi Partisi’nin kısaca SA olarak bilinen paramiliter organı. Üniformalarından dolayı Kahverengi Gömlekliler
olarak da isimlendirilirlerdi. 1921’de asker/politikacı Ernst Röhm tarafından kurulmuştu. Başlangıçta parti için
gösteriler organize eden gençlik kolları işlevi görürken, zamanla etkisini arttırdı. Naziler 1933’te iktidara
geldiğinde, sayıları yarım milyona ulaşmıştı ve kendilerini orduya alternatif görüyorlardı.
255 Tam adı Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich (İmparatorluğun ve Halkın Sıkıntısını
Ortadan Kaldırma Kanunu) olan bu kararnameyle parlamentonun tüm yetkisi, 4 yıllığına kabineye, diğer
bir deyişle Hitler’e devredilmiş oluyordu. Oylama esnasında Parlamento Başkanı olan, Hitler’in has
adamlarından Herman Göring, oylamayı boykot etmek isteyen sosyal demokratların önünü kesmek için
içtüzüğü değiştirmişti. Kararname 1937 ve 1939’da süreli, 1943’teyse ‘Hitler’in emriyle’ sınırsız olarak
uzatıldı.
256 Almancada ‘rehber’ manasına gelir. Hitler, kendisine bu ismi taktıktan sonra, tüm Almanları bir çatı
altında toplamayı hedef alan ve “Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer!” (Tek Millet, Tek Devlet, Tek Rehber!)
sloganı ile tarihe mal ettiği politikasını hayata geçirmeye soyunacaktı.
257 Reich, Almancada ‘krallık, imparatorluk’ manasına gelir. 843 yılında kurulan ve 1806 yılında yıkılan, Batı
Roma İmparatorluğu’nun mirasını devraldığı söylenen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu I. Reich olarak
kabul edilir. Otto von Bismarck’ın 1871’de Alman İmparatoru olarak taç giymesiyle başlayan ve son
krallığını II. Wilhelm’in yaptığı Prusya önderliğindeki Alman İmparatorluğu (Birinci Dünya Savaşı sonunda
yenilen) ise II. Reich’dır. III. Reich da Hitler’in ilan ettiği şekliyle, Nasyonal Sosyalist Alman
İmparatorluğu’dur.
258 Soykırım 6 milyon Yahudi’nin hayatına mal oldu. Ayrıca Çingeneler, Polonyalılar, Slavlar, dindarlar,
homoseksüeller, entelektüeller ve zihinsel özürlülere varıncaya kadar onlarca farklı etnik, dini veya sosyal
grup da soykırımdan payını aldı. Kurbanlar önce gettolara, ardından da Nazi işgali altındaki Avrupa
ülkelerine yayılan 250 kadar toplama kampına tıkıldı, zorla çalıştırıldı, üzerlerinde akıl almaz deneyler yapıldı
ve nihai aşamada da ‘gazlanarak’ öldürüldü. Gaz odalarından çıkarılan cesetler, fırınlarda yakılarak imha
edildi. Soykırımla ilgili daha fazla bilgiyi, “Tarihi Değiştiren Olaylar” isimli kitabın “Yahudi Soykırımı ve
Nürnberg Mahkemeleri” başlığı altında bulabilirsiniz.
259 Nazi olması, olağanüstü bir mimar olduğu gerçeğini değiştirmedi. Bu özelliğiyle kısa zamanda Hitler’in
gözdesi haline geldi. Nazi mimarisinin motoru olmasının yanı sıra İkinci Dünya Savaşı boyunca Alman
Silahlanma Bakanı olarak görev yaptı. Almanya müttefik bombardımanı altındayken, silah fabrikalarını
yeraltına taşıyarak silah üretimini iki katına çıkarmayı başardı! Pişmanlık belirten ilk Nazi yetkilisiydi. Savaşın
ardından 20 yıl hapis yattı, bu zaman zarfında yazdığı “Inside the Third Reich” (III. Reich’ın İçinden) ve
“Spandau: The Secret Diaries” (Spandau: Gizli Günlükler) başlıklı kitaplarıyla hem Hitler’le olan ilişkisini
deşifre etti hem de geçmişiyle hesaplaştı. Soykırım’daki rolü hiçbir zaman tam olarak tespit edilemeyen
Speer, 1981’de Londra’da öldü.
260 Almanlar, III. Haçlı Seferi komutanlarından Kutsal Roma İmparatoru Frederick Barbarossa’dan
hareketle, operasyona Barbarossa (Unternehmen Barbarossa) adını vermişlerdi. Bir yıl süren
operasyonda yaklaşık 4.5 milyon İttifak kuvveti Rusya’ya girmiş, bu harekât, tarihin gördüğü en büyük
kara savaşı olarak kayıtlara geçmişti. Operasyon aslında 15 Mayıs’ta başlayacaktı ama Hitler,
Yugoslavya’daki Nazi karşıtı darbeyi ve Mussolini’nin Arnavutluk işgaline karşı harekete geçen Yunanlıları
bastırmak için oyalandı. Operasyonda destansı bir direniş gösterip ardında da karşı saldırıya geçerek
Nazileri çökerten Sovyetler, bu direnişi ‘Büyük Vatanseverlik Savaşı’ olarak isimlendirdi. Stalin, tüm
dünyanın gözünde bir kahraman oldu.
261 Tarihe 20 Temmuz Komplosu olarak geçen bu olayda Hitler, Alman subaylarından Albay Claus von
Stauffenberg’in düzenlediği bombalı suikasttan hafif yaralı olarak kurtulmuş, olayın hemen akabinde
Stauffenberg ve ekibi idam edilmişti. İlginçtir, bu, Stauffenberg’in Hitler’e dönük üçüncü suikast girişimiydi.
Önceki ikisi değişik sebeplerden dolayı başarısız olmuştu. Nazi liderine 1939-1945 yılları arasında, çoğu
Alman subayları tarafından gerçekleştirilen 17 suikast girişiminde bulunuldu.
Alman halkı neden rejimi destekledi?
Naziler tarihe karışalı yarım asırdan fazla zaman geçti. Ama sorulan soru hiç
değişmedi: Nasıl olmuştu da koskoca bir ulus, üstelik eğitimli bir halk, böylesi
akıl dışı bir rejimi desteklemişti? Belki de bu sorunun cevabı, Birinci Dünya
Savaşı sonunda İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan ve akıl almaz
şartlarıyla Almanları utanca boğan Versay Antlaşması’nda yatıyordu.
Almanların, imzalanmasını ‘ihanet’ addettikleri bu antlaşma sonucu
Bismarck’ın kurduğu Almanya yıkılmış, yeni bir Avrupa düzeni kurulmuş ve
Almanya, topraklarının bir kısmını Fransa, Belçika, Litvanya, Polonya ve
Çekoslavakya’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Bununla da yetinilmemiş,
Almanya’nın Çin’deki hakları ve Büyük Okyanus’taki adaları Japonya’ya
devredilmişti. Yine bu çerçevede Almanya, her zaman kendinden bir parça
olarak gördüğü Avusturya ile birleşmemeyi de taahhüt etmişti. Versay ayrıca,
Almanya’da zorunlu askerliği kaldırmış; orduyu 100 bin kişiyle sınırlamış;
denizaltı, uçak ve tank yapılmasını, silah alışverişini yasaklamış ve Alman
donanmasını İtilaf Devletleri’ne teslim etmişti. Üstelik Almanya’nın savaş
tazminatı olarak 226 milyar Reichmark (günümüz parasıyla 33 milyar dolar)
ödemesine karar verilmişti ki tüm bu siyasi ve ekonomik yükün sonucunda
Almanya sokaklarında açlıktan ölenler görülmeye başlanacaktı. İşte Hitler,
böyle bir Almanya’da; hayatta kalma dürtüsünün akla baskın çıktığı bir
ortamda sahne almış ve kitleleri milliyetçi duygular etrafında toplamayı
başarmıştı.
Adolf Hitler’in en çok ses getiren icraatlarından biri de ülkeyi baştan başa saracak olan otoban zincirine start vermek olmuştu.
Hitler 23 Eylül 1933’te Frankfurt am Main-Darmstadt otobanının temelini atarken, Nazi Partisi, otoban seferberliğini propaganda
posterlerine taşımakta gecikmemişti.
“Bir yalanı ne kadar sık tekrarlarsanız, kitleler o kadar daha çok inanır” vecizesinin müellifi Nazi Propaganda Bakanı Joseph
Goebbels, inanılmaz telkin ve hitabet yeteneğiyle Almanları, Yahudi soykırımına giden yolda tepkisiz, dilsiz ve itaatkâr hale
getirmişti.
Bir korku imparatorluğu yaratan Hitler, adeta ‘tek adamlığın’ kitabını yazıyor, milyonları peşinden sürüklüyordu. Takipçileri felakete
sürüklendiklerini anladıklarında iş işten geçmişti.
Nürnberg’de düzenlenen ışık gösterileri ve gece mitingleri tüm dünyaya Nazilerin gücünü göstermeyi hedefliyordu.
Daha çok kabul gören başka bir kanaate göreyse bu nefretin kökeninde,
başta anlattığımız ‘arkadan bıçaklanma’ efsanesi ve bunun manipüle
edilmesiyle şekillenen linç kültürü yatar. Alman milliyetçileri, Almanya’nın
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmediğini; orduları iyi durumdayken, ülke
içindeki komünistlerin, liberallerin ve Yahudilerin pasifist yaklaşımları,
ayaklanmaları ve kamuoyundaki ağırlıklarıyla Almanya’yı silah bırakmaya
zorladıklarını savunur. Onlara göre Almanya’ya bu utancı ve akabinde
imzalanan Versay’ın getirdiği ekonomik yıkım ve sefaleti bu kesimler
yaşatmıştır. Üstelik aşırı çevrelere göre Yahudiler, ticaretteki geleneksel
başarılarıyla ‘Almanları sömürmekte’, 1929’daki büyük ekonomik kriz
dolayısıyla ‘kendileri sürünürken, onlar bir eli yağda bir eli balda
yaşamaktadırlar.’
Hitler onbaşı olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın utancını yaşayan biri
olarak bu komplo teorilerinin fena halde farkındaydı. Üstelik memleketi
Roman Katolik Avusturya’nın Yahudi düşmanlığıyla ilgili sağlam bir geçmişi de
vardı. Tüm bunların yanı sıra Almanya’yı Versay’ı kabul etmeye zorlayan
pasifist ayaklanmaların Bavyera ayağındaki bazı elebaşlarının -ki Bavyera
Hitler’in mekânıdır- ütopyacı Yahudi ve komünistler olduğunu Führer bir
kenara not etmiş ve bu bilgiyi iktidara giden yolda acımasızca sömürmüştü.
Nazilerin amansız propagandası sonucunda, Yahudi olmak, neredeyse vatan
hainliği ve sabotajcılıkla eşdeğer hale gelmiş, Versay’ın arkasında Yahudi
bankerlerin olduğu iddialarıyla bu karşıtlık alevlendirilmişti. Hatta bu siyasal
histeri o kadar ileri gitmişti ki savaşçı ruhun bir numaralı düşmanı olarak
görülen eşcinselliğin bu gruptan kaynaklandığı saçmalığı, Yahudilerin toplumu
bozan ‘aşağı’ bir ırk olduğu yargısını kafalara çakmıştı. Yahudi karşıtlığının
kitleleri harekete geçirmedeki gücünü gören Hitler, Almanya’nın yaşadığı tüm
ekonomik ve sosyal sorunları bu kitlenin başına yıkarak mükemmel bir günah
keçisi yaratmış, otorite kurmak için hayali düşmanlarla savaşan tüm
diktatörler gibi, toplumun kendi ideolojisinden sapmasını önlemek için onları
‘Yahudi korkusu’ ile terbiye etme yoluna gitmişti. Hz. İsa’nın ‘ölümü’nden
Yahudileri sorumlu tutan Roman Katolik Kilisesi de Hitler’den önce Avrupa’da
hissedilir bir Yahudi karşıtlığının oluşmasında rol oynamıştı. Kısacası, Naziler
ortaya çıktıklarında, bulandırılmaya hazır zihinler bulmuşlardı. Son olarak
Hitler’in, zihinsel açıdan sağlıklı biri olmadığını, geçmişteki başarısızlıklarından
kaynaklanan aşağılık kompleksini yansıtmak için bir kurban arayışında
olduğunu da ekleyebiliriz.
Nazi İmparatorluğu neden yıkıldı?
Hızla yükselip aynı hızla batan Nazi İmparatorluğu’nun sonunu getiren ne
olmuştu? Bunun birden fazla cevabı olduğu kesin. Ama biz burada, Nazi
imparatorluğu demek Hitler demek olduğu için bizzat onun hatalarını masaya
yatırarak bu soruya cevap bulmaya çalışacağız.
Kimi askeri uzmanlar, Amerika’nın savaşa girmesi ve İtalya’nın savaştan
çekilmesiyle Almanların zaten kaybetmeye mahkûm olduğunu, Hitler’in bu
süreci sadece hızlandırdığını öne sürer. Yaygın inanış, Almanya’nın sonunu
Hitler’in imparatorluk sendromuna yakalanmış olmasının getirdiği şeklindedir.
Buna göre Alman lider, ülkesini kısa zamanda Avrupa’nın süper gücü yapmış,
ama orda durmak yerine, dünyayı işgale soyunmuş ve tıpkı kendisinden önce
benzer hülyalara dalan imparatorlar gibi bu büyük işin altından kalkamayarak
ezilmiştir. Diğer nedenlerse taktik hatalardan ibarettir. Şimdi bunlara göz
atalım.
Hitler, daha savaşın başında Dunkirk’te sıkışan yarım milyonluk müttefik
gücünü imha etmeyerek, ayağına kadar gelen fırsatı tepmişti. Müttefikler,
arkalarında deniz, önlerinde Almanlar, yetersiz cephane eşliğinde; kendilerini
İngiltere’ye taşıyabilecek gemilerin olmadığı bir durumda sıkışıp kalmışlardı.
Hitler, avuçlarına düşmüş bu orduyu karadan sıkıştırıp imha etmek yerine, bu
işi Alman Hava Kuvvetlerine havale etti. Yukarıdan bombardımanla, çok az bir
adam kaybıyla işi bitirmeyi düşünüyordu. Aslında plan yürüse haklı çıkabilirdi.
Ama kötü hava şartlarından dolayı Alman uçakları kalkamadı. Buna rağmen
Hitler karadan saldırmadı. Ne yaptı? Hava düzelene kadar bekledi! Ama bu
arada fırsat kaçmış, Müttefik birlikleri, balıkçı teknelerinden gezi gemilerine
varıncaya kadar, bulunabilen tüm yüzer araçlarla apar topar İngiltere’ye
taşınmıştı!
Nazi liderinin ikinci hatası, savaşın başında saldırmazlık antlaşması
imzaladığı Ruslara savaş ilan etmesiydi. 3 milyon asker ve 3 bin 300 tankla bu
ülkeye giren Hitler, kış bastırmadan işi bitireceğini umuyordu ama
kendisinden daha büyük bir orduyla karşılaşınca, Rusya’ya saldıran niceleri
gibi kışın pençelerine düşmekten kurtulamadı. Rusya operasyonu sırasında
birliklerini yerinde ve zamanında kullanmayarak altın değerindeki zamanı
çarçur etmiş, böylelikle, askeri jargonda intihara denk görülen ‘iki cephede
savaş’ açmazıyla karşı karşıya kalmıştı: Batı cephesinde Amerikalılar ve
İngilizlerle, doğudaysa Ruslarla. Neticede çember daraldı ve sonunda Berlin’i,
Hitler’i ve imparatorluğunu yuttu.
Çöküşe giden yoldaki duraklardan biri de -her diktatörde olduğu gibi-
Hitler’in kendine duyduğu aşırı güvendi. Deneyimli subaylardan oluşan
komuta kademesini hiçe sayıp her türlü askeri kararı kendisi verdi. Bu tutumu,
generallerin kendilerine güvenlerini kaybetmelerine ve isteseler bile inisiyatif
kullanamamalarına yol açtı. Öyle ki savaşın dönüm noktalarından biri olan
Normandiya Çıkarması esnasında Alman subaylar, o esnada uyumakta olan
Führerlerini uyandırmaktan çekindikleri için (Hitler’in uykusunu bölmek, en
büyük suçlardan biriydi!) almaları gereken kararları başkomutanlarına
zamanında onaylatamadılar ve çok kritik hatalar yaptılar!
Bunlar Hitler’in büyük stratejik hataları olarak tarihe geçti. Peki ya küçükleri?
Nazi Almanyası, jet teknolojisini dünyada ilk kullanan güç olmuştu. Lakin
Hitler, bu teknolojiyi fazla önemsememiş, hatta zaman kaybı olarak
görmüştü. Gerçi Londra, savaşın sonlarına doğru yetişen jet motorlu V2
roketleriyle vurulmuştu ama iş işten geçmişti. Savaşın ardından jet
teknolojisini ve bu alanda çalışan bilim adamlarını transfer eden
Amerikalılarsa uzaya çıktı. Bu arada, Hitler’in, atom bombası projesinde
çalışan Yahudi bilim adamlarından bazılarını idam ettirdiğini de ekleyelim. Bu
ekipten geriye kalanlar, Amerika’ya kaçarak bombayı bu ülke adına
geliştirecekti!
Öte yandan Hitler, kadının toplumdaki yerine dönük katı tutumu nedeniyle,
Stalin’in aksine, savaş döneminde kadınların silah fabrikalarında çalışmasına
izin vermemiş ve kimi tahminlere göre, savaşabilecek milyonlarca erkeği
fabrikalara bağlayarak savaş gücünü azaltmıştı. Führer’in batı cephesindeki bir
diğer hatası da cephanelikleri, askeri hava limanlarını ve İngilizlerin hava
gücünü hedef almak yerine sivil hedeflere yönelmesi ve toparlanmalarına
fırsat vererek gökyüzündeki hâkimiyeti İngilizlere kaptırmış olmasıydı.
Çöküş ve kaderin Hitler’e oyunu
Nazi İmparatorluğu, aklı geçen ihtirasın, ezilmiş bir karakterin kendini
gerçekleştirmeye dönük sınır tanımaz acımasızlığının ve insan zihninin
anlamakta halen zorlandığı bir nefret ideolojisinin ürünüydü. Safkan Alman
ırkının omuzlarında yükselmesi planlanmıştı; yıkıldı. Yıkıntılarından bir göçmen
ülkesi olan günümüz Almanyası çıktı. Bu da kaderin Hitler’e bir oyunu olsa
gerekti…
İmparatorluğun Seyir Defterinden
Nazi rejimi, Aryan ırkının üstünlüğü ilkesinden hareketle toplumun her kesimini sosyal ve kültürel
arındırmaya tabi tutmayı hedefleyen totaliter bir yapı olarak tarihe geçti.
Naziler sanıldığının aksine sadece Yahudilere ve diğer azınlıklara zulmetmemiş, Almanlar da Nazi
teröründen paylarına düşeni almışlardı! Nazi propaganda mimarlarının ‘efendi ırk’a (Herrenvolk)
ulaşmak için gereken bir adım olarak tanımladığı T4 Ötenazi Programı çerçevesinde binlerce özürlü
Alman çocuğu zehirlenerek öldürüldü.
Nazi rejiminin yıkılmasının ardından, önde gelen Nazi liderleri, imparatorluğun ideolojik merkezi olan
Nürnberg’de kurulan savaş suçları mahkemesinde yargılandı. Suçlu bulunanlardan on kişi idam edildi.
Hitler’den sonraki ikinci adam olan Hermann Goering, idam edilmeyi beklemeden hücresinde siyanür
içerek intihar etti. (Nürnberg Mahkemeleri’yle ilgili daha fazla bilgiyi ‘Tarihi Değiştiren Olaylar’ isimli
kitabın ‘Yahudi Soykırımı ve Nürnberg Mahkemeleri’ başlığı altında bulabilirsiniz.)
Nazi istihbaratının önde gelen isimlerinden General Reinhard Gehlen ve emrindeki 300 ajan, savaş
sonrasında Amerika’ya giderek, günümüz Amerikan istihbarat servisi CIA’in kurulmasında
Amerikalılara danışmanlık yaptı.
Naziler, en geniş sınırlarına ulaştıklarında, Atlantik’ten Asya’nın kapısına, Norveç fiyortlarından Libya
çöllerine uzanan bir kara parçasında yaklaşık 300 milyon insana hükmediyorlardı.
Nazi rejimi, çıkmasına neden olduğu İkinci Dünya Savaşı boyunca 60 milyona yakın insanın ölmesine
yol açtı. Bunların 27 milyonu Rus, 6 milyonu Yahudi ve 5 milyonu Almandı. Tüm savaşın insanlığa
faturasıysa yaklaşık 1 trilyon dolar olmuştu.
Dünyanın geri kalanıyla hep bir aşk-nefret ilişkisi yaşadı. Efendisi İngiltere’ye karşı savaşıp
bağımsızlığını kazandığında, tüm ezilenlere ışık tuttu. Yolun başında emperyalizme karşı çıksa da
zamanla adı emperyalizmin lokomotifi oldu. Emekleme günlerinde ‘dünya işlerine’ bulaşmaya niyeti
yoktu, ama ilginçtir; biraz şartların zorlaması biraz da iştahı geniş devlet adamlarının iteklemesiyle, eli
kolu her yere uzanan bir deve dönüştü. İlk atom bombasıyla ‘korku ve nefrete’, Ay’da yürüttüğü
ilk insanla ‘hayranlığa’ boğdu dünyayı. Her iki dünya savaşına girdi ‘hür dünyaya yardım etmek için’,
onlarca ülkeyi işgal etti ‘karanlık hesaplarını’ gerçekleştirmek için. Kurt adam gibi oldu hep; Nazi ve
Sırp saldırganlığını durdururken adam, Afganistan’dan Irak’a onlarca ülkeyi kana buladığında kurt.
Hep iki yüzü oldu: Bilimi, yaratıcılığı, sineması ve rüyaları gerçekleştirme vaadiyle büyüleyen; nükleer
silahları, saldırgan devlet adamları ve her türlü melanete bulaşan CIA’sıyla ürküten…
“Ne Pax Britannica, ne Napolyon Fransa’sı, ne II. Philip’in İspanya’sı, ne Şarlken’in İmparatorluğu, ne de
Roma İmparatorluğu bugünkü Amerikan
hâkimiyetiyle kıyaslanabilir. Dünya tarihinde hiçbir dönemde bu kadar çeşitli alana yayılan başka bir güç
mevcut olmamıştır.”
Amerikalı tarihçi Paul Kennedy
Amerika’nın Kurucu Babaları, İngilizlere karşı verdikleri savaşın en ateşli günlerinden birinde, Bağımsızlık Bildirgesi’nin taslağını
Kongre’ye sunarken. ABD artık ufukta görünmektedir… (Eser/John Trumbull)
Kölelik kalksın mı kalkmasın mı diye ikiye bölünmüş bir ulusun kendi içinde kozunu paylaştığı Amerikan İç Savaşı, tarihin en kanlı
savaşlarından biri oldu, bir milyona yakın kişi hayatını kaybetti. Kazanan, kölelik karşıtları oldu.
Japonların Hawaii’deki Pearl Harbor üssüne gerçekleştirdiği sürpriz baskının intikamını almak isteyen Amerika, hep uzak durmaya
çalıştığı İkinci Dünya Savaşı’na büyük bir iştahla girdi. Uyuyan dev uyanmıştı bir kez. O andan itibaren de koşar adım süper güç
olma yolunda ilerleyecekti… (Foto/Pentagon)
Hiroşima’da patlayan atom bombası, İkinci Dünya Savaşı’nın doğu cephesini kapatırken, Amerika’yı da dünyanın ilk atom gücü
yapıyordu. Daha önce hiçbir ülkenin envanterinde olmayan sınırsız bir güç Amerikalıların elindeydi artık. (Foto/Pentagon)
60’lı yılların Amerika’sı uzay çalışmalarına süratle devam edip bilim ve teknolojinin sınırlarını zorlarken, siyah derili vatandaşlarının
beyazlarla aynı çeşmelerden su içebileceği eşitlik ve özgürlük ortamını yaratamamıştı. (Foto/National Archives)
Neil Armstrong 1969 Temmuz’unda Ay’a ayak bastığında, Amerika, bir ilke daha imza atıyordu. Adı konmamış imparatorluğun
sınırları uzaya taşmıştı… (Foto/NASA)
Bugün Amerika’nın sahip olduğu gücün en büyük dayanak noktalarından biri, dünyanın dört bir denizinde at koşturan donanması.
125 bini rezerv olmak üzere 500 bin askeri, 283 savaş gemisi, 11 uçak gemisi ve 3 bin 700 savaş uçağıyla (2008 yılı itibariyle)
Amerikan Donanması, dünyanın en büyük deniz gücü. Kendisinden sonra gelen 13 ülkenin toplamından daha çok ateş gücüne
sahip bu donanmanın temelleri, Amerikan Bağımsızlık Savaşı esnasında atılmıştı. Kongre, Akdeniz’deki Türk korsanlarının Amerikan
ticaret gemilerine nefes aldırmaması üzerine donanmanın daha da güçlendirilmesine karar vermişti! (USS Theodore Roosevelt
Uçak Gemisi/Pentagon)
Amerika, hep bir savaş ülkesi oldu. Her iki dünya savaşında ahlaki açıdan takdir edilecek bir tavırla saldırganların karşısında yer
alırken Kore’den Vietnam’a, Panama’dan Irak’a varıncaya kadar, onlarca kirli ve şaibeli savaşa da imza attı. (Fotolar/Pentagon)
Amerikan liderleri, savaşa daima kutsal bir anlam yükledi ve onu ahlak
sosuna bulayarak kitlelere sundu. 1898’de Amerikan Dışişleri Bakanı olan
John Hay, İspanyol-Amerikan savaşını ‘görkemli bir mücadele’ olarak överken,
Baba Bush, 29 Ocak 1991’de Kuveyt’i işgal eden Saddam’a savaş ilan ettiği
günlerde “Biz Amerikalıyız, çetin özgürlük savaşını omuzlamak gibi özel bir
sorumluluğumuz bulunuyor. Ve biz işin içine girdiğimizde özgürlük hayata
geçer” diyordu. Amerika ‘özgürlük’ için savaşıyordu, lakin bu özgürlüğün
bedelini hep başkalarına ödetiyordu.
Savaşlar, aynı zamanda Amerika’daki 72 milletten insana ‘ortak bir
Amerikalılık’ bilincinin aşılanmasında da kullanıldı. Savaşlarla güçlendi
Amerika. Silahlanmaya yaslanan sanayisi ve teknolojisiyle dünya üzerindeki
hâkimiyeti palazlandı. Bu yollarla elde edilen zenginliklerle Amerikan halkı,
dünyaca gıpta edilen ‘özgürlüklerinin’ tadını çıkardı. En basitinden dünyadaki
günlük petrol tüketiminin üçte birinin Amerikalılar tarafından yapıldığını
hatırlarsak, o devasa motor gücüne sahip araçlarında ne kadar ‘özgürce’ gaza
bastıklarını da anlayabiliriz.
Tekrar savaş karnesine dönersek; evet, önce bağımsızlıklarını kazanmak için
İngilizlere karşı savaştılar. Ardından sıra Amerikan yerlilerine geldi. Dağdan
gelip bağdakini kovmak şeklinde cereyan eden savaşlar, 1900 yılına kadar
sürdü. Amerika, ‘özgürleştirilmişti’! 1848’de, California ile New Mexico’nun
yanı sıra Utah ve Wyoming’in bazı bölümleri de dâhil olmak üzere bütün
güneybatı, Meksika’yla yapılan savaşlar sonunda ele geçirildi. Amerikan İç
Savaşı (1861–1865) ise ülke tarihindeki en kanlı çarpışmaydı. Sonuç olarak
1622–1900 yılları arasında yapılan yaklaşık 40 savaş sonunda Amerika üç
aşağı beş yukarı bugünkü sınırlarına kavuştu. İşin bir de dışarıya bakan kısmı
var tabii ki. Amerika’nın denizaşırı yayılması, Filipinler, Küba ve Porto Riko’nun
kontrolünün ele geçirilmesiyle sonuçlanan İspanyol-Amerikan Savaşı ve
Filipinler İsyanı’yla (1898–1902) başlamıştı. Ardından Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları, Kore Savaşı (1949–1952) ve Amerikan tarihinin en uzun ve pahalı
savaşı olan Vietnam Savaşı (1959–1975) geldi. Ve tüm bunların yanı sıra
1789 ile 1945 yılları arasında Amerika, 1849’da Hindiçin’in bombalanması ve
1904 ile 1934 arasında hemen hemen tüm Karayip ve Orta Amerika
ülkelerinin işgal edilmesi de dâhil olmak üzere, dünyanın değişik yerlerinde
200 kadar askeri harekâta girişti!
Savaşmadığı zamanlarda ise savaştırdı Amerika. 1945’ten 1989’a kadar
devam eden Soğuk Savaş yıllarında, doğrudan ya da müttefikleri aracılığıyla,
açık ya da üstü örtülü olarak, dünyanın dört bir yanındaki üslerinden savaşlar
yürüttü. Soğuk Savaş’ın bitimiyle sıcak savaşlarına geri döndü. 1991’de
Kuveyt’i işgal eden Irak’a, 2001’de Taliban’ı devirmek iddiasıyla Afganistan’a
ve 2003’te 11 Eylül saldırılarında parmağı olduğunu iddia ettiği Irak’a bir kez
daha savaş açtı. ABD bugün bir yandan nükleer silah denemeleri yaparak
uluslararası topluma yönelik çıkışlarını sürdüren Kuzey Kore’yi sıkıştırmaya
çalışırken, diğer yandan da ‘nükleer silah’ geliştirdiği iddiasıyla İran’a aba
altından sopa göstermeyi ihmal etmiyor. Savaşların faturasınaysa hiç
girmeyelim. Amerika’nın bugüne kadar girdiği savaşlarda kaybettiği insan
sayısının bir milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Varın savaştığı
devletlerin kayıplarını siz düşünün! Tüm bunların ışığında, imparatorlukların
hep savaşlarla genişlediği gerçeğini de göz önünde bulundurursak,
Amerika’nın tam anlamıyla adı konulmamış bir imparatorluk olduğunu iddia
etmek yersiz olmayacaktır. Peki, bu konuda akademisyenler ve dış politika
teorisyenleri ne diyorlar dersiniz?
“Amerika bal gibi de imparatorluktur”
Amerika’nın bir imparatorluk olup olmadığıyla ilgili tartışmalar daima
akademik ve entelektüel çevrelerin sevdiği faaliyetlerden biri olmuştur.
Sözgelimi Amerikalı liberal ve sol çevreler, elindeki tüm güce rağmen,
Britanya İmparatorluğu’na ve Avrupa’nın mutlakıyetçi monarşilerine karşı
verilen sömürgecilik karşıtı mücadele sonucu ortaya çıkan Amerika Birleşik
Devletleri’nin imparatorluk olmadığını (ya da olmaması gerektiğini)
savunurlar. Buna karşın sağa yakın Amerikalı akademisyenler ve Amerika’yı
dışarıdan analiz edenler açısından Amerika’nın imparatorluk kimliğini
tartışmak neredeyse abesle iştigaldir! Amerikan dış politikasının önde gelen
isimlerinden Charles William Maynes, “Amerika’nın emperyal bir güce sahip
olduğunu, ancak emperyalist bir eğilim taşımadığını” söyler. Sağın bir başka
düşünürü, düşünce merkezi Hoover Institution’dan Dinesh D’Souza, Amerikan
halkının, ülkelerini bir “imparatorluk, hatta gelmiş geçmiş tüm
imparatorlukların en yücesi” olarak kabul etmesi gerektiğini öne sürer. Wall
Street Journal editörlerinden Max Boot da Amerika’nın bugün savaştığı
topraklarla İngiliz İmparatorluğu’nun savaştığı toprakların aynı olmasının
tesadüf olmadığını, Amerika’nın dünyayı düzene koymaya çalışan bir
imparatorluk olduğunu savunur. Bu konuda en açık sözlü davrananlardan biri
de Harvard Üniversitesi Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden akademisyen
Stephen Peter Rosen’dır. “Ezici bir askeri güce sahip olan ve bu gücü diğer
devletlerin davranışlarını etkilemek için kullanan siyasal varlığa bal gibi
imparatorluk adı verilir” diyen Rosen, terörle savaş kavramına atıfla,
“Amacımız, bir düşmanı yenmek değil. Zaten böyle bir düşman da yok.
Hedefimiz, emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek”
tespitini yapar. Fransız akademisyen ve gazeteci Philip S. Golub ise “Amerika,
kendinden önce gelen tüm imparatorluklar gibi, bir tek düşüncenin esiri
olacaktır: Hâkimiyetimi sürdürmek için ne yapabilirim, nasıl ayakta kalırım ve
bu süreci nasıl uzatabilirim” şeklindeki saptamasıyla Avrupa’daki yaygın
Amerikan algısını seslendirir. Ve tabii ki bir de Amerika’nın özünde “insanlığa
yararlı” bir imparatorluk olduğunu savunanlar var. Sözgelimi Amerikan
entelektüel çevrelerinin önde gelen isimlerinden, düşünce merkezi Carnegie
Endowment’tan tarihçi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Robert Kagan
Amerika’yı şu şekilde tanımlar: “Birleşik Devletler tarafından uygulanan
iyiliksever hegemonya (benevolent hegemony), dünya nüfusunun çok büyük
bir bölümü için olumlu olacaktır. Gerçekçi tüm alternatifler arasında en iyi
düzenlemenin bu olduğuna şüphe yoktur.”
İlginçtir, neredeyse aynı minvaldeki cümleler, geçen asırda, Amerikan
Başkanlarından Theodore Roosevelt’in dudaklarından da dökülmüştü. Amerika
ile dönemin Avrupalı sömürgeci güçleri arasında yapılan kıyaslamaları
reddeden Roosevelt, “Gerçek şu ki tüm Amerikan tarihine sinen yayılma
politikamız, hiçbir şekilde bugünün emperyalizmine benzemiyor. Bütün
Amerika’da tek bir emperyalist bile yoktur” diyordu. Amerikan dış politikasının
kilit kurumlarından Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) uzmanı
v e Washington Post eski editörü Sebastian Mallaby de tarihin, Amerika’yı
imparatorluk siyaseti gütmeye zorladığına inananlardan. Mallaby,
günümüzdeki küresel düzensizliğin, iflasın eşiğindeki devletlerin, kontrolsüz
nüfus artışının, yerel şiddet eylemleri ve sosyal çözülmenin iç içe geçtiği
Üçüncü Dünya ülkelerinin varlığı karşısında işe yaramayan yöntemlere karşın
tek akılcı seçeneğin Amerika’nın yeni bir emperyal vizyonla hareket etmesi
olduğunu savunuyor.
Son olarak, şüphesiz ki bu tartışmayı daha da uzatabiliriz. Lakin zaten
imparatorlukların yıkıcı gücü ve sömürgeci yüzüne atfen türetilen emperyalizm
kavramının bugün en çok Amerika’ya yakıştırılması ve ‘Amerikan
Emperyalizmi’ tabirinin bu kadar çok kullanılıyor olması da bizlere bir şeyler
söylemiyor mu?
‘İmparatorluğun’ Seyir Defterinden
KAYNAKÇA
Makedon İmparatorluğu
Alexander the Great at War: His Army - His Battles - His Enemies (General
Military), Ruth Sheppard
Alexander the Great Failure: The Collapse of the Macedonian Empire, John
D. Grainger
Alexander the Great Rocks the World, Vicky Alvear Shecter & Terry
Naughton
Alexander The Great, Jane Bingham&Robin Lawrie
Alexander the Great, Paul Cartledge
Alexander the Great, Robert Green
Alexander the Great, Robin Lane Fox
Alexander the Great: A Life in Legend, Richard Stoneman
Alexander the Great: Journey to the End of the Earth, Norman F. Cantor
Alexander the Great: Legacy of a Conqueror (Weekend Biographies),
Winthrop Lindsay Adams
Alexander the Great: Son of the Gods, Alan Fildes & Joann Fletcher
Alexander the Great: The Brief Life and Towering Exploits of History’s
Greatest Conqueror, Tania Gergel & Michael Wood
Alexander The Great: The Invisible Enemy, John O’brien
Conquest and Empire: The Reign of Alexander the Great, A. B. Bosworth
In the Footsteps of Alexander The Great: A Journey from Greece to Asia,
Michael Wood
The Army of Alexander the Great, Stephen English
The Campaigns of Alexander (Penguin Classics), Arrian, J. R. Hamilton &
Aubrey De Selincourt
The Conquests of Alexander the Great (Key Conflicts of Classical Antiquity),
Waldemar Heckel
The Generalship of Alexander The Great, J.F.C. Fuller
The Life and Times of Alexander the Great (Biography from Ancient
Civilizations), John Bankston
The Life of Alexander the Great (Stories from History), Dr. Nicholas
Saunders
The Life of Alexander the Great, Plutarch, Arthur Hugh Clough, John
Dryden,Victor Hanson
The Virtues of War: A Novel of Alexander the Great, Steven Pressfield
The Wisdom of Alexander the Great: Enduring Leadership Lessons From the
Man who Created an Empire, Lance B. Kurke
Pers İmparatorluğu
50 Military Leaders who Changed the World, William Weir, New Page Books,
2007
A History of Iran: Empire of the Mind, Michael Axworthy, 2008
Alexander 334-323 BC: Conquest of the Persian Empire, John Warry, 1991
Darius the Great: Ancient Ruler of the Persian Empire, Jacob Abbott
Das Frühe Persien: Geschichte Eines Antiken Weltreichs, Josef Wiesehöfer,
C.H.Beck, 2006
Forgotten Empire: The World of Ancient Persia, J. E Curtis, N. Tallis, 2005
From Cyrus to Alexander: A History of the Persian Empire, Pierre Briant,
2002
History of the Persian Empire, A.T. Olmstead, Phoenix Books,1959
Persian Fire: The First World Empire and the Battle for the West, Tom
Holland, 2007
Persien unter den Ersten Achämeniden, M. A. Dandamaev, 1990
The Persian Empire, Don Nardo, 1998
The Persian Empire, Lindsay Allen, 2005
The Persian Empire: A Corpus of Sources of the Achaemenid Period, Amelie
Kuhrt, 2007
The Rise and Fall of The Great Empires, Andrew Taylor, Quercus, 2008
History of Iran:
http://www.iranchamber.com/history/historic_periods.php
Forgotten Empire, The World of Ancient Persia:
http://www.thebritishmuseum.ac.uk/forgottenempire/
De Opkomst en Ondergang van Grote Beschavingen, DVD, Orion Channel
2006
Roma İmparatorluğu
A Brief History of the Private Lives of the Roman Emperors, Anthony Blond
A Dictionary of the Roman Empire, Matthew Bunson
A Pocket Dictionary of Roman Emperors, Paul Roberts
A Scandalous History of the Roman Emperors, Anthony Blond
Caligula: Divine Carnage: Atrocities of the Roman Emperors, Stephen
Barber, Jeremy Reed, James Havoc
Christianizing the Roman Empire: (A. D. 100-400) (A.D. 100-400), Professor
Ramsay MacMullen & Ramsay MacMullen
Chronicle of the Roman Emperors: The Reign-By-Reign Record of the Rulers
of Imperial Rome, Chris Scarre & Christopher Scarre
Constantine and the Christian Empire (Roman Imperial Biographies),
Charles M Odahl
Constantine the Great and the Christian Revolution, G. P. Baker
Constantine the Great: York’s Roman Emperor, Elizabeth Hartley, Jane
Hawkes, Martin Henig, Frances Mee
Death and the Emperor: Roman Imperial Funerary Monuments from
Augustus to Marcus Aurelius, Penelope J. E. Davies
Emperor in the Roman World, Fergus Millar
Failure of Empire: Valens and the Roman State in the Fourth Century A.D.,
Noel Lenski
Fall of the Roman Empire, Arther Ferrill
History of the Later Roman Empire: From the Death of Theodosius I to the
Death of Justinian (Volume 1), J. B. Bury
Religion in the Roman Empire, James B. Rives
Riding for Caesar: The Roman Emperors Horse Guard, Michael P. Speidel
Roman Emperors (Dark History), Michael Kerrigan
The Age of Constantine the Great, Jacob Burckhardt
The Decline and Fall of the Roman Empire, Edward Gibbon
The Divinity of the Roman Emperor, Lily Ross Taylor
The Fall of the Roman Empire: A New History of Rome and the Barbarians,
Peter Heather
The Grand Strategy of the Roman Empire: From the First Century A.D. to
the Third, Edward N. Luttwak
The History of the Church: From Christ to Constantine, Eusebius, Andrew
Louth, & G. A. Williamson
The Later Roman Empire: A.D. 354-378 (Penguin Classics), Ammianus
Marcellinus, Andrew Wallace-Hadrill, Walter Hamilton
The Later Roman Republic: The Rise and Fall of the Roman Empire, a
Chronology: Volume Two 145 BC-27 AD (Rise & Fall of the Roman Empire),
Brian Taylor
The Life and Times of Constantine the Great, D. G. Kousoulas
The Lion’s Way, Marco Marsan & Peter Lloyd
The Matter of the Gods: Religion and the Roman Empire (The
Transformation of the Classical Heritage), Clifford Ando
The Rise of the Roman Empire (Penguin Classics), Polybius, Ian Scott-
Kilvert, F. W. Walbank
The Rise of the Romans: The Rise and Fall of the Roman Empire, a
Chronolgy: Volume One 753 BC-146 BC (Rise & Fall of the Roman Empire),
Brian Taylor
The Roman Emperors: A Biographical Guide to the Rulers of Imperial Rome
31 B.C.-A.D. 476, Michael Grant
The Roman Empire, Paul Veyne
The Roman Empire: Second Edition, Colin Wells
The Romans: From Village to Empire, Mary T. Boatwright, Daniel J. Gargola,
Richard J. A. Talbert
The Ruin of the Roman Empire: A New History, James J. O’Donnell
The Twelve Caesars - Julius Caesar and the First Eleven Roman Emperors
Who Followed, Michael Grant
The Twelve Caesars: The Lives of the Roman Emperors, Suetonius
The Year of the Four Emperors (Roman Imperial Biographies), Kenne
Wellesley
Çin İmparatorluğu
1421 Het Jaar Waarin China de Nieuwe Wereld Ontdekte, Gavin Menzies,
2003
Achter de Chinese, Julia Lovell, 2006
Ancient China: Chinese Civilization from Its Origins to the Tang Dynasty, an
article from: The Journal of the American Oriental Society, Antonino Forte,
2005
Ancient Chinese Dynasties, Eleanor J. Hall, 2000
Brief Biographies of Founding Emperors of Chinese Dynasties, Ma Chor-kin,
1976
China: A New History, John King Fairbank, Merle Goldman, 2006
China: Its History and Culture, W. Scott Morton, Charlton M. Lewis, Charlton
Lewis, 2004
China: Porträt eines Landes, James Kynge, Joshua Cooper Ramo, Karen
Smith, Liu Heung Shing, 2008
China’s Golden Age: Everyday Life in the Tang Dynasty, Charles Benn, 2002
Chinese Technology in the Seventeenth Century, E-tu Zen Sun, Shiou-Chuan
Sun, 1996
Chronological Tables of the Chinese Dynasties: From the Chow Dynasty to
the Ching Dynasty, Theodore Wong, E. R. Lyman, 2008
Das Alte China: Von den Anfängen bis zum 19. Jahrhundert, Helwig
Schmidt-Glintzer,2008
Das Große China-Lexikon. Geschichte, Geographie, Gesellschaft, Politik,
Wirtschaft, Bildung, Wissenschaft, Kultur, Brunhild Staiger, Stefan Friedrich,
Hans W. Schütte, 2008
Die Chinesische Welt: Die Chinesische Welt von den Anfängen bis zur
Jetztzeit, Jacques Gernet, 1988
Geschiedenis van China, D. van der Horst, 1987
Geschiedenis van China in een notendop (bijna) alles wat je altijd wilde
weten, Jan van Oudheusden, 2008
Het Grote Continent van de Khan, China in de Westerse Verbeelding,
Jonathan Spence, 2002
Made in China: Ideas and Inventions from Ancient China, Suzanne Williams,
Andrea Fong, 1997
Modern China: The Fall and Rise of a Great Power, 1850 to the Present,
Jonathan Fenby, 2008
Oracle Bones: A Journey Through Time in China, Peter Hessler, 2007
Six Dynasties Civilization, Albert E. Dien, 2007
The Ancient Chinese (People of the Ancient World), Virginia Schomp, 2005
The Birth of China, Herrlee Glessner Creel, 1936
The Dynasties of China: A History, Bamber Gascoigne, 2003
The First Emperor: China’s Terracotta Army,Jane Portal, Qingbo Duan , 2007
The Imperial Capitals of China: An Inside View of the Celestial Empire ,
Arthur Cotterell, 2008
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor, 2008
The Rise of the Chinese Empire: Frontier, Immigration, and Empire in Han
China, 130 B.C.-A.D.157, Chun-shu Chang, 2007
Was du Schon İmer über China Wissen Wolltest, Karin Hasselblatt, Sonja
Wagenbrenner, 2008
When China Ruled the Seas: The Treasure Fleet of the Dragon Throne,
1405-1433, Louise Levathes, 1997
Bizans İmparatorluğu
1453: The Holy War for Constantinople and the Clash of Islam and the
West, Roger Crowley
A History of the Byzantine State and Society, Warren Treadgold
A Short History of Byzantium, John Julius Norwich
Byzantine Christianity: A People’s History of Christianity, Derek Krueger
Byzantine Theology: Historical Trends and Doctrinal Themes, John
Meyendorff
Byzantium: The Surprising Life of a Medieval Empire, Judith Herrin
Byzanz: Aufstieg und Fall eines Weltreichs,John Julius Norwich, Claudia
Wang, Ulrike Halbe-Bauer, Manfred Halbe
Byzanz: Geschichte des oströmischen Reiches 324 – 1453,Ralph-Johannes
Lilie
Change in Byzantine Culture in the Eleventh and Twelfth Centuries, A. P.
Kazhdan & Ann Wharton Epstein
Der Verrat von 1204. Die Zerstörung und Plünderung Konstantinopels, Ernle
Bradford
Die Eroberung von Konstantinopel 1453, Steven Runciman & Peter de
Mendelssohn
Die Ikone des Kaisers: Die letzten Tage von Konstantinopel, Andreas Knapp
Faith in the Byzantine World, Mary Cunningham
Fourteen Byzantine Rulers: The Chronographia of Michael Psellus, Michael
Psellus
Sailing from Byzantium: How a Lost Empire Shaped the World, Colin Wells
Sowing the Dragon’s Teeth: Byzantine Warfare in the Tenth Century, Eric
McGeer
Sultan Mehmet II: Eroberer Konstantinopels - Patron der Künste, Neslihan
Asutay-Effenberger, Ulrich Rehm
The Byzantine Empire, Charles W. C. Oman
The Byzantine Empire, Robert Browning
The Byzantine Wars, John Haldon
The Byzantines, Averil Cameron
The Cambridge History of the Byzantine Empire c.500-1492, Jonathan
Shepard
The Fall of Constantinople 1453, Steven Runciman
The Fall of Constantinople, The Ottoman Conquest of Byzantium, D. Nicolle,
J. Haldon, S. Turnbull
The Fourth Crusade and the Sack of Constantinople, Jonathan Phillips
The Grand Strategy of the Byzantine Empire, Edward N. Luttwak
The Oxford Handbook of Byzantine Studies, Elizabeth Jeffreys, John Haldon,
Robin Cormack
The Rise and the Fall of Great Empires, Andrew Taylor
Hun İmparatorluğu
A History of Attila and the Huns, E.A. Thompson, 1948
Attila und die Hunnen, F. Altheim, 1951
Attila: The Barbarian King Who Challenged Rome, John Man, 2006
Byzantium: the Early Centuries, John Julius Norwich, 1997
Early Empires of Central Asia, W. M. McGovern, 1939
Huns, Vandals and the Fall of the Roman Empire, Thomas Hodgkin, 1996
Italy and Her Invaders, T. Hodgkin, 1967
The Fall of the Roman Empire: A New History of Rome and the Barbarians,
Peter Heather, 2007
The Huns (The Peoples of Europe), E. A. Thompson, 1999
The Most Evil Men and Women in History, Miranda Twiss, 2002
The Night Attila Died: Solving the Murder of Attila the Hun, Michael A.
Babcock, 2005
The World of the Huns, J. D. Maenchen-Helfen, 1973
Emevi İmparatorluğu
A. Bewley, Mu’awiya, Restorer of the Islamic Faith, London, 2002.
Authority in Islam: From the Rise of Muhammad to the Establishment of the
Umayyads: From the Rise of Mohammad to the Establishment of the
Umayyads, Hamid Dabashi, Transaction Publishers, 1989.
Emevi Devleti’nin Yıkılışı, Ali Aksu, Kitabevi Yayınları.
F.M. Donner, The Early Islamic Conquests, Princeton, 1981.
G.R. Hawting, The First Dynasty of Islam: the Umayyad Caliphate, AD 661-
750, London, 2000.
H. Kennedy, The Prophet and the Age of the Caliphates: The Islamic Near
East from the Sixth to the Eleventh Century, London, 1986.
İslam Şafağı - İslam’ın Ortaya Çıkışı ve Emevi Devleti Sonuna Kadar Yayılışı,
Prof. Dr. Hüseyin Zerrinkub, Anka Yayınları.
J. Wellhausen, The Arab Kingdom and its fall, London, 2000.
P. Crone, Slaves on Horses, Cambridge, 1980.
The Revolution Which Toppled the Umayyads: Neither Arab Nor Abbasid
(Islamic History and Civilization), Salih Said Agha.
The Rise and the Fall of The Great Empires, Andrew Taylor, Quercus, 2008.
The Second Umayyad Caliphate: The Articulation of Caliphal Legitimacy in
al-Andalus, Harvard Middle Eastern Monographs, Janina M. Safran, 2001.
Kutsal Roma İmparatorluğu
Charlemagne: Father of a Continent, Alessandro Barbero & Allan Cameron
Charlemagne: Founder of the Holy Roman Empire (Heroes and Warriors), R.
J. Stewart, Bob Stewart, James Field
Charlemagne: The Formation of a European Identity, Rosamond McKitterick
German History 1789-1871: From the Holy Roman Empire to the
Bismarckian Reich, E D Brose
German Thought and Culture: From the Holy Roman Empire to the Present
Day, H. J. Hahn
Holy Roman Empire, Friedrich Heer
Holy Roman Empire, J. D. Buck
Rise of the Holy Roman Empire, David Criswell
The Age of Chivalry and Legends of Charlamagne, Thomas Bulfinch
The Emperor Charlemagne, Russell Chamberlin
The German People, Their History and Civilization From the Holy Roman
Empire to the Third Reich, Veit Valentin
The Holy Roman Empire 1495-1806 (Studies in European History), Peter H.
Wilson
The Holy Roman Empire and Charlemagne in World History, Jeff Sypeck
The Holy Roman Empire in the Middle Ages: Universal State or German
Catastrophe?, Robert Edwin, Ed. Herzstein
The Life of Charlemagne, Einhard
The Order of Rome: Imperium Romanum, Charlemagne and the Holy
Roman Empire (Imperial Visions Series: The Rise and Fall of Empires), Jack
Holland & John Monroe
The Rise and Fall of the Holy Roman Empire: From Charlemagne to
Napoleon, David Criswell
The Thirty Years War: The Holy Roman Empire and Europe, 1618-48
(European History in Perspective), Ronald G. Asch
Moğol İmparatorluğu
Encyclopedia of Mongolia and the Mongolian Empire, Christopher P. Atwood,
2004
Geheime Geschichte der Mongolen: Herkunft, Leben und Aufstieg Dschingis
Khans, Manfred Taube von Beck, 2005
Genghis Khan and the Mongol Conquests 1190-1400 (Essential Histories),
Stephen Turnbull, 2003
Genghis Khan and the Mongol Empire (New Horizons), Jean-Paul Roux, 2003
Genghis Khan and the Mongol Empire (Rulers and Their Times), Miriam
Greenblatt, 2001
Genghis Khan: History’s Greatest Empire Builder, Paul ve Jr. Lococo, 2008
Genghis Khan: Invincible Ruler of the Mongol Empire (Rulers of the Middle
Ages), Zachary Kent, 2007
Genghis Khan, National Geographic, Mike Edwards, v. 190, no. 6, 1996
Geschichte der Mongolen, Michael Weiers von Kohlhammer, 2004
Historical Dictionary of the Mongol World Empire, Paul D. Buell, 2003
In the Empire of Genghis Khan: A Journey Among Nomads, Stanley Stewart,
2000
In the Empire of Genghis Khan: An Amazing Odyssey Through the Lands of
the Most Feared Conquerors in History, Stanley Stewart, 2002
Mongol Period: History of the Muslim World, Bertold Spuler, Arthur N.
Waldron, F.R. Bagley, 1995
Mongol Warrior 1200-1350, Stephen Turnbull,Wayne Reynolds, 2003
Mongolen: Aufstieg der Mongolen. Krieger 1200-1350, Stephen Turnbull,
Angus McBride, Wayne Reynolds von Siegler, 2008
Mongols and Mamluks: The Mamluk-Ilkhanid War, 1260-1281 (Cambridge
Studies in Islamic Civilization), Reuven Amitai-Preiss, 2008
Storm from the East: From Genghis Khan to Khubilai Khan (BBC), Robert
Marshall, 1994
The Devil’s Horsemen: The Mongol invasion of Europe, James Chambers,
1985
The Mongol Empire, MacMillan, Michael Prawdin, 1967
The Great Khans, National Geographic, Mike Edwards, v. 191, no. 2, 1997
The History of the Mongol Conquests, J. J. Saunders, 2001
The Mongol Art of War, Timothy May, 2007
The Mongol Empire (Life During the Great Civilizations), Don Nardo, 2005
The Mongol Empire and Its Legacy, Reuvan Amitai-Preiss, David O. Morgan,
2000
The Mongol Empire. Genghis Khan: His Triumph and His Legacy, Peter
Brent, 1976
The Mongol Empire: Its Rise and Legacy, Michael Prawdin, 2005
The Mongols,David Morgan, 2007
The Most Evil Men and Women in History, Miranda Twiss, 2002
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor, 2008
The Secret History of the Mongols: The Life and Times of Chinggis Khan
(Institute of East Asian studies), Professor Urgunge Onon, Urgunge Onon,
2001
Mongol Empire: Chormaquan and the Mongol Conquest of the Middle East
http://www.historynet.com/mongol-empire-chormaquan-and-the-mongol-
conquest-of-the-middle-east.htm
Mongol Empire: http://www.nationmaster.com/encyclopedia/Mongol-Empire
The Mongols, Steve Dutch:
http://www.uwgb.edu/dutchs/WestTech/xmongol.htm
Scholar voices on Mongol Empire:
http://www.accd.edu/sac/history/keller/Mongols/empire.html
Something New Under the Sun: The Mongol Empire’s Innovations in Steppe
Political Organization and Military Strategy, Thomas J. Barfield, Boston
University
http://mongolianhistory.blogspot.com/2007/02/something-new-under-sun-
mongol-empires.html
Osmanlı İmparatorluğu
A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation
of the Modern Middle East, David Fromkin
An Economic and Social History of the Ottoman Empire (Economic & Social
History of the Ottoman Empire) (Volume 2), Suraiya Faroqhi, Bruce McGowan,
Donald Quataert, Şevket Pamuk
Das Kreuz und der Halbmond: Die Geschichte der Türkenkriege, Klaus-Peter
Matschke
Das Osmanische Reich 1300 - 1922. Die Geschichte einer Großmacht,
Ferenc Majoros & Bernd Rill
Das Osmanische Reich: Grundlinien Seiner Geschichte von Josef Matuz
Der Osmanische Staat 1300-1922, Klaus Kreiser
Die Osmanen: 600 Jahre islamisches Weltreich von David Nicolle und
Alexander Lüdeke
History of the Ottoman Empire and Modern Turkey: Volume 2, Reform,
Revolution, and Republic: The Rise of Modern Turkey 1808-1975, Stanford J.
Shaw & Ezel Kural Shaw
Lords of the Horizons: A History of the Ottoman Empire, Jason Goodwin
Osman’s Dream: The History of the Ottoman Empire, Caroline Finkel
Ottoman Centuries, Lord Kinross
Ottoman Wars: An Empire Besieged (Modern Wars In Perspective), Virginia
Aksan
Sick Man of Europe: Ottoman Empire to Turkish Republic, 1789-1923
(Benn’s World Histories), Charles Swallow
The Decline and Fall of the Ottoman Empire, Alan Palmer
The Ottoman Empire (Greenwood Guides to Historic Events 1500-1900),
Mehrdad Kia
The Ottoman Empire 1326-1699 (Essential Histories), Stephe Turnbull
The Ottoman Empire and the World Around It (Library of Ottoman Studies),
Suraiya Faroqhi
The Ottoman Empire, 1300-1650: The Structure of Power (European History
in Perspective), Colin Imber
The Ottoman Empire, 1700-1922 (New Approaches to European History),
Donald Quataert
The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Halil İnalcık
The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman Empire and the First World
War (Cambridge Military Histories), Mustafa Aksakal
Verfall und Untergang des Osmanischen Reiches, Alan Palmer
İspanya ve Portekiz Sömürge İmparatorlukları
A History of Portugal and the Portuguese Empire: From Beginnings to 1807,
A. R. Disney
A Nation upon the Ocean Sea: Portugal’s Atlantic Diaspora and the Crisis of
the Spanish Empire, 1492-1640, Daviken Studnicki-Gizbert
Comparing Empires: European Colonialism from Portuguese Expansion to
the Spanish-American War, Jonathan Hart
First Portuguese Colonial Empire, Marilyn D. Newitt
Foundations of the Portuguese Empire, 1415-1580 (Europe and the World in
the Age of Expansion, vol. I), Bailey W. Diffie & George Winius
Golden Age Spanish Empire of Charles V, Hugh Thomas
Interpreting Spanish Colonialism: Empires, Nations, and Legends,
Christopher Schmidt-Nowara & John M. Nieto-Phillips
Portugese Seaborne Empire, C.R. Boxer
Portuguese Colonial Cities in the Early Modern World (Empires and the
Making of the Modern World, 1650-2000), Liam Matthew Brockey
Quest for Empire: Spanish Settlement in the Southwest, Iris Engstrand and
Donald Cutter
Rivers of Gold: The Rise of the Spanish Empire, from Columbus to Magellan,
Hugh Thomas
Spanish Empire in the New World (DVD)
The American Union and the Problem of Neighborhood: The United States
and the Collapse of the Spanish Empire, 1783-1829, James E. Jr. Lewis
The Conquistadores: Building a Spanish Empire in the Americas (Proud
Heritage: the Hispanic Library), R. Conrad Stein
The End of the Spanish Empire, 1898-1923, Sebastian Balfour
The Hispano-Portuguese Empire and its Contacts with Safavid Persia, the
Kingdom of Hormuz and Yarubid Oman from 1489 to 1720: A Bibliography of
Printed Publications 1508-2007 (ACTA Iranica), Willem Floor & Farhad
Hakimzadeh
The Last Empire: Portuguese Legacy, Ursula Owen
The Last Empire: Thirty Years of Portuguese Decolonisation, Stewart Lloyd-
Jones & Antonio Costa Pinto
The Portuguese Empire in Asia, 1500-1700: A Political and Economic
History, Sanjay Subrahmanyam
The Portuguese Empire, 1415-1808: A World on the Move, A. J. R. Russell-
Wood
The Portuguese Seaborne Empire 1415-1825, J.H. Plumb
The Rise and Fall of the Spanish Empire, William S. Malt,
The Rise of The Spanish Empire In The Old World And In The New,
Merriman Roger Bigelow
The Spanish Empire in America, Clarence Henry Haring
The Spanish Seaborne Empire, J. H. Parry
Twilight of the Pepper Empire: Portuguese Trade in Southwest India in the
Early Seventeenth Century, A. R. Disney
İngiliz Sömürge İmparatorluğu
A Brief History of British Sea Power, David Howarth
A History of The Nations and Empires Involved and a Study of the Events
Culminating in The Great Conflict, Logan Marshall
British Empire and the Second World War, Ashley Jackson
British Sea Power: How Britain Became Sovereign of the Seas, David
Howarth
Empire: The British Imperial Experience From 1765 To The Present, Denis
Judd
Ends of British Imperialism: The Scramble for Empire, Suez, and
Decolonization, Wm. Roger Louis
Representing the Royal Navy: British Sea Power, 1750-1815, Margarette
Lincoln
Slavery and the British Empire, Kenneth Morgan
Sovereign of the Seas: Story of British Sea Power, David Howarth
The British Atlantic World, 1500-1800, David Armitage & Michael J. Braddick
The British Empire 1558-1995, T.O. Lloyd
The British Empire, Jane Samson
The British Empire: Sunrise to Sunset, Philippa Levine
The Decline and Fall of the British Empire 1781-1997, Piers Brendon
The Last Thousand Days of the British Empire: Churchill, Roosevelt, and the
Birth of the Pax Americana, Peter Clarke
The Life of Nelson, the Embodiment of the Sea Power of Great Britain,
Alfred Thayer Mahan
The Oxford History of the British Empire: Volume I: The Origins of Empire:
British Overseas Enterprise to the Close of the Seventeenth Century, Nicholas
Canny
The Oxford History of the British Empire: Volume III: The Nineteenth
Century, Andrew Porter
The Rise and Demise of the British World Order and the Lessons for Global
Power, Niall Ferguson
The Rise and Fall of the British Empire, Lawrence James
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor
Three Victories and a Defeat: The Rise and Fall of the First British Empire,
Brendan Simms
Tournament of Shadows: The Great Game and the Race for Empire in
Central Asia, Karl Ernest Meyer & Shareen Blair Brysac
Hollanda Sömürge İmparatorluğu
A History of the Dutch in the Far East, Albert Hyma, Ann Arbor, 1953.
A Short History of the Netherlands Antilles and Surinam, Cornelis Goslinga,
Nijhoff, The Hague, 1979.
Colonial Empires Compared: Britain and the Netherlands, 1750-1850, Bob
Moore, Henk F. K. Van Nierop, and Henk Van Nierop, Anglo-Dutch Historical
Conference 2000.
Day of Empire: How Hyperpowers Rise to Global Dominance and Why They
Fall, Amy Chua, 2007.
Decolonization: The British, Dutch, and Belgian Empires, 1919-1963, Henri
Grimal, 1978.
Dutch Foreign Policy since 1815: A Study in Small Power Politics, Amry J.
Vandenbosch, Nijhoff, Den Haag, 1959.
Dutch Government and Politics, R. B. Andeweg, St. Martin’s, New York,
1993.
Dutch Primacy in World Trade, 1585– 1740, Jonathan I. Israel, New York:
Oxford University Press, 1989.
Evolution of the Dutch Nation, Bernard Hubertus Maria Vlekke, New York,
1945.
Navies and Armies: the Anglo-Dutch Relationship in War and Peace, 1688–
1988, G. J. A. Raven and N. A. M. Rodgers (eds.), Edinburgh: J. Donald, 1990.
Salt in Their Blood: The Lives of the Famous Dutch Admirals, Francis Vere,
Cassell, London, 1955.
The Dutch and the Sea, Bert van Hoogenhuyze, Maritiem de Boer, 1984.
The Dutch Republic in the Eighteenth Century: Decline, Enlightenment and
Revolution, Margaret C Jacob and Eijnand W. Mihnhardt (eds.), Ithaca:
Cornell University Press, 1992.
The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall 1477-1806, Jonathan
Israel, Oxford History of Early Modern Europe, 1998.
The Dutch Seaborne Empire, 1600–1800, C. R. Boxer, Atlantic Highlands,
Humanities Press, 1980.
The Embarrassment of Riches: An Interpretation of Dutch Culture in the
Golden Age, Simon Schama, Knopf, New York, 1987.
The Making of Modern Holland: A Short History, A. J. Barnouw, Norton, New
York, 1944.
The Making of the Dutch Landscape: An Historical Geography of the
Netherlands, A. M. Lambert, New York: Academic Press, 1971.
The Netherlands, Peter King, Clio, Santa Barbara, California, 1988.
The Rise and Decline of Holland’s Economy: Merchant Capitalism and the
Labour Market, J. L. van Zanden, St. Martin’s, New York, 1993.
The Rise of Merchant Empires: Long Distance Trade in the Early Modern
World 1350-1750 (Studies in Comparative Early Modern History), James D.
Tracy, 1993.
Sovyet İmparatorluğu
A Century of Violence in Soviet Russia, Mr. Alexander N. Yakovlev
A Failed Empire: The Soviet Union in the Cold War from Stalin to Gorbachev
(New Cold War History), Vladislav M. Zubok
A History of Russia, the Soviet Union, and Beyond, David MacKenzie &
Michael W. Curran
A History of the Soviet Union from the Beginning to the End, Peter Kenez
A Vision Unfulfilled: Russia and the Soviet Union in the Twentieth Century,
John Thompson
Absolute War: Soviet Russia in the Second World War, Chris Bellamy
Everyday Life in Early Soviet Russia: Taking the Revolution Inside, Christina
Kiaer & Eric Naiman
Faces of a Nation: The Rise and Fall of the Soviet Union, 1917-1991, Angela
Von Laue, Dr. Theodore Von Laue, Dmitri Baltermants
Gulag: A History, Anne Applebaum
In Denial: Historians, Communism and Espionage, John Earl Haynes
KGB: The Inside Story of Its Foreign Operations from Lenin to Gorbachev,
Christopher Andrew
Lethal Politics: Soviet Genocide and Mass Murder Since 1917, R. Rummel
Marxism and the Leap to the Kingdom of Freedom: The Rise and Fall of the
Communist Utopia, Andrzej Walicki
Red Terror in Russia, Serge Petrovich Melgunov
Russia: The Tsarist and Soviet Legacy (The Present and The Past), Edward
Acton
Socialism, Ludwig Von Mises
Soviet Politics 1917-1991, Mary McAuley
Soviet Posters: The Sergo Grigorian Collection, Maria Lafont
Soviet Tragedy: A History of Socialism in Russia, Martin Malia
The Black Book of Communism: Crimes, Terror, Repression, Stéphane
Courtois
The Bolsheviks in Power: The First Year of Soviet Rule in Petrograd,
Alexander Rabinowitch
The First Socialist Society: A History of the Soviet Union from Within,
Geoffrey Hosking
The Great Gamble: The Soviet War in Afghanistan, Gregory Feifer
The Great Terror: A Reassessment, Robert Conquest
The Gulag Archipelago: 1918-1956, Aleksandr I. Solzhenitsyn
The Harvest of Sorrow: Soviet Collectivization and the Terror-Famine,
Robert Conquest
The Rise and Fall of the Soviet Union (Longman History Of Russia), Martin
McCauley
The Rise and Fall of the Soviet Union: 1917-1991, Richard Sakwa
The Sino-Soviet Split: Cold War in the Communist World (Princeton Studies
in International History and Politics), Lorenz M. Luthi
The Soviet Century, Moshe Lewin & Gregory Elliott
The Soviet Experiment: Russia, The USSR, and the Successor States, Ronald
Grigor Suny
The Soviet-Afghan War: How a Superpower Fought and Lost, Michael A.
Gress & Lester W. Grau
Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Hastened the
Collapse of the Soviet Union, Peter Schweizer
Why Did the Soviet Union Collapse?: Understanding Historical Change,
Robert W. Strayer
Nazi İmparatorluğu
50 Battles that Changed the World, William Weir
De Geschiedenis van de Tweede Wereldoorlog, O. Booth & J. Walton
De Geschiedenis van Hitler Jugend, Brenda Ralph Lewis
De Opkomst van Het Derde Rijk, Lekturama-Rotterdam
Der Zweite Weltkrieg, Förster Hellmert Schnitter
Explaining Hitler: The Search for the Origins of His Evil, Ron Rosenbaum
GESTAPO: A History of Hitler’s Secret Police, Rupert Butler
Goebbels: Mastermind of the Third Reich, David Irving
Grootboek van de Tweede Wereldoorlog, Readers Digest
Heinrich Himmler: The SS, Gestapo, His Life and Career
Het Nazisme, Alessandra Minesti
Hitler and the Power of Aesthetics, Frederic Spotts, Overlook Press reprint,
2004
Hitler: 1889-1936 Hubris, Ian Kershaw
Hitler: 1936-1945 Nemesis, Ian Kershaw
Hitler’s War, Edwin P. Hoyt
Hitler’s Willing Executioners: Ordinary Germans and the Holocaust, Daniel
Jonah Goldhagen
Hitlers Berlijn 1933-45, Dr. H. van Capelle & Dr. A.P. van de Bovenkamp
Hitlers gevangenissen, Nikolaus Wachsmann
Hitlers Handlangers, Dr. H. van Capelle & Dr. A.P. van de Bovenkamp
Hitlers Tafelsgesprekken 1941-1944, de Prom
I Will Bear Witness : A Diary of the Nazi Years, 1933-1941, Victor.
Klemperer, New York: Modern Library, 1999
Inside Hitler’s Bunker, Joachim Fest
Inside the Gestapo: Hitler’s Shadow Over the World, Hansjürgen Koehler
Inside the Third Reich: Memoirs, Albert Speer
İkinci Dünya Savaşı, R. A. C. Parker
Karl Brandt: The Nazi Doctor, Ulf Schmidt, Continuum
Life and Death in the Third Reich, Peter Fritzsche, Cambridge, MA: Harvard
University Press, 2008
Michael Kater, Hitler Youth, Cambridge, MA: Harvard University Press, 2004
Nazi Women, Cate Haste
Oxford Essential Guide to World War II, William L O’Neill
Penguin Dictionary of the Third Reich, James Taylor & Warren Shaw
Secret Germany, Michael Baigent, Richard Reigh
The Coming of the Third Reich,Richard J. Evans
The Destruction of the European Jews, Raul Hilberg
The Gestapo : A History of Horror, Jacques Delarue
The Gestapo and German Society: Enforcing Racial Policy 1933-1945, Robert
Gellately
The Hitler File, Patrick Delaforce, Michael O’Mara
The Most Evil Dictators in History, Shelley Klein
The Origins of the Final Solution: The Evolution of Nazi Jewish Policy,
Christopher R. Browning Nazi Terror: The Gestapo, Jews, and Ordinary
Germans, Eric A. Johnson, New York: Basic Books, 2000
The Rise and Fall of the Third Reich : A History of Nazi Germany, William L.
Shirer
The Rise and the Fall of the Great Empires, Andrew Taylor
The SS / A History 1919-45, Robert Lewis Koehl
The SS: Hitler’s Instrument of Terror, Gordon Williamson
The Third Reich at War, Richard J. Evans
The Third Reich in Power, Richard J. Evans
The Third Reich: A Concise History, Martin Kitchen, Tempus
The Third Reich: A New History, Michael Burleigh, New York: Hill and Wang,
2001
What We Knew: Terror, Mass Murder, and Everyday Life in Nazi Germany:
An Oral History, Eric A. Johnson & Karl-Heinz Reuband, New York: Basic
Books, 2005
German Propaganda Archive
http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/ww2era.htm
Nazi Posters: 1933-1945
http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/posters2.htm
Gates To Hell - The Nazi Death Camps
http://www.deathcamps.info/
The rise of the Nazi Party
http://fcit.usf.edu/HOLOCAUST/TIMELINE/nazirise.HTM
Amerikan İmparatorluğu
A People’s History of the United States: 1492 to Present, Howard Zinn
America Past and Present, Robert A. Divine, T. H. H Breen, George M.
Fredrickson, R. Hal Williams
America: A Narrative History, David E. Shi & George Brown Tindall
America’s Hidden History: Untold Tales of the First Pilgrims, Fighting
Women, and Forgotten Founders Who Shaped a Nation, Kenneth C. Davis
American Empire: The Realities and Consequences of U.S. Diplomacy,
Andrew J. Bacevich
American History: A Survey, Alan Brinkley
Democracy in America, Alexis de Tocqueville, Isaac Kramnick, Gerald Bevan
Major Problems in American History, To 1877, Elizabeth Cobbs Hoffman &
Jon Gjerde
National Geographic Almanac of American History, James Miller, John
Thompson, Hugh Ambrose
The Glorious Cause: The American Revolution, 1763-1789, Robert
Middlekauff
The Oxford Companion to United States History, Paul S. Boyer
The Paradox of American Power, Joseph S.Nye
The Penguin History of the USA, Hugh Brogan
The Politically Incorrect Guide to American History, Thomas E. Woods Jr.
The Real History of the American Revolution: A New Look at the Past, Alan
Axelrod
Theodore Roosevelt and The Rise of American to World Power, Howard K.
Beale
Amerikan İmparatorluğu Atlası, Gerard Dorel, Doğuş Grubu İletişim
Yayıncılık
Amerikan İmparatorluğu Gücünü Nereden Alıyor?
http://bianet.org/bianet/bianet/13550-amerikan-imparatorlugu-gucunu-
nereden-aliyor
Makedon İmparatorluğu
Pers İmparatorluğu en geniş sınırlarında (M.Ö. 525)
Avrupa Hun İmparatorluğu (Hunların hakimiyetindeki topraklar turuncu, Roma İmparatorluğu’nun toprakları sarı)
1907 yılında İngiliz İmparatorluğu (Kırmızı renkli topraklar ve altı kırmızıyla çizili adalar)
Hollanda
egemenliğindeki
topraklar
262 Adolf Hitler’in en sadık yandaşıydı. Siyasete girmeden önce 18. yüzyıl romantik tiyatro edebiyatı üzerine
doktora yapmış, sırasıyla gazeteci, banka memuru ve borsacı olarak çalışmıştı. Coşkulu ve enerjik hitabet
yeteneğiyle partide kısa sürede sivrildi. Savaşın ilk ve en önde gelen savunucularındandı. Son ana dek
Hitler’in yanındaydı. Hitler’in intihar etmesinin ardından bir günlüğüne de olsa Üçüncü Reich’ın Başbakanlığını
yaptı. Hayatlarının son saatlerinde kendisi gibi inanmış bir Nazi olan karısı Magda Goebbels, altı çocuklarını
zehirleyerek öldürdü. Ardından da Goebbels önce karısını, sonra da kendisini vurdu. Cesetleri vasiyeti
üzerine yakıldı. Bugün Goebbels, üniversitelerin iletişim bölümlerinin en önemli inceleme konularından biridir.
Hemen her görüşteki insan, onun propaganda sanatındaki dehasını kabul eder.
263 Royal Proclamation (Kraliyet Bildirisi) olarak da anılır. İngiltere Kralı III. George, Fransa’nın mağlup
edilmesinin ardından Kuzey Amerika’daki İngiliz topraklarına çekidüzen vermek ve Amerikan yerlileriyle olan
ilişkileri düzenlemek için bu bildiriyi yayınlamıştı.
264 On üç eyaletin oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasası olarak da bilinir.
265 Adil yargılanma hakkından inanç, ifade ve basın hürriyetine varıncaya dek günümüz modern ve
demokratik anayasalarının ruhunu taşıyan bu on maddelik bildirgenin özüne sahip çıkmak, bugün halen
Amerikalı olmanın temel dayanaklarından biri olarak kabul edilir.
266 Amendment: Haklar Bildirgesi’ni oluşturan iyileştirmelere verilen ad. İlerleyen yıllarda farklı değişikliklerle
anayasaya eklemeler yapılacak ve bunların her biri, başındaki rakamla anılacaktı.
267 İlk on üç eyaletin hikâyesini hatırlanacağı üzere İngiliz İmparatorluğu bölümünde geniş şekilde ele
almıştık.
268 ‘Kader Beyanı’ ya da ‘Alınyazısı Beyanı’ olarak çevirebileceğimiz bu düşüncenin savunucularına göre
durmadan batıya doğru genişlemek, Tanrı tarafından Amerikalıların omuzlarına yüklenmiş bir görevdi. Öyle
ki Jackson’dan sonra gelenler, bu düşüncenin sınırlarını genişletmiş; Kanada, Meksika, Küba ve tüm Latin
Amerika’nın da alınması gerektiğini savunmuşlardı. ‘Amerikan İmparatorluğu’nun gizli anayasası olarak
kabul edilen bu düşünce, Amerika’nın bölgeye yaptığı müdahalelerin ve geniş anlamda da savaşçı
doğasının meşruiyet kazanması için sıklıkla kullanıldı. Dini atıflarla süslenen düşünce, Amerikan halkı ve
kurumlarının doğaları gereği ‘üstün’ ve ‘örnek alınası’ olduğu inancına dayanıyordu. Özellikle 20. yüzyıldan
itibaren Amerikan ‘değerlerinin’ tüm dünyaya yayılması gerektiği söyleminin payandası oldu. Bugün bile
Amerika’nın tüm dünyada ‘demokrasiyi savunma ve yayma’ misyonu Manifest Destiny’ye bağlanır.
269 Tarihçilere göre, Kuzey’in sanayiye dayalı ekonomisi; silah, cephane ve malzeme üretiminde avantaj
sağlamış, bu da maliyet ve ulaşım gibi etkenlerle birlikte savaşın sonucu üzerinde belirleyici olmuştu.
Savaşın başında Birlik, tüm deniz gücünün; tersanelerin ve savaş gemilerinin yüzde 80’ine sahipti.
270 Amerikan İç Savaşı tarihin ilk ‘endüstriyel’ savaşıydı. İlk kez bu savaşta nehir istimbotları hücumbot
olarak kullanılmış, zırhlı savaş gemileri boy göstermişti. Ayrıca telgrafın cepheler arası iletişimde yaygın
şekilde kullanılmasıyla savaşlardaki ‘telekomünikasyon’ dönemi de başlıyordu.
271 Amerikan yerlilerinin Avrupalı göçmenler tarafından getirilen hastalıklar ya da bizzat onlar tarafından
öldürülmesi sonucu ortaya çıkan kayıpların sayısı, sıcaklığını kaybetmeyen tartışma konularından. Başta
Hawai Üniversitesi’nden Tarih Profesörü David Stannard olmak üzere bazı araştırmacılar ‘Euro-Amerikan
Soykırımı’ olarak isimlendirdikleri bu süreçte ölen yerlilerin sayısını 100 milyon olarak verirken, merkez
akademik çevrelerde yer alanların birçoğu bu sayının fazlasıyla abartılı olduğunda hemfikir. Yine Hawai
Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Profesör Rudolph Joseph Rummel’in başını çektiği bir grup, tüm
sömürgecilik sürecinde Amerika kıtasında öldürülen yerlilerin sayısının 2 ila 15milyon arasında olduğunu iddia
eder. Üstelik Rummel, bu ölümlere yol açan politikaların ‘soykırım’ (genocide) olarak değil, hükümet eliyle
gerçekleştirildiği halde, soyun kurutulmasını hedeflemeyen bu türden ölümleri tanımlamak için türettiği
‘democide’ kavramıyla tanımlanması gerektiğini savunur.
272 1988’de, Ronald Reagan’ın Başkanlığı döneminde devlet, bu zorunlu iskândan dolayı Japon asıllı
Amerikalılardan resmen özür diledi.
273 Bu gücün en somut yansıması, savaş sonrası Almanya ve Japonya’da görülecekti. Amerika, bu iki
dünya devini (Almanya’yı müttefikleriyle birlikte olmak üzere) işgal etmiş, Japonya’nın idaresi 1945–52
yılları arasında Amerikalılardan sorulur olmuştu. Amerikalı General Douglas MacArthur, koca Japonya’yı
neredeyse dış politikasından siyasetine, anayasasından imparatorluk makamına, ekonomisinden ordusuna
varıncaya dek yeniden yapılandırmış, benzer bir süreç Almanya’da da yaşanmıştı. Amerika savaşın
ardından her iki ülkede de halen aktif olarak kullandığı askeri üsler açtı. Tüm bunların ışığında bugünkü
Almanya ve Japonya’nın bir Amerikan tasarımı olduğunu söylemek aşırılık olmayacaktır.
274 Marshall Planı ile ABD, Avrupa’yı kelimenin tam anlamıyla ayağa kaldırdı. ABD’nin hem kıtayı Nazi
zulmünden kurtarmış hem de ekonomisini ayağa kaldırmış olması, Avrupa’daki Amerikan sempatisinin
temellerini atacaktı. Gerçi Amerikalılar bunu, ideolojik sebeplerle olduğu kadar, kendi ceplerini düşünerek de
yapmışlardı. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkıma uğramadan çıkan tek büyük güç olan Amerika, korkunç
bir üretim kapasitesine sahipti. Ürettiklerini satabilmek için de cebi dolu ‘müşterilere’ ihtiyacı vardı. Amerika
üç yıl süren bu yardım sürecinde İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye,
Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç’e milyarlarca dolarlık
yardım yaptı. Bu destek sonucunda Avrupa’daki sanayi üretimi savaş öncesine oranla yüzde 25, tarımsal
üretim ise yüzde 14’lük bir artış göstermiş, Amerika’nın istediği olmuştu. Bu yardımlardan Türkiye’nin
payına 137, Yunanistan’ın payınaysa 366 milyon dolar düşmüş; aslan payını 3 milyar 297 milyon dolarla
İngiltere alırken, Avrupa’ya verilen paranın toplamı 13 milyar doları bulmuştu.
275 Ruslarla girişilen ideolojik savaşın bir ayağını oluşturan uzay araştırmaları, Ay’a ayak basılmasıyla tavan
yaptı. Amerika, sadece, insanoğlunu Ay’a taşıyan Apollo Projesi için 100 milyar dolara yakın para harcadı.
İnsanoğlunun bilim yolculuğunda bir devrim olan proje, Amerika’nın dünyanın geri kalanıyla arasındaki
teknoloji mesafesini fersah fersah açtı. Amerikalıların onlarca uzay programından biri olan Apollo
Projesi’nde 30 bin bilim adamı ve teknisyen çalışmıştı. Mikrodalga fırından dijital kameraya, gelişmiş
bilgisayarlardan cep telefonuna varıncaya dek bugün kullandığımız onlarca alet, uzay çalışmalarına
harcanan zihinsel emek sonucunda ortaya çıktı.
276 Benzer bir coşkuyu Amerika, 1993’te Bill Clinton’ın, 2008’deyse Barack Obama’nın seçilmesinde
yaşayacaktı. Her üç aday da Demokrat Partiliydi.
277 Amerika bunu hep yapacaktı. Bir yandan demokrasi savunuculuğuna soyunurken diğer yandan da -sırf
Komünist Rusya’ya karşı barikat oluşturduğu için- aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede baskıcı
rejimleri desteklemiş, demokrasi düşmanı partileri iktidara getirmiş ya da gizli servisi CIA aracılığıyla,
demokratik yollardan seçilmesine rağmen çıkarlarına uymayan birçok hükümetin devrilmesinde başrol
oynamıştı. Amerika’nın bugüne kadar hükümetlerinin ve rejimlerinin şekillenmesinde etkili olduğu ülkeleri şu
şekilde sıralayabiliriz: Afganistan, Brezilya, Burma, Ekvador Ginesi, Filistin, Gana, Gürcistan, Irak, İran,
İtalya, Kongo, Kuzey Irak, Küba, Lübnan, Nikaragua, Sırbistan, Somali, Şili, Türkiye, Ukrayna,
Venezüella, Yunanistan ve Zimbabwe.
278 Teorinin isim babası, Amerikan Başkanlarından Dwight D. Eisenhower’dı. 1954’teki bir basın toplantısı
esnasında Fransız Hindçini’ndeki komünist hareketlere atfen bu benzetmeyi yapmış; kavram, Soğuk
Savaş boyunca Amerikan dış politikasının dünyaya bakışını şekillendirmişti.
279 George Washington 1789’da, Andrew Jackson 1828’de, William Henry Harrison 1840’ta, Zachary
Taylor 1848’de, Ulysses S. Grant 1868’de, Theodore Roosevelt 1898’de ve Dwight David Eisenhower
1952’de Başkan seçildi.