Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 436

iyi ki kitaplar var...

TARİHİ DEĞİŞTİREN İMAPARATORLUKLAR

ALİ ÇİMEN
TİMAŞ YAYINLARI | 2061
Popüler Tarih Dizisi | 21
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Emine Eroğlu
EDİTÖR
Neval Akbıyık
KAPAK TASARIMI
Ravza Kızıltuğ
1. BASKI
Haziran 2009, İstanbul
ISBN
978-975-263-987-4
E-ISBN
978-605-08-0003-6
TİMAŞ YAYINLARI
Cağaloğlu Alemdar Mah. Alayköşkü Cad. No: 5 Fatih / İstanbul
Telefon: (0212) 511 24 24 Faks: (0212) 512 40 00
timas.com.tr
timas@timas.com.tr
facebook.com/timasyayingrubu
twitter.com/timasyayingrubu
Kültür Bakanlığı Yayıncılık
Sertifika No: 12364
YAYIN HAKLARI
© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak Timaş Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi’ne aittir. İzinsiz yayınlanamaz. Kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Makedon İmparatorluğu
Pers İmparatorluğu
Roma İmparatorluğu
Çin İmparatorluğu
Bizans İmparatorluğu
Avrupa Hun İmparatorluğu
Emevi İmparatorluğu
Kutsal Roma İmparatorluğu
Moğol İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu
Portekiz ve İspanya Sömürge İmparatorlukları
İngiliz İmparatorluğu
Hollanda Sömürge İmparatorluğu
Sovyet İmparatorluğu
Nazi Alman İmparatorluğu
Amerika Birleşik Devletleri “Amerikan İmparatorluğu”
KAYNAKÇA
ALİ ÇİMEN
1971 yılında İstanbul/Üsküdar’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenimini bir süre
Karadeniz Teknik Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü’nde devam ettirdi. Ardından 1991’de İstanbul Üniversitesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki eğitimiyle eşzamanlı olarak ZAMAN gazetesinde gazetecilik serüvenine başladı. Uzun yıllar
gazetenin İstanbul’daki merkezinde Dış Haberler, Haber Merkezi ve Magazin servislerinde çevirmen, muhabir, redaktör ve editör
olarak görev yaptı. Aynı gazetenin Frankfurt, Amsterdam ve Londra merkezlerinde de uzun süre çalışan yazar, gazetecilik
kariyerini halen Fransa’da, uluslararası haber kanalı EURONEWS’in Haber Merkezi’nde sürdürüyor. Uluslararası basın kartı sahibi olan
Ali Çimen, İngilizce, Almanca ve Hollandaca bilmektedir.
www.alicimen.org
alicimen@gmail.com
www.facebook.com/alicimen
www.twitter.com/alicimen
Yayınlanmış Eserleri
Echelon
İpler Kimin Elinde (Hakan Yılmaz ile birlikte)
İnsanoğlunun Uzay Macerası
Tarihi Değiştiren Konuşmalar
Tarihi Değiştiren Savaşlar (Göknur Göğebakan ile birlikte)
Tarihi Değiştiren Kadınlar
Tarihi Değiştiren Askerler
Tarihi Değiştiren Bilginler
Tarihi Değiştiren Olaylar
Tarihi Değiştiren İmparatorluklar
Tarihi Değiştiren Diktatörler
İmparatorluk bakiyesi kafası karışık bir ülkenin unutulmuş bir coğrafyasında yitip giden değerli
babam Cemal Çimen’in aziz hatırasına...
Önsöz
Kıymetli tarih yolcusu,
Bir yıl aradan sonra yine birlikteyiz. 2005 yılında çıktığımız tarih seferinin bir
önceki durağı, hatırlayacağınız üzere, 2008 Mayıs’ında sizlerle buluşan Tarihi
Değiştiren Kadınlar’dı. Bu kez masaya imparatorlukları yatırdık. Yaptıkları ve
yapamadıkları ile gerçek anlamda içinde yaşadığımız dünyanın siyasi
coğrafyasını şekillendiren imparatorlukları…
Neden imparatorluklar?
Öncelikle, imparatorlukları da içermesi, adeta bu serinin kaderi olmuştu.
Bugüne kadar askerleri, bu askerlerin yaptıkları savaşları, bu savaşların
öncesinde ya da sonrasında dünyanın önde gelen liderlerinin ağızlarından
çıkan devrim niteliğindeki konuşmaları ve tarihin mihenk taşı olmuş olayları
gündeme getirip de tüm bunların odağındaki ‘iktidar arzusunun’ taşlaşmış hali
olan imparatorlukları yazmamak olmazdı. Nihayetinde imparatorluklar için
‘savaşıldı’, konuşuldu’. ‘Kadınlar’ imparatorlukların iplerini ele geçirmek için ter
döktü. Tarihi değiştiren ‘olaylar’ın bir şekilde öznesi ya da nesnesi oldu
imparatorluklar.
Kitabın doğumuna neden olan diğer bir etmense ülkemizde oldukça popüler
olduğunu gözlemlediğim, tarihi tek bir aktörün gözünden anlatma eğilimi
oldu. Mirasını devraldığımız Osmanlı, yerinde ve olması gerektiği gibi, gayet
kaliteli çalışmalarla geniş kitlelere anlatıldı, anlatılıyor. Yine de resmin
tamamını göremediğimizi düşünüyor, sürekli olarak Osmanlı’nın
büyüklüğünden ve farkından bahsedilmesine rağmen, bu sıfatların, kime
kıyasla, hangi düzlemde ve neden kullanıldığına dair yeteri kadar detaylı bir
sunuma rastlamıyorum. Doğru, Osmanlı büyüktü. Ama hangi imparatorluğa
göre büyüktü ya da hangi imparatorluktan farklıydı? Kısacası, Osmanlı’yı, tek
kahramanın kendisi olduğu senaryosuz bir filmin içerisinden çıkarıp, iyisi ve
kötüsüyle başka gerçek kahramanların da olduğu sağlam senaryolu bir filmde
oynatmaya çalıştım. Kapkaranlık bir odada sizin ne kadar güzel olduğunuzun
bir önemi yoktur, sonuçta biri gelip ışığı yakmadıkça… Öte yandan önemli bir
varlık sebebi daha var bu kitabın; Türkiye adıyla vatan bildiğimiz ve ‘tek-
tipliğin’ adeta kutsandığı bu toprakların, aslında ne kadar inanılmaz
zenginlikte bir tarihe sahip olduğunu göstermek. Malum, yıllardır, bu satırların
yazarının da ter döktüğü medya piyasasında, bıkıp usanmadan, ‘Türkiye’nin
Avrupa ile Asya arasında bir köprü’ olduğu teması işlendi, işleniyor. Oysa
Türkiye köprü değil, merkezdir. Üzerinden basılıp bir yere geçilmez, olsa olsa
köprülerden geçilerek Türkiye’ye gelinir. Evet, Türkiye, pek gündeme
getirilmese de bugüne dek, sadece bilinenler dikkate alındığında, on üç1
büyük imparatorluğun ya merkezinde olmuş ya da bir parçasını oluşturmuştur!
Bu ülkenin bu kadar dinamik, canlı, kozmopolit ve bazen bizleri bunaltsa da
kendine has büyüleyici bir kaotizme sahip olmasının sebebi de budur diye
düşünüyorum. Uzun lafın kısası, işlediği konu itibarıyla ülkemiz açısından bir
ilk olan bu kitap, Türkiye’nin seyir defteri olduğu kadar, ülkenin uzunca bir
süredir mahkûm edilmeye çalışıldığı tek-tipliğe dönük bir isyandır da.
İmparatorlukları nasıl seçtik?
Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, popülerlik, ya da daha açık bir dille
söylersek, günümüz bilgi trafiğinde referans olarak kullanılma sıklıkları, içerik
belirlemedeki ilk kıstasımız oldu. Bunu, tarihi değiştirebilme güçleri izledi ki bu
ikisi çoğu zaman örtüştüğü için, işimiz zor olmadı. Peki, hangi imparatorlukları
neden seçtik, biraz da buna değinelim.
İçinde imparatorluk bahsi geçen her yazı ya da sohbetin olmazsa olmaz
referans noktası Roma, doğal olarak kitapta başrol oynadı. ‘Üzerinde güneş
batmayan’ klişesi ile hafızalarımıza kazınmış olan ve bu sıfatı gerçek anlamda
hak eden tek örnek olan İngiliz İmparatorluğu da olmazsa olmazlardandı.
Diğer yandan, gece ile gündüz misali, dünyanın patronu olmak için
gezegenimizin dört bir yanında İngilizleri kovalayan Fransız İmparatorluğu’nu
da sayfalarımıza konuk ettik; Napolyon’u takip edip, imparatorluğunun
hikâyesini İngilizlerinkiyle eşzamanlı işleyerek. İran’ın zengin medeniyetinin
başlangıç noktası olan Pers İmparatorluğu’nu masaya yatırarak, bu ‘uzaktaki’
komşumuzu bir nebze olsun yakınlaştırmak istedik. İçinde yaşadığımız asrın
süper güç namzedi Çin’in, sadece ‘ucuz teknoloji’den ibaret olmadığını
göstermenin ve 2 bin yıllık nefes kesen ve hareketli tarihine uzanmanın ilginç
olacağını düşündük. Onlarca film ve kahramanlık destanına ilham kaynağı
olmuş Büyük İskender’in ihtirasının sınırlarının nereye uzanabileceğini
gösteren Makedon İmparatorluğu’nu sayfalarımıza taşıyarak, sizi de bu
tutkunun destanına ortak etmek istedik. Roma’nın kaldığı yerden bayrağı
alarak bin yıl daha taşıyan ve ülkemizin merkezinde olduğu coğrafyada da
derin izler bırakan Bizans’ın, fantastik çizgi roman kahramanı Kara Murat’ın
maceralarına dekor ya da sadece Fatih Sultan Mehmet tarafından
fethedilmekle önem kazanan bir kimlik olmanın ötesinde anlamlar taşıdığını
hatırlatmak istedik. Ayakları sağlam yere basmayan ama ‘kutsal’ ve ‘Roma’
gibi iki fiyakalı etiketi asırlar boyu taşıyan melez bir siyasi figür olarak
Avrupa’da söz sahibi olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kafa karıştıran
hikâyesini irdeledik. İslam’ın filizlendirdiği devletlerin en önemlilerinden olan
Emevi İmparatorluğu’nun fırtınalı tarihine uzanıp, sicil defterine bir göz attık.
Dünyayı titreten ve benzerlerinin aksine inanılmaz bir hızla büyüyerek, adeta
bir tank gibi Avrupa topraklarını çiğneyip geçen Hun ve Moğol
imparatorluklarının yarattığı dehşeti yansıtmanın yanı sıra, basıp geçtikleri
diyarlarda bıraktıkları derin izlerin üzerindeki toz tabakasını kaldırmaya
çalıştık. Bugün içinde yaşadığımız yüzyılın siyasi ve kültürel coğrafyasının
belirlenmesinde önemli bir rol oynayan; ihtiraslı kâşifler ve maceraperest
denizcilerin ellerinde şekillenen İspanyol ve Portekiz sömürge
imparatorluklarının dünyayı nasıl akıl almaz bir şekilde paylaşıp yağmaladığını
resmettik. Topraklarının küçüklüğüne rağmen denizlerdeki rakip tanımaz
gücüyle Hollanda İmparatorluğu’nun bu ikiliye nasıl kök söktürdüğünü,
sömürüden nasıl pay kaptığının izlerini sürdük. Yaşadığımız yüzyılın
imparatorluklarını da ihmal etmedik doğal olarak. Üstün ırka ulaşma
saplantısıyla, insanın kanını donduran eylemlere imza atan ve Hitler ismini
lanetliler listesine yazdıran Nazi İmparatorluğu’na ışık tutup, koskoca bir
milletin iradesinin tarihin gördüğü en büyük propaganda operasyonuyla nasıl
olup da esir alındığını araştırdık. Yine, ‘sınıfsız bir toplum’ sloganıyla yola çıkıp
vatandaşlarına ‘eşit bir şekilde’ zulmeden ve yaşı otuz küsurlarda olanlarınızın
son nefeslerine verişine tanık olduğu Komünist Sovyet İmparatorluğu’nun
tempolu ve bir o kadar da ürküten seyir defterini sunduk. Sovyetlerle girdiği
yarım asırlık hâkimiyet savaşından, günümüzün yaşayan son imparatorluğu
olarak çıkmayı başaran Amerika’nın emperyal gelişimine göz atıp, Amerika’yı
süper güç yapan felsefeyi dillendirmeye çalıştık.
Ve tabii ki bizi en yakından ilgilendireni, tarihe bakışımızın mihenk noktası
o l a n Osmanlı İmparatorluğu’nun hikâyesini anlattık; nasıl yükseldiğinden
ziyade neden çöktüğüyle ilgilenerek, mümkün olduğu kadar hamasetten uzak
v e soğukkanlı bir dille. Zira tarih, ne ‘göğüslerimizi şişirmek’ için
kullanabileceğimiz bir körük, ne de bir başka millete ya da geçmişine duyulan
‘nefretin’ değirmenine su taşıma vesilesidir.
Kolay olmadı…
Zor bir çalışma olduğunu itiraf etmeliyim. İstanbul Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler mezunu olan değerli editörüm Neval Akbıyık’ın bu zorlu süreçteki
hakkını teslim etmem gerek. Yaklaşık bir yıla yayılan çalışmamızda, sabrı,
dikkati ve yerinde yönlendirmeleriyle elinizdeki kitabın şekillenmesinde
önemli bir rol üstlendi. Yine aynı şekilde, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü
mezunu gazeteci meslektaşım İbrahim Varlık, araştırmaları ve
danışmanlığıyla, ciddi bir rol oynadı okuyacağınız satırların oluşmasında. Ve
ayrıca, kitabın muhtelif sayfalarında fikirleri ve tespitleriyle tanışacağınız,
dünyanın değişik üniversitelerinden tarih profesörleri ve benzer konularda
kalem oynatan yazarlara teşekkürü bir borç bilirim.
Serinin belki de en hacimlisi olan bu kitapta, yerimizin dar olması nedeniyle,
başta Selçuklu olmak üzere, Abbasi, Sümer, Asur, Aztek ve Japon
imparatorlukları gibi, onlarcasını elemek durumunda kaldığımızı hatırlatmak
isterim. Şüphesiz ki bu, onların değer ve öneminden bir şey eksiltmez.
Dilerim, ilk buluşmamızda zorunluluklar sebebiyle aramızda olamayan tarihin
bu önemli aktörleriyle serinin devamında bir araya gelebiliriz. Ve son olarak,
kitabı okurken, iç sayfalarda sunduğumuz haritaların yanı sıra, kitabın sonuna
koyduğumuz katlamalı Keşifler Çağı haritasını da ilginç bulacağınızı
düşünüyorum. Zira özellikle deniz gücüyle tarihi şekillendiren sömürge
imparatorluklarının, nerelerden kalkıp dünyanın hangi köşelerine dek
uzanabildiğini görünce içinde yaşadığımız yüzyılın ‘siyasi fotoğrafını’ daha net
çekebileceksiniz…
Bir sonraki durakta buluşabilmek dileğiyle.
Ali Çimen
New York, Haziran 2009

Genç İskender, kısacık süren imparatorluk döneminde, altı milyon kilometrekareye yaklaşan diyarlar
silsilesini fethetti. Neredeyse hiç at üzerinden inmeden, birinden diğerine koşturduğu seferlerle
Tuna’nın aşağısından Yunanistan’a indi, oradan Türkiye’nin batısına geçti, Suriye üzerinden yürüyüp
Lübnan, Ürdün, İsrail ve Mısır’a egemenlik şalını örttü; Irak, İran, Afganistan’ı zapt etti ve atını
Pakistan içlerine kadar sürdü. Girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen Büyük İskender, Azrail ile yaptığı
savaşı da kaybetmese, bilinen tüm dünyaya Helen medeniyetini yaymaya kararlıydı. Ölümü
kendine yakıştıramadığı için kendisinden sonrasını düşünmeyen İskender varis bırakmadı ve akıl
almaz bir hızla büyüttüğü imparatorluğu onunla birlikte mezara girdi…

Batışı da yükselişi kadar hızlı oldu

Makedon İmparatorluğu
(M.Ö. 336-323)

“Deneyen için hiçbir şey imkânsız değildir.”


Büyük İskender

Makedon İmparatorluğu’nun tarihi, bir bakıma Büyük İskender’in de kişisel


tarihidir. Zira imparatorluk, İskender’in ellerinde, onun askeri başarılarıyla
doğdu, onunla birlikte öldü. 13 yıl gibi kısa bir ömrü olan bu imparatorluk,
buna rağmen tarihin şahit olduğu en görkemli ve en hızlı büyüyen siyasi
kimliklerden biri olmayı başardı. İskender, bilinen dünyanın büyük kısmını
fethedip Helen çağını başlattıktan sonra, kısa bir süreliğine de olsa antik
Yakın Doğu’nun en güçlü devletinin lideri olma hazzını tattı…
Makedon Kralı II. Philip M.Ö. 336’da öldüğünde gözleri açık gitmemişti. Zira
yerini alan oğlu İskender, 2 babasını misliyle geçecek, dağınık Makedon
devletçiklerini bir çatı altında toplayarak savaş meydanlarının tozunu
attıracaktı. On altı yaşında general, yirmisinde kral olan bu genç adamın
ihtirası, o zamanki Makedon topraklarından çok ama çok daha büyüktü. On
sekiz yaşındayken komuta ettiği birlikler Thebes3 ordusunun seçme
süvarilerini parça parça ettiğinde, İskender efsanesi de başlamış oluyordu.
Babası ile İskender arasında gizli bir rekabet olduğu söyleniyordu. Öyle ki II.
Philip, ezeli düşmanları Persler üzerine yürümeye hazırlanırken bir suikasta
kurban gidince parmaklar hemen İskender’e ve annesi Olympias’a yönelmişti.
İddialar havada kalacaktı.
Her imparatorun gündem maddesi: Muhalifleri temizle!
İskender’in ilk işi, her imparatorun ajandasının ilk maddesinde yazıldığı
üzere, muhalifleri temizlemek oldu. Babasının yakın adamlarından huysuzluk
edenler ya rüşvetle susturuldu, ya da kılıçla. Ayaklanan Thebes sakinleri,
kanlarında boğuldu. Ülkenin kuzey sınırlarındaki Thrace (Trakya) ve Illyria’da4
taş üzerinde taş bırakılmadı. Bunları gören ve ayaklanmaya hazırlanan
Atinalılar da İskender’e boyun eğmekte gecikmeyecekti. Genç yaşta bu kadar
kan dökmesi, üzerine barbar sıfatının yapıştırılmasına neden olsa da
İskender’in tek bildiği işin kan dökmek olmadığı kısa zamanda anlaşılacaktı.
Aynı zamanda çok da iyi bir askeri taktisyendi.

On altı yaşında general, yirmisinde kral olan İskender’in ihtirası, o zamanki Makedon topraklarından, çok ama çok daha büyüktü.
Dünyada gözü vardı.
Yunanistan’ın güneyine ilerlerken karşılaştığı Thesselia 5 ordusuna doğrudan
saldırmak yerine, ordu mühendislerinin, düşmanın arkasını verdiği dağa çıkan
lojistik yolları açmasını bekledi. Bu yollardan çıkarak düşman hattının gerisine
sızan askerleri, kendisine kolay bir zafer armağan edecekti.

İskender, M.Ö. 334’te Makedonya’nın en seçme askerlerinden oluşan 50 bin kişilik ordusuyla dünyayı fethetmek için yollara
düştü.

İskender kısa zamanda Yunan şehir devletlerini hâkimiyeti altına aldı. Şimdi
babasının yarıda bıraktığı işi tamamlayabilirdi: Perslerin üzerine yürüyecekti!
M.Ö. 334’te Makedonya’nın en seçme okçuları, silahşorları ve süvarilerinden
oluşan 50 bin kişilik ordusuyla yollara düştü. Ha bir de unutmadan, yanında
kişisel tarihçisi, zaferlerinin kaydını tutacak olan Callisthenes6 vardı. Genç
komutan piyadeleri, atlıları ve mühendisleri, istihbarat ve lojistik desteğiyle
birleştirerek modern çağa da örnek teşkil edecek bir ordu kurmuştu. Küçük
Asya’ya (Anadolu) geçiş noktası olan, 480 km uzaktaki Hellespontos’a
(Çanakkale Boğazı) ulaştığında, 11 yıllık seferler dizisine de başlamış
oluyordu. Bilinen dünya, fethedilmek için onu bekliyordu. Tam da hayal ettiği
gibi, batıyla doğuyu birleştirecek ve adını ölümsüz kılacaktı. Bu, Yunan
topraklarının genç hükümdarı son görüşüydü. Adı asla unutulmayacak
İskender, çıktığı bu seferden dönemeyecekti.
İskender Anadolu’da…
Babasının ordusu daha önceden Anadolu topraklarında bir garnizon
kurmuştu. İskender buraya yerleşti. Bir süre sonra Granicus Nehri’ne (Biga
Çayı) yakın bir yerde, Pers İmparatoru III. Darius’un en güvendiği
adamlarından Memnon’un7 komutasındaki Perslerle ilk kez karşı karşıya geldi.
Makedon ordusu sayıca üstündü. Süratle nehri geçerek, sadece 400 asker
kaybıyla bu öncü Pers ordusunu dağıttı. Savaş bittiğinde meydanda 4 bin Pers
askeri cansız yatıyordu. İskender’in en büyük avantajı, normalden iki kat daha
uzun olan ve sarissa olarak isimlendirilen mızrakları kullanan askerlerin
oluşturduğu Falanks (Phalanx) birliğiydi. Bu savaştan itibaren İskender,
Falanks’ı hep ordunun merkezine yerleştirecekti. Falanks birliğindeki askerler,
mızraklarıyla düşmanı parçalara ayırıyor, Makedon süvarileri de bu parçaları
tek tek imha ediyordu.
Granicus’taki zafer İskender’e Asya’nın kapılarını açtı. Süratle güneye inerek
Pers vilayeti Sardis’i (Manisa/Sart) ele geçirdi. Şehir hiç direnmeden
hazinesini İskender’in ayaklarına serdi. Makedonlar zaman kaybetmeden
Halicarnassus’u (Bodrum) ablukaya aldı. Böylelikle denizlerde güçlü olan
Perslerin bu önemli liman şehrini kullanmasının önüne geçilmişti. Bu,
Makedon hükümdarın bundan sonra da kullanacağı bir taktik olacaktı.
Denizlerde zayıf olduğunu bilen İskender, “Düşmana karşı illaki denizden
savaşmak zorunda değiliz” diyecek ve Pers limanlarına karadan saldırarak,
düşman donanmalarının destek üslerini yok edecekti. Denizlerden tekrar içeri
dönen Makedon ordusu, Likya Dağları üzerinden ilerleyerek, önüne çıkan her
kasabayı yerle bir etti. Persleri Granicus’ta bozguna uğrattıkları için neredeyse
ellerini kollarını sallayarak ilerliyorlardı.
Bu arada gerçekleşen ilginç bir olay, İskender’in şöhretinin dalga dalga
yayılmasına neden olacaktı. İskender, kışı geçirmek için geldiği Gordion’da, 8
Gordiyon Düğümü9 olarak bilinen düğümü çözmeyi başarmıştı. Kimilerine
göreyse de bir süre uğraştıktan sonra sıkılarak, kılıcıyla düğümü kesmişti!
Sonuç ne olursa olsun, efsanenin öngördüğü şekilde, düğümü çözecek olanın
Asya’yı fethedeceği söyleniyordu ve çözen (ya da kesen) adamın niyeti de
tam olarak buydu. İletişim uzmanlarının “propanda” kavramını icat etmelerine
daha yüzyıllar vardı, ancak İskender’in onları beklemeye niyeti yoktu. Bu olayı
hem kendi askerlerini hem de fethettiği topraklardaki halkları etkilemek için
tepe tepe kullanacaktı.
Ezeli düşmanlar bir anda karşı karşıya kalıyor
İskender’in fetihler silsilesindeki en belirleyici savaşın gelmesi uzun
sürmeyecekti. Issus’a (Hatay) kadar herhangi bir engelle karşılaşmaksızın irili
ufaklı zaferler kazanan Makedon lider, M.Ö. 333’te, kendi ordusundan üç kat
daha büyük10 olan, Darius komutasındaki ana Pers ordusuyla karşılaştı. İki
ordu Issus civarındaki Pinarus Nehri’nin (Deliçay) iki yakasında karşılıklı savaş
pozisyonu aldı. Makedonlar zafere susamış şekilde, vakit kaybetmeksizin
saldırdı. Lakin işler yolunda gitmiyordu. Falanks, kalabalık Pers savunmasını
yaramamış, süvarilerin geleneksel sağ ve sol kanat saldırıları da başarısız
olmuştu. Makedon ordusunda dağılma belirtileri baş göstermişti ki İskender,
doğrudan Darius’u hedef alan saldırısıyla savaş meydanını elektriklendirdi.
İskender’in bu cengâverce hamlesi, askerlerini şaha kaldırmıştı. Pers
İmparatoru’nu koruyan ön saf, bu tazyikli Makedon saldırısı karşısında
dayanamayınca, İskender ile Darius bir anda karşı karşıya kaldı.11 Durumun
pek de parlak olmadığını gören Pers Kralı çareyi kaçmakta buldu. İskender
önceki savaşlarda kendisine direnmeyi seçen köy sakinlerini ve askerleri
kılıçtan geçirmişken, bu kez taktik değiştirerek müttefik kazanma yoluna gitti.
Darius’un yakınlarına hürmet gösterildi, Pers askerlerine ve onlar için savaşan
lejyonerlere de taraf değiştirme seçeneği sunuldu.12 İskender, bu zaferi
kutlamak için bugün Türkiye sınırları içinde kalan Alexandreia (İskenderun)
şehrini kurduracaktı.
Cepheden kaçan Darius, kolu kanadı epeyce kırılmış olsa da İskender’e karşı
yeni bir ordu toplamaya çalışıyordu. Bununla birlikte uzlaşma kapısını da açık
bırakmıştı. İskender ise -Yunanlı tarihçi Arrian’a göre- kendisine barış mesajı
gönderen düşmanına kısa bir cevap vermekle yetinmişti:
“Bir dahaki sefere mesaj yazdığında, bana ‘Asya’nın hâkimi’ diye hitap et.
Eşitinmişim gibi muamele etme.”
Makedon Ordusu rüzgârla yarışıyor!

İskender’in lügatinde barış kelimesi yoktu. Hiç duraksamadan Tyrus’u 13


kuşattı. Yedi ay süren kuşatmanın sonunda şehri yerle bir etti. Bir sonraki
hedefi Akdeniz kıyısında yer alan, bereketli topraklarıyla ünlü Gazze’ydi. Gazze
Valisi bir at arabasına bağlandı ve ölene kadar şehir surları etrafında
sürüklendi.
Makedon İmparatorluğu’nun sınırlarının genişleme hızı neredeyse rüzgârla
yarışıyordu! İki yıl içinde Pers İmparatorluğu’nun önemli bir kısmı
fethedilmişti.
İskender’in şöhreti, Pers İmparatorluğu’nun en bereketli ve zengin vilayeti
Mısır’a kendisinden önce ulaşmıştı. Şehir ahalisi neredeyse onu bir kurtarıcı
gibi karşıladı. Hatta hızlarını alamayan rahipler, muhtemelen biraz da can
korkusuyla, “Zeus ve Ammon 14 aynı tanrı. Sen de Ammon’un oğlusun,
tanrının oğlusun!” diyerek İskender’e biat ettiler. İskender, uzun zamandır
duymak istediğini duymuştu. O tarihten itibaren imparatorluğu kadar büyük
bir egonun15 da sahibi olacaktı. Daha önce de ele geçirdiği şehirlere kendi
adını vermiş olan Büyük İskender, ismini taşıyan şehirlerin en büyüğünü, M.Ö.
332’nin sonlarına doğru Nil Nehri’nin ağzında kurdurdu. Adını sonsuza dek
yaşatmasını dilediği İskenderiye şehri, o andan itibaren Akdeniz dünyasının
ticaret, bilim ve edebiyat merkezlerinden biri olacaktı.
Yunanistan’da, geride bıraktığı generale karşı Spartalıların 16 ayaklandığı
haberini almasına rağmen bunu önemsemedi İskender. Bir an evvel Persleri
tarih sahnesinden silmek ve Asya’nın tek sahibi olmak için yanıp tutuşuyordu.
Doğuya doğru ilerlemeye devam etti. Bir kez daha Darius’la karşı karşıya
gelmeden önce, Dicle ve Fırat nehirlerini de geçerek civardaki bölgeleri
toprakları arasına ekledi.
‘İskender… Darius… Bir kez daha

İki dişli rakip, M.Ö. 331 yılının 1 Ekim’inde, bugünkü Musul’un doğusunda17
bir yerde, yine ordularının başında birbirlerini süzüyorlardı. Pers ordusu bir
öncekinde olduğu gibi yine sayıca üstündü. Üstelik bu kez Darius, çarpışmak
için, askerlerinin daha rahat manevra yapabilmelerine imkân tanıyacak geniş
bir düzlüğü seçmiş; Hindistan’dan getirdiği savaş filleri ve kenarları tırpanlarla
desteklenmiş savaş arabalarıyla ordusunu takviye etmişti. Her şey lehineydi.
Tek bir şeyi hesaba katmamıştı: Ay tutulmasını! Savaş sabahının gecesinde
gerçekleşen bu doğa olayı Pers ordusunda moral çöküntüsüne sebep oldu.
Zira ay tutulmasının şeytanları yeryüzüne saldığına inanırdı Persler. Nitekim
falcıların, tutulmayı, Darius’un yenileceği şeklinde yorumladıkları söylentisi
askerler arasında yayılmıştı bile. Bu moral üstünlükle savaşa giren İskender,
şiddetli ve hızlı bir hamleyle Pers ordusunu bir kez daha hallaç pamuğu gibi
attı. Tarihe Gaugamela Savaşı olarak geçen ve İskender’e Asya’nın kapılarını
açan bu çarpışmada kimi iddialara göre 300 bin Pers askeri öldürülmüştü!
Lakin cepheden kaçan Pers İmparatoru bir kez daha İskender’in gazabından
kurtulmuştu. Darius bir daha asla İskender için tehdit olmayacaktı.18
Makedon savaşçılar, Babylon (Babil) ve Susa’yı19 da fethederek seferin en
önemli ödülüne; Perslerin başkenti Persepolis’e 20 doğru yürümeye başladı.
Şehri kuşatan dağlardaki geçitleri kontrol altına alan Makedon ordusu,
başkente fırtına gibi girdi. Persepolis, o dönemler sadece dünyanın sayılı
zengin şehirlerinden biri değil, aynı zamanda, 150 yıl önce Yunan diyarını zapt
edip Atina’yı yerle bir edenlerin de başkentiydi.21 İntikam zamanı gelmişti.
İskender’in askerleri yağma ve tecavüzden yorgun düşmüş; imparatorluk
sarayı ateşe verilmiş, şehrin erkekleri öldürülürken kadınları da köle edilmişti.
Hazinedeki altınlar eşek ve deve kervanlarıyla ve 6 bin askerin eşliğinde ana
yurda taşındı.22 İşgalden 300 yıl sonra, Yunanlı tarihçi Diodorus Siculus,
yağma sonrasındaki manzarayı şöyle naklediyordu:
İskender’e Asya’nın kapılarını açan Gaugamela Savaşı’nda Makedon Ordusu, kimi kaynaklara göre 300 bin Pers askerini
öldürmüştü.

“Persepolis nasıl ki zenginlikte dünyanın tüm şehirlerini geride bırakmışsa,


şimdi de sefalette bırakıyordu.”
İskender, henüz 26 yaşındaydı ve artık tüm Pers İmparatorluğu ayaklarının
altındaydı. Babasının hayalini gerçekleştirmişti. Peki duracak mıydı? Tabii ki
hayır!

İskender’in ele geçirdiği Persepolis, dönemin en zengin şehriydi. Dünyanın 8. harikası olarak kabul ediliyordu. Makedonlar şehrin
tüm hazinelerini yağmaladı.

Hindistan yollarında bir Makedon…


İskender, imparatorluğunun sınırlarını genişletirken, kılıcı kadar diplomasi
becerisini de kullandı. Bugün Afganistan ve İran olarak bilinen topraklardaki
hâkimiyetini pekiştirmek için, mahalli prenseslerden Roshanak’la (Roxana)
evlendi. Daha da doğuya ve Hint Altkıtası’na doğru ilerlemek istediğinde
kendisine karşı çıkan Gandhara vilayetindeki kabileleri boyunduruğu altına
aldı ve fetihleri için Yunanistan’dan gelen lojistik destek yollarının güvenliğini
sağladı. Durmadı. Ora, Massaga ve Bazira kalelerini de zapt edip, direnenleri
kılıçtan geçirdikten sonra soluğu İndus Vadisi’nde aldı. Cilum (Hydaspes)
Nehri yakınlarında, Pauravaa isimli Pencap Krallığı’nın hükümdarı Porus’un
askerleriyle karşılaştı. İki ordu arasındaki destansı savaşı da İskender kazandı,
ama bu zafer ona 4 bin askere mal oldu. Porus’un 2 bine yakın savaş fili,
Makedon atlılarını ürküttü ve askerlerin çoğu filler tarafından çiğnendi.
Genç yaşında neredeyse o dönem için bilinen dünyanın yarısını ele geçirme başarısını gösteren İskender, Ortadoğu’nun
çöllerinden Hindistan’ın gün ışığı görmeyen ormanlarına varıncaya dek onlarca yerde savaşmıştı.

İskender üç yıl içerisinde bugünkü İran, Irak, Afganistan, Orta Asya ve


Hindistan’ın kuzeyini fethetti. Askerleriyle birlikte Orta Asya dağlarının
eteklerinde üşüdü. Soğuktan titrerken bile aklı Orta Asya dağlarının
ötesindeydi. Girdiği onlarca savaşın hiçbirinde mağlubiyet yüzü görmedi. Adını
taşıyan otuza yakın şehir kurdu. Öyle ki Mısır’ın İskenderiye’siyle günümüzün
Tacikistan sınırları içinde kalan Fergana Vadisi’ndeki İskenderiye arasında 4
bin 800 km mesafe vardı!
İskender, seferlerine devam etmek istiyordu; ancak ordusu, sekiz yıl süren
savaşlardan dolayı tükenmişti. Makedon İmparatoru adamlarına kulak verdi.
Eve doğru dönüşe geçen büyük fatih, fethettiği toprakların yönetimini kendi
subaylarına ve güvenini kazanmış bazı eski düşmanlarına bıraktı. Dönüş
yolunda Babil’de konaklayan İskender’in niyeti, bazı tarihçelere göre,
Arabistan yarımadasını ele geçirmekti. Keşif yapmaları için bir filoyu Basra
Körfezi’ne göndermiş olması bu iddiaların sağlamlığını güçlendiriyordu, ama
böyle bir hayali varsa bile bunu gerçekleştirmeye fırsat bulamadı. M.Ö. 7.
yüzyılda yaşamış Babil Kralı Nabukadnezzar’ın sarayında, 33 yaşında,
muhtemelen Hind seferi sırasında yakalandığı sıtmadan dolayı öldü.
O dönem için bilinen dünya topraklarının neredeyse yarısını ele geçirmiş
olan bu genç imparator, ulaştığı akıl almaz başarılarından dolayı olsa gerek,
ölümü hiçbir zaman aklına getirmemişti. Doğal olarak bir halef seçmeyi de. Bu
dünyadaki son dakikalarını yaşarken kendisine varis olarak kimi bıraktığı
sorulduğunda, sadece ‘en güçlü olanı’ diyecekti. Ve ‘en güçlü’ olduğunu iddia
eden bir sürü aday vardı. Aile bireyleri ve yakın adamları, sıkı bir iktidar
mücadelesine girişti. M.Ö. 301’e gelindiğinde İskender’in imparatorluğu, her
birinin başında eski bir generalinin bulunduğu üç parçaya bölünmüştü:
Mısır’daki Ptoleme Krallığı, Makedon Krallığı ve Suriye Helen Krallığı.
Granicus’taki zaferden tam 33 yıl sonra, İskender’in imparatorluğu yok
olmanın eşiğine gelmişti. Zaten çok geçmeden bu krallıklar da Makedon
İmparatorluğu’nun yerini alacak olan Roma İmparatorluğu tarafından birer
birer ele geçirilecekti.
İskender, tam da sıklıkla dile getirdiği gibi, cesaretle yaşamış, ölümsüz bir
isim bırakarak bu dünyadan ayrılmıştı…
Makedon İmparatorluğu neden yıkıldı?
Askeri tarihçi John D. Grainger’e göre İskender’in neredeyse gururlu bir
saplantıya dönüştürdüğü dünyayı fethetme hayali, imparatorluğunun
merkezini ihmal etmesine neden olmuştu. Bu ihmalden bizzat kendi sağlığı da
nasibini almış; savaşlardan, sürekli yaralanmaktan ve sık sık at sırtında iklim
değiştirmekten yorgun düşen bünyesi bu yaşam tarzına ancak otuz üç yıl
dayanabilmişti. Bunun yanı sıra kendisinden sonra bir varis bırakmaması ya
da yetişmiş bir naip atamaması, üstelik bu pozisyona talip olanları da ortadan
kaldırması, “İmparatorluk da benimle birlikte ölsün” demekten başka bir şey
değildi. Tüm yetkiyi elinde toplayıp iş bölümüne yanaşmaması,
imparatorluğun yönetim kademelerinin güdük kalmasına neden olmuştu.
Makedonya, İskender’in belkemiğiydi. Ama ordunun sürekli dışarıda savaş
halinde olması, imparatorluk merkezini öylesine zayıflatmıştı ki İskender’in
ölmesiyle birlikte merkez de sarsılmaya başlamış ve kalan enerjisini
Yunanistan’daki karmaşayı kontrol altına almaya ayırmıştı. Nihayetinde
İskender’in ölümünden sonra iç savaşlarla geçen elli yılın ardından
imparatorluk, resmen ‘tarih’ oldu. Belki de bu anlamda ‘batışı da yükselişi
kadar hızlı olan’ imparatorluk unvanını kendisinden 2 bin 270 yıl sonra
sahneye çıkacak olan Nazi İmparatorluğu ile paylaşacaktı.
Büyük İskender’in imparatorluğunun sınırlarını ve seferlerinde takip ettiği rotayı gösteren harita.

İskender’in hayatı ve fetihleri ne kadar olağanüstüyse, yine Grainger’e göre,


bunca zahmetin ardından kurulan imparatorluğun böylesine kolay yıkılması da
o kadar büyük bir fiyaskoydu. İskender, toplumun refahının doğrudan liderin
sağlığına bağlı olduğu bir imparatorluğun başındaydı. Kralı başarısız
olduğunda, imparatorluk da kriz geçiriyordu. Bu durum, İskender’den önceki
iki asır boyunca hep böyle olagelmişti. Henüz yirmi beş yaşındayken Yunan’ın
Mısır’ın ve Pers’in imparatoru olmayı başarmış böylesi parlak bir askeri
dehanın, bu kronik sorunu fark edememiş olması, tarihin bir cilvesi olsa
gerekti.
İskender’in mirasından günümüze ne kaldı?
İskender, her şeyden önce Balkanlarda, günümüz Makedonya devleti ile
Yunanistan arasında süregelen ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir aidiyet
tartışması bıraktı. Aslında daha hayattayken Makedonlarla Persler arasındaki
bağları evlilikler yoluyla pekiştirerek ortak bir Helen medeniyeti kurmayı
düşlemişti. Ama ölümünün ardından kendi imparatorluğu, birbiri ile savaşan
küçük devletçiklere bölünmekle kalmadı; bu çatışmalar, politik düzeyde de
olsa, günümüze kadar geldi. Nasıl mı? Henüz İskender’in cesedi soğumadan
Yunanlar Makedon egemenliğine karşı ayaklandı. Makedonlar Lamian
Savaşı’nda yenilerek bir süreliğine Yunanistan’dan kovulsalar da daha
sonradan toparlanarak Yunanistan’ı bir kez daha egemenlikleri altına aldılar
ve bu durum bir yüz elli yıl daha böyle devam etti. Roma’nın Doğu ve Batı
olarak ikiye ayrılmasından sonra Makedonlar, bu kez Bizans olarak bilinen
Doğu Roma’da sahneye çıktı. Makedon Hanedanlığı’nın (İmparator Makedon
Basil) 867’den 1056’ya kadar devam eden iktidarı, Bizans’a ‘Altın Çağ’ını
yaşatacaktı. Doğu Roma 15. yüzyılda yıkılınca, Yunanistan, Makedonya ve
Balkanların güneyi tamamen Osmanlı’nın hâkimiyetine girdi. Yunanistan,
Batılı güçlerin yardımıyla 19. yüzyılda bağımsızlığını kazansa da Makedonya,
1991’e dek yabancı güçlerin hâkimiyetinde kaldı. Zaten bağımsızlığını
kazandığında da antik dönemdeki topraklarının yarısından daha az bir
miktarıyla yetinmek durumunda kalacaktı. Eski topraklarından büyük bir
bölümü, Balkan Savaşları’ndan bu yana, Yunanistan ve Bulgaristan’ın elinde
bulunuyor ve özellikle Yunanistan ve Makedonya başta olmak üzere, bu üçlü
arasındaki politik gerilim hiç bitmiyor. Zira Yunanlar, M.Ö. 2000 yılından bu
yana Makedonların aslında Yunan olduğunu, bugün Slav dil grubuna ait bir dil
konuşan Makedonların (ya da kendilerine öyle diyenlerin!) Makedon
olmadığını, zira Makedonların neredeyse 4 bin yıldır Yunanca konuştuğunu ve
son olarak da bugünkü Makedonya’nın, bu adı kullanmaya hakkının
olmadığını, çünkü Makedonya’nın her zaman ve halen Yunanistan’ın bir
bölgesi olduğunu iddia ediyorlar. Biraz karışık görünüyor değil mi? Peki
Makedonlar ne diyor dersiniz? Tabii ki tam tersini!
İmparatorluğun Seyir Defterinden

İskender doğduğunda, Makedonya, Yunan şehir devletçiklerinden biriydi. Güney Florida


Üniversitesi’nden Prof. Dr. William Murray’a göre, diğer devletçiklerin sakinleri Makedonları geri bir
kültürün temsilcileri olarak görüp aşağılardı. Bu yaklaşım, Makedonları tüm Yunan yarımadasını ele
geçirme yönünde motive etmişti.
Batı Avustralya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Brian Bosworth’a göre, Makedon İmparatorluğu’nun ilk
harcını atan, İskender’in babası II. Philip’ti. II. Philip, zengin altın madenlerinden gelen servetle
dönemin en güçlü ordusunu kurarak topraklarını genişletmeye başlamıştı.
Prof. Dr. Murray, imparatorluğun bu kadar hızlı genişlemesinin sebeplerinden biri olarak İskender’in
tutkularını gösterir. Ona göre Makedon İmparatoru’na en heyecan verici gelen şey, gerçek askerler
ve ülkelerle strateji oyunu oynama ve gözünün görebildiği her yeri fethetme tutkusuydu!
Pers İmparatorluğu’nun Makedonya’nın bir numaralı düşmanı olmasının sebebi, Makedonların intikam
arzusuydu. Perslerin bir eli, sürekli Yunan yarımadasındaydı. Makedon topraklarını uzunca bir süre
işgal etmişler, Makedonlarla Yunanlar arasındaki ihtilafta genellikle Yunanları, bazen de Makedonları
destekleyerek, bu iki halkı birbirine kırdırmışlardı.
İskender, 12 yıl süren seferler dizisinde 20 bin km yol kat etti, hiçbir savaşı kaybetmedi ve
topraklarının genişliği 5.9 milyon km²’ye ulaşan bir imparatorluğa imza attı.
Makedon İmparatorluğu, İskender’in başa geçmesiyle birlikte tam anlamıyla İskender’in kişisel
imparatorluğuna dönüşmüştü. Herhangi bir felsefe, uzun vadeli plan ya da hanedanlık geleneğine
yaslanmıyor; sınırları imparatorunun hırsına göre genişliyordu. İmparatoruyla birlikte o da öldü.

İmparatorluğun Kilometre Taşları


M.Ö. 808–399 Caranu, Antik Makedon Krallığı’nı kurdu ve ilk kralı oldu.
M.Ö. 498–454 I. Alexander kraliyetin sınırlarını genişletti ve Yunan-Pers savaşlarında Perslerin yanında savaştı.
M.Ö. 453–413 I. İskender’in oğlu II. Perdicass Atina ve Sparta arasında 27 yıl sürecek olan Peloponnesian Savaşı’nı başlattı, tüm
Yunan devletçiklerini hâkimiyeti altına altı.
M.Ö. 413–399 Archelaus Makedonya’yı ekonomik bir güce dönüştürdü ve orduyu organize etti.
M.Ö. 359–336 II. Philip komşuları İlliryalıları, Trakyalıları ve Yunanlıları hâkimiyeti altına alarak Makedonya’yı en büyük Avrupa gücü
yaptı. 2 Ağustos 338’deki Chaeronea Savaşı, Yunan tarihini sona erdirip Makedon Çağı’nı başlattı. Yunanlı tarihçi
Theopompus, II. Philip için “Avrupa’nın gördüğü en büyük adam” diye yazdı.
M.Ö. 336–323 II. Philip’in oğlu III. Alexander (Büyük İskender) Makedon ordularını Asya’ya soktu, Pers İmparatorluğu’nu aldı.
Makedonya, zamanının en büyük imparatorluğu oldu.
M.Ö. 323–300 İskender’in ölümüyle imparatorluk iç savaşa sürüklendi ve İskender’in generallerinin başında bulunduğu parçalara
(I.Antigonus/Makedonya ve Yunanistan, I.Ptolemy/Mısır, I. Seleucus/Asya) bölündü.
M.Ö. 300–146 III. Makedon Savaşı’nda Romalılar Makedon ordusunu yendi. Makedonya bir Roma vilayeti oldu.
M.Ö. 65 Roma İmparatorluğu, Makedon İmparatorluğu’nun Asya’daki uzantısı Seleucid Krallığı’nı fethetti.
M.Ö. 30 Roma İmparatorluğu, VII. Cleopatra yönetimindeki Mısır Makedon Hanedanlığı’nı devirdi.

Günümüzden 2 bin 500 yıl önce çok parlak bir medeniyete imza attı. Döneminin en geniş
topraklarına sahipti. Libya’dan Hindukuş Dağları’na, Sardis’ten (Manisa) Persopolis’e uzanan bir
coğrafyada hâkimiyeti altına aldığı envai çeşit millet, ‘liberal’ bir ekonomi ve siyaset izleyen bu
imparatorluğun yönetiminde mesuttu. Egemenliğini yaydığı diyarlardan gelen yüklü kervanlar,
sınırlarının bir ucundan diğerine hem maddi hem de kültürel zenginlik taşıyordu. Bu şatafatlı dönem,
hegemonyasına direnen bir milletin içinden çıkacak bir başka ‘Büyük’ imparator silahını kuşanana
kadar devam etti. İskender tarafından yıkılana kadar dünyanın en büyüğü oydu. O, dünyanın ilk
çok uluslu siyasi figürü; Pers İmparator-luğu’ydu…

Dünyanın çok uluslu ilk siyasi yapılanması

Pers İmparatorluğu
M.Ö. 550 - M.Ö. 330

“Dünyayı izlemek için büyük bir sahnedeyiz. Eğer eylemlerimiz doğru ve hakkaniyetliyse, iktidarımızı ve
mutluluğumuzu pekiştireceklerdir.”
Pers İmparatoru Büyük Cyrus
Pers İmparatoru III. Darius, Makedon İmparatoru Büyük İskender’in ayakları dibinde son nefesini vermek üzere. Darius’un
ölümüyle İskender’e Pers diyarının kapıları açılıyor. Artık Asya, İskender’indir. (İllüstrasyon: http://www.heritage-history.com)

Makedon İmparatoru İskender öfkeliydi. Neredeyse üç yıldır at sırtında


peşinde koşturduğu ve kendi elleriyle öldürmek için ant içtiği en büyük
düşmanı, Pers İmparatoru III. Darius ağır yaralı olarak kollarının arasında
ölümü bekliyordu. Ama bu durumun oluşmasında İskender’in hiçbir payı yoktu.
Belki de öfkesi bunaydı. Nasıl olurdu da İskender’i, dünyanın o ana kadar
gördüğü en büyük savaşçıyı böylesi bir ‘zevk’ten mahrum edebilirlerdi! Darius,
yerine göz diken yakın adamlarından birinin hançeriyle ölümün eşiğine
dikilmişti.
İskender, gırtlak gırtlağa savaştığı rakibinin başını elleri arasına almış,
öfkeyle karışık saygılı bir ruh haliyle yarasına bakıyordu. İki imparator bir an
göz göze geldi. Persli, Makedon rakibinin gözünde zaferin parıltısını; Makedon,
Perslininkinde ölümün karanlığını gördü. Darius ölmüştü. İskender, kendi
pelerinini cesedin üstüne örterek, ölümüyle kendisine Asya’nın kapılarını açan
rakibine son bir jest yaptı. Darius ile birlikte ölen bir şey daha vardı: Tarihin
şahit olduğu en görkemli medeniyetlerden birinin imzacısı; Pers
İmparatorluğu.
M.Ö. 5. yüzyılda yaşayanlar, dönemlerini gösteren bir siyasi dün-ya
haritasına bakabilme şansına sahip olsalardı, muhtemelen en büyük yeri Pers
İmparatorluğu’nun kapladığını göreceklerdi. Evet, merkezini bugünkü İran
topraklarının oluşturduğu bu imparatorluk, o kadar zengin ve büyüktü ki
kendisinden dört asır sonra aynı şekilde tanımlanacak Roma İmparatorluğu
onu görse, kıskançlıktan çatlayabilirdi!
Bugünü bırakıp, bundan tam 2 bin 500 yıl öncesine uzanırsak, Pers
İmparatorluğu’nu kuran, güçlü bir hanedanlıkla, Ahamenişlerle23
(Achaemenid) karşılaşırız…
Ahamenişler imparatorluğun temellerini atıyor
Persler (İranlılar) hakkındaki bilinen ilk kayıtlara Asurlulara ait M.Ö. 844
tarihli kitabelerde rastlıyoruz. Bu kayıtlarda kendilerinden ‘Parsu’ olarak
bahsedilen Persler Urmiye Gölü 24 etrafında Medler25 ile birlikte yaşıyordu.
Devam eden iki yüzyıl boyunca bu iki millet, Asurlulara haraç ödedi. Bir süre
sonra Medler kendilerine ait bir imparatorluk kurunca, Persler de bir süre
onların hâkimiyetinde yaşadı, ta ki M.Ö. 700 civarında önde gelen liderleri
Ahameneş’in (Hakhamaniş) kurduğu Ahameniş Hanedanlığı’na kadar.
Zamanla bir imparatorluğa dönüşecek Ahameneş’in, Pers diyarında kurulan ilk
merkezi devlet olduğunu söyleyebiliriz.

Pers İmparatorluğu M.Ö. 520’li yıllarda en geniş sınırlarına ulaşmıştı. (Harita: http://www.heritage-history.com)

Ahameneş’i imparatorluğa dönüştüren isim hiç şüphe yok ki ‘Büyük Cyrus’


olarak da bilinen II. Cyrus’tu. M.Ö. 558’de dağılma emareleri gösteren
hanedanlığı toplamış, ardından da büyüklüğünü göstermeye (ya da büyük
olma yolunda ilerlemeye diyelim) başlamıştı. İlk etapta, halen haraç
ödedikleri Medlerin karşısına dikildi. Hareket kabiliyeti ve savaş gücü yüksek
bir ordu kuran Pers lideri, M.Ö. 550’de Astiages’in idaresindeki Medleri
yenince, Med asilleri bizzat kendi liderlerini ve doğal olarak da topraklarını II.
Cyrus’a teslim etmekte gecikmedi. Geniş Med topraklarını ve ordusunu
bünyelerine katan Persler, yeni fetihlere yöneldi. Lidyalılara diz çöktürüp,
Yunan yerleşkelerinin olduğu Anadolu’nun Ege kıyılarını, akabinde de
Levant26 boyundaki Yunan kolonilerini ve Ermenistan’ı aldılar. Cyrus, M.Ö.
539’da Babil’i ele geçirmesinin ardından, ilk insan hakları bildirgesi olarak
kabul edilen Cyrus Fermanı’nı27 yayınladı. M.Ö. 529’da Sakalarla28 yapılan bir
savaşta öldürüldüğünde, imparatorluğun sınırlarını Afganistan’daki Hindukuş
Dağları’na kadar uzatmıştı!
Neredeyse on yıl kadar kısa bir süre içinde ülkesini imparatorluğa
dönüştüren Cyrus’un sırrı, askeri kabiliyetinden ziyade, günümüz uluslararası
ilişkiler jargonunda ‘yumuşak güç’29 (soft power) olarak bilinen yaklaşımı
dönemine uyarlayabilmiş olmasında yatıyordu. Ele geçirdiği topraklarda dini
hoşgörüyü tesis ederek kalpleri kazanma yoluna gitmiş, adını taşıyan
fermanda da dile getirildiği gibi, tebaasına köleliği kaldırma, can ve mal
güvenliğini sağlama garantisi vermişti. Bir diğer başarısıysa ele geçirdiği
toprakların yöneticilerini iç işlerinde bağımsız bırakarak, günümüzün en
popüler kamu yönetimi uygulamalarından olan yerinden yönetim ilkesini
hayata geçirme basiretini gösterebilmesiydi. İmparatorluğun sınırları
içerisinde süratli bir iletişim ve ulaşım sağlamak için yaptırdığı ve toplam
uzunluğu 2 bin 400 km’yi bulan Kral Yolları da cabasıydı.
Taht kavgaları Persepolis’i sallıyor
Oğlu II. Cambyses, babasının yakaladığı tempoyu hiç düşürmeden Mısır’ı
Pers hâkimiyetine soktu, ama onun kadar istikrarlı olamadı. Bu arada
koltuğuna ortak olan kardeşi Bardiya’yı öldürmekten de çekinmedi. Birçok
tarihçiye göre, dökülen bu kardeş kanı, o zaman için çok şaşalı görünen
imparatorluğun çöküş sürecine girmesinin de başlangıcıydı. II. Cambyses,
tahtında gözü olanların çıkardığı bir isyan sırasında ya öldürüldü ya da intihar
etti, bilemiyoruz. Bildiğimiz, imparatorluğun en geniş sınırlarına ‘Büyük Darius’
ya da resmi adıyla I. Darius döneminde ulaşmış olduğu.
Büyük Darius imparatorluğun çehresini değiştiriyor
M.Ö. 522-485 yılları arasında iktidarı elinde tutan Büyük Darius’un geride
bıraktığı en görkemli miras, kendisi için yaptırdığı Persepolis şehriydi.
İskender’in adamları tarafından yağmalanana dek dünyanın en görkemli ve
zengin merkezlerinden biri, belki de birincisi olan bu şehirde hayata geçirdiği
finansal reformlarla Darius, imparatorluğun mali çehresini değiştirmişti. Altın,
gümüş ve bakır sikkeleri kullanıma sokması, ticarete ivme kazandırdı. Zekiydi
de Darius. Ele geçirilen topraklardaki vergileri altın ve gümüş olarak
toplayarak o döneme özgü bir ‘altın standardı’ kurmuştu.
Yunan Yarımadası’nın Makedonya ve Trakya topraklarını ele geçiren Pers
imparatoru, halihazırda hâkimiyeti altında olan ve ayaklanan Yunan
kolonilerini bastırmış ve İndus Nehri’ne kadar birçok yeri fethetmişti. Ama asıl
niyeti, topraklarının değişik bölgelerine dağılmış Yunan yerleşkelerini isyana
teşvik eden Atina’ya bir ders vermekti. Diğer bir deyişle, Yunanlıların “kalbini”
sökmeyi kafasına koymuştu. Yunanlılarla Persler arasındaki destansı savaşlar
başlamak üzereydi.

Yunan Yarımadası’nın Makedonya ve Trakya topraklarını ele geçiren Pers İmpara-torluğu’yla Yunan şehir devletleri arasında birçok
savaş gerçekleşti.

Atina’yı almak için 70 bin kişilik ordu kuran I. Darius, bu devasa orduyu,
gemileri yan yana dizerek boğazın iki yakası arasında kurdurduğu geçici köprü
üzerinden Anadolu’dan Avrupa’ya geçirdi! İki ordu Atina’nın 50 km
kuzeydoğusundaki Maraton Ovası’nda karşılıklı savaş pozisyonu aldı. M.Ö.
490’da gerçekleşen ve kayıtlara Maraton Savaşı30 olarak geçen bu
çarpışmada mağlup olan Persler, bir süreliğine Anadolu’ya çekildi. Bu,
Yunanlılar için büyük bir zafer, I. Darius açısındansa dünya hâkimiyetine giden
yolda vermek zorunda kaldığı küçük bir molaydı. Pes etmeye niyeti yoktu.
Fakat İkinci Yunan Seferi için devasa bir ordu kurmaya hazırlandığı sırada
Mısır’da patlak veren bir isyanı bastırmaya giderken öldü. Darius’un hem
tahtını hem de Yunan diyarlarını fetih misyonunu oğlu devralacaktı.
Perslere duydukları öfke Yunanlıları birleştiriyor
Perslerin yeni imparatoru, iktidarının ilk günlerinde irili ufaklı isyanları
bastırmaya çalışırken, on yıl önce babasını Maraton’da mağlup eden
Yunanlılar, demokrasiden diktatörlüğe uzanan farklı rejimlere sahip
devletçikler olarak birleşmeye, yeni bir güç odağı olarak adlarından söz
ettirmeye başlamışlardı. Ortak paydalarıysa, Perslere duydukları nefretti!
Xerxes, kısa zamanda dikkatini kendisine miras bırakılan hedefe yöneltti.
Kimilerine göre, bugünün moda tabiriyle ‘önleyici vuruş’ yaparak, doğmakta
olan yeni bir tehdidi ortadan kaldırmak, kimilerine göreyse de ‘yarım kalan bir
hesabı’ kapatmak istemişti.

Yunanistan’ın Ege kıyısındaki Termofil Geçidi’nde gerçekleşen Termofil Savaşı’nda destansı Spartan savunmasını aşıp Atina üzerine
yürüyen Persler, şehri yağmalamıştı.

İmparatorluğun Sycthia (Kafkasya’nın kuzeyi) ve Bactria (Afganistan’da) gibi


uzak diyarlarından gelen takviyelerle oluşturduğu dev orduyla M.Ö. 480’de
Hellespont’u (Çanakkale Boğazı) geçti. Termofil (Thermopylae) Geçidi’nde
gerçekleşen savaşta31 destansı Sparta savunmasını aşıp Atina üzerine
yürüyen Persler, şehri yağmaladı. Yunanlıların medar-ı iftiharı Akropolis
tapınağı ateşe verildi. Atinalılar bunu hiç unutmayacaktı...
Karada hezimete uğrayan Yunanlılar, denizde kıvraktı. Az sayıda olmasına
rağmen manevra gücü yüksek gemileriyle Pers donanmasını Akdeniz’e
gömdüler. Xerxes, komutayı komutanlarından birine bırakarak Persepolis’e
döndü. Geride kalan Pers ordusu ikinci bir saldırıyla Atina’yı tekrar almayı
başarsa da Yunan şehir devletçikleri birleşerek, M.Ö.479’da gerçekleşen
Plataea ve Mycale savaşlarında Pers ordusunu hem karada hem de denizde
mağlup edecekti.
Sarayına dönen Xerxes’in bir süre sonra muhtemelen oğlu Artaxerxes
tarafından öldürtülmesiyle hanedanlık, neredeyse yüz elli yıl sürecek amansız
bir taht kavgasına yuvarlandı. Zamanın en büyük imparatorluğunun başkenti
Persepolis’te hanedan üyeleri birbiriyle uğraşırken, Pers İmparatorluğu’nun
neredeyse yüzde biri kadar olan Makedonya’da bir çocuk doğmuştu. Henüz
Persler bilmiyordu ama bu çocuk, bir süre sonra onlara dünyayı dar edecekti.
Adı Alexander’dı. Herkes gibi Persler de onu ‘Büyük İskender’ olarak
tanıyacaktı. Hem de en acı şekilde.
Sona giden yol: İskender
M.Ö. 336’da III. Darius’un iktidarı ele geçireceği ana kadar dökülen kanların
haddi hesabı olmadı. İmparatorluğun birçok yerinde isyanlar patlak vermişti.
Bunları bastırmak için bir diyardan diğerine koşan III. Darius, imparatorluğun
akıbetini belirleyecek kötü haberi aldığında Mısır’daydı. Kan ter içinde gelen
ulağın getirdiği mesaj gayet netti:
“Makedonların lideri İskender, Küçük Asya’ya girdi!”
Evet, İskender Granicus Nehri (Biga Çayı) civarında, III. Darius’un en
güvendiği komutanlardan Memnon idaresindeki Pers ordusunu ezip geçmişti.
Ve Persepolis’e kadar da durmaya niyeti yoktu! Zira hocası Aristo’nun ona
söylediği şu sözler kulağında çınlayıp duruyordu:
“Persepolis’in altınları çöldeki kumlar kadar. Hem onları hem de intikamımızı
al!”
Büyük İskender ve III. Darius ilk kez M.Ö. 333’te Hatay yakınlarındaki Deliçay’da karşı karşıya gelmiş, İskender’in doğrudan
üzerine saldırdığını gören Darius, bu mozaiğe de yansıdığı gibi, paniğe kapılmıştı. (Mozaik: Napoli Ulusal Müzesi)

İskender ve III. Darius ilk kez M.Ö. 333’te Issus (Hatay) yakınlarındaki
Pinarus Nehri’nde (Deliçay) karşı karşıya geldi. İskender’in Yunan
yarımadasından toplama ordusunun motivasyonu fazlasıyla yüksekti. 150 yıl
önce Atina’da yapılanların hesabını görme fırsatını yakalamışlardı. Persler
neredeyse üç kat daha kalabalıktı ve savaşın ilk saatlerinde bu üstünlük,
savaş meydanına da yansıdı. Makedonları hallaç pamuğu gibi atıyorlardı ki
İskender, ‘Büyük’ sıfatının kendisine boşuna verilmediğini gösterdi. Doğrudan
Darius’u hedef alan bir saldırı başlattı! Öyle ki bir an göz göze geldiler. 32
Darius arkasına bakmadan kaçtı. İskender kovalamaya devam etti. Pinarus’un
suları kızıla boyanmıştı…
Gaugamela ve bir devin sonu
M.Ö. 331 yılının 1 Ekim’inde, bugün Kuzey Irak olarak bilinen topraklarda,
Musul şehrinin doğusuna düşen bir mevkide, iki imparator bir kez daha savaş
pozisyonu aldı. Bundan sonra dünyayı kimin yöneteceğini belirleyecek savaş
ânı gelip çatmıştı. Pers imparatoru, yanları tırpanlı atlı savaş arabalarının ve
süvarilerinin rahat ve hızlı hareket edebilmesi için bu geniş ve düz araziyi
özellikle seçmişti. Makedon mozaiklerinden anlayabildiğimiz kadarıyla III.
Darius’un ordusunda sarissa benzeri mızraklar kullanan birlikler vardı.
Askerlerinin sayısı, farklı kaynaklara göre, piyadelerde 200 bin ile bir milyon,
süvarilerdeyse 40 bin ile 200 bin arasında değişiyordu. Değişmeyen tek veri,
Perslerin her halükârda İskender’in ordusundan üç kat daha kalabalık
olduğuydu. Evet, belki sayıca üstündüler ama iki yıl önce olanlardan dolayı
psikolojik üstünlük Makedon-lardaydı. Bir kez yenmişlerdi, neden bir kez daha
yenemesinlerdi? Üstelik henüz Atina’nın intikamı da alınmamıştı.
III. Darius’un ordusunun merkezi ve doğu kanadı en savaşçı Pers
süvarilerinden oluştuğu gibi, zırhlı Sakalarla da desteklenmişti. III. Darius,
İskender’in sayıları yedi bini ancak bulan süvarilerini kolay lokma olarak
görüyordu. Lakin kalabalık ordusuna ve kendileri açısından daha tanıdık
topraklarda olmalarına rağmen nedendir bilinmez, Perslerin lideri, savunma
pozisyonunda kalarak hamle üstünlüğünü İskender gibi bir taktik ustasına
bırakmıştı.
İskender her zaman yaptığı gibi, Makedon süvarileriyle sağ cenahta yerini
almıştı. Falanks 33 merkeze yerleşmişti. İskender’in en yetenekli
generallerinden Parmenio ise Yunan ve Teselyalı süvarilerle sol kanadı
tutuyordu. Her iki kanada da Perslerin kuşatmasını önleyecek gözcü birlikler
yerleştirilmişti.

Pers Ordusu’nun en vurucu gücü olarak kabul edilen Ölümsüzler, hem hiç azalmayan sayıları hem de üyelerinin kullandıkları
aksesuarlarla düşmana korku salıyordu.

Bir gece öncesinde gerçekleşen Ay tutulması,34 çoğunluğunu Zerdüştlerin


oluşturduğu Pers ordusunun moralini fazlasıyla bozmuştu. O zamanlar için
gizemi çözülemeyen bu doğa olayını yenileceklerine dair bir işaret olarak
yorumlamışlardı. “Hem zaten Ay tutulmasında kötü ruhlar dünyaya inmez
miydi ki?” Ve İskender gibi bir strateji ustası, düşmandaki bu psikolojik
gediğin fena halde farkındaydı. Askerlerine dönüp, “Kalabalıklar, evet! Ama
onlar krallarından korktukları için savaşıyorlar. Siz ise Makedonya ve şanınız
için savaşacaksınız!” diyerek, çekirdek ekibiyle sağa doğru hamle yaptı.
Darius’un sol kanadını çökertmek istiyordu. Alışılageldiği şekilde merkezdeki
atlı arabası üzerinde savaşı idare eden III. Darius, Make-donların korkulu
rüyası olan atlı savaş arabalarını ve en seçme süvarilerini İskender’in önünü
kesmeleri için sola sürdü. Diğer süvarilerse her iki kanattan İskender’in
saflarına bindirme yaptı. Ama Perslerin komutanı farkında olmadan tuzağa
düşmüştü. Zira bir anda kendi merkezini boşalmıştı! Ortaya çıkan bu
koridordan içeri dalan Falanks ve Makedon süvarileri III. Darius ve askerlerini
şaşkınlığa sürükledi. Kişisel güvenliği tehlikeye düşen Pers İmparatoru,
danışmanlarının da teşvikiyle imparatorluğunu kurtarmak için kaçtı. Niyeti,
yeni bir ordu toplayıp tekrar İskender’in karşısına çıkmaktı.
İskender kaçan rakibini kovalarken Makedon hatlarının merkezinde ve
solunda büyük boşluklar oluştu. Bu fırsatı değerlendiren Pers ve Hind birlikleri,
Makedon kampına sızarak yağmaya yöneldiler. Oysa savaş henüz bitmemişti.
İskender savaş kesinlikle kazanılmadan askerlerinin yağma yapmasını
yasaklamıştı. Anlaşılan, III. Darius böylesi detaylarla ilgilenmeye vakit
bulamamıştı. İskender komutayı Parmenio’ya bırakarak gece yarısına kadar
düşmanını kovaladı. Bu arada III. Darius’un kaçtığı (ya da muhtemelen
öldüğü) haberi askerleri arasında yayılınca, o ana kadar Makedonlara kan
kusturan Pers ordusunun sağ kanadı paniğe kapılarak geri çekilmeye çalıştı,
ama nafileydi. Teselyalı süvariler hepsini kılıçtan geçirmeye başlamıştı bile.
Bu arada takipten eli boş dönen İskender ve adamları da yağmaya soyunan
Perslere hücum etti. Ahamenişlerin ordusundan geriye sadece ceset dağları
kalmıştı. Persler bir kez daha ve nihai olarak yenilmişti. Bu savaş aynı
zamanda, İskender’in ‘Falanks’ birliğiyle III. Darius’un ‘ölümsüzleri’ 35 arasında
gerçekleşmiş; seçkinlik açısından eşit olan bu iki güçten galip çıkan,
motivasyonu yüksek Makedonlar olmuştu.
İskender, Perslere, Yunan Yarımadası’nda yaptıklarının faturasını acı bir
şekilde ödetmiş, Persepolis ile birlikte Pers İmparatorluğu da kül olmuştu…
Perslerden geriye ne miras kaldı?
Ahameniş Hanedanlığı’nın omuzlarında yükselen Pers Devleti, tarihin
gördüğü en büyük ve zengin imparatorluklardan biriydi. Başarılarının
temelinde idare sanatının hakkını vermiş olmaları yatıyordu. I. Darius,
topraklarını sayıları 20-28 arasında değişen ‘satrap’lara (eyalet) bölmüş ve
her birinin başına imparatora bağlı valiler atamıştı. Bunlar kendi içlerinde
bağımsız vilayetler olarak hüküm sürüyorlardı. Perslerin dikkat çeken bir diğer
özelliği de daha o günlerde iletişimin önemini kavramış olmalarıydı.
Asurluların temelini attığı posta sistemini geliştirmiş, ‘Kralın Gözleri ve
Kulakları’ olarak bilinen istihbarat ve denetleme sistemini kurarak aktif olarak
kullanmışlardı.
Ünlü Kral Yolu’nu (Pers Kral Yolu) ve diğer antik ticaret yollarını geliştiren
Persler, imparatorluğun uzak noktalarıyla başkent arasındaki iletişimi
hızlandırmış; asırlar sonra İngiliz tarihçi Robin Lane Fox’un dile getirdiği
“Merkezi yönetim, zaman ve mesafenin kurbanıdır” gerçeğini kavradıklarını
göstermişlerdi. Yunan tarihçilerinin üstadı Heredot’un dediği gibi, o günlerde,
‘dünya üzerinde Pers ulaklarından daha hızlı yol alan bir şey mevcut değil’di. 2
bin 699 km’lik Kral Yolu’nu 36 bir uçtan diğerine dokuz günde kat
edebiliyorlardı!
Perslerin sırrı neydi?
İmparatorluğun yönetim kademesindekiler, Büyük Cyrus geleneğini izleyerek
yerel kültürlerin yaşamasına olanak tanımışlar; tarihte eşine az rastlanır
şekilde, fethedilen toprakların halklarının din ve fikir hürriyetini garanti altına
almışlardı. Bu ‘şefkatli’ idare tarzı, eğer iktidar, hanedan içi taht kavgalarıyla
zayıflamayıp imparatorluğun iplerini elinden kaçırmasaydı, uzunca bir süre
daha imparatorluğu taşıyabilirdi belki de.
Kökleri 3 bin 500 yıl öncesine uzanan ve Perslerin İslam’dan önceki dinleri
olan Zerdüştçülük M.Ö. 600-650 yıllarında imparatorluğun resmi dini olarak
kabul görmüş, Pers kültürünün ayrılmaz unsurlarından biri olmuştu. Ahameniş
imparatorlarının teşvikiyle imparatorluğun her köşesine yayılmış olan bu antik
dönem inancı, insanların yıldızlar ve gezegenlere bakarak kendilerine tanrı
seçtiği bir dönemde, bugünkü Ortadoğu ve onu çevreleyen geniş bir halka
içindeki topraklarda yaşayan halkları birleştiren ilk dindi.
Pers İmparatorluğu yaklaşık iki asır boyunca süper güç olarak kaldı. Birçok
tarihçiye göre Batı ile Doğu arasındaki ilk gerçek ve sürekli etkileşimi başlatan
Persler, farklı din, dil ve kültürlerden halkları barış içerisinde yaşatmayı
başaran ilk imparatorluğa imza atmıştı. Roma İmparatorluğu’nun
yükselişinden önce hukuk devleti nosyonunun ilk temsilcisi olmuş Perslerin
ayrıcalığı ve önemi, farklı dünyaların halklarının tek bir merkezi idare altında
hem kültürel hem de ekonomik olarak zenginleşebileceğini gösterebilmiş
olmalarında yatıyordu. Belki de imparatorluğun felsefesini en güzel şekilde, I.
Darius’un lahitinin üzerine kazılan şu vecize özetliyordu:
“Yüce yaratıcının desteğiyle; adalete inanıyor, haksızlığı lanetliyorum.
Arzum, hiçbir zayıfa güçlüler tarafından haksızlık yapılmamasıdır…”
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Antik dünyanın en geniş topraklarına Pers İmparatorluğu sahipti. 7.5 milyon km²’ye ulaşan bu
topraklar üzerinde bugün, Pakistan, Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan,
Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan (muhtemelen), İran, Kuveyt, Irak (doğudaki yarısı),
Yunanistan (kıyı kesimi), Suriye, Lübnan, Kıbrıs, Türkiye, Mısır ve Libya bulunuyor.
Perslerin eski dini olan Zerdüştçülük’te (Mecusilik) kötülüğü/karanlığı temsil eden Ehrimen’le iyiliği/ışığı
temsil eden Tanrı Ahura Mazda sürekli savaş halindeydi. Cyrus, dünyayı fethederek Ahura
Mazda’nın savaştan galip çıkmasına yardım etmenin dini görevi olduğuna inanmıştı.
Mısır’daki inanç sistemine müdahale ederek, tapınakların ve tanrı figürlerinin yakılmasını emreden
Cambyses haricindeki Pers İmparatorları, genellikle farklı din ve kültürlere hoşgörüyle yaklaşmış,
böylelikle Nil Vadisi, Mezopotamya ve İndus Vadisi gibi üç ayrı medeniyet sahasındaki insanları, ilk
kez tek bir çatı altında toplamayı başarabilmişlerdi.
Pers İmparatorları, ‘Kralın Gözleri ve Kulakları’ adını verdikleri özel bir yapılanmayla hem istihbarat
topluyor, hem de eyaletlerde görev yapan valileri denetliyorlardı.
İskender’in III. Darius’u yenmesiyle Pers İmparatorluğu’nun sona ermiş olduğu mutabakatla kabul
edilse de, birçok tarihçi, bölge Müslümanların egemenliğine girene dek bir biri ardına kurulan
imparatorlukları bir şekilde Pers İmparatorluğu başlığı altında değerlendirmeye devam etmektedir.
Buna göre Pers İmparatorluğu, M.Ö. 559’da Cyrus’la başlamış, İskender’in generallerinden I.
Seleucus Nicator’un başında bulunduğu Selevkos İmparatorluğu (Helenistik Pers, M.Ö. 330 – M.Ö.
250) ve Selevkoslardan bağımsızlıklarını ilan ederek bölgeyi ele geçiren Arşaklıların kurduğu Part
İmparatorluğu’yla (M.Ö. 238 – M.S. 228) devam etmiş ve I. Ardeşir tarafından kurulan ve İkinci
Pers İmparatorluğu olarak da bilinen Sasani İmparatorluğu’yla (226 – 651) sona ermiştir.
Kendisinden önce ve sonra gelen birçoklarının aksine, Pers İmparatorluğu’nda kölelik (en azından
kâğıt üzerinde) yasaktı. Pers-Yunan savaşını konu edinen 300 isimli filmde iddia edilenin aksine,
Babil’deki Yahudileri kölelikten kurtaranın Büyük İskender değil, bilakis Büyük Cyrus olduğuna dair
deliller vardır.
Lyon Üniversitesi’nden Prof. Dr. Remy Boucharlat’a göre Persler, antik çağın hidroloji (su bilimi)
mühendisleriydi. Geliştirdikleri ileri sulama kanal ve teknikleriyle çöl ortasındaki şehirlerini vahaya
çevirmişlerdi.
Bugünkü Süveyş Kanalı’nı (gemilerin sık sık öküzlerle çekilerek, bir kanalcıktan diğerine taşındığı daha
ilkel bir modelini) hayata ilk geçiren I. Darius olmuştu!
‘Persian’ (Pers, Persli) terimi, Batı tarafından uzun bir süre İran halkını, devletini ve antik dönemdeki
imparatorluklarını tanımlamak için kullanılmıştı. Latincedeki karşılığı ‘Persia’, Helenistik

İmparatorluğun Köşe Taşları


M.Ö. 559 Cyrus Pers topraklarındaki kabileleri tek bir bayrak altında topladı.
M.Ö. 550 Cyrus Med Kralı’nı yendi ve Doğu Mezopotamya’nın tek hâkimi oldu; Ahameniş Hanedanlığı’nı kurdu.
M.Ö. 539 Cyrus Babil’i fethetti. Esir halkların sürgün edilmiş liderlerini serbest bıraktırdı.
M.Ö. 530 Cyrus öldü, yerini oğlu Cambyses aldı.
M.Ö. 525 Cambyses Mısır’ı fethetti.
M.Ö. 522 Cambyses’in kuzeni I. Darius iktidara geldi. İmparatorluğu eyaletlere ayırdı, başkent Persepolis’i inşa ettirdi ve
imparatorluğun sınırlarını İndus Nehri’nden Makedonya’ya dek genişletti.
M.Ö. 486 Xerxes babası I. Darius’un yerini aldı. Yunanistan’ın doğusuna başarısız seferler düzenledi. Dört bir yanda çıkan isyanlar
imparatorluğu zayıflattı.
M.Ö. 465-424 Xerxes’in oğlu I. Artaxerxes iktidarda kaldı.
M.Ö. 423-404 II. Darius imparatorluğu yönetti. 404’te Mısır, Yunanlıların da yardımıyla Perslerden bağımsızlığını kazandı ve
330’larda İskender tarafından alınana kadar da öyle kaldı.
M.Ö. 404-359 II. Ataxerxes’in iktidar dönemi. Taht kavgaları ve isyanlar.
M.Ö. 358-338 III. Ataxerxes’in iktidar dönemi. Taht kavgaları ve isyanlar.
M.Ö. 338-336 IV. Ataxerxes’in iktidar dönemi. Taht kavgaları ve isyanlar.
M.Ö. 336-330 III. Darius’un iktidarı ve İskender’in Pers İmpara-torluğu’nu yıkışı.

Bir efsaneyle başladı, dünyanın en görkemli imparatorluğu oldu. Britanya’nın sisli dağlarından
güneşten kavrulan Pers diyarlarına, Akdeniz’in tuzlu sularından Boğaz’ın yedi tepesine varıncaya
dek, yüzlerce yıl hep onun bayrağı dalgalandı. Eşsiz yolları, asırlara ışık tutan hukuk sistemi, göz alıcı
mimarisi, dini ve güzel sanatlarıyla günümüz Avrupa’sına ruh üfledi. Asırlara yayılan saray
entrikaları, bazen halk kahramanı bazen iktidar hırsından deliye dönmüş senatörleri, kâh gücün, kâh
sefahatin doruklarında gezen; cesur, korkak, hayalperest, merhametli, sadist ya da deli
imparatorlarıyla soluk kesen bir tarih yazdı. Bitmeyen askeri darbeleri, ardı arkası kesilmeyen
suikastları ve üç kıtaya yayılan topraklarıyla krallıktan cumhuriyete, oradan da imparatorluğa ulaşan
Roma’nın hikâyesi, aradan geçen onca asra rağmen göz kamaştırmaya devam ediyor.

Kraliyet… Cumhuriyet… ve Monarşi. Bir dünya devi:

Roma İmparatorluğu
M.Ö. 753-M.S. 476

“Tanrı güçlülerin yanındadır.”


Roma İmparatorlarından Tacitus

Roma mitolojisi der ki bu ülke, M.Ö. 753’te Remus ve Romulus isimli ikiz
kardeşler tarafından kurulmuştur. Benzer efsanelerde olduğu gibi,
büyüdüklerinde, dönemin iktidarına ortak olmaları engellenmek istenen bu
çocuklar, henüz bebekken bir sepet içinde Tiber Nehri’ne atılırlar. Bir dişi kurt
onları bulur, emzirir ve büyütür. Çocuklar da kurdun kendilerini bulduğu yerde
hikâyemizin başkahramanı Roma şehrini kurarlar…
Zamanla büyüyüp serpilen Roma’da, bölgede yaşayan bir kavim olan
Etrüskler37 tarafından bir krallık kurulmuştu. Romalıların ayaklanıp Etrüskleri
kovmasıyla krallık M.Ö. 509’da yıkıldı. Yeni rejim olarak kendilerine
cumhuriyeti seçen Romalılar, hızla bir Akdeniz gücüne dönüşmeye başladı.
Kâğıdın ortasına düşen ateşin kenarlara yayılması gibi, süratle komşu
toprakları ele geçirdiler. Aradan 250 yıl geçmemişti ki tüm İtalyan
Yarımadası’nda Roma bayrağı dalgalanıyordu. Ama tüm benzerleri gibi Roma
da serpilmekte olan bir devlet olarak yeni yaşam alanlarına ihtiyaç
duyuyordu.

Romalılar, hızla bir Akdeniz gücüne dönüşmeye başladılar. Birbiri ardına yapılan seferlerle, kâğıdın ortasına düşen ateşin kenarlara
yayılması gibi, süratle komşu toprakları ele geçirdiler.

Romalılar, gözlerini Akdeniz havzasının geri kalanına dikmişlerdi. İlk adımda


her daim düşman oldukları Kartaca’yı 38 yendiler. Kartaca’nın Sicilya, İspanya
ve Kuzey Afrika dâhil bütün toprakları Roma eyaletlerine dönüştü. Lejyonerler
olarak bilinen Roma birlikleri, M.Ö. 2. ve 1. yüzyıl boyunca Yunanistan, Küçük
Asya (Anadolu), Suriye, Batı Şeria ve Mısır’ı Roma topraklarına dâhil etmek
için krallıklar ve şehir devletleriyle savaştı.
Batıdaysa Roma’nın muzaffer kumandanı ve konsülü39 Gaius Julius
Caesar40 (Sezar), Galya’yı fethetmiş ve Roma toprakları Sahra Çölü’nden
Kuzey Denizi’ne, İspanya’dan Ortadoğu’ya kadar genişlemişti. Bu Roma, o
günler için henüz cumhuriyet görünümlü bir imparatorluktu. Sezar’ın ölümü,
aynı zamanda Roma’nın resmen imparatorluğa evrilmesinin de başlangıcı
olacaktı…
Cumhuriyetten imparatorluğa uzanan Roma
Roma’nın başarıyla yürüttüğü cumhuriyet rejimi ve güçlü askeri
yapılanmasıyla ulaştığı zenginlik, zafer sarhoşluğunu da beraberinde
getirmekte gecikmedi. Roma emperyalizmi devlet içindeki sosyal ve ekonomik
çatışmaları keskinleştirmiş, zenginler ve fakirler arasındaki uçurumu
derinleştirmişti. Fetihlerle ele geçirilen servet ve köleler, kırsal kesimleri köklü
bir şekilde değiştirmişti. Küçük çiftlikler büyük üretim arazilerine dönüşmüş,
topraksız köylüler Roma’ya ve diğer büyük şehirlere göçmüşlerdi. Büyük
şehirlerde onları bekleyense sadece fakirlik ve soyluların ayak işleriydi. Bu
durum sık sık ayaklanmalarına neden olacaktı. Öte yandan ülkenin sahip
olduğu bu büyük zenginlik, gücü elinde tutan aristokrat sınıfın iştahını
kabartmıştı. Başta Senato’dakiler41 olmak üzere hâkim sınıf her geçen gün
halkla arasındaki mesafeyi açıyordu. Bilmedikleriyse, sesine kulak verilmeyen
kitlelerin ne kadar tehlikeli olabileceğiydi…
Romalı tarihçi Sallust’a göre halk, imparatorluğun kötüye gidişinden
aristokratları sorumlu tutuyordu. M.Ö. 133’te, Tribune 42 seçilen Gracchi
kardeşlerin toprak reformu girişimiyle başlayıp Sezar’ın ipleri eline almasına
kadar devam eden iç savaş, Roma’nın birliğini ve refahını tehdit eder hale
gelmişti.
“Hiç kimse cumhuriyetten daha büyük değildir!”
Zamanın ruhunu anlatan söz buydu. Roma’nın yetiştirdiği en büyük asker
olan Sezar’ınsa daha büyük hedefleri vardı. O, Senato eliyle yıpratılan
cumhuriyet rejiminin artık devrini tamamladığını düşünüyordu. Senatörlerse
İspanya’daki isyanları bastırmakla uğraşan Sezar’ın bu ‘tehlikeli’ fikirlerinden
fazlasıyla rahatsızdı. 500 yıldır cumhuriyetle yönetilen Roma’da temel ilke,
‘gücün tek bir kişinin elinde toplanmaması’ idi. “Kral”, “imparator” gibi
kavramlar vebalı muamelesi görüyordu. Oysa halkın ve askerlerin sevgilisi
Sezar’ın aklından geçenler tam da buydu. “Sürekli (seçimlerle) değişen
politikacılarla koskoca bir imparatorluk yönetilemez!” diyor, askerlerine “Beni
iç savaş çıkarmaya çalışmakla suçluyorlar! Tek isteğim, hem kendim hem de
halk için, sizler için eşitlik. Roma yolsuzluğa batmış politikacıların elinde. Buna
razı mısınız?” şeklinde ateşli konuşmalar yapıyordu. Adeta iki bin yıl öncesine
ışınlanmış Lenin gibiydi!

Roma’nın muzaffer kumandanı Sezar, ordusuyla birlikte sembolik sınır olan Rubicon nehrini geçerek atını sürdüğünde Roma
tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. Sezar, imparatorluğa yürüyordu. (heritage-history.com)

Nihayetinde “Hiç kimse cumhuriyetten daha büyük değildir!” ilkesini


savunan cumhuriyet ordusuyla “Her şey Roma için!” diyen Sezar’ın ordusu
kapıştı. Sezar, rakiplerini ezdi geçti. “Bu döktüğümüz son Romalı kanı olacak”
diyen bu sıradışı asker, ordusuyla birlikte sembolik sınır olan Rubicon nehrini
geçerek Roma’ya yürüdü. Geleneklere göre hiçbir komutan, sivil otoriteyle
ordu arasındaki sembolik sınırı oluşturan o nehirden ordusuyla birlikte
geçemezdi. Sezar geçti. Cumhuriyetin kaderi belli olmuştu…
Sezar kısa zamanda içerideki düşmanlarını saf dışı ettiği gibi, dışarıda da
birçok ayaklanmayı bastırmış, gücünü pekiştirmişti. Bu arada ömür boyu
diktatör (dictator perpetuus) ve 10 yıl boyunca da konsül ilan edilmişti. Gerçi
artık ikincisinin pek önemi yoktu. Roma’da tek adam devri başlamıştı. Sezar,
ipleri eline alır almaz birtakım reformlara girişti. Roma hukukunun standardize
edilmesinden yerel yönetimlerin elden geçirilmesine, kendi asker ve
müttefiklerine toprak dağıtılmasından cumhuriyetin merkezileştirilmesine
varıncaya dek birçok icraata imza attı. Lakin zekiydi. Rejimin temellerine
doğrudan müdahale ederek Senato’yu karşısına almıyor, adı koyulmamış
imparatorluğunun tadını çıkarmakla yetiniyordu. Aristokratlarsa huzursuzdu.
Başrahiplik de dâhil olmak üzere tüm önemli unvanları elinde toplayan, savaş
ve barış kararları alabilen, kanun gücünde kararnameler çıkarabilen ve
Senato’yu istediği zaman toplantıya çağırabilen bu adamın bir gün kendisini
‘Roma Kralı’ ilan etmesinden ve zaten sınırlanmış ayrıcalıklarının tamamen
elden gitmesinden çekiniyorlardı. Karar verildi: Sezar ortadan kaldırılacaktı…
“Sen de mi Brütüs?”
M.Ö. 44, Mart ayının 15’i. Roma’nın en kudretli adamının vücudundan
boşalan oluk oluk kanlar, Campus Martius’taki Pompei Tiyatrosu’nun beyaz
mermerlerini kızıla boyuyor. Vücuduna onlarca bıçak darbesi alan Sezar,
ölmeden önceki son saniyelerinde, kanlı hançerlerden birini tutan elin
sahibine bakıyor. Ve tarihe geçen o söz geliyor: “E tu Brut?”
M.Ö. 44, Mart ayının 15’i. Roma’nın en kudretli adamı Sezar’ın vücudundan boşalan oluk oluk kanlar, Campus Martius’taki Pompey
Tiyatrosu’nun beyaz mermerlerini kızıla boyuyor. Roma’da Cumhuriyet devri resmen sona eriyor. (Tablo: Vincenzo Camuccini)

İktidar hırsının bir insanı nasıl değiştirebileceğinin en çarpıcı örnekleri,


Sezar’a yapılan suikastta da kendisini göstermişti. İç savaş esnasında
kendisine karşı savaştığı halde affettiği Senatör Gaius Cassius Longinus ve
‘manevi oğlum’ dediği Senatör Marcus Junius Brutus de (Brütüs) Sezar’ı
hançerleyenler arasındaydı. Onlara kalsa, 500 yüz yıl evvel kurtuldukları
monarşinin Sezar tarafından tekrar diriltilmesini önlemişler, cumhuriyeti
kurtarmışlardı. Ama tarihin saatini geri almanın imkânsız olduğunu göz ardı
ediyorlardı. Ne halk ne de ordu aristokrasinin ipleri yeniden ele geçirmesine
taraftardı. Mevcut rejim, tebaası elli milyona ulaşmış bir imparatorluğu
yönetecek kadar dayanıklı olmadığından, Roma’nın devleti yönetecek ve
orduyu kontrol edecek güçlü bir ele ihtiyacı vardı. Eğer hâkimiyetini
sürdürmek istiyorsa, Roma’nın yeni idari ve askeri birimler kurması
kaçınılmazdı. Ama henüz bunları düşünmek için erkendi. Zira Roma
Cumhuriyeti’nin en güçlü isminin öldürülmesinin yarattığı boşluğu on yıl kadar
sürecek bir iç savaş dolduracaktı.
İç savaş bitiyor, ilk imparator taç giyiyor
Sezar’ın varislerinden yeğeni (ve evlatlığı) Gaius Octavius (Octavian olarak
da bilinir), uzun süren savaşlar serisinin ardından Brutus ve Cassius’u ortadan
kaldırmış; M.Ö. 30’a gelindiğinde Sezar’ın tartışmasız ve rakipsiz varisi,
Roma’nın en güçlü figürü olmuştu. Senato M.Ö. 27’de kendisini ‘saygıdeğer’
anlamına gelen Augustus ismiyle onurlandırdı. Augustus, amcasının ‘diktatör’
unvanını almayı reddederek, şeklen de olsa cumhuriyet rejimine saygılı
olduğu mesajını vermişti. Herkesin gördüğü, ama dillendirmediği gerçekse
şuydu: Senato ve rejim şeklen korunmuş olmasına rağmen Roma nihayet
imparatoruna kavuşmuştu.
Resmi olarak sadece ‘Princeps’ (ilk yurttaş ya da eşitlerin birincisi) unvanını
alan Augustus ile birlikte, yaklaşık 500 yıl yaşayan Roma Cumhuriyeti ölüyor,
yerini, bir 500 yıl daha yaşayacak olan Roma İmparatorluğu alıyordu...
Generallerin ordu üzerindeki etkisini azalttı
İmparator ilk etapta yeni konumuyla ilgili hassas dengeleri gözetme yoluna
gitti. Bir yandan Senato halen eskisi kadar işlevselmiş gibi davranmak, ama
aynı zamanda kendi otoritesini de pekiştirmek zorundaydı. Bunun yolu da
orduyla kuracağı sağlam ilişkiden geçiyordu. Cumhuriyet döneminde her
general, askerlerini kendisi silahlandırıyor ve ücretlerini ödüyordu. Gelecekte
isyancı bir generalin rejimi tehdit etmesinin önünü kesmek isteyen Augustus,
merkezi ordu hazinesi kurdu. Lejyonerler için fon ayırdı. Askerlere, emekli
olduklarında ailelerinin geçimini sağlayabilecek bir toprak parçası alma hakkı
tanıdı. Ayrıca standart bir komuta, rütbe ve maaş sistemi belirleyerek, orduyu
daha profesyonel hale getirdi. Askerler her yıl düzenli olarak imparatora
sadakat yemini etmeye başladılar. Tüm ödemeleri ve sosyal hakları imparator
tarafından güvenceye alınmıştı. Augustus, “Askerler öfkelenirlerse neler
yapabilirler?” sorusunun cevabını gayet iyi bildiğini gösteriyordu.
İmparator, cumhuriyetçi geleneği takip ederek, doğuda fethedilen
topraklardaki kralların kendisine bağlı olarak tahtta kalmalarına ve
topraklarını yönetmelerine izin verdi. Ancak nihayetinde bu topraklarda
veraset konusunda yaşanan kargaşa, Judea (Filistin), Ermenistan ve Galatia
(Kapadokya ve çevresi) krallıklarının Roma eyaletlerine dönüştürülmesine yol
açtı. Augustus bu eyaletlerin başına bazen kendi atadığı, bazen de Senato
tarafından atanan valiler yerleştirerek ‘iktidarın küçük ortağıyla’ ilişkilerini
dengede tutmaya çalıştı. Batı Asya, Afrika ve Galya topraklarındaki Roma
askeri varlığını muhafaza etti. Emperyal güç olabilmenin sırrı, her an her
yerde asker bulundurabilmekten geçiyordu. Yine bu dönemde Mısır, tarımsal
üretiminden dolayı İtalya’nın gıda deposuna dönüştürüldü. Augustus’la birlikte
Mısır, Roma’ya bağlı bir vali tarafından yönetilmeye, Mısırlılar da sanki
firavunlarının varisiymiş gibi Roma imparatoruna biat etmeye başlamışlardı.
Augustus ortalığa çekidüzen veriyor
Roma, İtalyan yarımadasına göç etmiş, farklı kültür ve dillere sahip halkları
egemenliği altına almıştı. Bunların çok azına vatandaşlık hakkı verilmişti ve bu
da toplumsal gerginliklere yol açıyordu. Bu durumun farkında olan Augustus,
bir yandan sınıflar arasındaki düşmanlığı azaltmaya çalışırken, bir taraftan da
dibi görünen hazineye el attı. Mısır’ın fethinin ardından bu ülkenin hazinesi ve
tüm gelirleri Roma’ya aktarılmış, sağlam bir vergi sistemi kurulmuştu.
Augustus, sınırsız gibi görünen gücüne rağmen, özellikle mali alanda yaptığı
her işi kişisel günlüklerine dikkatli bir şekilde not etmekteydi. Kısa zamanda
bütçeyi dengelemeyi başardı. Roma tarihinde polis ve itfaiye yine ilk kez onun
döneminde kuruldu.
Augustus, toplumsal hayatın her alanına el atmıştı. Hatta yatak odalarına
bile! Şöyle ki; cumhuriyetin son demlerindeki kaosun ahlaki yozlaşmadan
kaynaklandığına dair bir inanış vardı. Evlilikten kaçınıp hazzı temel alan bir
yaşam tarzı ve yüksek boşanma oranları, zaten iç savaş yüzünden nüfusu
azalmış Roma halkının doğum oranında müthiş bir düşüşe yol açmıştı.
Augustus buna kayıtsız kalmadı. Evliliği ve çocuk yetiştirmeyi teşvik eden bir
yasa çıkardı. Evlenmeyen ve çocuk sahibi olmayanlar para cezalarıyla birlikte
siyasi yaptırımlara maruz kalırken, üç ya da daha fazla çocuğu olanlara
ayrıcalıklar tanındı. Zinayı suç sayan Augustus, gayrimeşru ilişkiye giren kızı
Julia’yı bile sürgüne göndermekten kaçınmamıştı. Bu ‘yatak odası’
düzenlemeleri literatüre ‘Julia Kanunları’ (Lex Julia) olarak girdi.
Augustus, 41 yıl süren saltanatının sonunda halkına miras olarak yüksek bir
refah seviyesi ve M.S. 69’da patlak verecek olan kısa süreli iç savaş istisna
sayılırsa iki yüz yıl sürecek bir barış dönemi (Pax Romana)43 bırakmıştı.
Silik Tiberius ve baskıcı Caligula
Augustus’un ardından M.S. 14’te yerini alan oğlu Tiberius’un iktidarı yirmi üç
yıl sürdü. Germanya (Almanya) topraklarındaki isyanları bastırarak ne kadar
iyi bir general ve iyi bir idareci olduğunu sergilese de babasının karizmasına
sahip değildi. Sert karakteri ve totaliter eğilimleriyle halkı ve senatörleri
kendisinden uzaklaştırmıştı. Daha çok Capri’deki villasında vakit geçiriyor ve
imparatorluğu bürokratları aracılığıyla yönetiyordu. Kimilerine göre başkentte
fazla bulunmamasının nedeni, üzerinde aşırı baskı kurmaya çalışan
annesinden kaçmaktı! Düşük profilli bir imparator olsa da kendisinden sonra
Roma’ya güvenli sınırlar ve sağlıklı bir hazine bırakan Tiberius, varis olarak
büyük yeğeni Gaius Julius Caesar Germanicus’u işaret etti.
M.S. 37 yılında Roma’nın üçüncü imparatoru olan Gaius ya da daha çok
bilinen lakabıyla Caligula44 sadece dört yıl iktidarda kalabildi. Yine de az
zamanda çok iş başaranlar sınıfına dâhil olmuştu. Hem Augustus’un hem de
Marcus Antonius’un büyük torunu olan Caligula, başlangıç için fena bir seçim
olmadığını gösterdi. Satış vergisini kaldırdı, atletizm oyunları düzenletti,
kamuya açık eğlencelerle Roma’yı neşelendirdi, sürgündekilere af çıkardı. Her
ne kadar Romalı tarihçi Suetonius (Gaius Suetonius Tranquillus) gibiler, onu
Tiberius’un boğulmasından sorumlu tutmuş olsa da başlangıçtaki kredisi
yüksekti. Ta ki Tiberus’un aksine, Roma’da kalıp devlet yönetiminde Senato
üzerindeki ağırlığını hissettirene kadar.
Yasama ve yürütmenin birbirini dengelemesine dayalı sistemi zorlamaya
başlayınca, otoritesine itirazlar yükseldi. İlk günlerdeki ılımlı imparator, yerini
baskıcı bir tirana bıraktı; idamlar ve terör birbirini izledi. Muhtemelen
rakiplerinin düzmecelerinden ibaret olan hakkındaki uçuk45 iddialara karşın
Roma’nın altyapısına yönelik yatırımları ve özellikle imparatorluğun en büyük
miraslarından biri olacak Roma Yolları’nın 46 yapımıyla dikkat çekti.
Augustus’un ‘mevcut sınırları kollama’ politikasını terk edip Germanya üzerine
yeni bir işgal operasyonuna hazırlanıyordu ki, korumalarından birinin
hançeriyle bu dünyadaki macerası sona erdi.
İngiltere fatihi imparator Claudius!
Caligula’nın öldürülmesinin ardından yaşanan kargaşada bazı senatörler
arasında “İmparatorları saf dışı bırakalım, cumhuriyete dönelim” tartışmaları
yapılsa da Praetorian (Pretoryan) Muhafızları’nın47 dişlerini göstermesiyle bu
planları yapanlar çabucak sustu. İmparatorluk idaresi altında oldukça
palazlanmış olan muhafızlar sınıfı, en kısa zamanda yeni bir imparatorun başa
geçirilmesini istedi. En uygun aday, kimilerine göre Caligula’nın ‘temizlik’
harekâtından sonra ailenin son erkek üyesi olarak hayatta kalmayı başaran
amcası I. Claudius’tu (Tiberius Claudius Caesar Augustus Germanicus.)
Çocukken geçirdiği çocuk felci yüzünden hem topal hem de kekeme olan I.
Claudius, 41 yılında başa geçti. Caligula suikastının sorumluları arasında
gösterilse de bu hiçbir zaman ispatlanamayacaktı. Lakin başa geçer geçmez
suikastçıları idam ettirmesi, ‘potansiyel tanıkları susturmak’ olarak
değerlendirildi. Ya da kim bilir belki de ‘sevgili’ yeğeninin kanını yerde
bırakmak istememişti…

İmparatorların kişisel güvenliğini sağlamaktan sorumlu pretoryanlar, Roma tarihi boyunca iktidar sahibini belirlemede kilit rol oynadı.

Galya (Fransa) topraklarında doğmuş olan I. Claudius, aynı zamanda İtalya


dışından gelen ilk imparator olarak, imparatorluğun kozmopolit yapısına bir
örnekti. Bir başka özelliği de ‘Sezar’ unvanını, aile bağlarından dolayı değil, bir
‘rütbe’ olarak kullanan ilk imparator olmasıydı. Halefleri de Roma’nın efsanevi
ismi, gayriresmi ilk imparatoru Sezar’la kan bağları olmasa da hep bu unvanı
kullanacaklardı. Selefine nazaran daha insani bir yönetim anlayışı tercih eden
I. Claudius, (imparatorluğun her zaman başını ağrıtan konulardan biri olan)
vatandaşlık haklarının iyileştirilmesi, Galya’nın Senato’ya dâhil edilmesi,
borçlar hukukunun daha esnek şekilde düzenlenmesi gibi icraatları ve kölelere
karşı takındığı medeni yaklaşımla hem zekâsını hem de merhametini
göstermişti. Ama bu rutin uygulamalar bir kenara bırakılırsa, onu unutulmaz
kılacak olan şey, Sezar’ın deneyip yapamadığı, Caligula’nın ise sadece
yeltendiği şeyi yapabilmiş olmasıydı: İngiltere’yi imparatorluk topraklarına
katmıştı! I. Claudius, imparatorluğun batıdaki en uç sınırını belirleyen ve
neredeyse dört asır boyunca Roma’yı her türlü yer altı ve yer üstü
zenginliğiyle besleyen İngiltere’yi almamakla kalmamış; Balkanlarda, Küçük
Asya’da (Anadolu) ve Filistin’de birçok bölgeyi de imparatorluğa eklemişti.
Hem kendisi hem de Roma için her şey yolunda gidiyordu ki tarih boyunca her
iktidar sahibi için en büyük tehlikelerden biri olduğu ispatlanmış ‘ihtiraslı
kadın’ unsuru bir kez daha ortaya çıktı. Romalı tarihçi Cornelius’un (Gaius
Cornelius Tacitus) naklettiğine göre, karısı Agrippina, henüz on yedi yaşındaki
oğlu Nero’yu (Nero Claudius Caesar Augustus Germanicus) tahta geçirmek için
Claudius’u zehirledi.
Çocuk imparator Nero ve Roma’yı esir alan terör
Nero 54 yılında tahta geçti. Senato’ya gücü paylaşacakları mesajını vermiş,
ama daha mesajı yerine ulaşmadan söylediklerini unutmuştu. Roma için yeni
bir Altın Çağ vaat eden genç hükümdar, etrafındaki dalkavukların da
yönlendirmesiyle tiranlığa soyunmakta gecikmedi. Tarihin gördüğü en ‘yoldan
çıkmış’ imparator olarak hatırlanacaktı.
Bugün Nero denince akla ilk gelen, ‘Roma’yı yakan’ ya da ‘Roma yanarken lir
çalan’ imparator görüntüsüdür. Oysa bir hafta süren ve başkenti küle çevirip
bin kişiyi öldüren o büyük yangın, Nero’yu perişan etmiş, adeta deliye
döndürmüştü. Öyle ki Cornelius, Nero’nun, yangından henüz yeni serpilmekte
olan Hıristiyan toplumunu sorumlu tuttuğunu ve bu yeni dinin mensuplarına
büyük bir zulüm uyguladığını iddia eder. Yine eldeki bazı sınırlı verilere göre
Hz. İsa’nın önde gelen havarilerinden Aziz Peter ve Aziz Paul’ün ölümleri de
Nero’nun elinden olmuştur.
“Roma’yı tanrı gibi yönetin!”
Evet, Roma yanmıştı. Bu büyük felaketin ardından kendisine akıl veren
danışmanları, muhtemelen, krizden çıkılması için gereken liderlik yeteneğine
atıfta bulunarak Nero’ya “Roma’yı bir tanrı gibi yönetin, siz de bir tanrı olun!”
dediler. Akabinde gelişen olaylar imparatorun bu tavsiyenin özünü değil,
ambalajını dikkate aldığını gösterecekti.
Nero, başkentini layık olduğu ihtişama kavuşturmak için tarihin gördüğü en
görkemli inşa seferberliğini başlattı. Roma dev bir şantiyeye döndü.
Sömürgelerden gelen hammaddelerle 10 milyon metrekarelik bir alan mermer
kaplandı; tapınaklar, başını 35 metrelik bronzdan yapılma Nero heykelinin
çektiği onlarca anıt ve bina birbiri ardına yükselmeye; zeminleri mozaik
tablolar süslemeye başladı. Dudak uçuklatan miktarlarda para harcanıyordu.
Hazine alarm zilleri vermeye başlamış, dibi görünmüştü. Bu arada, tüm
yeteneksizliğine karşın, kendini iyiden iyiye sanata veren Nero, kamuya açık
mekânlarda şarkı söyleyerek Senato’nun tepkisini çekmeye başlamıştı. Bir
Roma imparatorunun şarkı söylemesi akıl alır gibi değildi. Öyle ki cesaretini
toplayan bazı senatörler, “Siz imparatorsunuz. Canınızın istediği her şeyi
yapabilirsiniz, ama ne olur şarkı söylemeyin!” diyebiliyordu. Akli dengesini
kaybetme belirtileri gösteren imparator kendisini uyaranlara, “Bana tanrı gibi
yönet dediniz, ben de öyle yapıyorum!” cevabını veriyordu. Danışmanlarının
“İyi de tanrıların düşünmesi gereken masraflar bulunmuyor…” şeklindeki
korkuyla bezeli mırıldanmalarını duymuyordu bile. “Sanat tanrısaldır, ben
tanrıyım!” tekerlemesi diline pelesenk olmuş bu çılgın adam, boşalan hazineyi
doldurmak için akıl almaz bir yol bulmakta gecikmedi. Geleneklere göre her
toprak işgalinde elde edilen hazinelerin bir kısmı Roma tanrıları Jupiter
(tanrılar tanrısı) ve Mars’a (savaş tanrısı) adak olarak sunuluyordu. Bunun
tercümesi şuydu: Şehirdeki tapınaklar altın doluydu. Nero, bunları yağmalattı!
“Anlaşılan bu adamın tanrılara da saygısı yoktu!”
Olan biteni Roma’yı Roma yapan temellere saldırı olarak gören Senato
içindeki bazı hizipler, imparatoru ortadan kaldırmaya karar verdi. Ancak
komplo, imparatorun kulağına fısıldanmıştı bile. Ve Nero, o ana kadar hiçbir
imparatorun cesaret edemediğini yaptı; adı suikast planına karışmış
senatörlerin hepsini öldürttü! İmparatorluk tarihinin en büyük sindirme
operasyonuydu bu. Artık hiçbir güç onu ‘sanatsal’ projelerini hayata
geçirmekten alıkoyamazdı.
Olmayacak iş: İmparator tiyatroda oynuyor!
İnşa seferberliği, daha sona ermeden meyvelerini vermeye başlamış; Roma,
dünyanın gördüğü en muazzam şehir olmuş; ışıl ışıl parlayan mermer denizine
dönmüştü. Lakin imparatorluğun varoşlarında vaziyet berbattı. Kaynakları
tüketilen topraklar sefalete demir atmıştı. Halk köpürüyordu. Buna karşın
başkentinin yeni çehresini kutlamak isteyen Nero, akıl almaz bir işe daha imza
attı. Halkın karşısında tiyatroya çıkıp oyun oynadı!48 Herkes Nero’nun aklını
yitirdiğini gayet net olarak görüyor, ama korku, dağları bekliyordu. Oyundaki
performansını şaka yollu da olsa eleştiren ve o esnada hamile olan ikinci eşi
Poppaea’yı tekmeleyerek öldürmesi, narsizmin doruklarına ulaştığının
göstergesiydi. “Bir tanrı nasıl olur da eleştirilebilirdi?” Ha bu arada, birinci
eşini, Octavia’yı mı merak ediyorsunuz? Onu da kısır olduğu gerekçesiyle, o
vakitler henüz metresi olan Poppaea’nın kışkırtmasıyla öldürtmüştü! Suç
dosyasına, yine sevgili metresinin aklını çelmesiyle, kendisine iktidar yolunu
açan annesini öldürtmesini de ekleyebiliriz...
Senato: “Bu adam delirdi, kurtulalım!”
Elde avuçta ne varsa kullanılmasına rağmen Roma’nın inşası bitecek gibi
değildi. Daha çok para lazımdı. Ama nasıl? Ve hastalıklı beyin, hastalıklı bir
çözüm daha buldu. Roma sömürgelerindeki tüm zenginler tespit edilecek,
vasiyetleri değiştirilecek (servetlerini ‘gönüllü’ olarak hazineye
bağışlayacaklardı tabii ki!) ve bir şekilde erkenden ‘ölmeleri’ sağlanacaktı.
Aynen dediği gibi yapıldı. Üzerinden kan damlayan altınlar Roma’ya
taşınırken, Senato şaşkınlık içinde olan biteni izliyordu. Hukuk sistemiyle
dünyaya örnek olan imparatorluğun başındaki adam, bizzat hukuku maskara
etmişti. Ne bir düşmanı ne bir dostu ne de kendisine akıl verme cesareti
gösterebilecek bir bilge; hiç kimsecikler yoktu etrafında. Nero tam bir serseri
mayın olup çıkmıştı.
Bu arada başkentin bir sanat tapınağına dönüştürülmesi için varları yokları
ellerinden alınan Galya ve İspanya sömürgelerindeki aristokratlar ayaklandı.
Senato’nun “Aristokratların ayaklanması barbarlarınkilere benzemez, bunlar
Romalı, bir şeyler yapsanız” şeklindeki uyarısına karşı Nero, bizzat Senato’da
yaptığı konuşmayla isyanları nasıl bastıracağını açıklayınca, kimse kulaklarına
inanamadı:
“Cepheye gidip onlara şarkı söyleyeceğim, sesimle hepsini büyüleyeceğim.
Yaptıklarıma hak verecekler!”
Üstelik hayat kadınlarından bir de koro götürecekti yanında, arkasında
kendisine vokal yapmaları için. Roma’nın akil adamlarının artık şüphesi
kalmamıştı: İmparator delirmişti. Senato, Nero’nun, muhaliflerini sindirmek
için kullandığı cellatları da razı ederek, o zamana dek hiç kullanmadığı bir
yetkiyi kullandı. Yapılan oylamayla imparator ‘devlet düşmanı’ ilan edildi.
Kanunlara göre her Roma vatandaşı, imparator da olsa ‘devlet düşmanı’nı
öldürmek ya da öldürenlere yardım etmek zorundaydı. ‘Tanrılıktan’ halk
düşmanlığına düşen çılgın adam, yolun sonuna gelmişti. Hançer göğsüne
sokulmadan önce dudaklarından şunlar döküldü:
“Dünya büyük bir sanatçıyı kaybediyor.”
İç savaş başlıyor…

Nero, Julio-Claudian Hanedanlığı’nın49 son imparatoruydu. Varisi olmadığı


için uzun bir süre imparatorluğu adeta rehin alan Nero’nun hikâyesinden en
büyük dersi, Senato çıkarmıştı. Bundan böyle imparatorluk için kan bağı değil,
liyakat dikkate alınacaktı.
Nero’nun ölümüyle Roma, 69 yılında, bir kez daha iç savaşın kollarına bıraktı
kendini. Bu yıl, tarihe ‘Dört İmparator Yılı’50 olarak geçen, istikrarsızlık, ayak
oyunları ve kanla dolu bir zaman dilimi olacaktı.
Bir yılda dört imparator…
Bu dönemin ilk imparatoru, başarılı bir asker ve aynı zamanda siyasetçi olan
Servius Sulpicius Galba’ydı. İktidara gelir gelmez, çöken maliyeyi ayağa
kaldırmak için kemerleri sıktı. Pretoryanların primlerini kesti. İmparatorun
belirlenmesinde önemli bir güç olan bu ayrıcalıklı sınıfın gazabı, nihayetinde
Galba’nın başını yiyecekti. Romalı tarihçi Plutarch’a (Lucius Mestrius
Plutarchus) göre Galba, öldürülmeden birkaç saniye önce suikastçılarına
başını uzatıp “Vurun kellemi, eğer Roma için iyi olacaksa!” diye haykırmıştı.
Ve vurdular. Pretoryanlarla bir olup Galba’yı ortadan kaldırtan ve kendisi de
eski bir Pretoryan olan Marcus Salvius Otho, daha Galba’nın cesedi
soğumadan, aynı gün, 15 Ocak 69’da Senato tarafından imparator ilan edildi.
Bir zamanlar Nero’nun gözdelerinden Otho, Galba’yla birlikte ona karşı
ayaklananlar arasındaydı. Ama o yıl, Roma’da ‘her an her şeyin olabileceği’ bir
yıldı ve ittifaklar göz açıp kapayıncaya kadar değişebiliyordu. Kendisini
imparatorluğa yakıştıran her general darbeye yelteniyordu. Daha Otho
koltuğuna ısınmaya bile vakit bulamadan Germanya’daki lejyonların komutanı
Aulus Vitellius Germanicus’un ayaklandığı haberi geldi. Zaten geç yaşta
imparator olan Otho, Vitellius ile bir dizi çarpışmaya girdi. Hayatı iç savaşların
içinde geçmişti, bıkkındı. Komutanlarıyla yediği son akşam yemeğinde,
“Herkesin bir kişi için ölmesi, bir kişinin herkes için ölmesinden daha uzun
sürer” diyerek, niyetini belli etmişti. Askeri açıdan düşmanından güçlü
olmasına rağmen, 69 yılının 16 Nisan sabahı çadırında intihar etti. Roma için
kendisini feda etmişti…
17 Nisan 69’da imparator olan Vitellius, hiçbir zaman imparatorluğun
tamamı tarafından benimsenmedi. Kalıcı olmadığını hissetmiş olacak ki kısa
süren iktidarını daha çok şaşalı şölenler, gladyatör oyunları, muhaliflerin
ortadan kaldırılması ve müsriflikle geçirmeyi tercih edecekti. Şatafatı, Mısır ve
Suriye’de konuşlanmış Roma ordularının komutanı Titus Flavius
Vespasianus’un (Vespasian) ayaklanmasına kadar sürdü.
İmparator Vespasian Roma’yı toparlıyor
Dört İmparator Yılı boyunca devam eden iç savaş ve gerginlikler, İtalyan
orta sınıfından gelme, açık sözlü ve saygın bir asker olan Vespasian’ın 11
Temmuz 69’da kendi askerleri tarafından imparator ilan edilmesiyle sona erdi.
İngiltere ve Filistin’deki ayaklanmaları bastırmasıyla askeri kabiliyetlerini
perçinlemiş olan bu yıllanmış asker, ordunun desteğini hiçbir zaman
kaybetmedi. Zaten Dört İmparator Yılı ordu içindeki fraksiyonların kendi
adaylarını imparator yapmak için giriştikleri komploların toplamından başka
bir şey değildi.
Nero’nun tam zıttı bir karaktere sahip olan Vespasian, tutumluluğuyla dikkat
çekti. Maliyeyi toparladı. Özellikle Yahudi ayaklanmasını bastırdığı Filistin’den
getirdiği hazinelerle bugün Roma’nın simgesi olarak kabul edilen
Collosseum’un inşasını başlattı. İktidarı, aynı zamanda oğullarının da
imparator olmasıyla devam edecek Flavian Hanedanlığı’nın da başlangıcı
olmuştu. Tahttaki son yıllarını kendisi gibi başarılı bir savaşçı olan oğlu ve
aynı zamanda halefi Titus’la (Titus Flavius Sabinus Vespasianus) paylaşan
Vespasian, uzun bir aradan sonra ‘normal yollardan’ ölen ilk imparator olma
lüksünü tattı. 79’da babasının yerini alan Titus, Collosseum’un inşasını
tamamlattı, Ren ve Tuna arasında bir dizi başarılı sefer düzenledi ve artık
alışılageldiği şekilde muhaliflerini terörize etmekten de kaçınmadı. Titus’un iki
yıllık iktidarının ardından yerini alan kardeşi Domitian (Titus Flavius
Domitianus), 81-96 yılları arasındaki iktidarını Roma’nın sıklıkla gördüğü
tiranlardan biri olarak tamamladı. Ayak oyunlarının, yargısız infazların ve
terörün kol gezdiği bu dönemin ardından karısının da bir parçası olduğu
komployla ortadan kaldırıldı. Roma’da imparator olmak, hayatını suikastçıların
insafına teslim etmekle eşdeğer hale gelmişti…
Evlatlık imparatorlar dönemi…
Senato, 96’da, bu kez çocuğu olmayan Nerva’yı (Marcus Cocceius Nerva)
imparator ilan etti. Hükümdarlığı ancak iki yıl sürecek olan Nerva,
Germanya’nın saygın valisi Trajan’ı (Marcus Ulpius Trajanus) evlat edinerek
varisi ilan etti. Böylelikle Antonine’ler olarak bilinen hanedanlık başlamış oldu.
Bu dönemde Romalı liderler, haleflerini belirlemek için kan bağını izlemek
yerine, akıllarına yatan adayları evlat edinme yoluna gittiler.
117 yılına dek imparatorluğu yöneten Trajan, Roma’nın en sevdiği
hükümdarlardan biri olmuş seçkin bir askerdi. Ayrıca İspanyol kökenli olması
sebebiyle Roma eyaletlerinden birinde doğmuş ilk imparatordu. Enerjisinin
çoğunu, ayak oyunları ve sefahatten uzak bir şekilde, imparatorluğun
sınırlarını Tuna nehrinden Dacia’ya (Romanya), oradan da Mezopotamya
içlerine kadar genişleten savaşlara ayırdı. Dacia’nın fethedilmesi ekonomik
açıdan çok önemliydi; çünkü o devirde Roma’nın sahip olduğu zenginliğin
temelinde buradaki zengin altın madenleri yatıyordu. Trajan ayrıca Arabistan,
Ermenistan ve Part İmparatorluğu’ndan 51 topraklar almayı başararak,
karizmasıyla seleflerini aşmıştı. Bu yüzden Roma tarihine Optimus Princeps
(İmparatorların En İyisi) olarak geçmesi kimseyi şaşırtmayacaktı.
Trajan’ın kuzeni ve halefi, 117–138 yılları arasında imparatorluk tacını
taşıyan Hadrian (Publius Aelius Hadrianus), tam bir Yunan kültürü tutkunu,
seyyah ruhlu bir adamdı. Senato, neredeyse imparatorun yüzünü unutmuştu!
Hadrian iyi bir yönetici olarak hatırlanacaktı. Kamu hizmetlerini yenilemiş,
ardı arkası kesilmeyen Yahudi ayaklanmalarıyla uğraşmış, Roma Yolları’nın
genişletilmesine ağırlık vermişti. Kuzey İngiltere’deki, 117 kilometre uzunluğa
sahip Hadrian Duvarı52 da onun ses getiren icraatlarındandı.
Halefi Antoninus Pius’un, 138–161 yılları arasına denk gelen iktidarı,
seleflerine nazaran oldukça durağan geçti. Öyle ki bu dönemde
hareketsizlikten semiren askerler, Pius’un yeğeni olan Marcus Aurelius’un
imparatorluğu dönemine denk gelen savaşlarda zorlanacaklardı. 161’den
180’e dek iktidarda kalan Aurelius’un dönemine, imparatorluğun batısını kırıp
geçiren amansız bir veba salgını ve salgın sonucu korumasız kalan batı
sınırlarından içeri sızan Germen kabileleriyle yapılan savaşlar damga vurdu.
Aurelius, bir yandan dünya işleriyle uğraşırken aynı zamanda felsefenin derin
sularında yüzmeyi de ihmal etmiyordu. Ahlakçı felsefe stoizme gönül vermiş
bir düşünce adamı olan Aurelius, erdemli hayata dair fikirlerini kaleme aldığı
Meditasyonlar’ ı n (Meditations) bir kısmını ordunun başında savaşırken
yazmıştı. Halefini seçerken de erdemi pusula yaptı kendisine. Seçkin
davranışlarıyla dikkat çeken oğlu Commodus’u (Lucius Aurelius Commodus)
bir sonraki imparator olarak işaret etti.
Roma tarihçileri, Nerva’dan Marcus Aurelius’a kadar gelen beş imparatoru
‘Beş İyi İmparator’ (ya da Evlatlık İmparatorlar) olarak isimlendirirken, bazıları
bu beşlinin, imparatorluğun en yüksek seviyesini temsil ettiğini öne sürer.
Bununla birlikte bu dönemde milyonlarca kölenin temel insan haklarından
mahrum bırakıldığını ve bir siyaset toplumu olan Roma medeniyetinde
kadınlara siyaset yapma hakkı tanınmadığını hatırlatarak, Romalı tarihçilerin
tespitine bir şerh düşmek isterim. Ayrıca yine bu dönemde Hıristiyanlar
katledilmiş, Yahudiler anavatanlarından sürülmüştü. Söz konusu
imparatorların, refahı teşvik eden, iç savaştan kaçınan, senatörlere saygı
duyan, sanatı ve düşünürleri destekleyen etkin idareciler olarak Roma
Barışı’nın en parlak dönemine imza attıklarını iddia edebilmek için bunları göz
ardı etmek gerekir.
Commodus boğuluyor, Pax Romana ölüyor
180’de Commodus’un ipleri eline almasıyla ‘iyi imparatorlar’ çağı sona erdi.
‘Gladyatör’ ruhlu Commodus’la birlikte imparatorluğa yine kaos yolları
göründü. Siyasi kurumlar çöktü, ordu zayıfladı, ekonomik krizle sonuçlanacak
bir kargaşa yüzyılı başladı. Babasının aksine ruhla değil, fizikle meşgul olan
Commodus, kendisinin dünyaya yeniden gelmiş Herkül53 olduğuna inanıyor,
gladyatör kostümüyle Senato’ya sesleniyor, arenada aslanlarla dövüşüyor, her
fırsatta fiziğiyle caka satıyordu! Takvimdeki ayları kendi kafasına göre
yeniden isimlendirmiş, büyük bir yangın geçiren Roma’yı yeniden inşa
ettirirken adını ‘Colonia Commodiana’ (Commodus’un Sömürgesi) olarak
değiştirmişti. Kısacası kendine tapınmada Nero’yla yarışır haldeydi. İlginçtir,
ölümü de metresi ve bazı senatörlerin komplosu sonucu, kişisel gladyatör
eğitmeni olan güreşçi Narcissus’un (Narsist) elinden olacaktı.
192’de Commodus’un da suikastla ortadan kaldırılan imparatorlar listesine
eklenmesiyle birlikte Roma, hararetli bir iktidar mücadelesinin merkezine
oturdu. Başkentte patlayan iç savaş, saman alevi gibi imparatorluğun her
köşesine yayıldı. Augustus ile başlayan iki asırlık Roma Barışı dönemi sona
ermişti…
Severan Hanedanı ve ilk siyahi Roma imparatoru!
Commodus’un ölümünün ardından bir dizi general, açıkça pretoryanları
rüşvetle satın alarak kendilerine imparatorluğun yolunu açmaya çalışmış, bu
kıran kırana taht kavgasından galip çıkan Septimus (Lucius Septimius
Severus), 193’te imparator olarak, 42 yıl sürecek Severan Hanedanlığı’nı
başlatmıştı. Roma’yı yönetmiş onlarcası arasından en kolay o hatırlanacaktı.
Zira Afrika’da doğmuş bir siyahiydi. (Roma daha sonra dört siyahi imparatorla
daha tanışacaktı.) Perslere karşı savaşmış olan Septimus, iliklerine kadar
askerdi. Zaten yönetimi boyunca Roma’yı tam bir askeri diktatörlüğe
dönüştürdü. Birçok selefi gibi o da iktidarına gölge yapan Senato’dan nefret
ediyordu. Tahtında eğreti duran diğerleri gibi, o da birçok senatörü kendisine
karşı komplo içinde olmakla suçlayarak idam ettirmiş, pretoryan kadrolarını
kendi adamlarıyla doldurarak arkasını sağlama almış, lejyonların sayısını
arttırmıştı.
İktidarda kalmasının yolunun orduyu ‘şımartmaktan’ geçtiğini bilecek kadar
‘askerdi’. Askerlerin maaşlarını arttırıp disiplini gevşetti. Aktif görevde olan
lejyonerlerin evlenmelerine, toprak sahibi olmalarına ve her şeyden önemlisi,
karargâh yerine şehirlerde yaşamalarına izin verdi. Vergi toplama görevini
askerlere bırakarak, orduya olan güvenini (ya da sadakatini) göstermeyi bile
denedi. Nihayetinde daha önce hiç olmadığı kadar net bir şekilde, rejimle
orduyu özdeşleştirdi. Kendince hanedanlığını sağlama almak istemiş, ama
ordunun iştahını daha da kabartmaktan başka bir şey yapmamıştı. Bu ordu
yardakçılığı, imparatorluğa pahalıya patlayacaktı. Septimus, isyancılara karşı
savaşmak için gittiği İngiltere’de ölünce, Caracalla54 ismiyle tanınan oğlu
Lucius Septimius Bassianus 211’de tahta geçti.
Altı yıllık iktidarı boyunca babası gibi orduyu beslemeye ağırlık veren
Caracalla, vergi gelirlerini arttırmak için durumu uygun olanlara Roma
vatandaşlığı dağıtması ve lejyonların maaşlarının ödenmesi için Roma
sikkelerindeki gümüş miktarını yüzde 25 oranında azaltmasıyla akıllarda kaldı.
Paradaki bu değer kaybı, sona giden yolun kilometre taşlarından biriydi.
İmparatorluk çözülmeye başlamıştı…
Caracalla da geleneği bozmayacaktı. Suikastla hayata veda edip, iktidarı
sadece 14 ay sürecek olan Marcus Opellius Macrinus’a bıraktı yerini. Macrinus,
Mağrip kökenli (Cezayirli) ilk imparatordu. Perslere karşı kaybettiği bir savaşın
ardından sergilediği basiretsizlikle askerlerin gözünden düştü. Bu, ‘işinin
bittiği’ anlamına geliyordu. Varius Avitus Bassus’un (Elagabalus) ordu içindeki
rakip fraksiyonlardan birinin imparator adayı olarak ortaya çıkmasının
ardından, tahtı tacı bırakıp kaçtı. Lakin alışılageldik imparatorluk ritüeli peşini
bırakmayacaktı. Chalcedon (İstanbul/Kadıköy) yakınlarında yakalandı ve
Kapadokya’da idam edildi. 218’de tahta çıkan Elagabalus, dört yıllık
iktidarında, Roma’nın dini temellerine yönelik saldırısıyla adından söz
ettirecekti.
Tebaasının tanrılarıyla oynayan imparator
Elagabalus ismini semitik tanrılardan biri olan El Gabal’dan alan Roma’nın bu
21. İmparatoru, inancını kendi içinde yaşamakla yetinmemiş, Romalıların
‘resmi’ tanrısı Jüpiter’e de el atmıştı. Jüpiter’in yerine dönemin önde gelen
Güneş tanrılarından Deus Sol Invictus’u (Mağlup Edilemeyen Güneş) koyan
Elagabalus, sağlam bir putperest olarak Roma Hıristiyanlarının en çok
lanetlediği isimlerin başında gelecekti. Tahta çıkmasında payı olan
büyükannesi Julia Maesa, torununun putlarla bu derece meşgul olmasından
rahatsız olunca, bir diğer torununu; Severan Hanedanı’nın son üyesi
Alexander Severus’u taht için gözüne kestirdi. Roma yine bir saray
komplosuna sahne oluyordu. Öldürülen Elagabalus’un cesedi caddelerde
sürüklenip Tiber nehrine atıldı. Romalılar, 11 Mart 222’de, yeni imparatorları
Alexander Severus’u alkışlamaya başlamışlardı bile!
Askerin siyasete müdahalesi Roma’yı yozlaştırıyor
Etkileyici hukuk sistemi, gıda dağıtımındaki başarısı, ticaret ve sınır
savunması sistemiyle Roma büyük bir imparatorluk olarak varlığını sürdürse
de Severan Çağı, ordunun, imparatorlar eliyle yönetime el koyduğu bir
olağanüstü hal dönemiydi.
Septimius Severus’tan sonra bütün güç, tüm halkı temsil ettiğini iddia eden
ordunun elinde toplanmıştı. Severus’un 235’teki ölümünden 284’e kadar geçen
sürede askerler, tam yirmi beş imparatoru ve imparatorluk iddiasında bulunan
otuz kişiyi omuzlarına aldılar! Bu imparatorlardan sadece birinin doğal
sebeplerden dolayı öldüğünü göz önüne alırsak, bu geçiş dönemindeki ‘iktidar
şiddetinin’ ne boyutlara tırmandığını anlayabiliriz sanırım. Bu yıllarda Azrail,
imparatorluk tacını bir orak gibi kullanıyordu adeta…
Uzun çöküş başlıyor…
İki yüz ellili yıllarda Roma’nın zembereği tamamen boşanmıştı. İç savaşlar
ve merkezi otoritenin çöküşü, yaşamın her alanını etkiliyordu. Ordu, ülke
içinde yağmalar yapıyor, bu yetmezmiş gibi, hazineyi doldurarak orduyu daha
da çok desteklemek isteyen iktidarlar, vergilere yüklendikçe yükleniyordu.
Tam bir altta kalanın canı çıksın manzarası hâkimdi dünyanın asırlardır
hayranlıkla izlediği bu imparatorluğa. Sürünmeye başlayan çiftçiler vergileri
ödeyemez hale gelmişti. Birçoğu arazisini terk ederek geniş toprak sahipleri
için çalışmaya başladı ya da ayakta kalabilmek için büyük şehirlere kaçtı. Ren
ve Tuna nehirlerinin ötesinden yeni yeni gelen ve Romalıların kısaca ‘barbar’
olarak isimlendirdikleri Germen kavimler, terk edilmiş bu topraklara
yerleşmeye başladı. Bu toplulukları tiksinerek ama aldırış etmeksizin izleyen
Roma’nın efendileri biraz öngörülü olabilselerdi, bu ‘barbarların’ iki asır sonra
imparatorluğun ipini çekeceğini görebilirlerdi…
Ekonomi ve tarım iflas ediyor, anarşi başlıyor
Çiftliklerin boşalmasıyla tarım durmuş, kıtlık ve açlık baş göstermişti.
Yüzyıllar sonra ilk kez imparatorluk böyle bir şey yaşıyordu. Kamu düzeninin
bozulmasıyla patlak veren anarşi, ticareti de bitme noktasına getirince üretim
durdu. Üretim durunca ordu donanım sıkıntısı çekmeye başladı. Kısacası,
zincirleme reaksiyonla her şey çökme noktasına gelmişti. İlginçtir, bu arada
sürekli devir teslim halinde olan asker-imparatorlar, orduyu pohpohlamaktan
başka bir şey yapmıyorlardı!
Vergi gelirleri düşmüş, gümüş ve altın madenleri tükenmişti. Hazine,
toplayabildiği madeni paraları eriterek değeri düşük yeni sikkeleri tedavüle
soktu. 270’e gelindiğinde bir sikkedeki gümüş oranı sadece yüzde 1’di! Bu
korkunç bir devalüasyon demekti. Para değersizleştikçe imparatorluğun büyük
kısmında değiş-tokuş ekonomisine dönüldü. Devlet, vergi yerine gıda, hayvan
ve diğer temel tüketim maddelerini toplama yoluna gitti. Bu arada tahta
oturan imparatorların da profili değişmişti. Artık Roma’nın efendileri,
alışılageldik şekilde İtalyan Yarımadası’ndan ya da Romalılaştırılmış batı
eyaletlerinden değil; Afrika, Balkanlar ve hatta Suriye gibi imparatorluğun
uzak diyarlarından çıkıyordu…
İmparatorlukta yaşanan değişiklikler, Roma’nın sosyal yapısını çalkalamış,
en büyük etkisi alt sınıflara olmuştu. İmparatorluğun azat edilmiş zengin
köleleri, çalışarak elde edecekleri zenginlik olmayınca ortadan kayboldular.
İmparatorların sürekli değişmesinden dolayı devlet hizmetinden de
çıkarılmışlardı. Sonuç olarak kölelik azaldı. Romalılar, bir köleyi bütün bir yıl
boyunca beslemek yerine ihtiyaç halinde yüksek ücretli işçi kiralamanın daha
ucuza geldiğini fark etmişti. Sınıf değiştirme, sadece askerlere mahsus bir
ayrıcalıktı. Fakirlik ve ağır vergiler, hem kırsalda hem de şehirde yaşayanları
canından bezdirmişti. Ve kaçınılmaz olan gerçekleşti: Başkentte patlak veren
isyanlar, dalga dalga imparatorluğun değişik bölgelerine yayıldı. Yoksa Roma,
yolun sonuna mı gelmişti?
Kurtarıcı imparator imdada yetişiyor: Diocletian
280’li yıllara gelindiğinde isyancı askerler, ayaklanmalar ve işgal edilmeye
başlanan topraklarıyla Roma, sosyal ve ekonomik açıdan zorlukla nefes
alıyordu. Dönemin tarihçilerine kalsa, imparatorluğun kendi ağırlığı altında
çökmesi an meselesiydi. Ancak yaşanan bir gelişme, olağanüstü bir liderlikle
en umutsuz durumdan bile kurtulmanın mümkün olduğunu gösterecekti. Bu
sıradışı lider, Adriyatik kıyısındaki Dalmaçya’nın yerlisi Gaius Aurelius Valerius
Diocletianus’tan başkası değildi. Ya da kısaca, Diocletian.
İmparatorluğu 284–306 yılları arasında yönetecek olan Diocletian, yaklaşık
yarım asırdır devam eden iç ve dış çekişmelere son vererek istikrarı ve refahı
yeniden tesis edecek reformları uygulamaya soyundu. Neredeyse
imparatorluğa koca bir asra mal olan kaosa bir teşhis koymuştu. Tek bir
imparator, bir başına, her şeye yetişemiyor, oldukça geniş bir alana yayılmış
topraklardaki askerlerin sadakatini sağlamak ve savunmayı koordine etmekte
zorlanıyordu!
İmparatorlukta iş bölümü başlıyor
Diocletian, etkileyici bir adım attı ve Augustus unvanı taşıyacak yardımcı
imparatorluk makamını oluşturdu. Ayrıca verasetin barışçıl bir şekilde intikal
etmesini garanti altına almak için, her biri Sezar unvanını taşıyacak iki genç
imparator (stajyer imparator da diyebiliriz) tespit etti. Böylelikle ‘Tetrarşi’
(Dörtlü Yönetim) olarak bilinen sistem başladı. Bu dörtlünün her biri
imparatorluğun bir parçasını yönetecekti. Diocletian, profesyonel bir yönetici
gibi düşünmüş ve iş bölümüne gitmişti…
En tepesinde Diocletian’ın olduğu bu yeni yönetim tablosuna göre Augustus,
diğer bir deyişle imparator yardımcısı (sözgelimi günümüz Amerika’sındaki
Başkan Yardımcısı gibi) Maximian (Marcus Aurelius Valerius Maximianus
Herculius) olmuştu. Bu ikili daha sonra kendi Sezarlarını atadılar. Buna göre
Doğu’nun stajyer imparatoru Galerius (Gaius Galerius Valerius Maximianus),
Batı’nınkiyse Constantius (Gaius Flavius Valerius Constantius) olmuştu.
Askeri ve sivil otorite arasına kalın çizgiler çekiliyor
Tetrarşi’nin her üyesi Balkanlardan gelme sıkı askerlerdi. Asli görevleri,
imparatorluğun sınırlarını korumaktı. İmparatorluk içerisinde dört stratejik
noktada dört karargâh kuruldu: Kuzeydoğu Anadolu’da Nicomedia (İzmit),
İtalya’da Mediolanum (Milan), Germanya’daki Mosel nehri civarında
Trevirorum (Trier/Almanya) ve Tuna üzerinde Sirmium (Voyvodina/Sırbistan.)
Yaklaşık yirmi yıl boyunca bu dörtlü yönetim ciddi bir askeri başarıya imza
attı.
Diocletian, daha çok idari işlerle ilgilense de yönetimin diğer üç ayağı,
Persler ve Gotlarla yapılan savaşları kazanmış, İngiltere ve Kuzey Afrika’da
patlak veren isyanları bastırmıştı. Kendisinden önceki imparatorlar askerlerin
maaşlarını değeri düşürülmüş sikkelerle ödediği için ekonomi çökmüştü.
Diocletian, paranın değerini geri kazanması ve enflasyonu kontrol etmek için
geniş çaplı ekonomik reformlar uyguladı. Tam değerinde altın sikkeler
bastırdı. Daha dengeli bir vergi sistemi oluşturdu. Daha o zamanlardan sabit
maaşlıların başına bela olmaya başlayan enflasyonu dizginlemek için, ülke
genelinde, iğneden ipliğe her kalem malın taban ve tavan değerini belirleyen
bir Fiyat Fermanı (Edictum De Pretiis Rerum Venalium) yayınlatarak, fiyatları
sabitletti. Tüm bunlar önemli olmakla birlikte, Diocletian’ın imparatorluğun
canına can katan icraatı, askeri otoriteyle sivil idareyi birbirinden ayırması
olmuştu.
Tetrarşi döneminde, az önce değindiğimiz gibi, imparatorluk dört ana
parçaya bölünmüştü. Ama Diocletian bununla da yetinmedi, bu dördü, daha
sonradan on iki parçalık vilayetlere (diocese) ayırdı. Bu vilayetlerdeki her bir
askeri birim, bir başka vilayetteki üstlerine karşı sorumluydu. Böylelikle
Diocletian, valilerin, kendi bölgelerindeki askeri birimler üzerinde hâkimiyet
kurup fırsatını bulunca da ayaklanmalarının önüne geçmişti!
Roma ikiye bölünüyor, Büyük Constantine sahne alıyor
Diocletian, 305’te, bir istisna olacak şekilde(!) kendi rızasıyla iktidarı
bırakmadan önce, Doğu ve Batı olarak bölünecek imparatorluğu yönetmeleri
için iki Augustus seçti. Ancak ertesi sene Batı’nın Augustus’u I. Constantinus
ölüp oğlu Constantine (Flavius Valerius Constantinus) babasının yerini alınca,
Tetrarşi de sarsılmaya başlayacaktı. Şimdi Constantine ile, İtalya ve Kuzey
Afrika’yı hâkimiyetine alan Maximian’ın oğlu Maxentius (Marcus Aurelius
Valerius Maxentius) arasında sıkı bir iktidar kavgası başlamıştı. İkisi de Batı
Roma’nın tek hâkimi olmak istiyordu. Aynı esnada imparatorluğun doğusunu,
Galerius’un ardından iktidara gelen Licinius (Flavius Galerius Valerius
Licinianus Licinius) ile Daia (Maximinus Daia) birlikte yönetiyordu.
Constantine, 312’de Maxentius’u, sırasıyla Turin, Verona ve Milvian Köprüsü
Savaşı’nda (Roma) hezimete uğratarak ikiye bölünmüş Batı Roma’yı birleştirdi
ve hemen ardından doğudaki Licinius’la müttefik oldu. Plana göre Licinius da
Daia’yı ortadan kaldırıp doğunun tek hâkimi olacaktı. Ortalık sütliman olmuş
gibi görünüyordu. Ya da herkes öyle sanıyordu. Constantine’in aklında tek bir
şey vardı: Başında sadece kendisinin olduğu tek parça bir imparatorluk!
Oysa henüz doğuda iki ayrı imparator daha vardı. Planını ilmek ilmek işleyen
Constantine, stratejik bir adım daha attı ve yeni Hıristiyan olmuş üvey kız
kardeşi Constantia’yı (Flavia Julia Constantia) ittifaklarının hediyesi olarak
Milan’da yapılan bir törenle Licinius ile evlendirdi. Tören esnasında
Constantine, Licinius’u başta Hıristiyanlık olmak üzere imparatorluk sınırları
içindeki tüm dinlere hoşgörüyle yaklaşılacağını hükme bağlayan Milan
Fermanı’nı (Edict of Milan) imzalamaya ikna etmişti. Bu yeni dinden huzursuz
olan Licinius, başta itiraz etse de ‘Büyük’ sıfatını boşuna hak etmediğini
gösteren Constantine, “Üzerlerinde baskı kurup düşmanlıklarını
kazanmaktansa, hoş görüp desteklerini alalım” deyince imzayı bastı. O
günlerde Hıristiyanlık Roma illerinde süratle yayılıyordu. Constantine’in yakın
çevresindeki Hıristiyan din adamları tek tanrıyı kabul etmesi için imparatora
telkinde bulunuyorlardı, ama nafile. Constantine’in şüpheleri vardı. Bunca
asırdır taptıkları Jüpiter ve Mars ne olacaktı? Ya onlar için yaptıkları adaklar,
döktükleri kanlar? Yoksa Milvian Köprüsü’nde olanlar55 gerçekten de bir işaret
miydi?
Licinius’un Daia’yı mağlup edip Doğu Roma’nın tek hâkimi olduğu günlerde
Constantine, tebdil-i kıyafet edip Roma kiliselerini gezerek bu yeni dini
anlamaya çalışıyordu. Etrafındaki din adamları telkinleri sıklaştırmıştı. “İman
et. Tek tanrıyı kabul et. Roma’nın tek imparatoru ol, dünya senin olsun!”
diyerek imparatorlarını ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu yeni dinin arkasına
Roma’nın desteğini almasının ne kadar önemli olduğunu fark etmişlerdi…
Tek Tanrı, Tek İmparator, Tek İmparatorluk!
Fazla beklemelerine gerek kalmadı. Constantine iman edip ilk Hıristiyan
imparator oldu! Bu karar, Senato’dakileri çılgına çevirdi. Nasıl olurdu da
imparator, ‘sapıklık’ ve ‘ilkellik’ olarak gördükleri bir dini kabul edebilirdi?
İmparatorun Senato toplantılarına katılıp “Sizin tanrılarınızın kendilerine bile
faydası yok!” diyerek Roma’nın kadim tanrılarına hakaret etmesi, senatörleri
iyice çılgına çevirmişti. İmparatorun suyunun ısındığını düşünüyorlardı. Fazla
geçmeden kendilerine bir müttefik de buldular. Yeni dinin yayılışını kendi
otoritesi açısında tehlikeli gören Licinius da onlara katılmış, “Öldürün şu
adamı, hepimiz kurtulalım” diyordu. Lakin Constantine uyumuyordu. Kız
kardeşi bu ayak oyunlarından onu haberdar etmişti bile. Batı’nın imparatoru
meydana çıktı ve halka seslendi:
“Tek Tanrı, Tek İmparator, Tek İmparatorluk!”
Böylelikle Hıristiyan olduğunu tebaasına resmen ilan ettiği gibi Roma’nın iki
yakası arasında kutsal bir savaş başlattığını da bildirmiş oluyordu. Evet,
kendisinden önceki imparatorlar büyük siyasi, ekonomik ve askeri
dönüşümlere imza atmışlardı. Ancak Constantine, Hıristiyanlığı kabul ederek
dünya tarihinin gidişatını değiştirecekti...
İki Roma Üsküdar’da çarpışıyor!
Tüm dünya, Hıristiyanların tanrısıyla Roma’nın putları arasındaki savaşın
sonucunu bekliyordu. Balkanlardaki bir dizi çarpışmanın ardından iki imparator
arasındaki nihai savaş, 18 Eylül 324’te, imparatorluğun doğusundaki
topraklarda, Chrysopolis’te (Üsküdar) gerçekleşti: Constantine dediğini
yapmıştı. Artık tek parçalı imparatorluğun tek hâkimi oydu.
Hollandalı Barok dönem ressamı Peter Paul Rubbens’in Avrupa’nın ilk Hıristiyan İmparatoru olan Büyük Constantine’i
Konstantinopol’ün temellerini attırırken resmeden 1622 tarihli çalışması.

Elindeki gücü Hıristiyanlığın yayılması için kullanan Constantine, Roma


tanrılarına adanan altınlara el koyarak yeni kiliseler yaptırdı. Hıristiyanlığı
devlet dini haline getirdiği gibi, bu yeni dinin tarihi açısından önemli olan ve
Hz. İsa’nın ‘tanrı’ kabul edildiği Nicaea Konsülü’ne 56 (İznik Konsülü) de bizzat
başkanlık etti. Ancak yaptıkları arasında bir şey daha vardı ki bunun etkisi,
ölümünden çok ama çok uzun yıllar sonra bile devam edecekti.
Constantine, dini ve stratejik sebeplerden dolayı 330 yılında imparatorluğun
yeni başkenti olarak, Boğaziçi’nde, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan
kesişme noktasındaki eski bir Yunan şehrini; Byzantium’u işaret etti. Şehre
‘Nova Roma’ (Yeni Roma) adını verdi. Fakat 337’deki ölümünün ardından
şehir, bu büyük imparatorun anısına Constantinople * (Constantine’in Şehri)
olarak isimlendirildi.
Batı Roma’nın Çöküşü
Constantine’in tekrar birleştirdiği Roma İmparatorluğu’nun hâkimi, 379–395
yılları arasında hüküm süren I. Theodosius (Flavius Theodosius) olmuştu.
Ölmeden önce imparatorluğun doğusunu on sekiz yaşındaki oğlu Arcadius’a
(Flavius Arcadius), batısınıysa on yaşındaki Honorius’a (Flavius Honorius)
bırakan Theodosius, böylelikle imparatorluğu bir kez daha ve bu kez kalıcı
olarak bölmüştü. Çocuk yaştaki imparatorların tahta geçmesiyle yönetim
zafiyeti baş göstermiş, hiçbir imparator bir daha hem batı hem de doğuyu
aynı anda yönetememişti.

4. yüzyılda Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları. (www.lib.utexas.edu)

Beşinci yüzyılla birlikte imparatorluğun iki yakası kendi yollarında yürümeye


başladı. Doğu istikrarlı bir şekilde gelişmesini sürdürüyor; Romalıların kısaca
“barbar” olarak isimlendirdiği işgalci kavimlere karşı sınırlarını başarıyla
savunuyor; tahrip gücü yüksek bu kitleleri Batı Roma’ya doğru kovalıyordu.
Batı ise ekonomik zayıflık, iktidar olup muktedir olamayan imparatorlar,
işgalci Germen kabileleri (özellikle Gotlar) ve yeni bir güç merkezi olarak
kendisini göstermeye başlayan Avrupa Hunlarının saldırıları yüzünden
çözülüyordu. Galya, İspanya ve diğer eyaletlerde kıtlık göstermiş, hırsızlık
sıradanlaşmıştı. Özellikle Hunların önlerine katıp kovaladığı Gotlar, hiçbir
yerde yurt edinememiş, oradan oraya sürüklenip duran savaşçı bir milletti.
Sınırları gevşeyen Batı Roma İmparatorluğu, belki kendilerine yurt olabilirdi.
Halihazırda Roma şehirlerinde yaşayan birçok Got vardı. Bu esnada İmparator
Honorius’un sağ kolu Stilicho, kan dökülmeden bir uzlaşmaya varılabilmesi
için Gotların lideri Alaric ile Ravenna’yı geçici başkent yapmış olan imparatoru
arasında mekik diplomasisi yürütüyordu.
“Bize toprak ver, yoksa Roma’yı yakarım!”
Zayıf durumdaki Roma ordusunun bir parçası olmaları karşılığında Gotlara
yaşayabilecekleri topraklar verilmesi konusunda anlaşmaya varılmıştı ki
“Barbarlara elimizi verirsek, kolumuzu isterler. İşi kılıçla çözelim” diyen
senatörlerin kışkırtmasıyla imparator, sağ kolunu öldürttü. Senato’nun resmi
görüşü, “Barbarların ilkel dürtüleri, Romalılarınsa aklı ve medeniyeti temsil
ettiği” şeklindeydi. Uzlaşma söz konusu bile olamazdı. Roma başta olmak
üzere, İtalyan şehirlerindeki Gotlar kılıçtan geçirildi.
Yüz bini bulan ordusuyla Roma sınırları dışında bekleyen Got lider Alaric, ki
kendisi de eskiden paralı asker olarak Roma için savaşmıştı, aldatıldığı için
öfkeden deliye döndü. “İmparator bizi kandırdı. O halde Roma’ya yürüyoruz!”
diyerek Galya ve Germanya üzerinden başkente ulaşıp şehri kuşattı. Halk
perişan, şehir savunmasızdı. Lakin Alaric, şehre saldırmadı. Yağma yapmayı
değil, diplomasi yoluyla yerleşecekleri bir toprak kazanmayı planlıyordu.
Senato’nun şehirdeki tüm altınları kendisine vermesi üzerine kuşatmayı
kaldırdı. Romalılar rahat bir nefes aldı. İlk raundu Alaric kazanmıştı. Senatör
Priscus Attalus aracılığıyla Honorius’a bir kez daha haber yolladı:
“Bize toprak ver, yoksa Roma’yı yıkarım!”
Attalus’un aracılık ettiği müzakereler sonucunda, fazla bir değeri olmayan
Noricum (Avusturya ve Slovenya) eyaletinin Gotlara verilmesi kabul edildi.
Attalus Roma’da bir kahraman gibi karşılandı, istediklerini alan Gotlar,
Roma’dan tamamen çekilmişti. Ama Honorius’un planı başkaydı. Sadece
Roma’ya takviye birlik yollamak için zaman kazanmak istemişti. Fakat
yolladığı ordu, Gotlar tarafından pusuya düşürülüp imha edildi. Alaric ikinci
kez aldatılmıştı!
Bunun üzerine 409 yılında Roma tarihinin en ilginç olaylarından biri yaşandı.
Senato’ya giren Got lider, senatörlere parmağıyla Attalus’u işaret ederek, “Bu
adamı hemen Roma İmparatoru ilan edeceksiniz!” dedi. Emir demiri kesti ve
Batı Roma’nın bir anda iki imparatoru birden oldu! Alaric’in zihninde kırk tilki
dolanıyor, kuyrukları birbirine değmiyordu. ‘Tayin ettiği’ alternatif imparatorla
Honorius üzerinde baskı kurup istediklerini yaptırmayı planlıyordu. Ama
evdeki hesap çarşıya uymadı. Honorius boş biri değildi. Hem alternatifini hem
de onu sahneye süreni zor durumda bırakmak için Roma’ya yiyecek
ambargosu uygulanması emrini verdi! Oysa kısa bir süre önce kuşatmayı
kaldırtarak şehirdekileri açlıktan kurtaran yine kendisiydi. İktidar aşkı işte
böyle bir şeydi!
Tam bir sinir ve taktik savaşı sürüyordu. Afrika’dan Roma’ya yapılan gıda
sevkiyatı durdurulmuş, Roma ahalisi kırılmaya başlamıştı. Halk Attalus’a karşı
ayaklandı. Sonuç alamayacağını gören Alaric bir kez daha diplomasiye niyet
etti. “Gel, hem şu Attalus’tan kurtulalım hem de anlaşma şartlarını konuşalım,
yoksa bu kez Roma’yı gerçekten yıkacağım!” mesajını yolladı. Teklifi kabul
görecekti.

Gotlar, 24 Ağustos 410’da girdikleri Roma’yı üç gün boyunca yağmaladılar. Bu olay, Batı Roma’nın son nefesini verdiği anlamına
geliyordu. (heritage-history.com)

Alaric yine Ravenna’ya doğru yola çıktı. Ancak Roma ordusunda generalliğe
kadar yükselmiş olan Got asıllı Sarus, Alaric’e beslediği kişisel nefretten57
dolayı bu uzlaşma ihtimali karşısında çok öfkelenmişti. Emrindeki altı bin
askerle, müzakereye yürüyen Alaric’i pusuya düşürdü. Fakat Sarus ve
askerleri, oldukça bilenmiş olan Gotlar karşısında tutunamadılar. Hepsi
kılıçtan geçirildi. Ezeli düşmanı Sarus’un Honorius tarafından üzerine
salındığını düşünen Alaric, üçüncü kez aldatılmış olmanın öfkesiyle emrini
verdi:
“Roma’yı yıkın!”
1000 yıllık imparatorluk sona eriyor…
Gotlar, 24 Ağustos 410’da girdikleri Roma’yı üç gün boyunca yağmaladılar.
Yaklaşık sekiz asır önce, M.Ö. 390’da yaptıkları gibi, Roma’yı bir kez daha
işgal etmişlerdi. Bu olayın ardından Batı Roma bir daha iflah olmadı.
İtalya’daki Germen kabileleri 476’da ayaklanarak, Got komutanlarından
Odoacer’i kral ilan etti. Odoacer, dönemin genç imparatoru Romulus
Augustulus’u tahttan indirip imparatorluğun başına geçtiğini iddia etse de
aslında Batı Roma’nın yerini almış olan İtalya Krallığı’nın ilk hükümdarı
olmaktan öteye geçemedi. Bizans tarihçileri, 476’yı Batı Roma
İmparatorluğu’nun resmen sona erdiği yıl olarak kabul etti. Tarihin en büyük
imparatorluğunda oyun bitmiş, perde kapanmıştı. Ama sadece batısında.
Doğusundaki, bin yıl daha açık kalacaktı. Ta ki II. Mehmet’in kapatacağı ana
kadar…
Roma İmparatorluğu neden çöktü?
Roma İmparatorluğu’nun neden çöktüğü sorusuna verilebilecek tek bir cevap
yok; ancak genel olarak birbiriyle iç içe geçmiş ve birbirini besleyen bazı
nedenlerin imparatorluğa diz çöktürdüğü kabul edilebilir. Gelin, bunlara bir
göz atalım.
Roma imparatorlarının çoğunun cani karakterli, güç delisi ya da aklından
zoru olan yöneticiler olduğu gerçeğine rağmen dünya, Roma denince, daha
çok Roma vatandaşlarının sosyal yaşantısını ve bu yaşantıdaki parıltıyı gördü.
Oysa imparatorluk tarihi politik suikastlar, Roma yakılıp yıkılırken kendi kişisel
iktidarına odaklanmış senatörler, binbir çeşit saray entrikası ve şizofren
imparatorların hikâyeleriyle örülmüştü. Özetle, her zaman için bir krize
dönüşebilecek bu yönetim zafiyeti, imparatorluğun bileği bükülmez bir askeri
güce sahip olduğu dönemlerde dikkat çekmiyordu. Zamanla su üzerine çıktı.
Birçokları Roma’nın çöküşünden Hıristiyanlığı bile sorumlu tuttu. Bunlara
göre Hıristiyanlık Romalıları pasifleştirmiş, barbar saldırılarına dayanmalarını
zorlaştırmıştı. Kiliseler için sarf edilen para orduya harcanabilir, böylece
imparatorluğun ömrü uzatılabilirdi. Buna karşın bazıları da bu yeni dinin
Romalıların ahlaki değerlerini güçlendirdiğini ve buna paralel olarak
imparatorluğun ömrünü uzattığını iddia eder.
Ahlaki gerilemenin imparatorluğu çöküşe götürdüğü de tezlerden biridir.
Buna göre Roma lejyonlarını bir arada tutan ahlaki çimento dağılmış; halk ve
ordu, arena oyunları ve sınır tanımayan partilerle kendini eğlenceye vermiş;
hırsızlık ve suç oranları artmıştı. “Ahlaken çözülen bir toplum içinse çöküş
kaçınılmazdı.” Bununla bağlantılı olarak gösterilen nedenlerden biri de
toplumun fiziksel sağlığının bozulmuş olmasıydı. Bu tez sahiplerine göre içme
suyunun yetersizliği ve kanalizasyon alt yapısının olmaması salgın hastalıkları
yaygınlaştırmış, zevk ve sefaya dayalı hayat tarzı sonucu cinsel hastalıklarda
patlama yaşanmıştı. Yine de Roma gibi bir imparatorluğun çöküşünü izah
etmek için bu tezin fazlaca hafif kaldığını söyleyip devam edelim.
Roma’da en büyük mesele, şahit olduğunuz üzere, yeni imparatoru
seçmekti. Romalılar yeni imparatorun nasıl seçileceğini belirleyen sürekli ve
etkili bir yöntem geliştirememişlerdi. Yeni hükümdar; daha çok eski
imparator, Senato ve pretoryanlar arasındaki güç dengesine göre belirleniyor
ve kendilerine daha çok ayrıcalık bahşeden imparatorun seçilmesini sağlayan
pretoryanlar son sözü söylüyordu. Öyle ki M.S. 180’lerden itibaren neredeyse
pretoryanlara en yüksek teklifi yapan adayın seçilmesi gibi bir rüşvet/açık
arttırma geleneği yerleşmişti. Bunu takip eden bir asır içinde Roma, 25’i
suikastla ortadan kaldırılan 37 imparatora şahitlik etti. Bu ‘sürekli yönetim
krizi’ imparatorluğun felç olmasının sebeplerinden biriydi.
Ve işsizlik! Günümüzün bu kronik hastalığı Roma’yı da avuçlarına almıştı.
Zamanla maliyetleri artınca, köleler serbest bırakıldı. Bunlar büyük şehirlere
giderek işsiz kitlelere dönüştüler. Bu durum az önce bahsettiğimiz suç
oranının artmasında etkili oldu. Enflasyon da Roma’nın başını yiyen
sorunlardan biriydi. Marcus Aurelius döneminde başlayan enflasyon, zamanla
serpildi. Yeni fetihlerin durmasıyla hazineye altın akışı kesildi. Buna karşın
lüks harcamalara ara verilmedi. Doğal olarak sikkelerdeki altın oranı azaldı,
paranın kıymeti düştü. Bu kaybı kapatmak isteyen tüccar, fiyatları arttırdı.
Ekonomi teklemeye başladı ve nihayetinde de tamamen çöktü.
Roma’nın bir diğer hayati sorunu teknoloji üretememesiydi. Özellikle
imparatorluğun son 400 yılında bilimsel ve idari çalışmalar, sadece
mühendislik ve kamu yönetimiyle sınırlandırılmıştı. Büyük mabetler, köprüler,
yollar inşa ediliyordu, kabul; ama bunlar daha çok insan ve hayvan gücüyle
yapılıyordu. Kas gücüne verilen bu aşırı önemle, yeni teknolojiler ihmal edildi.
Artan nüfusa yetecek hızda üretim yapılamadı. Yeni toprakların fethinin sona
ermesiyle teknoloji transferi de durmuştu.
Askeri harcamalar son noktayı koydu
Güçlü bir ordu güçlü devletin olmazsa olmazı, buna şüphe yok. Ordulara
harcanan paralar sebebiyle fakir ülkelerin bellerinin bükülmesi bir yana,
hazinesi boş ama kendisi büyük devletlerin güçlü ordularını besleyememesi de
ayrı bir handikap. Zira kontrol altında tutulması gereken toprakların
artmasıyla yükselen askeri harcamalar, ne kadar güçlü olursa olsun, her
devleti açmaza sürükleyebilir (Sözgelimi George W. Bush iktidarında Irak ve
Afganistan’ı işgal ederek bütçesini zorlayan Amerika’nın 2008’de patlak veren
ekonomik krizle içine düştüğü durum) İşte Roma da bunu yaşamıştı. Göçmen
kavimlere karşı sınırları koruyan orduyu beslemek için daha çok yatırım
yaptıkça diğer alanlara para bulamadı. Az önce değindiğimiz gibi teknoloji,
sağlık, eğitim ve altyapı ihmal edildi. Boşalan hazineyi doldurmak için vergiler
arttırıldı. Bu kez halk ayaklandı. Öte yandan parası ödenmeyen ordu
motivasyonunu kaybetti. Devlet suçlular, başıbozuklar ve yabancılardan
oluşan paralı asker seçeneğine yöneldi. Bu yöntem maliyetli olduğu gibi işe
de yaramadı. Asırlardır sınırları göçmen kavimlere karşı koruyan Roma ordusu
yıpranmıştı. Ordu, üçüncü yüzyıldan itibaren İtalya’daki iç savaşlarda
kullanılmak için sınır boylarından geri çekilince sınırlar korumasız kaldı ve…
devamını biliyorsunuz. Göçmen kavimler yönetimi ele geçirince alt yapı çöktü,
ticaret durdu. Tarım zaten iflas etmişti. Uzun süredir yalpalayan Roma, yere
kapaklandı. Ünlü tarihçi Edward Gibbon, Roma tarihini konu alan ‘the Decline
and Fall of the Roman Empire’ (Roma İmparatorluğu’nun Gerileyişi ve Çöküşü)
isimli kitabında imparatorluğun içine düştüğü açmazı gayet çarpıcı bir şekilde
dillendiriyordu:
“Roma’nın gerileyişi, olağanüstü haşmetinin getirdiği doğal ve kaçınılmaz bir
sonuçtu. Zenginliği, gerileyişini olgunlaştırmış; fetihlerin ölçeği, çöküşün
temellerini atmıştı. Zaman ya da zincirleme reaksiyonlar, suni destekleri
ortadan kaldırır kaldırmaz, bu hayranlık uyandıran bünye, kendi ağırlığı altında
ezilmeye mahkûm olmuştu. İmparatorluğun yıkılmasının nedeni basit ve
gayet açıktır. Ve aslına bakarsanız neden çöktü diye araştıracağımıza nasıl bu
kadar uzun sürdüğüne şaşırsak daha iyi olur.”
Roma’dan geriye ne kaldı?
Modern tarihçiler, geç Antik Çağ ile erken Orta Çağ arasında bir süreklilik
olduğuna vurgu yaparlar. Siyasi yapılar değişmiş ve şehirler düşmüş; ancak
toprakta çalışan halkın yüzde 90’ı için hayat her zaman olduğu gibi devam
etmiştir.
Roma hukuku, Latin dili ve Hıristiyanlık belli bir süreklilik sağlamıştı; ama
kapsamlı değişiklikler de yok değildi. İç topraklarda Roma kültürü gösterişini
kaybederken, Yunan-Roma medeniyeti Akdeniz’e geri çekilmişti.
Yunan-Roma medeniyetinin on beşinci yüzyıl İtalya’sında yeniden
keşfedilmesi, Rönesans denilen yeni bir ruh halini ve dönemi tetikledi.
Heykeltıraşlar gerçekçilik akımının Greko-Romen şekillerine döndü, mimarlar
Yunan sütunlarını ve Roma kubbelerini kopyaladı. İngiliz William Shakespeare
gibi oyun yazarları Roma komedilerinin uyarlamalarını yaptı. Filozoflar, Roma
hukuk usullerini incelerken, siyaset teorisyenleri Roma’nın özgürlük ve istibdat
tartışmalarına geri döndü. Amerika ve Fransa’daki devrimcilerin Roma
metinlerini yeniden çalışması ve on dokuzuncu yüzyıl portre ressamlarının
Roma tarzını benimsemesiyle Roma kültürünün büyüsü devam etti. Özetle
Roma, siyasi açıdan 476’da çökse de Roma medeniyeti Avrupa’nın dokularına
nüfuz etmişti.
Osmanlı da mirasa talip olanlardandı
Romalılar ve imparatorlukları, Orta Çağ’dan Rönesans dönemine, oradan da
günümüze uzanacak şekilde Avrupa tarihine kültürel ve siyasal açıdan şekil
verdiler. Konstantinopol’ün fethi öncesinde ve sonrasında birçok ülke Roma
İmparatorluğu’nun varisi olduğunu iddia etti. Roma’yı batıda tekrar
canlandırmak adına Papa III. Leo’nun 800 yılında Şarlman’a (Charlemagne)
‘Roma İmparatoru’ sıfatıyla taç giydirmesiyle başlayan Kutsal Roma
İmparatorluğu ve fethinin hemen ardından, Bizans’ın yıkılmasıyla kendisinin
Üçüncü Roma olduğunu iddia eden, Bizans Ortodoks Hıristiyanlığı geleneğinin
mirasçısı Rus Çarlığı bunlardan ilk ikisiydi. Üçüncüsüyse, bizzat Bizans’ı yıkan
Osmanlı olmuştu! İmparatorluk sistemini Bizans modeline göre şekillendiren
ve başkentini, fethettiği şehre taşıyan Fatih Sultan Mehmed, Roma
İmparatoru’nun tahtına oturduğunu iddia etmiş, hatta ‘imparatorluğu
birleştirmek’ amacıyla, 1480 Mart’ında Otranto’da Napoli ve Papalık orduları
tarafından durdurulana kadar sürdürdüğü İtalya seferine çıkmıştı! Öyle ki
bugünün İstanbul’u Konstantinopol ismini 28 Mart 1930’a kadar taşıyacaktı.
Bununla birlikte ana akım tarihçilerin üzerinde mutabakata vardığı yaklaşım
şöyledir: Roma İmparatorluğu, M.Ö. 753’te Roma şehrinin kuruluşuyla
başlamış ve Trebizond İmparatorluğu’nun (Trabzon Rum Pontus
İmparatorluğu) 1461’de yine Fatih tarafından yıkılmasına kadar 2 bin 214 yıl
ayakta kalmıştır.

Gladyatör oyunları, Roma kültürün köşe taşlarından biriydi. Zırhlarla ve en öldürücü silahlarla donanmış özel eğitimli gladyatörler,
Colosseum’da diğer köleler ve suçlularla dövüştürülürdü.

Son parçasının yıkılmasının üzerinden 500 yıldan fazla bir zaman geçmesine
rağmen bugün hem Batı hem de Doğu medeniyetleri üzerindeki Roma etkisi
devam etmekte. Romalıların başarılı uygulamalarının çoğu çeşitli ülkeler
tarafından aynen alındı. Sözgelimi bir Roma icadı olan çimento, günümüzün
modern takvim sistemi, Hıristiyanlığın kurumsallaşması, neo-klasik mimari,
halen bir kısmı ayakta duran ve buharın icadına kadar insanoğlunun
mesafeleri en hızlı şekilde kat etmesine imkân tanıyan Roma Yolları ilk akla
gelenler.
Roma hükümet geleneği, ülkeyi kuranların kaleme alırken “Yeni bir
‘Augustan Çağı’ başlatmak istiyoruz” dedikleri Amerikan anayasası başta
olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin anayasasını ve yönetim şeklini derinden
etkilemiştir. Yine günümüz devlet yönetim çarkının olmazsa olmazları; hukuk,
memurluk, vergi toplama ve kamu yönetimi gibi unsurlar da Roma’nın
insanlığa mirasıdır. Özetle, bugün Batı dediğimiz blok, entelektüel tarihini
Yunanlılardan; yasama, yürütme ve yargı erklerini ise Romalılardan almıştır.
Avrupa halen Roma gölgesinde
Çok geniş topraklar üzerinde yükselen Roma, farklı kültürlerden halkların
birikimlerini modern zamanlara miras bırakmalarına olanak tanıdı.
İmparatorluk Yunan sanatı, felsefesi ve klasiklerine sahip çıktı, Yahudilerin
dini ve etnik kimliklerine büyük ölçüde hoşgörü gösterdi, devlet desteği
vererek Hıristiyanlığın önünü açtı, başta Babillilerin astronomi ve astroloji
birikimi olmak üzere Mısırlıların, Perslerin ve hamiliğini yaptığı diğer
medeniyetlerin kendi kültür ve bilim miraslarını sürdürmelerine izin verdi.
Romalılar idare, mimarlık ve hukuk alanlarında kendilerine has yeteneklerini
korudular ve Latin dilini yaydılar. Bu şekilde Batı geleneği dediğimiz ve iki
milenyum süresince şekillenen kültür unsurlarının kombinasyonu olan yeni bir
Roma-Yunan sentezi oluşturdular. Bugün bile Avrupa’nın büyük bir kısmı
Romalıların 2 bin 500 yıl önce temellerini attığı sosyo kültürel dünyanın
gölgesinde yaşamaya devam ediyor.
İmparatorluğun Seyir Defterinden

İmparatorluk en geniş sınırlarına 5 milyon 900 bin km² ile imparator Trajan döneminde (98-117)
ulaştı.
Günümüzün modern devletlerinden İtalya, Portekiz, Yunanistan, İspanya, İngiltere, Fransa,
Belçika, Almanya, Hollanda, İsviçre, Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Slovenya, Romanya,
Türkiye, Bulgaristan, Ürdün, Lübnan, İsrail, Mısır Cezayir ve Fas, bir zamanlar Roma
İmparatorluğu’nun sınırları içerisindeydi.
Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Gürcistan, Azerbaycan ve Sudan da kısmen Roma işgali yaşamıştı.
En şaşalı döneminde bugünkü Amerika’nın büyüklüğüne ulaşmıştı. Nüfusu 70-100 milyon arasında
değişiyordu. Sadece başkent Roma’da 1 milyon insan yaşıyordu. İmparatorluğun dört bir yanını
sarmış yolların uzunluğu 80 bin km’yi buluyordu.
Roma’nın sembollerinden Colosseum’un 100 gün süren açılış törenlerinde aralarında filler, kaplanlar,
aslanlar, zürafalar ve hipopotamların olduğu 5 bin hayvan öldürülmüştü.
Gladyatör oyunları, Roma kültürün köşe taşlarından biriydi. Zırhlarla ve en öldürücü silahlarla
donanmış özel eğitimli gladyatörler (ki kölelerden seçiliyorlardı), Colosseum’da diğer köleler ve
suçlularla dövüştürülürdü. Gladyatörler kadar donanımlı olmayan bu kurbanlar, nadiren de olsa, galip
gelirlerse özgürlüklerine kavuşabiliyorlardı. Taraflardan biri, yaralandığında sol elinin başparmağını
kaldırarak izleyicilerden merhamet dilerdi. Ölüp ölmeyeceğine izleyenler karar verirdi. Birçoklarına
göre Colosseum’daki bu kanlı oyunlar, ahlaki dejenerasyonun en büyük göstergelerinden biriydi.
İmparatordan ziyade bir gladyatör gibi yaşayan Commodus, arenada giriştiği 1031 mücadeleyi
kazanmıştı.
Romalılar yiyecek ve içecekleri soğutmak için kurşun kaplar kullanırlardı. Birçok tarihçi, Roma
imparatorlarının tuhaf davranışlarını zaman içinde kurşundan zehirlenmiş olma ihtimalleriyle açıklar.
Başkent Roma’dakilerin çoğu bugün olduğu gibi apartmanlarda yaşıyorlardı! İmparatorluğun son
dönemlerinde şehirdeki apartmanların sayısı 50 bine yaklaşmıştı. Bunların çoğu altı katlıydı ve alt
katlarda daha çok en düşük gelir grubuna mensup olanlar otururdu.
Filmlerden aşina olduğumuz Toga’yı (Vücudun etrafına sarılan tek parça elbise) sadece Roma
vatandaşları giyebiliyordu. Senatörler kısmen pembe togalar giyebilirken, tamamen pembe toga
giymek sadece imparatora has bir ayrıcalıktı.
Roma imparatorları hiçbir zaman altın taç takmadı. Bunun yerine defne yapraklarından örülü taçlar
kullanırlardı.

İmparatorluğun Köşe Taşları


M.Ö. 753 Roma kuruluyor.
M.Ö. 509 Cumhuriyet rejimi başlıyor.
M.Ö. 390 Roma göçmen kabileler tarafından yağmalanıyor.
M.Ö. 272 Roma, tüm İtalya’yı hâkimiyetine alıyor.
M.Ö. 264 Kartaca ile savaşlar başlıyor.
M.Ö. 214 Makedonlarla savaş başlıyor.
M.Ö. 197 İspanya ile savaşlar başlıyor.
M.Ö. 146 Kartaca yeniliyor, Roma’ya bağlanıyor.
M.Ö. 148 Makedonya, Roma toprağı oluyor.
M.Ö. 133 Anadolu, Roma toprağı oluyor.
M.Ö. 49 İç savaş. Sezar yönetime el koyuyor.
M.Ö. 44 Sezar ömür boyu diktatör seçiliyor, suikast sonucu öldürülüyor. Cumhuriyet rejimi sona eriyor.
M.Ö. 27 Octavian (Augustus) ilk imparator oluyor.
14 Augustus ölüyor.
14-37 Tiberius dönemi
37-41 Caligula dönemi
41-54 Claudius dönemi
43 İngiltere ele geçiriliyor.
54-68 Nero dönemi
64 Roma yanıyor, Hıristiyanlara baskı başlıyor.
66-70 Yahudiler ayaklanıyor.
68-69 Galba, Otho ve Vitellius dönemleri
69-79 Vespasian dönemi
79-81 Titus dönemi
80 Colosseum inşa ediliyor.
81-96 Domitian dönemi
96-98 Nerva dönemi
98-117 Trajan dönemi
107 Dacia (Romanya) ele geçiriliyor.
117-138 Hadrian dönemi
138-161 Antoninus Pius dönemi
161-180 Marcus Aurelius dönemi
180-192 Commodus dönemi
193-235 Severan Hanedanlığı
284-305 Diocletian dönemi
293 Tetrarşiye geçiş
307-337 I. Constantine dönemi
325 Hıristiyanlık resmi din oluyor.
330 Constantinople kuruluyor.
455 Roma yağmalanıyor.
476 Batı Roma çöküyor.

M.Ö. 2000’lere kadar uzanan tarihiyle Çin, belki de dünyanın en eski medeniyeti. İmparatorluk
macerası, M.Ö. 221’de başlasa da bugün bildiğimiz Çin’in bir bütün olarak boy gösterdiği günler, bu
uzun tarihine rağmen, çok sınırlı kaldı. Daha çok, ülkenin değişik bölgelerinde palazlanan
hanedanlıkların, birbiri ardına iktidarı ele geçirdiği, güç merkezinin kuzeyden güneye, güneyden
doğuya savrulup durduğu, çiftçilerin sürekli ayaklanarak iktidarları devirdiği bir imparatorluk
geçmişine sahip oldu ülke. Gün geldi Moğollar, gün geldi Mançuryalılar imparatorluğu ele geçirdi.
Ama ne olursa olsun, Çin Seddi’nden İpek Yolu’na, barutundan kâğıdına, Budizminden
Konfüçyanizmine tüm renkleri, yenilikleri ve kaosuyla oldukça renkli bir imparatorluk geçmişi yaşadı
Çin…

İsyanlar, darbeler, saray entrikaları, icatlar ve sonu gelmez savaşlar

Çin İmparatorluğu
M.Ö. 221–1912

“Zayıf ve erdemsiz biri olarak gökleri kızdırdım. Çünkü bakanlarımın beni yanlış yönlendirmesine izin verdim.
İsyancılar başkentimi ele geçirdi. Utanç içinde atalarımla buluşmak için ölüyorum…
Yine de dualarım halkım için.”
Son Ming İmparatoru Chongzhen’in son sözleri
“İlk yaşayan canlı P’an Ku’ydu. Koskoca bir kozmik yumurtanın içinde
gelişmişti. Bünyesinde evrendeki tüm elementleri taşıyordu. Her gün 10 adım
boyunda büyüyordu. Ve bir gün o kadar büyüdü ki en sonunda içinde
bulunduğu yumurta kırıldı, yeryüzü ve gökyüzü oluştu! Onlarla birlikte her şey,
zıddıyla birlikte meydana geldi. Ve P’an Ku, bir gün Sarı Nehir Vadisi’nde şanlı
bir millet yarattı. Onlara Çinliler dendi…”

Çin tarihi sürekli birbirleriyle savaşan hanlıkların maceralarıyla örüldü. Ülkenin güç merkezi birbiri ardına kurulan hanedanlıklar
arasında savrulup durdu.

Çinliler geçmişlerini hikâye eden bu efsaneyi anlatmayı çok sevseler de kayıt


altına alınabilmiş veriler bize farklı şeyler söyler. Buna göre antik dönem Çin’i,
kuzeydeki az sayıdaki bağımsız devletçiklerin bir araya gelmesiyle oluşmuştu.
Shang ve Chou, bölgenin en güçlü iki hanedanlığı olarak Çin’in kuzeyini
hâkimiyetleri altına almış, fakat bu hâkimiyeti komşu bölgelere
yayamamışlardı. M.Ö. 500 yıllarında Chou Hanedanlığı’nın zayıflamasıyla,
bölgedeki diğer hanedanlar kendi aralarında savaşmaya başladı. O dönemde
Çin’de öyle yaygın bir kaos hâkimdi ki bu yıllar, ‘Savaşan Beylikler Dönemi’ 58
olarak anılacak ve kuzeydeki tüm hanedanlar, Ch’in Hanedanlığı adıyla tek bir
imparatorluk altında toplanana dek bu çok parçalı yapı sürecekti.
Çin nasıl Çin oldu?
Ch’in, Wei ırmağının kenarında hüküm süren küçük bir hanedanlıktı.
‘Savaşan Beylikler Dönemi’nde saldırgan bir dış politika izledi. Çin kökenli
felsefi bir akım olan Legalizmin59 prensiplerine dayalı merkezi hükümet
sistemini başarıyla uygulaması, onu diğer hâkim güçler karşısında avantajlı
konuma getirmişti. Ch’in, M.Ö. 256’da bölgenin en güçlü hanedanlığı oldu ve
M.Ö. 246’da iktidar 13 yaşındaki Ch’eng’e devrolundu.

Savaşan Beylikler Dönemi M.Ö. 475-221

Bu genç imparator, etrafına devrin en önemli Legalist devlet adamlarını


topladı. Baş danışmanı Legalizmin fikir babalarından Li Ssu’ydu. Onun
öğretileriyle M.Ö. 232’de, 27 yaşında tam yetkili hükümdar olan Ch’eng, çok
kuvvetli bir şekilde kuzeydeki tüm hanedanlıkları birleştirmeye soyundu.
Zenginlik ve askeri güç bakımından bileği bükülemediği için M.Ö. 221’de bu
hedefine ulaştı. O tarihten itibaren ülke, Batılılar tarafından, Ch’in’den
hareketle “China” (Çin) olarak isimlendirilecekti.
Kendisine Ch’in Shih-Huang-Ti, (Ch’in’in İlk Yüce İmparatoru) diyen
Ch’eng, ardından gelecek tüm imparatorlara örnek olacak bir devlet modeli
oluşturdu. Bu modele göre hükümet, imparator ve bakanların etrafında
şekillendirildi. Merkezi yapıyı güçlendirmek için mevcut feodal sistem, güçlü
bir hiyerarşik bürokrasiyle etkisizleştirildi. Her bölgenin valisine varıncaya
kadar bürokrasinin tüm elemanları, merkezi hükümet tarafından belirlendi.
Aristokrasinin gücünü kırmak isteyen Ch’eng tüm toprakları köylülere
vermişti. Artık vergiler aristokratlar eliyle toplanmıyor, doğrudan köylülerden
alınıyordu. Hükümet merkezi konumunu güçlendirmek için tüm hanedanlıkları
içine alacak şekilde para, ağırlık ve diğer ölçülerde tek bir standart oluşturdu.
Kanunlar, başta hükümette görev alanlar olmak üzere, yasal çizginin dışına
taşan herkese karşı tavizsiz bir şekilde uygulandı. Öyle ki imparator, yasaları
çiğnedikleri için birçok yakınının kellesini almaktan kaçınmadı.

Ch’in Hanedanlığı Dönemi MÖ 221-206

Legalistler muhalif düşüncelere karşı hoşgörüsüzdü. Aykırı düşüncelerin


sistemde aksamaya, hatta devrime sebep olacağına inanıyorlardı. Böylece
tüm okullarda felsefe, özellikle de devrin en önde gelen akımı
Konfüçyanizm60 yasaklandı; Konfüçyanist kitaplar yakıldı, öğretmenleri
katledildi.
Çin’in bilinen anlamdaki ilk imparatoru Ch’in Shih-Huang-Ti’nin iktidar hırsı öylesine sınırsızdı ki öldüğünde, kendisiyle birlikte
gömülmesi için kilden yapılmış asker ve atlardan oluşan devasa bir ordu yaptırmıştı! Zira öteki dünyada uyandığında bu orduyla
tekrar dünyayı fethetmeyi planlıyordu. 1974’te mezarına yakın bir bölgede ortaya çıkarılan bu devasa yeraltı ordusunda, 8 bin
asker, 130 at arabası, 520 at ve 150 süvari bulunuyordu. Terracotta (Kil) Ordusu olarak bilinen buluntu, UNESCO’nun dünya
mirası listesinde bulunuyor.

Hanedanlık, ticaret konusunda da son derece katıydı. Ticaret bir tür


asalaklık olarak görüldüğü için çok sıkı denetlendi, tüccarlar ağır vergilere
bağlandı, yeri geldi öldürüldü.
Ch’inliler, gözlerini kuzey hanedanlıklarından fazlasına dikmişlerdi. İstikrarlı
bir şekilde güneydeki hanedanlıkları da Kuzey Vietnam’daki Kızıl Nehir’e kadar
ele geçirdiler. En büyük düşmanları, Chou Hanedanlığı’ndan bu yana kuzeyden
akınlar yapan göçebe Hunlardı. Kuzeydekiler, Hunların bu akınlarından
korunmak için Chou’lardan itibaren yaşadıkları toprakları kuzeyden ayıran
duvarlar ve barikatlar kurmaya başlamışlardı. Ch’inliler bu yapılanları daha da
güçlendirdiler. Zamanla devasa uzunlukta bir duvara dönüşerek Ming
Hanedanlığı döneminde son halini alacak olan bu kalkana “Çin Seddi” ismi
verilecekti. Ch’eng’in kurduğu bu muhteşem imparatorluk ölümünden sadece
dört sene sonra M.Ö. 206’da yıkıldı.
Han Hanedanlığı Dönemi (M.Ö. 206-M.S. 220)

Ch’in Hanedanlığı, ülke tarihinde gaddarlığıyla iz bırakmış olsa da Batılı


tarihçiler onlardan korkuyla karışık bir hayranlıkla bahseder. Despotluklarıyla
sivrilen Ch’inliler, siyaset teorisi ve yenilikçilikte kimseye pabuç
bırakmamışlar, Çin’e en hareketli zamanlarından birini yaşatmışlardı. Fakat
tüm bu şaşalı döneme karşın hanedanlığın ömrü uzun sürmedi. Ch’inlilerin
Çin’i bir araya getirdiği M.Ö. 221 yılından hanedanlığın dağıldığı 206’ya
gelindiğinde, aradan henüz bir kuşak bile geçmemişti. Tüm bunlara rağmen
Ch’inliler, bugün Çin olarak bildiğimiz ülkenin ve üzerinde yaşayan milletin (en
azından Batıların gözünde) isim babası olmayı başardılar.
Çinlilerin manevi babası: Han Hükümdarlığı
Ch’inliler, istikrarlı bir devlet modeli oluşturulması, ölçülere ve para birimine,
en önemlisi de yazıya belli bir standart getirilmesi konusunda devrim
niteliğinde adımlar atmış olsalar da Çin’in kültürel yapısına rengini veren, bu
toprakları en uzun süre yöneten Han Hükümdarlığı oldu. Nitekim Çinliler,
kendilerini, Batılıların onlar için kullandığı ‘Çinli’ tabiri yerine ‘Han’ın çocukları’
olarak tanımlamayı tercih edeceklerdi.
Ch’inlilerin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte ülke, bir kez daha savaş
ağalarının ve soyluların sonu gelmez çatışmalarına teslim olmuş, post kavgası
başlamıştı. Ortalığı toz duman götürüyor, kılıcını çekip etrafına bir avuç asker
toplayan komutan, elde ettiği küçücük toprak parçasında hükümdarlığını ilan
ediyordu. Bu komutanların en yeteneklisi olan Liu Pang, kısa süre içinde
diğerlerini alt ederek merkezi bir hükümet kurmayı başardı ve dizginleri ele
aldı. İlk işi kendini Han Gao Zu (Han’ın Yüce İmparatoru) olarak isimlendirmek
oldu. Bu aynı zamanda Han Hanedanlığı’nın da başlangıcı oluyordu.
Han, ilk etapta Legalizmin devlet katındaki ağırlığını biraz yumuşatarak
sistemi yeniden canlandırdı. Ch’in döneminde halkı canından bezdirmiş sert
uygulamalara son verildi. Cezalar daha adaletli hale getirildi, askerlik hizmeti
ve vergi gibi yükümlülükler azaltıldı. Han, hem güçlü bir lider hem de yerinden
yönetime inanan zeki bir adamdı. İmparatorluğunu kendi içinde bağımsız
sayılabilecek küçük feodal parçacıklara ayırdı. Bir diğer önemli icraatı da tüm
imparatorluk serüveni boyunca Çin’e damgasını vuracak olan Konfüçyanizmi
adeta ülkenin resmi ideolojisi haline getirmek oldu. Han’a göre devlet,
Konfüçyüs’ün de savunduğu gibi adalet, merhamet, sevgi, görev bilinci ve
liyakat gibi değerler üzerinde yükselebilirdi. İmparatorluğun başkenti
Ch’ang’da Konfüçyüs’ün öğretilerine dayalı bir okul açıldı, burası imparatorluğu
fikren besleyen ideolojik bir merkez oldu. Han, Legalizmin katı kurallarını
halkın mutluluğu ve refahını sağlayan güçlü bir merkezi devlet anlayışıyla
birleştirmiş ve buna ‘Devlet Konfüçyanizmi’ adı verilmişti.
Han’dan önceki Çin’de devlet görevlileri bizzat yöneticilerin keyfine göre
belirleniyordu. Ancak Han, M.Ö. 165’te, bürokraside çalışacak olanları
Konfüçyüs prensiplerine dayalı, tarihin ilk seçme sınavını yaptırarak tespit etti!
Böylelikle Çinliler liyakate dayalı yönetim anlayışını hayata geçiren ilk millet
oluyordu.
İpek Yolu açılıyor, Çin ve Roma kucaklaşıyor

Han Gao Zu’nun ardından 16 yaşında tahta geçen Han Wu Ti,61 tam 54 yıl
tahtta kalarak, imparatorluk tarihinin en uzun süreli62 ikinci saltanatına imza
atacaktı. Çin’in en acımasız ve en güçlü imparatoru olarak anılan Wu Ti, Çin
sınırlarını inanılmaz bir şekilde, Vietnam’ın güneyine ve Kuzey Kore’ye kadar
genişletmiş ve Gobi Çölü’nün güneyine Çin kolonilerini yerleştirerek Hunların
akınlarını uzun bir süre engellemeyi başarmıştı. Çin etkisinin Asya’nın
merkezine kadar yayılmasına ön ayak olan Wu Ti, izlediği bu genişleme
politikasıyla bölgenin ekonomik açıdan canlanmasını sağlamış ve İpek
Yolu’na63 zemin hazırlayarak, Çin medeniyetiyle Roma’yı kavuşturmuştu.
Lakin bu başarılarına karşın Wu Ti, toprak reformu yaparak arazi sahiplerini,
ağır vergilerle de köylü sınıfını karşısına almıştı. Ortalık bir kez daha karıştı,
isyanlar ülkenin dört bir yanına yayıldı. Ve nihayetinde, kendilerine Kırmızı
Kaşlılar64 (Chi Mei) diyen gizli bir örgütün düzenlediği darbeyle hükümet
devrildi. Bu arada Wu Ti ölmüş, yerine İmparatoriçe Yüandi geçmişti. O
kargaşa ortamında yeğen Wang Mang kendisini imparator ilan etse de
kimsenin kimseyi görecek hali yoktu. Binlerce cana mal olan bu uzun kaos
döneminin sonunda İmparator Wang öldürüldü.
Han Hanedanlığı’nı tekrar toparlayıp devlet çarkını rayına sokan isim, M.S.
25’te tahtı ele geçirmeyi başaran Guangwu oldu. Onun döneminde ikinci
baharını yaşayan Hanlar, her fırsatta Çin’e akınlar düzenleyen Hunları ikiye
bölmüşlerdi. Hunların yarısı güneye giderek imparatorluğun parçası olurken,
kalanları Türkistan’daki siyasi oluşuma can vermeye soyunmuş; bu durum, Çin
ile Hunlar arasındaki mücadelede yeni bir sayfa açmıştı. Çinliler, uzun ve kanlı
bir sürecin sonunda Türkistan’ı dış dünyaya kapatacaktı.
İmparatorluğun sınırlarını Hazar Denizi kıyılarına taşımayı başaran Guangwu
da toprak reformu ve yetersiz vergi gelirlerinin kurbanı olmakta gecikmedi.
Huzursuz köylüler, M.S. 184’te bu kez ‘Sarı Türbanlılar’ın 65 liderliğinde
ayaklandı ve Han diyarı bir kez daha kan ve ateşe boğuldu, düzen bozuldu.
Takip eden otuz yıl boyunca kimse kontrolü ele alamadı. Han’ların son
imparatoru Xian’ın 220’de devrilmesiyle hanedanlık üç parçaya bölünüyor;
tarih, yeni bir sayfa açmaya hazırlanıyordu.
Üç Krallık Dönemi M.S. 220

Üç Krallık Dönemi: Budizm ve Taoizmle kucaklaşma


Han’ların yıkılmasıyla ortaya çıkan boşlukta Çin; Wei, Shu ve Wu krallıkları
olmak üzere üçe ayrılmıştı. Bu durum tam dört asır sürecek, Çin, medeniyet
macerasına üç ayrı imparatorun hükümranlığı altında; gemicilik ve tekstil
alanlarında ilerleyerek ve Hint kökenli yeni bir din olan Budizmi kucaklayarak
devam edecekti. Yine bu dönemde Taoizm 66 etkisini göstermeye başlayacak;
edebiyat, resim ve kaligrafi gibi sanat dallarında mesafe kat edilecekti.
Japonya’dan Kore’ye, Orta Asya’dan Roma İmparatorluğu’na uzanan dış
ilişkiler ağı da yine bu üç başlı dönemin ürünüydü.
Sui Hanedanlığı: Budist İmparator Yang Jian sahnede
Üç Krallık döneminin sonlarına doğru Çin, Kuzey ve Güney olarak ikiye
bölünmüştü. Bu dağınık manzaradan tek parçalı bir resim çıkarmayı başaran
isim, Kuzey Çin’deki saraylardan birinde görevli çalışkan yönetici Budist Yang
Jian oldu. 581’de iktidarı ele geçirip ardından da ülkenin güneyini işgal eden
Jian, kendisinin tanrı tarafından kutsanmış bir imparator olduğunu ilan etti.
Jian, kendisiyle başlayan Budist imparatorlar zincirinin ilk halkası ve aynı
zamanda Sui Hanedanlığı’nın kurucusuydu. Çin artık bu hanedanlıktan
sorulacaktı. Jian, kendisinden öncekilerin başaramadığı toprak reformunu
yaparak çiftçilere hane halkının sayısına göre toprak dağıttı. Üretim hızla arttı.
Öyle ki bu dönemde, ülkeye 50 yıl yetecek kadar ürün stoklanmıştı.
Yirmi üç yıl iktidarda kalan Jian, saldırgan bir dış politika takip etmemişti,
ancak oğlu Yangdi, babası kadar uzlaşmacı değildi. Gaddarlığı ile hatırlanan
Yangdi, tahta geçmek için babasını ve dört kardeşini katletmekten çekinmedi.
Güneye yaptığı seferlerden eli dolu dönen imparator, kuzeye, bugün Kore
olarak bilinen Koguryo’ya yaptığı dört başarısız seferin ardından kontrolü
kaybetti. Üstüne üstlük peşi sıra yaşanan doğal afetler, ülkenin dengesini
iyice bozmuştu. Bu durumda askerler bir kez daha vatanı kurtarmaya
soyundu. Darbe ortamında Yangdi bir suikastla ortadan kaldırıldı ve
askerlerden en baskın çıkanı, General Li Yuan 618’de iktidarı ele geçirdi.
Bundan böyle Çin’in patronu, sonradan Gaozu (en yüce kurucu manasında)
adını alan Li Yuan ve ardından gelecek Tang Hanedanlığıydı…
Tang Hükümdarlığı: Parlak Yıllar
Tanglar, 618’den 907’ye dek, neredeyse üç asır boyunca Çin’e damgalarını
vurdular. Çin, bu hanedanlığın idaresinde, tarihinin en parlak dönemlerinden
birini yaşadı diyebiliriz. Gelin şimdi bunu biraz açalım.
Kurucu imparator Gaozu ve onu devirerek iktidara gelen oğlu Taizong’un
rengini verdiği bu dönemde Tang şiiri olarak bilinen edebiyat türü gelişti;
barut, kâğıt, baskı teknikleri gibi alanlarda adımlar atıldı, İpek Yolu’nun daha
da yoğun kullanılmasıyla ticaret patladı. Özellikle İmparatoriçe Wu Zetian 67
dönemi, ‘Altın Çağ’ olarak hatırlanacaktı. Bu dönemde imparatorluk sarayının
şatafatı ve zenginliği, tüm Asya’da dillere destan olmuş, Li Yuan’ın temellerini
attığı dinamik orduyla dört bir tarafa gözdağı verilmiş ve hatta 8. yüzyılın
ortalarında bugün Nepal, Keşmir, Vietnam, Kore ve Japonya’nın bulunduğu
bölgeler, imparatoriçeye vergi öder olmuşlardı! Yine bu dönemde İpek Yolu
üzerinden İran ve Hindistan’dan getirilen seramik ve gümüş gibi mallarla
Guangzhou (Kanton) gibi limanlar serpilmiş, dünyanın dört bir yanından gelen
fikir adamları, şairler ve yazarlar, hanedanlığın başkenti Xi’an’ı dünyanın en
kozmopolit şehirlerinden biri yapmıştı. Yine Çin’deki ilk cami bu dönemde
Guangzhou’da açılmıştı.

Tang Hanedanlığı Dönemi (618-907)

Hanedanlıklar arası geçiş dönemlerinde ortalığı toz duman götürüyor, kılıcını çeken ve etrafına bir avuç asker toplayan komutan,
elde ettiği küçücük toprak parçasında, hükümdarlığını ilan ediyordu.

İbni Haldun’un dediği gibi toplumlar da insanlar gibi doğar, büyür ve ölürdü.
Ve nitekim Tang ordusu, sınırlarını savunmakta güçlük çekmeye başlayınca,
saat de geri işlemeye koyuldu. Sınır boylarında ülkeyi savunan komutanların
bazıları, ellerinde toplanan güçten sarhoş olup ayaklandılar. Öyle ki bunlardan
Hun kökenli An Lushan, ordusuyla gelip başkent Xi’an’ı bile ele geçirmeyi
başardı. Çinliler, Hunlarla ittifak yapıp An Lushan’ı başkentten çıkardılar,
ancak bu kez de kendilerine yardım eden Hunların başkentteki yağmasına
engel olamadılar.
Ortalık biraz yatışır gibi olmasına rağmen, bir süre sonra, artık bir Çin klasiği
halini almış olan köylü ayaklanmalarından biri daha patlak verdi ve Huang
Chao isimli bir köylü gerilla lideri, Tang’ın önemli şehirlerini basarak halkı
kılıçtan geçirdi. Dönemin imparatoru kaçtı, ama isyanlar ve onları bastırmaya
dönük çarpışmalar bir otuz yıl daha devam etti. Tang Hanedanlığı’nın
yıkılmasının ardından Çin, (evet bir kez daha!) kargaşaya yuvarlanıyor, yarım
asır sürecek olan bu kaos döneminde ülke değişik isyancı liderlerin hakimiyet
sürdüğü parçalara bölünüyordu. Bir bakıma imparatorluğa mola verilmişti.
Song Hanedanlığı ve teknolojik sıçrama
İnsanlık 960 yılını geride bıraktığında, isyancı liderlerden Chao Kuang Yin,
diğer isyancılara üstünlük sağlıyor ve kurduğu Song Hanedanlığı’yla, Taizu
(önde gelen ecdat manasında) adını alarak Çin’in yeni imparatoru oluyordu.
Zeki bir adamdı. Kendisinden öncekiler gibi gözü pek savaşçı kuzey
kabilelerini boyun eğdirmeye çalışmak yerine, onlara haraç ödeyerek, tüm
dikkatini askeri açıdan zayıf ama kültürel ve ekonomik yönlerden zengin
güney illerine yoğunlaştırdı. Buraları fethetti ve Çin’in büyük bir kısmı üzerinde
egemenlik kurdu. Taizu döneminde hammadde üretiminde patlama yaşandı.
Siyaset felsefesi, devlet yönetimi ve kültür gibi alanlarda zengin bir fikir
ortamı doğdu.
Song Hükümdarlığı, barutu savaşta kullanan ilk devlet oldu. Dış ticarette
zirve yaptı, zamanının en iyi gemilerini inşa etti. Dört güverteli, altı direkli ve
on yelkenli olan bu gemiler, aynı anda 500 kişi taşıyor ve o döneme göre
oldukça gelişmiş yön bulma teknolojisi barındırıyordu. Pusula ilk kez bu
dönemde kullanıldı. Çinliler bu gemilerle Asya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika
açıklarına kadar uzanırken, aynı dönemin Avrupa gemileri, kas gücü ve
yetersiz dümen ve küreklerle yolunu bulmaya çalışıyordu. Tıp alanında da
mesafe kat edilmişti. Sözgelimi 1145’te ilk otopsi Güney Çin’de yapıldı. İdari
pozisyonlarda rol almak için yapılan sınavlarda başarılı olmanın önemi artınca
eğitim de gelişti. Song döneminin sonlarına doğru dünyaca üne kavuşacak
mavi ve beyaz porselenler üretildi. En çok bilinen porselen çeşidi ise
Celadon’du.

Güney Song Hanedanlığı (1127-1279)

Kültürel ve teknolojik olarak zamanının en yüksek medeniyetini temsil


etmesine rağmen Song Hanedanlığı, askeri açıdan zayıftı. Bunun sebebi,
ülkenin fikri yapısını etkisi altına alan Konfüçyanizmin şiddeti kınaması ve
askerliği insanoğlunun yaşamı için gereken temel meslekler arasında
görmemesiydi. Bu yüzden ordu, fakir ve eğitimsiz halk kitlelerinden, paralı
askerlerden ya da müttefiklerden oluşuyordu. Düşmanlarla baş etmek için
daha çok diplomasiye ve haraca öncelik veriliyordu. Songların ulaştığı yüksek
seviyenin temelinde, muhtemelen, normal koşullarda ordu için yapılan
harcamaların, hayatın diğer alanlarına aktarılması yatıyordu. Dikkat, güçlü ve
caydırıcı bir ordudan ziyade, kültürel ve teknolojik açıdan gelişmiş bir devlet
yapısı kurmaya verilmişti. Siyaset ve gerektiğinde haraç ikilisiyle yürütülen
işler bir süre yolunda gitmesine gitti ama bu ikisine de metelik vermeyen bir
düşmanın baş göstermesiyle işler değişecekti. Moğollar geliyordu…
1 Türkiye toprakları, bugüne kadar Sümer İmparatorluğu (MÖ 2000-MÖ 612), Asur İmparatorluğu (MÖ
559-MÖ 331), Pers İmparatorluğu (MÖ 559-MÖ 331), Atina İmparatorluğu (MÖ 500-MÖ 400), Makedon
İmparatorluğu (MÖ 336-MÖ 323), Avrupa Hun İmparatorluğu (370–469), Roma İmparatorluğu (MÖ
753-MS 476), Bizans İmparatorluğu (330–1453), Emevi İmparatorluğu (633–750), Abbasi İmparatorluğu
(750–1258), Selçuklu İmparatorluğu (1037–1157), Moğol İmparatorluğu (1206–94) ve Osmanlı
İmparatorluğu (1300–1922) gibi tarihin önemli aktörlerinin ya merkezi ya da bir parçası oldu. Bunların
bazıları eşzamanlı olarak Türkiye topraklarının değişik bölgelerinde hüküm sürdüler.
2 İskender, M.Ö. 356’da Kral Philip ve Kraliçe Olympias’ın çocuğu olarak dünyaya gelmiş, ünlü filozof
Aristo’dan özel dersler almıştı. Daha 16’sında elinde kılıç, savaş meydanlarında terliyordu.
3 Antik Yunan’da bir şehir devleti. Teb, Tebai ya da Thebai olarak da bilinir.
4 İllirya olarak bilinir. Antikçağ’da İlirler adı verilen boyların Balkan Yarımadası’nın batısında, Adriyatik Denizi’nin
Dalmaçya Kıyıları’nda kurdukları devletçik.
5 Orta Yunanistan’da, Yunanistan’ı oluşturan bölgeciklerden biri. Teselya olarak bilinir.
6 Efendisini eleştirme gafletinde bulununca hapse atıldı, altı yıl sonra da öldü.
7 Kendisi aslen Rodosluydu. O dönemde sıklıkla rastlanan paralı asker olgusunun önemli örneklerinden biriydi.
Kendisi gibi binlerce Yunanlıyla birlikte, Perslerin yanında, İskender’e karşı savaşmıştı. O gün için dünyanın
en güçlü hükümdarı olarak kabul edilen Pers İmparatoru III. Darius, İskender’le doğrudan çarpışmaya
tenezzül etmemişti.
8 Sakarya Nehri ile Porsuk Çayı’nın birleştiği nokta.
9 Efsaneye göre Gordion Düğümü, bir öküz arabasını bir sütuna bağlayan karmakarışık sarmaşıklar yığınına
verilen isimdir. Arabanın Midas’a ya da babası/atası Gordios’a ait olduğuna inanılır. O dönemde Frigler,
yeni bir lider özlemi içindedir. Bir kâhin Friglere şehre öküz arabasıyla giren ilk adamın liderleri olacağını
söyler. Bu adam Gordios’tur. Kral ilan edilir ve arabası tapınaktaki sütunlardan birine bağlanarak
sergilenmeye başlanır. Zamanla araba bir başka efsaneye beşiklik eder. Buna göre arabayı sütuna
bağlayan düğümü çözecek kişi, Asya’yı fethedecektir.
10 Yunanlı tarihçi Plutarch, Pers ordusunun 600 bin civarında olduğunu söyler. Diğer kaynaklara göreyse bu
rakam abartılıdır. Her halükârda Pers ordusunun Makedon ordusunun en az iki katı büyüklükte olduğu
tahmin edilmektedir.
11 Plutarch, savaşta bizzat Darius’un İskender’i yaraladığını söyler. Yine Plutarch’ın naklettiğine göre Darius,
öylesine hızlı kaçmıştır ki tüm ailesi ve kişisel hazinesi savaş meydanında kalmıştır!
12 Plutarch, bilinenin aksine, 16 bin Pers askerinin kılıçtan geçirildiğini nakleder.
13 Bugünkü Lübnan sınırları içinde kalan Tyre şehri.
14 Antik Mısırlıların inandığı tanrılardan biri. En itibarlı tanrı olduğuna inanıldığı için “Tanrıların Kralı” olarak bilinir.
Kayıtlarda Amon, Amun, ya da Amoun olarak da geçer.
15 Bu ilahi sıfatlar kullanma alışkanlığı, Pers İmparatorluğu’nu tamamen fethetmesinin ardından bizzat ‘tanrı’
olduğunu iddia etmeye kadar gidecekti. İskender, kendisine ‘tanrı’ muamelesi yapmayan birçok yakın
adamını öldürtmekten çekinmedi.
16 Spartalılar, Yunan ahalisi içinde savaşçı kimlikleriyle sivrilmişlerdi. Asker-millet denilebilecek Spartalılar, her
zaman Makedon hâkimiyetine meydan okumuşlardı.
17 Macar Arkeolog Sir Marc Aurel Stein’ın 1938-39 yıllarında bölgede yaptığı araştırmalar, savaş mevkiinin
burası olduğunu tespit etmiştir.
18 İki düşman bir daha hiç karşılaşmadı. Pers Kralı, daha sonradan yerini alacak ve İskender’e karşı gerilla
savaşı yürütecek Bessus isimli bir adamı tarafından öldürülmüş, İskender de “Düşmanımı öldürme zevkini
bana tattırmadın” diyerek Bessus’u çarmıha gerdirmişti. İskender, Bessus tarafından ağır yaralanan
Darius’u, ölmeden birkaç dakika önce ele geçirmiş ve en büyük düşmanının naaşını kendi peleriniyle
örtmüştü.
19 Bugün İran’ın Huzuristan eyaleti sınırları içinde yer alan bir şehir.
20 M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius tarafından kurulmuştu. Günümüzdeki kalıntıları,
İran’ın Şiraz şehrinin hemen doğusunda görülebilir.
21 Pers İmparatoru I. Darius (Büyük Darius) M.Ö. 500 civarında Yunan diyarlarının büyük bir bölümünü
işgal etmişti. Ancak 490’da geri kalan toprakları da almak için harekete geçince, Yunanistan’ın Maraton
Platosu’nda gerçekleşen Maraton Savaşı’nda yenildi ve Yunan topraklarındaki Pers hâkimiyeti bitti.
22 Iowa Üniversitesi’nden Prof. Peter Green’e göre bu altınlar İskender’i dünyanın en zengin adamı
yapmıştı. Zira kaynaklara göre Persepolis’ten her biri yaklaşık 26 kilo ağırlığında olan 180 bin adet talent
(altın para/külçe) götürülmüştü!
23 Tarihçiler, prensip olarak, İran platosunda, birbiri ardına gelen hanedanlıklar tarafından kurulan ve Orta
Asya, Batı Asya ve Kafkaslara kadar uzanan bir dizi imparatorluğun hepsine bir bütün olarak Pers
İmparatorluğu ismini vermiş olsalar da günümüzde bu sıfat, daha çok imparatorluğa en şaşalı dönemini
yaşatmış olan Ahameniş Hanedanlığı’na yakıştırılır. Birçok Ortadoğu tarihçisi, İslam öncesi döneme ait
Ahameniş İmparatorluğu’nu Pers İmparatorluğu’nun gerçek temsilcisi olarak görürken, ardından gelen ve
aynı başlık altında anılan Yunan ve İslam kökenli devletleri farklı gözle değerlendirir. Kısacası günümüzde
Pers İmparatorluğu’ndan kastedilen, Ahameniş Hanedanlığı’nın kurduğudur.
24 İran’ın Batı Azerbaycan taraflarında bulunan 5 bin 200 km² yüzölçümüne sahip tuz gölü. Günümüzde
gölün kıyısındaki en büyük yerleşim merkezi Tebriz’dir.
25 Günümüz İran’ının batı, kuzey ve kuzeybatısında yaşamış kadim halklardan biri. M.Ö. 6. yüzyılda
günümüz Azerbaycan’ından kuzeye, Orta Asya ve Afganistan’a dek uzanan bir imparatorluk kurmuşlardı.
Medler kimi kaynaklarda Kürt boyları olarak da geçer.
26 Kesin çizgilerle belli olmamakla birlikte daha çok Toros Dağları’nın güneyindeki toprakları tanımlayan
coğrafi bir terim. Söz konusu bölge; batısında Akdeniz, güneyinde Arabistan Çölü ve doğusunda
Mezopotamya ile sınırlanmıştır.
27 Türkçede Kiros (Cyrus) Silindiri olarak da bilinir. Cyrus, Babil’i fethetmesinin ardından tebaasına tanıdığı
hakları kilden yapılmış silindir şeklindeki bu kitabenin üzerine yazdırmıştı. Kitabe üzerinde Cyrus’un zaferleri
ve hanedanlıkla ilgili bilgiler de bulunur. Halen Londra’daki British Museum’da sergilenen kitabe, 1879’da
Babil’deki Marduk Tapınağı kalıntıları arasında bulunmuştu.
28 Pers kökenli, göçebe bir Orta Asya kavmi. Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi arasındaki topraklarda
yaşıyorlardı.
29 Neoliberalizm felsefesini geliştiren uluslararası ilişkiler uzmanı Joseph S. Nye tarafından ortaya atılan bir
kavramdır. Bir ülkenin, askeri ve ekonomik gücüyle değil, başarılı sosyal yapısı, kültürü ve insan hakları ve
demokrasiyi önceleyen tutumuyla diğer ülkeler üzerinde yarattığı etki alanına denir.
30 Yunanlı tarihçi Plutarch’ın naklettiğine göre Yunanlıların bu savaşta kazandığı zafer haberini Atina’ya
yetiştirmek için yola çıkan ulak hiç durmadan 40-50 km koşmuş, haberini ilettikten sonra da yere yığılıp
ölmüştü. 19. yüzyılla birlikte başlayan modern Olimpiyat oyunlarındaki 42 km’lik yarışa, bu olaydan ilhamla
“maraton” adı verildi.
31 Epeyce ses getiren, 2007 yılı yapımı ‘300’ filmi bu savaşı anlatır. Yönetmenliğini Zack Snyder’ın yaptığı
filmde, Sparta Kralı Leonidas, 300 savaşçısıyla söz konusu geçitte 80 bin Pers askerine karşı kahramanca
direnir, ama sonunda mağlup olur. Xerxes, farklı cinsel eğilimlere sahip bir karakter olarak resmedildiği için
film, İran halkının yoğun protestosuyla karşılaştı ve İran’da yasaklandı. Bu arada söz konusu savaşa
katılan askerlerin sayısı da fazlasıyla ihtilaflıdır. Antik kaynaklar, özellikle de bu savaştaki direnişi abartmak
isteyen antik dönem Yunan tarihçileri, Perslerin sayısını 2.5 milyona kadar çıkartırken, çağdaş tarihçilerin
tahminine göre Pers ordusunun asker sayısı 200 bin civarındadır.
32 Söz konusu an, halen Napoli Ulusal Müzesi’nde sergilenmekte olan, M.Ö. 300 yılında yapılmış yukarıdaki
mozaik tabloda çok çarpıcı bir şekilde resmedilmiştir. Elinde mızrağıyla İskender (mozaikte en solda), III.
Darius’a hamle yaparken, Pers liderin yüzündeki panik ifadesi dikkat çekicidir. Emekli asker ve eski NATO
generallerinden Dr. Klaus Reinhardt, “Komutanı öldürülen ordu, ne kadar kalabalık olursa olsun ayakta
kalamaz” diyerek, İskender’in doğrudan düşman komutanını hedef alan bu saldırısını en görkemli psikolojik
harp manevralarından biri olarak değerlendirmişti (BBC).
33 Normalden iki kat daha uzun olan (yaklaşık 7 metre) ve sarissa ismi verilen özel mızrakları kullanan
askerlerin oluşturduğu bu birlik, mızraklarıyla düşman saflarını dağıtıyor, Makedon atlıları da süratle
gevşeyen hatlardan içeri hamle yaparak düşmanın komuta kademesini imha ediyordu.
34 Heidelberg Astronomi Enstitüsü’nden Dr. Lutz Schmadel, söz konusu tarihte bir Ay tutulması
gerçekleştiğini kesin olarak tespit etmiştir. Bununla birlikte British Museum Asuroloji uzmanlarından Dr.
Irwing Winkel’in 2003’te Babil’de bulduğu tabletlere göre Persler savaşı Ay tutulmasından dolayı değil,
bizzat kendi komutanlarının korkaklığı yüzünden kaybetmişlerdi. III. Darius, soğukkanlı ve kararlı bir şekilde
kendisine doğru hamle yapan İskender’i görünce bir kez daha paniğe kapılıp kaçmıştı.
35 Sayıları on bindi. Ne bir fazla ne bir eksik. Biri eksildiğinde, yeri hemen doldurulurdu ve on bin sayısı
muhafaza edilirdi. Sürekli aynı sayıda kaldıkları için düşman tarafından ‘ölümsüzler’ olarak isimlendirilmişlerdi.
Daha çok Pers imparatorlarının özel koruması olarak görev yaparlardı. Çoğunlukla paralı asker olan bu
seçme birliğin, silahlarından yiyeceklerine varıncaya kadar her şeyi özeldi. Bir diğer özellikleri de altın takılara
olan meraklarıydı. Savaşta bile sürekli altın takıyorlardı!
36 Yol bugün Türkiye sınırları içinde kalan Sardis’ten (Manisa) başlar, Anadolu’yu enlemesine kat ederek,
Asurluların başşehri Nineveh’e (Musul, Irak) ulaşır. Babil’in güneyinden (Bağdat’ın 100 km kadar güneyi)
geçerek ikiye ayrılır. Bir kolu kuzeye çıkıp İpek Yolu ile birleşir, diğeriyse Persepolis’e uzanır.
37 Tiber ile Arno nehirleri arasında yaşamış bir kavimdir. Eski Romalılar tarafından Etrusci veya Tusci olarak
da isimlendirilmişlerdir. Zamanla imparatorluk içinde asimile olduklarına inanılır. Birçoklarına göre Roma
medeniyetinin temelleri bu kavim tarafından atılmıştır.
38 M.Ö. 814 yılında Tunus yarımadasında kurulmuş Fenike kolonisi. Kartacalılar, Akdeniz egemenliği için
Romalılar ve Yunanlılarla asırlarca savaştı. Özellikle ünlü kumandanları Hannibal’ın Roma ile yaptığı savaşlar
klasikleşmişti. Meşhur Pön Savaşları sonucu Roma hâkimiyetine girdiler.
39 Roma Cumhuriyeti’ndeki en üst düzey yönetici, bir nevi cumhurbaşkanı. Krallık rejiminden farklı olarak
Roma Cumhuriyeti’nde bir kişi ölene kadar iktidarda kalmıyor, onun yerine ülkeyi halk meclisi tarafından
seçilen iki konsül idare ediyordu.
40 Tarihin gördüğü en büyük kumandanlardan biri, başarılı bir siyasetçi ve son olarak da karizmatik bir
diktatör. Konsül yardımcılığı ve valilik görevlerinde bulunmuş, cephelerde elde ettiği başarıyı siyasi güce
tahvil etmiş ve M.Ö. 59’da Üçlü Yönetim (Trivium) olarak bilinen iktidar erkinin üç konsülünden biri olmayı
başarmıştı.
41 ‘Yaşlılar Meclisi’ anlamına gelir. Roma’da cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla birlikte hayata geçirilmiş ve
imparatorluk boyunca ülkeyi imparatorla birlikte yönetmeye devam etmiştir. Aslına bakılırsa Roma tarihi bir
bakıma Senato ile imparatorların iktidar savaşlarının toplamıdır denilebilir.
42 Halkın seçimiyle göreve gelen ve soylulara karşı halkı koruyan sulh hâkimi.
43 Roma Barışı olarak bilinen bu dönem, Augustus’un M.Ö. 27’deki tahta çıkışıyla başlamış, İmparator
Marcus Aurelius’un M.S. 180’de (ya da oğlu Commodus’un M.S. 192’de) ölümüyle sona ermiştir.
Kavram; Roma yönetimi ve Roma hukuku çerçevesinde, kavga eden rakip güçlerin -bazen zor kullanarak
da olsa- barıştırılmasıyla sağlanan huzur ortamına işaret eder. Bu türden bir barış, bir yönetimin kendi
barış anlayışını, savaşarak zapt ettiği tüm alanlarda egemen kılması esasına dayanır. Pax Ottomana ve
Pax Americana gibi siyasi terimlere de ilham kaynağı olmuştur.
44 Küçükken giydiği ve kendisine büyük gelen asker botlarından dolayı babasının askerleri ona Caligula
(Latincede ‘küçük bot’) lakabını takmıştı.
45 Çok sevdiği atını konsül ilan ettirip saygı gösterilmesini istemesi ya da Roma’yı parsel parsel çocukluk
arkadaşlarına dağıtması gibi!
46 Bazıları halen kullanılan Roma Yolları, imparatorluğun en büyük miraslarından biridir. Ordunun kısa
zamanda uzun mesafeler kat etmesine imkân tanıyarak imparatorluğun ömrünü uzatan bu yolların çıkış
noktası Roma’ydı. Başkentten çıkıp imparatorluğun her yerine uzanan yollar, meşhur “Tüm yollar
Roma’ya çıkar!” deyişinin de kaynağıdır. Yapımında köleler, askerler ve alt tabakadan vatandaşların
çalıştığı yolların uzunluğu, 200 yıl içinde 288 bin km’ye ulaşmıştı! Önce geniş bir çukur kazılıyor, bu çukur
kum ve taşla doldurularak sağlam bir zemin elde ediliyor, zemin üzerine kil ya da harçla karılan bir kat çakıl
ve mıcır dökülüyordu. En üste de kaldırım taşları döşeniyordu. Her bin adımda bir yol kenarlarına,
günümüzdeki gibi, bilgilendirici işaret taşları dikilmişti.
47 Hem başkentte hem de cephede imparatorların kişisel güvenliklerini sağlamak amacıyla oluşturulmuş özel
birlikler. İmparatorluk boyunca iktidarın sahibini belirlemede kilit rol oynamışlardı.
48 BBC tarafından çekilen Roma İmparatorluğu’yla ilgili bir belgeselde bu durum, günümüzde İngiltere
Kraliçesi Elizabeth’in bir barda dans etmesine benzetilmişti.
49 İlk beş Roma imparatoru Augustus, Tiberius, Caligula, Claudius ve Nero için kullanılan terim. Bu
imparatorlar, Julia ve Claudia aileleri arasında gerçekleşen evlilikler ve evlat edinmeler sonucu akraba
olmuşlardı. Hanedanlığın kurucusu olarak bazen Sezar gösterilse de Augustus’un kurucu olduğu genellikle
kabul görür.
50 Galba, Otho, Vitellius ve Vespasian’ın bir yıl içinde peş peşe imparator olmasından dolayı döneme bu ad
verilmiştir.
51 Bugünkü İran’ın kuzeydoğusunda yer alan bir medeniyetti. En geniş sınırlarına ulaştığı dönemde toprakları
bugünkü İran, Ermenistan, Irak, Gürcistan, Türkmenistan, Afganistan, Azerbaycan, Tacikistan, Pakistan,
Kuveyt, İsrail, Lübnan, Ürdün gibi ülkeleri, Türkiye’nin ve Suriye’nin doğusunu ve Suudi Arabistan,
Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran Körfezi’ndeki kıyılarını kapsıyordu.
52 Günümüz İngiltere’sini Kuzey-Güney doğrultusunda ikiye ayıran taştan yapılmış set. Bu tür setlerden iki
tane daha olmasına rağmen en bilineni, Hadrian Duvarı’dır. İngiltere’nin ekonomik düzenini ve güvenliğini,
kuzeydeki kabilelerin saldırılarından korumak için inşa edilmişti ve imparatorluğun kuzey sınırlarını
çizmekteydi. Halen ayakta olan orta bölümü UNESCO’nun Dünya Mirası listesindedir.
53 Eski Roma mitolojisinde yarı tanrı statüsünde kabul edilen Yunan kökenli bir kahraman. ‘Herakles’ olarak
da bilinir. Dokuz başlı canavarları, aslanları, üç gövdeli ejderhaları, kısacası, akla gelebilecek her tür
mahlûkatı sınırsız gücüyle yendiğine ve ticarette dürüstlüğün koruyucusu olduğuna inanılırdı. Romalılar alış
verişlerde onun adına yemin ederlerdi.
54 Gallilere özgü bir pelerin olan Caracalla’yı kendisi giydiği gibi, ordu ve saray mensuplarının da giymesini
teşvik ettiği için bu adı almıştı.
55 Constantine, savaş meydanına giderken yakınlara bir yere bir göktaşı düşmüş, ordusundaki Hıristiyan din
adamları bunun bir işaret olduğunu ve iman etmesi gerektiğini söylemişlerdi. İddialara göre Constantine,
bir gece önce de rüyasında, üzerinde “Bununla zafer kazanacaksın” yazan bir haç görmüş, sabah
askerlerinin kalkanlarına haç çizdirmişti. Savaşı kazanmalarıyla birlikte Constantine’in Hıristiyanlığa olan
merakı da artacaktı.
56 Üç yüz yıldır dolaşımda olan farklı Hıristiyanlık yorumları bu konsülde bire indirildi. Hz. İsa’nın tanrının oğlu
değil, sadece peygamberi olduğunu savunan Ariusçuluk mahkûm edildi, günümüzdeki yaygın teslis
(üçleme) inancının temelleri atıldı ve Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul edildi.
Farklı İncil metinleri arasından dördünün (Matta, Luka, Markos, Yuhanna) geçerli İnciller olarak tespit
edilmesi de yine İznik’te gerçekleşti.
* Bu şehri Türkçenin fonetiğine uygun olarak bundan sonraki bölümlerde Konstantinopol olarak anacağız.
57 İkili, Gotların liderliği için uzunca bir süre mücadele etmiş; Alaric, Sarus’un ailesini katlettirmişti.
58 M.Ö. 5. yüzyıldan Çin İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar (M.Ö. 221) geçen zaman dilimi bu isimle
anılır. Döneme adını veren, Han Hanedanlığı zamanında kaleme alınmış ‘Savaşan Beyliklerin Kayıtları’ isimli
eserdir. Bu dönemde Chu, Han, Qi, Ch’in, Wei, Yan ve Zhao beylikleri, birbirlerine karşı amansız savaşlar
vermişlerdir. Bu dönemde ilk kez demirden silahlar üretilmeye başlanmış, savaş taktikleri gelişmiş, atlı
askerler ve savaş araçları orduların ayrılmaz parçası olmuş, Konfüçyanizm, Taoizm ve Legalizm gibi
felsefi-dini akımlar filizlenmişti. Askeri strateji uzmanı Sun Tzu da klasikleşen Savaş Sanatı isimli eserini bu
dönemde yazmıştı.
59 Legalizm, faydacı bir politik felsefe olarak tanımlanabilir. Varlığın doğası ve yaşamın manası gibi yüksek ilgi
alanları yoktur. Daha çok yürürlükte olan yasaların el üstünde tutulması şeklinde açıklanabilir. Hukuk
felsefesine ağırlık verir.
60 Çinli filozof Konfüçyüs’ün (M.Ö. 551-479) öğretilerinden devşirilmiş politik-ahlaki sistemdir. Doğru olanın
yapılmasına odaklanır. Devletin, kanun zoruyla değil, insanların yüksek ahlakıyla ayakta durabileceği fikri bu
düşüncenin temelini oluşturur. Asırlar boyu Çin’de resmi din olarak kabul edilmiştir. Uzak Asya’da halen
etkindir.
61 Savaşçı İmparator lakabıyla anılırdı. İktidara geldiğinde aklında iki şey vardı: Savaş ve ticaret. İkisinde de
başarılı oldu. Hunları durdurdu. Konfüçyanizmin ağırlığını devam ettirdi. Aynı zamanda çok iyi bir şairdi. Çin,
onun döneminde sınırlarını ikiye katladı. Kazandığı topraklar, kalıcı olarak Çin’in parçası oldu.
62 Çin’de en uzun süre iktidarda kalan isimler, 61 yıl süreyle, Qing Hanedanlığı imparatorları Kangxi ve
Qianlong olmuştu.
63 Doğu’nun ipeği ve baharatının kervanlarla Batı’ya taşınması, Çin’den Avrupa’ya uzanan ticaret yollarını
doğurmuştu. Orta Çağ’da ticaret kervanları, Çin’in Şian kentinden hareket ederek Özbekistan’ın Kaşgar
kentine gelir, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi’ne, diğeri ile
de Karakurum Dağları’nı aşarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’dan deniz yolu ile veya
Trakya üzerinden kara yolu ile Avrupa’ya giderlerdi. Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kâğıt, baharat ve
değerli taşların taşınmasının yanı sıra kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkân sağlayan bu binlerce
kilometre uzunluğundaki kervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırıldı.
64 Çin’deki ilk gizli oluşumlardan biri. Üyeleri, düşmanlarına korku salmak amacıyla, şeytanın da aynısını
yaptığına inandıkları için, kaşlarını kırmızıya boyarlardı. Bünyesinde Ninja savaşçıları da barındıran oluşum,
suikastlarıyla meşhurdu.
65 Çin’deki gizli oluşumlardan bir diğeri. Üyeleri başlarına, toprağı simgelediğine inandıkları sarı türbanlar
takarlardı. Taocu felsefeden etkilenen üç kardeş tarafından kurulmuş, hatta ‘Üç Kral’ olarak yaygınlaşan
bir edebiyat serisine de kaynaklık etmiştir.
66 M.Ö. 600’lü yıllarda doğduğu sanılan Lao Tse’nin öğretilerinden oluşan felsefe. Taoizm, varlık ve ahlak
bakımından mutlak bir doğalcılığın savunucusu olmuştur. Bu dünyada yapmacık davranışlara, hırsa ve
ahlaksızlğa yer yoktur. Taocu, mutlak barıştan yana, şiddetin karşısındadır. Toplumun insanı yozlaştırdığını
ve insanın kendini geliştirmek için ‘biz’ değil ‘ben’ olması gerektiğini savunur. Taoizme göre hayat bir
rüyadır, bu rüyadan uyanınca da başka rüyalara gidilir.
67 Kimilerine göre zalim bir otokrat, kimilerine göreyse çağdaşı imparatorlardan farksız bir imparatoriçeydi.
Çin, en sakin ve kültürel açıdan zengin dönemlerinden birini onun idaresinde yaşadı. İmparator Tai
Tsung’un cariyesi olarak hareme girmiş, Tai Tsung ölünce de yerine geçen oğlu Kao Tsung’un gözdesi
olmuştu. Önce Kao’nun nikâhlı eşinin ayağını kaydırdı, ardından da evlendiği Kao’yu zehirleterek iktidarın
sahibi oldu! Budizmin yaygınlaşması için çok uğraştı. Muhaliflerini temizlemek için küçük bir de istihbarat
servisi kurmuştu.
Yuan Hanedanlığı: Çin Moğolların elinde
Song iktidarının sonlarına doğru Mançurya’daki Jin Hanedan-lığı’nın Çin’e
yönelik saldırıları artmış, bunun üzerine Moğollardan yardım istenmişti.
Moğollar “yardımı esirgemedi.” Kuzeydeki Jin kuvvetleri el birliğiyle ezildi,
Moğol orduları Jin Hanedanlığı’nı yerle bir etti. Ama Moğol güçlerine
kumandanlık eden ve Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın torunu olan Kubilay
Han, başta varılan anlaşmanın aksine fikrini değiştirdi. Mademki ‘büyük
tehdidi’ ortadan kaldırmıştı, o halde neden ‘büyük ödül’ onun olmasındı? Her
zaman her komutanın iştahını kabartan Güney Çin’e indi ve Song
Hanedanlığı’nı tuzla buz etti. Artık Çin’in hâkimi Kubilay’dı.68 1279’da
kendisini Yuan Hanedanlığı’nın ilk imparatoru ilan etti. Koskoca Çin, dünyayı
tir tir titreten Moğol İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu...
Moğolların 1368’e dek süren iktidarı, Çin’in yabancılar tarafından ilk kez
yönetildiği dönemdi. Moğollar olağanüstü askeri güçleri sayesinde Çin’i ele
geçirebilmişlerdi, ama kültürel olarak bu iki toplum arasında uçurum vardı. Bu
farklılık ve Moğolların sıklıkla kendi kültürlerini Çinlilere empoze etme
girişimleri, ülkeyi yönetmelerini zorlaştırdı. Devlet kademelerinde daha çok
Moğollara ve diğer milletlerin mensuplarına yer verildi. Çinliler, Moğolları itaat
edilecek yeni efendilerinden ziyade kabaca bir işgal gücü, Moğollarsa bu yeni
tebaalarını ‘aşağı’ ırk olarak görüyorlardı. Neredeyse bir asır süren hâkimiyete
rağmen Moğollar ile Çinliler arasında bir entegrasyon sağlanamadı. Aşırı
harcamalar ve ticaretteki daralma, Yuan Hanedanlığı’nı, dolayısıyla da Çin’i
ekonomik olarak tüketti. Kanallar ve sarayların inşa edilmesi için vergiler
yükseltildi, köylüler topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Özellikle Kubilay
Han’ın halktan toplanan servetle yaptırdığı saray dillere destandı. Şatafata
verilen önem, hanedanlığın altını oymaya başlamıştı.
Moğol İmparatorluğu ve Yunan Hanedanlığı (Büyük Han Hanlığı) Dönemi (1279-1368)

Moğollar zengin bir Çin almış ama bir asırdan daha kısa bir sürede onu
gittikçe fakirleşen bir ülke haline getirmişti. Moğolların, komşu Japonya ve
Vietnam’ı ele geçirmek için düzenledikleri destansı seferlere ülke
kaynaklarının harcanması ve bu seferlerin fiyaskoyla sonuçlanması, bu
manzaranın başlıca nedeniydi. Yine Moğol döneminde yabancı tüccarlara
büyük ayrıcalıklar tanınmıştı. Yabancı tacirler vergiden muaftılar ve istedikleri
yere girip çıkıyorlardı. Oysa Çinlilere yabancı dil öğrenmek bile yasaklanmıştı.
Neticede Çin ticareti baltalandı, kasalar boşaldı. Moğolların, yönetim
kademelerinde deneyimli Çinlilere yer vermeyip kadrolaşmaya gitmesiyle de
devlet mekanizması bozulmaya başladı. Zaten birçok tarihçi Yuan
Hanedanlığı’nın yıkılmasının asıl sebebi olarak, Kubilay Han’ın kurduğu kast
sistemini gösterir.
Ming Hanedanlığı (1368-1644)

‘Dört sınıflı sistem’ olarak adlandırılan bu uygulamaya göre, Yuan


Hanedanlığı’nda tebaa önem sırasına göre şu şekilde sıralanıyordu: İlk sırada
Moğol azınlık geliyordu. Her durumda öncelik onlarındı. Onları Semu69
toplumu takip ediyor, onların ardından da Hanlar (Kuzeyli Çinliler) geliyordu.
Kastın son basamağındaysa Kuzey Song Hanedanlığı’nın tebaası (Güney
Çinliler) yer alıyordu. Son iki basamaktakilerin hakları kısıtlıydı. Silah
taşıyamıyor, hatta evcil hayvan bile besleyemiyorlardı!
Nitekim düzen böyle devam etmedi ve sosyal patlamalara, isyanlara ve
basamaklar arası çatışmalara yol açtı, dirlik bozuldu. Sınıflar arası vergi
eşitsizliğinden kaynaklanan fakirlik de üzerine eklenince, Çin’deki her
imparatorun korkulu rüyası olan çiftçiler bir kez daha ayaklandı. Yolsuzluk ve
yönetim zafiyetiyle baş edemeyip eski görkemini mumla arayan, bir
zamanların bastığı yerden ses getiren Moğol ordusu ayaklanmaları
bastıramadı. Şaşırtıcı bir hızla Çin’in en kudretli askeri olmayı başaran Zhu
Yuanzhang70 1368’de Moğolları önüne katarak Mongol steplerine sürdü. Artık
sahnede yeni bir hanedanlık vardı: Hong Wu (Büyük Askeri Lider) ismini alan
Zhu Yuanzhang’ın kurduğu ve kendisini de ilk imparatoru ilan ettiği Ming
Hanedanlığı! Çin, bu hanedanlığın bayrağı altında parlak günler yaşayacaktı.
Çing ve Ming Hanedanlıkları döneminde hüküm süren imparatorlar, Pekin’deki imparatorluk sarayı ’Yasak Şehir’de yaşamıştı. 720
bin m2’lik alana ve 8 bin 886 odaya sahip olan saray, ismini, imparatorun izni olmaksızın hiç kimsenin içeri girememesinden almıştı.

Çiftçi kökenli olan Hong Wu döneminde çiftçilerin durumu iyileştirildi,


vergiler hafifletildi ve üretim arttı. Devrin bir başka imparatoru Yongle,
devasa bir donanma yaptırdı. Belgelere göre imparatorluğun 3 bin 750
parçalık donanması vardı! Aynı zamanda, Moğolların yaptıkları gayet iyi
hatırlandığı için, bir milyon kişilik modern bir ordu kurulmuş, dört bir yana
seferler yapılmış ve hatta bir zamanlar efendileri olan Moğolların başkenti
Karakurum bile Ming ordusunun gazabından payını almıştı!
Yine de Ming’lerin önceliği, askeri fetihlerden ziyade, ticaret ve diplomasiyle
etkinliklerini arttırmaktı. Eski haklarına kavuşan Çinli tüccarlar, özellikle İpek
Yolu’nu şaşalı günlerine kavuşturmuşlar ve Asya’nın dört bir yanıyla alışveriş
başlamıştı. Kendi kendine yetebilen bir tarımsal üretim, güçlü ve büyük bir
ordu ve keşif ve araştırma ruhu üzerinde yükselen Ming Hanedanlığı
döneminde Çin, dünyanın en zengin milletlerinden birine dönüşecekti.
Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de edebiyatta görülen zenginlikti.
Tahta kalıp ve blok kalıp matbaacılığı son derece popüler hale gelmişti.
İnsanlar okuyor, sınıf değiştiriyor, köylerden şehirlere göçüyordu. Feodal
düzen etkisini kaybetmeye, artan üretim ve gelişen üretim teknikleriyle
kapitalizm yüzünü göstermeye başlamıştı. Ve tabii ki döneme damgasını
vuran mavi beyaz Ming porselenleri71 de dünya çapında şöhrete kavuşmakta
gecikmedi.
Çin Seddi’ni kim yaptı?
Dönemin göze çarpan bir başka icraatı da ünlü Çin Seddi’nin bugün
bildiğimiz haline getirilmiş olmasıydı. Daha önceki zamanlarda birbirinden
bağımsız şekilde inşa edilen duvar grupları, birbirine eklenerek uzatıldı, taş ve
granitlerle güçlendirildi, restore edildi, gözetleme kuleleri ve toplarla donatıldı
ve günümüzdeki halini aldı.
Tüm bu ışıltılı tabloya rağmen Ming Hanedanlığı, bu parlak performansını
daha fazla sürdüremedi. Çıkan iç isyanlar ve siyasi ayak oyunları sonucu
birbiri ardına gelen imparatorlar, içlerine kapanarak her şeyden
şüphelenmeye başladılar. Ortalık komplodan geçilmez oldu. Herkesin kendi
gölgesinden şüphelendiği bu buhran yıllarında saray, ülkeyi ileriye taşıyan
bilimsel çalışmalara sırtını döndü, yabancılarla diyalog azaltıldı ve ülke dış
dünyaya kapandı. Öyle ki o şaşalı Çin gemilerinin yapılması bile durduruldu ve
ticaret aksadı. İçine kapanan her toplumda olduğu gibi bozulma kaçınılmazdı
ve bu durum Ming’leri de çürütmeye başladı.

Çin’in kuzey sınırlarını Orta Asya’dan gelen işgalcilere karşı korumak üzere 5. ve 16. yüzyıllar arasında inşa edilen Çin Seddi’nin
toplam uzunluğu 8850 km civarında. Asırlara yayılan inşa sürecinde 2-3 milyon civarında Çinlinin öldüğü tahmin ediliyor. Ming
Hanedanlığı döneminde 1 milyon asker duvar üzerinde gözcülük yapıyordu.

Konfüçyanizmin para kazanma hırsını hor görmesiyle gerileyen ticaretin


yerine tarım konulmaya çalışılmış, ama bu da yetmemişti. Neticede üretim
düştü, sahtecilik arttı ve enflasyon baş gösterdi. Bu kriz ortamını bekleyen
Moğollar ve Japonlar da ülkeye dadanmış, ancak çok büyük can ve mal
kaybına sebep olan savaşlarla geri püskürtülebilmişlerdi. Onların ardından
yeni bir düşman boy gösterecekti: Mançular.
Mançurya’daki dağınık kabileleri bir araya getiren Mançular, Çin’i gözlerine
kestirmişler ve 16. yüzyıl boyunca kuzeyden yaptıkları amansız saldırılarla 25
milyon Çinlinin ölmesine sebep olmuşlardı. Bekledikleri fırsatı, ancak 17.
yüzyılda, Ming Hanedanlığı artık rutine dönüşen çiftçi isyanlarından birinin
avucuna düşünce buldular. Çiftçilerin kılıçlarıyla ölmektense intihar etmeyi
seçen son Ming imparatorunun daha cesedi soğumamıştı ki Mançular, Çin’e
son darbeyi vurdular ve ülkeyi ele geçiren ikinci işgal gücü oldular.
Çin’in yeni efendileri Mançular: Qing Hükümdarlığı
Mançular, kurdukları Qing Hükümdarlığı ile 1644’ten 1911’e kadar Çin’de
hâkimiyet sürdüler. Moğollar gibi onlar da yönetim kademelerinde kendi
soydaşlarını ön planda tuttular; çift yöneticili sisteme geçtiler. Tüm
pozisyonlarda biri Çinli, biri de Mançuryalı olmak üzere çift sorumlu vardı, ama
son sözü Mançuryalılar söylüyordu.

İngiliz Fotoğrafçı Herbert Ponting’in (1870-1935) objektifinden 1907’deki Çin Seddi.

Mançuryalı yöneticiler, yaz tatillerini Çinlilere yasak olan Mançurya’da


geçiriyor, yerli halkla teması sınırlı tutuyorlardı. Çinlilerle evliliği yasakladılar,
kendi dillerini konuşmaya devam ettiler ve resmi evrakları kendi dillerinde
hazırladılar. Çinliler, orduda da savaş gücü olmaktan ziyade cephe gerisinde
görevlendirildi.
Mançular, Çin’in gündelik yaşamına dahi müdahale etti. Çinli erkeklerin
(filmlerden çok aşina olduğumuz şekilde) saçlarını tıraş edip arkada kuyruk
şeklinde bırakmaları, o dönemin uygulamasıydı. Ming’den kalan, tarımın
ticarete tercih edilmesi kuralı değişmedi. Dışa kapalı bir politika izleyen Çin,
ekonomik olarak kendi ölümünü hazırladı. Batı’nın Çin’e girişi de bu dönemde
gerçekleşecekti.

Qing Hanedanlığı (1644-1911)

Batı Çin’i keşfediyor, halkı afyonluyor


Batılı güçler 1900’lerden itibaren Çin’i keşfetmeye başlamıştı. Avrupalı
misyonerlerin Çin’e girmesine engel olunmamış, fakat Batılı denizciler Çin
limanlarını yağmalamaya başlayınca Çin’de Hıristiyanlık bir süre
yasaklanmıştı. Özellikle İngiltere Çin’le çay ve ipek ticareti yapıyordu. Fakat
İngilizlerin Çin’e satacak malları yoktu. Ta ki afyon satmaya başlayana kadar!
Afyon Çin’de çok rağbet gördü. Pek çok kişi afyon bağımlısı oldu. Yiyecek
yetiştirmek için kullanılan araziler afyon üretimine ayrılmaya başlandı. Çin’in
serveti uyuşturucuya gidiyordu! Nihayet 1839’da afyon ticareti yasaklandı. Bu
yasakla büyük gelir kaybına uğrayan İngiltere, bu duruma tahammül
edemeyince, birinde Fransa’yı da yanına alarak, Çin’le iki kez savaşa72 girdi!
Çin imparatorluk sarayının dahi yakıldığı bu savaşların sonunda başta İngiltere
olmak üzere dönemin büyük Batılı güçleri, bu bakir dünyadan istediklerini
aldılar. İmzalanan anlaşmalar sonucunda Çin’in en önemli limanı Hong Kong,
İngiltere’ye bırakıldı (bu durum 1997’ye dek sürdü.) Diğer limanlar Avrupa
ticaretine açıldı, misyonerlere ve tüccarlara imtiyazlar tanındı. Ülke neredeyse
yarı açık bir Batı sömürgesi olmuştu. Ve kaçınılmaz olarak bu durum bir kez
daha çiftçileri ve köylüleri ayaklandırdı. Bu kez onlara, zamanın ruhu gereği,
işçi sınıfı da katılmıştı. Ufaktan ufağa devrimci hareketler filizleniyordu...

İngiltere Çin’i keşfedince çay ve ipek ticaretine başladı. Fakat Çin’e satacak malları yoktu. Ta ki afyon satmaya başlayana kadar.
Afyon Çin’de çok rağbet gördü, milyonlarca Çinli afyon bağımlısı oldu! Öyle ki Çinliler, ülkeyi bu illetten kurtarmak için İngilizlerle
savaşmayı bile göze aldılar. Ama yenildiler. Hem afyon ticareti serbest kaldı, hem de Batılılar, elde ettikleri ayrıcalıklarla ülkeyi hallaç
pamuğu gibi savurdu.

Ülkenin yaşadığı bu geçiş dönemindeki sıkıntılar, Batılılaşmaya girişen ve dış


ülkelerden gelecek saldırılara karşı bir tampon bölge ve ticaret ağı oluşturmak
üzere komşu ülkeleri fethetmeye çalışan Japonya’nın ortaya çıkmasıyla daha
da derinleşti. Tüm bunlar yaşanır ve ülke açık bir pazara dönüşürken,
imparatorlar gittikçe daha da gençleşiyor ve ülkeyi fiili olarak anneleri ve
danışmanları yönetiyordu.
Çin’in son imparatoru P’u Yi, 3 yaşında tahta çıkıp, 5 yaşındayken inmek zorunda kalmıştı. ’Çocuk imparator’ olarak tarihe geçen
P’u Yi, Yasak Şehir’deki izole hayatına devam ederken, 1917’de bir kargaşa sırasında tekrar tahta oturtulmuş ama bu kez iktidarı
ancak 6 gün sürmüştü! 1934’te Japonlar Mançurya’da Mançuko isimli sözde bir devlet kurup onu da imparator olarak başına
geçirdiler. Çin hükümeti son imparatoru vatan haini ilan etti! İmparator, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir süre Rusya’da hapis
hayatı yaşadıktan sonra sade bir vatandaş olarak Çin’e döndü. Devlet kendisini bir botanik bahçesinde temizlik işleriyle
görevlendirdi. İmparatorluk sarayında başlayan hayatı, Pekin’de sıradan bir evde sona erdi. 1967’de kanserden öldüğünde geride,
tıpkı imparatorluğu gibi, oldukça karışık ve renkli bir hayat hikâyesi bırakmıştı.

Bu anne-imparatoriçelerden en derin iz bırakanı Tzu Hsi oldu. Eğitimsiz


olmasının yanı sıra Çin’i ekonomik ve politik olarak güçlendirecek tüm
önlemlere de karşı olan Tzu Hsi, Çin’in modernizme ayak uydurması
gerektiğini, daha önce Çin’e meydan okuyamayacak devletlerin bile tehdit
olmaya başladığını, daha doğrusu, gerçekleri yüzüne söylemeye cesareti olan
tüm düşünürleri öldürttü. Aşırı muhafazakârlığı ve dar görüşlülüğüyle Çin’i bir
önceki yüzyılın koşulları içinde tutmaya çalışan Tzu Hsi, ölmeden hemen önce
üç yaşındaki çocuğu P’u Yi’yi tahta oturttu. Tarihe ‘çocuk imparator’ olarak
geçen P’u Yi, Çin’in son imparatoru olacaktı. Çin’in kaderi bir çocuğun ellerine
bırakılmışken ülkedeki devrimciler giderek güçleniyordu.
İmparatorluktan Komünizme
Ve nihayet beklenen oldu. 1 Ocak 1912’deki devrimle, modern Çin’in babası
kabul edilen Sun Yat-sen, imparatorluğu lağvedip cumhuriyeti ilan etti.
Yüzyılların imparatorluğu tarihe karışmıştı! Yeni bir dönem başlıyordu. Takip
eden senelerde süregelen siyasi kaos, savaşlar ve tamamlanamayan bir
anayasa yüzünden ekonomik ve kültürel gelişme yavaşladı. Ve nihayetinde bir
diğer devrimci lider Mao Zedong, iktidarı ele geçirdi ve günümüze kadar
devam edecek olan yeni rejimi ilan etti: Komünizm.
İmparatorluğun Kilometre Taşları
M.Ö. 551 Konfüçyüs’ün doğumu.
M.Ö. 221 Çin, Ch’in Hanedanlığı altında birleşti.
M.Ö. 220 Çin Seddi inşa edilmeye başlandı.
M.Ö. 206 Han Hanedanlığı hüküm sürmeye başladı.
M.Ö. 141 İmparator Wu Ti ülkeyi kuzey, güney ve batıya doğru genişletti.
23 Kırmızı Kaşlılar, İmparator Wang’ı devirdi.
150 İlk Budist metinleri Çinceye çevrilmeye başlandı.
184 Sarı Türbanlılar çetesi ayaklanarak hükümeti devirdi.
220–581 Üç Krallık Devri ve aralıksız süren savaşlar.
581 Sui Hanedanlığı’nın idareyi ele alışı.
618 Tang Hanedanlığı’nın idareyi ele alışı.
888 Tang Hanedanlığı’nın yıkılışı.
890–960 Kaos ve sürekli kendi aralarında savaşan kuzey ve güney hanedanlıkları.
960 Song Hanedanlığı’nın idareyi ele alışı.
1279 Moğolların Çin’i işgali ve Yuan Hanedanlığı’nın kuruluşu.
1368 Çiftçilerin iktidarı devirmesi ve Ming Hanedanlığı’nın kuruluşu.
1500–1600 İzolasyon dönemi.
1600 Çin Seddi’nin son halini alması.
1644 Mançuların Çin’i işgali ve Qing Hanedanlığı’nın kuruluşu.
1912 İmparatorluğun yıkılışı ve cumhuriyetin ilanı.
1949 Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilanı.

İmparatorluğun Seyir Defterinden

Hadım edilmiş harem ağaları, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, Çin İmparatorluğu’nda da önemli bir rol
oynadı. Birçok saray darbesi ve ayaklanmada parmağı olan hadımların, toplumda ayrıcalıklı bir yeri
vardı. Birçok aile, hem çocukları hem de kendileri rahat eder umuduyla, çocuklarını bizzat saraya
kendi elleriyle teslim ediyordu.
Moğolların idaresindeki Çin’de, tüm olumsuzluklara rağmen kültürel çeşitliliğin korunmasına önem
verildi. İslam, Hıristiyanlık ve Budizm’e hoşgörü gösterilirken, Konfüçyanizm en yaygın felsefe olarak
imparatorluğu etkisine aldı.
Ming Hanedanlığı, bilimsel gelişmeler söz konusu olduğunda tüm dünyayı geride bırakmıştı. Li
Shizhen’in tıp, Song Yingxing’in havacılık ve Xu Guangqi’nin tarım üzerine yazdığı kitaplar, bugün bile
dönemin bilgi birikimine ışık tutan kaynaklar olmaya devam ediyor. Hatta oldukça yaygın olan bir
rivayete göre Wan Hoo adındaki bir bilim adamı etrafını barut dolu füzelerle donattığı bir sandalyeyle
uçmayı denemiş, bir süre havalandıktan sonra düşerek ölmüş ve insanoğlunun gökyüzünü fethetme
macerasının ilk kurbanı olmuştu!
Venedikli ünlü seyyah Marco Polo, Moğol idaresindeki Çin’e yaptığı seyahatte Kubilay Han’ın
sarayında kalmış, gözlemlerini naklettiği kitabı, Ortaçağ Avrupası’nda yaşayan insanlar için yeni ve
zengin bir dünyanın kapılarını açmıştı. Marco Polo Çin’de gördüğü Moğol savaşçılarından şöyle söz
ediyordu: “Bir Moğol askeri yere inmeden, at sırtında iki gün iki gece geçirebilirdi, kimi zaman ise at
yoluna devam ederken asker eyer üzerinde uyurdu...”
Çin İmparatorluğu, en geniş topraklara 13 milyon kilometrekare ile Qing Hanedanlığı’nın İmparatoru
Qianglong döneminde ulaştı. Bu topraklarda 432 milyon kişi yaşıyordu.
Çinli kadınlar demir ayakkabılar giyerek ayaklarının hep küçük kalmasını sağlarlardı. Ming
Hanedanlığı’ndan sonra Çin’in efendisi olan Mançular, bunu yasakladı. Fakat yasak işlemeyince bir
süre sonra kaldırıldı.
Çay, Çinlilerin dünyaya bir armağanıdır. İnanışa göre Shen Nong isimli bir Çinli, zehirlendiği sırada,
kendisine şifalı gelebilecek bir bitki ararken çayı bulmuş ve yiyerek iyileşmiştir. Ardından Çinliler bu
yeni bitkiyi sıcak suyla karıştırıp içmeye başlamışlardır.
Kâğıt da Çinlilerin icadıdır. Önceleri notlarını bambuların üzerine düşen Çinliler, bir süre sonra
bambuların çok yer kaplaması üzerine çaput, kenevir, eskimiş balık ağları ve ağaç kabuklarını bir
potada eriterek kâğıdı buldular!
İpek, pusula, havai fişek, uçurtma, porselen ve abaküs de Çinlilerin icadıdır!
Çin imparatorları sürekli başkent değiştirmiş, seçimlerini de dini inanışlarına ve kozmolojiye göre
yapmışlardı. Antik dönem Shang kralları Anyang’ı, Konfüçyanizmin etkisindeki Ch’in Hanedanlığı
Xianyang ve Chang’an’ı, Han Hanedanlığı Roma’dan sonra dünyanın o dönemdeki en büyük şehri
Luoyang’ı, Jin Hanedanlığı Nanjing’i, Sui ve Tang hanedanlıkları tekrar Chang’an’ı, Moğollar Dadu’yu
(ki sonradan Pekin adını alacaktır), Ming’ler önce Nanjing’i, ardından da Yasak Şehir adıyla bilinen
imparatorluk sarayının inşa edildiği Pekin’i başkent olarak tercih etmişti.

Roma’nın muzaffer imparatoru Constantine, başkentini Roma’dan günümüz İstanbul’unun atası


Konstantinopol’e taşıdığında, şehrin Roma’nın çöküşünden sonra bin yıl daha ayakta kalacağını
hayal etmemişti muhtemelen! Oysa doğu ve batının kucaklaştığı bu boğaz şehri, zamanla öylesine
zenginleşti, öylesine renkli bir dünya haline geldi ki havasını soluyan seyyahların bu şatafatı
yazmaktan mürekkepleri tükendi. Vandalların yıktığı Batı Roma’nın mirasını kucaklamakla kalmadı,
‘Yunan Ruhu’nu da üfleyerek kendine özgü bir imparatorluğa dönüştürdü onu. Entelektüel birikimi,
hanedanlıkları, ‘ele geçirilemez’ başkenti ve kendine has Hıristiyanlığıyla asırlara meydan okuyup
Doğu Avrupa ve Rusya’nın karakterini yoğurdu. 1453’te Osmanlılar tarafından ele geçirildiğinde
yıkılmadı, sadece İslamlaşarak yeni bir medeniyet macerasına koyuldu...

Bizans İmparatorluğu
330-1453
“Dünyanın başlangıcından beri, bu kadar büyük bir zenginlik ne İskender’in ne de Şarlman’ın zamanında
görülmüştü. Dünyanın en zengin kırk ülkesini toplasanız, sanmıyorum ki Konstantinopol kadar etsinler.
Yunanlılar der ki dünyadaki zenginliğin üçte ikisi Konstantinopol’dedir, geri kalan üçte biri ise dünyanın geri
kalanına dağıtılmıştır.”
Robert Clari (1204’te Konstantinopol’ü işgal eden Haçlı ordusu askerlerinden)

Roma şehri etrafında konuşlanmış Roma İmparatorluğu ile Konstantinopol


merkezli Bizans İmparatorluğu arasındaki farkı anlamak o kadar kolay
değildir. Bizanslıları sadece Roma İmparatorlu-ğu’nun doğudaki ayağı olarak
görmek doğru olmakla birlikte, eksiktir de. Her ne kadar Konstantinopol,
İmparator Constantine zamanında Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapılmış
olsa da imparatorluğa Yunan ve Bizans karakterinin katılması, Diocletian
döneminde başlamıştı. Gotlar, imparatorluğu işgal etmiş ve hatırlarsanız
Roma’yı o andan itibaren kendilerinin temsil ettiğini iddia etmişlerdi. Oysa
Roma’daki yağmacılar henüz ellerinde kılıç, dişe dokunur bir şeyler ararken
Bizans bu misyonu üstlenmişti bile. Fakat yüzyıllar geçtikçe Bizans çok farklı
bir medeniyete, kendine özgü kimliğe sahip bir imparatorluğu dönüşecekti.
Doğu Roma, her zaman Yunan karakteri taşımıştı. Fakat Bizanslılar önce
Avrupa ve Asya’nın, özellikle yedinci yüzyıldan sonra da İslam’ın kültürel etkisi
ve siyasi rekabet gücüyle başa çıkmak zorunda kaldılar. Orta Çağ boyunca
Bizans, politik etkisini kaybederek siyasi açıdan yalıtılmış bir devir geçirdi.
Nitekim Avrupa uygarlıkları Orta Çağ’ın son yüzyıllarında daha kapsayıcı bir
monokültüre sahip olmaya ve toplu hareket etmeye çalışsalar da Bizans, bu
yeni konseptin dışında kaldı. Modern Çağ’ın başlangıcında ‘Avrupa’ ideali,
sağlam bir kültürel fikre dönüştüğündeyse Bizans, Osmanlıların
Konstantinopol’ü ele geçirmesiyle sona ermişti bile.
Bizans; Roma ve Yunan kültüründen gelen, ancak Yunan, Roma, Avrupa ve
İslam unsurlarının tümünün üzerinde yükselen eşsiz bir sentez oluşturmuş
tarihi ve kültürel bir karakterdi. Şimdi dilerseniz, günümüz İstanbul’unun
başrolünü oynadığı Bizans tarihinin yapraklarını çevirmeye başlayalım…
Bizans’ın beyni Büyük Jüstinyen
Pek çok tarihçi 527–565 yılları arasında iktidarda kalan ve ‘Büyük Jüstinyen’
olarak bilinen I. Justinian’ın (Flavius Petrus Sabbatius Justinianus) dönemini
Bizans’ın, Roma’dan koptuğu zaman dilimi olarak görse de bu iddiayı
destekleyen argümanlar zayıftır. Zira Justinian kendisini sadece tüm Roma’nın
değil, Gotlar tarafından işgal edilen toprakların da imparatoru olarak
görüyordu. Üstelik anadili Latinceydi.
Roma’nın düşmesinden sonra Bizans imparatorları uzunca bir süre Roma’yı
tekrar ele geçirme düşüncelerinden vazgeçmediler. Roma’nın düşmesinden
çıkardıkları dersle beşinci yüzyıl boyunca Bizans’ta yönetim ve finansla ilgili
ciddi reformlara imza attılar. 425 yılında Roma Hukuku kaynaklı kanunlar
elden geçirilip vergi sistemi büyük oranda değiştirilerek sağlamlaştırıldı. En
önemlisi, Bizanslılar, ordularını Germen generallere emanet etmediler. Zira
Batı Roma’nın askeri açıdan zayıflamasının sebeplerinden biri de buydu. Gerçi
Bizans’ın bu ihtiyatlı tutumunun pratikte pek bir önemi olmayacaktı. Çünkü
Batı Roma’nın çöküşü, Doğu’nun da ekonomik olarak zayıflamasına ve güçlü
bir ordu besleyememesine neden olmuştu. Zaten büyük ihtimalle
imparatorluğun batısını tekrar ele geçirmeyi düşünen son imparator
Justinian’dı.
Justinian Kuzey Afrika’yı ele geçirip İtalya’yı Ostrogotlardan geri almış olsa
da bu seferler, Bizans İmparatorluğu’nun önemli kaynaklarını kurutmuş,
İtalya’yı da yerle bir etmişti. Öyle ki İtalya, o çok övündüğü şehir kültürüne
asırlar boyu veda etmek zorunda kalacaktı. Batı Roma’nın şaşalı şehirleri uzun
bir gerileme dönemine girdi. İtalya’nın içine düştüğü bu perişanlık, Bizans
açısından bu toprakları elde tutmayı imkânsız hale getirdi. Zaten Justinian’ın
ölümünden sadece üç yıl sonra İtalya, başka bir Germen kavmi olan ‘Uzun
Sakallar’ın, diğer bir deyişle Lombardların (Langobardi) eline düştü. Bu andan
itibaren Batı ve Doğu Roma, bir kez daha ve nihai olmak üzere birbirinden
tamamen koptu.
Justinian, en çok döneminde yayımlanan Corpus Juris Civilis (Medeni Hukuk
Yasaları) ile sivrildi. Bu, sadece Roma Hukuku’nun harika bir analizi değil, aynı
zamanda Roma Hukuku ve içtihatlarının Hıristiyanlıkla sentezlenmiş haliydi
de. Bizans’ın etkinliği zamanla solacak olsa da özellikle on birinci yüzyıldan
itibaren Corpus Juris Civilis, İngiltere hariç, Avrupa kanun ve hukuk
uygulamalarının temelini oluşturacaktı.
Bizans mimarisinin zirvesi Ayasofya boy gösteriyor
Justinian, ‘Büyük’ sıfatını boşuna almamıştı. Konstantinopol’deki St. Sophia’yı
(Ayasofya)73 ve İtalya’nın Ravenna şehrindeki St. Vitale Kilisesi’ni inşa
ettirdiği için, bir bakıma Bizans mimarisinin de babası olarak kabul edilir.
Bugün bile Sultanahmet Meydanı’nda tüm haşmetiyle bir abide gibi yükselen
Ayasofya, Roma kiliselerinin kubbeli mimari geleneğini devam ettirmiş
olmakla birlikte, bunu daha önceki yüzyıllarda ulaşılmamış boyutlara
çıkarmıştı. Öyle ki Ayasofya, 800 yıl boyunca dünyanın en büyük kubbeli yapısı
olarak kaldı. Hem Ayasofya’nın hem de St. Vitale’nin içi, mimari olarak çok
değerli Bizans mozaikleriyle dekore edilmiş, bu mozaikler, neredeyse bir
milenyum boyunca Bizans mimarisini karakterize etmiştir.

Bizans mimarisinin en görkemli eseri olan Ayasofya Kilisesi, 33 metre çapı ve 55.60 metre yüksekliğindeki kubbesiyle uzun bir süre
Hıristiyan dünyasının en büyük ibadethanesi olarak kaldı. Rivayetlere göre İmparator Justinian, 27 Aralık 537’de kilisenin açılış
törenine geldiğinde, Ayasofya’nın önünde durmuş ve “Ey Süleyman, işte seni geçtim!” diye haykırmıştı. Hz. Süleyman’ın
Kudüs’te yaptırmış olduğu mabet, o zamana kadarkilerin en büyüğüydü.

Justinian döneminin en kötü uygulaması, Hıristiyanlığın o dönemdeki temel


doktrinlerinden farklı düşünen Hıristiyanlara baskı yapılmış olmasıydı. Aslında
Doğu Roma, inanç ve teolojik tartışmalar söz konusu olduğunda genellikle
batıdaki kardeşinden daha hoşgörülü olmuş, bu çeşitlilik, Hıristiyanlığın
gelmesiyle de çok değişmemişti. Hıristiyan olmayanların kınanmasına rağmen
Bizans’ta din ve özel olarak da Hıristiyanlıkla ilgili entelektüel tartışmaların
her zaman meraklıları vardı. Özetle, doğudaki Hıristiyanlık anlayışı daha
mistik ve felsefi, batıdakiyse daha pratik ve itaat merkezliydi. Bu durum
Bizans topraklarında birbiriyle yarışan pek çok alternatif doktrinin ortaya
çıkmasına sebep oldu. Bunlardan biri de Monofizitizm’di.

İmparator Justinan 565’te öldüğünde Bizans İmparatorluğu’nun sınırları bu şekildeydi. (University of Texas Libraries)

Hz. İsa’nın doğasıyla ilgili tartışmalar sonucunda ortaya çıkan bu doktrin,


özellikle beşinci yüzyıldan itibaren imparatorluğun doğusunda etkili olmuştu.
Monofizitler, Hz. İsa’nın, ‘tanrısal’ ve ‘insani’ boyutların karışımından
müteşekkil tek bir boyutu olduğunu savunuyordu. Roma Kilisesi ise bu
boyutların birbirinden ayrıldığına, diğer bir deyişle Hz. İsa’nın çift boyutlu
(Diofizit) olduğuna inanıyordu. Roma Kilisesi, monofizitleri kâfir ilan etmişti.
491-518 yılları arasında hüküm süren imparator I. Anastasius’un, (Flavius
Anastasius) monofizit olduğunu ilan etmesiyle birlikte Bizans, Roma’nın
Papası’ndan uzaklaştı. Fakat hem Justinian hem de babası olan bir önceki
imparator I. Justin (Flavius Justinus), İtalya’yı geri almak için papanın
desteğine ihtiyaç duyuyordu. Monofizitizm’i inkâr ederek tekrar Roma
Kilisesi’ne biat ettiler. Hatta Justinian bir adım daha ileri gitti ve Roma’ya olan
bağlılığını göstermek için Suriye ve Mısır’daki monofizitlere dünyayı dar etti.
Bu, tarihin ileriki safhalarında çok büyük etkiler yaratacak, Bizans tarafından
inanılmaz işkencelere maruz kalan monofizitler, mezheplerine hoşgörüyle
yaklaşacak olan Müslüman işgalcileri kolları açık karşılayacaklardı.
Heraclius Persleri tarihten siliyor
Justinian, İtalya’yı geri alma saplantısından dolayı haleflerine ekonomisi
yerlerde sürünen bir imparatorluk bırakmıştı. Bizans’ı bu açmazdan kurtarma
işini layıkıyla yerine getiren isim, 610–641 yılları arasında iktidarda kalan I.
Heraclius (Flavius Heraclius) olacaktı.
Aslen Ermeni olan, ancak Roma Afrikası’nda büyüyen ve gençliğinde
arenalarda aslanlarla kapışan Heraclius, iktidarı devraldığında vaziyet çok
umutsuzdu. Doğuda Pers İmparatorluğu, Küçük Asya’yı ele geçirmeye
çalışırken batıda Germen, Slav ve Moğollardan oluşan akıncı güçler,
Yunanistan ve Balkan topraklarını gözlerine kestirmişlerdi. Konstantinopol
üzerindeki baskı o kadar büyüktü ki bir ara başkentin Kartaca’ya taşınması
bile gündeme gelmişti.
Heraclius, bir grup Hun’u Balkanlara yerleştirip batı sınırını güvenceye
aldıktan sonra, dikkatini ezeli düşmanlarına; o dönemde Sasani
İmparatorluğu74 adıyla II. Hüsrev’in hükümdarlığında bulunan Perslere
yöneltti. On beş yıla ve geniş bir coğrafyaya yayılan savaşlar dizisinin
ardından Heraclius, nihayetinde, 627’deki destansı Nineveh Savaşı’nda 70 bin
kişilik Pers ordusuna komuta eden Razates’i (Rhahzadh) bizzat öldürerek hem
savaşı kazandı hem de Pers İmparatorluğu’nu çöküşe sürükleyen darbeyi 75
vurdu.
Heraclius döneminin en önemli gelişmelerinden biri de doğuda dünya
tarihini kökünden değiştirecek bir gelişme yaşanmakta olmasıydı. Tam da
Heraclius’un tahta çıktığı dönemde Hz. Muhammed Mekke şehrinden dünya
insanlarına sesleniyor, yeni bir dini müjdeliyordu. Bundan sonra bölge ve
dünya siyasetinde İslamiyet’in etkisi derinden hissedilecekti.
Heraclius’un saltanatının son demlerinde İslam orduları Bizans’ın Suriye’deki
topraklarına akınlar düzenliyor, Pers bölgelerini ele geçiriyorlardı. Müslüman
gücün ortaya çıkışından itibaren Bizans, tüm enerjisini doğuya ve güneye
yoğunlaştıracak; bir zamanlar kimliğine ve tarihine beşiklik eden ve hiçbir
zaman gözünü üzerinden ayırmadığı Batı, ufukta kaybolan bir gemi gibi, ağır
ağır görüş açısından çıkacaktı. İslam, Bizans’ı Batı’dan koparmıştı.
İslamiyet’in doğuşu Doğu Roma’nın batışı oldu
Sasanilerin sahneden çekilmesini takip eden sekiz asırlık tarih dilimi,
Hıristiyan Bizans’la İslam orduları arasındaki amansız mücadeleye sahne oldu.
Justinian döneminde ağır ve sistematik bir şekilde işkence ve baskılara maruz
kalan Hıristiyan ve Yahudi nüfus, Müslüman idaresini görünce bu seçeneğe
direnmedi. Müslümanlar, Suriye ve Mısır’daki Bizans bölgelerini kolayca ele
geçirdiler. Zaten Hz. Muhammed döneminden itibaren tüm halifelerin amacı
Bizans topraklarını ele geçirmekti. Özellikle de Konstantinopol’ü!

Konstantinopol’ün etrafını çevreleyen ve Theodosian Duvarları olarak bilinen surlar, asırlar boyunca şehri almak isteyen yabancı
güçlerin hevesini kursağında bıraktı.

Lakin Pers topraklarını süratle ele geçiren Müslümanlar, Bizans’ın kalbi söz
konusu olduğunda aynı şeyi yapamadı. Müslüman Araplar 67476 ve 71777
yıllarında iki kez Konstantinopol’ü kuşattıkları halde, ele geçirenin cennetle
müjdelendiği bu şehri almayı başaramadılar. İkinci kuşatmanın ardından
rüzgâr Müslümanların aleyhine esmeye başladı. 717-741 yılları arasında
Bizans’ın efendisi olan III. Leo döneminde Bizans orduları karşı saldırıya geçti.
Makedonlar Bizans’a altın çağını yaşatıyor
Bizans’a en parlak dönemini, iktidarları 9. yüzyılın sonlarından başlayıp 11.
yüzyılın başlarına kadar devam eden Makedon imparatorlar silsilesi yaşattı.
867-886 yılları arasında Bizans tahtında oturan Makedonya doğumlu I. Basil
(Makedonyalı Basil olarak bilinir) ile başlayan bu iki asırlık dönemde Bizans,
her açıdan ayağa kalktı. Şehir hayatı gelişti, ticaret ve bununla birlikte nüfus
arttı. Kültürel açıdan ciddi gelişmeler yaşandı. Antik dönem Yunan
klasiklerinin korunması, çoğaltılması ve Batı’ya taşınması da bu dönemde
gerçekleşti. İmparatorluğun toprakları Justinian dönemine nazaran küçülmüş
olmakla birlikte politik ve kültürel açıdan tam bir bütünlük içerisindeydi.
Her ne kadar Altın Çağ’ın tüm kredisi 867-886 yılları arasında iktidar olan I.
Basil’in hanesine yazılsa da aslında Bizans Rönesansı, selefi III. Michael
döneminde başlamıştı. Bu dönemden itibaren takip edilen sıkı mali
politikalarla altın rezervi artmış, hazine dolmuştu. Bu sayede oluşturulan
güçlü orduyla, daha önce İslam idaresine geçen Damietta (Mısır/Dimyat),
Melitene (Malatya), Dalmaçya ve Suriye civarı, Kıbrıs ve Girit gibi topraklar
geri alındı. Hatta bir ara Bizans ordusu, 969–976 tarihleri arasında imparator
olan I. John Tzimiskes idaresinde Kudüs kapılarına bile dayandı.
Bu dönem Bizans’ın diplomasiyi de kıvraklıkla kullandığı bir zaman dilimi
oldu. Bizanslılar, imparatorluğu sürekli tehdit eden Bulgarlar, Ruslar ve
Polonyalıları birbirlerine karşı kullanarak ayakta kalmayı ve yeri geldiğinde de
bu güçleri mağlup ederek kendilerini sağlama almayı başardılar. Altın Çağ’da
Ruslarla, başlangıçta savaş yoluyla girilen yakın ilişki, ileride sıkı bir siyasal
kültürel ittifaka dönüşecek; Bizans kültürü ve Ortodoksluk, Rusya’yı etkisi
altına alacaktı.

1000 yılında Bizans İmparatorluğu ve Avrupa. (University of Texas Libraries)

İslam halifesinin etrafında şekillenen merkezi hükümetin dokuzuncu yüzyılda


güç kaybetmesiyle Bizanslılar Anadolu’ya tekrar hâkim oldular. Onuncu
yüzyılın ortalarında Suriye’nin büyük bir kısmını yeniden ele geçirmiş ve bir
kez daha Yunanistan’dan Arap dünyasına, oradan Gürcistan ve Ermenistan’a
dek uzanan görkemli imparatorluklarının keyfini sürer olmuşlardı. Lakin bu o
kadar uzun sürmeyecekti. İkinci milenyumun ilk asrında Küçük Asya yeni bir
güçle tanışacaktı: Türklerle…
Türkler Anadolu’ya giriyor, Haçlılar yola çıkıyor
Selçuklu Türkleri 1071’de Malazgirt’te Bizans ordusunu bozguna uğratmış,
ardından da süratle Anadolu içlerine doğru akmaya başlamışlardı. 1075’e
gelindiğinde Türkler, başkenti İznik (Nicaea) olan Selçuklu Devleti’ni kurarak
Konstantinopol’ün kapısına dayanmışlardı. Nihai çarpışma kaçınılmaz
görünüyordu. İmparator Alexios I Komnenos (Alexius Comnenius) Avrupa
devletlerini yardıma çağırdı. Her ne kadar Bizanslılar ve Avrupalılar kültürel
olarak birbirlerinden ayrı düşmüş olsalar da halen aynı dini paylaşıyorlardı.

Türklerin 1071’de Malazgirt’te Bizanslıları yenerek Anadolu’ya girmesi, Bizans İmparatorluğu açısından sona giden yolun ilk adımı
olmuştu. (http://byzantineempire.info)

Papa II. Urban, Müslümanları Anadolu’dan ve Kudüs’ten çıkarmak için bir


Haçlı ordusu kurulması çağrısında bulundu. Kudüs’ü geri alarak Hıristiyanlığı
tekrar Papalık otoritesi altında birleştirmenin hayallerini kuruyordu.
Komnenos’un yardım çağrısına kulak verenlerin Bizans topraklarına dönük
şahsi hesapları da yok değildi! İlk Haçlı Seferi sonucunda İznik’i I. Kılıç Arslan
liderliğindeki Selçuklu Türklerinden geri aldılar. Disiplinli ve iyi eğitimli İngiliz,
Fransız ve İtalyan şövalyelerinden oluşan bu ilk Haçlı ordusu, Bizans’ın
Anadolu’daki topraklarının bir kısmını Komnenos’a geri verdiğinde, Suriye ve
Filistin’de kendilerine bağlı küçük Haçlı krallıkları kurmuşlardı bile.
1099’da Kudüs’e giren bu Hıristiyan ordusu, karşısına kim çıktıysa, hangi
dinden olduğuna bakmaksızın kırdı geçirdi, şehri yağmaladı. Bu arada
Anadolu’da kurduğu askeri ağla kendini iyice güvene alan Bizans, Avrupa’yla
yaptığı ticaretle kasasını dolduruyordu. İşler yolundaydı. İlkinin ardından iki
Haçlı Seferi daha yapılmış, ama bunlar sınırlı başarıların ötesine geçememişti.
Nitekim 1187’de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan geri alması,
Hıristiyan dünyası açısından büyük bir şok oldu. Bunun üzerine Haçlı ordusu
dördüncü kez yola çıktı. Hedef, Kudüs’ü “kurtarmak”tı. Ama her nasılsa
Hıristiyanlar soluğu Konstantinopol’de alacaklardı! Nasıl mı?
Venedikliler Haçlıları nasıl yoldan çıkardı?
Komnenos Hanedanlığı yönetiminde neredeyse bir asırdır huzurlu ve zengin
bir hayat süren Bizans, hanedanlığın dördüncü imparatoru II. Alexios
Komnenos’un 1183’te suikasta kurban gitmesiyle bir anda karışmıştı. Ardından
gelen I. Andronikos Komnenos da aynı akıbeti paylaştı. Saray darbelerinin
ardı arkası kesilmiyordu. 1185’te II. Isaac Angelos yönetimi ele geçirdi ama o
da iktidarda ancak on yıl kalabildi. Kardeşi III. Aleksios Angelos tarafından
tahttan indirildiğinde gözleri de kör edilecekti “Bizans’ta ayak oyunu bitmez!”
deyişi, bu kaotik günlerin ürünü olsa gerekti!
Papa III. Innocent’in 1198’deki çağrısıyla, Kudüs’ü geri almak amacıyla
Montferrat Markisi Boniface liderliğinde kurulan Haçlı ordusunun Venedik
gemileriyle taşınması kararlaştırıldı. Buna karşılık Venediklilere yüklü miktarda
para ödenecek ve fethedilen topraklardan da pay verilecekti. Venedik gibi
dönemin en tüccar karakterli devletçiği açısından oldukça makul bir
anlaşmaydı doğrusu!
Venedikliler devasa bir filo inşa etmeye başladı. Lakin Haçlı ordusunu
oluşturacak ülkelerin bir kısmı, aralarındaki ihtilaflardan dolayı Venedik’i devre
dışı bırakıp ordularını farklı rotalardan Kudüs’e yolladı. Venedik’e gelen
askerler, inşa edilen donanmanın dişinin kovuğunu bile doldurmuyordu. Ama
anlaşma anlaşmaydı ve Haçlılar bir kez Venedik’e borçlanmışlardı.
İşte bu aşamada Venedik, tüccarlığını bir kez daha konuşturdu. Venedik’te
toplanan Haçlılar, Macarların bir süre önce Venediklilerin elinden aldığı
Dalmaçya kıyısındaki Zara şehrini geri alıp tekrar kendilerine verebilirler miydi
acaba? “Buradan elde edebilecekleri servetle borçlarını da ödeyebilirlerdi”
belki. Venedikliler resmen Hıristiyan bir kralın kontrolündeki bir Hıristiyan
şehrinin Haçlı ordusu tarafından geri alınıp kendilerine verilmesini istiyordu!
Borçlu Haçlılar bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Papa’nın bu işe karışanları
aforoz edeceği tehdidine rağmen şehir alınıp Venediklilere verildi. Yine de
buradaki yağmayla elde edilen servet, borcu karşılamaya yetmedi. Zaten
paranın çoğu Kudüs için hazırlanan ordunun ihtiyaçlarına gitmişti.
İpin ucu kaçmıştı bir kez. Halen alacaklı olan Venedikliler şimdi de her
zaman Akdeniz ticaretinde kendilerine rakip gördükleri Konstantinopol’ün
ortadan kaldırılmasını istiyorlardı! Bu arada ‘Kudüs yerine Bizans’ seçeneğini
güçlendiren bir başka gelişme daha yaşandı. Kardeşi tarafından iktidardan
alaşağı edilen II. Isaac Angelos’un oğlu IV. Alexios Angelos, bir şekilde
Boniface’ye ulaşıp bir başka ilginç teklifte bulundu:
“Siz babamı tekrar iktidara getirin, ben de size hem para vereyim hem de
Kudüs seferinizi on bin askerle destekleyeyim!”
Neye niyet neye kısmetti! Kudüs’ü kurtarmak gibi ‘asil’ bir misyonla yola
çıkanlar, birbirinden ilginç pazarlıkların figüranı olmuşlardı.
Haçlılar Konstantinopol’ü Hıristiyanlardan kurtarıyor!
Ordusunun Konstantinopol’e yürüdüğünü duyan Papa bir kez daha küplere
binmiş, aforoz tehditleri savuruyordu. Ama “Hem Bizans’ı ele geçirip tekrar
Roma’ya bağlayacağız hem de sana karşı çıkan Doğu Kilisesi’nin başını
ezeceğiz!” diyerek onu da susturdular.
Ve 1204’te Haçlılar, Müslümanların birkaç asırdır deneyip yapamadığını
yapıp Konstantinopol’ü ele geçirdiler! Üç gün süren yağmanın ardından
‘anlaşma gereği’ yapılan saray darbesiyle II. Isaac Angelos tekrar iktidara
getirildi. Lakin şehir ahalisi, bir zamanlar kendisi de iktidarı darbeyle ele
geçirmiş olan bu ‘yeni’ imparatora başkaldırmakta gecikmedi. Haçlılar vaziyeti
kurtarmak için bu kez II. Isaac Angelos’un yanına oğlu IV. Alexios Angelos’u
da oturtarak çift imparatorlu hükümet gibi bir garipliğe imza attılar. Bizans’ın
çivisi iyice çıkmıştı. Bir süre sonra oğul Angelos’un verdiği sözleri
tutamayacağı anlaşıldı. Konstantinopol zaten zor ayakta duruyordu. Değil
Haçlılara, kendisine bile hayrı yoktu ki, bir darbe daha oldu!
Yeni imparatorun adı V. Aleksios Dukas’tı. Bu esnada şehir dışındaki
karargâhlarında halen imparatorluktan gelecek yardımları bekleyen Haçlı
ordusu, Bizans’a yerleştirdikleri kukla rejimin yıkılması üzerine harekete geçti
ve bir kez daha Konstantinopol’e girdi. Bizans iktidarını yıkıp, Flandre Kontu
Baudouin’in yönetiminde, 1261’e dek sürecek bir Latin İmparatorluğu
kurdular! Peki Bizans’a ne olmuştu? Yaklaşık sekiz asırdır devam eden bu
imparatorluk bir anda tarihe mi karışmıştı dersiniz? Hayır, henüz değil. Geri
geleceklerdi…
1453…
Haçlılar her ne kadar Bizans merkezi yönetimini yıkmış olsa da Anadolu’daki
Bizans toprakları yerindeydi. Bizans’tan kaçan hanedanlık üyeleri bu
topraklarda küçük Bizans devletçikleri kurdular. Bunların en güçlüsü, I. Teodor
Laskaris tarafından 1204’te kurulan Nicaea (İznik) İmparatorluğu’ydu.
Laskaris, 1208’de Nicaea’da ‘Roma İmparatoru’ olarak taç giyecekti. Öte
yandan aynı yıl içerisinde Komnenos hanedanından Alexios Komnenos da
literatüre Rum Pontus İmparatorluğu olarak geçecek olan Trebizond
(Trabzon) İmparatorluğu’nu kurdu. Bu devletçik, 1461’de Osmanlılar
tarafından ortadan kaldırılıncaya dek ayakta kalacaktı. Bu arada, Latinlerin
Konstantinopol’den kovaladığı V. Aleksios Dukas da Trakya’da küçük bir
devletçik kurmayı başarmıştı.
Son Bizans İmparatoru Constantine Palaeologos’u 29 Mayıs 1453’te Konstantinopol surlarında savaş pozisyonu almış halde tasvir
eden bir çalışma. (http://byzantineempire.info)

Bizanslıların içine düştüğü bu dağınıklığa son veren, Nicaea


imparatorlarından Mikhail Palaeologos oldu. 1261’de Konstantino-pol’e girip
Latin İmparatorluğu egemenliğine son verdi ve Ayasof-ya’daki törende VIII.
Mikhail Palaeologos adıyla ‘Roma İmparatoru’ olarak taç giydi. Bizans tekrar
ayağa kalkmıştı kalkmasına ama eski parlak günlerinden ve gücünden uzak,
küçük bir devletçikten başka bir şey değildi artık. Öyle ki Türklerin eline
geçmeden önce imparatorluk, zaten dört bir yanından Osmanlı topraklarıyla
çevrilmişti.
1453’te Konstantinopol kesin olarak Osmanlı Türkleri tarafından ele geçirildi.
Roma İmparatoru I. Constantine’in 330’ta imparatorluğun başkentini
Roma’dan Byzantium’a taşımasıyla başlayan Bizans İmparatorluğu ölmüştü.
Geride çok güçlü bir miras bırakarak…
Roma İmparatoru I. Constantine’in 330’da imparatorluğun başkentini Roma’dan Byzantium’a taşımasıyla filizlenen Bizans
İmparatorluğu Osmanlı Türkleri’nin ele geçirmesiyle birlikte tarih sahnesinden çekildi. (http://byzantineempire.info)

Bizans Hıristiyanlığı neden farklıydı?


Bizans’ın geride bıraktığı mirasın en ses getiren yönü, kiliseye dair olanıydı.
Bizans Hıristiyanlığı politik ve kültürel pratikleri açısından Romalılarınkinden
(Latin) çok farklıydı. Bu farkların başında imparatorun inanç konularındaki rolü
geliyordu. Latin kilisesi, kilisenin yönetimi için imparatorlarla rekabet
halindeydi. Avrupa’da merkezi otoritenin azalması ve Avrupa krallıklarının
artması ile Papa, din üzerindeki otoritesini giderek daha da sağlamlaştırdı.
Fakat Bizanslılar Roma geleneğini devam ettirdiler. İmparatorun ilahi bir
varlık olduğu fikrine dayanan ve kilise ve teolojiyle ilgili meselelerde
kendisine sınırsız yetki tanıyan bir Hıristiyanlık anlayışını sürdürdüler. Bu fark,
Hıristiyanlık dünyasının doğusuyla batısı arasında kalıcı bir çatlak doğuracak
ve bu çatlağı İsuryalı Leo zamanında ortaya çıkan İkonoklastik felsefe
sembolize edecekti.
İkonoklast teologlar, resimlere ya da ikonlara değer vermenin
putperestlerden kalma bir inanış olduğunu savunuyordu. Onlara göre insan
eliyle yapılan şeyler değil, sadece Hz. İsa ve Tanrı saygıyı hak ediyordu.
Birçok Bizans tarihçisine göre İkonoklastlar, insan yapımı tasvirlere tapınmayı
ya da saygı göstermeyi yasaklayan İslam’dan ilham almışlardı. Papa, sadece
Latin kilisesinin temel kurallarına değil, aynı zamanda kendi otoritesine de
tehdit olarak gördüğü İkonoklazm’a şiddetle karşı çıktı.
Leo’nun oğlu, 740-775 yılları arasında hüküm süren V. Constantine’in bu
felsefeyi cansiperane bir şekilde savunmasıyla birlikte Latin ve Bizans kilisesi
arasındaki ayrılık daha da kemikleşti. Her ne kadar dokuzuncu yüzyılda
İkonoklazm yasaklansa da taraflar arasındaki kopukluk sona ermedi. Zaten
1054’te, Roma Kilisesi’nin başı Papa ile Konstantinopol’deki kilisenin başındaki
Patriğin, ‘otorite’ savaşından dolayı birbirlerini aforoz etmesinin ardından
Doğu ve Batı Hıristiyanlığı kendi yollarında yürüyecekti. Temelini Hz. İsa’nın
doğası hakkındaki tartışmaların oluşturduğu ve politik ve teolojik birtakım
farklılıklarca beslenen bu kopuşun ardından, Roma Katolik Kilisesi’ne karşı
Rum Ortodoks Kilisesi ortaya çıktı.
İkonoklastik fikir ayrılığının en belirgin sonucu, Bizans Kilisesi’nde katı bir
gelenekçiliğin kök salması oldu. Doğu Kilisesi her zaman farklı düşüncelere
müsamahasıyla sivrilmişti ama bu ikonoklastik husumet, fazlasıyla kafa
karıştırıcıydı. Bizans Kilisesi, neredeyse bir gece içinde yeniliğe ve düşünceye
kapılarını kapatmıştı. Sonuç olarak durağan bir dini kültür ortaya çıktı ve
Bizans’ın entelektüel dinamizmi sona erdi.
Felsefeyi el üzerinde tuttu, Avrupa’yı besledi
Bizans’ın yaptığı en parlak işlerden biri klasik kültürü yaygınlaştırmaktı.
Klasik çalışmalar, bilim ve felsefe Batı’da gözden düşerken, Bizans eğitim ve
felsefe dünyası, özellikle Altın Çağ’da bu entelektüel geleneğe hararetle sahip
çıktı. Doğu Romalılar, Aristo ve Plato’nun düşüncelerini öğrenmeye ve
üzerinde araştırmalar yapmaya devam ettikleri gibi bunları önce İslam
dünyasına, sonra da Batı’ya aktardılar. Bizans’taki temel öğretim o dönemde
Avrupa tarafından çok bilinmeyen Yunan edebiyatının Homer gibi klasikleri
üzerinde yükseliyordu. Bugün bile Batı’da dolaşımda olan Yunan edebiyatına
ait değerler, Bizans’ın muhafaza edip kendisinden sonraki nesillere
aktardıklarıdır.
Antik Yunan ve Roma’dan ya da Orta Çağ Avrupası’ndan farklı olarak
Bizans’ta kadınlar entelektüel sahalarda oldukça aktifti. Okullarda eğitim
göremeseler de aristokrat kadınlar edebiyat, tarih, kompozisyon ve felsefe
konularında özel ders alabiliyorlardı. Nitekim Bizans’ın en büyük yazarlarından
biri, imparator I. Alexius’un tarihçi kızı Anna Komnena’ydı. Babasının iktidarını
anlattığı biyografik eseri Alexiad, bugün hâlâ Ortaçağ’ın önde gelen tarih
çalışmalarından biri olmayı sürdürüyor.
Bizans, Slav düşünce dünyasını şekillendirdi
Bizans İmparatorluğu, iki kültüre yaptığı transferlerle bulunduğu bölgenin
zihinsel coğrafyasını derinden etkiledi. Yunan ve Roma kültürünü, yanlarına
Bizans’ın teolojik tartışmalarını da ekleyerek İslam dünyasına; Bizans kültür
ve dininiyse Slavlara, özellikle de Ruslara aktardılar.
Bugün Orta Çağ öncesi Slav dünyası hakkında bildiklerimiz, yetersiz
arkeolojik bulgularla sınırlı. Buna karşın Bizans’ın, doğu ve batıya dönük
ilgisini zamanla azalttığını ve dikkatini kuzeye yönelttiğini biliyoruz. 957
yılında Konstantinopol’ü ziyaret eden Rus prensesi Olga, Helen adıyla vaftiz
edilmiş, Hıristiyan olmuştu. Bu olay Bizans ile Rusya arasındaki dini, kültürel
ve zamanla da siyasi etkileşimin başlangıç noktası olacaktı. 988’de Olga’nın
torunu Vladimir (Büyük Vladimir), Bizans İmparatoru II. Basil ile ittifak kurdu.
Basil’in kızı Anna’yla evlenerek Hıristiyan oldu ve süratle ülkesinde
Hıristiyanlığı yaymaya girişti. Rus hanedanlığının Bizans’la olan bu sıkı
diyalogu, zamanla Rusların, din, sanat, felsefe ve hatta edebiyat (Asırlar
sonra yaşayan Çehov, Dostoyevski gibi yazarlar dahi Bizans edebiyatından
bariz bir şekilde etkilenmiştir) alanlarında güçlü bir Bizans takipçisi olmalarıyla
devam etti.
Ortodoks Hıristiyanlığın etkisi sadece Ruslarla sınırlı kalmadı; Bizans
misyonerleri eliyle Ukraynalılar, Sırplar, Bulgarlar, bir kısım Makedonlar ve
tabii ki Yunanlar arasında da yayıldı. Hatta bu etkiden Etiyopya’daki
milyonlarca Hıristiyan, Mısır’daki Kıptiler, Gürcü ve Ermeni Hıristiyanlar da
paylarına düşeni aldılar.
Daha önce de değindiğimiz gibi Bizans kültürü, Avrupa kültür ve düşünce
dünyasından farklı renklere sahipti. Bu farklılık, aynı şekilde Slav dünyasına da
geçti. İki blok arasındaki bu etkileşim o kadar ileri bir boyuta ulaştı ki
Bizans’ın 1453’te yıkılmasının ardından Ruslar, kendilerini Bizans’ın mirasçısı
olarak gördüler ve Batı ve Doğu Roma İmparatorları’nın kullandığı ‘Sezar’
unvanından türettikleri ‘Çar’ (Czar) sıfatını kendi imparatorlarına yakıştırdılar.
Rus Çarları, 1453’ün ardından Moskova’yı Üçüncü Roma’nın merkezi ilan ettiler
ve Roma’yla başlayıp Konstantinopol’le devam eden kültürel mirası
Moskova’nın hanesine yazdılar.
‘Doğu Roma’ değil, ‘Bizans’
İmparator Heraclius Yunancayı resmi dil ilan etmekle son Latin ve eski
Roma geleneğini sona erdirmiş, imparatorluğu bir bakıma Yunanlaştırmıştı.
Devlet kayıtlarında Latincenin ve ‘Augustus’ gibi Latince başlıkların
kullanılması ve imparatorluğun ‘Roma’yla tek vücut’ olması anlayışı
unutulmaya terk edilmiş, böylelikle Bizans’ın kendine özgü bir kimliğe sahip
olmasının yolu açılmıştı. Tarihçiler, Heraclius zamanında yapılan reformları
Bizans’ın Roma’yla olan tarihi ilişkisinde bir kırılma noktası olarak görür; bu
dönemden sonra bölgeyi Doğu Roma olarak değil, Bizans olarak adlandırmayı
tercih ederler.
Bizans’ı anlamadan Ortadoğu tarihi anlaşılamaz…
Bugün her kim Avrupa’yı, Slav dünyasını ve Osmanlı’yı anlamak istiyorsa,
yola Bizans’tan çıkmalıdır. Genellikle Orta Çağ’ın başlangıcı, 476 yılında
Roma’nın düşmesiyle, bitişi ise Konstantinopol’ün 1453’te Osmanlılarca
alınmasıyla işaretlenir. Orta Çağ Avrupası’nda istikrarlı tek devletin Bizans
olduğu söylenebilir. Güçlü ordusu ve diplomatik becerisiyle Bizans, Batı
Avrupa’yı doğudan gelen akın ve işgallerden korudu. Bizans olmasaydı Batı
Hıristiyan krallıkları bu akınlara karşı koymakta muhtemelen epey zorluk
çekeceklerdi. Tüm varlığı süresince hep işgal tehdidi altında yaşayan Bizans,
Avrupa’yı Perslerden, Araplardan, Selçuklu Türklerinden ve bir süre de
Osmanlılardan gelebilecek akınlara karşı müdafaa etti.
Öte yandan Bizans, ticaret söz konusu olduğunda Batı dünyasının İpek Yolu
üzerindeki en önemli terminallerindendi. Orta Çağ’ın büyük bir kısmında
Avrupa’nın en büyük ticaret merkezlerinden biri oldu. Konstantinopol’ün
1453’te fethedilmesi, mevcut ticaret dinamiklerini değiştirdi. Müslüman
Osmanlıların ticaret rotalarını kendi egemenliklerine alarak genişlemesi,
Avrupalı güçlerin başka ticaret yolları aramasına neden olmakla kalmadı, aynı
zamanda Hıristiyanlık âlemine bir tür “işgal altındayız” hissi yaşattı. Dünyanın
sonunun geldiği korkusuna dayalı bir ruh haliyle Colombus ve diğer maceracı
denizciler, yeni dünyalar keşfetmek üzere yola koyuldular. Onların keşifleriyle
Avrupa, günümüzdeki konumuna ulaşacağı uzun bir yolculuğa çıktı...
Bizans, nefes aldığı 1123 yıl boyunca, uzak ve yakın çevresini her alanda
etkileme başarısını gösterdi. Her ne kadar modern tarihin ‘gözden ırak
tuttuğu’ ve biraz da batıdaki kardeşinin gölgesinde bıraktığı bir imparatorluk
olsa da Antik Çağ’ı muhafaza ve Orta Çağ’ı işleme becerisiyle günümüz Batı
medeniyetinin temel direklerinden biri oldu. Ünlü İngiliz seyahat yazarı ve
tarihçi Robert Byron’un da dediği gibi Bizans’ın mükemmelliği üç sihirli iksiri
başarıyla karıştırmasında yatıyordu: Romalı bir beden, Yunan zekâsı ve mistik
bir ruh…
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Roma İmparatoru Constantine, doğu ve batı kültürlerinin birleştiği noktada ve kolay savunulabilir bir
konumda olması nedeniyle Roma’nın başkentini Byzantium’a taşımış, şehrin adını da Nova Roma’ya
(Yeni Roma) çevirmişti. Constantine’in ölümünün ardından Konstantinopol adını alan şehir, M.Ö. 6.
yüzyılda Yunan balıkçı kolonisi olarak kurulmuştu.
Roma İmparatorluğu’nun başkentinin 324’te Roma’dan Konstantinopol’e taşınması ile filizlenmeye
başlayan Bizans İmparatorluğu, on beşinci yüzyıla kadar Batı Akdeniz’de Hıristiyanlığın ve Batı
medeniyetinin temsilciliğini yaptı.
Bizans’ın Roma’dan devralıp zenginleştirdiği siyasi, kültürel ve dini miras, Arnavutluk, Ermenistan,
Belarus, Bulgaristan, Kıbrıs, Mısır, Gürcistan, Yunanistan, Romanya, Rusya Federasyonu, Sırbistan,
Suriye, Ukrayna ve Türkiye gibi modern devletler üzerinde büyük bir etki bıraktı.
Konstantinopol, Bizans ve Yunan kültürlerinin mükemmel bir sentezi olarak zamanla kendine has bir
kimlik kazandı. Yunanlılardan din (Doğu Ortodoksluğu), dil ve felsefeyi alırken Roma’dan da hukuk,
mühendislik, devlet yönetimi ve askeri kültür mirasını intikal ettirmişti.
Bizanslılar, hiçbir zaman kendilerini bu şekilde isimlendirmediler. Onlar kendilerini ‘Romalı’ olarak
tanımlıyorlardı. ‘Bizanslı’ tabiri, daha çok Batılı tarihçiler tarafından, Konstantinopol’de yaşayanları ayırt
etmek için kullanılmaya başlanmış, zamanla bu kullanım yaygınlaşmıştı. Diğer bir deyişle, Bizanslılar
açısından Bizans ayrı bir imparatorluk değil, Roma’nın ta kendisiydi.
Neredeyse 1100 yıllık tarihe sahip Konstantinopol onlarca defa kuşatılmasına rağmen, ilkinde Haçlı
Ordusu, ikinci ve son keresinde de Osmanlılar tarafından olmak üzere sadece iki kez ele geçirilebildi.
Bizans imparatorlarının şehri asırlarca savunabilmesinin sırrı, tüm düşmanlara kan kusturan ve tarihin
ilk yangın bombası olarak bilinen Yunan Ateşi idi. Kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan bu
kimyasal, karadan ya da denizden Bizans’a saldıran düşmanlara hayatı zindan ediyordu. Zira suya
değdikçe sönmek bir yana, daha da şiddetli yanıyordu!
Bizans imparatorları, ince diplomatik zekâları, düşmanları birbirlerine kırdırabilme yöntemleri, evlilikleri
stratejik ortalıklara dönüştürebilme marifetleriyle dikkat çekmiş; istihbarata önem vermiş ve yeri
geldiğinde savaşmaktan çekinmemişlerdi. Son Bizans İmparatoru XI. Constantine’in Osmanlılara
karşı savaşırken şehir surlarında öldüğüne inanılır.
İmparatorluk Roma’nın doğudaki parçası olarak vücut bulmasına rağmen, zaman içerisinde, farklı bir
coğrafi odak ve kendine has bir kimlikle gelişti. Bizans medeniyeti, Roma kültürünü sindirip üzerine
eklemeler yaparak, Yunan ağırlıklı, daha özgün bir yapıya büründü. Bu kültür Rusya başta olmak
üzere neredeyse tüm Doğu Avrupa’yı siyasi, kültürel ve dini açıdan şekillendirdi.
Slav krallıkları, özellikle de Bulgarlar, Bizans’ın başını çok ağrıttı. İmparator II. Basil, Bulgar Krallığı’nı
imparatorluğa katarak bu tehdidi ortadan kaldırdı ve tarihe Bulgar Kasabı olarak geçti. Zira
(muhtemelen abartılarak) anlatılanlara göre Bulgarları mağlup ettiği savaşta esir aldığı 15 bin
askerden her 100 tanesinden 99’unu kör ettirmiş, birini ise kör arkadaşlarını evlerine götürmesi için
sağlam bırakmıştı!
Bizans ile Roma arasındaki en büyük fark, inançtan kaynaklanıyordu. İmparatorluğun bu iki
parçasındaki kiliseler arasındaki teolojik ihtilaflar neticesinde 1054’teki Büyük Kopma yaşandı ve
Roma Katolik Kilisesi’nin yanı sıra Doğu Ortodoks Kilisesi sahneye çıktı.

İmparatorluğun köşe taşları


330 Roma’nın ilk Hıristiyan imparatoru I. Constantine, Konstantinopol’ü Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan etti.
395 Roma İmparatorluğu Doğu Roma ve Batı Roma şeklinde ikiye ayrıldı.
410 Roma Vizigotlar tarafından yağmalandı.
476 Son Roma İmparatoru Romulus Augustulus barbarlar tarafından devrildi.
527 Justinian Doğu Roma İmparatoru oldu.
537 Ayasofya Kilisesi’nin yapımı tamamlandı.
639 İslam orduları Bizans İmparatorluğu’nun güney illerini (Suriye, Kudüs, Mısır ve Ürdün) ele geçirdi.
726 Bizans İmparatoru III. Leo imparatorluk sınırları içerisindeki tüm ikonların imha edilmesini emretti.
800 Papa III. Leo Roma’da Frankların Kralı Şarlman’ı (Charlemagne) Batı Roma İmparatoru (Kutsal Roma İmparatoru) ilan etti.
843 İkonlara iade-i itibar yapıldı. Bu, Bizans Kilisesi’nin imparatora karşı kazandığı bir zaferdi.
864 Bulgar Hanı Boris Ortodoks Hıristiyan olarak vaftiz edildi. Bulgarlar Konstantinopol’ün etkisiyle Hıristiyanlığı kabul etti.
867 I. Basil Bizans İmparatoru oldu. Makedon Hanedanlığı başladı. 1025’e dek süren bu dönemdeki imparatorların çoğu Ermeni
kökenliydi. Bizans ‘Altın Çağı’nı Makedon Hanedanlığı döneminde kucakladı. İmparatorluk sanat, eğitim ve
edebiyatta bir tür Rönesans yaşadı.
988 Kiev Prensi Vladimir, Bizans Hıristiyanlığını benimsedi. Bizans Hıristiyanlığı Kiev Rusyası’nın (günümüz Ukrayna, Belarus ve Rusya
Federasyonu) resmi dini oldu.
1054 Konstantinopol Patriği ile Roma’daki Papa, teolojik ihtilaftan dolayı birbirlerini aforoz ettiler. Doğu kiliseleriyle Batı kiliseleri
ayrıldı.
1071 Alparslan komutasındaki Selçuklu Türkleri Romen Diyojen komutasındaki Bizans ordusunu Manzikert’te (Malazgirt) mağlup
etti, Selçuklular Ermenistan da dâhil olmak üzere Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirdi.
1081 I. Alexius Komnenos imparator oldu. Güney İtalya’da hüküm süren Normanlara karşı ittifak kurmak üzere Venediklilere,
ileride neredeyse tüm Bizans’taki ticareti ele geçirmelerini sağlayacak ekonomik ve siyasi ayrıcalıklar tanıdı. Bizans,
Konstantinopol’ü ele geçirip başkentleri yapmak isteyen Normanları püskürttü.
1095-1099 I. Alexius Komnenos Türkleri Anadolu’dan çıkarmak için Papa II. Urban’dan yardım istedi. İlk Haçlı Seferi başladı.
Haçlılar Kudüs’ü ele geçirdi. Kudüs Latin Krallığı kuruldu.
1187 Selahaddin Eyyubi Haçlıları mağlup etti, bölgedeki Haçlı devletçikleri Müslümanların eline geçti.
1204 Dördüncü Haçlı Seferi’ne çıkan Haçlı (Latin) Ordusu, Konstantinopol’ü işgal etti. Bizans, birbirleri ile iktidar mücadelesi yapan
küçük devletçiklere bölündü, imparatorluk vasfını kaybetti. Bizans’ın bilimsel ve sanatsal birikimi Batı’ya akmaya
başladı.
1221-1258 Moğollar Asya ve Ortadoğu’yu kasıp kavurdu. Pers diyarını, Çin’deki Ch’in Hanedanlığı’nı, Ermenistan ve Gürcistan’ı,
Rus illerini ve Macaristan’ı ezip geçtiler. Bağdat’ı işgal edip Abbasi Halifeliği’ne son verdiler.
1260 Memluklular Moğolları mağlup etti.
1261 İmparator Michael Palaeologus Konstantinopol’ü Latinlerden geri aldı. (13. ve 14. yüzyıllar boyunca Osmanlıların ilerlemesiyle
Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki kaleleri birer birer düştü. Bizans İmparatorluğu’ndan geriye kala kala sadece başkent
Konstantinopol kalmıştı. İmparatorluk bir şehir devletine dönüştü.)
1453 Osmanlılar Konstantinopol’ü aldı.
1461 Osmanlılar Bizans’tan kalan son hanedanlık olan Trebizond İmparatorluğu’nu ele geçirdi. Roma İmparatorluğu tarihe karıştı.

Milattan Sonra 400 yılıydı. İç çekişmeler, yolsuzluklar ve savaşlardan yorgun düşmüş olsa da Roma
İmparatorluğu, halen Eski Dünya’daki en büyük güçtü. Derken doğudan, yeni, yırtıcı, atak,
acımasız ve kartallar kadar bağımsız bir topluluk çıkageldi. At üzerinde yiyor, at üzerinde
uyuyorlardı. Tarih onları Hunlar olarak bildi. Romalıların endişeyle hatırladığı bir efsaneye göre bir gün
bir adam çıkagelecek ve başına buyruk yaşayan kavimleri bir araya toplayarak Roma’nın dünyaya
hükmetme hakkına meydan okuyacaktı. Bu adamın adı Attila, başına geçtiği kavimlerin oluşturduğu
birlik de Hun İmparatorluğu oldu. Hunlar Avrupa’yı titrettiler. Çok kan döktüler, Batı Roma’nın
sonunu hazırladılar…

Doğudan gelip Roma’yı korkuya boğdular

Avrupa Hun İmparatorluğu


(370-469)

“İmparatorluk, sınırsız bir egoizmden


başka bir şey değildir.”
Amerikalı şair Ralph Waldo Emerson

Tuna’nın kuzeyindeki “barbar” kavimler, M.S. 376’da can düşmanları


Roma’ya giderek korunma talep ettiler. Çünkü ufukta kendilerinden daha
yaman bir kavim görünmüştü: Hunlar…
Muhtemelen Batı’da Hunlar kadar korku salan başka bir millet olmamıştır.
Dördüncü yüzyılın sonlarına doğru “beklenmedik bir anda” ortaya çıkmış gibi
görünen Hunlar, Macar düzlüklerine doğru önlerine çıkan her şeyi ezerek
ilerliyorlardı. Hâkimiyetlerini Tuna Nehri’nin güneyine, Galya (Bugünkü
Fransa) ve Kuzey İtalya içlerine kadar genişlettiler; geçtikleri her yerde fırtına
gibi estiler.
Gerçek kökenleri halen bir muamma olsa da Avrupa Hunları’nın, Orta Asya
steplerinden gelen göçmen topluluklar olduğuna inanıldı; Çinliler tarafından
batıya doğru sürülen Xiong Nu78 kavminin uzantıları oldukları kabul edildi.
Ancak, Hunların Xiong Nu kavminin ortadan kaybolmasından hemen sonra
ortaya çıkmış olmasından başka bunu kanıtlayacak somut bir delile rastlayan
yoktur. Bununla birlikte Hun İmparatorluğu, birçok kültürü bir araya
getirdiğinden dolayı çok çeşitli bir nüfusa sahipti. Ana akım tarihçiler,
kökenlerinden dolayı Hunların, Türkçe konuşan bir kavim olduğuna inansa da
Avrupa Hunlarının, fethettikleri topraklarda egemen olan Germen dillerini
kullandıklarına dair deliller de mevcuttur.

Hunlar kadar Avrupa’yı teröre boğan bir başka millet olmamıştır denilebilir. Dördüncü yüzyılın sonlarına doğru ‘beklenmedik bir
anda’ ortaya çıkmış, önlerine çıkan her şeyi ezerek Roma sınırlarına dayanmışlardı...

Dönem hakkında sağlıklı değerlendirme yapabileceğimiz kaynaklar sınırlı


olmakla birlikte mevcut veriler, kitabımızın ilgi alanına giren Avrupa
Hunları’nın üçüncü yüzyılın başlarında Hazar Denizi’nin batısında yaşadığını
gösteriyor. M.S. 370 dolaylarında batıya doğru harekete geçen bu savaşçı
kavim, önce komşuları Alanları ezmiş, ardından da bölgenin ve o dönemin
önemli aktörlerinden Ostrogot Krallığı’nı79 yerle bir ederek Avrupa’da büyük
bir korku uyandırmıştı. Öyle ya, neredeyse Avrupa’nın kuzeyini haraca
bağlamış, Roma’yı canından bezdirmiş ve korkutucu bir savaş makinesine
dönüşmüş Gotları yerle bir eden de kimdi?
O sıralarda Hunların başka bir kolu da Kafkasya üzerinden Ermenistan’a
giriyor, ülkeyi yağmaladıktan sonra Suriye sınırlarına dayanıyordu. Hunların
topraklarıyla birlikte, etrafa saçtıkları korkunun sınırları da genişlemeye
başlamıştı. Buna karşın, her ne kadar çok geçmeden Avrupa’daki etkin
güçlerden biri olacaklarsa da henüz büyük çaplı ve ciddi organize edilmiş
seferler düzenleyecek siyasi birlikten mahrumdular. Bu durum,
imparatorluğun adını unutulmamak üzere zihinlere kazıyacak olan Attila’ya
kadar böyle devam edecekti…
Bir adam çıktı; adı Attila’ydı…
Hunlar, bir imparatorluktan ziyade içerisinde birçok kral barındıran gevşek
bir konfederasyon şeklinde hüküm sürüyorlardı. En yüksek mertebe sayılan
‘yüksek kral’ rütbesi birçok Hun hanına nasip olsa da bunların çok azı Hunların
tamamını hâkimiyet altına almayı başarmıştı. Hunlar, çoğunlukla ortak bir
amaç gütmeksizin farklı gruplar halinde yaşıyor ve birbirlerinden bağımsız
kollar şeklinde düşmanlarıyla savaşıyorlardı.
M.S. 430’da Rua,80 (Rugulas, Roas ya da Rugila olarak da bilinir) hükümdar
oldu. Rua’nın liderlik ettiği Hunların merkezi, bugünkü Macar topraklarının
bulunduğu bölgeydi. Romalı komutanlardan Flavius Aetius81 ile ittifak kuran
Rua, daha sonradan Hunların en büyük düşmanlarından biri olacak bu Romalı
generale, Batı Roma üzerindeki emellerine ulaşması için yardım ediyordu.
Gözüyse, Doğu Roma’daydı. 434 yılında Doğu Roma İmparatorluğu üzerine
büyük bir sefer planladı. Tam ordusunun başına geçip saldırıya hazırlanıyordu
ki kendisini çarpan yıldırım, Hunları hükümdarsız bırakacak Bizans’ta-kilere
derin bir nefes aldıracaktı. Ancak Konstantinopol’dekiler asıl büyük tehlikeyle
henüz karşılaşmadıklarını bilmiyorlardı...
Rua’nın yeğenleri Attila ve Bleda, aynı anda tahta geçerek ‘çifte kral’ oldular.
Topraklarını ikiye böldüler; ancak imparatorluklarını hep bir bütünün parçaları
olarak gördüler. İlerleyen yıllarda Avrupalılar tarafından ‘Tanrı’nın Kırbacı’ ya
da ‘Tanrı’nın Gazabı’ diye anılacak olan Attila’nın aklındaki ilk düşünce, askeri
açıdan zayıflamış durumdaki Doğu Roma İmparatorluğu’nu tamamen Hunların
hâkimiyeti altına almaktı. Zira Avrupa Hun İmparator-luğu’nun kurucusu
Uldız’ın82 “Güneşin aydınlattığı her toprağı fethederim” sözünü hayata
geçirmeye ant içmiş bir hükümdar olan Attila, nihai hedefini, yani dünya
hâkimiyetini gerçekleştirmeye giden yollardan birinin Doğu Roma’dan
geçtiğinin farkındaydı.
Avrupalılar tarafından ‘Tanrı’nın Kırbacı’ ya da ‘Tanrı’nın Gazabı’ olarak isimlendirilen Attila, liderliğini savaş meydanlarında ispatlamış,
kavmi tarafından sırtlarda taşınmıştı. O da ataları gibi güneşin aydınlattığı her toprağı fethetmenin hayallerini kuruyordu.

Harekete geçmekte gecikmedi. İllyria’da (Arnavutluk ve Dalmaçya sahası),


Morava ile Tuna’nın birleştiği yerde, Tuna’nın diğer kıyısına tanzim edilmiş
olan Konstantiya surları karşısında kurulmuş olan Margus (Bugünkü Orasje-
Dobruca) şehrinde, bütün halkın gözleri önünde, elçi Plinthas başkanlığındaki
Doğu Roma heyetine şartlarını kabul ettirdi. Margus Antlaşması imzalandı.
Antlaşma, Hun tacirlere bazı haklar tanıyor; askeri ittifaklar kurulmasını,
Roma’ya sığınan Hun kaçakların ülkelerine geri dönmesini ve her yıl Hunlara
haraç olarak 317 kilo altın verilmesini karara bağlıyordu.
Güney sınırını güvenceye alan Attila, doğuya doğru ilerledi ve birçok barbar
kavmi hâkimiyetine aldı. Muzaffer bir komutan olarak evine dönmüştü, ama
geride kalan Bizanslılar, haraç ödeme konusunda ayak diremeye başlayınca,
savaştan başka yol kalmadığına karar verecekti. Üstelik Margus Piskoposu’nun
Tuna Nehri’ni geçerek Hun kraliyet mezarlarını soyduğu şeklindeki haberler
gerginliği daha da tırmandırmıştı.
Attila ve ordusu Doğu Roma’ya akın etti. Romalılar organize olamayacak
kadar zayıftı ve Attila neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadı. Margus,
Singidunum (Belgrat) ve Viminacium gibi şehirler alındı. 441’de kısa süreli bir
anlaşma sağlandı, ancak Doğu Romalılar bir kez daha haraçları aksatınca
443’te taraflar tekrar kılıçlarına davrandı. Attila, güneybatıdan bir kez daha
Doğu Roma topraklarına girdi ve Sardica, Philippopolis ile Arcadiopolis gibi
önemli şehirleri ele geçirdi. Hunlar, Konstantinopol’ün kapısına dayanmış,
şehrin yakınlarında imparatorluk ordusuyla yaptıkları savaşı kazanmışlardı.
Ancak tarih boyunca kendisini zapt etmeye soyunanların hevesini kursağında
bırakmış olan bu şehrin etrafındaki savunma duvarı, beklediklerinden daha
sağlamdı. Attila, askerlerini şehrin surlarında telef ettirmek yerine ezici
gücünü başka noktalara yöneltti. Doğu Roma İmparatoru II. Theodosius,
ordusunun tamamen yok edildiği Chersonesus’taki savaştan sonra nihayet
teslim oldu. Romalılar, savaşın hemen ardından 2 bin 700 kilo altın tazminat
ödeyecek, yıllık 950 kilo altın da haraç vereceklerdi. Piskopos Anatolius’un
arabuluculuğuyla imzalan Anatolius Barışı 443 yılının sonbaharında imzalandı.
Attila ve Hunlar, ciddi kazançlarla Tuna’nın kuzeyine döndüler.
Attila Hunların tek hâkimi oluyor
Doğu Roma’ya karşı kazanılan zafer, Attila’nın yapabileceklerinin henüz ilk
adımıydı. 445’te kardeşi Bleda ölünce83 tüm Hunlar tartışmasız bir şekilde
Attila’nın hâkimiyeti altına girdi. Ölümünün ardından bir cenaze töreniyle
anılan Bleda için Avrupa’nın bütün soylularının katıldığı bir ziyafet düzenlendi.
Romalı tarihçi Priscus’a84 göre ziyafet gecesi Attila, rüyasında yaşlı bir
adamın gökyüzünden inip kendisine tanrıların efsanevi kılıcını (Romalılar
Roma savaş tanrısı Mars’tan hareketle buna ‘Mars’ın Kılıcı’ derler) verdiğini
görmüştü. Rüyanın devamında Attila uçuyor ve önüne çıkan her şeyi
hâkimiyeti altına alıyordu. Ertesi gün rüya doğrulandı! Bir çoban, Mars’ın Kılıcı
olduğunu iddia ettiği bir kılıcı Attila’ya getirdi. Güya kılıcı tesadüfen bulmuştu!
Psikolojik savaş ya da propaganda hamlesini andıran bu olay gerçek olsun ya
da olmasın, doğruluğu su götürmeyecek olan bir şey vardı: Bu efsaneyle
sembolize edilen yeni dönemde Attila’nın gücü inanılmaz boyutlara ulaşacaktı.
Tarihin bu noktasında, daha önce hiçbir Hun hükümdarının ulaşamadığı bir
konumdaydı. Emri altında tek vücut olmuş bir Hun topluluğu, kendisiyle
birlikte dünyayı fethe hazırdı…
Attila, 447 yılında Doğu Roma üzerine yeni bir sefere çıktı. Güneye hareket
ederek Balkanları ezdi geçti. Ardından Trakya’ya yöneldi ve Galyalı bir
tarihçiye göre aralarında kalabalık nüfuslu Marcianopol’ün de (Günümüz
Bulgaristan’ının Devnya şehri) bulunduğu en az 70 şehri yerle bir etti.
Savaştan kısa bir süre sonra İkinci Anatolius Barışı imzalandı. Bu anlaşma,
Romalıların Tuna’nın güneyinden tamamen çekilmesini öngörüyordu.
Geçici bir barış sağlanmıştı, ama çok geçmeden Romalılarla Hunlar arasında
yeniden soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Attila sorunları çözmek amacıyla
Konstantinopol’e bir heyet gönderdi. Lakin Bizans’ta oyun çoktu! Heyetteki
Hun komutan Edeco’ya Attila’yı öldürmesi karşılığında büyük bir servet
önerildi. Edeco, 22 kilo altın karşılığında hükümdarını öldürmeyi kabul etmişti.
Ya da Romalılar öyle sanıyordu…
Hun ve Doğu Roma heyeti, Konstantinopol’den ayrılarak görüşmelerin ikinci
etabı için Attila’nın kampına doğru yola çıktı. Kampta Edeco, Romalılarla
vardığı anlaşmayı deşifre ederek suikast girişimini Attila’ya anlattı. Ancak
Attila hiç renk vermedi. Romalı elçilere her zamanki gibi davrandı ve
görüşmeler alışılageldiği şekilde tamamlandı. Sonuç olarak Romalılar,
Attila’nın yanından komplolarının ortaya çıktığını bilmeden ayrıldılar. Önceden
anlaşıldığı şekilde Edeco’ya suikast bedeli olan altınları getiren Romalı ulak,
kampa gelir gelmez tutuklandı ve zincire vuruldu. Altınlar, İmparator
Theodosius’a hitaben alaycı bir mesajla birlikte Konstantinopol’e geri yollandı.
Suçüstü yakalanmış olan Theodosius, yeni bir barış antlaşması imzalamaya
razı oldu.
Tarihe savaşçılığıyla geçen Attila’nın Doğu Roma söz konusu olduğunda
savaştan çok barış istemesi dikkat çekicidir. Ancak bu durum,
Konstantinopol’ü ele geçirmenin zorluğunun yanı sıra anlaşmalarla elde edilen
haracın, Hunların gözünde toprak kazanmaktan daha prestijli bir hâkimiyet
sembolü olmasından kaynaklanıyordu.
Attila Batı Roma’yı da istiyor
Hunlar, Roma İmparatorluğu’nun her iki parçasına karşı da dengeli bir
politika sürdürüyordu. Batı’da, Attila’nın amcası Rua döneminden beri Hunlarla
dost olan Aetius’un varlığından dolayı ilişkiler sütlimandı. Ancak bu durum
böyle gitmezdi. Dünyayı fethetmeyi kafasına koymuş bir hükümdar, barışla
nereye kadar gidebilirdi ki? Ve Attila, 450 yılında Batı Roma’yı da doğudaki
parçası gibi hâkimiyeti altına almaya karar verdi. Galya’da hüküm süren ve
uzun zamandır sinirlerini bozan Vizigotları yok edecek, ardından da Batı Roma
İmparatorluğu’nu ele geçirecekti. Kurmayları hazırlıklara başlamıştı ki
Konstantinopol’den bir haber geldi: Theodosius ölmüştü. Üstelik varisi
Marcian, Hunlara ödenmesi gereken yıllık haraca el koymuştu. İki tercih
arasında kendini yormayan Attila, tereddüt etmeden Batı’yı işgal planına
öncelik verdi. Bu arada yaşanan ilginç bir gelişme, Attila’nın Batı’ya at sürme
iştahını daha da kabartacaktı.
İşgal hazırlıkları devam ederken Batı Roma İmparatoru Valentinianus’un kız
kardeşi Honoria, abisinin, siyasi ittifaklarını geliştirmek adına kendisini
Roma’daki senatörlerden biriyle nişanlanmaya zorlaması üzerine Hun
hükümdarına bir mektup yolladı. Bir nişan yüzüğünün de eşlik ettiği mektupta
genç kız, Attila’ya ‘Eşin olmaya razıyım, lütfen beni kurtar!’ şeklinde
özetlenebilecek bir mesaj göndermişti.
Attila bir süre sonra Valentinianus’a kız kardeşini kendisine vermesi için
haber yolladı. Üstelik düğün hediyesi olarak da neredeyse Batı Roma’nın
yarısını istiyordu! İmparator, küstahça bulduğu bu teklifi reddetti. Aynı esnada
Frenk Konfederasyonu’nda 85 varis kardeşler arasındaki taht kavgasından
dolayı bir iç savaş yaşanıyordu. Kardeşlerden biri Roma’dan, diğeri de
Attila’dan yardım isteyince, tarafların savaşmak için geçerli bir sebebi daha
olmuş; tüm bunlar yaşanırken, abisinin Honoria’yı sürgüne yollaması, ortalığı
daha da karıştırmıştı. Hem müstakbel ‘nişanlısının’ gözaltında tutulması hem
de Frenklerdeki iç savaş, Attila’ya istediği bahaneleri fazlasıyla vermişti.
Roma’ya yolladığı son bir mesajın86 ardından 451’de Galya seferine çıktı.
Almanya üzerinden hedefine doğru ilerleyen Attila’nın ordusu, yatağından
taşmış bir nehir gibi, karşısına ne çıkarsa yutup geçiyordu. Onlar
yürüyedursun, imparator tarafından Attila’yı durdurmakla görevlendirilen
Aetius, en çok nefret ettiği kişi olan Vizigot Kralı Theodoric ile ittifak kurmak
zorunda kalmıştı. Zira ne Aetius ne de Theodoric tek başına Attila’yı
yenebilecek durumdaydı. Hem daha büyük ve ortak bir düşman varken, küçük
düşmanlıkların lafı mı olurdu?
Attila, Frenk kenti Metz’i alarak Orleon’a doğru hareket etmişti ki birden
karşısında Aetius ve Theodoric’in birleşik ordusunu buldu. Hun hükümdarı,
kendilerini çok iyi tanıyan eski müttefikleri Aetius ile efsanevi bir savaşa
girişeceği Katalonya düzlüklerine çekildi.
Attila’nın ordusunun merkezinde Hun askerleri, kanatlardaysa Ostrogotlar
mevzilenmişti. Aetius’un ordusundaysa solda Romalılar, ortada Alanlar ve
sağda Theodoric’in Vizigotları bulunuyordu. Kılıçlar çekilmiş, mızraklar
bilenmiş, zırhlar kuşanılmıştı. Her biri yaklaşık iki yüzer bin askerden oluşan
iki ordu yeri titreten, göğü inleten seri manevralarla boğaz boğaza geldi.
Gün batımına yakın savaşın gidişatı ortada görünüyor, hiçbir taraf diğerine
baskın çıkamıyordu. Geceyle birlikte ordular kamplarına çekildi. Savaşın
neticesine tesir edecek gelişme sabah fark edildi. Theodoric çadırında ölü
bulunmuştu. Bu durum Roma hatlarında zayıflamaya sebep oldu, geri
çekilmeye başladılar.
Attila’yı Paris’e ilerlerken tasvir eden bir çalışma.

Attila, ordusunu daha fazla yıpratmamak adına, geri çekilmekte olan Roma
ordusunu takip etmedi. Kimi tarihçilere göre, buna mecali de kalmamıştı. Zira
cephedeki cesetlerin sebep olduğu salgın hastalık, sağlam askerleri pençesine
almış, kırıp geçiriyordu. Bu nedenle Attila da geri çekilmek zorunda kaldı. Bir
süre dinlendikten sonra öldürücü darbeyi vuracaktı.
Attila’nın imajı sarsılıyor, gerileme başlıyor
Avrupa topraklarına düzenlediği bir seferde ilk kez ezici bir üstünlük
kuramayan87 ve geri çekilen Hun hükümdarının ‘yenilmez savaşçı’ imajı
sarsılmış, Avrupa’nın barbar ve barbar olmayan kavimlerinin, bileği bükülmez
gibi görünen Hunlar karşısında kendilerine olan güvenleri artmıştı. Bu
durumdan yararlanmaya kalkışmakta gecikmeyeceklerdi. Doğu Roma’nın,
mevcut antlaşma şartlarını çiğnemeye başlaması uzun sürmedi. Buna karşılık
Hun lideri, ilk etapta Doğu Roma’yı istila etmeyi düşünse de bu fikrinden
çabuk caydı. Asli hedefinden sapmayacaktı.

Attila’yı, 451 yılında Vizigotlar ve Batı Romalılara karşı verdiği Chalons Savaşı’nda tasvir eden bir çalışma. Bir çok Batılı tarihçiye göre
Attila’nın Chalons Savaşı’nda durdurulmasıyla Batı Medeniyeti topyekün bir yıkımdan kurtulmuştu.

Bizans’a saldırmak yerine Alpleri geçerek beklenmedik bir anda Kuzey


İtalya’ya girdi. Romalılar tamamen savunmasız yakalanmışlardı. Attila;
Aquileia, Altinum, Concordia, Vicenza, Verona, Brescia, Pergamo ve
Mediolanum (Milano) üzerinden Ticinum’a (Pavia) kadar uzandı. Hun ordusu,
adeta veba salgını gibi, önüne geleni yere seriyor; omuz üzerinde baş, taş
üzerinde taş bırakmıyordu. Valentinianus, korkudan bir süre sarayını terk
etmek zorunda kalsa da Attila’nın soluklanmak için Po’da durmasını fırsat
bilerek savaş konseyini toplamayı başardı. Düşmanlarını kılıç gücüyle değil,
ancak ve ancak diplomasiyle durdurabilirlerdi. 450 yılının Roma Konsülü ve
imparatorluğun önde gelen senatörlerinden Avienus liderliğinde, Roma Valisi
Trigetius ve Papa I. Leo, Po ve Mincio ırmaklarının kesiştiği yerde Attila ile bir
araya geldi. Burada yapılan görüşmeler sonucunda Attila -biraz da Batı
Roma’yı hâkimiyeti altına aldığına inanmış olsa gerek- İtalya’dan ayrılmaya
razı oldu. Tuna Nehri’nin gerisine çekilmekle birlikte Romalılardan yüklü
miktarda tazminat ve haraç almayı da ihmal etmemişti. Papa ile Attila ne mi
konuştular? İlginçtir, aradan geçen onca asra rağmen, bu sorunun cevabını
kimse öğrenemedi. Kesin olan bir şey varsa o da Romalıların canlarını ve
medeniyetlerini kurtarmış olduklarıydı. Tarihçiler, Attila’nın çekilmesinin asıl
nedenini, ordusunu hareket edemez hale getiren bir salgın hastalığa ve isyan
belirtilerine bağlasa da sonuç olarak Hunlar, bir kez daha nihai hedefe
ulaşamadan Macar düzlüklerine geri dönmüştü.
Ancak Hun İmparatoru, enerjisini ve savaşma iştahını henüz kaybetmemişti.
453 yılıydı. Uzun süredir haracını ödemekte ayak direyen Doğu Roma, yine
aklını kurcalamaya başlamıştı. Bu kez kararlıydı. Yeni bir seferle
imparatorluğun varlığını sona erdirecek, Konstantinopol’ün surlarını bu kez
aşacaktı. Sefer öncesinde düzenlenen şenlikte Attila, Germen ya da Got asıllı
olduğu sanılan Ildico isimli bir kızla evlendi, ancak büyük bir mutluluk ve yeni
fetih hayalleriyle girdiği gerdekten çıkamayacaktı. Ertesi gün yatağında ölü
bulundu.88 Genç karısı yatağının kenarında ağlıyordu. Attila ciddi bir burun
kanamasından dolayı yaşamını yitirmişti. Savaşçıları çadıra girdiklerinde
bıçaklarıyla vücutlarını parçaladılar. “Tüm savaşçıların en büyüğünün
ölümüne, bir kadının gözyaşlarıyla değil, savaşçıların kanıyla yas
tutulmalıydı.”
İmparatoruyla birlikte ölen imparatorluk
Attila’nın ölümü, bir bakıma Hun İmparatorluğu’nun da ölümü olacaktı. Zira
Hunlar, çağdaşları diğer güçlü imparatorluklar; sözgelimi en büyük düşmanları
Roma gibi sağlam bir devlet teşkilatı kurma yoluna gitmemiş ya da
gidememiş, imparatorluk olarak adlandırılmalarına karşın, askeri gücü
devleşen ama idari açıdan yetersiz ve gevşek bir krallık olarak kalmışlardı. Ya
da diğer bir deyişle, Attila’nın iktidarı boyunca dünyaya meydan okumaya
gücü yeten devlet teşkilatını sağlam temeller üzerine oturtamamışlardı. Tüm
düzen, savaşçı karizmatik liderin etrafında kuruluydu. Attila, en büyük oğlu
Ellak’ı varisi olarak belirlemişti. Ancak Ellak, merkeze zaten gevşek bağlarla
bağlı imparatorluğu bir arada tutabilecek kadar yetenekli değildi. Tahtta gözü
olan kardeşleri Ellak’a karşı ayaklandılar. Bu durumu fırsat bilen Hun
boyunduruğu altındaki krallıklar ve kavimler de büyük bir iştahla başkaldırdı.
Atilla’nın kaybıyla birlikte pusulayı şaşıran Hunlar bu isyanlarla başa çıkamadı.
İmparatorluk, 469’da Attila’nın oğlu ve son Hun Kralı Dengizik’in ölümüyle
sona erdi. Geride kalanlar, Scythia’ya 89 dağıldı ve koca imparatorluk, nasıl
ansızın tarih sahnesine çıktıysa, aynı hızla rüzgâra kapılıp kayboldu.

Papa I. Leo, Po ve Mincio ırmaklarının kesiştiği yerde Attila ile bir araya gelip, onu İtalya’dan ayrılmaya razı etmişti. Aradan geçen
onca asra rağmen, ikilinin ne konuştuğu halen bilinmiyor. Kesin olan tek şey, Roma’yı işgalden kurtaran Leo’nun bir aziz
mertebesine yükselmiş olması. Barok dönem İtalyan ressamlarından Francesco Solimena’nın (1657- 1747) Avrupa’yı kurtaran bu
buluşmayı resmeden çalışması.

Bu adamlar at üzerinde her şeyi yapar!


Romalılara göre Hunlar at üstünde yaşayabiliyor, yemek yiyebiliyor ve hatta
uyuyabiliyorlardı! Yere ayak bastıklarında ise başları dönüyor, afallıyorlardı.
Bu tanımlamalar biraz abartılı kaçsa da dönemin Avrupalıları ile
karşılaştırdığımızda at, Hunların hayatında, diğer toplumlarla
kıyaslanamayacak kadar öncelikli bir yere sahipti. Hunların yaşam tarzında at,
acımasız bozkır şartlarında hayatta kalmanın, avlanmanın, başka diyarların
zenginliklerine ulaşmanın ve elbette savaşmanın en vazgeçilmez aracıydı.
Batılı kaynakların bu noktaları vurgulaması sürpriz değildir. Yağma, Hun savaş
mekanizmasının temel dayanaklarından biriydi. Başarılı bir seferin ardından
yüksek rütbeliler, ganimetlerin neredeyse tamamını alıyor ve kendi
komutalarındaki askerlere dağıtıyorlardı. Diğer bir deyişle, yağmadan düşen
hisse, Hun ordusundaki emir-komuta zincirinin en önemli halkası olarak göze
çarpıyordu.

450 yılında Atilla’nın İmparatorluğu Roma İmparatorluğu’nu kuzeyden hapsetmişti adeta. (Historical Atlas, William R. Shepherd)
(Renklisi haritalar bölümünde)

İmparatorluk, Attila tarafından seçilmiş ya da veraset yoluyla bu rütbeyi


edinmiş subaylar tarafından yönetiliyordu. Her subay, idareci veya kendi
küçük ordusuna sahip bir kumandan olarak hizmet veriyordu. Yetenekli idareci
bulmak zor olduğundan, fethedilen topraklar yönetmeleri için krallarına geri
veriliyordu. Etkili askeri liderlik becerisi ve diktatörlüğe varan yöneticilik
tarzıyla geniş topraklar üzerinde hâkimiyet kurmakta zorlanmayan Attila’nın
ölümüne dek bu krallar, Hun merkezi yönetimine sadık kalmışlardı.
Atlar ve oklar; işte Hun ordusu!
Diğer bozkır halkları gibi Hunlar da süvari olarak müthiş bir savaş
kabiliyetine sahiptiler. Savaşçıların manevra kabiliyetleri at üzerindeki
ustalıklarına; düşman ordularının içine bir anda dalma kabiliyetleriyse
günümüzün ağır bombardıman kavramına denk düşen bir etkinliğe sahip okçu
birliklerine dayanıyordu. Bu düzenli okçu birliklerinin yanı sıra süvariler de at
üzerinde gayet ustalıkla ok kullanabiliyordu. Savaş esnasında uzun mesafeden
yağmur gibi yağan oklar karşısında içine kapanmak zorunda kalan düşman
ordusu, dörtnala etraflarını saran ve at üzerinden inmeden sağa, sola ve hatta
geriye büyük bir esneklikle dönerek kullandıkları oklarıyla keskin nişancı işlevi
gören Hun atlılarının esnek vurucu gücü karşısında uzun süre direnemiyordu.
Avrupalılar, özellikle de barbar kavimler, bu tür vur-kaç taktiklerine alışık
değildi; bu yüzden de savaşta avantajlarını kaybediyorlardı.
Savaşçılıktaki ustalıkları, Hunları paralı asker olarak da mükemmel bir tercih
haline getiriyordu. Bu paralı askerler, 388 yılında Batı Roma ile Doğu Roma
arasında gerçekleşen Sisca Savaşı’nda belirleyici bir rol oynamışlardı. Yüksek
rütbeliler genellikle zırh kuşanırdı. Hemen hemen bütün savaşçılarda kalkan
ve miğfer vardı. Ünlü kompozit yayların90 yanı sıra kılıç, mızrak ve kement
gibi silahlar kullanırlardı.
Hunlar nasıl bir iz bıraktı?
Savaşçılıklarıyla zihinlere nakşolan Hunlar, Batı Avrupa’da barbar güçlerin
yeniden bir araya gelmesini sağlamış olmaktan başka kalıcı bir iz bırakamadı.
Aslına bakılırsa, bu iz bile başlı başına yeterliydi. Zira Hunların
boyunduruğundan kurtulan bu barbar kavimler, daha da güçlenmiş bir şekilde
Batı Roma’ya saldırarak, imparatorluğun çökmesinin en önemli aktörlerinden
biri oldular.
Hunlardan kaçan Gotlar batıya doğru ilerleyerek Kuzey İtalya’da Venedik’i
kurdular. Attila’nın Hunlarından geride kalan bir grupsa Avrupa’nın
güneydoğusunda mevzilenerek o bölgedeki Slavlar üzerinde egemenlik tesis
ettiler. Bu yeni karışımdan, Bizans İmparator-luğu’nu yüzyıllar boyunca
rahatsız edecek küçük bir krallık doğacak; bu yeni oluşum, ilerleyen yıllarda
‘Bulgarlar’ olarak tarih sahnesindeki yerini alacaktı.
Hunlar, yakıcı savaşma azimleriyle öylesine güçlü bir iz bırakmışlardı ki takip
eden asırlarda Avrupalılar, doğudan gelip kendi medeniyetlerine tehdit
yönelten tüm kavimleri ‘Hunlar’ olarak isimlendirecekti.
Avrupa Hun İmparatorluğu’nun merkezi, daha çok bugünkü Macaristan
topraklarının bulunduğu bölgeydi. Bu durum, Macarların Attila’nın en büyük
mirasçısının kendileri olduğunu iddia etmelerine zemin hazırladı. Öyle ki
Macar Arpad hanedanı, soylarının Attila’dan geldiğini ve Attila’nın kılıcının
sahibi olduklarını iddia etmişti. Orta Avrupa ülkelerinde farklı telaffuzlarla
kullanımda olsa da Attila en çok rastlanan isimlerin başında gelir. Kimi dil
bilimcilerse Macaristan’ın İngilizcedeki karşılığı olan Hungary’yi Macarların
Hunların mirasçısı olduğu iddialarına dayanak olarak gösterir. Yeri gelmişken,
Türkiye’deki bir kısım çevrelerin de farklı ideolojik sebeplerden hareketle -tıpkı
Cengiz Han örneğinde olduğu gibi- Attila’ya sahip çıktığını ve onu Türk kabul
ettiğini hatırlatmakta fayda vardır. Bu durum kendisini en güzel şekilde 70’li
yıllarda Sezgin Burak’ın hayata geçirdiği Türk çizgi roman ve beyaz perde
kahramanı Tarkan’da (Kartal Tibet tarafından canlandırılmıştı) gösterir.
Türkler ile Attila arasında kurulmak istenen ilişkiye çarp›c› bir örnek teşkil
eden Tarkan, imparatoru Attila adına maceradan maceraya atılır, Türklüğü
‘yüceltir’…
Attila’ya gelince… Özellikle doğu toplumlarında gücün, cesaretin ve yiğitliğin
sembolü olarak zihinlerde yer ettiğine şüphe yok.91 Daha çok işgal ettiği
şehirleri acımasızca yağmalamasıyla tarihe geçen Hun liderine duyulan bu
hayranlığın sağlıklı olup olmadığı sorgulanabilir şüphesiz ve hakkındaki nihai
hükmü tarih verecektir. Bununla birlikte, Batılıların barbar, Doğulularınsa gözü
pek bir savaşçı kral olarak hatırladığı bu ismin liderliği altında, sınırları
Hollanda’dan Urallar’a, Tuna nehrinden Baltık Denizi’ne kadar uzanan Avrupa
Hun İmparatorluğu’nun, ‘kılıç gücüyle kurulan imparatorluk’ sıfatını en çok hak
edenlerin başında geldiğini inkâr edemeyiz.
İmparatorluğun Kilometre Taşları
370 Hunların Doğu Avrupa’ya gelişi. Alanlar ve Ostrogotlar mağlup edildi.
395 Ermenistan’a girildi.
406 Attila doğdu.
434 Rua öldü. İmparatorluk Attila ve Bleda arasında paylaştırıldı.
440 Doğu Roma ile Margus Antlaşması imzalandı.
441 Attila Doğu Roma İmparatorluğu’nu işgal etti.
443 Doğu Roma’ya ikinci sefer düzenlendi ve ilk Anatolius Barış Antlaşması imzalandı.
445 Bleda öldü. Attila Hunların tek hâkimi oldu.
447 Doğu Roma’ya üçüncü sefer başladı. İkinci Anatolius Barış Antlaşması imzalandı.
449 Romalılar Attila’ya başarısız bir suikast girişiminde bulundu. Üçüncü Anatolius Barış Antlaşması imzalandı.
451 Attila Gal seferine başladı, ancak Katalonya Savaşı’ndan galip çıkamadı.
452 Attila Kuzey İtalya seferine başladı.
453 Atilla öldü. İmparatorluk çatırdamaya başladı.
461 Attila’nın varisi Ellak öldü.
469 Ellak’ın varisi Dengizik öldü; imparatorluğun sonu geldi.

İmparatorluğun Seyir Defterinden

Attila idaresindeki Avrupa Hun İmparatorluğu, en parlak döneminde 4 milyon kilometrekarelik bir
alana yayılmıştı. Bu hali ile coğrafi büyüklük açısından orta ölçekli imparatorluklar sınıfına girer.
Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kuran Hunların, kavimler göçü esnasında yaşanan nüfus hareketleri
sonucu Çin diyarından koparak Hazar üzerinden Avrupa’ya ulaştığına inanılır. Bu düşünceye göre,
iklim değişiklikleri, yazları kısaltıp kışları uzatınca, bu duruma dayanamayan Hunlar, yeni diyarlara
yelken açmıştır. Bununla birlikte son yıllarda, Kavimler Göçü’nün gerçekliğiyle ilgili bilimsel şüphelerin
arttığını da eklemek gerekir.
Her ne kadar Türklerle Hunlar arasında yakın akrabalık ilişkisi olduğu iddia edilse de bunu ispatlayan
somut deliller yoktur. Zira dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Orta Asya’daki nüfus
hareketleriyle ilgili çalışmalar, meraklısını öylesine karışık ve içinden çıkılmaz sonuçlara götürmektedir ki
buradan hareketle, dünyadaki herkesin birbiri ile ilişkisi olduğunu savunmak mümkün olduğu gibi, tam
tersi de söz konusu olabilir!
Hun ordusu, sanılanın aksine, sadece Hunlardan oluşmuyordu. Roma sınırlarındaki birçok kavim
boyunduruk altına alınmış, daha sonradan bunlardan devşirilen askerlerle Hun ordusu tahkim
edilmişti. Bu bakımdan Attila’nın ordusu çok uluslu bir güç gibiydi.
Latin kaynaklarında Attila, barbar bir kral olarak tasvir edilirken, Hun İmparatorluğu ile yakın ilişkiler
içerisine girmiş olan bazı Slav ve Germen halklarının destanlarında ve kendisiyle birebir ‘akrabalık’
ilişkisi kuran Macar ve Türk kültürlerinde asil bir kumandan ve güvenilir bir müttefik olarak resmedilir.
Bir kez meclisinde bulunma imkânına kavuşmuş olan Bizanslı tarihçi Priscus, Attila’yı ‘zeki, merhametli
ve tevazu sahibi biri’ olarak anlatır. Ve muhtemelen gerçek, her zaman olduğu gibi, bu anlatılanların
ortasında bir yerdedir.

Kan dökülen bir süreç sonunda hilafeti üzerlerine aldıkları ve seçim mekanizmasıyla işletilen bu
önemli makamı babadan oğla geçen bir saltanata dönüştürdükleri için Emeviler İslam toplumları
nezdinde hep bir parça ağız burukluğu ile anılır. Bu daha çok ashabın kendi arasındaki bir dizi ihtilafın
günümüz siyasi terminolojisiyle süzülmesinden kaynaklanır. Emeviler döneminde, değişik
mülahazalarla Müslümanlar arasında kan dökülmüş, sürekli titreşen bir fay hattı olarak Şii ve Sünni
mezhepleri ve bunların birbirlerine mesafeli yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Bu eleştiriler doğrudur. Lakin
tüm bu ‘haksızı olmayan’ doktriner tartışmaları ve Ashab-ı Kiram arasındaki sorunların hallinde adalet
uygulamalarına dönük felsefi yaklaşımları bir yana bırakırsak, Emeviler, kendi adlarını taşıyan devletle
imparatorluklar tarihinin en önemli oyuncularından biri olmuş, İslam bayrağını Hindistan’dan
İspanya’ya yayılan bir kuşakta dalgalandırarak, egemen oldukları çağı siyasi, kültürel ve bilimsel
açıdan dönüştürmüşlerdi…

Emevi İmparatorluğu
(661-750)

“Ey Nas! Kuşkusuz Kur’an’dan sonra kitap, Muhammed’den(sav) sonra peygamber yoktur. Bilesiniz ki ben
hâkim değil, infaz ediciyim. Kanun koyucu değil, tabiyim. Ben sizin hiçbirinizden daha hayırlı değilim; üstelik
içinizde yükü en ağır olan kişiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim değildir. Şurasını iyi biliniz ki
Allah’a isyan hususunda kula itaat edilmez.”
Sekizinci Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz

Yıl 632… İslam peygamberi Hz. Muhammed ebediyete intikal etmişti ve


herkes şaşkındı. Şimdi yapılacak iş, İslam’la kimlik bulan Arap kabileleri
arasındaki dayanışmayı sürdürmek ve Hz. Peygamber’in mirasını
kucaklayarak, yeni filizlenen dini yaymaya devam etmekti. Bu süreçte kilit
rolü, Peygamber’in ardından oluşturulan halifelik makamı oynayacaktı. O
vakitler hiç kimsenin aklından bu makamla ilgili farklı yorumların Müslümanlar
arasında kan dökülmesine sebep olabileceği geçmemişti. Ve ilginçtir, belki de
yine hiç kimse, halifelik sancağı altındaki İslam ordularının Hz. Peygamber’in
ölümünden yüz yıl kadar sonra Fransa sınırına dayanacağını tahmin
etmemişti. İslam peygamberinin ölümünün ardından başlayan Hulefa-i
Raşidin92 dönemini takip eden yıllarda devre damgasını vuran aktör,
Emevilerin kurduğu ilk büyük İslam İmparatorluğu olacaktı.

İslam’ın ilk halifesi Ebu Bekir döneminde Müslüman akıncılar, Arap yarımadasının dört bir yanında at koşturuyordu.

İslam’ın ilk halifesi Ebu Bekir döneminde Müslüman akıncılar, Arap


yarımadasının dört bir yanında at koşturuyordu. Özellikle ‘Allah’ın Kılıcı’ olarak
isimlendirilmeyi hak edecek kadar gözü pek bir savaşçı olan Halid bin Velid 93
komutasındaki İslam ordusu, Yermuk Savaşı’nda Bizans ordusunu tarumar
ederek Doğu’yla Batı arasındaki ilk keskin hesaplaşmadan zaferle çıkmıştı.
Yermuk’ta dünyanın hâkim güçlerine ‘yeni bir güç merkezi doğuyor!’ mesajı
verilmişti. Bu dönemde İslam, sadece kılıç gücüyle yayılmıyor, kültürel ve dini
haklara saygılı iklimiyle, dönemin ve bölgenin hâkim gücü Bizans’ın sultası
altında inleyen gayrimüslimlere de soluklanma imkânı tanıdığı için hızla
mesafe kat ediyordu.
Hz. Ebubekir’in ardından halifeliği devralan Hz. Ömer 644’te vefat ettiğinde
İslam toprakları, tüm Arap yarımadasını kaplamış, İran sınırlarına ulaşmış,
Bizans’ın Mısır’daki topraklarının bir kısmını içine alarak Akdeniz kıyılarına ve
Küçük Asya (Anadolu) içlerine kadar uzanmıştı. Hz. Ömer’in ardından halife
olan Hz. Osman’ın 656’da öldürülmesiyle birlikte, İslam topraklarında,
günümüzde de yası tutulmaya devam edilen ilk kardeş kavgasının fitili
ateşlenmiş oldu.
Hz. Osman’ın halifeliği döneminde İslam Devleti, Orta Asya’dan Atlas
Okyanusu’na kadar uzanıyor; bugünkü İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin
ve Mısır topraklarını içine alıyordu. Bütün bu topraklar, Basra, Küfe, Şam ve
Mısır’da kurulan valilikler tarafından yönetiliyordu. Hz. Osman, kendisinden
öncekiler gibi, İslam bayrağını daha da ileri taşımak istiyor; sınırları içindeki
değişik ırk, dil ve dinlere mensup toplumları birbirleriyle barış içinde
yaşatmayı, medeni bir yönetim kurmayı hayal ediyordu. Bunda başarı
kazanmıştı da. Ta ki bir gün, Mısır’a atadığı valinin kötü yönetiminden şikâyet
eden bir grubun, birtakım komploların da kurbanı olarak, ayaklanma
çıkartmasına kadar.
Mısır’dan Medine’ye gelen isyancılar Hz. Osman’ın evini basmış ve kendisini
şehit etmişlerdi. İsyancılar yakalanmasına yakalanmıştı ama ortada bir sorun,
hem de çok büyük bir sorun vardı. Hz. Osman’ı kim şehit etmişti? İşte gelecek
asırların Müslümanları arasında, sıklıkla ‘iktidar kavgası’ olarak yorumlanan
ama asıl olarak ‘adaletin tecelli ettirilmesi’ doğrultusunda yaşanan kırılma, bu
noktada ortaya çıkmıştı. Şöyle ki; cinayete yeltenen onlarca kişi vardı, ama
içlerinden sadece biri cinayeti işlemişti. İşte bu noktada, Hz. Osman’dan sonra
halifeliği devralan Hz. Ali ile ümmetin diğer önde gelenleri arasında bir yorum
farklılığı baş gösterdi.
Hz. Ali, mutlak adaletten (Adalet-i Mahza) yanaydı. Toplumun selameti için
bireyin hukukunun çiğnenemeyeceğini, Kuran’ın da mutlak adaleti emrettiğini
söyleyerek, isyanın etkileri yatışıp gerçek katil tespit edilene dek
beklenilmesini istiyordu. Buna karşın Hz. Peygamber’in eşi Hz. Ayşe’nin yanı
sıra, ilk Müslüman olan sahabelerden Zübeyir bin Avvam ve Talha bin
Ubeydullah nispi adaletten (Adalet-i İzafiye) yanaydılar. Diğer bir deyişle,
geciken adaletin yeni cinayet ve zulümlere kapı aralamasından endişe
ettikleri için toplumun selameti adına bireyin haklarından feragat
edilebileceğini; sadece Hz. Osman’ı şehit eden kişinin değil, evini basan tüm
isyancıların cezalandırılmasını talep ediyorlardı. Bu talebi “Hiçbir günahkâr
başkasının günahını yüklenmez” mealindeki ilahi emre aykırı gören Hz. Ali
onları dinlemedi. Sahabeler arasındaki bu farklı yaklaşımlar, gerginliğe yol
açtı.
Cemel Vakası
Hz. Ali ile muhalifleri, 656’da, İslam tarihinin ilk iç çatışması kabul edilen
Cemel Savaşı’nda karşı karşıya gelmiş; Hz. Ali, savaştan galip çıkmıştı. Hz.
Ayşe’nin müttefiklerinden Talha bin Ubeydullah çarpışmalar esnasında, Zübeyr
bin Avvam ise cepheden Medine’ye dönerken hayatını kaybetti. Hz. Ayşe,
savaşın ardından Hz. Ali tarafından Medine’ye gönderildi. Hz. Ayşe’nin devesi
etrafında gerçekleşen bu çarpışmalardan dolayı hadise, İslam tarihine Cemel
(Deve) Vakası olarak geçecekti.
Hz. Ali bu vakanın ardından ortalığın yatıştığını düşünüyordu, ancak öyle
olmadı. Zira önde gelen sahabelerden Hz. Muaviye94 -ki kendisi de Hz.
Osman gibi Kureyş Kabilesi’nin Emevi boyundan geliyordu- Hz. Osman’ın
katillerinin bir an evvel cezalandırılmasını istiyordu. Hz. Ali ihtiyatlı tutumunu
sürdürünce Muaviye, ona biat etmediğini ilan etti.
Hz. Ali’nin etrafındaki çember daralıyor
Hz. Ali’nin başına geçtiği İslam devletinin bürokratik kademelerinde Emevi
sülalesinden birçok kişi vardı ve bürokrasi, yeni devlet başkanına ayak
sürümekte gecikmeyecekti. Hz. Osman döneminde değişik görevlere tayin
edilen Emevi sülalesi mensuplarını görevden alması da Hz. Ali’ye dönük
rahatsızlığı arttırmıştı. Hz. Muaviye, yanına, Hz. Ali’nin yorumuna muhalefet
eden diğerlerini de alarak kılıcına sarıldı. Nihayetinde taraflar, bu
çarpışmaların en büyüğü olan Sıffin Savaşı95 sırasında, daha fazla kan
dökülmemesi için bir hakem eşliğinde çözüm bulunması konusunda uzlaştı.
İslam tarihine ‘Hakem Olayı’96 olarak geçen bu vaka sonucunda Muaviye bir
anda halifelik makamıyla baş başa kaldı. Bu kaos döneminde yaşanan iç
savaşlar, İslam tarihinde ‘İlk Fitne’ olarak anılacaktı.
Şam’dakiler hariç hiç kimse halifeliğini tanımasa da Hz. Muaviye, Hz. Ali’nin
661 yılında Kufe’de (Irak) şehit edilmesinin ardından İslam’ın beşinci halifesi
olarak göreve başladı. Hz. Ali’nin Hariciler97 tarafından katledilmesi, İslam
dünyasında bugün bile varlığını sürdüren çatlağın oluşmasına zemin
hazırlamıştı. Irak’taki Hz. Ali taraftarları, halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu
ve sadece onun soyundan gelenlerin halife olabileceğini savunarak Emevilerin
‘Halifelik’ makamına karşılık ‘İmamlık’ makamını oluşturdular ve günümüz Şiili-
ğinin temellerini atmış oldular. Bu ideolojik ve teolojik tartışma konularını bir
kenara bırakıp tekrar Emevi İmparatorluğu’nun macerasına dönersek, Hz.
Mua-viye’nin başında bulunduğu İslam devletinin güç merkezinin Mekke’den
Şam’a kaydığını ve artık yeni bir dönemin başladığını görürüz.
Muhammad Rafi Bazil’in Sıffin Savaşı’nı resmeden minyatürü

Emevi Hanedanlığı ete kemiğe bürünürken…


Emeviler, uzun soluklu ve oldukça etkili bir hükümet yapısına dayanan bir
İslam imparatorluğuna imza attılar. Tabii ki bu devasa yapının ardında hem
askeri hem de siyasi açıdan oldukça donanımlı yöneticiler yer alıyordu.
Bugünkü İslam kültürünün sanatsal değerlerinin büyük bir bölümü köklerini
Emevi saraylarındaki zengin atmosferden almıştı. Emevi liderleri, toprak
kazanmaya ve saltanatı sağlamlaştırmaya mesai harcadılar. Bazı Batılı
tarihçilere göre, hızlı büyümelerinin ardında yatan sebep de bu dünyevi
tercihleriydi.
Hz. Muhammed ve ardından gelen halifeler, ümmetle iç içe bir hayatı tercih
etmiş, gösteriş ve şatafattan uzak durmuşlardı. Emevilerle birlikte İslam
devletinin vitrini değişmeye başladı. Toprakların genişlemesi ve refahın
artması, beraberinde şatafatı da getirmişti. Emevi halifeleri hem yaşam hem
de yönetim biçimi olarak aristokrat bir tarz benimsemiş, saraylarda yaşamaya
başlamış, zenginlerden ve soylulardan oluşan bir çevre edinmişlerdi. Diğer bir
deyişle Emeviler, hilafeti insan merkezli-demokratik bir noktadan hanedan
merkezli-otokratik bir noktaya taşımış; Arapların alışık olduğu kavmi ya da
dini kimlikten sıyrılıp monarşik bir urba giymişlerdi.
Hz. Muaviye’nin, kendi sağlığında oğlu Yezid’i halefi ilan edip etrafındaki
seçkinlere bunu onaylatmasıyla kalıtsal halifelik sisteminin temelleri atılmış
oldu. Bu sebeptendir ki bazı İslam tarihçileri, Emevi dönemini hilafet olarak
değil, krallık manasına gelen ‘mülklük’ şeklinde tanımlamışlardır.
Emeviler İslami hükümet anlayışı açısından birçok değişikliğe imza attılar.
Bunların en başta geleni, Bizans idari ve mali sisteminin benimsenmesiydi.
Hz. Muaviye, yönetim merkezini Medine’den Suriye’ye taşıdı ve birçok Bizanslı
yönetici ve danışmanı devlet kademesinde görevlendirdi. Zenginlere ve
monarşik yapılanmaya dayalı bu yeni idari sistem, İslam’ın sosyal ve dini
prensiplerine aykırı bulunduğu için Müslümanlar arasında huzursuzluğa yol
açmış olsa da tesis edilen saray ortamı ve aristokrat iklim, sanat, mimari ve
edebiyat alanlarında İslami kültürün filizlenmesini hızlandıracaktı.
Hz. Muaviye, zeki ve etkin bir devlet adamıydı. Bulabildiği en iyi yöneticileri
danışman olarak atarken, yeri geldi en azılı düşmanlarını bile affetti. Gayet
akıllıca kullandığı bu af enstrümanı, Emevi hanedanlığını ayakta tutan yönetici
sınıfın oluşmasında büyük rol oynadı. Onun döneminde İslam, yirmi yıl süren
bir barış dönemine şahit oldu. İslam devleti, İran ile Irak üzerindeki
hâkimiyetini pekiştirdi.
Hz. Muaviye, yer yer kendi topraklarında sorunlarla karşılaşsa da dışarıda eli
oldukça serbestti. Atak ve yayılmacı bir dış politika izleyerek imparatorluğun
sınırlarını hem doğuda hem de batıda genişletmenin yollarını aradı. Başarılı da
oldu. Devletin sınırlarını doğuda Afganistan’daki Herat, Buhara ve Kabil’e
dayandırdı, batıdaysa Mısır üzerinden Kuzey Afrika kıyıları boyunca genişletti.
Bizanslılar ve Müslümanlar arasında asırlar boyu devam edecek olan
boğuşma da Emevilerle başladı. Hz. Muaviye daha Suriye valisiyken, başında
bizzat Bizans İmparatoru II. Constantine’in bulunduğu donanmayı mağlup
ederek Arapları Akdeniz’in egemen deniz güçlerinden biri yapmıştı.
Halifeliğiyle birlikte Bizans macerasına tekrar başladı. Önce Akdeniz’de Girit
ve Rodos’u alıp Konstantinopol’e yürüdü. Lakin şehri kendilerinden önce
kuşatan ve sonrasında da kuşatacak olan birçokları gibi Hz. Muaviye’nin
ordusu da karada şehrin efsane surlarını, denizdeyse ‘Rum Ateşi’98 engelini
aşamadı. Hz. Muaviye’nin ölümüyle birlikte Konstantinopol sevdası bir
süreliğine gündemden düşecekti.
İkinci Fitne patlak veriyor
Hz. Muaviye’nin kişisel girişimleri ve işlek zekâsıyla inşa ettiği barış dönemi
de onunla birlikte ölmüştü. 680 yılında, Hz. Muaviye’nin ahirete intikal
etmesinin ardından kılıçlar tekrar kınından çıktı. Bu kez Hz. Muaviye’nin oğlu
Yezid ile Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ve taraftarları arasında patlak vermişti
savaş. Tarihe ‘İkinci Fitne’ 99 olarak geçen bu olayda Müslümanlar yine karşı
karşıya geldi.
Yezid, her ne kadar babasının yöneticilik becerilerinin bir kısmını alsa da
pragmatik siyasetçiliğinden hiç nasiplenmemişti. Müslümanlar tarafından hiç
de olumlu anılmamasına neden olacak stratejik hatalar yapmaktan ve
masumların kanını dökmekten çekinmedi. Hz. Hüseyin’e iktidarını kabul
ettirmeye kararlı olan Yezid, Kerbela’da 100 Hz. Hüseyin ve taraftarlarının
canına kıydı ve İslam dünyasında etkisi günümüzde de hissedilen bir başka
fay hattının sorumlusu oldu.

Tarık bin Ziyad komutasındaki İslam orduları, 711 yılında, Cebelitarık Boğazı’nı aşarak tüm İspanya’yı İslam topraklarına katmayı
başardılar.

Hz. Hüseyin’in şehit olmasıyla başlayan İkinci Fitne dönemi, 685-705 yılları
arasında hüküm sürecek olan Mervan’ın oğlu Abdülmelik’in halifeliğiyle sona
erdi. Bu zaman zarfında meydana gelen ve gerçek anlamda sadece İslam
âlimleri tarafından analiz edilebilecek kardeş savaşlarının yatışmasının
ardından Emevilerin hâkimiyeti pekişti. Yine de hem Şiiler hem de Hariciler,
güçlü birer muhalefet odağı olarak kalmaya devam edecekti.
Halife Abdülmelik de selefleri gibi içeride Emevi karşıtlarıyla boğuşurken
dışarıda da gayrimüslimlerle savaşmaktan geri durmuyordu. Bizanslıların
kontrolündeki Mısır’ın bazı bölümlerini fethedip Kartaca’ya, oradan da Kuzey
Afrika’nın batı bölgelerine kadar ilerledi, Türkistan içlerine kadar ulaştı. Yine
bu dönemde imparatorluğun iç yapısı revize edildi. Arapçaya önem verildi,
yeni sikkeler basıldı ve görkemli mimari eserlere imza atıldı.
Emeviler en geniş sınırlarına ulaşıyor
İslam topraklarının göreceli bir sükûnet yaşadığı bir dönemde iktidara gelen,
Abdülmelik’in oğlu ve halefi I. Velid, 705-715 yılları arasında sürdürdüğü
iktidarı boyunca bu ilk İslam imparatorluğunu tarihinin en geniş sınırlarına
ulaştıracaktı. Velid’in orduları Semerkant ve Buhara gibi önemli ticaret
merkezlerini ele geçirmiş, Hindistan’ın Sind eyaletinin kapılarına dayanmayı
başarmıştı. Ama en görkemli açılımını Kuzey Afrikalı kumandanlarından Tarık
bin Ziyad’ın101 destansı seferiyle yapacaktı.
Ziyad komutasındaki İslam orduları, 711 yılında Kuzey Afrika’nın Berberi
kavimlerinin de yardımıyla Cebelitarık Boğazı’nı aşarak İspanya’yı fethe
soyundu ve nihayet 716’da İspanya’yı hâkimiyet altında tutan Vizigotları102
mağlup ederek tüm ülkeyi İslam topraklarına kattı. Kısa zamanda Avrupa
içlerine doğru ilerleyen İslam orduları, Pirene Dağları’nı aşarak Fransa’ya
girecek, ancak 732’de Puvatya’da (Poitiers) Hıristiyanlar tarafından mağlup
edilince Müslümanların Avrupa içlerindeki ilerleyişi Osmanlılara dek duracaktı.
Puvatya’daki karşı darbeye rağmen Müslümanlar, Endülüs Emevi
İmparatorluğu çatısı altında yaklaşık yedi asır boyunca İspanya’da hüküm
sürecekti. Doğuda ise 710 yılında İndus nehrine kadar ulaşılmıştı. Böylelikle
Velid’in başında bulunduğu Emevi İslam İmparatorluğu’nun sınırları,
İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanmış oluyordu!
Velid zamanında İslam medeniyetinin ilk büyük mimari eserleri de vücut
bulmaya başladı. Bunların en önde geleni, halen Şam’da bulunan Emevi Camii
olacaktı. Aynı yıllar İslami saray kültürünün filizlendiği zaman dilimiydi.
Halifelerin himayesi altındaki sanatçılar ve yazarlar, İslami fikirler üzerinde
yükselen; kısmen seküler, yeni bir kültürün inşasına soyunmuştu.
Velid, aynı zamanda İslamlaşma ile Araplaşmayı harmanlayan isim oldu.
Fethedilen topraklardaki tebaa Müslüman olmaya zorlanmıyor, eşit
vatandaşlar olarak kabul edilmemekle birlikte, ödedikleri bir vergiyle (cizye)
temel haklarını muhafaza edebiliyorlardı. Bununla birlikte Arap olmayan
birçok millet, Müslümanlığı kabul etmeye başlamıştı. Bu durum o ana kadar
benimsenen ‘Müslüman eşittir Arap’ anlayışını sarsıyordu. Özellikle Mısırlı
Kıptilerin ve Perslerin İslamiyet’i kabulüyle Arapçanın hâkim dil vasfının tehdit
altına girdiğini düşünen Emeviler, Arapçayı imparatorluğun resmi dili ilan
edecek ve böylelikle, kimi tarihçilere göre Arapçanın İslam topraklarındaki
tartışılmaz önceliğini sağlama alacaklardı.
İmparatorluk mali krizin pençesinde
I. Velid’den sonra yerine geçen oğlu Süleyman, Konstantinopol’ü almak
istiyordu. Seksen bin kişilik ordusuyla şehri kuşattı, ancak bir yıl süren bu
seferden eli boş dönmek zorunda kaldı. Hem imparatorluğun itibarını
zedelemiş hem de ülke hazinesini kurutmuştu. Ölüm döşeğindeyken Hicaz
Valisi Ömer bin Abdülaziz’i kendi halefi olarak tayin edip çökmekte olan
ekonomiyi kurtarmakla görevlendirdiğinde, etrafındakiler muhtemelen bıyık
altından gülüyorlardı. Ekonomik çöküntü, dönülmez noktaya gelmişti.
Aslına bakılırsa, fiyaskoyla sonuçlanan Konstantinopol seferi, imparatorluğu
avuçlarına alan mali krizin sebebi değil, sadece patlama noktasıydı. Asıl
mesele daha derinlerde yatıyordu. Daha en başından imparatorluk,
Müslümanları kayıran bir vergi sistemi kurmuştu. Müslümanlar, onda birlik
aşar vergisiyle ağır yükten muaf tutuluyordu. Zamanla imparatorluğun
gayrimüslim tebaası da hem bu ayrıcalıktan yararlanmak için hem de başka
sebeplerden dolayı İslam’ı kabul etmeye başlayınca devletin vergi gelirleri
azalmıştı. Bu arada Müslüman olmayıp doğrudan Haricilerle ittifak kurarak baş
kaldıran ve vergi denetiminden kaçanlar da olmuyor değildi. Ömer bin
Abdülaziz, keyfi tasarruflarda bulunan ve halk tarafından sevilmeyen
idarecilerin yerine yenilerini getirdi. Yaptığı tayinlerde ehliyete ve ilme önem
veriyordu. Kısacası, Ömer bin Abdülaziz, halkına İslam tarihinin en parlak
dönemlerinden birini yaşatmıştı.

Şam’daki Emevi Camii, imparatorluğun göz alıcı eserlerinden biri olarak dikkat çeker.

Emeviler batıyor, Abbasiler doğuyor


Ömer bin Abdülaziz’den sonra gelenlerden, 724-743 yılları arasında halifeliği
üstlenen Hişam haricinde hiçbir Emevi imparatoru uzun süre iktidarda
kalamadı. Hişam’ın ölümüyle birlikte Müslümanlar yine birbirlerine kılıç
sallamaya başladılar. Özellikle Arap olmayanların ve Haricilerin etkin olduğu iç
savaşlarda oluk oluk kan akıyordu. Ayaklanan gruplardan biri olan Abbasiler,
nihayetinde Emevi Hanedanlığı’nın soluğunu kesen hamleyi yaptı. Hz.
Muhammed’in amcası Abbas bin Abdülmuttalip’in soyundan gelen Abbasiler
de tıpkı Hz. Ali taraftarları gibi, ‘dünyevi düşüncelerin esiri olmuş’ Emevilerin
İslam’ın ruhuna ihanet ettiğini düşünüyorlardı. Bu düşüncenin faturası
Emeviler açısından ağır olacaktı. Abbasilerle Hz. Ali taraftarları aynı safa
geçtiğinde Emeviler için ölüm çanları çalmaya başladı. Abbasilerden Ebu
Müslim’in komutasındaki güçler, Emevilerin son halifesi II. Mervan’ın ordusunu
Zab Nehri Savaşı’nda tarumar edip bir dönemin üzerine perde çekti. İlk büyük
İslam İmparatorluğu yıkılmıştı…
Abbasilerin lideri ve ilk Abbasi halifesi Ebu’l Abbas, İslam topraklarının
kontrolünü eline aldığında İslam dünyasında yeni bir sayfa açılıyor, bu
sayfanın başında Abbasi İmparatorluğu yazıyordu...
Emevilerin geride bıraktığı miras
Ortaçağ tarihçisi Charles Previté-Orton’a göre Emevi İmparatorluğu’nun
çöküşünde, İslam’ın hızlı yayılmış olması rol oynamıştır. Previté-Orton, Arap
olmayan milletlerden birçok kişinin İslam’a girdiğini, İslam’ın eşitlik ilkesi
gereği devlet kademelerinde yükseldiğini ve bunun imparatorluğun politik
manzarasını değiştirdiğini savunur. Tarihçi, aynı zamanda imparatorluğun
bugünkü Suriye ve Irak topraklarına denk gelen bölgeleri üzerinde yaşayan
kavimler arasındaki husumetin de çöküşte etkili olduğunu iddia eder.
Emevi İmparatorluğu, hem hızla genişlemesi hem de bu hızlı genişlemenin
sebep olduğu yönetim ve kültürel sorunlarla tarihe damgasını vurmuştu. Ömer
bin Abdülaziz gibi parlak istisnalar dışında Emevi halifeleri, başta
kendilerininki olmak üzere köklü Arap ailelerinin hak ve ayrıcalıklarını İslam’ı
daha sonradan kabul eden tebaalarının hakları üzerinde tutma eğilimi
göstererek İslam’ın ruhuna aykırı davranmak ve dinin evrensel mesajını göz
ardı etmekten dolayı eleştirilmişti.
Bugün İslam dünyası tarihçileri arasındaki yaygın görüşe göre Emeviler,
halifeliği -Dört Halife döneminin aksine- dini biri mekanizma olmaktan çıkarıp
hanedanlık vasıtasına dönüştürmüşlerdir. Bununla birlikte kendilerini Allah’ın
yeryüzündeki temsilcisi ve İslam’ın şeri hükümlerinin uygulayıcısı olarak
görmekten de geri durmamışlardır.
Öte yandan bazı İslam âlimleriyse yaşananların gayet normal olduğunu
ifade ederek, bu yaklaşımlarına, Hz. Muhammed’in “Benden sonra hilafet 30
senedir. Sonra saltanat başlar” şeklindeki hadisini delil gösterirler. Çoğunlukla
destek bulan bu görüşe göre, olması gereken olmuştur; buradan hareketle
Emevileri yermek yersizdir. Bu bağlamda Emevi halifelerinin de kendilerini
‘Halifat rasul Allah’ (Allah’ın peygamberinin temsilcisi) olarak değil, ‘Halifat
Al l a h’ (Allah’ın temsilcisi) olarak isimlendirmiş olmaları manidardır. Bu
semantik farklılığı, Emevilerin kendilerini ümmetin başında Allah’ın temsilcileri
olarak gördükleri, buna karşın dini yetkilerini herhangi bir ulema sınıfıyla
paylaşmaya niyetlenmedikleri şeklinde yorumlayabiliriz.
Modern Arap milliyetçiliği Emevi dönemini Arapların Altın Çağı olarak görür.
Sözgelimi bugün Şam’daki Suriyeli Arap milliyetçileri, her fırsatta yeniden o
günlere dönülmesi gerektiğinden dem vurur. Birçok Arap ülkesinin
bayrağındaki beyaz şeridinin Emevileri sembolize ettiğine inanılır.
Milliyetçilerin bu yaklaşımına karşın Müslümanlar arasında, ümmet içerisinde
kaos ve fitneye sebep oldukları gerekçesiyle Emevileri pek hayırla
anmayanlara sıklıkla rastlanır. Diğer yandan Said-i Nursi gibi önde gelen
İslam âlimleri, sahabe arasındaki yorum farklılıklarından çıkan ihtilafların
İslam’ın süzgeciyle değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Said-i Nursi her iki
tarafın da kendince haklı sebeplere dayanarak içtihatta bulunduğunu, içtihatta
haklı olanın iki, haksız olanınsa bir sevap alacağını hatırlatarak, hiçbir tarafı
eleştirmeme yoluna gitmiştir. Üstelik söz konusu olayların kahramanları,
kendilerince ümmet içi dengeleri gözetme yolunu seçmişlerdir. Bunun en
güzel örneğini, Hz. Ali vefat edince, halifeliği devralan, lakin fitne çıkabilir
endişesiyle Hz. Muaviye ile çarpışmayıp, halifeliği ona bırakan Hz. Hüseyin
göstermiştir.
Hz. Muaviye ve Ömer bin Abdülaziz
Emevileri bir imparatorluk olarak ele aldığımızda, kurdukları kamu düzeninin
kısa zamanda bir dünya devleti haline dönüştüğünü görüyoruz. Bunda
şüphesiz ki Hz. Muaviye’nin büyük payı vardı.
Hz. Muhammed’in kayınbiraderi ve vahiy kâtibi olan Hz. Muaviye, Mekke
fethedildiği gün babasıyla birlikte Hz. Muhammed’in önünde Müslümanlığı
kabul etmişti. İslam peygamberinin yanı sıra İmam-ı Rabbani ve İbni Hacer-i
Mekki gibi İslam âlimlerinin övgüsüne mazhar olan Hz. Muaviye, Hz.
Muhammed ile birlikte savaşlara katılmış, yıllarca İslam topraklarında valilik
yapmıştı. 19 sene 4 ay süren iktidarı döneminde hadis, fıkıh ve akaid gibi
İslami ilimler gelişmiş; Hz. Muaviye, başta Hz. Muhammed’in hırkası (Hırka-i
Şerif) olmak üzere kutsal emanetleri bir araya getirmişti. İslamiyet’in
yayılmasında büyük rol oynayan Hz. Muaviye, Sicistan’ı, Sudan’ı, Afganistan’ı,
Hindistan’ın kuzeyini, Tunus’u, Kıbrıs’ı ve İran’daki Kuhistan eyaletini
fethetmiş; Buhara’yı almış; Hz. Ömer tarafından fethedilen Kudüs
Hıristiyanların eline geçince şehri geri almayı başarmış; Yemen, Mısır, Irak,
Azerbaycan, Anadolu, Horasan ve Maveraünnehir’e hâkim olmuştu.
Zekât verecek fakir bulunamıyordu!
Emevi halifelerinin önde gelenlerinden biri de adaletiyle nam saldığı için
‘İkinci Ömer’ olarak isimlendirilen Hz. Ömer bin Abdülaziz’di. İcraatlarıyla
hilafet makamının prestijini kısa zamanda Dört Halife Dönemi’ndeki
seviyesine ulaştırmıştı. Hz. Muaviye’den itibaren fethedilen toprakların Arap
olmayan sakinleri, daha önce de değindiğimiz gibi, Müslüman da olsalar bazı
konularda ayrımcılığa uğruyorlardı. Ömer bin Abdülaziz bu ayrımcılığa son
vererek, ırkı ne olursa olsun tüm Müslümanların eşit muamele gördüğü bir
düzen vücuda getirdi. Halkın hoşnut olmadığı başarısız valilere görevden el
çektirerek tebaanın sevgisini kazandı. Onun bu eşitlikçi uygulamaları birçok
kavmin İslam’ı kabulüne vesile oldu. Halife, aynı zamanda, seleflerinin aksine,
gösterişli mekân ve saraylardan uzak durdu, devlet görevlilerinin makamlarını
sadeleştirdi. Hatta halife seçilir seçilmez, kendi kişisel servetini ihtiyaç
sahiplerine dağıttı. Bir diğer icraatı da İslam’ın özüyle bağdaşmayan keyfi
vergileri kaldırmış olmasıydı. Kısa zamanda gelir dağılımındaki adaleti tesis
etti. Öyle ki hilafet makamında bulunduğu yıllar, zekât verilecek fakirin
bulunamadığı bir dönem olarak tarihe geçecekti!
Halife Ömer bin Abdülaziz’in en önemli girişimlerinden biri de fitne
döneminin yarattığı ideolojik çatlakları tamir yolunda önemli adımlar
atmasıydı. Halifelik görevini devralmasının ardından minberlerden Hz. Ali ve
Ehl-i Beyt’e dönük eleştirel söylemler dile getirilmesini yasakladı. Cuma
hutbelerinde Nahl suresinin 90. ayetinin103 okunması âdetini başlatan da
oydu. Ehil kişileri yazılı ve sözlü hadisleri bir araya getirmekle görevlendiren
Ömer bin Abdülaziz, hadislerin sağlıklı bir şekilde nesilden nesile
aktarılmasında başrol oynayan isim oldu. İşte tüm bu icraatları ile kalpleri
fetheden Ömer bin Abdülaziz, Emevi halifelerinin sekizincisi olmasına rağmen,
tavizsiz bir şekilde Hulefa-i Raşidin’in izinden gittiği için Müslümanların çoğu
tarafından ‘İslam’ın Beşinci Halifesi’ olarak kabul edildi. Döneminde İslam
ordularının dışarıdaki fetihleri devam etti. Bir yandan Afrika’daki Berberiler
İslam’la tanışıyor, bir yandan 100 bin esir karşılığında Malatya Rumlardan
alınıyor, diğer yandan da İslam orduları Pireneler’i aşarak günümüzün Fransa
topraklarına giriyordu. Ayrıca inceleyeceğimiz Endülüs’teki İslam
medeniyetinin temelleri de yine Halife Ömer bin Abdülaziz döneminde
atılmıştı.
ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ
Zab Nehri’ndeki hezimet, iktidardaki hanedanı değiştirmiş ama Emevilerin
Arap İslam İmparatorluğu’ndaki gücünü tam olarak sıfırlamamıştı. Savaşın
ardından Abbasiler, Emevi sarayındakileri kılıçtan geçirmiş olsa da Emevi önde
gelenlerinden Abdürrahman, Endülüs’e kaçtı ve 755’te oradaki Abbasi yanlısı
valiyi mağlup etmeyi başardı. Bununla da kalmadı, sırasıyla Kutsal Roma
İmparatoru Şarlman’ın (Charlemagne) ve Suriye’deki Abbasi halifesinin
yolladığı orduları mağlup etti, İspanya’daki Müslümanların, Kuzey Afrikalı
Berberilerin ve diğer Arap kabilelerin çıkardığı isyanları bastırdı ve 300 yıl
sürecek Endülüs Emevi Devleti’nin temellerini attı.
Endülüs Emevi Devleti Kuzey Afrika’dan göçen Berberiler, mahalli Hıristiyan
ve Yahudi nüfus ve Müslümanlığı seçen İspanyollarla renkli ve zengin bir
demografik zemin üzerinde kısa zamanda filizlendi ve başta Konstantinopol
olmak üzere Doğuyla kendine özgü diplomatik ve ticari ilişkiler kurmayı
başardı. Avrupa Hıristiyan dünyası Endülüs Emevilerinin güç kaybetmesini
görmek için 11. yüzyıla kadar beklemek zorunda kalacaktı.
Fransız ressam Francisco Pradilla Ortiz’in Kraliçe İzabel ve Kral Ferdinand’ın Granada’yı Endülüs Müslümanlarından teslim alışını
resmeden çalışması.

Onbirinci yüzyıldan itibaren devlet, çeşitli bağımsız prensliklere ayrılarak


süratle çaptan düştü. Müslümanların İber yarımadasından tamamen
çıkarılması süreci (Reconquista)104 1085’te Toledo’nun kaybedilmesiyle
başladı, 1236’da Cordoba ve 1248’de Sevilla’nın elden çıkmasıyla devam etti.
Ünlü İspanyol kâşif Christopher Colombus, 1492’de, ünlü seferleri için
Atlantik’e açılmadan önce, yarımadadaki son İslam ordularının da
Granada’dan (Gırnata) çıkarıldıklarına şahit olmuştu. Kalan Müslüman
sivilleriyse daha kötü bir akıbet bekliyordu. 1508’de yayınlanan bir fermanla
Müslümanların altı yıl içerisinde kendi kıyafetlerini terk etmeleri ve Hıristiyan
gibi giyinmeleri şart koşuldu. Takip eden yüz yıl içinde yaklaşık üç milyon
Müslüman ya sürgün edildi ya da din değiştirmeye zorlanarak
Hıristiyanlaştırıldı; kabul etmeyenlerse kılıçtan geçirildi. Emevi mimarisinin
harikulade örnekleri olan saraylar yakıldı, yüz binlerce el yazması kitap
barındıran kütüphaneler yağma edilip yıkıldı. Bu yıkımdan sadece Cordoba’da
bulunan ve şu an katedral olarak kullanılan Kurtuba Ulu Camii ile el-Kasr, yani
Alkazar Sarayı, Medinettü’z-Zehra’nın kalıntıları, Gırnata’da bulunan Elhamra
Sarayı ile Cennetü’l-Arif Sarayı kurtulabilecek, bunların haricinde Avrupa’da
İslam’dan ve Emevilerden iz kalmayacaktı.
Her ne kadar dönemin Hıristiyan güçleri, büyük bir hınçla Müslümanları
Avrupa’dan çıkarmış olsa da Müslümanlar Endülüs Emevi Devleti vasıtasıyla,
İspanya üzerinden Avrupa’nın düşünce dünyasına büyük katkılar yapmayı
başarmıştı. Şimdi gelin, bu katkının küçük bir parçasına bakalım.

19. yüzyıl Fransız ressamlarından Charles de Steuben’in Endülüs Müslümanlarının Avrupa içlerindeki ilerleyişi durduran Toulouse
Savaşı’nı resmeden tablosu.

Endülüs Emevileri Doğu’nun birikimini Batı’ya taşıdı


Emeviler hâkimiyetindeki Cordoba, Konstantinopol ile birlikte Avrupa’nın en
önemli kültür merkezlerinden biri olmuştu. 400 bin el yazması kitap barındıran
70 kütüphanesi, bin 600 camisi, 900 hamamı, 80 bin mağazası ve yarım
milyonluk nüfusu105 (ki aynı dönemde Paris’te sadece 40 bin kişi yaşıyordu)
ve kendi adını taşıyan üniversitesiyle şehir, dünyanın dört bir yanından parlak
beyinleri mıknatıs gibi kendine çekiyordu. İslam düşünürlerinden İbni Rüşd,
Plato ve Aristo üzerine yaptığı analiz ve yorumlarla Endülüs’ü fikren beslemiş,
Müslüman ve Hıristiyan ilim adamlarının (Hıristiyan âlim ve tercüman
Cremonalı Gerard ve Endülüs Hıristiyanlarından İslam’ı kabul etmiş olan Galip
gibi) ortak çalışmalarıyla astronomi, tıp, matematik ve felsefe alanlarından
birçok başucu eseri Arapçadan Latinceye çevrilerek dalga dalga Avrupa’nın
içlerine yayılmıştı. Yine Emeviler sayesinde, Müslümanların sürekli ticari ve
siyasi ilişkiler içinde oldukları Ortadoğu ve Orta Asya’nın ticaret ve tarım
teknikleri İber Yarımadası’ndan Avrupa’ya tanıtılmış, Avrupa’daki ilk kristal
üretimi Cordoba’da başlamış, Çinlilerin bulduğu kâğıt üretim teknikleri
Emeviler eliyle Avrupa’ya aktarılmıştı. Ünlü Müslüman fizikçilerden Abbas ez-
Zehravi, ses getiren tıp kitabını Endülüs’te kaleme almış, Fas doğumlu
coğrafyacı El-İdrisi Cordoba’da yetişmiş ve yine Endülüs’ün ikliminde yetişen
Yahudi filozof Ebu İmran Musa ibn Maymun, dinler arası diyalogu savunan
Arapça eseri Dalalat al-Ha’ireen ile Endülüs’te canlanan ve asırlar boyu devam
eden hoşgörü ortamını beslemişti.
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Şam’daki Emevi Camii ile Kudüs’teki Kubbetüs Sahra ve El Aksa camileri, imparatorluk döneminin en
parlak mimari eserlerindendir.
İmparatorluğun kurucu ailesi olan Emevilerin kökeni, Mekkeli Kureyş kabilesine bağlı
Ümeyyeoğulları’na dayanır. Aile, aynı zamanda üçüncü Halife Hz. Osman ile de akrabadır.
İmparatorluk, aynı dönemde doğuda etki alanını genişleten Tang Hanedanlığı (Çin) ile sık sık karşı
karşıya gelmiştir.
Arapçayı imparatorluğun resmi dili ilan eden Emeviler, özellikle şehir yönetimi ve planlamasıyla birlikte
İslami sanatlara yaptıkları katkılarla da hatırlanır.
Fransa’nın güneyinden Çin’in batısına kadar uzanan imparatorluğun başkenti olarak, hem merkezi bir
konumda hem de dönemin kervan geçiş noktalarının ortasında olması sebebiyle Şam seçilmiş,
imparatorluğun yıkılmasının ardından Şam, bir daha hiçbir zaman eski etkinliğine kavuşamamıştır.
Emevilerin, Sind’deki Budist manastırlarını tahrip etmesi, bir asır süren imparatorluk tarihinde, ele
geçirilen topraklardaki yerleşik değerlere yönelik ilk ve son eylemdir.
Emevi Devleti, Müslümanlar tarafından kurulan ilk büyük imparatorluktur. İkinci büyük İslam
imparatorluğuna imza atan Abbasiler tarafından 750 yılında tarih sahnesinden kaldırılmıştır.

İmparatorluğun Köşe Taşları


656 Hz. Osman’ın şehit oluşu.
656-661 Birinci Fitne dönemi.
674-678 Konstantinopol’ün ilk kez kuşatılması.
680 Kerbela Vakası.
683-685 İkinci Fitne dönemi.
711 İslam ordularının İspanya’ya girişi.
717-718 Konstantinopol’ün ikinci kez kuşatılması.
732 Poitiers Savaşı ve İslam ordularının Avrupa’daki
ilerleyişinin durdurulması.
750 Emevilerin Zab Savaşı’nda yenilmesi ve Abbasi
döneminin başlaması.
755 İspanya’da Endülüs Emevi Hanedanlığı’nın hayata geçmesi.
1492 Endülüs Emevilerinin yıkılışı.

Batı Roma’nın yıkılmasının üzerinden yirmi yıl bile geçmemişti ki Franklar, Roma İmparatorluğu’nu
tekrar canlandırmaya soyundu. Çokları bu fikre gülüp geçmişti. Ta ki neredeyse tüm Avrupa’yı
hâkimiyeti altına alan Frank Kralı Şarlman, 800 yılında Papa tarafından ‘Kutsal Roma İmparatoru’
ilan edilene dek! Şarlman’la en parıltılı dönemini yaşayan bu ‘alternatif’ Roma İmparatorluğu, sisteki
bir gemi gibi, bazen direğini gösterdi, bazense küpeştesini. Ama hiçbir zaman bir bütün olarak
sahneye çıkmadı. Bizans’ın titrine ortak oldu, papalarla imparatorların iktidar savaşınaysa sahne.
‘Romalığı’ ve ‘kutsallığı’ kazındığında altından ‘Almanlığı’ göründü, Avrupa’yı Osmanlılara karşı
savunmaya çalışan Habsburgların elinde bir kalkana dönüştü. Ortadan kalkışı da doğumu kadar
ilginç oldu…

Kutsal Roma İmparatorluğu


800-1800

“Ne kutsal, ne Romalı, ne de imparatorluk.”


Fransız yazar ve filozof Voltaire

Roma İmparatorluğu 476’da göçmen kavimler tarafından yıkılmıştı, ama


hayat devam ediyordu. Doğa, ya da siyaset diyelim, boşluk kaldırmazdı ve
Roma’nın bıraktığı boşluğu doldurmaya talip kavimler, kendi aralarında
amansız bir savaşa tutuşmuştu. Bu kaotik geçiş sürecinden en güçlü çıkanlar,
Roma’nın yıkılmasına sebep olan Germen (Alman) kavimlerinden biri olan
Franklardı. Liderleri I. Clovis’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte Frankların
Roma İmparatorluğu’nun mirasçılığına giden maceraları da başlamıştı.
Clovis’ten sonra gelenler, Clovis’in büyükbabası Merovich’ten hareketle
Merovenj (Merovingian) Hanedanlığı olarak isimlendirilecek ve Frankların
Avrupa’daki hâkimiyet sahasını genişletmeye soyunacaklardı.
Sekizinci yüzyıla gelindiğinde Franklar, neredeyse tüm Batı Avrupa’yı;
bugünkü Fransa, Belçika ve İsviçre ile Almanya ve Hollanda’nın bir kısmını
hâkimiyetleri altına almışlardı. 754’te Frankların başında, bir saray darbesiyle
iktidarı ele geçiren III. Pepin 106 vardı. Onunla birlikte Frank Krallığı’nda
Karolenj (Carolingian) Hanedanlığı başlamıştı. Cephede yanı başında kılıç
sallayan oğlu Şarlman (Charlemagne), tarihin gördüğü en kudretli askerlerden
ve imparatorlardan biri olacaktı.
Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılmasında başrol oynadı
771’de Frank Kralı olan Şarlman, Kuzey İtalya’da hüküm süren Lombardları
üç yıl içinde mağlup ederek, asrın sonuna dek sürecek kanlı fetihler serisini
başlatmıştı. Papalığın çıkarlarını korumak gerekçesiyle savaşan Frank Kralı,
sadece toprak almakla kalmıyor, aynı zamanda bu topraklarda yaşayanları
Hıristiyanlaştırıyordu da. İki seçenek sunuyordu mağlup ettiklerine: Haç ya da
kılıç.
Avrupa’daki kavimlerin Hıristiyanlaştırılmasında büyük rol oynayan
Şarlman’ın en büyük hedefi, Germenya’nın (Almanya) kuzeyinde hüküm süren
pagan Sakson kavmini dize getirmekti. Bu hedefine 804 yılında ulaşacaktı.
Saksonlara boyun eğdirdiğinde, geride 30 yıla yayılmış 18 askeri sefer ve
neredeyse nüfusu dörtte bir oranında azalmış bir Sakson kavmi bırakmıştı.
Frank Kralı, bu zaman zarfında sadece Saksonlarla savaşmakla kalmamış,
aynı zamanda güneybatı Galya’ya (Fransa) ve Germenya’nın güneyine de
uzanmış, bugünkü Macaristan ve Bosna topraklarını ele geçirmiş, Hunların bir
kolu olan Avarları yenerek onları da Hıristiyanlaştırmıştı. Ama Şarlman’ı
Avrupa halklarının gözünde bir efsane yapan, İspanya’da hüküm süren
Endülüs Müslümanlarının Avrupa içlerine dönük yayılışını durdurmuş
olmasıydı. 778-801 yılları arasında yaptığı seferlerle Barcelona ve Katalonya’yı
alarak, ‘Müslüman’ İspanya ile Avrupa arasında bir tampon bölge kurmuş ve
Katolik Avrupa’nın nefes almasını, tekrar kendine güven kazanmasını
sağlamıştı. Avrupa kamuoyu onu ‘Karanlık Çağlardaki Işık’ olarak anacaktı.
Kutsal Roma İmparatorluğu sahneye çıkıyor
İnsanlık, 800 yılını kucaklamaya hazırlandığında, Şarlman artık Batı ve Orta
Avrupa’nın büyük kısmını kontrol ediyordu. Batı dünyasındaki en güçlü ordu
onun emrindeydi.
799’da, Papa III. Leo, Roma’da can güvenliğini sağlamakta zorlanınca, son
elli yıl içinde Franklardan yardım isteyen üçüncü Papa oldu. Alpleri geçip
Paderborn’da (Almanya’da) Şarlman’ın huzuruna çıktı. Aralarında ne tür bir
konuşma geçti tam olarak bilinmez ama Frank Kralı, Papa’ya destek sözü
verip bir yıl sonra soluğu Roma’da aldı.
Papa III. Leo beklenmedik bir anda Şarlman’ı imparator ilan etti. (histoire-fr.com)

Noel günü St. Peter Katedrali’nde yapılacak törenle Papa, Şarlman’ın oğlu
Louis’i babasının veliahdı ilan edecekti. Ya da en azından herkes böyle
sanıyordu. Ancak elindeki tacı bir anda Şarlman’ın başına yerleştiren III. Leo,
kimsenin beklemediği şekilde, Frank Kralı’nı ‘imparator’107 ilan edivermişti!
Şarlman, iddialara göre, bu emrivakiden duyduğu rahatsızlığı gizlemese de
unvanı kabul etti. Zaten rahatsızlığının da diplomatik hesaplara dayandığı
söyleniyordu. Zira Batı Roma yıkılmıştı ama Doğusu sapasağlam ayaktaydı ve
Konstantinopol’deki imparatorun gerçek Roma İmparatoru olduğundan
kimsenin şüphesi yoktu.
Yine de Germen kavimlerinin oluşturduğu konfederasyonun başındaki
Şarlman ile Papa arasındaki bu kamusal tören, aslında bir bakıma Batı
Avrupa’daki siyasi güç dengesini yansıtıyordu. Papa’nın Hıristiyanlığı ve tabii ki
Papalığı koruyacak bir güce, Şarlman’ınsa kendisine sınırsız manevi güç
verecek bir desteğe ihtiyacı vardı! İşte neredeyse tüm Orta Çağ boyunca
önemli bir rol oynayacak olan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun (KRİ) temelleri
bu şekilde atılmıştı. İmparatorluk her ne kadar bir sonraki yüzyılda
kurumsallaşacak olsa da temeli, St. Peter Katedrali’nin ürpertici soğukluğunda
Şarlman’a yakıştırılan şu unvanın içinde yatıyordu: “Tanrının taçlandırdığı en
büyük Augustus, yüce ve barışsever imparator!”
Şarlman, hayatta olduğu sürece, Konstantinopol’deki Roma İmparatoru I.
Michael’i, kendisinin de ‘Batı’nın İmparatoru’ olduğuna ikna etmek için
gerektiğinde güç, gerektiğindeyse diplomasi kullanacak, ancak başarılı
olamayacak; üstelik Bizans ile KRİ arasındaki bu husumet, gelecek dört asır
boyunca devam edecekti. KRİ için bugüne kadarki en güzel tanımlamayı
yapan Fransız yazar Voltaire’in de dediği gibi KRİ, “ne kutsal, ne Romalı, ne
de imparatorluk”tu. Bu kimlik bunalımı, imparatorluğun peşini hiç
bırakmayacaktı…
Şarlman Romalı değil, Germendi. Üstelik Roma’yı sadece dört kez ziyaret
etmiş ve imparatorluğunu Aachen’den yönetmeyi tercih etmişti. Hatta
oğlunun taç giyme törenini de Germenya’da yapmıştı. Aslına bakılırsa bu
alternatif ‘Roma İmparatoru’ unvanı, Şarlman’ın ölümünün ardından, Papalarla
Frank krallarının gözünde, gerektiğinde raftan indirilip kullanılabilecek, el
altında bulundurulmasında fayda görülen, zaman zamansa görmezden gelinen
bir iktidar enstrümanı olmaktan öteye gitmeyecekti.
Şarlman öldüğünde Barselona’dan Tuna Nehri’ne, İtalya’dan Kuzey Denizi’ne
uzanan imparatorluğunun sınırları içerisinde yok yoktu: Franklar, Saksonlar,
Yahudiler, İspanyollar, Lombardlar, Romalılar, Bavyeralılar, Avarlar, Slavlar ve
daha nicesi.

Şarlman’ın ölümünde Frank Krallığı’nın sınırları (www.lib.utexax.edu)

800 yılından sonra yeni toprak alamayan Şarlman, kuzeyde Vikinglerden,


güneydeyse Bizanslılar ve Akdeniz Araplarından gelen tehditlere
yoğunlaşmıştı. 814’te öldüğünde henüz emekleme dönemindeki KRİ, büyük
bir kaosa ve iktidar kavgalarına yuvarlanmakta gecikmedi. 843 yılındaki
Verdun Antlaşması’yla 108 Şarlman’ın torunları arasında üçe bölündü. Giderek
saygınlığını kaybeden Karolenj Hanedanlığı, nihayet 887’de Frank
aristokratları tarafından devrilecekti. Bu zaman zarfında birbiri ardına gelen
Papalar, Frank krallarını imparator olarak taçlandırmaya devam etse de bu
durgunluk yıllarında ne KRİ’yi ne de imparatorlarını hatırlayan vardı. Yılgınlık
hüküm sürüyordu…
I. Otto dizginleri eline alıyor
Şarlman’ın topraklarında birbirinden bağımsız krallıklar kurulmuşken
sahneye çıkan I. Otto, Şarlman’ın savaşçı ruhunu canlandırarak tüm bu
dağınıklığı giderdi. İsyankârları, komşu krallıkları ve hepsinden önemlisi;
asırlardır Avrupa’yı doğudan tehdit eden Macarları dize getirerek
imparatorluğu toparladı. Kanlı çarpışmaların ardından ortalık sütliman olunca,
ordusunun çoğunu oluşturan Alman soylular, gelenekler uyarınca, Otto’yu
kalkanlarının üzerine alıp yeni imparatorları ilan ettiler.
Pratikte Germen kavimlerinin oluşturduğu bir konfederasyondan ibaret olan
Frank Krallığı’nın lideri Otto, egemenliği altındaki topraklarda sıkı bir
Hıristiyanlaştırma kampanyasına girişti. Şarlman döneminde olduğu gibi,
imparatorluğu Hıristiyanlıkla eşanlamlı hale getirdi. Yine de Papa, ona bir
imparator gözüyle bakmıyordu.
Papa bir kez daha Frankların kapısında
Ancak tarih 962 yılında bir kez daha tekerrür edecek ve Papa XII. John,
İtalya topraklarındaki değişik kavimlerden gelen tehditlerden dolayı
Avrupa’nın en güçlü adamı Otto’dan yardım istemek zorunda kalacaktı. Tıpkı
Şarlman vakasında olduğu gibi, yardımına sığındığı Otto’nun başına
imparatorluk tacını yerleştirdi. ‘Kutsal Roma İmparatoru’ titrinin ilk resmi
kullanıcısı Otto artık Papalığın koruyucusuydu. Böylelikle Batı Avrupa’daki
Hıristiyan İmparator kavramı canlandırıldığı gibi, neredeyse sekiz asır
kesintisiz devam edecek Kutsal Roma İmparatorları silsilesi de başlamış
oluyordu.
Otto, bir süre sonra, kendisine karşı komplo düzenlediği iddiasıyla XII.
John’u görevden alıp kendi adayını Papalığa atayınca, yaklaşık bir asır sürecek
‘Kutsal Roma İmparatorları tarafından tayin edilen Papalar’ döneminin perdesi
de açılmıştı. Otto’yla birlikte, Papalık ile Kutsal Roma İmparatorları arasında
iktidar savaşı başladı. Mesele şuydu: Tanrı’nın yeryüzündeki gücünü kim
temsil edecekti? Bu sorunun cevabı, dönemin güç dengelerine göre, yeri geldi
‘Papa’ oldu, yeri geldi ‘İmparator.’ Bazen Papa, İmparatoru aforoz etti; bazen
İmparator, ordusuyla Roma’ya yürüdü. Tam bir yetki kargaşasının hüküm
sürdüğü yıllardı. Üstelik tüm bunlar yaşanırken, Bizans İmparatorluğu’na bağlı
ordular, İtalya’nın güneyinden yarımadaya çıkıp Roma İmparatorluğu’nun
batıdaki eski topraklarını almaya çalışıyor; Kutsal roma ve Doğu Roma
orduları birbirleriyle kıyasıya savaşıyordu!
Otto, Roma İmparatoru unvanını kullanmaya pek gerek görmedi. Buna
karşın oğlu II. Otto, Batının ve Papalığın Konstantinopol’deki Hıristiyan
imparatordan bağımsızlığını vurgulamak için bu titri tepe tepe kullandı. III.
Otto döneminde de imparatorun Papalar üzerindeki egemenliği sürdü. Bu
zaman zarfında Papaları tayin edebilme gücü ve imparatorluğun Merkezi
Avrupa’daki toprakları, Alman İmparatorluğu’na ve imparatorluk unvanına
büyük prestij kazandırdı.
Germen kavimlerinin onayıyla II. Conrad, 1024’te imparatorluğun başına
geçti. Böylelikle Ottonian Hanedanlığı sona ermiş, Salian Hanedanlığı iktidarı
devralmıştı. Aynı günlerde imparatorluk resmi yazışmalarda ‘Regnum
Teutonicum’ (Alman Krallığı) olarak anılmaya başlandı. Kutsal Roma
ambalajının altındaki Alman unsur kendisini gösteriyordu. Takip eden yıllar
Avrupa’daki prenslikler, Papalık, Kutsal Roma İmparatorları ve onlarca irili
ufaklı güç merkezinin arasında gerçekleşen iktidar savaşlarına sahne oldu.
Öyle ki bazen biri Kutsal Roma İmparatoru, biri de Roma Kilisesi’nce atanan
iki ayrı Papa birden sahneye çıkabiliyordu! Hatta I. Haçlı Seferi’nin mimarı II.
Urban, Papa seçildikten ancak birkaç yıl sonra Roma’ya girebilmişti. Zira
koltuğunda Kutsal Roma İmparatoru IV. Henry’nin atadığı bir başka Papa
oturuyordu! Roma’daki ve imparatorluğun genelindeki bu otorite boşluğu ya
da çeşitliliği, Hohenstaufen Hanedanlığı’nın Alman tahtını devralmasına dek
sürecekti.
Frederick Barbarossa ile ayağa kalkan imparatorluk
III. Conrad’ın 1138’de Alman prenslikleri tarafından kral seçilmesiyle
başlayan Hohenstaufen Hanedanlığı’nın mensupları, bir asır boyunca hem
Alman Krallığı’nı hem de Kutsal Roma İmparatorlu-ğu’nu yönetecekti. Bu
süreçte en derin iz bırakan isim; Conrad’ın yeğeni, 1155’te Papa IV. Adrian
tarafından Kutsal Roma İmparatoru ilan edilen109 I. Frederick oldu.
38 yıl süren iktidarı süresince Frederick, (Frederick Barbarossa olarak da
bilinir) otoritesini önce tüm Germenya’da kabullendirdi, ardından da
Bohemya, Polonya ve Macaristan’a kadar genişletti. Ama en büyük hedefi,
İtalya’daki Papalık devletlerini hâkimiyeti altına alarak Roma
İmparatorluğu’nu tam anlamıyla canlandırmaktı. Birçok kez İtalya’ya sefer
yapsa da başarılı olamadı. Nihai aşamada Papa III. Alexander’ın otoritesini
kabullenmek zorunda kaldı.

Fredrick Barbarossa Alman prensleri tarafoından kral seçiliyor. (LIFE)

1190’da, III. Haçlı Seferi sırasında ölmeden önce Frederick’in yaptığı en


doğru iş, oğlu Henry’yi Sicilya’daki Norman Krallığı’nın varisi Constance’la
evlendirmesi olmuştu. Bu evlilik Sicilya ve Güney İtalya’yı Alman
İmparatoru’nun kanatları altına sokuyordu. VI. Henry 1191’de Kutsal Roma
İmparatoru, 1194’te de Sicilya Kralı olarak taç giydi.
Henry’nin 1197’de, otuz iki yaşındayken, Haçlı Seferlerinden birine katılmak
üzere hazırlandığı sırada ölmesi üzerine tacı, üç yaşındaki oğlu Frederick’e
kaldı. Bir çocuğu kral yapmak istemeyen Alman prensliklerinin ayak diremesi,
Papalığın itirazı ve benzeri faktörlerin bir araya gelmesiyle geçen sürenin
sonunda Frederick, ancak 1220’de Roma’da Papa’nın elinden imparatorluk
tacını giymeyi başardı. Üstelik sadece Kutsal Roma İmparatoru değil, aynı
zamanda Almanya Kralı, (annesinden dolayı) Sicilya Kralı ve Burgundi Kralı’ydı
da! Evlilik bağı ve VI. Haçlı Seferi’nden dolayı bir süreliğine taşıdığı Kıbrıs ve
Kudüs Kralı unvanlarını da eklersek, söz konusu dönemde Avrupa’daki siyasi
ilişkilerin, hanedanlıkların ve dolayısıyla da hâkimiyet sahalarının ne kadar
karışık olduğunu gayet net görebiliriz.

Kutsal Roma İmparatoru Frederick Barbarossa III. Haçlı Seferi’ne hazırlanıyor. (LIFE)

Birbiri ardına gelen Papalar, seleflerinin II. Frederick’in imparatorluğunu


onaylamasından dolayı pişman olmuş, hatta onu iki kez aforoz ederek,
kendisine karşı Haçlı Seferi başlatmakla tehdit etmişlerdi! Onların gözünde II.
Frederick, işe yaramazın biriydi. Zira söz verdiği halde çıktığı Haçlı
Seferi’nden, hastalığını bahane ederek üç gün sonra dönmüştü!
Avrupa’yı Moğollardan mucize kurtarıyor!
Avrupa halkları, nefeslerini kesmiş, papalarla imparatorlar arasındaki, hem
bu hem de öteki dünyaya bakan güç mücadelesini izlerken, gökkubbenin
başlarına yıkılmasından bir mucize eseri kurtulmuşlardı! Zira tozu dumana
katarak Avrupa içlerine doğru gelen dehşetengiz Moğol ordusu, tam Tuna
Nehri’ni geçmek üzereyken, 1241’de Büyük Han Ögeday’ın ölmesi üzerine geri
dönmek durumunda kalmıştı.* Han birkaç yıl daha yaşasaydı, kim bilir bugün
Avrupa nasıl bir diyar olurdu? Zira o yıllardaki bu dağınık Avrupa tablosu bir
yana, dağınık olmayan güçlü bir Avrupa’nın bile Moğolları durdurabilme
ihtimali tartışılırdı…
Frederick’in ölümüyle tacını devralan oğlu IV. Conrad, Hohenstaufen
Hanedanlığı’ndan çıkan son imparator oldu. Hane-danlığın iktidarı, Dördüncü
Haçlı Seferi’nin mimarı III. Innocent, ‘cadıların’ yakılmasını kanunlaştıran ve ilk
engizisyon uygulamalarına imza atan IX. Gregory ve Hohenstaufen
imparatorlarına kök söktüren IV. Innocent gibi güçlü papalara ve I. ve II.
Frederick gibi kudretli imparatorlara şahitlik etmiş; Papalıkla imparatorluk
arasındaki iktidar mücadelesi değişik tonlarda sürüp gitmişti.
Papalıkla köprüler atılıyor
Conrad’ın 1254’teki ölümünün ardından hem imparatorluk hem de Papalık
belirsizliğe sürüklendi. Kendi hükümranlık sahalarında yaşayıp giden yüzlerce
Germen prensliğinin bir kral seçemediği bu fetret devri110 yirmi yıl sürecek ve
1273’te I. Rudolf’un Germen Kralı seçilmesiyle sona erecekti. Alman
prenslikleri arasında kurulan bir komite tarafından seçilen Rudolf, yeni bir
dönemin başlangıcını müjdeliyordu. Zira o, imparatorluklardan daha güçlü bir
hanedanlığın, Habsburgların,111 Germen tahtına oturan ilk temsilcisiydi.
Lakin Rudolf sadece Germen Kralı’ydı. Papa tarafından Kutsal Roma
İmparatoru olarak taçlandırılmamış, imparatorluk haklarını Roma’ya
devretmişti. Bu dönemde Fransızlar, Almanya’da tekrar güçlü bir imparatorun
ortaya çıkmasını istemedikleri gibi, Papalığın ve Kuzey İtalya’daki
devletçiklerin de imparatorluğun gölgesinin tekrar Alplerin güneyine inmesine
tahammülü yoktu. Bu tarihten sonra sadece dört imparator Papa tarafından
resmen taçlandırılacaktı.
KRİ tacının Lüksemburg Hanedanlığı’na geçişi, 1355’te IV. Charles’a
Roma’da Papa tarafından taç giydirilmesiyle gerçekleşti. İmparatorluk titrinin
tekrar Habsburglara geçeceği 1438’e dek KRİ kimliğinin resmi temsilcisi
Lüksemburg ailesiydi. Aynı zamanda Bohemya ve Lüksemburg Kralı da olan
IV. Charles, başkenti Prag’a taşıdı ve Golden Bull 112 olarak tarihe geçen
fermanı yayınlayarak Papalıkla köprüleri attı. Buna göre Papalar artık
‘Frankların Kralı’nın seçiminde söz sahibi olamayacaktı. Papaların, Alman
prenslerinin seçtiği kralları onayladığı ya da veto ettiği o günler geride
kalmıştı. Bu düzenlemeyle birlikte aslında KRİ’nin anayasal zemini
oluşturulmuştu.
Buna karşılık Papalıkla yapılan ayrı bir anlaşmayla IV. Charles, Şarlman’dan
kalan Lombardi Krallığı unvanı hariç, imparatorluğun İtalya’yla ilgili tüm
haklarından feragat etmiş ve KRİ’nin elindeki siyasi güç, Germen Krallığı’na
devredilmişti. Yani KRİ, bir Alman İmparatorluğu olmuştu. Bu durum,
1452’den itibaren kullanılmaya başlanan ‘Sacrum Romanum İmperium
Nationis Germanicae’ (Alman Ulusunun Kutsal Roma İmparatorluğu) sıfatıyla
daha da netleşecekti.
Habsburglar bayrağı devralıyor
KRİ, 1438’den 1806’ya dek, Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı olan
Habsburgların elinde kaldı ve en parlak günlerini onların egemenliğinde
yaşadı. Ölümü de onların elinden olacaktı.
İmparatorluğun politik yapısı, emperyal kontrolü çok güçleştirdiği için, II.
Albert ve halefi III. Frederick, dikkatlerinin büyük bir bölümünü, giderek
büyümekte olan Osmanlı tehdidine karşı imparatorluğun doğu sınırlarını
savunmaya ayırmışlardı. Frederick’in oğlu I. Maximilian, yapıyı tekrar
canlandırmak için imparatorluğu idari bölgelere ayırma, imparatorluk vergisi
salma ya da yeni bir imparatorluk hükümeti kurma şeklinde planlar yapsa da
hiçbirini hayata geçiremedi. En belirgin başarısı, hanedanlığın işine yarayacak
evlilikler113 ayarlayabilmiş olmasıydı. Bunların en çarpıcı olanı, oğlu Philip’i
İspanya Kralı Ferdinand ile İspanyol Kraliçesi İzabel’in kızları Joanna ile
evlendirmiş olmasıydı.
KRİ’nin siyaseten dağılma süreci, 16. yüzyılın başlarında öylesine hızlanmıştı
ki I. Maximilian’ın güçlü halefi V. Charles bile bu süreci tersine
çeviremeyecekti. Aslında, İspanya Kralı II. Ferdinand 1516’da ölünce İspanyol
İmparatorluğu, V. Philip ile Joanna’nın çocuğu olan V. Charles yönetimindeki
Habsburg Hanedanlığı’nın bir parçası olmuş; V. Charles, Hollanda’dan
Avusturya ve İspanya’ya ve hatta İspanya’nın Amerika’daki topraklarına
uzanan büyük bir coğrafyanın efendisi konumuna gelmişti. 1519’da da Kutsal
Roma İmparatoru olarak taç giyecekti. V. Charles, Papa tarafından
taçlandırılan son imparator oldu. Şarlman’dan bu yana gelmiş geçmiş tüm
Avrupalı liderlerden daha geniş topraklara hükmetse de 1556’da tahttan
ayrıldığında geride bıraktığı miras, dini ve siyasi ihtilaflardan dolayı parça
parça olmuş bir Kutsal Roma İmparatorluğu coğrafyasından başka bir şey
değildi.
V. Charles’ın en büyük tutkusu, Şarlman’ın da hedeflediği gibi, birleşik bir
Hıristiyan İmparatorluğu kurmaktı. Ama Osmanlı İmparatorluğu başta olmak
üzere, Fransa’daki Valois Hanedanlığı ve Germenya’daki Protestan
prensler/devletçikler gibi siyasi düşmanları (ya da bazen müttefikleri) bu
hayale set çekmişlerdi. V. Charles, iktidarının ilk yıllarında, sahip olduğu
toprakların genişliğinden rahatsız olan Fransızlarla uzun ama sonuç
getirmeyen bir savaşa girmek zorunda kaldı. 1520’de Fransızlarla barış
antlaşması imzalamasının ardından bu kez dikkatini doğuya yöneltti.
Dörtnala gelen devasa Osmanlı ordusu Macaristan’ı ezip geçmiş,
Avusturya’ya yaklaşıyordu! V. Charles, tıpkı Fransızlarla olduğu gibi
Osmanlılarla da uzun, yıpratıcı ve oldukça maliyetli bir savaşa girdi ve
Osmanlı ordusunu Viyana önlerinde durdurmayı başardı. Lakin Avrupa’nın bu
iki büyük gücü arasındaki mücadele, V. Charles’ın iktidarının ötesine geçecek,
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun son demlerine dek devam edecekti.114
V. Charles’ın iktidarı boyunca karşılaştığı en büyük sorun, aynı zamanda
KRİ’nin homojen bir siyasi yapıya dönüşememesinin de sebebi olan
Protestanlık mezhebiydi. Reformasyon özellikle Almanya’da çok ses getirmişti.
Birçok Alman prensliği Reformasyon’un öngördüğü din seçme özgürlüğünü,
KRİ karşısında kendi toprak ve siyasi bağımsızlıklarını savunmak üzere
mükemmel bir araç olarak gördü ve bu hareketi tüm güçleriyle destekledi.
1530’da V. Charles ile Alman prenslikleri arasında imzalanan Augsburg İman
İkra rı ’yl a (Confessio Augustana) Protestanlık resmen kabul edilmiş;
prenslikler, dinlerini seçmede özgür bırakılmıştı. Lakin çatışmalar, 1555’te
imzalanan Augsburg Barışı’na dek devam etti. Augsburg Barışı’yla KRİ
toprakları yarım asır kadar sürecek bir dinginliğe kavuştu.
30 Yıl Savaşları Kutsal Roma’nın çivisini söküyor
V. Charles’ın ardından gelen Habsburg imparatorları, KRİ’nin emperyal
statüsüne onun kadar önem vermediler. Daha çok hanedanlığın
Avusturya’daki konumuyla ilgilenip enerjilerinin çoğunu yönetimi
merkezileştirmeye harcadılar. Fakat 1618’de, bir süredir sütliman olan Avrupa
coğrafyası karıştı. Avrupa, tarihinin en kanlı din savaşlarından birinin
kucağında buldu kendini. Augsburg Barışı ile uzlaşan Katolik ve Protestan
Alman prensliklerinin gırtlak gırtlağa gelmesiyle KRİ bir iç savaşa sürüklendi.
Diğer Avrupalı güçler de bu girdaba kapılınca tüm kıta, 30 yıl sürecek mezhep
savaşlarının karanlığına gömüldü.
Avrupa siyasi coğrafyasının şekillenmesinde başrol oynayan 30 Yıl
Savaşları’nı sona erdiren Westphalia Barış Antlaşması, her bir Alman
prensliğinin, istediği mezhebi seçme özgürlüğünü teminat altına aldı. Aslında
bu bir bakıma KRİ’yi oluşturan 350 küçük devletçiğin bağımsızlığını kabul eden
bir antlaşmaydı. Daha net ifade edersek, KRİ, atomlarına ayrılmış, ortada
sadece adı kalmıştı! Birkaç mali ve siyasi ayrıcalığına karşın KRİ, bu tarihten
itibaren varlığını sadece ismen sürdürdü. Evrensel ya da etkili bir merkezi
hükümete dair ne kadar iddiası varsa hepsinden vazgeçti ve uygulamada,
Alman devletlerinden biri olan Avusturya’nın başındaki Habsburg idarecilerinin
birbirlerine devrettikleri siyasi bir mirasa dönüştü.
1786’da Kutsal Roma İmparatorluğu’nun sınırları (www.lib.utexas.edu)

On sekizinci yüzyıl boyunca Habsburg imparatorları daha çok, Alman


devletlerinin önde gelenlerinden kendi Avusturyalarıyla Prusya arasındaki
mücadeleye odaklanmıştı. Ta ki daha kudretli bir düşman olan Fransa sahne
alana dek. Özgürlük ve eşitlik ideallerine dayalı bir devrim gerekleştirmiş olan
Fransa’nın bu söylemi, çok uluslu KRİ açısından tehlike arz ediyordu.
Avusturya ve Prusya ortak güçleri, 1792’den 1802’ye dek, yanlarına diğer
Alman devletçiklerini de alarak devrimci Fransa’ya karşı savaştılar. Yine de
güçleri Napolyon’u durdurmaya yetmedi. Fransa, topraklarını genişletmeye
devam etti.
İmparatorluğunu lağveden imparator
Resmi başkenti Viyana olan imparatorluk, 19. yüzyıla girerken sembolik bir
siyasi kimlikten başka bir şey değildi. Buna rağmen yine de talibi çoktu.
Fransa İmparatoru olmakla yetinmek istemeyen Napolyon, Avusturyalıları
yenip Kutsal Roma İmparatoru unvanına da sahip olmayı arzuluyordu.
Hanedanlığın çıkardığı son Kutsal Roma İmparatoru olan II. Francis ise
Avrupa’yı önüne katıp kovalayan Napolyon’la baş edecek durumda değildi.
Muhtemelen “Mademki imparator benim, o halde imparatorluk hakkındaki
nihai kararı da ben veririm” şeklinde düşünmüş olacak ki rakibinin hevesini
kursağında bırakacak bir çözüm buldu: Kendisinin “Son Kutsal Roma
İmparatoru” olduğunu ilan etti! Bundan sonra sadece Avusturya İmparatoru
unvanını kullanacaktı. 1806’da Francis’in imparatorluğu resmen lağvetmesiyle
birlikte, tam bin yıldır Avrupa’daki hassas iktidar ilişkilerinin odak noktası,
pazarlık aracı ya da silahı olarak kullanılan KRİ, tarihteki unutulmaz yerini
almış oldu…
Kutsal Roma ne kadar kutsal, ne kadar Romalı?
Çoğu tarih okuyucusunun sorduğu sorulardan biridir: “Batı Roma’yı biliyoruz,
tamam. Konstantinopol’ün uzun süre başkentlik yaptığı Doğu Roma’yı da
biliyoruz, o da tamam. Ama bu Kutsal Roma İmparatorluğu da neyin nesi?”
İlginçtir, bu soru sadece ülkemizde değil, Batı’da da sık sık sorulur, Romalar
birbirine karıştırılır. Aslında tüm bu kafa karışıklığının sebebi, Kutsal Roma
İmparatorluğu’nun aslında bir oldubittiyle, tabiri caizse, ‘el çabukluğu
marifetle’ tarihin kucağına bırakılmış olmasından kaynaklanır.
Okuduğunuz üzere, 800 yılının Noel gecesi Papa bir oldubittiyle Şarlman’ı -
daha önceden de vurguladığımız gibi- ‘Romalığa’ pek bulaşmadan, ‘Batı’nın
İmparatoru’ ilan etmişti, ama herkes üstü kapalı da olsa ‘Batı Roma’ya atıfta
bulunulduğunu biliyordu. Şarlman’ın Frank Krallığı bir anda Romalı bir çehre
kazanmıştı. Buna rağmen krallığın Alman karakteri hep baskın kaldı.
Şarlman’ın halefleri, bugünkü Almanya, Polonya, Avusturya, Çek Cumhuriyeti,
Benelüks ülkeleri ve Fransa’yla İtalya’nın bir bölümünden oluşan topraklar
üzerinde hüküm sürdü. Bununla birlikte resmen lağvedildiği 1806’ya kadar
KRİ, asla monolitik (yekpare) bir devlet olmadı; daha çok, bazen bu unvanı
miras olarak alan, bazense bizzat seçilen imparatorlar tarafından yönetilmeye
çalışılan ve yüzlerce bölgecik ve prenslikten oluşan gevşek bir konfederasyon
olarak varlığını sürdürdü. İmparatorluğun tarihinde iki hanedanlık öne çıktı;
Haçlı Seferleri (ki II. Frederick Haçlı Seferlerinden dolayı imparatorluğun
‘Kutsal’ sıfatını ön plana çıkarmıştı) boyunca iktidarı elinde tutan
Hohenstaufenler ile neredeyse Avrupa’daki her iktidarın bir şekilde ucundan
(çoğu zaman da tam ortasından) tutmuş olan Habsburglar.
KRİ macerasının Avrupa’ya bıraktığı en büyük miras, kendisini en çok
Şarlman’ın icraatlarında gösteren ‘Birleşik Avrupa’ ideali oldu. KRİ’nin
tartışmasız en başarılı imparatoru olan Şarlman, Avrupa’da hukukun
üstünlüğünün kök salmasında, kitapların ve eski yazıların çoğaltılmasında,
Hıristiyan öğretisinin yayılmasında ve Latincenin öğrenilmesinde gösterdiği
gayretle Orta Çağ Avrupası’nın dönüşümünde büyük rol oynadı; Hıristiyan,
Germen ve Roma kültürlerinin karışımının mimarı olarak tarihteki yerini aldı.
KRİ’nin, üzerinde yükseldiği ‘Hıristiyan bir imparatorun liderliği altında tek bir
Avrupa’ ideali, sadece Şarlman döneminde hayata geçirilebildi. Zaten birçok
tarihçiye göre KRİ, Şarlman’la birlikte ölmüş, geriye sadece KRİ etiketi taşıyan
Alman İmparatorluğu kalmıştı.
Bununla birlikte Kutsal Roma İmparatorlarının İtalya’nın kontrolünü ele
geçirme saplantısı, Papalık’la bitmek bilmeyen çatışmalar ve Alman
prensliklerinin merkezi otoriteye sürekli baş kaldırması, imparatorluğu
neredeyse beş asır gibi bir süre kontrol edilemez hale getirdi. 19. ve 20.
yüzyılın milliyetçi tarihçileri, bu bir araya gelememe durumunun yarattığı
siyasi ve ekonomik iktidarsızlık tablosundan dolayı Almanya’yı suçlamış olsalar
da KRİ, kendisinden sonraki asırlarda ortaya çıkan Alman emperyalistlerinin
zihninde yaşamaya devam etti. Nitekim Otto von Bismarck ve Prusya Kralı I.
Wilhelm, 1871’de Alman İmparatorluğu’nu kurduklarında bu yeni siyasi kimliği
‘II. Reich’ (İkinci İmparatorluk) olarak isimlendirerek, KRİ’nin şaşalı
dönemlerindeki haşmetinden istifade etmek istemişlerdi.
Yetmiş yıl sonra Adolf Hitler ve çetesi de aynı yolu izleyecek ve KRİ’nin
mirasına sahip çıkarak, onun gibi ‘bin yıl yaşayacağını’ ilan ettikleri Nazi
İmparatorluğu’na ‘III. Reich’ (Üçüncü İmparatorluk) adını vereceklerdi...
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Kutsal Roma İmparatorluğu (KRİ), Frank Krallığı’nın Germenya’ya (Almanya) tekabül eden
toprakları üzerinde yükselmişti. Bundan dolayı, kendisi de bir Germen olan Şarlman (Charlemagne),
Alman İmparatorluğu’nun kurucusu sayılır; Alman kültür tarihi, Almanların ‘Büyük Karl’ olarak
isimlendirdikleri Şarlman’la başlar.
Yaygın kanaatin aksine, Şarlman, hiçbir zaman ‘Kutsal Roma İmparatoru’ ilan edilmemiş, kendisi de
bu titri kullanmamıştı. Ona verilen unvan, Konstantinopol’deki Doğu Roma İmparatoru’ndan
hareketle, ‘Batı’nın İmparatoru’ idi.
Şarlman’ın başında bulunduğu ve genellikle yanlış bir şekilde KRİ olarak ifade edilen devlet, aslında
Frank Krallığı’ydı. Sınırları, otoritesi, askeri ve politik gücüyle belki de tüm bu hikâyenin tek adam akıllı
imparatorluğu olan Şarlman’ın Krallığı, KRİ’nin özünü temsil etmesine rağmen hiçbir zaman ‘kutsal’
vasfına sahip olmamıştı. ‘Kutsal’ sıfatı özellikle Haçlı Seferleri’yle birlikte Avrupa Hıristiyanlarını mobilize
etmek için kullanılır oldu.
Frank Krallığı zaman içerisinde KRİ’ye dönüştü. Buna karşın KRİ hiçbir zaman Şarlman dönemindeki
gibi gerçek manada bir imparatorluk olamadı. Elle tutulur, gözle görülür ve gücü hissedilir bir
imparatorluk olmaktan ziyade, daha çok sembolik bir siyaset enstrümanı olarak kaldı. Bununla birlikte
Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı olan Habsburglar, uzun süre mülkiyetlerinde tuttukları KRİ’nin
sembolik gücünü Avrupa’yı Osmanlılara karşı savunmak için başarıyla kullandılar.

İmparatorluğun Köşe Taşları


753 Papa II. Stephen III. Pepin ve oğullarını (Birisi Şarlman’dır) vaftiz etti.
771 Kardeşinin ölümü üzerine Şarlman tek başına
Frankların Kralı oldu.
800 Papa III. Leo, Şarlman’ı imparator ilan etti.
843 Verdun Antlaşması’yla Frank Krallığı üçe bölündü ve teorik olarak günümüz Almanya, Fransa ve İtalya’sı sahneye çıktı. KRİ,
Frank Krallığı’nın Almanya’yı oluşturan toprakları üzerinde filizlendi.
962 Papa XII. John, I. Otto’ya taç giydirdi, ‘Kutsal
Roma İmparatoru’ sıfatı resmen kullanıma girdi.
1020 Kont Radbot, Zürih yakınlarında Habichstburg (Şahin Kalesi) adında bir kale inşa ettirdi. Habsburg Hanedanlığı adını buradan
aldı.
1024 II. Conrad Frank Kralı seçildi ve Franconian ya da Salian olarak bilinen hanedanlık başladı.
1075 Papa VII. Gregory bir ferman yayınlayarak kiliseyle ilgili atamaları sadece kilisenin yapabileceğini ilan etti; papalar ile
imparatorlar arasındaki uzun soluklu atama krizi başladı.
1150 Şarlman Fransa ve Almanya topraklarında bir aziz mertebesine çıkarıldı.
1155 Frederick Barbarossa Almanya Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru oldu; uzun süren iktidarında imparatorluğun gücünü arttırdı.
1220 II. Frederick, Papa III. Honorius tarafından Kutsal Roma İmparatoru ilan edildi.
1278 I. Rudolf Avusturya topraklarını Habsburg Hanedanlığı’na kattı.
1346 Bohemya Kralı, Alman Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru olan IV. Charles Prag’ı başkent yaptı.
1356 IV. Charles Alman Kralları’nı belirleyecek yedi üyeli seçici komiteyi tayin etti.
1438 Kutsal Roma İmparatorluğu Habsburg Hanedan-lığı’nın ayrılmaz bir parçası oldu.
1477 Avusturya veliahdı Maximilian, Burgundi veliahtı Mary ile evlenerek Habsburg İmparatorluğu’nu oluşturan ilk büyük
hanedanlar arası evliliğe imza attı.
1496 Avusturya veliahdı Philip, İspanya Kralı Ferdinand ve Kraliçesi İzabel’in kızları Joanna ile evlenerek Habsburg
İmparatorluğu’nun etki sahasını genişletti.
1516 İspanya Kralı II. Ferdinand öldü ve İspanyol İmparatorluğu, V. Charles’ın yönetimindeki Habsburg Hanedanlığı’nın bir parçası
oldu. V. Charles, aynı zamanda I. Charles adıyla İspanya Krallığı’nı üstlendi.
1529 Osmanlılar Viyana’yı kuşattılar ama şehri alamadılar. Osmanlı İmparatorluğu ile Kutsal Roma İmparatorluğu, daha doğrusu
Habsburglar arasındaki uzun soluklu mücadele başladı.
1556 V. Charles tahttan çekildi. Hollanda ve İspanya’yı oğlu Philip’e, Kutsal Roma İmparatorluğu makamını kardeşi Ferdinand’a
bıraktı. Böylelikle Habsburg İmparatorluğu, Avusturya ve İspanyol imparatorlukları olarak ikiye ayrıldı.
1618 30 Yıl Savaşları başladı. Kutsal Roma İmpara-torluğu’nu oluşturan Protestan ve Katolik Alman prenslikleri başta olmak üzere,
neredeyse tüm Avrupa boğaz boğaza geldi.
1648 Westphalia Barış Antlaşması imzalandı. Günümüzün uluslararası ilişkiler sisteminin temelleri atıldı.
1683 Osmanlılar Viyana’yı bir kez daha kuşattı; ama yine geri püskürtüldüler.
1781 II. Joseph ‘Hoşgörü Fermanı’ yayınlayarak Protes-tanlara ilk kez Habsburg sınırları içerisinde ibadet hürriyeti tanıdı.
1806 II. Francis, imparatorluğu Avrupa’nın yükselen gücü Napolyon’dan kurtarmak için bin yıldır devam eden Kutsal Roma
İmparatorluğu’nu resmen lağvetti.

Moğol steplerinde hayata gözlerini açan bir çocuğun zihninde temelleri atıldı. Kan, gözyaşı, ayak
oyunu, ihanet ve acıyla örülü bir gençliğin sonunda “Bir daha asla kimsenin beni mağlup etmesine
izin vermeyeceğim” diyen bir yetişkinin hayallerinde ete kemiğe büründü. “Sadece aptallar
kaybedeceklerini bildikleri bir savaşa girer” diyen bir adamın ellerinde doğdu, onunla birlikte büyüdü.
Öyle büyüdü ki tarihin gördüğü en büyük imparatorluk oldu. Cengiz Han’ın, doğuda Pasifik
Okyanusu’ndan batıda Macaristan içlerine kadar uzanan Moğol İmparatorluğu, milyonlarca insanın
kanı ve yağmalanan diyarlar üzerinde yükselmiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştı...

Kan, gözyaşı ve yağma üzerinde yükseldi, dünyanın en büyüğü oldu!

Moğol İmparatorluğu
(1206-1294)

“Kendilerine karşı koyan herkesin yok edilmesi ve terör, iyi test edilmiş birer Moğol taktiğiydi.”
David Nicole,
Moğol Savaş Ağaları/ The Mongol Warlords kitabının yazarı

Dinamik, acımasız ve ihtiraslı Cengiz Han, Asya steplerindeki göçmen


kabileleri bir çatı altında toplamış, tüm dünyaya korku salan bir imparatorluğa
vücut vermişti. Lakin bu destansı başarının ardında, neredeyse dünyanın
yarısını yıkayan bir kan banyosu ve Asya’dan Avrupa içlerine uzanan bir
kıyımlar silsilesi yatıyordu. Okuyacaklarınız, dehşet ve gözyaşı üzerinde
yükselen ama bununla birlikte inkâr edilmez bir kültürel ve ekonomik
etkileşim yaratan bu maceranın hikâyesidir…
Asya steplerinde bir çocuk doğdu…
1162’de Asya’nın derinliklerinde, Moğol steplerinde bir çocuk doğdu.
Doğuştan avucunun içindeki kanı görenler, ileride onun büyük bir savaşçı
olacağına hükmettiler. İlerleyen yıllar onları haklı çıkardı. Timuçin olarak
isimlendirilen; önce babasının düşmanlarını, ardından da kendisine her zaman
destek vermiş can dostu Camoka’yı ortadan kaldıran bu çocuk step
insanlarının dilini çok iyi konuşuyordu: Kılıcın dilini. Dönemin Orta Asya
steplerinde savaşçılık ve yağmacılıkla geçinen Moğol kabileleri arasında
geçerli olan tek bir kanun vardı: Kılıcın kanunu.

Cengiz Han, en büyük destekçisi ve çocukluk arkadaşı Camoka’yı ortadan kaldırarak, dönemin Orta Asya steplerinde savaşçılık ve
yağmacılıkla geçinen Moğol kabileleri arasında geçerli olan tek dili; kılıcın dilini çok iyi konuştuğunu göstermişti.

Timuçin’in 1206’da “Cengiz Han”115 (Hanlar Hanı) adını almasıyla, tarihteki


maceralarına o ana dek dağınık bozkır toplulukları olarak devam eden
Moğolların serüveni oldukça farklı bir renge bürünecekti. Tüm Moğol
kabilelerini birleştiren Cengiz Han, artık imparatorluğunu inşa etmeye
başlayabilirdi. İlk akınını, 1207’de, bugün Çin olarak bilinen topraklara yaptı.
O vakitler Çin toprakları; Chin, Tangut ve Song olmak üzere üç ayrı
hanedanlığa bölünmüştü. Moğollar 1209’da yıldırım gibi bir harekâtla
Tangutları tarumar ettiler ve güçlerini takviye ettikten sonra 1211’de Chin
üzerine yürüdüler. 1215’e gelindiğinde bugün Pekin olarak bilinen başkent
Yanjing’in binbir renkten ipeklerle dolu çarşıları, göz kamaştıran sarayları
Moğol atlarının ayakları altında dümdüz olmuş, teslim olmayanlar kılıçtan
geçirilmişti. Cengiz, Kuzey Çin’in neredeyse tümünde söz sahibi olsa da
ülkenin tamamını topraklarına katmayı başaramamıştı. Bunu, 1279’da, torunu
Kubilay Han116 gerçekleştirecekti...
Tüm Moğol kabilelerini birleştiren Cengiz Han, artık imparatorluğunu inşa etmeye başlayabilirdi. İlk hedefi Çin’di.

Çin’deki kazanımlarıyla idare etmeye razı olan Cengiz Han, şimdi gözünü
başka hedeflere dikebilirdi. Önünde fethedilecek yeni diyarlar vardı. “Sadece
aptallar kaybedeceklerini bildikleri bir savaşa girerler” diyen Moğol lideri, atını
yeni maceralara doğru sürdü. Peşine yüz binleri katarak…
Moğol ordusu, Harzemşah’ı ezip geçiyor
1218’de Harzemşah İmparatorluğu sınırları içinde bir grup Moğol tüccarının,
ülkelerini işgale hazırlanan Cengiz Han’ın casusları oldukları gerekçesiyle Vali
İnalcık tarafından öldürülmesi, Cengiz’e batıya doğru ilerlemek için gereken
bahaneyi117 verecekti. Cengiz, Harzemşah İmparatoru Şah Alaeddin
Muhammed’den valinin kendilerine teslim edilmesini istedi. Yok, eğer
cevapları ‘Hayır’ olacaksa, o halde bir an evvel imparatorluklarının yıkıntıları
için ağlamaya başlayabilirlerdi.
Cengiz’in bu talebi, o zamanlar bir milyon kilometrekarelik bir ülkeye
hükmeden Şah’ın üzerinde, Wisconsin Üniversitesi’nden Steve Dutch’ın
ifadesiyle, “Haiti Devlet Başkanı’nın, Amerika Başkanı’ndan, Florida Valisi’ni
kendisine teslim etmesini istemesine benzer” bir etki bırakmıştı. Alaeddin
Muhammed Harzemşah, ikinci seçeneği tercih etti, ‘Hayır!’ dedi. Üstelik
Cengiz’in gönderdiği heyeti de ağır şekilde aşağıladı. Cengiz bunu
hazmedemezdi.
90 bin kişilik ordusuyla kuzeyden Harzemşah topraklarına giren Moğol lider,
generallerinden birini de 30 bin kişilik ordusuyla doğudan yolladı. Alaeddin
Muhammed’in ordusu 400 bin kişi olsa da düşmanın üzerine “yağmur gibi”
çullanan ve aşırı güçle destekli ani baskın taktiğini kullanan Moğol ordusu
karşısında tutunamadı, parçalara ayrılarak dağıldı. Harzemşah İmparatorluğu
Moğolların avucuna düşmek üzereydi. Şah kaçarak canını kurtarmıştı
kurtarmasına ama Cengiz, o ölmeden, bu ülkedeki hâkimiyetini tam olarak
tesis edemeyeceğini düşünüyordu. 20 bin kişilik özel bir orduyu Alaeddin
Muhammed’in peşine taktı.
Buhara, Semerkant ve Gürgenç Moğol işgalinde
Cengiz’in, “savaş köpekleri” olarak isimlendirdiği generalleri, Harzemşah
İmparatorluğu’nun önemli şehirleri Buhara, Semerkant ve Gürgenç’i ele
geçirdi. Sadece Buhara’da 20 bin kişilik Türk birliği Moğollar tarafından kılıçtan
geçirilmiş, şehirde sağ kalanlar idam edilmiş, sanatçılar ve tacirler
Moğolistan’a gönderilmişti. Savaşmamış olan gençler Moğol ordusuna dâhil
edildi. Halkın geri kalanı da köle olarak alındı. Moğol askerleri şehri
yağmaladı, yaktı, kül etti. Bu, Cengiz’in seferlerindeki rutin uygulamaydı.
Buhara’nın çöküşünün ardından Harzemlerin başkenti Semerkant’a doğru
yönelen Cengiz Han, Mart 1220’de kente ulaştı. Burası daha sıkı korunuyordu.
Kenti savunan 100 bin dolayında asker vardı. Moğol Hanı kenti kuşattığı
sırada oğulları Çağatay ve Ögeday da babalarına katılmıştı. Moğollar,
(klasikleşecek taktiklerinden biriyle) esirlerin bedenlerini siper gibi kullanarak
kent surlarına yaklaştı. Savaşın üçüncü gününde Semerkant garnizonu karşı
saldırıya geçti. Geri çekiliyormuş gibi yapan Cengiz, ki bu da klasik Moğol
taktiklerinden biriydi, 50 bin kişilik bir orduyu surların dışına çekmeyi başardı
ve hızla geri dönüp kovalayanları çembere alarak, bir meydan muharebesinde
yok etti. Beşinci günde 2 bin asker dışında Şah’ın bütün ordusu teslim
olmuştu. Kalanlar, Şah’a ölümüne bağlı askerlerdi ve son ana kadar
direnmeye kararlıydılar. Cengiz Han, kaleyi ele geçirdikten sonra teslim
şartlarına uymadı ve kendisine silah çeken herkesi, teslim olmalarına rağmen
öldürttü.
Cengiz’in, ‘savaş köpekleri’ olarak isimlendirdiği generalleri Harzemşah İmparatorluğu’nu yerle bir etti, sadece Buhara’da 20 bin
kişilik Türk birliği Moğollar tarafından kılıçtan geçirildi. Taş üzerinde taş, gövde üzerinde baş bırakılmadı.

Semerkant düştüğü sıralarda Cengiz, iki generali Sübedey ve Cebe’yi,


Moğollardan kurtulmak için oğlu ve kendine sadık askerleriyle Hazar Denizi’ne
doğru kaçmış olan Şah’ı yakalamakla görevlendirmişti. Şah, burada Aralık
1220’de öldü.118 Diğer yandan zengin ticaret kenti Gürgenç, halen Harzem
güçlerinin elindeydi. Kenti Şah’ın annesi yönetiyordu. Oğlunun Hazar Denizi’ne
kaçtığını öğrendikten sonra o da kaçmaya çabaladı, ancak yakalandı. Ünlü
Pers vakanüvis ve Moğol tarihçisi Ata Melik Cüveyni, 119 50 bin Moğol
askerinin her birine 24 kişiyi öldürme emri verildiğini yazar ki, bu da 1,2
milyon dolayında kişinin katledilmiş olduğu anlamına gelir! Bu sayı aşırı
abartılmış bile olsa, Gürgenç’in ele geçirilmesinin, tarihteki en kanlı toplu
kıyımlardan biri olduğuna inanılır.
Cengiz, Gürgenç’i ezip geçtikten sonra, en küçük oğlu Tuluy’u Harzemlilerin
batıdaki eyaleti Horasan’a gönderdi. Tuluy’un ordusu yaklaşık 50 bin askerden
oluşuyordu. Ordunun merkezinde 7 bin kadar Moğol askeri vardı, diğerlerini
ise Çin ve Moğolistan’da fethedilen topraklardan orduya katılmış yabancılar
oluşturuyordu. Ordu envanterinde 300 mancınık, alevli büyük okları
fırlatmakta kullanılan 3 bin düzenek, 700 mangonel,120 4 bin kuşatma
merdiveni ve bataklıkları doldurmak için de 2 bin 500 çuval toprak vardı.
Tuluy’un ele geçirdiği en büyük kent Merv oldu. Merv garnizonunda sadece
12 bin asker vardı ve şehir imparatorluğun batısından gelmiş göçmenlerle
doluydu. Altı gün boyunca kenti kuşatan Tuluy, yedinci gün saldırıya geçti.
Garnizondakiler saldırıyı püskürtüp karşı hücuma geçseler de Moğollar
karşısında fazla varlık gösteremediler. Ertesi gün şehrin idarecisi, Tuluy’un
halkın hayatını bağışlayacağı sözünü vermesi üzerine şehri teslim etti. Ancak
söz tutulmadı. Şehirdeki herkes, Gürgenç’tekinden daha kanlı bir katliamla
öldürüldü.
Tuluy, Merv ile işini bitirdikten sonra batıya yöneldi ve Nişabur ile Herat
şehirlerine saldırdı. Nişabur sadece üç gün dayanabildi. Tuluy şehirde kedi ve
köpekler dâhil tüm canlıları kılıçtan geçirtti! Nişabur’un düşmesinin ardından
Herat savaşmadan teslim oldu. 1221 yılında tüm Horasan, Moğol
hâkimiyetine girmişti.
Harzemlilere son darbe Cengiz’den
Horasan’daki seferlerin ardından Şah Alaeddin Muhammed’in ordusunun
büyük kısmı yok edilmişti. Şah’ın ölümünden sonra yönetimi devralan oğlu
Celaleddin, güneyde Afganistan taraflarında babasının ordusundan geri
kalanları toplamaya başladı. Cengiz’in ordusu, Celaleddin’in yeniden topladığı
bu orduyla 1221’de Parwan şehrinde karşı karşıya geldi. Çarpışma, Moğollar
için aşağılayıcı bir yenilgiyle sonuçlandı. Buna öfkelenen Cengiz, pes etmedi,
düşmanını takip ederek güneye indi ve Celaleddin’i İndus nehri yakınında
yendi. Celaleddin, Hindistan’a kaçtı. Cengiz bir süre İndus dolaylarında
düşmanını arasa da Celaleddin’in peşini bırakıp yeniden kuzeye yöneldi.
Direnmeye devam etmekte olan irili ufaklı yerleşim yerlerini yakıp yıktı ve
arkada birçok Moğol garnizonu bırakarak Moğolistan’a döndü.
Harzemşah İmparatorluğu’nun yıkılması, bir bakıma İslam dünyasının ve
Doğu Avrupa’nın başına geleceklere işaret ediyordu. Yeni kazanılan topraklar,
Cengiz’in oğlu Çağatay kumandasındaki ordu için, Rusya ve Polonya’nın
alınmasında önemli bir atlama taşı olacaktı. Gelecekteki fetihler, Moğol
ordularını bugünkü Almanya ve Avusturya toprakları ile Baltık Denizi’ne kadar
sürükleyecekti. İslam dünyasına gelince; Harzemşahların ortadan kaldırılması,
Irak, Türkiye ve Suriye’nin kapılarını Moğollara açacaktı. Bütün bu topraklar
Cengiz’den sonraki hanlar tarafından ele geçirilecekti…
Moğol ordusu Avrupa yollarında
Harzemlilerin haritadan silinmesinin ardından 20 bin kişilik yeni bir Moğol
ordusu Rusya’ya doğru yola çıktı. Moğol İmparatorluğu’nun yeni topraklara
duyduğu iştah bitmiyordu. Daha fethedilecek çok diyar vardı! 1223’te bu
birliklerin 80 bin kişilik Rus ordusunu tarumar etmesiyle Moğolların önünde
yeni kapılar açıldı. Gövde üzerinde baş bırakmayarak Rusya üzerinden Avrupa
içlerine kadar ilerlediler. Macaristan, Polonya ve Rusya’da irili ufaklı birçok
şehir, dizlerine kadar çamur ve kana bulanmış Moğol atlarının nalları altında
eziliyordu. Moğol ordusu, ölümcül bir kasırga gibi, geçtiği yerde taş üzerinde
taş bırakmıyordu.
Macar Kralı IV. Bela yaklaşan Moğol tehlikesine karşı, ne kadar
hazırlanabilirse o kadar hazırlandı. En iyi adamlarıyla Karpatlar’daki geçiş
yollarını bloke edip meclisi toplamak için Buda’ya döndü. Daha teri bile
soğumamıştı ki haber geldi. Moğollar Karpatlar’ı aşmıştı! Üç gün sonra Buda
kapılarına dayandılar. Hem de üç gün içinde, düşman bir arazide yaklaşık 450
km yol kat ederek! Pers diyarında yaptıkları göz önüne alındığında tüm
Avrupa’yı bir yıl içinde ele geçirmeleri işten bile değildi.
Moğol ordusu neden birdenbire durdu?
Fetih üzerine fetihle sınırlarını genişletmenin sarhoşluğunu yaşayan Moğollar
açısından her şey yolunda gidiyordu ki 1227’de, Çin topraklarındaki işgal,
yağma ve ayaklanmaları bastırmaya dönük operasyonlarına devam eden
Cengiz Han öldü.
Moğol İmparatorluğu’nun bir bakıma kendisinde vücut bulduğu Cengiz’in
ölümü şok etkisi yarattı. Farklı istikametlere doğru ilerleyen Moğol orduları,
hem yas tutmak hem de yeni hanın idareyi devralma töreninde yer almak için
eve dönmek zorunda kaldılar. Bu durum, Moğol sınırlarının genişlemesini
durduracaktı.
Cengiz Han, iktidarın sağlıklı bir şekilde el değiştirmesini temin için, tüm
varislerin -her nerede olurlarsa olsunlar- yeni hanın görevi devralması
sürecinde başkent Karakurum’a dönmelerini şart koşan bir yasa yapmıştı.
Avrupa’nın işgali yarıda bırakıldı ve bir daha da tamamlanmadı. Bu, Avrupa
tarihi açısından en önemli kırılma noktalarından biri olmuştu. Ya Cengiz bir yıl
daha geç ölseydi?
Cengiz’in ölümüyle imparatorluk, oğulları arasında paylaştırıldı (Bunun bir
istisnası, Cengiz’in ölümünden kısa bir süre önce hayatını kaybeden Çuçi idi.
Çuçi’nin hesabına düşen Rusya toprakları iki oğlu Batu ve Orda’nın
hâkimiyetinde kalacaktı), lakin herhangi bir liderlik kavgası yaşanmadı. Zira
Cengiz, oğlu Ögeday’ı halefi olarak seçmişti. Yeni Han Ögeday, babasının
kendisine bıraktığı vasiyetle baş başa kalmıştı: Çin tamamen fethedilecekti.
Moğol ordularının bu vasiyeti gerçekleştirmesi yedi yıl sürdü. 1234’te Chin
imparatoru öldürüldü ve toprakları tamamen işgal edildi. 1235’te toplanan
Moğol kurultayında, ilerlemenin devam etmesine karar verildi. Avrupa içlerine
ilerlenmeli, Kore Yarımadası tamamen ele geçirilmeli ve Cengiz’in ölümünün
ardından elden çıkan Asya’daki topraklar tekrar alınmalı; kısacası, bilinen tüm
topraklar Moğolların olmalıydı!
1235’te yola çıkan 150 bin kişilik Moğol ordusu, bir yandan kaybedilen
toprakları geri alıp, diğer yandan bunlara yenilerini ekleyerek ilerlemeye
başladı. 1236’da Kore’deki isyan bastırılmış ve yarımada bir kez daha ele
geçirilmişti. Cengiz’in torunlarından Batu’nun komutasındaki devasa ordu,
1236–1242 yılları arasında Rusya’ya kan kusturacaktı.
Moğol atlıları Rus diyarlarını titretiyor
1236 yılının soğuk bir Aralık günü Rus topraklarına giren Moğollar,
neredeyse bir yıla varan bir hazırlık dönemi boyunca birliklerini takviye ettiler.
1237’de Riazan’la başlayan Rusya seferi, 1240’ta Kiev’in mancınıkların yanı
sıra alevli oklarla yerle bir edilmesiyle tamamlandı. Teslim olmayı reddeden
Rus şehirleri kırılıp geçirilmişti. Böylelikle Batu, Moğol İmparatorluğu’nun
istasyonlarından biri olacak Altın Orda121 devletini kurmuş oluyordu.
Kiev’in de yakılıp yıkılanlar listesine eklenmesinin ardından Moğol ordusu,
daha geniş bir alanı ele geçirmek için üçe ayrıldı. Bir sonraki hedefleri Polonya
ve Macaristan’dı. 1240-1241 yılları arasında Moğol savaşçıları Polonya’dan
Macaristan’a uzanan çizgi üzerindeki bir dizi yerleşim yerini ezip geçti. Buda
ve Peşte (1873’te birleşip Budapeşte oldular) şehirlerini de yakıp yıktıktan
sonra Macaristan içlerine yönelip Viyana kapılarına dayandılar. Bu
çarpışmalarda 220 bin dolayında Polonyalı, Macar ve diğer milletten askerler,
Moğol ejderhasının ağzından çıkan alevlerin kurbanı olmuştu.
İlginçtir, Moğollar Avrupa’yı titretirken, Avrupalı krallıklar bu ortak düşmana
karşı bir araya gelememiş; hatta Moğollar Macaristan topraklarında at
koştururken, Avusturyalılar da fırsattan istifade Macar topraklarının bir kısmını
ele geçirmekten geri durmamışlardı! Tam Avusturya da Moğol topraklarına
katılacaktı ki bu kez Ögeday’ın öldüğü haberi geldi. Şans Avusturyalıların
yanındaydı.

Moğol atlıları, Rusya üzerinden Avrupa içlerine yöneldi. Macaristan, Polonya ve Rusya’daki irili ufaklı birçok şehir, dizlerine kadar
çamur ve kana bulanmış Moğol atlarının nalları altında eziliyordu. Moğol ordusu, ölümcül bir kasırga gibi, geçtiği şehirleri yerle bir
ediyor, sağlam kapı, tüten ocak bırakmıyordu. Moğol ordusuna komuta eden Batu Han ve Subutay, yeni hanın seçilmesine iştirak
etmek ve yeni oluşacak düzende kendi çıkarlarını sağlama almak için Rus topraklarına geri çekildi. Avrupa’nın işgali yarım kalmıştı.
Korkudan titreyen Avrupalılar açısından olan biten tam anlamıyla bir mucizeydi! Moğol güçleri, geri çekildikleri Rus topraklarında
250 yıl boyunca kaldılar ve bir daha asla Avrupa’nın içlerine o kadar gelemediler.

Moğollar Ortadoğu’da
1250’ye gelindiğinde Moğol İmparatorluğu, artık yarı bağımsız üç parçaya
bölünmüştü: Çin ve Moğolistan topraklarından oluşan bir bölüm, Pers
topraklarındaki İlhanlılar Devleti ve Rus topraklarındaki Altın Orda. Her ne
kadar teoride Karakurum’daki hana bağlı olsalar da pratikte her biri kendi iç
işlerinde bağımsızdı.
Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlıların lideri Hülagû, 1255’te Abbasi Halifesi’ne
savaş açarak Suriye ve Filistin’i işgal etti. İlhanlılar 1258’de Bağdat’a girip
şehri yerle bir ettikleri gibi Halife Mustasım’ı ve yakaladıkları diğer hanedan
üyelerini öldürdüler.122 508 yıllık Abbasi Hanedanlığı yerle yeksan olmuştu.
68 Küçük yaşlarda Çin kültürüne merak salmış, Çince öğrenmişti. Hanedan-lığının başkenti Pekin’di. Çin’de ilk
kâğıt para onun döneminde kullanılmaya başlandı. Sarayını, ünlü gezgin Marco Polo ziyaret etmiş, gördüğü
şatafat, gündelik hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında görüşlerine seyahatnamesinde yer vermişti.
69 Budist Uygurlar, Tibetliler, Hıristiyan Asuriler, Alanlar, Müslüman Araplar ve değişik Pers ve Türk
kavimlerinden oluşan topluluğa verilen genel isim.
70 Tam anlamıyla dramların çocuğuydu. Fakir bir çiftçi ailesinde doğmuştu. Hatta kız kardeşleri, fakirlikten
dolayı, başka ailelere evlatlık verilmiş, kendisi de yıllar boyu Budist tapınaklarında bir sığıntı gibi yaşamış,
dilencilik yapmıştı. En sonunda çareyi isyancı gruplardan birinin kanatları altına girmekte buldu ve kısa
zamanda liderlik ve savaşçılık becerileriyle sivrildi.
71 Ming devrine ait yeşil ‘Celadon’ porselenleri, içine zehirli bir yemek konulduğunda renginin kırmızı ya da
turuncuya dönüşmesi nedeniyle, Osmanlı padişahlarının saray için özel olarak sipariş ettirdiği parçalar
arasında yer alıyordu.
72 I. Afyon Savaşı 1839-1842’de Çin’le İngiltere arasında oldu. 1856-1860 arasındaki II. Afyon
Savaşı’ndaysa Fransa ile İngiltere, Çin’e karşı birlikte çarpıştılar. Savaşlarda yenilen Çin’de afyon ticareti iki
katına çıktı. Tarihin
demirden yapılı ilk savaş gemisi olan İngilizlerin Nemesis’i de bu savaşlarda kullanıldı. Batılılar, buhar gücüne
dayalı savaş teknolojisiyle Çinlileri hallaç pamuğu gibi atmıştı. Çin’deki hanedanlık sistemi bu utanç verici
mağlubiyetin ardından sorgulanmaya başlandı ve yeni rejim tartışmaları baş gösterdi.
73 Megala Ecclesia (Büyük Kilise) adıyla da bilinir. 10 bin işçinin çalışmasıyla 532-537 yılları arasında yapıldı.
Yapımında kullanılan malzemeler (sözgelimi Lübnan’daki Roma tapınaklarından getirilen sütunlar gibi)
imparatorluğun dört bir yanından taşındı. Bizans imparatorlarının taç giyme törenlerine ev sahipliği yaptı.
1453’te camiye, 1935’te de Atatürk’ün emriyle müzeye dönüştürüldü.
74 II. Pers İmparatorluğu ya da IV. İran Hanedanlığı olarak da bilinir. Toprakları bugünkü İran, Irak,
Ermenistan, Afganistan, Türkiye’nin doğusu, Suriye’nin bir kısmı, Pakistan, Kafkaslar, Orta Asya ve
Arabistan’ın tamamını kapsıyordu. II. Hüsrev döneminde Mısır, Ürdün, Filistin ve Lübnan da bir süreliğine
imparatorluğa dâhil olmuştu. Sasaniler, imparatorluklarını ‘İranşehr’ (İranlıların (Aryanların) memleketi)
olarak adlandırıyorlardı.
75 Bizans karşısında yaşanan hezimet, imparatorluğu kaosa sürükledi. II. Hüsrev henüz savaş esnasında
suikasta kurban gitmişti. Onu takip eden on iki hükümdarın hiçbiri imparatorluğu toparlayamadı. Ve
nihayetinde Sasaniler, başta Halid bin Velid olmak üzere, bir dizi Arap komutanın idaresindeki İslam
ordularıyla yaptıkları hiçbir savaşı kazanamayarak 637’de tamamen yıkıldı.
76 Emevi Halifesi Hz. Muaviye’nin oğlu Yezit’in komuta ettiği bu ilk kuşatma 4 yıl sürdü. 200 bin kişilik
orduyla gelen Yezit, Boğaz’ı çevreleyen ve Theodosian Duvarları olarak bilinen surları geçemediği gibi
kuşatma boyunca ağır kış şartlarıyla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu tarihlerde keşfedilen ve
suda yanabilen bir tür yangın bombası olan ‘Yunan Ateşi’, Arap donanmasına ağır zayiat verdirmiş,
nihayetinde Bizans donanması Araplarınkini yenerek kuşatmayı kaldırmıştı. Bu mağlubiyet, Emevilerin
Avrupa’yı hedef alan seferlerini otuz yıl boyunca durduracaktı.
77 Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki (tahmini) 200 bin kişilik Emevi ordusu, Konstantinopol’ü hem
denizden (tahmini 2 bin 500 gemiyle) hem de karadan 4 yıl boyunca kuşatmasına rağmen şehri alamadı.
Bunda özellikle Bizans’a yardım eden Bulgarların, şehri çevreleyen surların ve Yunan Ateşi’nin payı
büyüktü. Batılı tarihçiler, Bizans’ın bu başarısının, en az, Endülüs Müslümanlarının Avrupa içlerine dönük
ilerleyişinin durdurulduğu ve 732 yılında günümüz Fransa topraklarında gerçekleşen Poitiers (Puvatiye)
Savaşı (Tours Savaşı olarak da bilinir) kadar büyük öneme sahip olduğuna inanır. Emevilerin bir kez daha
mağlup olduğu bu ikinci kuşatmanın ardından Müslümanlar, 1453’e kadar Avrupa açısından tehdit
olmayacaktı.
78
Üçüncü yüzyıl dolaylarında Çin’in kuzeyinde yaşamış ve kökenleri tam olarak tespit edilemeyen bir kavim.
Bugünkü Moğolistan’a denk düşen topraklarla Güney Sibirya ve Doğu Mançurya arasında kalan bölgede
oldukça etkin bir savaşçı imparatorluk kurup Çinlilerin canlarını burunlarından getirmişlerdi. Ünlü Çin Seddi,
daha sonradan Hunlar olarak isimlendirilen bu kavmin saldırılarından korunmak için inşa edilmişti.
79 Üçüncü yüzyılda İskandinavya’dan gelerek Karadeniz ile Baltık Denizi arasındaki topraklarda hâkimiyet
kuran ve barbar Germen kavmi olan Gotlar, Hıristiyanlığı kabul etmelerinin ardından Ostrogotlar ve
Vizigotlar olarak iki kola ayrılmış, asırlar boyu Roma İmparatorluğu’yla mücadele etmişlerdi.
80 Avrupa Hun İmparatorluğu’nun en ses getiren hükümdarlarından biriydi. Bizans’ı vergiye bağlayan ilk Hun
imparatoru olmakla birlikte Batı Roma İmparatorluğu’yla iyi ilişkiler kurmaktan kaçınmamıştır.
81 Roma İmparatorluğu’nun en saygın generallerinden biridir. Gerileme dönemine giren imparatorluğun
yönetim kademesinde sayıca azalan gerçek Roma kökenlilerden biri olduğu için Batılı kaynaklarda ‘Last
True Roman’ (Son Gerçek Romalı) olarak geçer. Hunlar ve Roma İmparatorluğu arasındaki savaşlar ve
ittifaklarda hep başrol oynamıştı. Hunları bir Hun kadar iyi tanırdı.
82 Avrupa Hunları’nın, ‘barbar’ Avrupa kavimlerinden korunmak için Batı Roma’yla iyi ilişkiler kurulması ama
aynı zamanda Doğu Roma’nın da sürekli baskı altında tutulması şeklinde özetlenebilecek dış politikasının
mimarı.
83 Attila’nın bir av partisi esnasında kardeşi Bleda’yı öldürdüğü iddia edilir. Her ne kadar Bleda’nın Attila’da
toplanan yetkileri sınırlamaya dönük girişimleri biliniyor olsa da bu iddiayı ispatlayacak herhangi bir delile
rastlanmamıştır.
84 Attila ile ilgili bilgilerin çoğunun kaynağı, Roma elçisi ile birlikte Attila’nın meclisinde bulunma imkânına sahip
olmuş Yunanlı tarihçi Priscus ve onun veliahdı olarak tanınan Doğu Romalı bürokrat ve tarihçi Jordanes’tir.
85 İkinci yüzyılın ortalarından itibaren Roma İmparatorluğu’na akınlar yaparak Ren Nehri’nin doğusundaki
etkinlik alanlarını genişletmeye çalışan Germen kavimlerinin oluşturduğu birlik.
86 Rivayetlere göre Honoria’nın annesi, Attila’ya evlilik teklifinin geçerli olmadığını söyleyen hakaretamiz bir
mesaj göndermiş, Attila da buna karşın kısa bir not yollamakla yetinmişti: “Benim olanı almaya
geleceğim!”
87 Batılı kaynaklarda Chalons ya da Campus Mauriacus Savaşı olarak da bilinen Katalon Savaşı, Avrupa
tarihinin en önemli 15 savaşından biri olarak gösterilir. Batılı tarihçilerin önemli bir bölümüne göre
Katalonya’da Attila’nın durdurulmasıyla, kökleri Roma’ya dayalı Batı medeniyeti tarihten silinmekten kıl payı
kurtulmuştu.
88 Bir rivayete göre aşırı alkolden dolayı iç kanama geçirmişti. Ölümünden seksen yıl sonra Bizanslı
vakanüvis Kont Marcellinus tarafından kaydedildiği üzere, “Hunların Kralı ve Avrupa’yı harabeye çeviren
Attila, karısı tarafından bıçakla parçalara bölünmüştü.” Bu iddia da hiçbir zaman ispatlanamadı. Liberty
Üniversitesi doçentlerinden filolog Michael A. Babcock, ‘The Night Attila Died’ (Attila’nın Öldüğü Gece) isimli
kitabında, Hun İmparatoru’nun Doğu ve Batı Roma saraylarının ortak ürünü olan bir komploya kurban
gittiğini iddia eder.
89 Kırım, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’ya yayılmış topraklara verilen ad; İskitlerin yaşadıkları bölge.
90 Ok menzilinin ve vuruş şiddetinin arttırılması için imalinde değişik sertlik ve esneklikte malzemelerin
kullanıldığı Hunlara özgü bir yay çeşidi. Dönemin klasik yayları 5 cm gerilirken Hunların okları 30 cm’ye
kadar gerilebiliyor; okçu, 150 metreden isabetli atışlar yapabiliyordu.
91 Attila ile ilgili daha ayrıntılı bilgileri, “Tarihi Değiştiren Askerler” isimli kitabın “Göçmen kabilelerini topladı,
Roma İmparatorluğu’na kan kusturdu: Attila” başlığı altında bulabilirsiniz.
92 Hz. Muhammed’in ardından İslam devletini yöneten ilk dört halifeye verilen unvandır. Dört Büyük Halife,
sırasıyla, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Hulefa-i Raşidin devri 632 yılında Hz. Ebu
Bekir ile başladı. Hz. Ebu Bekir’in halifeliği iki yıl sürdü. Hz. Ömer on buçuk yıl, Hz. Osman on iki yıl ve Hz.
Ali beş yıl halifelik yaptı.
93 Hz. Muhammed, Mute Savaşı’ndaki başarısından ötürü onu Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) diyerek övmüştür.
Müslümanlığı seçene kadar Kureyşlilerin saflarında, sonrasında İslam devletinin emrinde savaştı. Girdiği
yüz kadar savaşın hiçbirini kaybetmediği için tarihin en önde gelen komutanlarından biri kabul edilir.
94 Hz. Muaviye sahabeden Ebu Süfyan ve Hind’in oğludur, Huneyn Savaşı’na katılmıştır. Hz. Ebubekir
zamanında Suriye Valisi olan Yezid, ölmeden evvel valiliği Muaviye’ye bırakmış, Muaviye Hz. Osman
idaresinde de Suriye Valiliğini yürütmüştü.
95 657 yılında, Fırat’ın sağ kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda bulunan Sıffin’de yapılan savaş.
95 657 yılında, Fırat’ın sağ kıyısına yakın Rakka’nın doğusunda bulunan Sıffin’de yapılan savaş.
96 Hz. Ali’nin Ebu Musa el-Es’âri’yi, Muaviye’ninse Amr bin el-Âs’ı hakem tayin ettiği ve adı geçenlerin, 657
yılının Şubat ayında bir araya gelerek ihtilafı çözmek konusunda hüküm vermek üzere anlaştığı olayın adı.
Varılan uzlaşmaya göre hakemler, kendilerini tayin eden Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin hilafetten vazgeçtiğini
ilan edecek ve yeni halife seçimle belirlenecekti. Minbere önce çıkan Ebu Musa el-Es’âri Hz. Ali’nin
hilafetten çekildiğini ilan etmiş, lakin hemen ardından çıkan Amr bin el-Âs, varılan uzlaşmanın aksine, Hz.
Muaviye’nin hilafeti üstlendiğini ilan etmişti.
97 Hz. Ali döneminde, Sıffin Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan siyasi ve itikadi bir mezhep. Hakem Olayı’nda
Hz. Ali’ye “Sen insanları hakem olarak kabul ettin. Oysa hüküm ancak Allah’ındır” diyerek onun saflarından
ayrıldıkları için bu adı aldıklarına inanılır. Hakem Olayı’nda hakemlik yapanları ve taraftarlarını kâfir ilan etmiş,
adaletsiz hükümdara isyan etmenin tüm müminlere farz olduğunu savunmuş ve büyük günahlar işleyen
herkesin kâfir olduğunu iddia etmişlerdir.
98 Kızgın kömür, kükürt ve zift karışımından oluşan ilk kimyasal silah. İlk olarak MÖ 423’te Pelopones
Savaşları sırasında kullanılmıştı. Sonraları zift, reçine, kükürt, nafta, kireç ve güherçile ile zenginleştirildi.
Suyla temas ettikçe alevi artmaktaydı.
99 683-685 yılları arasında geçtiğine inanılan İkinci Fitne dönemi, İslam Dünyası’nda çeşitli oluşumların
ayyuka çıktığı, Yezid ile Hz. Hüseyin’in çatışmasında herkesi doğrudan veya dolaylı bir taraf olmak
zorunda bırakan, dolayısıyla ayrışmayı derinleştiren bir zaman dilimidir.
100 Kerbela Olayı, 10 Ekim 680’de bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, Hz. Hüseyin’e bağlı küçük
bir birlik ile Yezid’in ordusu arasında cereyan etmiş, savaşta Hz. Hüseyin ve taraftarlarından 72 kişi
katledilmişti. Şii ve Alevi inanışının belkemiğini oluşturan en önemli olaylardan biri olan bu savaşta ölen Hz.
Hüseyin, her sene Aşure Günü’nde yâd edilir.
101 İspanya’daki Vizigot devletinin son dönemlerinde yaşanan kaos ortamında İspanyol Yahudileri ve bazı
Vizigot yöneticilerinin daveti üzerine 711 yılında İspanya’ya çıkarak önemli birçok şehri fetheden İslam
komutanı. Berberi kökenlidir. Endülüs’ü fethetmek için yola çıktığı gemileri, İspanya’ya ulaşınca yaktırdığı ve
“Ey mücahitler! Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, nereye
kaçacaksınız? Dönüş yoktur, iki seçenek kalmıştır, ya ölüm ya da zafer!” dediği rivayet edilir.
102 Batı Gotları olarak da bilinir. Kavimler Göçü’nden önce Karadeniz’in kuzeyindeki düzlüklere hâkim olan
Germen kavmi. Daha sonra batıya göç ederek İber Yarımadası ve Fransa’ya hâkim oldular.
103 “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin utanmazlıklardan, kötülüklerden ve
zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.”
104 Endülüs döneminde İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanların, bölgedeki Müslümanların varlıklarını ortadan
kaldırmaya dönük çabalarına verilen addır. 1492’de son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşan
Reconquista İspanyolcada ‘yeniden fetih’ anlamına gelir.
105 Bazı tarihçiler 500 bin rakamını abartılı bulsa da Endülüs Yerel Yönetimi’nin yaptırdığı araştırmalara göre
söz konusu tarihlerde Kurtuba ve civarındaki Villafranca, Obejo, La Carlota, Villaharta, Villaviciosa,
Almodóvar del Ríove Guadalcázar gibi kasabaların toplam nüfusunun 350 bin dolayında olduğu tahmin
edilmektedir.
106 Kısa Pepin olarak da bilinir. Papa II. Stephen Paris’e bizzat gelerek Pepin’i ‘Patricius Romanorum’
(Romalıların en asili) unvanıyla onurlandırmıştı. Pepin bu unvan karşılığında Vatikan’ın haklarını savunma
garantisi verdi ve bölgede etkin olan bir başka Germen kavmi Lombardları yenerek Papalık Devletleri’nin
(İtalya’da Papa’nın otoritesine tabi bir dizi şehir) istikrarlı gelişimini sağladı. Kısa Pepin’in II. Stephen’den
aldığı unvanın Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına zemin hazırladığına inanılır. Ayrıca İspanya’daki
Müslümanlarla savaşarak İslam’ın Avrupa içlerine yayılmasına engel olmuştu.
107 Papa, Şarlman’ı imparator ilan etmekle birlikte, sadece Roma jargonundan hareketle ‘Imperator
Augustus’ (Büyük İmparator) ifadesini kullanmış, doğrudan Roma İmparatorluğu’na atıfta bulunmamıştı.
‘Kutsal Roma İmparatoru’ unvanı zamanla ete kemiğe bürünecekti. Bununla birlikte Papa III. Leo’nun bu
manevrayla, aslında Bizans’taki imparatora bir alternatif oluşturmayı değil, Hıristiyanları tekrar bir çatı
altında birleştirmeyi hedeflediği de söylenir. Öte yandan taç giydirme töreninde bir ilk yaşanmış, tarihte ilk
ve de son kez bir papa, bir kralın önünde diz çökmüştü. Şarlman, ‘Beni imparator ilan edeceğini bilseydim,
kiliseye gelmezdim’ dese de, tarihçiler, III. Leo’nun o dönemde Şarlman’ın bilgisi dışında hareket
edemeyeceğini söyler.
108 Bu antlaşmayla Frank Krallığı, Şarlman’ın oğlu Dindar Ludwig’in üç oğlu arasında paylaşıldı. Buna göre I.
Lothar, Alçak Ülkeler (Benelüks ülkeleri), Alsace, Lorraine, Burgonya, Provence ve Kuzey İtalya’yı almış,
bu bölüme Orta Frank Krallığı adı verilmişti. Alman Ludwig, Doğu Frank Krallığı adını taşıyacak doğudaki
toprakları almıştı. Bu topraklar KRİ’nin ve günümüz Almanya’sının temelini oluşturacaktı. Diğer bir oğul Kel
Karl’ın payınaysa Batı Frank Krallığı adını alan topraklar düşmüştü. Bu topraklar da günümüz Fransa’sını
oluşturacaktı.
109 Papa IV. Adrian, kendisinden önceki Papalar gibi, otoritesini tehdit eden Normanlara karşı güvence
oluşturabilmek için Frederick’ten yardım istedi ve Frederick’in Normanları mağlup etmesi üzerine onu
Kutsal Roma İmparatoru ilan etti.
110* Bkz. Moğol İmparatorluğu, s. 207
Birçok tarihçi Conrad’la birlikte Kutsal Roma İmparatorluğu’nun da fiilen öldüğüne inanır.
111 Avrupa’nın önde gelen hanedanlıklarından olan Habsburglar en çok, 1252-1740 yılları arasındaki Kutsal
Roma İmparatorlarını bünyelerinden çıkarmış olmakla bilinir. Aslen İsviçre kökenli olan Habsburglar, altı asır
boyunca Avusturya’yı yönettikleri gibi, hanedanlıklar arası evliliklerle, Alman, Hırvat, Macar, İspanyol,
Portekiz, Bohemya (Çek) ve Erdel (Transilvanya) krallıklarını da idare etmişlerdi. Bunun yanı sıra Toscana
grandüklüğü ile Parma ve Modena düklükleri de kısa sürelerle hanedanlığın egemenliği altında kalmıştı.
Hatta 1864-67 yılları arasındaki Meksika İmparatoru da bu hanedanlığa mensuptu.
112 1356’da yayınlanan ferman altın sikke şeklindeki bir damgayla mühürlendiği için Golden Bull (Altın
Hüküm) olarak isimlendirilmişti.
113 Habsburgların Avrupa’nın en güçlü hanedanlığı olması, silahları değil, daha çok gelinleri ve damatları
sayesinde olmuştu! Avrupa’nın diğer monarşileriyle yaptıkları sayısız evlilikle neredeyse tüm Avrupa
tahtlarında söz sahibi olmuşlardı. Öyle ki hanedanlık mensupları bu ilginç yayılmacı siyasetlerini “Bella
gerant alii, tu felix Austria, nube!” (Başkaları savaşabilir ama sen, mutlu Avusturya, evlen!) sloganıyla
tanımlayacaklardı.
114 Habsburg Hanedanlığı, 15. yüzyıldan 18. yüzyıla dek, hepsinin yönetiminde bir şekilde söz sahip olduğu
Avusturya İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu, Kutsal Roma İmparatorluğu ve Macaristan
Krallıkları’nın bayrakları altında Osmanlılarla savaştı. Avrupa’nın bu iki dev gücü arasındaki uzun soluklu
mücadele, 1526’daki Mohaç Savaşı ile başlayıp 1791’deki Sistova Antlaşması’yla sona erdi. Özellikle 16.
yüzyılda Osmanlılar Avrupa’ya hem karadan hem de denizden ciddi bir tehdit yöneltiyordu. Reformasyon,
Fransızlarla Habsburglar arasındaki mücadele ve KRİ içindeki savaşlar, Avrupa’yı Osmanlılar karşısında
savunmasız bırakmıştı. İspanya’nın Fransa’yla birleşmesini önlemeye dönük Avrupa içi savaşların ve
Westphalia Barışı’nın ardından Habsburgların elinde kala kala Avusturya İmparatorluğu kalmıştı. Bununla
birlikte o dönem askeri teknoloji ve taktiklerde ileri bir seviyeye ulaşmasıyla Habsburglar, Osmanlı
yeniçerileri karşısında başarılı oldular. Osmanlılar, Habsburgların başını çektiği Kutsal İttifak ordularıyla
Viyana (II. Kuşatma) ve Zenta’da yaptıkları savaşları kaybetti. Asırlara yayılan bu rekabet, Avusturya,
Osmanlı ve Alman imparatorluklarının Birinci Dünya Savaşı öncesinde kurduğu ittifakla sona erdi.
115 Cengiz Han ile ilgili daha ayrıntılı bilgiyi ‘Tarihi Değiştiren Askerler’ isimli kitabın “Moğol steplerinden
dünyayı fethe çıktı, Hazar’dan Japonya’ya uzanan bir imparatorluk bıraktı: Cengiz Han” başlığı altında
bulabilirsiniz.
116 Kubilay Han’ın Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığı için sayfa 103’e bakınız.
117 Moğol tarihçilerine göre Cengiz’in aslında Harzem diyarına inmek gibi bir derdi yoktu. O Çin’deki
seferleriyle yeteri kadar meşguldü. Üstelik Harzemleri, üzerlerinden batıya açılabileceği iyi bir ticaret ortağı
olarak görüyordu.
118 Birçok araştırmacı Şah’ın ölüm sebebinin zatürree olduğunu belirtir, bazıları ise gücünü ve
imparatorluğunu kaybetmenin kederinden dolayı öldüğünü iddia eder.
119 Moğol Hanlarından Hülagû’nün danışmanı olan Cüveyni, 13. yüzyılın önemli tarihçilerindendi. Hülagû
döneminde Bağdat’ta yirmi yıl valilik yapmıştı. Bir süre Moğol Hanlarından Mengü’nün Karakurum’daki
sarayında yaşadı. Tarih-i Cihanküşa isimli eseri, Moğol istilalarına ilişkin en kapsamlı çalışmadır.
120 Mancınığa benzemesine rağmen kuşatmalarda değil, meydan savaşlarında karşı tarafa ağır zayiat
verme amacıyla kullanılan bir tür düzenekti. Cephanesi bir varilin içine doldurulan ve en ufak bir harekette
tepkimeye giren kimyasal maddelerdi. Mangonel ateşlendiğinde, çıktığı en yüksek noktada varilin içindeki
kimyasallar tepkimeye girer ve dev bir patlama oluşurdu. Bir tür yangın bombası da diyebiliriz.
121 Moğolcası Altan Ordon’dur (Altın Saray.) Batıda Golden Horde ya da Kıpçak Hanlığı olarak da bilinir.
Günümüz Rusya, Ukrayna, Moldova, Kazakistan ve Kafkas topraklarını sınırları içinde barındırmış olan Altın
Orda’nın ismini Batu Han’ın altın işlemeli çadırından aldığına inanılır.
122 Moğollar, Halife’yi bir halıya sarmış ve atlarıyla üzerinden geçerek öldürmüşlerdi. Zira Moğollara göre
soyluların kanını yere dökmek uğursuzluk getirirdi.
Moğolların Bağdat’a yaptıkları asla unutulmadı
Tarihçiler, Bağdat’ın yaşadığı Moğol işgalini, İslam tarihinin en karanlık
sayfalarından biri olarak değerlendirir. Haksız da değildirler. Moğollar neler
yapmamışlardı ki? En büyük kötülükleri, tıptan astronomiye, farklı alanlarda
yazılmış, paha biçilemez birçok tarihi kitap ve belgenin bulunduğu Büyük
Bağdat Kütüphanesi’ni yıkarak neredeyse tüm İslam medeniyetinin bilimsel ve
kültürel hafızasını sıfırlamak olmuştu. Moğol kıyımından hayatta kalanlar,
nehre atılan kitapların mürekkebinden dolayı Dicle’nin simsiyah aktığını
nakletmişlerdi. Şehir halkı kaçmaya çalışmış, ancak Moğol askerleri tarafından
yakalanarak öldürülmüştü. Ortadoğu uzmanı Martin Sicker, 90 bine yakın
Bağdatlının Moğollar tarafından katledilmiş olabileceğini kaydeder. İlhanlı
döneminin önde gelen tarihçilerinden Vassaf 123 ise ölenlerin yüz binleri
bulduğunu aktarır. Moğollar kenti
yağmalamış; camileri, sarayları,
kütüphaneleri, hastaneleri yerle bir etmişti.124 Vahşetin boyutları o kadar
büyüktü ki Hülagû, şehirden yükselen dumanlardan ve küllerden dolayı
kampını rüzgârın tersi bir yöne taşımak zorunda kalmıştı...
Moğollar, genelde kendilerine direnen şehirleri tuzla buz ediyorlardı. Ancak
baştan teslim olan veya uzlaşan şehirler, yıkımdan kurtulabiliyordu. Bağdat’ın
yıkılmasının ardında askeri bir taktik de vardı; burada sahnelenen terör, diğer
şehirleri ve yöneticileri savaşmadan teslim olmaya ikna etmek için
kullanılmıştı.
Moğol fırtınasının ardından tamamen boşalan Bağdat, eski ihtişamına ancak
yüzyıllar sonra kavuşabilecekti. Wisconsin Üniver-sitesi’nden Profesör Steve
Dutch, Moğol sonrası Bağdat’ı şu şekilde anlatır:
“1258’de Bağdat, dünyadaki en parlak entelektüel merkezlerden biriydi.
Moğolların Bağdat’ta yaptıklarının ardından İslam, kendi içine kapandı ve
muhafazakârlaştı. Bu darbenin büyüklüğünü anlamak için Aristo ve Perikles’in
Atina’sına bir atom bombası atıldığını hayal edin!”
Moğollar üzerine en kapsamlı kitap kabul edilen The Mongols’un (Moğollar)
yazarı, Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden tarih profesörü David Morgan da
yine Vassaf’ın ağzından 1258 yılının Bağdat’ındaki Moğolları şu şekilde dile
getirir:
“Kentin içinden aç şahinler gibi geçmiş, uçan güvercinlere veya koyunlara
saldıran aç kurtlar gibi dizginleri boşalmış halde, utanmaz yüzleriyle terör
yaymış ve öldürmüşlerdi… Mücevherlerle kaplı altından yapılmış yataklar ve
yastıklar, bıçaklarla parçalara ayrılmış, dilim dilim koparılmıştı... Halk,
işgalcilerin elinde ölüyor, işgalciler onlarla oyuncak gibi oynuyordu…”
Ayn Calut: Moğolları yere seren darbe
Her çıkışın bir inişi vardı ve Moğollar için de kan ve gözyaşı üzerinde
yükseldikleri zirveden inme vakti gelmişti. Onları zirveden aşağı iten gelişme,
batıya doğru olan genişlemelerini ilk kez kararlı bir şekilde sekteye uğratan ve
tarihin en önemli savaşlarından biri olarak anılan Ayn Calut125 olacaktı. Bu
savaş, Moğollar için sonun başlangıcıydı...
Bağdat’ın ele geçirilmesinin ardından Hülagû, dönemin ayakta kalan tek
İslam devleti olan Memluk Sultanlığı’na dikti gözünü. Onları da ezip Mısır’ı
Moğol boyunduruğu altına almayı hesaplıyordu. 1260’ta Mısır Sultanı
Seyfeddin Kutuz’a oldukça ‘açık’126 bir dille yazdığı mektupta ‘teslim ol’
çağrısında bulundu. Kutuz’un cevabı daha net oldu: Hülagû’nun gönderdiği
elçilerin kesik başları, Kahire’nin kapılarından birine asılarak bir süre halkı
selamladı…
3 Eylül 1260 tarihinde Mısır Memlukları ile İlhanlılar, Celile bölgesinin Zir’in
vadisinde, günümüzde Batı Şeria ismi ile bilinmekte olan kutsal Samarya
şehrinin hemen kuzeyinde karşı karşıya geldi. Her iki ordu da yaklaşık yirmi
bin askerden oluşuyordu. Lakin bu kez Moğolların karşısında, kendilerini iyi
tanıyan bir düşman vardı. Memluk ordusunun ekseriyetini Mısır Sultanlığı
tarafından İstanbul’dan satın alınan, iyi ata binen, bozkır şartlarına alışkın,
Moğol taktik ve silahlarına aşina Türkmenler ve Çerkezler oluşturuyordu. İki
ordu birbirine girerek çelik yumağına dönüştü. Moğol süvarilerinin her zaman
yaptığı sahte geri çekiliş karşısında hücuma geçen Memluklular, öncekiler gibi
tuzağa düştü. Moğollar, çembere aldıkları düşmana yırtıcı kuşlar gibi
abanmışlardı ki Sultan Kutuz’un savaş alanına yakın bir vadiye konuşlandırdığı
takviye birlikler hücuma geçti.
Moğollar bunu hiç hesaba katmamış, bu kez kendileri iki ateş arasında
kalmışlardı. O gücünden kuşku duyulmayan Moğol savaş devi sendeleyerek
yıkıldı. Moğol komutanları idam edildi. Ayn Calut savaşı ile ilk kez net bir
şekilde hezimete uğrayan Moğollar artık ‘yenilmez’ değildi. Bu hezimetin
titreşimleri, Moğol birliğini çatlatmış; imparatorluk, çözülme sürecine girmişti.
Ayn Calut’un intikamını almak isteyen Hülagû, Memluklara karşı daha büyük
bir ordu kurma hazırlığına girmişti, ama bu kez hesaba katması gereken bir
başka faktör daha vardı: Altın Orda Devleti’nin başında bulunan ve 1240
yılında Müslüman olduğu sanılan Berke Han! Abbasi Halifesini öldüren
akrabası Hülagû’ya diş bileyen127 Berke’nin, Moğolların İslam üzerine daha
fazla yüklenmesine göz yummaya niyeti yoktu.
Memlukların birçoğunun atası Türk olduğu gibi, Berke Han’ın başında
bulunduğu Altın Orda tebaasının da neredeyse tamamı Türk’tü. Müslüman
Berke, Şamanist Hülagû’ya nazaran, Müslüman Türk Memluklara yakın
duruyordu. Hülagû, ordusunu toplayıp intikam seferine çıktığı sırada Berke
Han, Nogay Han komutasındaki ordusunu İlhanlılar üzerine göndermişti bile.
Mısır’a yürümekten vazgeçen ve atını akrabası Berke’nin üzerine süren
Hülagû, 1263’te Kafkasların kuzeyindeki toprakları almaya çalışsa da Nogay
Han’ın ordusu tarafından bozguna uğratıldı. Bu, Moğollar arasındaki ilk
savaştı. Manzara netleşmişti: Moğol İmparatorluğu çatırdıyordu...
Sona giden yol…
Henüz Kubilay Han hayattayken imparatorluk birçok küçük hanlığa
bölünmeye başlamıştı bile. Kubilay’ın 1294’te ölmesinin ardından varisleri
Moğol Barışı’nı128 (Pax Mongolica) sürdürmekte başarısız oldu. Aile içi
düşmanlığın, daha önce iki kez Mısır ve Avrupa’daki seferleri de durduran
zorlu veraset siyasetiyle birleşmesi ve güçlü hanlardan bazılarının İslamiyet’i
kabul etmesi, Moğol birliğini sarsmıştı.
Moğollardan geriye belli başlı dört hanlık kalmıştı; Çin’de Kubilay’ın
liderliğindeki Yuan Hanedanlığı, Çağatay Hanlığı, Altın Orda Hanlığı ve İlhanlı
Devleti.
İlhanlıların lideri İlhan Han, 1295’te Müslüman oldu ve İslam dininin
yayılmasını aktif bir şekilde destekledi. İran’daki Türk-Moğol birlikleriyse, kaos
yıllarının ardından, bugünkü modern İran halkına ruhunu veren Şii inancını
benimsedi ve Safevi Hanedanlığı altında birleştiler.
Moğol İmparatorluğu’nun dağılması, İpek Yolu’nun siyasi birliğinin
dağılmasına yol açtı. Türk boyları, İpek Yolu’nun Batı’daki ucunu çökmekte
olan Bizans’ın ellerinden aldı ve Sünni inancı etrafında Osmanlı İmparatorluğu
olarak belirginleşen Türk kültürünün tohumunu attılar.
Altın Orda’ya gelince; Berke’den sonra iktidara gelen hanlar devletin gücünü
bir süre daha muhafaza etti, ancak bu becerikli hanların sonuncusu olan
Canıbek’in ölümünün ardından devlet dağılmaya, toprakları üzerinde farklı
hanlıklar baş göstermeye başladı. Nihayetinde 16. yüzyıldan itibaren
bölgedeki kontrolü ele geçiren Moskova Prensliği, zamanla Rus Çarlığı’na
dönerek tüm bölgenin patronu olacaktı.
Çin’de kurduğu Yuan Hanedanlığı’nın imparatoru olan Kubilay, kariyeri en
parlak Moğol hanı olarak dikkat çekiyordu. Yine de Vietnam ve Japonya
seferlerinin Ayn Calut’takine benzer hezimetlerle129 sonuçlanması, Kubilay’ın
da yolun sonuna geldiğine işaret ediyordu. Güçlü Moğol hanlarının son
temsilcisi Kubilay’ın 1294’teki ölümüyle birlikte, Yuan Hanedanlığı da çöktü ve
Moğol İmparatorluğu bir bütün olarak etkisini kaybetmeye başladı.
Çöküş süreciyle birlikte Moğol hanları, bulundukları bölgelerde asimile
oldular. Kimileri Budizm’i, kimileriyse İslam’ı seçti. Timur’un torunlarından
Zahireddin Muhammed Babür tarafından 1527’de Hind Yarımadası’nda kurulan
Babür İmparatorluğu’nu Moğolların son temsilcisi olarak kabul edebiliriz. Hint-
Moğol İmparatorluğu olarak da bilinen Babür İmparatorluğu, son Moğol hanı
II. Bahadır Şah’ın 1857’de İngilizler tarafından azledilmesiyle tarihe karıştı.
Avrupa Moğollardan nasıl kurtuldu?
O dönemde bilinen dünyanın sadece beş bölgesi Moğol istilasından
kurtulabilmiştir; Hint-Çin, Güney Asya, Japonya, Batı Avrupa ve Arabistan.
Moğollar, Rusya gibi Avrupa’yı da kolayca fethedebilecekken neden daha fazla
ilerleyememişti? Bunun en bilinen açıklaması, 11 Aralık 1241’de Moğol keşif
kollarının Avusturya içinde Viyana’nın nasıl alınabileceğine dair araştırma
yaptığı sırada Ögeday’ın ölüm haberinin gelmesi ve tüm Moğol komutanlarının
yeni Büyük Han’ı seçmek için başkent Karakurum’a dönmek zorunda
kalmasıydı. Bu geri çekilmenin geçici olduğuna inanılmışsa da Moğollar daha
sonra Avrupa içlerine ciddi bir sefer düzenlemedi.
Bazı Batılı tarihçiler, Avrupa’nın kurtuluşunu Moğolların, yağışlı iklimiyle
yaylarını etkisiz hale getiren, nüfusu kalabalık Alman prenslikleriyle savaşmak
istememesine bağlar. Ancak ne aynı hava koşullarına sahip Rusya ne de
Alman prensliklerinden daha kalabalık olan Çin, Moğol istilalarını
durdurabilmişti.
Popüler ve mantıklı bir başka sebepse ilk başarılı ve yıkıcı Avrupa seferinin
komutanı General Sübedey’in Ögeday’ın halefi Güyük tarafından yeni bir
göreve getirilmesi ve evvelce özellikle kalelere karşı gerçekleştirilen kuşatma
savaşlarında önemli bir rol oynayan Çinli bombacıların daha sonraki
saldırılarda görev almamasıydı. Güçlü bir liderliğe, gerekli silahlara ve
kararlılığa sahip olmayan Sübedey idaresindeki birliklerin ve Nogay Han
önderliğindeki Moğol ordularının 1284, 1285 ve 1287’de Avrupa içlerine
gerçekleştirdiği saldırılar, takviye alamamış Avrupa şehirlerinin istila
edilmesinden öteye geçememişti. Bunların yanı sıra Mengü Han, 1259 yılında
Çin’de savaştığı sırada ölmüştü. Ardından Moğolların başına geçen Kubilay
Han’ın en büyük önceliği, Çin’deki Güney Song’un işgali olmuş ve bu yüzden
Batı’daki tümenler, daha zor ve muhteşem bir ödül olan Song’un işgaline
destek olmaları için buraya çekilmişti. Yaklaşık 65 yıl süren Moğol-Song
savaşı, her iki tarafın kaybettiği insan sayısı açısından tarihin en kanlı
savaşlarından biri olmuş ve neticede Çin’in kapılarını Moğollara açmıştı.
Moğolların Macar ordusunu saf dışı bıraktıktan sonra durmasının bir
muhtemel sebebi de daha ileriye gitmeyi hiç istememiş olmalarıydı. Batu
Han, Rusya steplerini bir on nesil için güvenceye almıştı ve Büyük Han ölünce
iktidara talip olmak için hemen Moğolistan’a döndü. Dönüşünün ardından
kuzeni Güyük Han ile ilişkileri aralarında bir savaş çıkacak kadar bozuldu. Bir
diğer noktaysa Moğolların, 1260’tan sonra ne Avrupa ne de Mısır’a birleşik bir
ordu getirebilmiş olmasıdır. Aslında Batu Han, 1255’te hayatını kaybetmeden
önce Avrupa’yı Atlantik Okyanusu’na kadar istila etmeyi planlıyordu, ama
onunla birlikte bu hayali de ölmüştü.
Moğol ordusu çağının en ölümcül savaş makinesiydi
Moğol ordusu, döneminin en organize ve ölümcül askeri gücüydü. Orta Asya
kökenli diğer göçmen kabileler gibi Moğollar da neredeyse at üzerinde doğup
büyüdükleri için, rakip ordulara mensup askerlerin yerde yapamadıklarını at
üzerinde yapıyor, inanılmaz mesafeleri süratle aşıyor, zırh kuşanmış hantal
orduları esneklikleri ve at üzerinde adeta ‘roketatar’ gibi kullandıkları oklarıyla
parçalayıp geçiyorlardı.
Bununla birlikte Moğol ordusu, sadece kafasına estiği gibi kılıç sallayan
bozkır kaçkınları topluluğu değildi. Savaş teknolojisini kendilerine adapte
etmekte oldukça hızlıydılar. Çinlilerden aldıkları barutu ve kuşatma
tekniklerini oldukça etkin kullanmışlar; katapult, roket, koçbaşı ve sis bombası
gibi düzeneklerden fazlasıyla yararlanmışlardı. Özellikle sis bombalarıyla
düşmanı şaşırtıyor, rakiplerinin parçalara ayrılmasını sağlıyor ve her bir
parçayı kıstırıp imha ediyorlardı. Yine atlı habercilerin -günümüz ordularının
telsizcileri gibi- birlikler arasında süratle iletişim sağlaması, Moğollara
topyekûn ve koordineli operasyon avantajı sağlıyordu. Cüveyni’ye göre
Moğollar, nasıl “avlanıyorlarsa” öyle “savaşıyorlardı.” Geniş bir alana yayılarak
tüm bölgeyi kuşatıyor ve oyunun kendi istedikleri bölgede oynanmasını
sağlıyorlardı. “Amaç, avların hiçbirinin kaçmamasını sağlamak ve hepsini
öldürmekti.”

Moğol ordusu, sadece kafasına estiği gibi kılıç sallayan bir bozkır kaçkınları topluluğu değildi. Savaş teknolojisini kendilerine adapte
etmekte oldukça hızlıydılar. Çinlilerden aldıkları barutu ve kuşatma tekniklerini oldukça etkin kullanıyor; katapult, roket, koçbaşı ve
sis bombası gibi düzeneklerden fazlasıyla yararlanıyorlardı.

Andrew Taylor, “The Rise and Fall of the Great Empires” (Büyük
İmparatorlukların Yükselişi ve Çöküşü) isimli eserinde, Amerikalıların 2003
Irak İşgali’nde hayata geçirdiği “şok ve terör”130 (shock and awe) stratejisini
Moğolların asırlar önce kullandığını iddia ederken, James Neville “The Mongol
Art of War” isimli çalışmasında Moğolların, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların
tarihe mal ettiği “Yıldırım Savaşı”131 (Blitzkrieg) taktiğinin ilk uygulayıcısı
olduklarını öne sürer.
Kuşatma mühendisliğinin yanı sıra Moğollar, istihkâm alanında da iyiydi.
Öldürücü soğuklarda bile çok uzun mesafeleri kat edebiliyor, hatta gidecekleri
yerlere kolay ulaşmak için kışın donmuş nehirleri otoyol gibi kullanıyorlardı.
Nisan 1241’de Mohi Savaşı’nda otuz bin süvariyi bir gecede Sajo nehrinden
geçirmiş ve Macar Kralı Bela’yı yenmişlerdi. Yine Harzemşahlarla yapılan bir
savaşta nehri geçmek için dubalardan oluşan bir köprü kullanmışlardı. Aslına
bakarsanız, tarihteki ilk biyolojik silahı kullananlar da Moğollardı! 1347’de
Cenevizlerin elinde bulunan Kırım yarımadasındaki büyük ticaret merkezi
Kefe’yi kuşattıklarında veba salgını baş göstermiş ve Moğollar, vebadan ölen
askerlerin cesetlerini mancınıklarla Kefe kalesinin içine fırlatmışlardı.
Savaş teknikleri ve felsefesi uzmanı olan Hawai Üniversitesi profesörlerinden
Rudolph Joseph Rummel’e göre Moğol istilalarında ölenlerin sayısı 30 milyonu
geçmişti! İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısının 60 milyon civarında
olduğunu düşünürsek...

Moğol savaşçılarının standart donanımı


Moğol işgallerinin mirası
Moğollar, tarihin en geniş tek parçalı imparatorluğunu kurmuşlardı. Öyle ki
imparatorluğun zirvede olduğu 13. ve 14. yüzyıllar, tarihçilerin birçoğu
tarafından ‘Moğol Çağı’ olarak adlandırılacaktı. Dökülen kanlar ve estirilen
terör rüzgârlarının yanı sıra imparatorluk, dev bir ekonomik patlamayı
tetiklemiş, küresel düzeyde kültür ve bilgi transferinin kapılarını açmıştı. 1215
yılından 1360’a kadar süren Moğol genişlemesi sırasında İpek Yolu yeniden
açılmış ve Avrupa’dan Asya’ya uzanan yollar kullanılabilir hale gelmişti.
Barutun yanı sıra bilim ve sanattaki bilgi birikimi Avrupa’ya ulaşmış ve kıtanın
dönüşmesinde önemli rol oynamıştı. Aynı şekilde Asya’da da Çin ve İran
arasında bilgi ve kültür alışverişi yaşanmıştı. Moğolların bir diğer özelliği de
bugün hâlâ Moğolistan’ın iç kesimlerinde kullanılmakta olan Uygur alfabesini
temel almış bir yazı şekli geliştirmeleriydi.
Evet, Moğollar dünya siyasi coğrafyasını gerçek anlamda değiştirmişti. Orta
Asya’dan yola koyulup karşılarına çıkan her diyarı hallaç pamuğu gibi atmış,
Avrupa içlerine kadar ilerlemişlerdi. Çin’i tek bir lider altında birleştirmiş,
Moğollardan sonra bir daha asla dağınık bir feodal toplum olmayacak Rusya’yı
Avrupa’nın geri kalanından ayırmışlardı. Harzemşah İmparatorluğu ve Abbasi
Halifeliği’nin sonunu getirerek İslam kültürüne de büyük bir darbe
vurmuşlardı.
Bugün Moğollara bakanlar iki farklı resim görürler: Ya muazzam bir
imparatorluk kurmak için uçsuz bucaksız topraklara yayılan savaşçılar ya da
karşılarına çıkan her şeyi yok eden acımasız barbarlar. Muhtemeldir ki gerçek
yine ortalarda bir yerdedir. Ama kesin olan şudur ki Moğol İmparatorluğu,
tarihi değiştiren en önemli aktörlerden biri olmuştur. Ve onların yaptıklarını
hakkını vererek anlatabilecek herhangi bir yazılı metin, en az Moğol ordusu
kadar güçlü olmalıdır…
İmparatorluğun Kilometre Taşları
1160 Timuçin doğdu.
1206 Timuçin, Cengiz Han adını alarak Moğol kabilelerini bir bayrak altında topladı.
1209 Batı Çin, Moğol hâkimiyetini kabul etti.
1211 Jin Hanedanlığı ele geçirildi.
1220 Harzemşah İmparatorluğu ele geçirildi.
1223 Kalka Nehri Savaşı sonunda Rus illeri Moğol hâkimiyetine girdi.
1227 Cengiz Han, Çin’deki ayaklanmayı bastırırken öldü. Oğlu Ögeday, Han seçildi.
1236 Moğollar, Volga ve Kama nehirleri arasındaki toprakları (Bugünkü Tataristan ve Çuvaşistan) ve Gürcistan’ı ele geçirdi.
1241 Legnica ve Mohi savaşlarıyla birleşik Avrupa orduları ve Macar ordusu mağlup edildi, Macar toprakları ele geçirildi.
1242 Moğollar Viyana kapılarından geri döndü.
1246 Ögeday’ın oğlu Göyük, Han oldu. Papa, Moğollara mesaj yollayarak Avrupa’yı işgal etmemelerini istedi.
1251 Cengiz’in torunu Mengü, Han oldu.
1257 Vietnam işgal edildi.
1258 Bağdat Hülagû tarafından işgal edildi.
1259 Mengü öldü. Kubilay, Han oldu.
1260 Moğollar Ayn Calut’ta mağlup oldu.
1262 Berke Han, Hülagû Han’a savaş açtı. Moğollar ilk kez birbirine düştü.
1267 Kubilay, tüm dikkatini Çin’e verdi. Moğolların başkentini Karakurum’dan Daidu’ya (Pekin) taşıdı.
1274 Japonya’ya dönük ilk işgal operasyonu başarısız oldu.
1281 Japonya’ya dönük ikinci işgal operasyonu da başarısız oldu.
1292 Java Krallığı’na yapılan saldırı başarısız oldu.
1294 Son büyük Moğol Hanı Kubilay öldü. (Birçok tarihçiye göre bu aynı zamanda Moğol İmparatorluğu’nun da resmen ölümü
oldu.)
1335 Ortadoğu’daki Moğol yönetimi sona erdi.
1368 Çin’deki Yuan Hanedanlığı sona erdi. Moğollar Moğolistan’a döndü.
1502 Rus topraklarındaki Moğol hâkimiyeti sona erdi.

İmparatorluğun Seyir Defterinden

Zirveye ulaştığında 33 milyon km²’lik bir alanı kapsıyor, topraklarında 150 milyon kişi barındırıyordu.
Bu haliyle, tarihteki en büyük tek parçalı imparatorluktu. (İngiliz İmparatorluğu, birbirinden kopuk
topraklarıyla, tarihin gördüğü en geniş imparatorluktur.)
Moğollar, iki kez Japonya’yı işgale yeltenmiş, her ikisinde de Moğol donanması, Japon denizinde
kasırgaya yakalanarak imha olmuştu. Japonlar, kendilerini Moğolların elinden kurtaran bu vakalara
mucize gözüyle baktılar ve böylelikle ortaya ‘Kutsal Rüzgâr’ kavramı, diğer bir deyişle, Kamikaze
çıktı! Japonlar, bu olaylardan 650 yıl sonra Pasifik’te savaştıkları Amerikan donanmasını hedef alan
intihar saldırılarını gerçekleştiren pilotlarına da kamikaze diyeceklerdi.
Moğol İmparatorluğu başarısının büyük kısmını Türk ve Asya kökenli göçebelerle yaptığı ittifaklara
borçludur. İmparatorluk, bugünkü Moğolistan topraklarında Naimanlar, Uygurlar, Merkitler ve
Moğollar gibi Orta Asya konfederasyonlarının Cengiz Han’ın idaresinde birleştirilmesiyle doğmuş,
onlarca kağan ve hanın Çin’de, Ortadoğu’da ve Avrupa’da gerçekleştirdiği sayısız fetihle genişlemişti.
Moğol İmparatorluğu, Cengiz Han tarafından belirlenen ve düzen ya da kanun anlamına gelen
‘yassa’larla yönetilirdi. Kanunlar önünde herkes eşitti. Bütüne bakıldığında yasalara dayalı bu sıkı
disiplin, Moğol İmparatorluğu’nu güvenli bir ülke haline getirmiş, “Moğol Barışı” kavramının doğmasına
yol açmıştı.
İmparatorluk, demokratik olmayan parlamenter bir yapıya sahip Kurultay adlı merkezi kurul
tarafından yönetiliyordu. Moğol şefleri burada iç ve dış politikaları Büyük Kağan ile görüşüyorlardı.
Moğollar terör ve savaşla özdeştirilse de ilginçtir, imparatorluk sınırları içerisinde inanç özgürlüğü söz
konusuydu. Cengiz Han zamanında Budizm’den Hıristiyanlığa, Zerdüştlük’ten İslamiyet’e hemen
bütün dinler arasında geçişler olmuştu. Kendisi Şamanist olmasına rağmen Cengiz Han’ın idaresinde
dini liderler vergiden ve kamu hizmetinden muaf tutulmuştu.
Moğolların ‘Yam’ olarak isimlendirilen oldukça etkili bir haberleşme sistemi vardı. Bir postacı bir
ordudan diğerine ortalama 40 kilometre kadar gider, postanın en hızlı şekilde ulaşmasını sağlamak
için 40 kilometre sonunda ya postayı başka bir haberciye verir ya da dinlenmiş bir ata binerdi. Moğol
sürücüleri günde ortalama 200-300 kilometre yol alırdı! 600 yıl sonra Amerika’da kurulan hızlı posta
şirketi Pony Express, tamamen Yam’dan ilham almıştı.

On üçüncü yüzyılın başlarında Moğollar ve Haçlılar Anadolu’da cirit atıyor; Eski Dünya’nın doğusu
ayaklanıyor, kısacası göz gözü görmüyordu. Anadolu Selçuklu Devleti hızla çözülmeye başlamış,
ortalık toz dumana boğulmuştu. Derken Selçuklu uçbeylerinden Osman Gazi, bu çözülme sürecinde
ayaklarını yere sağlam basarak, yeni bir devlet kurmaya soyundu. Kimilerine göre gördüğü bir
rüyadan etkilenmiş, kimilerine göreyse tarihin doğurganlığıyla onun liderliği doğru zaman ve doğru
yerde kesişmişti. Kurduğu devlet, 600 yıl boyunca İslam’ın bayraktarlığını yaptı. Askerleri ve
toprakları üç kıtaya yayılırken, donanması, Akdeniz’den Hind Okyanusu’na suları mesken tuttu. Son
nefesine dek, çok uluslu, çok dilli ve çok dinli tebaasını bir arada tutmanın yolunu ararken bir
yandan da ‘Haçlıların’ karşısına bir duvar gibi dikildi. Sevabıyla günahıyla tarih sahnesinden çekildiği
gün ortaya çıkan vakum, bir kara delik gibi önüne çıkanı yutmaya devam ediyor…

Bir avuç idealist yola çıktı, üç kıtaya yayılan bir imparatorluk kurdu:

Osmanlı İmparatorluğu
1300–1922

“Oğlum, bizim davamız kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Ben bütün ömrümce dinimize hizmet için
yaşadım. Sana yakışacak olan da budur.”
Osman Gazi

Osmanlıların 16. yüzyılda yakaladıkları zirve; insanın yaratıcılığının ve


iyimserliğinin en yüksek noktalarından birini temsil ediyordu. Vücuda
getirdikleri cihan devleti, modern dönem Müslüman imparatorluklarının en
kudretlisi ve en geniş topraklara ulaşanı olmuştu. Sadece askerleri değil,
kültürel etkisi de bugüne kadar varlığını sürdürecek şekilde dünyanın birçok
bölgesine ulaştı. 8. yüzyılda Avrupa’ya çıkan ve 15. yüzyılda geri çekilmek
zorunda kalan Emevilerden sonra Avrupa toprakları üzerinde ikinci bir İslam
imparatorluğu kuran Osmanlılar, bugüne kadar devam edecek bir İslam kültür
ve geleneğini yerleştirdiler.
Moğol yıkımından Osmanlı doğuyor
Türkler Anadolu’yu 1098–1308 yılları arasında, Selçuklu hâkimiyeti
döneminde mesken edinmeye başladılar. O dönemlerde Anadolu büyük
oranda Bizans’ın borusunun öttüğü bir coğrafyaydı. Bu ilk Türk yerleşimcilerin
bazıları, ‘imansız düşmanların’ arasında İslam’ı yaymak için kutsal bir savaş
veren akıncılardı. Anadolu’da yaşam zordu; Selçuklular, bu bölgede
tutunabilen ilk yerleşimciler olmuştu.

Osman Gazi’nin yabancı bir elçiyi kabul edişini resmeden bir illüstrasyon (LIFE)24

Osmanlılar tarih sahnesine çıkmaya hazırlandığında, İngiliz Kralı ‘uzun


bacaklı’ Edward ve Moğollar, Selçuklu Müslümanlarını önlerine katmış
kovalıyorlardı. Ortada bir otorite boşluğu vardı, ancak dolması uzun
sürmeyecekti.
Osman Gazi, akıncılarıyla birlikte Bizans’ın yanı başında konakladığında,
ahval ve şerait oldukça karışıktı. Bağdat merkezli Abbasi İmparatorluğu
dağılma emareleri gösteriyor, Mısır Memlukluları başarabildikleri yerlerde
otoriteye başkaldırıyorlardı. Son yıllarında Selçukluların himayesine girmiş
olan Abbasilere son darbeyi Hülagü vurmuş, 1258’de Abbasi Devleti yere
kapaklanmıştı. İşte Osmanlılar, Hıristiyanların ve Moğolların sebep olduğu bu
kaos ortamında filizlendi. Önce Anadolu’yu Moğol artıklarından temizlediler,
ardından da Selçukluları yeni bir çatının altında toplayıp üzerine ‘Osmanlı’
tabelasını astılar.
Antik Çin’in yetiştirdiği en önde gelen savaş stratejileri uzmanı Sun Tzu’nun
da dediği gibi, “Fetihçi güç, eğer her yeri fethetmek istiyorsa, iyi bir yönetim
sergilemeli” idi ve çiçeği burnunda Osmanlılar tam da bunu yaptı. Ele
geçirdiler ama doğrudan yönetmediler. Millet sistemi olarak özetlenebilecek
bu idare tarzında herkes kendi gelenek ve kültürüne göre kendisini yönetecek,
vergisini verecek, istediği gibi ibadet edecek, ama mühür Osmanlı’nın elinde
olacaktı. Bu anlayış imparatorluğun sonuna dek hiç değişmedi.
Osmanlı Devleti’nin kurucu miti, Osman Gazi’nin gördüğü rivayet edilen bir
rüyaydı.132 Doğru ya da yanlış, kendisinden sonra gelen padişahlar, bu rüyayı
hayata geçirmeye çalıştı: Adalet ilkesiyle yönetilen bir dünya imparatorluğu.
Ama tarihin hükmü kesindi. İbn-i Haldun’un işaret ettiği gibi, medeniyetler de
insanlar gibi doğar, büyür ve ölürdü. Osmanlılar da tarihte derin bir iz
bırakarak aramızdan ayrılacaktı.
Her şey Konstantinopol’le başladı
1453’te II. Mehmed’in (1432–1481) ele geçirdiği Bizans’ın başkenti
Konstantinopol, bir imparatorluğun çöküşüne, bir diğerinin ise gerçek
anlamda133 doğuşuna şahitlik ediyordu. Barut ve top, birçok medeniyeti
canından bezdirmişti ve Osmanlıların elinde bu ikili, Bizans’ın ölüm fermanına
dönüşecekti. Asırlardır düşmanlara geçit vermeyen Bizans surları, II.
Mehmed’in Macar mühendis Urban’a döktürdüğü 75 cm çaplı 8 metrelik
devasa Basilisk topları karşısında pes etmişti. Basiliskler, 544 kilo ağırlığındaki
taş gülleleri, bir mil uzaklığa kadar fırlatabiliyordu ama bir kusurları vardı:
Tekrar doldurulmaları üç saati buluyor ve hedefi tutturmada bazen sorun
yaşıyorlardı. Şehir düşmesine düşmüştü ama kimi tarihçilere göre Çin’in
barutu ve teknolojisiyle Avrupalılara kıyasla daha erken tanışmış olan
Osmanlılar, kuşatma esnasında daha iyi toplar döktürebilirlerdi. Yine bu
görüşe göre Macar ustanın topları, en parlak gününde Osmanlı’nın zayıf
noktasını gözler önüne sermişti: Askeri teknolojiye adapte olmada geç kalma!
Osmanlı İmparatorluğu ve yıkılmadan önceki Bizans’ın karşılıklı durumları (www.lib.utexas.edu)
Konstantinopol’ün Türkler tarafından alınışını resmeden bir gravür (LIFE)

‘Roma’nın yeni İmparatoru’134 II. Mehmed, kuşatmadan ve öncesindeki


Haçlı yağmasından dolayı izbeye dönmüş Konstantinopol’ü tekrar ayağa
kaldırdı. Osmanlıların imparatorluk hacmini kazanması, İstanbul’un
alınmasıyla olacak; Osmanlı bundan böyle kendi sıkletindekilerle mücadele
edecekti.
Fransız ressam Benjamin Constant’ın Fatih Sultan Mehmed’in Konstantinopol’e girişini resmeden çalışması.

1453’te Osmanlı İmparatorluğu (www.lib.utexas.edu)

İmparatorluğunu yapılandırmada Fatih’e en çok faydası dokunanlar, şehri


terk etmeyen Bizans entelektüelleri oldu. Çoğu danışman olarak saraya alındı.
Kendisinden öncekilerin hayata geçirdiği “millet sistemi”nden Fatih de taviz
vermedi. II. Mehmed, Haçlılar gibi şehri yağmalamadı, bilakis güzelliklerine
güzellik katmayı tercih etti. Ağırlıklı görüş, Osmanlıların gelişiyle şehri terk
eden Bizanslı bilim ve sanat erbabının Avrupa’da Rönesans akımını başlattığı
şeklindedir. Doğrudur da. Ama Fatih de geride kalanlardan istifade ederek
Osmanlı Rönesansı’nı başlatma yoluna gitti. Konstantinopol’ü yeniden imara
ve kozmopolit bir şehir yapmaya soyundu. Her din, dil ve ırktan insanın refah
ve barış içinde yaşayabileceği bir şehir. 135 Fatih, hangi din ya da milletten
olursa olsun, devrin en aklı başında adamlarını kendine danışman atamış,
Osman’ın Rüyası’nı gerçekleştirmeye soyunmuştu. Dünya milletleri liyakatli,
adil ve merhametli bir idarecinin liderliğinde birleşecek; etkin bürokratların,
muzaffer ordulardan daha çok işe yarayacağı bir sistem kurulacaktı.
Her şeyin başı ve sonu: Yeniçeriler
İstanbul surlarının arkasında yeni bir ufuk keşfeden Osmanlı, açtığı bu yeni
ufukla birlikte, kendisini daha da ileriye taşıyacak yeni bir ordu kurmuştu:
Yeniçeriler.
Daha çok devşirmelerden seçilen yeniçeriler, günümüzün özel operasyon
birliklerini andırıyordu. Evlenmezler, mal mülk edinmezlerdi. Birlikte yaşar,
birlikte uyur, birlikte ölür, birlikte öldürürlerdi. Dönemin en ileri teknolojisini
kullanıyor, en iyi şekilde yiyor, içiyorlardı. Seyyar hastaneleri, mühendislik
birimleri ve kendilerine çok iyi bakan, çoğu Yahudi, iyi yetişmiş doktorları
vardı. Yükseliş döneminde Osmanlı’yı bir dünya imparatorluğuna
dönüştürecek,136 duraklama ve gerileme dönemindeyse ‘devlet yönetimi’,
‘hizipçilik’137 gibi kendilerini ilgilendirmeyen işlere burunlarını sokarak
imparatorluğun çöküşünü hızlandıracaklardı. Tıpkı Romalıların asırlar boyunca
lejyonerlere bel bağlaması gibi, Yeniçeriler de gerektiğinden daha uzun bir
süre Osmanlı savaş makinesinin ana dişlisi oldular. II. Mahmud (1785–1839)
‘hayırlı bir iş’ yapıp Yeniçeri Ocağı’nı lağvedene kadar Osmanlı devlet
sisteminin temel direklerinden birini oluşturdular.
Kanuni Sultan Süleyman at sırtında savaşa gidiyor. 1900 tarihli bir illüstrasyon (LIFE)

Osmanlı’nın imparatorluk serüveni, bir bakıma Bizans’ı yıkmasıyla (ya da


Fatih’in öne sürdüğü gibi, Bizans’ın mirasını devralmasıyla) başladı. Ülke
toprakları Türklerin ‘Kanuni’, Batılılarınsa ‘Muhteşem’ diye isimlendirdikleri
Sultan Süleyman (1520 –1566) döneminde üç kıtaya yayılan ciddi bir
büyüklüğe ulaşmıştı.138
Kardeş katli, nitelikli yönetici sıkıntısı doğurdu
Osmanlı tarihinin en şaşkınlık uyandıran ve sıklıkla eleştirilen
uygulamalarından biri, tahta çıkan padişahın, devletin selameti açısından,
olası taht kavgalarının önüne geçmek gerekçesiyle kardeşlerini öldürtmesiydi.
Osmanlı padişahları 17. yüzyılda bu uygulamayı daha insani bir çerçeve içine
çekerek kardeşlerini öldürtmek yerine hapsetmeye başladılar. I. Ahmed
(1590–1617), ölümünden sonra yerine kardeşinin geçmesini sağlamak için bu
yeni sistemi başlatmıştı.
İlginçtir, bazı Batılı tarihçiler, devlet çarkındaki yavaşlamanın en temel
sebeplerinden biri olarak bu uygulamaya dikkat çekerler. Buna göre saltanat -
eğer hayatlarını kaybetmemişlerse- ömürlerinin hepsini olmasa bile büyük bir
kısmını dört duvar arasında geçirmiş şehzadelere geçtiği için Osmanlı Devleti,
akli melekeleri açısından sağlıklı olmayan birçok sultan görmüş, bürokrasideki
bozulmalar da bu değişiklikle eşzamanlı olarak başlamıştı. Saltanat için en
temel vasıf, bu pozisyonu doldurabilecek kadar kıymetli olmaktı. Osmanlılar,
basit ve sorunsuz bir şekilde gerçekleşen devir teslimin ya da el
değiştirmenin, sultanın o tahtta oturmak için gereken liyakate sahip olduğunu
gösterdiğine inanıyorlardı; ancak yine de sultan yaşlanabilir, zayıf düşebilir
veya liyakatini kaybedebilirdi. O zaman da iktidar oyununun temel kuralları
işlemekte gecikmiyordu. Sözgelimi I. Selim (1470–1520), çok yaşlı olduğu için
dışarıdan gelen tehditler karşısında orduyu yönetme konusunda zaaflar
sergileyen II. Beyazıd’ı (1447–1512) tahttan indirerek padişah olmuştu.
Süleyman yaşlanınca da oğulları Mustafa (babasının gözdesiydi) ve Beyazıd
kendisini devirme girişiminde bulunmuş, lakin her ikisi de bu darbe girişimini
kellesiyle ödemişti. Özetle, Osmanlı Devleti -hakkındaki tüm güzellemeler ve
romantize etme girişimleri bir kenara bırakılırsa- iktidarın el değiştirmesi
konusunda en kanlı geleneğe sahip monarşilerden biriydi; istisnai dönemler
dışında saray içindeki iktidar kavgaları ve ayak oyunları hiç eksik olmamıştı.
Belki de Osmanlı’nın bu kadar hayranlık uyandırmasının sebeplerinden biri,
tüm bu fokurdayan iktidar kazanına karşın altı asır gibi bir süre tarihin
belirleyici aktörü olmayı başarabilmesidir.
Bu tatsız saray içi iktidar oyunlarını bir kenara bırakıp tekrar sarayın dışına
çıkalım ve Süleyman’ın ‘kanuniliği’ (kanun yapıcılığı) dönemine bir göz atalım.
Neden Kanuni dediler?
Oğullarını öldürtmesine rağmen I. Süleyman’ın adı neden ‘kanun’ ile
özdeşleştirilmişti acaba? İslam geleneğine göre İslam ülkelerinde Kuran’dan
çıkarılmış hükümlerin uygulanması gerekiyordu. Hiçbir Müslüman yönetici, bu
yasaları reddedemez veya yerlerine yenisini getiremezdi. O halde Sultan
Süleyman, İslam dünyasına hangi kanunları getirmiş olabilirdi ki?
Sultan Süleyman’ın kanuniliği, yani kanun yapıcılığı, dini hükümlerin
düzenlediği alanların dışına çıkan konularda aldığı kararlardan gelir. Her ne
kadar şeriat, gerekli olan tüm hüküm ve yasaları getirmiş olsa da bazı
durumların bu kuralların kapsamı dışında kaldığı fark edilmiştir. İslam
geleneğinde eğer bir dava veya durum birincil kaynakların parametreleri
dışında kalıyorsa, benzer vakalardan hareketle bir içtihada varılarak, yeni
kararlar alınabilir veya kurallar konulabilir. Bu düşünce, Hanefi mezhebi
tarafından kabul görmüştür. Bu açıdan Osmanlı yasalarında Hanefi düşünce
sisteminin baskın olması sürpriz değildir.
Osmanlı yönetiminin ilk iki yüzyılında (1350–1550 arası) çok sayıda kanun
çıkarılmış ve uygulanmış, böylece 16. yüzyılın başlangıcında kanun, şeriatı da
kapsar şekilde, daha geniş ve bütüncül bir yasalar sistemi haline gelmişti. Bu
kendine has durum, Osmanlıların yine kendine has miras sisteminden dolayı
zamanla ortaya çıkmıştı.
Türk ve Moğol geleneklerinde hanedanlığın ya da sultanın çıkardığı yasalar
kutsal kabul ediliyordu. Bu gelenek, şeriatla karşılaşınca her ikisini de içeren
bir sistem oluşturuldu. Hanedanlık yasaları139 ilk kez Fatih Sultan Mehmed
tarafından bir araya getirildi. Ancak yine de yasaların nihai şeklini alması
Sultan Süleyman’ın girişimleriyle gerçekleşti. Ondan sonra bu yasalarda
değişiklik yapılmadı. Bu yasalar, Kanun-u Osmani veya Osmanlı Yasaları
olarak bilinir oldu.
Sultan Süleyman Avrupa’ya korkuyu öğretti
Sultan Süleyman sadece kanunlardan ibaret değildi. Kılıcı da iyi kullanırdı.
Batılı tarihçilere göre Avrupa’yı hiçbir İslam ülkesinin yapamadığı derecede
korkutmuştu.
“Allah’ın kulu, dünyanın efendisi ben Süleyman’ım. Tüm İslam şehirlerindeki
hutbelerde benim adım okunur. Ben Irak ve Bağdat’ın Şahı, Roma’nın tüm
topraklarının Sezarı ve Mısır’ın Sultanıyım. Macar tahtını ele geçirdim ve onu
kölelerimden birine verdim.”
Kendisini bu şekilde tanımlayan Sultan Süleyman, özgüveniyle, çağdaşı tüm
iktidar sahiplerini eziyordu adeta. Haksız da sayılmazdı. Neredeyse Roma’yı
ele geçirecekti. Şehir, Sultan Süleyman’ın Korfu Seferi sırasında Osmanlı’nın
eline geçmekten kıl payı kurtulmuştu. Süleyman, Rodos’u, Yunanistan’ın
büyük kısmını, Macaristan’ı ve Avusturya İmparatorluğu’nun büyük bir
bölümünü fethetmişti. Avusturyalılara karşı düzenlediği seferler onu Viyana
kapılarına kadar getirmişti. Avrupa’nın dağılmasına yönelik atak bir politika
izlemiş, özellikle de Kutsal Roma İmparatorluğu’nu ve Kutsal Roma Kilisesi’ni
hedef almıştı.
Avrupa Hıristiyanlığı Katolikler ve Protestanlar olarak ikiye bölündüğünde
Kanuni, Avrupa’nın dini ve siyasi olarak dağılmasını ve işgale karşı savunmasız
kalmasını sağlamak amacıyla Protestan ülkelere maddi yardımlarda bulundu.
Bazı tarihçiler, Osmanlı’nın maddi yardımları olmasaydı Protestanlığın asla
tutunamayacağını öne sürerler.

1529 tarihli I. Viyana Kuşatması’ndan göğüs göğüse çarpışma sahnesini tasvir eden bir çalışma (LIFE)

Kanuni Sultan Süleyman aslında saldırgan bir şekilde genişlemekte olan


Avrupa’ya karşılık veriyordu. Diğer Avrupa-dışı güçler gibi o da Avrupa’nın
genişlemesinin sonuçlarını dikkatle izliyordu. Çünkü İslam dünyası, bu
genişleme karşısında geri çekilmeye başlamıştı. Portekiz, Doğu Afrika’da bazı
Müslüman şehirlerini işgal etmiş, ticaret yolları üzerinde tekel oluşturmuştu.
Kanuni o günlerde bir yandan Avrupa’yı geriletmeye çalışırken, diğer yandan
da Avrupalı hâkim güçler tarafından tehdit edilen ülkeleri destekleme
politikası izliyordu. Osmanlıların gözünde Sultan Süleyman, İslam’ı ‘kâfirlere’
karşı koruyan tek güçtü ve doğal olarak İslam’ın Halifesi olmayı da hak
ediyordu.
Bütün bunlar, Kanuni’nin Avrupa devletlerini neden ele geçirdiğini
açıklamaya yardım etse de İslam topraklarını neden ilhak ettiğini açıklamaya
yetmez. İslam topraklarını ele geçirmek İslam’ı nasıl koruyabilirdi?
Osmanlılarda Sultan, aynı zamanda İslam’ın en yüksek makamı olan
Halifelik unvanını da taşıyordu. Osmanlıların bu unvanı taşımalarının birkaç
sebebi vardı. İslam’ın iki büyük kutsal şehri olan Mekke ve Medine,
imparatorluğun sınırları içerisindeydi. Yönetimin başlıca görevi, dünyadaki
Müslümanları korumak ve Mekke’ye ulaşan Hac yollarının güvenliğini
sağlamaktı. Aynı zamanda Halife olan Sultan, Sünni İslam’ın esenliğinden de
sorumluydu. Yapılan tüm askeri seferler ve ele geçirilen yeni topraklar iki asli
maksadı yerine getirmeyi hedefliyordu: Müslümanların Mekke’ye güvenli bir
şekilde ulaşmasını sağlamak (Bu aynı zamanda Müslüman olmayanların
topraklarını ele geçirmenin gerekçesiydi) ve Müslümanların yaşadığı
topraklarda görülen ve gayri İslami olduğuna inanılan (Batınilik ve Şiilik gibi)
uygulamaları ortadan kaldırmak (Bu da Müslümanların elindeki toprakları ele
geçirmek veya imparatorluğa dâhil etmek için öne sürülen bir gerekçeydi.)
İşte Osmanlılar bunu İslam’ın Halifesi olan Sultan Süleyman’ın doğal bir görevi
olarak kabullenmişti. Bu rol, Süleyman’ın inanç birliğini sağlamasını, küfür ve
sapkınlığı İslam topraklarından çıkarmasını gerekli kılıyordu. Bununla birlikte
bütün bu ilhaklar ve yeni toprak kazanımları Sünni âlimlerin verdiği fetvalar
uyarınca gerçekleşiyordu.
Kanuni ölüyor, gerileme başlıyor
Kanuni Sultan Süleyman dönemi, hem İslam dünyası hem de Batılı tarihçiler
tarafından genellikle Osmanlı siyasi gücünün ve kültürünün en yüksek noktası
olarak kabul edilir. Bununla birlikte onun ölümüyle birlikte, gerileme de
başlamıştır. İslam tarihçilerine göre sona giden bu sürecin farklı sebebleri
vardı. Sultanlar, hükümet işlerine ilgilerini kaybetmişlerdi. Bunun sonucu
olarak devlet çarkı teklemeye ve iktidarlar halkın sorunlarına yabancılaşmaya
başladı. Ama yine de bu, bize resmin tamamını göstermez. Batılı tarih
disiplinine göre Osmanlı gerilemesinin bir başka, ama en önemli sebebi,
Avrupalı güçlerin genişlemesidir. Bu faktörün 17. ve 18. yüzyıllardaki Osmanlı
gerilemesinde ne derece rol oynadığını belirlemek güçtür; ancak Osmanlı’nın
son yüzyılındaki gerileme ve çöküşün başlıca sebebinin, Avrupalı sömürgeci
güçlerin saldırgan bir şekilde genişlemesi olduğundan şüphe yoktur. Bununla
birlikte büyük bir çoğunluğa göre Osmanlı İmparatorluğu, ölüme giden uzun
yolculuğuna Kanuni’nin oğlu II. Selim’le (1524–1574) başlamıştı.
Tarihçiler, büyük olgular ve olayların faturasını birilerine çıkarmayı severler.
Osmanlı’nın gerilemesi ve nihayetinde çökmesinin faturası da II. Selim’e
kesilmiştir. Diğer yandan, lükse ve keyfe düşkünlüğüyle bilinen II. Selim’in,
yönetimi elinde tutma konusunda gevşeklik gösteren ilk Osmanlı padişahı
olduğu da sır değildir. Yine de onun döneminde Kıbrıs ve Tunus alınmış,
Rusya vergiye bağlanmıştı. Buna karşın donanma açısından büyük bir hezimet
olan ve Türklerin Akdeniz’deki egemenliğini rafa kaldıran İnebahtı (Lepanto)
Deniz Savaşı da yine onun döneminde gerçekleşmişti.
Aslında II. Selim taht için düşünülen bir isim değildi. Kanuni’nin asıl gözde
evlatları Mustafa ve Beyazıd idi. Ancak Kanuni’nin büyük bir aşkla bağlı olduğu
eşi Hürrem Sultan’ın iktidar hırsıyla tezgâhladığı komplonun parçası oldukları
gerekçesiyle her ikisinin de idam edilmiş olması, II. Selim’e padişahlık kapısını
açmıştı. O ana dek Topkapı Sarayı’nda dünyadan soyutlanmış bir yaşam süren
Selim’in hiçbir askeri ve idari tecrübesi olmamıştı. Doğal olarak yönetime ilgi
duymak için de pek fazla gerekçesi yoktu.
II. Selim tahtta sadece sekiz yıl kalabildi. Fakat pasif yönetimiyle bir bakıma
gelecek iki yüzyıl için bir emsal teşkil etti; o zamana dek Avrupa’nın karşısında
bir duvar gibi yükselen Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa baskısı altına
girmeye başlaması II. Selim döneminde gerçekleşti. Yine de gerileme ve
çöküşün bir kişiye fatura edilmesi kolaya kaçmak olur. Zira padişahların
yönetime mesafeli kalması, aslında Sultan Süleyman’la birlikte başlamıştı.
Yorgun, bıkkın ve iki oğlunu kaybetmiş olmanın kırıklığıyla hayatının sonlarına
doğru Topkapı Sarayı’na çekilen Kanuni, iktidarı büyük ölçüde vezir-i azamı
Sokullu Mehmet Paşa’ya bırakmıştı. II. Selim de babasını izleyecek ve aktif
devlet yönetimini Sokullu’ya devredecekti.
Avusturya ile bitmeyen savaşlar
On yedinci yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu hem askeriye hem de
zenginlik açısından halen dünyadaki en güçlü devletti. Osmanlı’nın bu
dönemlerdeki bir numaralı hedefi, adı neredeyse Avrupa’yla eşleşmiş olan
Habsburg Hanedanlığı’ydı.140
Güçlerinin zirvesinde oldukları dönemde, 1529’da Viyana kapılarına
dayandıkları halde şehri alamayan Osmanlılar, 1683’te şehri bir kez daha
kuşattı. Lakin sonuç değişmedi. Avrupalı güçlerin oluşturduğu ordu,
Osmanlıları yine durdurmuştu. Bu yenilgi, Osmanlılar ile Avrupalılar arasında
uzun sürecek bir barış dönemini başlatırken Osmanoğullarının fetih savaşlarını
da sona erdirmişti.
Fetihlerin sona ermesiyle birlikte Osmanlı’nın Avrupa topraklarındaki etkinliği
de azalmaya başladı. Nihayetinde Sultan II. Mustafa (1664–1703) döneminde,
1699’da Avusturya İmparatorluğu’yla imzalanan Karlofça Anlaşması’yla
Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları da nihayete ermiş oluyordu. Osmanlılar bu
anlaşmayla neredeyse bütün Macaristan ve Erdel Beyliği’ni Avusturya’ya,
Ukrayna ve Podolya’yı Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya kıyılarınıysa
Venediklilere bırakmak zorunda kaldı. Bu, imparatorluğun Avrupa’da ciddi
toprak kaybettiği ilk anlaşmaydı. Bundan böyle kaybedilenler geri alınmaya
çalışılacaktı. Duraklama dönemi bitmiş, gerilemeye geçilmişti.
Geri sayım başlıyor…
Avrupalı tarihçiler, Osmanlı’nın çöküşünü sadece Avrupa ile yapılan
savaşların perspektifinden sunma eğilimindedir. Her ne kadar bu savaşlar
önemli olsa da Osmanlı’nın 18. yüzyıldaki serüveni daha çok ekonomiye ve iç
nedenlere bakarak açıklanabilir. Bu çöküşün ağırlıklı iki sebebi; baş döndürücü
bir nüfus artışı ve modernleşmeyi reddediştir.
Bu yüzyılda Osmanlı nüfusu ikiye katlanmıştı. Ülkenin ekonomik kaynakları
bu büyüklükteki toplumu besleyemeyince, işsizlik ve kıtlık baş gösterdi. Afrika,
Asya ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasında bulunan imparatorluğun
zenginliği büyük ölçüde ticaret yolları üzerindeki hâkimiyetinden geliyordu.
Ancak Avrupa’nın genişlemesi ve özellikle de deniz aşırı keşifler, Osmanlı’yı
devre dışı bırakan yeni ticaret yolları ortaya çıkarmıştı. Bu durum, sınırları
içerisinden geçen tüm mallardan vergi toplayan Osmanlı’nın ciddi bir gelir
kaybı yaşamasına neden oldu.
Viyana’nın Osmanlılar tarafından kuşatılmasını resmeden bir çalışma (LIFE)

Öte yandan Osmanlı 18. yüzyılda Avrupalıların lokomotifliğini yaptığı


sanayileşme trenine binmekte gecikmişti. Tabii ki burada sanayileşmeden
kastımız, kullanılan mekanik alet sayısının çokluğu gibi unsurlar değil, bilakis
zihniyetti. Sanayileşmenin başlıca gereği sanayi faaliyetlerinin kontrol
edilmesiydi. Oysa Osmanlılar, halen üretimin küçük çaplı zanaat loncaları
eliyle yürütüldüğü eski sanayi yöntemleri üzerinde yol alıyordu. Zamanla
Osmanlı ve Avrupa ilişkileri vites değiştirdi. Avrupalılar, giderek artan bir
şekilde Osmanlı’dan hammadde satın alırken, ürettikleri işlenmiş malları
Osmanlı’ya geri satıyorlardı. Bu ürünler yeni endüstriyel metotlarla imal
edildiğinden, Osmanlı’da üretilen benzerlerinden daha ucuza mal oluyordu.
Söz konusu durum, 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında kısa
sürede Osmanlı zanaatına ciddi darbe vurmuş; ataerkil üretim yöntemleri,
fabrikasyon üretim karşısında köşeye sıkışmıştı.
İmparatorluğun 19. yüzyılına, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik etkinlik alanını
genişletmesi ve bunun sonucunda Osmanlı’yla yaptığı savaşlar damgasını
vurdu. Batılı sömürgeci güçler, 19. yüzyılın tamamında ve 20. yüzyılın
başlarında, akıl almaz bir paylaşım141 savaşına tutuşmuştu. Bu kapışmanın
bir bölümü Avrupa topraklarında olsa da gözlerine kestirdikleri toprakların
büyük bir kısmı Avrupa’da değildi. İnsanlık, toprakların 19. ve 20. yüzyıllarda
olduğu gibi hızla ve delicesine yağmalandığı bir dönemi daha önce hiç
yaşamamıştı. Bunun Osmanlılar açısından nihai sonucu, imparatorluğun
kaybedilmesi ve nihayetinde hanedanlığın çöküşü olacaktı.
Kırım Savaşı ve ‘sıradanlaşan’ Osmanlı
Rusya ile yapılan Kırım Savaşı’nın ardından Osmanlı Avrupa açısından bir
tehlike olmaktan çıkacak, denge arayışlarında sıklıkla başvurulacak bir
enstrüman olacaktı.
Rusya, 16. ve 17. yüzyıllar boyunca Orta Asya’daki küçük Müslüman ülkeleri
sırasıyla etkisi altına almış, 1854’e gelindiğinde kendisini Karadeniz kıyılarında
bulmuştu. O tarihten itibaren, daha önce izlediği ‘Osmanlı zayıf olsun,
kontrolümüzde olsun’ şeklinde tanımlanabilecek politikasını bir kenara
bırakarak, doğrudan imparatorluğu parçalamaya soyundu. Osmanlı, bölgenin
hâkimi olarak, Hıristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve çevresinde Katolik ve
Ortodokslara çeşitli ayrıcalıklar tanımıştı. Ruslar buradaki Hıristiyanlar
üzerinde söz sahibi olmak istiyor, bunun için de aynı hedefi güden Fransızlarla
çekişiyorlardı. Doğu Avrupa’daki toprakları, özellikle de Eflak (Romanya) ve
Boğdan (Moldavya) eyaletlerini ilhak etme konusunda oldukça hırslı olan
Rusya, kutsal topraklardaki Hıristiyanları gerekçe göstererek Osmanlı’ya savaş
açtı. Fransa ve İngiltere’nin bölgedeki kazançlı ticari çıkarlarını korumak için
Osmanlı’yla ittifak kurmasıyla çatışma, kısa sürede bir Avrupa Savaşı’na
dönüştü.
İngiltere-Fransa-Osmanlı ittifakının başarısıyla neticelenen savaşın
Osmanlıların lehine gibi görünen sonucu, bir gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya
koymuştu. Osmanlı artık Avrupa’nın kontrolündeydi. Avrupalılar Osmanlı’yı
dikkate alınacak bir aktör olmaktan ziyade, kendi çıkarları için
kullanabilecekleri bir araç olarak görmeye başlamışlardı.
Osmanlı tarihinin alacakaranlığında Avrupa’daki en büyük tehlike Çarlık
Rusyası’ydı. Yayılmacı bir politika izleyen Ruslar, Osmanlı’nın elindeki birçok
kara parçasını istiyordu. Bu toprakları ilhak etmelerini önleyen tek şey,
Kırım’da acı bir şekilde tecrübe ettikleri üzere, Avrupa’daki güç dengesiydi.
Özellikle de Doğu Avrupa’nın kontrolü konusunda Avusturya ve Almanya’dan
çekiniyorlardı. Yine de Ruslar için gerçek ödül halen Konstantinopol’dü. Eğer
bu şehri ele geçirebilirlerse, hem sıcak denizlere inebilir hem de Avrupa ve
Asya arasındaki tüm ticaret yollarını kontrol edebilirlerdi. Kırım Savaşı’nda
Osmanlı’yı doğrudan yıkmanın mümkün olmadığını gören Ruslar, taktik
değiştirerek imparatorluğun Balkanlardaki topraklarına yöneldi. Osmanlı’yı
oradan vuracaklardı.

1801’de Osmanlı İmparatorluğu (www.lib.utexas.edu)

Osmanlılar bitkindi. İslam dünyasını Avrupa’nın baskısından asırlarca


koruyan bir zamanların devasa askeri gücü, Rusya karşısında aldığı
yenilgilerden dolayı kendine güvenini kaybetmişti. Osmanlı’nın Bosna ve
Hersek’te yaşayan Slav tebaası, 1875’te bağımsızlık talebiyle ayaklandı.
Onları Bulgaristan izledi. Bu ayaklanma daha geniş çaplı bir siyaset olan Pan-
Slavizm hareketinin bir parçasıydı. Ruslar, mimarı oldukları bu hareketle,
Avusturya, Almanya ve Osmanlı topraklarında yaşayan Slav halklarını kendi
kontrollerindeki bir siyasi birlik altında toplamayı hedefliyorlardı. Osmanlıları
ortadan kaldırmaya ve 1453’ten bu yana aklından çıkaramadığı İstanbul’u ele
geçirmeye kararlı olan Çarlık Rusyası, isyancı Sırbistan ve Karadağ’la birlik
olup bir kez daha Osmanlı’ya savaş ilan etti. II. Abdülhamid yönetimindeki
Osmanlı, 1878 yılında barış istemek zorunda kaldı. İmzalanan Berlin
Antlaşması,142 Osmanlı’nın artık dağılmaya başladığını gösteriyordu. Büyük
toprak kayıplarıyla Osmanlılar, Avrupa sahnesinden çekilmiş, artık ayakta
kalma mücadelesi verir olmuşlardı. Son yaklaşıyordu.
İttihatçılar yönetime el koyuyor
Osmanlı entelektüelleri arasından çıkan ‘Genç Osmanlılar’ 1860’lardan
itibaren imparatorluğun, içine düştüğü parçalanma sürecinden ancak ve ancak
meşrutiyete (Anayasal Monarşi) geçmekle kurtulabileceğini savunuyorlardı.
1876’da II. Abdülhamid’e isteklerini kabul ettirmeyi başardılar. Lakin
Abdülhamid meşrutiyet fikrine karşıydı. İlk fırsatta, 1877–78 Osmanlı-Rus
Harbi’ni gerekçe göstererek parlamentoyu kapadı.
1900’lerde bu kez sahneye, ağırlıklı olarak askerlerden oluşan Jön Türkler
çıktı. Onların da görünürdeki hedefi anayasal düzendi. II. Abdülhamid’i baskı
altına alarak 1908’de meclisi bir kez daha açtırdılar. Her ne kadar meşruti
yönetim kâğıt üzerinde zaten yürürlükte olsa da (sadece parlamento
kapalıydı), olay tarihe II. Meşrutiyet olarak geçti. Jön Türklerin en güçlü
kanadı İttihat ve Terakki Partisi, zamanla yönetime el koydu ve tüm ‘anayasal
ve liberal yönetim’ söylemlerine rağmen diktaya yöneldi. Özellikle Balkan
Savaşları’ndan sonra partinin ılımlı, demokrat ve imparatorluk milletlerinin
‘Osmanlı’ üst kimliği altında bir arada tutulabileceğini savunan kesimi
etkisizleştirildi. İpler tamamen, ‘Türkçülüğü’ savunan143 tepeden inmeci
reformist kesimin eline geçti. Aslına bakılırsa İttihatçıların yönetimi ele
geçirmesiyle padişahlık, resmen olmasa da fiilen sona ermiş, son demlerini
yaşamaya başlamıştı.
Sondan bir önceki durak: Balkan Savaşları
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın ilk on yılında Avrupa
tarihi, Avrupalı güçlerin amansız savaşlarına sahne oldu. Kavgada yumruğun
sayılmadığı bu süreçte tek bir amaç vardı: Daha çok toprak elde etmek.
‘Avrupa’nın hasta adamı’ 144 Osmanlı, elinde kalan topraklarla iştahları
kabartıyordu. 1911’de Fransa ve İtalya, Osmanlı Libyası yüzünden çatışma
halindeydi. Fransa’nın Osmanlı’ya saldırarak Libya’yı ele geçirmesinden korkan
İtalya daha önce davrandı ve Osmanlı’yı yenerek Libya ve On İki Adaları ele
geçirdi.
Bu durumun cesaretlendirdiği Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ;
Yunanistan’ın kuzeyindeki, Trakya’daki ve Karadeniz kıyılarındaki Osmanlı
topraklarını ele geçirmek için saldırdı. İmparatorluk, adeta mıknatıs gibi
‘toprak avcılarını’ çekiyordu! Müttefikler Osmanlı’yı neredeyse Avrupa’nın
ucuna kadar çekilmek zorunda bıraktı. Ancak Bulgaristan’ın Osmanlı’dan
kopardığı parçanın büyüklüğüne isyan eden Yunanistan, Sırbistan ve
Karadağ’ın bu ülkeye saldırmasıyla Balkan Savaşları’nda ikinci perde başladı.
Bu üç devlet, Osmanlıların da kendilerine katılmasıyla Bulgaristan’ın ilhak
ettiği toprakları geri aldı.
Osmanlı, savaşın bu ikinci faslında teselli edici bir zafer kazanmışsa da
resmin geneline baktığımızda iç karartıcı bir manzarayla karşılaşırız. Batı
Trakya, Makedonya’nın tamamı, Arnavutluk ve Ege Adaları kaybedilmiş;
Osmanlı’nın elinde Avrupa’daki topraklarından geriye sadece Doğu Trakya
kalmıştı. Tarihin cilvesi olsa gerek, bu iki Balkan Savaşı’ndaki toprak
paylaşımlarının yarattığı huzursuzluk, Avrupa ülkelerini birbirlerine düşürecek
ve Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyecekti.145
Birinci Dünya Savaşı ve çöküş
Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda sarayın etkisi
azalmış, Jön Türkler tarafından Abdülhamid’in yerine tahta oturtulan Sultan V.
Mehmed Reşad’ın (1844–1918) gücü sembolik yetkilerle sınırlandırılmıştı. Ülke
fiili olarak İttihat Terakki Partisi’nin liderleri Enver, Cemal ve Talat Paşaların
yönetimindeydi. Osmanlı, ayak sesleri duyulan savaş öncesinde, hem içine
düştüğü yalnızlıktan kurtulmak hem de o ana kadar kaybettiği toprakları
tekrar geri alabilmek için birlikte savaşabileceği bir saf arıyordu.
İlk etapta İngiltere ve Fransa’ya yanaşılsa da Osmanlı’nın gücünü gayet iyi
tartmış olan bu ikili, girişime sıcak bakmadı. Osmanlı’nın tarafsız kalmasından
yanaydılar. Almanlar ise Osmanlı’yı yanlarına çekmek istiyorlardı. Zira
Hilafet’in etkisiyle Müslümanları İngiltere’ye karşı ayaklandırmayı, Süveyş
üzerinden Hind Altkıtası’na uzanan İngiliz nefes borusunu Osmanlılar eliyle
sıkmayı ve son tahlilde Osmanlı’yı Rusya’yla savaştırarak kendi üzerlerindeki
yükü azaltmayı planlıyorlardı. İttihatçılar da Almanların desteğini alarak
Rusların Boğazlara yönelik geleneksel saldırganlığına son vermek
niyetindeydi. Üstelik İttihatçı paşalar, Almanların savaşı kazanacağından
neredeyse emindi. Nihayetinde herkesin bir planı vardı, ama hiçbiri tutmadı.
Osmanlı’nın ittifak yaptığı taraf yenildi. Savaş sonunda Rusya’daki Çarlık rejimi
ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu resmen, Osmanlı İmparatorluğu da
resmiyette olmasa da fiilen sona erdi.
Bu yenilginin akabinde Osmanlı; Suriye, Filistin, Arabistan ve
Mezopotamya’daki topraklarını kaybetti. 1919 yılında Osmanlı’dan geriye
sadece Türkiye kalmıştı.
Savaşın ardından galipler, Osmanlı’ya neredeyse nefes almasını bile şarta
bağlayan Sevr Antlaşması’nı dayatınca, Osmanlı subayı Mustafa Kemal
liderliğindeki reformistler, başarılı bir sürecin ardından imparatorluğun
üzerindeki tehdidi bertaraf edip, geri kalan topraklar üzerinde yeni bir ülke
kurdular: Türkiye.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıllık
ömrünün son nefesini verdi. İmparatorluğun üç kıtaya yayılan topraklarından
tam 64 ülke doğdu. Osmanlı ayrıca Hindistan, Pakistan ve Bangladeş
Müslümanlarını, Singapur, Malezya, Endonezya ve Türkistan Hanlıkları ile
Nijerya ve Kamerun’u da Hilafet otoritesinin altına almıştı. Osmanlı ordusu
çeşitli zamanlarda 14 değişik ülkede bulunmuş, donanması dünyanın birçok
denizinde yelken açmıştı. Osmanlı’nın sahneden çekilmesiyle dengesi bozulan
Ortadoğu, bir daha huzur yüzü görmeyecekti...
Osmanlı neden başarılı olmuştu?
Osmanlı’nın başarısızlığının sebeplerini masaya yatırmadan önce, kısa da
olsa, neden başarılı olduğuna değinmek isabetli olur sanırım. Doğal olarak,
başarının sihirli bir formülü yoktu. Birbirini besleyen birçok faktörün bir araya
gelmesiyle yükselişe geçilmiş, bunların zamanla bozulmasıyla da kaçınılmaz
son yaşanmıştı. Peki neydi Osmanlı’yı Osmanlı yapanlar?
Birinci sırada, sıkı ve merkezi devlet yapısı geliyordu. İktidar her zaman tek
bir eldeydi. Çağdaşlarında ya da seleflerinde sıklıkla gördüğümüzün aksine,
Osmanlı’da taht için savaşan fraksiyonlar yoktu. Üstelik imparatorluk altı asır
boyunca tek bir hanedanlık tarafından yönetilmişti. Romalıların sekiz,
Bizanslıların dokuz ve İspanyolların farklı milletlerden üç ayrı hanedanlık
tarafından yönetildiğini göz önünde bulundurursak, Osmanlı’da gerçek
anlamda devlette devamlılık esastı diyebiliriz.
Eğitim bizzat devletin kontrolündeydi. Devlette görev alacak bürokratlar,
Enderun denilen saray okulunda yetiştiriliyordu. Devşirme sistemi, her ne
kadar ilk etapta zor kullanılarak başlatılmış olsa da zamanla adı konulmamış
bir beyin transferi mekanizmasına dönüşmüş; imparatorluğun dört bir
yanından gelen parlak zihinlerin, din ve diline bakılmaksızın, devlet
kademelerinde yükselmesine imkân tanınmıştı. Onlarca örnekten sadece
birkaçını; ünü çağları aşan Osmanlı mimarı Mimar Sinan’ın, büyük Osmanlı
Amirali Barbaros Hayrettin Paşa’nın ve Kanuni, II. Selim ve III. Murad
dönemlerinin ünlü sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’nın birer devşirme
olduğunu hatırlatıp devam edelim.
Din Osmanlı’da devlet erkinin içinde eritilmiş, Sultan her zaman ‘dinin
koruyucusu’ olarak görülmüştü. Ya da diğer bir deyişle, Batı’daki gibi sürekli
bir saray ve kilise çekişmesi olmamıştı. Savaşlarda ‘cihad’ düşüncesiyle
hareket eden ordu, bozulma dönemine dek Osmanlı’nın dinamosuydu;
yeniçerilerin ‘uhrevi’ fetih motivasyonu, Batılıların ‘dünyevi’ fetih güdülerine
baskın çıkıyordu. Barut etkin bir şekilde kullanılıyor, özellikle yükselme
döneminde, askeri teknoloji yakından takip ediliyordu. Sadece askeri alanda
değil, diğer sahalarda da farklı kültürlerin yenilikleri ve isabetli uygulamaları
komplekssiz bir şekilde transfer ediliyordu.
İslam, bir çimento gibi, devlet erkini ve Osmanlı tebaasının Müslüman olan
kısmını en azından milliyetçilik akımı patlak verene dek bir bütün olarak
tutmayı başarmış, din hürriyeti ve ‘millet sistemi’ de Müslüman olmayan
tebaanın uzun bir süre (yine milliyetçilik akımına dek) sorunsuz bir şekilde
merkezi otoriteyi kabullenmesini sağlamıştı. Osmanlı, sınırları dışında kalan
dini gruplarla da yakından ilgileniyor; bazen siyasi pragmatizmden
kaynaklansa da ‘aman’ diyene elini uzatmaktan çekinmiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan neydi?
Birçok imparatorlukta olduğu gibi Osmanlı’nın da altını oyan, ekonomiydi.
Yıkılışı genellikle toprak kayıplarıyla izah edilse de ekonominin dramatik
sondaki rolü tartışılmazdır. Din, devlet yönetimi, savaş ve tarım söz konusu
olduğunda maraton koşabilen Osmanlı’nın, ticaret ve sanayi söz konusu
olduğunda, ayakları titriyordu. Özellikle sanayi, savaş teknolojisi ve ticaretle
büyüyen Avrupa imparatorlukları boy göstermeye başlayınca bu yetersizlik,
bünyeyi sinsice saran bir zehre dönüştü. Ülkedeki finans işleri tamamen
azınlıklara bırakılmış, hatta bir dönem ticaretle uğraşmak ayıplanacak bir
durum olarak görülmüştü. İmparatorluğun çekirdeğini oluşturan Müslüman
Türklerin bu konulardaki yetersizliği ve isteksizliği, tüm bu işleri çekip çeviren
Yahudilerin, Ermenilerin ve diğer unsurların başta tehcir olmak üzere birçok
sebepten dolayı imparatorluktan kopması ya da koparılmasıyla bünyeyi
yıkıma sürüklemekte gecikmedi.
Çöküş kaçınılmazdı. Büyük Osmanlı zenginliğinin dinamosu, İpek Yolu
üzerinden doğuyla yapılan ticaretti. 1500’lerde İspanyolların Amerika’dan
gemiler dolusu altın ve gümüş getirmesi, Avrupa’da enflasyona sebep olunca
bunun şok dalgaları Osmanlı’yı da vurdu. Portekizlilerin Ümit Burnu’nu
dolanarak Müslümanların ticari avantajlarını devre dışı bırakması, coğrafi
keşiflerle yeni dünyalara ulaşan Avrupalı güçlerin Afrika ve Asya’yı
sömürmedeki iştahları Osmanlıları faka bastıracaktı. Üstüne üstlük, Fatih’in
‘dışa dönüklüğü’ haleflerinin çoğuna yansımayınca, kendisini en çarpıcı şekilde
matbaanın Osmanlı diyarlarına gecikmeli gelmesinde gösteren içe kapanma
eğilimi, hantallaşmayla sonuçlandı. Diğer bir deyişle, Osmanlı Rönesansı’nın
tohumlarının atıldığı saray, aynı zamanda imparatorluğun ölüm döşeği de
olmuştu.
Değişmeyen tek şey değişimdi, ama Osmanlı…
Osmanlılar, sadece cephelerde değil, ekonomik savaşta da mühimmat
sıkıntısı çekmişti. Venedikli tacirler, borsa ve yatırım bankacılığı gibi suları
keşfededursun, bu tür tartışmaların Türk topraklarına ulaşması, Osmanlı’nın
ölümünden bile çok sonraları gerçekleşecekti. Özetle, doğmakta olan
kapitalist düzeni uzaktan izlemekle yetinmiş olması, üstelik bu düzenin
sacayaklarından biri olan sömürgeciliğin -ucundan tutmayı bir yana bırakalım-
önüne geçmek için elinden geleni yapmış olması, belki de imparatorluğun
yarış dışında kalmasında başrol oynamıştı. Çoklarının aklını kurcalayan soru
şuydu aslında: Neden elindeki tüm imkânlara rağmen Osmanlı sömürgeci bir
güç olmamış; İspanya, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Portekiz gibi denizaşırı
imparatorlukları bir başına bırakmıştı? Osmanlı’nın da Hind kıyılarında
limanları, ‘siyasi ağırlığı’, Süveyş kanalı kıyılarınca hâkimiyeti, kısacası akla
gelebilecek her türlü jeopolitik avantajı vardı. Besbelli ki oyunu kurallarına
göre oynamamış ve kaybetmişti. Bugün asırlarca Osmanlı egemenliği altında
kalmış ülkelerin hiçbirinde Türkçe konuşulmaması, buna karşın diğer
sömürgeci güçlerin gittikleri her yerde kendi dillerini ve hatta dinlerini ikame
etmiş olmaları bile tek başına açıklayıcıdır sanırım.
Osmanlı, teklemeye başlayan sistemini elden geçirmesi gerektiğini biliyordu.
Tek kusuru, bunun zamanlamasını ayarlayamamış olmasıydı. Reforma
kalkışıldığında iş işten geçmişti. Orduda ve idari sistemde yapılan yenilikler
yetersiz kaldı. Batı ile aradaki makas süratle açılıyordu.
Ani toprak kayıpları, şüphesiz ki imparatorluğun yönetim kademesini
derinden etkilemiş, bugün bile Cumhuriyet Türkiyesi’nin yönetici elitlerinin
zihin dünyasında etkisini sürdüren bir travmaya yol açmıştı. Özellikle
imparatorluğun son yüzyılına denk gelen bu büyük toprak kayıplarının temel
nedeni, 1789 Fransız Devrimi’nin insanlığa armağanı olan ‘milliyetçilik’ ve
onun kaçınılmaz ürünü olan ‘ulus-devlet’ti. Osmanlı, ‘ulusların kendi
kaderlerini kendilerinin tayin etmesini’ öngören ve milliyetçiliği yükselen
değer yapan bu devrime ideolojik açıdan hazırlıksız yakalanmıştı. Zira
Osmanlı’nın kitabında milliyetçilik ve etnik köken gibi kavramlara yer yoktu.
“Her türlü dini hürriyete sahip farklı milletlerin merkezi yönetimden ‘eşitlik’ ve
‘kendi kendine yönetim’ talep etmesi de neyin nesiydi?”
İmparatorluğun ‘Türk ötesi’ topraklarında milliyetçilik yükseldikçe Osmanlı
sertleşti; Osmanlı sertleştikçe milliyetçi tepki, Türklere göre ‘isyanlara’, isyan
edenlere göreyse ‘ulusal bağımsızlık savaşlarına’ dönüştü. Ve nihayetinde
Birinci Dünya Savaşı’yla yeni bir dünya düzeni kuruldu. Osman’ın Rüyası sona
ermiş, dünya değişmiş, değişmeyen Osmanlı kaybetmişti.
Osmanlı’dan geriye kalan: Kaos
İlk dünya savaşının sonuçlarını, imparatorluklarını kaybeden diğer uluslar
gibi gayet acı bir şekilde hatırlıyoruz. Osman Gazi nasıl Selçukluların
küllerinden doğduysa, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından benzer şekilde küle
dönmüş Osmanlı’dan da bir başka lider çıkmıştı: Mustafa Kemal Atatürk.
Atatürk kısaca, Osmanlı neyse, o olmayandı. İçinden çıktığı sisteme yönelik
reform girişimleri bazen öylesine ileri noktalara ulaştı ki bu sert kırılmaların
etkisini ‘laiklik’, ‘din-devlet ilişkileri’, ‘seçilmişler-atanmışlar’, ‘azınlıklar’ gibi
onlarca başlık altında hararetli bir şekilde tartışmaya halen devam ediyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin gözle görülebilir kurumsal ve kültürel başarılarını göz
ardı etmemekle birlikte, neredeyse altı asır süren çok kültürlü, çok dilli ve çok
dinli bir sıcak su havuzundan çıkıp bir anda tek-tipliğin kutsandığı, soğuk suyla
dolu ulus-devlet havuzuna atlamış olmanın yarattığı şoku atlatabilmiş
olduğumuzu da söyleyemeyiz. Bu, konunun, içerideki mirasçılarını ilgilendiren
kısmı. Tabii bir de Osmanlı’nın dışarıdaki varisleri var.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan antlaşmalarla suni bir şekilde
oluşturulan devletlerin sebep olduğu sıkıntıları her gün iliklerimize kadar
hissediyoruz. Balkanlar ve Kafkaslar her an patlamaya hazır bomba gibi.
Irak’ta savaşın biri bitiyor, diğeri başlıyor. İsrail-Filistin meselesi, dünya
kamuoyunun canını yakmaya devam ediyor. Lübnan, Mısır, Ürdün, Suriye ve
asırlarca Osmanlı’nın egemenliğinde kalmış diğer bölge ülkeleri, hem kendi
içlerinde hem de birbirleriyle sorunlu. Osmanlı’yı tarih içindeki müstesna
yerinde bırakıp bir sonraki imparatorluğun öyküsüne geçmeden önce gelin
ABD eski Başkanlarından Bill Clinton’ın, 15 Kasım 1999’da Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada dile getirdiği şu tespiti bir kez daha
hatırlayalım:
“Osmanlı’nın dağılması ve Türkiye’nin yükselmesiyle bu yüzyılın tarihi
şekillendi. Yıkıntılardan yeni milletler doğdu.20. yüzyılı anlamak için
Türkiye’nin tarihi bir anahtardır. Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki bin yılın ilk
yüzyılının şekillenmesinde de önemli roloynayacaktır.”
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Osmanlı İmparatorluğu, en geniş sınırlarına IV. Mehmed zamanında ulaştı. İmparatorluğun toprak
genişliği, dolaylı yollardan idare edilen topraklarla birlikte 5.5 milyon km²’yi bulmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üç kıtaya yayılmıştı. İmparatorluğun geride bıraktığı
topraklardan onlarca ülke çıktı! Belki de Osmanlı, bu açıdan en bereketli ülkelerden biriydi. Bu ülkeleri
Osmanlı hâkimiyetinde kaldıkları sürelerle (parantez içinde yıl olarak) birlikte yazarsak oldukça çarpıcı
bir listeyle karşılaşırız: Arnavutluk (435), Azerbaycan (25), Bahreyn (400), Birleşik Arap Emirlikleri
(400), Bosna-Hersek (539), Bulgaristan (545), Cezayir (313), Cibuti (350), Eritre (350),
Ermenistan (20), Filistin (402), Güney Kıbrıs (293), Gürcistan (400), Hırvatistan (539), Irak (402),
İsrail (402), Karadağ (539), Katar (400), Kosova (539), Kuveyt (381), Kuzey Kıbrıs (293), Libya
(394), Lübnan (402), Macaristan (160), Makedonya (539), Mısır (397), Moldova (490), Romanya
(490), Sırbistan (539), Slovakya (20), Slovenya (250), Somali (350), Sudan (397), Suriye (402),
Suudi Arabistan (399), Tunus (308), Ukrayna (308), Umman (400), Ürdün (402), Voyvodina
(166), Yemen (401), Yunanistan (400).
Osmanlılar da iktidara giden yol oldukça kanlıydı. Devletin istikrarını ve dolayısıyla da tahtını sağlama
almak isteyen padişahlar, gerektiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmamışken, bir çok padişah da
iktidara geldikten sonra öldürülmüştü. Söz gelimi Osman Bey, amcası Dündar Bey’i, I. Murat,
oğlunu, Yıldırım Beyazıd on kardeşini, Çelebi Mehmet kardeşini, II. Murat kardeşini ve amcasını,
Fatih kardeşini, II. Beyazıd, kardeşini ve yeğenlerini, Yavuz Sultan Selim babasını, iki kardeşini ve üç
yeğenini, Kanuni oğullarını ve dört torununu, III. Murat beş kardeşini, III. Mehmet on dokuz (!)
kardeşini ve bir oğlunu, II. Osman kardeşini ve IV. Murat da üç kardeşini öldürtmüştü! Bunların yanı
sıra padişahlardan IV. Mustafa II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılmış, I. Mustafa uzun süre
hapis yattıktan sonra öldürülmüş, II. Osman Yedikule zindanlarında Yeniçeriler tarafından
katledilmiş, Sultan İbrahim de Kösem Sultan’ın karıştığı bir komplo sonucu boğdurulmuş ve III. Selim
de saray darbesiyle canından olmuştu.
Osmanlı padişahlarından cephede ölen tek isim I. Murad’dı. Kırka yakın savaşa giren ve neredeyse
hiçbirini kaybetmemiş olan I. Murad, 1389’da I. Kosova Savaşı’nın ardından savaş alanını gezerken
bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek öldürüldü.
Osman Gazi’den Kanuni’ye dek ilk on Osmanlı padişahı, ordunun başında savaştı. Cepheye
gitmeyen ilk padişah II. Selim olmuş, onu takip eden isimlerden sadece III. Mehmed, II. Osman,
IV. Murad, IV. Mehmed ve II. Mustafa savaşlara katılmıştı. Son tahlilde 36 Osmanlı padişahından
sadece 15’i savaş yüzü görmüştür. Gerileme sürecinde I. Mahmud, III. Mustafa, I. Abdülhamid,
III. Selim, II. Mahmud, I. Abdülmecid, II. Abdülhamid ve V. Meh-med’e, savaşmadıkları halde,
fetvayla ‘gazi’ unvanı verilmişti.
Yirmi sekizi halifelik unvanı taşımasına rağmen otuz altı Osmanlı padişahından hiçbiri hacca
gitmemişti! Bunun sebebi, dönemin şartlarında hac farizasını yerine getirmenin 3 ay sürmesi ve
hiçbir padişahın da devletin başından bu kadar uzun süre ayrılmayı ve başkentten uzak kalmayı
göze alamamış olmasıydı. Padişahların bu yöndeki tutumunda Şeyhülislam Esad Efendi’nin, Hacca
gitmek isteyen II. Osman’a “Padişahlar için oturup adaleti tesis etmek daha elzemdir. Caiz ki bir
fitne zuhur eyleye” fetvasını vermiş olmasının da payı vardır.
Osmanlılarda iktidara giden yol oldukça kanlıydı. Devletin istikrarını ve dolayısıyla da tahtını sağlama
almak isteyen padişahlar, gerektiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmadı, birçok padişah da iktidara
geldikten sonra öldürüldü. Sözgelimi Osman Bey amcası Dündar Bey’i, I. Murad oğlunu, Yıldırım
Beyazıd on kardeşini, Çelebi Mehmed kardeşini, II. Murad kardeşini ve amcasını, Fatih kardeşini, II.
Beyazıd, kardeşini ve yeğenlerini, Yavuz Sultan Selim babasını, iki kardeşini ve üç yeğenini, Kanuni
oğullarını ve dört torununu, III. Murad beş kardeşini, III. Mehmed on dokuz(!) kardeşini ve bir
oğlunu, II. Osman kardeşini ve IV. Murad da üç kardeşini öldürttü. Bunların yanı sıra padişahlardan
IV. Mustafa II. Mahmud tarafından ortadan kaldırıldı, I. Mustafa uzun süre hapis yattıktan sonra
öldürüldü, II. Osman Yedikule zindanlarında Yeniçeriler tarafından katledildi, Sultan İbrahim Kösem
Sultan’ın karıştığı bir komplo sonucu boğduruldu ve III. Selim saray darbesiyle canından oldu.
Padişahların en yaşlısı 79 yaşında hayatını kaybeden Orhan Gazi, en genç vefat edeniyse 18
yaşında öldürülen II. Osman’dı. Buna mukabil en geç yaşta tahta çıkan isim 65 yaşında padişah
olan V. Mehmed, en erken yaşta padişah olansa, henüz 6 yaşında tahta çıkan IV. Mehmed’di.

İmparatorluğun Köşe Taşları


1326 Orhan Bey Bursa’yı alıp başkent yaptı.
1338 Bizanslılar Anadolu’dan çıkartıldı; Konstantinopol’e hapsedildi.
1354 Ankara ve civarı ele geçirildi.
1355 Gelibolu ele geçirildi. Türklerin Avrupa’ya geçişinde zıplama taşı oldu.
1361 Adrianople (Edirne) ele geçirildi.
1393 Yunanistan’ın kuzeyi ele geçirildi.
1402 Osmanlılar Ankara yakınlarında Timur’a (Timurlenk) yenildi. On bir yıl sürecek fetret döneminin ardından imparatorluk
güçlükle toparlanabilecekti.
1453 Bir yıllık kuşatmanın ardından Konstantinopol ele geçirildi.
1466 Arnavutluk alındı.
1475 Kırım imparatorluğa bağlandı.
1514 Çaldıran Savaşı’yla Safevi hükümdarı Şah İsmail mağlup edildi.
1517 Mısır Memlukluları mağlup edilerek toprakları imparatorluğa eklendi. Hilafet Osmanoğullarına geçti.
1519 Cezayir imparatorluğa bağlandı.
1521 Libya’nın kuzeydoğusu imparatorluğa bağlandı. Belgrat ele geçirildi.
1526 Mohaç Savaşı’yla Macarlar mağlup edildi.
1529 Sultan Süleyman Venedik’i almaya çalıştı ama başarılı olamadı.
1531 Tunus imparatorluğa bağlandı.
1551 Libya imparatorluğa bağlandı.
1534 Bugünkü Irak toprakları alındı.
1596 Eğri Kalesi alındı.
1635 IV. Murad Revan Seferi’ne çıktı.
1699 Karlofça Antlaşması imzalandı.
1711 Prut Savaşı kazanıldı
1726 İbrahim Müteferrika tarafından ilk Türk matbaası kuruldu.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı ve Ruslara Karadeniz’de seyrüsefer hakkı tanındı.
1829 Yunanistan otonomi kazandı.
1830 Sırbistan bağımsızlığını kazandı. Kuzey Cezayir Fransızlara geçti.
1832 Yunanistan bağımsızlığını ilan etti.
1839 İmparatorluğu idari ve teknik açılardan Avrupalılarla baş edebilecek seviyeye getirmeyi hedefleyen reformların hayata
geçirildiği Tanzimat Dönemi başladı.
1875 İmparatorluk maliyesi iflas etti, Avrupalı finans kuruluşlarına olan borçların faizleri ödenemez hale geldi.
1876 Sultan II. Abdülhamid ilk anayasayı yürürlüğe soktu (I. Meşrutiyet)
1878 Anayasa askıya alındı. Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’ın bir kısmı bağımsızlığını ilan etti.
1881 Osmanlılar Avrupa’nın mali kontrolünü kabul etmek zorunda kaldı. Tunus Fransızlar tarafından alındı.
1882 Mısır İngilizler tarafından işgal edildi.
1908 II. Meşrutiyet ilan edildi. İttihatçılar fiilen yönetimi ele geçirdi.
1912 Libya İtalyanlar tarafından alındı.
1914 Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’na girdi. İlk günlerde seri başarılar elde edildi.
1915 Ülkenin güneydoğusundaki Ermeniler tehcire tabi tutuldu.
1917 İngilizlerin Irak ve Suriye seferleri başladı. Osmanlı ordusu seri şekilde mağlubiyetler yaşadı. Bir sonraki yıl Ortadoğu’daki
topraklar elden çıktı.
1919 Yunanlılar İzmir’e çıkarak Batı Anadolu’da birçok yeri ele geçirdi.
1920 Osmanlı Sevr Antlaşması’nı imzalamaya zorlandı.
1922 Yeni oluşturulan Türk ordusu Mustafa Kemal önderliğinde Yunanlıları Batı Anadolu’dan çıkardı. Osmanlı İmparatorluğu ilga
edildi.
1923 Cumhuriyet ilan edildi. Türkiye Cumhuriyeti sahneye çıktı.

İmparatorluk Gemisinin Kaptanları


Padişah Lakabı Doğum-Ölüm İktidarı
I. Osman (Bey) 1258 – 1326 1299 – 1326
I. Orhan (Bey) 1281 – 1360 1326 – 1359
I. Murad (Hüdavendigar) 1326 – 1389 1383 – 1389
I. Beyazıd (Yıldırım) 1354 – 1403 1389 – 1402
I. Mehmed (Çelebi) 1389 – 1421 1413 – 1421
II. Murad (1. kez) 1404 – 1451 1421 – 1444 (tahttan feragat etti)
II. Mehmed (1. kez) 1432 – 1481 1444 – 1446
II. Murad (2. kez) 1404 – 1451 1446 – 1451
II. Mehmed (2. kez) (Fatih) 1432 – 1481 1451 – 1481
II. Beyazıd 1447 – 1512 1481 – 1512 (tahttan feragat etti)
I. Selim (Yavuz) 1470 – 1520 1512 – 1520
I. Süleyman (Kanuni) 1494 – 1566 1520 – 1566
II. Selim (Sarı) 1524 – 1574 1566 – 1574
III. Murad 1546 – 1595 1574 – 1595
III. Mehmed 1566 – 1603 1595 – 1603
I. Ahmed 1590 – 1617 1603 – 1617
I. Mustafa (1. kez) 1592 – 1639 1617 – 1618 (tahttan indirildi)
II. Osman (Genç) 1604 – 1622 1618 – 1622
I. Mustafa (2. kez) 1592 – 1639 1622 – 1623 (tahttan indirildi)
IV. Murad 1612 – 1640 1623 – 1640
I. İbrahim (Deli) 1615 – 1648 1640 – 1648 (tahttan indirildi)
IV. Mehmed (Avcı) 1642 – 1693 1648 – 1687 (tahttan indirildi)
II. Süleyman 1642 – 1691 1687 – 1691
II. Ahmed 1643 – 1695 1691 – 1695
II. Mustafa 1664 – 1703 1695 – 1703 (tahttan feragat etti)
III. Ahmed 1673 – 1736 1703 – 1730 (tahttan feragat etti)
I. Mahmud 1696 – 1754 1730 – 1754
III. Osman 1699 – 1757 1754 – 1757
III. Mustafa 1717 – 1774 1757 – 1774
I. Abdülhamid 1725 – 1789 1774 – 1789
III. Selim 1761 – 1808 1789 – 1807 (tahttan indirildi)
IV. Mustafa 1779 – 1808 1807 – 1808 (tahttan indirildi)
II. Mahmud (Adil) 1785 – 1839 1808 – 1839
I. Abdülmecid 1823 – 1861 1839 – 1861
Abdülaziz 1830 – 1876 1861 – 1876 (tahttan indirildi)
V. Murad 1840 – 1904 1876 – 1876 (tahttan indirildi)
II. Abdülhamit 1842 – 1918 1876 – 1909 (tahttan indirildi)
V. Mehmed (Reşad) 1844 – 1918 1909 – 1918
VI. Mehmed (Vahdettin) 1861 – 1926 1918 – 1922 (tahttan indirildi)

Müslümanlar bir taraftan doğuya uzanan yolları tutmuş, bir taraftan da güneyden kendilerini
sıkıştırmıştı. Soluk alacak bir koridor arıyorlardı. Sırtlarını dayadıkları okyanustan başka çıkış yolları
yoktu... Çıktılar, hem de ne çıkış! 14. ve 15. yüzyılın maceraperest Portekizli ve İspanyol denizcileri,
yeni topraklarda yeni zenginlikler bulma hayaliyle bilinmedik sulara açılmış, keşfettikleri yeni
dünyaların zenginliklerini yağmalarken karşılığında sadece ‘haç’, ‘lisan’ ve bolca gözyaşı vermişlerdi.
Amerika’nın altınlarını Afrika’nın kara bedenlerinden akan terle yoğurup tarihin gördüğü en aç gözlü
imparatorlukların temellerini attılar. Ama bir de madalyonun öteki yüzü vardı: Dini ve dünyevi
gerekçelerle çıktıkları bu seferler, dünya tarihinin neredeyse yeniden yazılmasıyla sonuçlanan
‘Keşifler Çağı’nı başlatmıştı!

Gemilere atlayıp dünya denizlerine yelken açtılar!

Portekiz ve İspanya Sömürge İmparatorlukları


14. yüzyıl–19.yüzyıl

“Misyonerler Afrika’ya geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizdeyse toprağımız vardı.
Bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil,
onların elinde topraklarımız kalmıştı...”
Kenya’nın ilk Devlet Başkanı Jomo Kenyatta

Nina, Pinta, Santa Maria… 3 Ağustos 1492’de Cadiz körfezindeki küçük Palos
limanından batıya doğru yelken açan bu üç İspanyol yelkenlisinin hedefi
Asya’ya ulaşmaktı. Bayrak gemisi Santa Maria’nın kaptanı Kolomb
(Christopher Columbus)146 varacağı yerden öylesine emindi ki kıyıya
çıktığında Büyük Han’a vereceği mektubu çoktan hazırlamış, Arapça
tercümanını da yanına almıştı. Asya üzerinden Japonya’ya; ‘zenginliğiyle göz
kamaştıran’ bu egzotik diyarlara açılmayı planlıyordu. Aynı dönemde Afrika’nın
ucuna ulaşan Portekizliler, Keşifler Çağı’nın nimetlerini tatmaya başlamıştı
bile. İspanyollar çabuk olmalıydılar. Kolomb ve mürettebatı, iki aydan biraz
daha fazla bir süre sonra, bugün Bahamalar olarak bilinen yerde kıyıya ayak
bastı. Santa Maria’nın zabıt kâtibi, kayıt defterinin 11 Ekim 1492 tarihli
sayfasına şunları yazıyordu:
“Gece yarısından iki saat sonra iki fersah uzaklıkta kara göründü. Gemiler
gün ışığını beklemek üzere demirlediler. Cuma günü, yerlilerin Guanahani
dedikleri Lucayos adasına vardılar. Kıyıda çıplak insanlarla karşılaştılar. Amiral
(Kolomb) kıyıya Martin Alonso Pinzon ve Nina’nın kaptanı, kardeşi Vicente
Yañez’in de içinde bulunduğu silahlı bir sandalla çıktı. Kraliyet prosedürünü
uyguladı. Kaptanlar yanlarında üzerinde yeşil haç bulunan iki bayrak götürdü.
Amiral, tüm gemilere bu bayraktan astırmıştı. Karaya indiklerinde yemyeşil
ağaçlar, bol miktarda su kaynağı ve çeşitli meyveler gördüler. Amiral, tüm
mürettebatı yanına topladı. Bu tarihi ana şahitlik etmelerini istiyordu.
Hepsinin huzurunda adayı kral ve kraliçe adına sahiplendiğine yemin etti…”
Ne oluyordu dersiniz? Gayet basit. İspanyollar, o an için Asya sandıkları
Amerika topraklarına el koyuyorlardı! Okuyacaklarınız, tarihin en büyük
paylaşım savaşının hikâyesidir. Yüzleri tuzlu su ve güneşten kavrulmuş
maceraperest denizcilerin, radikal Hıristiyan din adamlarının, topraklarına
toprak katarak iktidarlarını perçinlemek isteyen kral ve kraliçelerin ve olan
bitenden habersiz; kanları, canları ve topraklarıyla bu savaşın gerçek
mağdurları olan yerlilerin sırtında yükselen bir paylaşım savaşı…
***

15. yüzyıl Avrupası’na uzanıyoruz. Kastilya Kraliçesi İzabel (I. Isabella) ile
Aragon Kralı Katolik II. Fernando (Fernando II de Aragón) 1469’da evlenmiş,
o ana kadar gayet dağınık bir görüntü veren İspanya’yı toparlamışlardı. Bu iki
koyu Katolik soylunun evlenmesinden doğan ‘Taç Birliği’, beş kıtaya yayılacak,
dünyanın ilk küresel imparatorluğu olan İspanyol İmparatorluğu’na kapı
açacaktı.
O dönemde İspanyolların başı Müslümanlarla dertteydi. Bir yanda Endülüs’ü
ele geçirmiş Müslüman Emeviler, diğer yandan Avrupa’nın önde gelen
güçlerinden Osmanlı İmparatorluğu, adeta Avrupalıları kıtaya sıkıştırmış,
nefes aldırmıyorlardı. Aslına bakılırsa bu nefes darlığı, 1453’te
Konstantinopol’ün düşmesiyle başlamıştı. Zira Asya’ya giden ticaret yollarını
ele geçiren Osmanlılar, Batının bu kıtaya uzanan kollarını da kesmişti. O halde
Asya’ya gidecek yeni yollar bulunmalıydı. Buldular da. Madem karadan
gidilmiyordu, denizler ne güne duruyordu?

İspanyollar, Kastilya Kraliçesi İzabel ve Aragon Kralı Fernando’nun liderliği altında sürdürdükleri kanlı savaşların ardından Endülüs
Müslümanlarını İber Yarımadası’ndan çıkardılar. Artık yeni dünyaları keşfe koyulabilirlerdi…

Avrupa’nın kendisi küçük ama denizciliği büyük Portekizlileri davrandı önce.


Portekizli kâşif ve denizci Diaz’ın (Bartolomeu Dias)147 Afrika’nın en güney
ucuna inerek 1488’de Ümit Burnu’nu148 keşfetmesi, ‘yeni dünyalara giden
yeni yollar olabileceği’ teorisini ispatlamıştı. Portekizli gemiciler, yeni seferler
için gemilerini boyamaya, yelkenlerini dikmeye başlamışlardı bile.
Christopher Columbus…
Hemen hemen aynı günlerde Kolomb, Portekizlilerin Atlantik’e ve Afrika’nın
güneyine doğru yaptıkları seyahatleri inceliyor, sürekli batıya doğru gidilmesi
halinde Hindistan’a ulaşılabileceğini düşünüyordu. Tabii henüz bu rota
üzerinde, Asya ile aralarında koskoca bir Amerika kıtası bulunduğundan haberi
yoktu! Daha 1484’te Portekiz Kralı II. John’u batıya yol alacağı bir seyahate
destek olması için ikna etmeye çalışmış, ama başaramamıştı. Oysa
Portekizliler, Hindistan’a Afrika üzerinden deniz yoluyla ulaşmaya kararlıydı.
Hem zaten doğunun zenginliklerini neredeyse iki yüz elli yıl kadar önce
keşfedip gözlerinin açılmasına neden olan Venedikli gezgin Marco Polo da
sürekli doğuya gitmemiş miydi? O karadan gitmişti, kendileri de denizden
gidebilirdi elbet. John’dan eli boş dönen Kolomb, başka bir “sponsor”
bulmalıydı. Ama kim kendisine yardımcı olurdu ki?
İzabel ve Fernando ikilisi denizcilikte yaşanan gelişmelere kayıtsız değildi.
Yanı başlarındaki Portekiz Krallığı’nın hararetli keşif çabalarını dikkatle
izliyorlardı. Onlar da aynı yoldan gideceklerdi, ama daha önce yapacak önemli
bir işleri vardı: İber Yarımadası’ndaki Müslümanları ortadan kaldırmak! Zaten
evlilikleriyle reconquista’ya149 odaklanabilecekleri bir istikrar ortamı
sağlamışlardı.
İkili, yarımadadaki Müslümanlar üzerine yüklendi. İyi bir asker olan
Fernando, Aragon ve Kastil’in birleşik ordularını zaferden zafere taşıdı.
1492’de Müslümanların İber’deki son kalesi olan Granada’nın alınışını karı
koca birlikte izlediler. Hedeflerine ulaşmışlardı: Müslümanlar ve onlarla
birlikte Yahudiler sürülmüş 150 ve safkan Hıristiyan İspanya kurulmuştu.
Eldekileri sağlama alan karı koca, dikkatlerini dışarıya vermekte gecikmedi.
Hem dinlerini yayabilecekleri, hem de -belki de daha önemlisi- yeni
zenginliklere kavuşabilecekleri topraklara ulaşmak istiyorlardı. Aynı günlerde
sarayın kapısını aşındıran Kolomb, tam da kavuşmak istedikleri şeyleri vaat
ediyordu. Ona kulak verseler iyi olurdu. Verdiler de. Hem kulak hem de
destek.151

Kolomb, okyanusları aşacak yolculuğunu finanse etmeleri için Avrupa’nın birçok monarşisinin kapısını çaldı ama istediği desteği
veren, İspanyol Kraliçesi İzabel oldu. Onun ileri görüşlülüğü, İspanya’yı küresel bir imparatorluk yapacaktı. (İllüstrasyon:
http://www.heritage-history.com)

Yerlilerin şaşkın bakışları altında, keşfettiği toprakları kendisine destek


veren kral ve kraliçesi adına sahiplenen 41 yaşındaki Kolomb, daha birkaç ay
öncesine kadar İzabel’e ne diller döktüğünü hatırladığında, belli belirsiz
gülümsedi…
***

Kolomb’un Hindistan niyetine Amerika’yı keşfi, yeni bir çağın başlangıcını


müjdeliyordu: Keşifler Çağı! Avrupalılar için parlak, ‘keşfedilenler’ için ‘trajik’,
karada Batılılara kök söktüren Müslümanlar içinse ‘dramatik’ bir çağdı
başlayan…
İlk seferinin ardından Barcelona’ya dönen Kolomb, halen doğuya gitmek için
alternatif bir yol bulduğunu iddia ediyordu! Ona göre Küba, aslında
Japonya’ydı. Ama aslına bakılırsa, kalpleri keşif heyecanıyla atan birkaç
maceracı kâşifin dışında kimse ‘Burası neresi?’ sorusunun cevabıyla
ilgilenmiyordu. Kolomb, o dönemlerde geçerli olan ve ‘ancak üzerinde
kimsenin yaşamadığı topraklar üzerinde hak iddia edilebileceğini’ öngören
ilkeyi dikkate almadan, ayak bastığı toprakları İzabel ve Fernando adına
sahiplenmiş, Papa VI. Alexander da bunu onaylamıştı. Gerisinin artık bir
önemi yoktu!
Kolomb geri döner dönmez yeni bir seferin hazırlıklarına başladı. Bu kez ilk
seferdeki ‘kâşif’ şapkasını bir kenara bırakacak, ‘sömürgeci’ etiketi taşıyan
şapkasını takacaktı. 1493’te çıktığı bu ikinci seyahat öncesinde Okyanus
Amirali ve Hint152 Adaları Genel Valisi olarak tayin edilmiş, yapması
gerekenler şu şekilde sıralanmıştı:
— Yerli halkı Hıristiyanlaştır!
— Koloniyi genişlet!
— Ticaret üsleri kur!
— Ve doğuya doğru yol aramaya devam et.

Kolomb’un komutasındaki Nina, Pinta ve Santa Maria isimli gemiler, Asya niyetine çıktıkları yolculukta, Amerika kıtasına ulaştı ve o
andan itibaren dünya tarihi tamamen değişti. Sömürgeciliğin ilk adımları atılıyordu.

Bin beş yüz kişi taşıyan on yedi gemiyle ikinci ‘Hindistan’ seferine çıkan
Kolomb, Hispanyola’ya 153 ulaştığında, kendilerini daha önce güler yüzle
karşılayan yerlilerin tavır değiştirdiğini gördü. Başlangıçta yerli halk, uzak
diyarlardan gelen bu garip görünümlü misafirlere sıcak davranmıştı. Zaten
keşif niyetiyle yapılan ilk seferler esnasında Batılılar henüz ‘tek dişlerini’
göstermemişlerdi. Sömürülebilecek kaynakları belirlemek için bölgeyi ve halkı
inceliyorlardı. Fakat yerliler, ilk etapta her türlü ihtiyaçlarını gidermelerine
yardımcı oldukları ve karşılığında kendilerine daha önce hiç görmedikleri incik
boncuk türü şeyler veren bu yabancıların niyetinin pek de hayırlı olmadığını
kısa bir süre sonra anlamıştı. İlk isyan Hispanyola’da patlak verdi. Ancak bu
yabancıların elinde daha önce görmedikleri iki şey vardı ki biri ağzından ateş
saçıyor, öbürü de kesip atıyordu: Tüfek ve kılıç…
Kolomb, günlüğüne yerlilerin ‘savunma sanayisi’yle ilgili olarak şu satırları
karalamıştı:
“Ne bir tür silah taşıyorlar ne de silahın ne olduğunu biliyorlar. Onlara
kılıcımı gösterdim, nasıl tutacaklarını bilmediklerinden keskin tarafından
tutarak ellerini kestiler. Demir yoktu, tahtadan yapılmış ilkel mızraklar
taşıyorlardı. Bazılarının ucunda balık dişleri vardı, bazıları da çeşitli renklere
boyanmıştı...”

Neoklasik dönem ressamlarından John Vanderlyn’in (1775 –1852) gözünden Kolomb’un Amerika kıtasına ayak basışı.

Kesici silahlar ve barut gücüyle destekli İspanyollar, ayaklanmaları


acımasızca bastırdı. Yerlilere boyun eğdirmek için liderleri esir alındı. Kontrol
altına alınan yerliler, İspanyol imparatorluğunun zoraki işçileri olacaktı. Artık
yeni efendileri için Avrupa’da para edecek ürünler yetiştiriyor, bir de üstüne
üstlük vergi veriyorlardı. İspanyollar acımasız ve zalimdi. Hıristiyan ya da
beyaz olmayanların sömürülmesini haklı gören ırkçı dünya görüşü tarafından
rasyonelleştirilen154 katliam ve tecavüzler, bu Yeni Dünya’nın yeni gerçekleri
olmuştu…
Keşifler dönemi üzerine yazdığı kitaplarla tanınan tarihçi G.V. Scammel’in de
belirttiği gibi, “Kolomb’un nereyi keşfettiğinin bir önemi yoktu. Önemli olan,
yeni bir kıta bulması ve bunun da şaşırtıcı bir keşif ve fetih silsilesini başlatmış
olmasıydı.”
Kolomb’un ölümünden sonraki on yıl içerisinde Honduras’tan Brezilya’nın
doğu ucundaki Pernambuco’ya kadar uzanan kıyı şeridinin tamamının haritası
çıkarılmış, Barbados dışındaki bütün Batı ‘Hind’ adaları Avrupalılar tarafından
keşfedilmişti.
Altına hücum
İspanyollar, Karayiplerdeki bu seferlerin karşılığını almak için
sabırsızlanıyordu. Öyle ya, onca asker ve gemi için çok para dökülmüştü. Ve
nihayetinde istediklerinden fazlasını buldular: Altın! İspanyollar, altın
yataklarını bulunca bu iş için emek sarf etmek de yine yerli halka düştü. Bu
arada ufak ufak yerleşim çalışmaları da başlamıştı. İspanya’dan getirilen ve
tek görevleri, yerlileri Hıristiyan-laştırmak olan misyonerlere bu hizmetleri
karşılığında toprak ve yerli köleler bağışlanıyordu.
Karayiplerdeki altın madenlerinin ve işgücünün tükenmesi üzerine 1508–
1511 yılları arasında Porto Riko, Jamaika ve Küba gibi yerler, keşifle başlayıp
fetihlerle devam eden ve sömürüyle tamamlanan bir süreç sonunda tamamen
işgal edildi. Bu seferlere öncülük edenler ‘fatih’ (Conquistador) olarak
adlandırılıyordu.
Altına yönelik bu talep, 1500’lü yılların başında Hernan Cortes155 ve
Francisco Pizarro gibi İspanyol “fatihlerini” Orta Amerika’ya getirdi.
‘Yaptıklarıyla’ İspanyolların ulusal ‘kahramanı’ olan Cortes, Aztek
Medeniyeti’ni156 yerle bir ederken, Pizarro da İnka Medeniyeti’ni157 İspanyol
İmparatorluğu’na dâhil etmişti. Tabii taş üzerinde taş bırakmayıp, tüm
altınlarını yağmalayıp ana karaya transfer ettikten sonra.
Altına koşanlar sadece “fatihler” değildi. İlk gelen misyonerleri, zamanla
sanatçılar, tacirler, alt seviyedeki asiller, şehirliler, köylüler ve özgürlüklerini
yeni kazanmış köleler izledi. Kimileri zenginlik, kimileri de Hıristiyanlığa
hizmet ederek Hz. İsa’nın şefaatini kazanmak peşinde olan kitleler (ki ikisini
birden isteyenler çoğunluktaydı), bölgeye akıyordu. İşte günümüz Latin
Amerikası’ndaki sosyo-kültürel yapıyı kuranlar bu adamlardı.
Kolomb’un 1492’deki seferinden önce İspanya’nın Avrupa dışındaki tek
toprağı Kanarya Adalarıydı. 158 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise
Karayiplerin büyük kısmını, Amerika’nın büyük bir parçasını ve Afrika’nın bazı
kısımlarını ele geçirmişlerdi!
Peki ya okyanusların diğer hâkimi Portekizliler?
Papa, dünyayı Portekizliler ve İspanyollar arasında paylaştırıyor!
Kolomb ilk seferinden döner dönmez, zamanın iki deniz gücü Portekiz ve
İspanya arasında ihtilaf çıkmıştı. Öyle ya, dünyayı nasıl paylaşacaklardı?
1494’te Papa VI. Alexander’ın hakemliğinde iki ülke, tarihin en ilginç
sözleşmelerinden biri olan Tordesillas Antlaşması’na 159 imza attı. Böylelikle
iki güç, Avrupa dışında kalan toprakları kimseye danışmadan kendi kafalarına
göre bölüşmüşlerdi! Buna göre o zamanki şartlarda ellerinde olan harita
uyarınca Cabo Verde Adaları’nın 1550 km batısından, kuzey-güney
doğrultusunda hayali bir çizgi çekildi. Çizginin batısında kalan keşfedilmiş ve
keşfedilecek bütün bölgeler İspanya’nın, doğusundakilerse Portekiz’in olacaktı.
O dönem için bu iki ülkeyle denizlerde boy ölçüşecek durumda olmayan
İngiltere, Fransa ve Hollanda’ysa olan biteni uzaktan izlemekle yetiniyordu.
Sessizlikleri uzun sürmeyecekti. Pastayı İberyalılara yedirmeye niyetleri
yoktu…

İspanya ve Portekiz arasındaki sömürgecilik yarışında hakemlik yapan Papa VI. Alexander, keşfedecekleri topraklarda Hıristiyanlığı
yaymaları koşuluyla, Avrupa dışındaki toprakları bu iki güç arasında paylaştırmıştı! 1494’te imzalanan Tordesillas Antlaşması, bu
paylaşımı resmileştirecekti. İtalyan diplomat Alberto Cantino’ya ait 1502 tarihli bu harita, Keşifler Çağı’ndaki paylaşımı resmediyor.
Brezilya üzerinde uzanan çizgi, Papa’nın dünyayı iki ülke arasında paylaştırdığı hattı sembolize ediyor.

Vasco da Gama Hindistan’a ulaşıyor, yeni bir dönem başlıyor


Asya’nın baharat pazarlarına ulaşmak isteyen Portekizli denizciler, Diaz’ın
Ümit Burnu’na ulaştığı ana kadarki süreçte Afrika sularını çoktan mesken
edinmişlerdi. Kara Kıta’nın sahilleri boyunca doğuya ulaşacak bir geçit
ararken, Afrika’da kalıcı koloniler kurmayı da ihmal etmemişlerdi. Kıtanın batı
kıyısındaki çalışmaları daha çok köle ticareti üzerineydi. Gine ve Angola’ya
yerleştiler. Doğu kıyılarındaysa zengin altın yatakları olduğu söylentileri
Portekizli denizcilerin Mozambik kanalından geçerek Zanzibar’a kadar
çıkmalarını sağlamıştı. Bu yüzyılda Portekizliler açısından meydan tamamen
boştu. İngilizler ve Hollandalıların da etkili birer deniz gücü olarak sahneye
çıkacağı 17. yüzyıla kadar rakipsiz üstünlüklerini sürdüreceklerdi. Afrika’dan
tamamen çıkmaları ancak 20. yüzyılda gerçekleşecekti.
Diaz’ın Ümit Burnu’nu keşfetmesinden on yıl sonra, 1498’de, bir başka
maceracı denizci Vasco da Gama 160 Ümit Burnu’ndan yukarıya dönerek
Hindistan’a ulaştı! Keşifler Çağı’nın en önemli adımı atılmıştı. Portekiz Kralı I.
Manuel adına bu yolculuğa çıkan Da Gama’yla birlikte Avrupalılar, nihayet
doğunun büyüleyici zenginliklerine kavuşmuştu. Süratle bölgeyi
sömürgeleştirmeye soyundular.
Ernesto Casanova’nın Portekizli denizci Vasco da Gama’nın Hindistan sahillerine ayak basışını resmeden tablosu.

Hindistan’a deniz yoluyla ulaşan Avrupalılar, Osmanlıların ve Perslerin ticari


alandaki üstünlüklerine darbe vurmuş, açık denizlerdeki hâkimiyetlerini
pekiştirmişlerdi. Ama asıl zararı, tamamen bir ticaret devleti olan Venedik
görmüştü. Bugüne kadar baharatı Hindistan ve Arabistan’dan getirip Akdeniz
üzerinden Batı Avrupa’ya dağıtan onlardı. Gözü pek bir kaptanın idaresindeki
bir gemi, an geliyor koskoca imparatorlukları çaresiz bırakabiliyordu…
Portekizli denizciler, Hindistan’a ulaşmasına ulaşmıştı ama bu daha
başlangıçtı. Aşılacak daha çok dalga, ulaşılacak onlarca liman vardı. İşte bu
noktada sahneye, Portekizlilerin ileride adını Lizbon’da bir meydana vereceği
Afonso de Albuquerque161 çıktı. 1508’de Hindistan’a genel vali olarak atanan
‘hücrelerine kadar denizci’ De Albuquerque, kendisinden öncekilerin Zanzibar’a
diktiği bayrağı sırasıyla Hürmüz Boğazı’na, ardından Hindistan’ın batı
kıyısındaki Goa’ya dikecek, oradan da Malaka Boğazı’na (Malacca/Malezya)
geçecekti. Bu arada Bombay Adası da ele geçirilmiş, Sri Lanka’da en az bir
asır sürecek bir egemenlik tesis edilmiş ve 1557 yılının başında Portekizli
tacirler, Çin’in Makao (Macau) limanında bir koloni kurmuştu. Tüm bu Uzak
Asya operasyonlarının merkezi olarak kullanılan Goa, başlangıçtan itibaren
Portekiz Hindistanı’nın başkenti olacaktı. Buna karşın Portekizlilerin Hind
sularındaki bu görkemli sömürü maceralarını gerçekleştirmeleri o kadar da
kolay olmamıştı.
Osmanlı donanması Hind Okyanusu’nda cirit atıyor
Portekizliler Hind Okyanusu’na çıkmasına çıkmışlardı ama bundan memnun
olmayan bir güç vardı: Osmanlı İmparatorluğu.
Portekizliler Ümit Burnu’nu aşarak Asya’ya alternatif bir yol bulduklarında, o
ana kadar Ortadoğu üzerinden Avrupa’ya uzanan ticaret yollarını bir anda by-
pass etmişlerdi. Bu durum Ortadoğu’daki Müslümanları zaten fazlasıyla
endişelendiriyordu. Portekizli denizciler bununla da kalmayıp Asya
limanlarında tekel kurmaya kalkışınca, tansiyon yükselmekte gecikmedi.
Portekizliler, kendilerine has bir lisans sistemiyle bölgedeki ticaret akışını
denetim altına almaya, aralarında Müslüman tacirlerin de bulunduğu ticaret
erbabını, zor kullanarak, kendi kontrollerindeki limanlara yönlendirmeye
çalışıyorlardı.
Öte yandan işin ticari olduğu kadar, belki daha da çok, dini ve siyasi bir
boyutu vardı. Bu bir bakıma İslam ve Hıristiyanlık arasında Avrupa ve
Akdeniz’de devam eden mücadelenin Hind Okyanusu’ndaki izdüşümüydü.
Portekizliler, 1509’da Basra Körfezi girişindeki stratejik geçit Hürmüz’ü ele
geçirdiklerinden beri, kutsal topraklar açısından bir tehdit olmaya, Güney
Asya’daki Müslümanların hac görevlerini yerine getirmelerini zorlaştırmaya
başlamışlardı. Kaldı ki ticari ve siyasi çıkarlarının yanı sıra Portekizlilerin dini
bir misyonu da vardı. Papa V. Nikolas Portekiz Kralı ‘Denizci’ Henri’ye Doğu
halklarını Hıristiyanlaştırma görevini vermişti. Tüm bu veriler ışığında,
dönemin en büyük İslam gücü olan Osmanlı’nın bu siyasi, dini ve ekonomik
savaşa kayıtsız kalması beklenemezdi. Kalmadı da. Osmanlı zaten bu bölgeye
dönük stratejik ilgisini Süveyş ve Hint donanmalarını kurarak göstermişti.
Haç taşıyan donanmalarla hilal taşıyanlar, ilk kez 1509’da, Muson
rüzgârlarının dalgalandırdığı ılık sularda karşı karşıya gelecekti. Baharat
ticaretindeki limanlarını ve imtiyazlarını kaybeden Memluklulardan, Gujarat
Sultanlığı’ndan ve onlara destek veren Osmanlıların gönderdiği savaş
gemilerinden oluşan filo, Hindistan’ın Diu Limanı açıklarında Portekiz
donanmasının karşısına çıktı. Ancak Portekiz donanması, askeri teknolojinin
son ürünü olan misket tüfekleri162 ve daha hızlı kontrol edilebilen yelkenlerle
donanmış gemileriyle fazla zorlanmadan zafere ulaştı.
Diu’daki mağlubiyete rağmen Osmanlı pes etmemişti. Zira Kanuni Sultan
Süleyman’ın liderliğindeki Osmanlı, dönemin en büyük gücüydü ve mümkün
olan her yerde ‘küffara’ meydan okuyup egemenliğini genişletmek
niyetindeydi. 1538’den sonra iki güç bir kez daha ve fakat bu sefer sadece
Hind sahillerini değil, Kızıl Deniz ve Doğu Afrika sahillerini de içine alan bir su
kütlesi üzerinde birbirlerinin boğazına sarıldı. Kanuni’nin amirallerinden
Hüseyin Paşa, emrindeki 54 savaş gemisiyle Diu’yu kuşatmasına rağmen
başarılı olamadı. Vasco da Gama’nın oğulları Estêvão da Gama ve Cristóvão
da Gama komutasındaki Portekiz donanması, başını Osmanlıların çektiği
Müslüman güçlerle, Süveyş Kanalı’nda, Sina Yarımadası’nda ve Etiyopya’da bir
dizi savaşa girdi.163
Diu, Osmanlı-Portekiz çarpışmalarının odak noktasıydı. Portekiz güçleri 1541,
1545 ve 1549’da Osmanlıları mağlup etmeyi başardı. Buna karşın Piri Reis
komutasındaki Osmanlı-Mısır donanması 1548’de Aden’i, 1552’de Hürmüz
Boğazı girişindeki Bandar Abbas’ı ve Umman Körfezi kıyısındaki Muskat’ı,
ardından da Hürmüz Körfezi girişindeki Hürmüz Adası’nı alacak, ama
Portekizliler tarafından cansiperane savunulan Bahreyn’den geri
püskürtülecekti. Portekizliler ancak Osmanlı Donanması’nın 1556’da Gujarat
yakınlarında bir fırtınaya tutulup batmasıyla rahat bir nefes alabildi.
Hind Okyanusu’ndaki haç-hilal mücadelesini ateşleyen ve 1509’daki Diu
Savaşı’yla başlayıp 1556’da sona eren bu çarpışmalar silsilesinin ardından
Portekiz İmparatorluğu, Hollandalıların kendilerine kafa tutacağı 17. yüzyılda
kadar Hind Okyanusu üzerindeki egemenliğini koruyacaktı.
Asya’yı bitiren Portekizliler Amerika’ya uzanıyor
Tekrar 1500’lere dönelim. Sömürü iştahlarını Hind Altkıtası’nda dindirmeye
çalışan Portekizliler, bir süre sonra gözlerini, rakipleri İspanyolların cirit attığı
Atlas Okyanusu’na çevirdi. Zira Kolomb’un oralarda bir yerlerde paha biçilmez
bir şeyler bulduğunu biliyorlardı. Gidip bakmakta bir zarar yoktu elbette!
Portekiz Kralı I. Manuel’in emri üzerine 13 gemiden oluşan filosuyla yeni bir
Hindistan seferine çıkan Portekizli denizci ve kâşif Pedro Álvares Cabral, 164 9
Mart 1500’de Lizbon’dan demir aldıktan sonra, alışılageldiği üzere Batı Afrika
kıyılarını izlemedi. Vasco da Gama’nın rotasını takip ederek, Tordesillas
çizgisinin başlangıcına doğru gidebildiği kadar gitti. Ümitleri boşa çıkmamıştı.
Cabral 22 Nisan 1500’de, bugün Brezilya olarak bildiğimiz ülkenin sıcak
kumsallarına ayak basan ilk Avrupalı oldu!

Amerika kıtasına ismini veren Amerigo Vespucci’nin kıtaya ayak basışı birçok ressama ilham kaynağı oldu.

İlginçtir, bu topraklar, Tordesillas’a göre, Portekiz egemenlik sahasının


içinde kalıyordu. Karaya çıkar çıkmaz Cabral’ın yaptığı ilk iş, yeni topraklara
‘Island of the True Cross’ (Gerçek Din Adası) adını verip bu bölgeyi kralı adına
sahiplenmek oldu. I. Manuel daha sonra bu yeni mülkünün adını ‘Holy Cross’
(Kutsal Haç) yapacak, ancak ilerleyen yıllarda bu isim, ülkedeki verimli
kauçuk ağaçlarından dolayı ‘pau brasil’e165 dönüşecekti. O da zaman içinde
Brezilya’ya…
Cabral’ın ardından Brezilya sahillerine gelip yine Portekiz Kralı adına keşif
sürecini devam ettiren isim bu kez bir İtalyan’dı: Kâşif ve denizci Amerigo
Vespucci,166 yani Amerika kıtasının isim babası! Kıtaya ilk gelen o değildi
doğru, ama neden onun ismi verilmişti derseniz, cevabı kolay. Zira o zamana
kadar, Kolomb dâhil herkes, Avrupa’dan batıya yelken açan gemilerin
Hindistan’a ulaştığına inanıyordu. Kolomb’un Hindistan diye keşfettiği
toprakların yeni bir kıta olduğunu ilk anlayan Vespucci olmuştu.
Portekiz Krallığı, 1500’lerden itibaren bölgenin kaynaklarını tam anlamıyla
emmeye başladı. Özellikle kauçuk ağaçlarıyla zengin Brezilya, ilerleyen
yıllarda şeker ve kahve üretimiyle uzun süre Portekiz’i (ve bir süre de
İspanya’yı) besleyecek, ama asıl katkısı, zengin altın ve elmas madenlerinin
bulunmasıyla olacaktı. 15. yüzyılın ilk on yılında Avrupa’ya getirilen altın ve
gümüşün miktarı yıllık 195 bin ducat’tı.167 1550’lerde bu miktar yıllık 2.4
milyona ve 1500’lerin sonundaysa 8.5 milyona ulaştı! Tüm bu altınların
yarattığı servetin çoğu, Avrupa’daki siyaset ve din merkezli savaşları finanse
etmek için kullanıldı.
Brezilya, 1822’de bağımsızlığını ilan edene kadar Portekiz kolonisi olarak
kaldı. Birkaç kez özgürlük talebiyle ayaklanmalar çıksa da bunlar acımasızlıkla
bastırıldı. Hatta Kral VI. John, Napolyon Portekiz’i işgal ettiğinde
imparatorluğunu bir süre Brezilya’nın başkenti Rio de Janerio’dan yönetmişti.
Avrupa kolonilerinin köle ambarı: Afrika
Sömürgecilik yarışın en arzulu koşulduğu pistlerden biri Afrika kıtası olmuştu.
Afrika deyince şöyle bir durmamız ve henüz 1400’lü yılların başında Afrika’ya
ilk seferleri düzenleyen Portekizlilere kölelik bağlamında bir paragraf açmamız
gerekiyor.
Kölelik, Portekiz için oldukça eski bir alışkanlıktı, Afrika’yla başlamamıştı.
Daha 12. ve 13. yüzyıllarda Müslümanlarla yaptıkları savaşlarda düşmanlarını
esiri alıp köleleştiriyorlardı. Zamanla Müslümanlara diş geçiremeyince,
Afrika’yı sömürmeye başlayan ilk ulus olarak çok verimli bir ‘köle yatağı’
keşfettiklerini fark etmekte gecikmediler. Kıyı şeridinde köle ticaretine dönük
birçok merkez kurup bölgedeki kabile liderleri ve devlet başkanlarıyla köle
ticaretini mümkün kılan anlaşmalar imzaladılar. Bu merkezlerin en önemlisi,
neredeyse üç asır boyunca Avrupalıların hem Avrupa hem de Amerika’daki
köle ihtiyacını karşılayan Portekiz Ginesi’ydi. Öyle ki çok uzun bir süre Köle
Kıyısı168 olarak isimlendirilecekti.
Portekiz anakarasıyla ticaret geliştikçe, Afrika’dan Lizbon’a bir köle koridoru
açıldı. Krallığın büyük şehirleri Afrikalı kölelerle dolup taştı. 16. yüzyılın
ortalarına gelindiğinde 32 bin Afrikalı köle, aristokratların saraylarında, devlet
kurumlarında ve kiliselerde çalışıyordu. Zaman içersinde Portekiz
Brezilyası’ndaki zenginliklerin işlenmesi ve anakaraya gönderilmesi için daha
çok köleye ihtiyaç duyulunca, köle trafiği başkent Lizbon’dan Brezilya’ya
kaydırıldı.
Başlangıçta köleler, silah zoruyla getiriliyordu. İşler ‘kurumsallaştıkça’ köle
ticareti de bir standarda bağlandı. Prens Henry’nin girişimiyle Köle Kıyısı’nda
açılan köle pazarlarıyla, Afrika ve Avrupa arasındaki köle ticaretinde takas
usulüne geçildi. Burada açık arttırmayla satılan köleler, Lizbon üzerinden
İspanya ve İtalya’ya dağıtılıyordu. O kadar ki kölelik, yan ürünleriyle birlikte
tam bir sektör olmuştu Lizbon’da. Şehir, köleler için üretilen ürünlerden de
kölelerle takasta kullanılan ve bizzat kölelerin ürettiği mallardan da para
kazanıyordu. Zenginler köle borsalarına yatırım yapıp daha da zenginleşiyor,
kraliyet ailesi de vergilendirme yoluyla payını alıyordu. Bu arada Afrika’dan
köle ithal edilen ülkelerin liderleriyle silah karşılığı köle anlaşması yapılması,
sırasıyla, günümüzde bile etkisini sürdüren etnik çatışmalara, açlığa ve bazı
bölgelerde nüfusun seyrekleşmesine neden olmaya başlamıştı.
1400’lü yılların ortasında bu pazarlarda bir at karşılığında 25-30 köle
alınabilirken, Amerika’daki işgücü ihtiyacından dolayı talebin artmasıyla, 1500
yılından itibaren bir at ancak 6-8 köleye karşılık gelecekti. Avrupalılar piyasa
ekonomisini keşfediyordu! Cape Verde ve Sao Thome başta olmak üzere
Afrika’nın batı kıyılarına yakın adacıkların hepsi Portekiz sömürgelerine köle
transferi için ara istasyon olarak kullanıldı. Bugün tüm eski sömürgelerdeki
‘melez’ ırk, bu kölelerle beyazların birlikteliğinden ortaya çıkmıştı.
Portekiz’in resmen kanını emdiği Afrika ülkesiyse Kongo oldu. Portekizli
denizcilerin ülkeye ilk geldiği 1482’de Kongolular, bu ‘beyaz adamlarla’ ileriye
dönük güzel ilişkiler kurulabileceğini ümit ediyordu. Nitekim elçi değişimi
yapılmış, hatta Kongo Kraliyet ailesi vaftiz olup Katolik Kilisesi’ne girmişti.
Lakin zamanla ilişkiler daha çok kölelik ekseninde gelişti. Hatta bir ara bu
utanç verici insan ticareti öylesine aşırı boyutlara ulaştı ki bizzat Portekiz Kralı
I. Alfonso’nun yasaklama çabaları bile başarılı olamadı.
Köle ticaretiyle yaralanan sadece Afrika’nın batısı değildi. Özellikle 1500’lü
yılların ortasına doğru Osmanlı’ya karşı mücadele eden bazı Afrika krallıklarına
yardım bahanesiyle bölgeye yerleşen Portekizlilerin insan ticaretinden doğu
kıyıları da payını almıştı. Etiyopya, Mozambik ve Madagaskar uzun yıllar
Avrupa’nın “bedava iş gücü” deposu olarak kullanıldı.
Bu durum canlarına tak edince Afrikalılar 1570’den itibaren baş kaldırmaya
başladılar: Mozambik ve Gana’daki Portekiz kolonileri saldırıya uğradı,
Angola’da savaş çıktı. 17. yüzyıla gelindiğinde kolonilerinde çıkan isyanlar ve
diğer Avrupalı denizci ülkelerin rekabeti nedeniyle Portekiz’in Afrika’daki
varlığı birkaç kıyı karakoluyla sınırlanmıştı.
Merceklerimizi tekrar yeni dünyaya, bu kez Amerika kıtasındaki köle
ticaretine çevirirsek; Portekizlilerin Brezilya’ya geldiklerinde 2-6 milyon
civarında yerliyle karşılaştığını görürüz. Tarımla ya da avcılıkla geçinen bu
insanlar, 16. yüzyıldan itibaren tırmanan şeker kamışı üretiminde Portekiz
sömürgeciliğinin çarklarını çeviren kol gücünün kaynağı oldu. Ama zamanla
yerli köleler yetersiz kaldı. İthal kas gücü gerekiyordu. 1600’lerin sonunda
altın bulunmasıyla birlikte Afrika-Brezilya arasındaki köle trafiği iyice ivme
kazandı ve 19. yüzyılda doruğa çıkan kahve üretimiyle birlikte tavan yaptı. Bu
zaman zarfında Afrika’dan Brezilya’ya 3.5 milyon köle getirilmişti! Afrika’dan
köle transferi 1830’larda resmen yasaklansa da 1850’lere kadar devam etti.
Kölelik ancak 1888’de kaldırıldı. Ama tabiri caizse atı alan Üsküdar’ı geçtikten
sonra. Portekizlileri Afrika’da bırakıp tekrar Atlantik ötesine uzanalım.
İspanyolların altın yüzyılı
Kutsal Roma İmparatoru V. Charles’ın 1556’da tahtan inmesiyle birlikte
ülkenin toprakları dağılmıştı. V. Charles’ın oğlu II. Philip İspanya Kralı oldu ve
alçak ülkelerle (Hollanda ve civarı) birlikte İtalya ve Amerika’daki
sömürgelerin yönetimini de üstlendi. 16. yüzyılda Avrupa gırtlağına kadar
savaşa gömülmüştü. Protestan reform hareketlerinden kaynaklanan din
savaşlarının kıtayı çalkaladığı dönemlerde İspanyol ordusu Meksika ve
Peru’daki altın madenlerinden gelen altınlarla finanse ediliyordu. Bu arada
İspanyol denizciler de boş durmuyor, keşif ve yağma seferlerine devam
ediyorlardı. 1513’te Panama’ya, 1565’te Florida’ya ve Pasifik Okyanusu’nun
diğer tarafındaki Filipinlere ulaşıp yerleşmişlerdi bile. Asya’nın ipeği, baharatı
ve diğer zenginlikleri Filipinler üzerinden Meksika’nın Acapulco limanına
getiriliyor, oradan da İspanyol hazine filolarıyla İspanyol anakarasına
taşınıyordu.
II. Philip ve müttefiki Venedikliler, 1571’deki Lepanto (İnebahtı) Deniz
Savaşı’nda Osmanlıları yenilgiye uğratmış ve Akdeniz’i tamamen
egemenlikleri altına almışlardı. Lakin kıtanın kuzeyinde işler yolunda
gitmiyordu. Başını Hollandalıların çektiği Protestan Kalvinistler, 169 baskıcı
Katolikliğin bir numaralı temsilcisi İspanya’yla mücadeleye tutuşmuş; Avrupa,
süratle, seksen yıl sürecek ve sonunda İspanyol İmparatorluğu’nun temellerini
dinamitleyecek din savaşlarına sürüklenmişti.
Osmanlılarla Lepanto’da yapılan savaş ve Hollandalılarla devam eden
mücadele, imparatorluğun ekonomik durumunu içler acısı hale getirmişti.
İspanyol hazinesi için alarm zilleri çalıyordu. Atlantik’ten geçerken çoğunlukla
fırtınaların, nadiren de korsanların kurbanı olan hazine filoları da bu dramatik
durumun sebeplerindendi. Tam bu esnada varisi olmayan Portekiz Kralı Henry
ölünce, II. Philip, güçlü bir orduyla 1580’de Portekiz tacına el koydu. Silah
zoruyla gerçekleştirilen bu birliktelik 1640’a kadar devam edecekti. Dünyanın
dört bir yanındaki toprakları sömürgeleştiren bu İber ulusu, şimdi diğer büyük
sömürgeci güç olan komşuları İspanyolların eline düşmüştü! Portekiz
kolonilerini de mal varlığına katan II. Philip’in eli güçlenmişti. Ama bu durum,
Hollandalıların yanına, özgürlük mücadelesi veren ikinci bir halk olarak
Portekizlileri de ekleyecekti.
‘Yenilmez İspanyol Armadası’ yeniliyor…
II. Philip’in bir gözü sürekli İngiltere’nin üzerindeydi. Bu ada ülkesini tekrar
Katolik etki alanına sokmak, kontrolü altına almak istiyordu. O günlerde
İngiltere, adadaki Protestanlığın hamisi Kraliçe I. Elizabeth’in yönetiminde
tarihinin en şaşalı günlerini; Altın Çağı’nı yaşıyordu. Etkin bir deniz gücü olarak
sahne almış, sömürgeleştirebileceği topraklar aramaya başlamıştı. Aslına
bakılırsa Philip’in İngiltere’ye olan ilgisi biraz da ailevi sebeplere dayanıyordu.
Zira Philip, Elizabeth’in eniştesiydi! Elizabeth, Philip’le evli kız kardeşi ve
selefi, su katılmamış bir Katolik olan Mary’yi göz hapsinde tutturuyordu. Zira
Mary, Elizabeth’i devirmek ve İngiltere’yi tekrar Katolik yapmak istiyordu.
Elizabeth’in hem dini hem de dünyevi gerekçelerle, İspanyollara karşı
ayaklanan Hollandalılara destek vermesi, savaş davullarının çalınması için
yeterli olmuştu.
Aynı günlerde İspanyollar tarafından ‘Bilinmeyen Dünyanın Baş Hırsızı’
olarak isimlendirilen, Elizabeth’in gözdelerinden ünlü İngiliz korsan Francis
Drake, Amerika’dan Avrupa’ya sefer yapan İspanyol filolarını yağmalıyor,
İngiliz hazinesine çalışıyordu. Diğer bir deyişle, İspanyolların Amerikalı
yerlilerden çaldığı altınları, bu kez o, İspanyollardan çalıyordu! Bu arada Mary,
Elizabeth aleyhinde bir komploya karışınca kellesinden oldu. ‘Sevgili’170
karısının öldürülmesi İspanya Kralı açısından bulunmaz bir fırsattı.
Donanmaya emir verdi. İngiltere’yi almaya gidiyorlardı!
1588 yılının Mayıs ayında Fransa’nın Calais kıyılarında durup ufka bakanlar,
romantik bir manzara yerine ufku kaplayan devasa İspanyol donanmasını,
daha bildik şekliyle söylersek, yıllardır denizleri kasıp kavuran ‘Yenilmez
İspanyol Armadası’nı görmüşlerdi. 130 gemiye doluşan 40 bin civarında asker,
İngiltere’yi de İspanyol İmparatorluğu’na katmak için yelkenleri fora etmişti.
Bizzat zırh kuşanarak, yaklaşmakta olan düşmandan korktuğuna dair belirtiler
gösteren ordusunun başına geçen I. Elizabeth’in dudaklarındansa şu tarihi
cümleler dökülüyordu:
“Farkındayım. Zayıf ve kırılgan bir kadının bedenini taşıyorum; ama bir kralın
kalbi ve cesaretine sahibim. Bir İngiliz Kralının!”
İngilizlerin destansı direnişi, denizde patlak veren korkunç fırtına ve
Katoliklere karşı Protestanları destekleyerek bölgedeki dengeleri kontrol
etmek isteyen III. Murad’ın emri üzerine Osmanlı donanmasının İspanyol
donanmasının bir kısmını Akdeniz’de oyalamasıyla, II. Philip ağır bir hezimete
uğradı.
İspanyolların gemi ve asker kaybı olağanüstü boyuttaydı. Neredeyse giden
geri dönmemişti. Yenilmez Armada’nın mağlubiyetiyle İspanyolların süper güç
statüsü yerle bir oldu. İngilizler ve Hollandalıların yeni dünya düzeninin parlak
deniz güçleri olarak varlıklarını hissettirecekleri ve Amerika’nın kuzeyinde
kendi sömürgelerini kuracakları süreç başladı. Her ne kadar İspanyollar,
toprak ve din savaşlarına bir süre daha devam edecek olsa da yolun sonu bir
kez görünmüştü…
İspanyollar bu süreçteki ikinci büyük darbeyi 1639’da Hollandalılardan aldı.
20 bin asker taşıyan 80 gemilik İspanyol-Portekiz ortak donanması, Downs
Savaşı’nda171 tamamen imha edildi. İspanyollar denizlerden kazınmıştı. Bu
durum karada sürdürdükleri savaşı da olumsuz yönde etkiledi. İspanyolların
içinde düştüğü bu çaresiz ortamda, Portekizliler 60 yıl süren İspanyol
egemenliğine son vermeyi başardılar. İki imparatorluk yine ayrı kollardan
dünya kaynaklarını yutma serüvenine devam edecekti.

1588 yılının Mayıs ayında Kraliçe Elizabeth’in donanması, denizler hâkimi İspanyolların ‘Yenilmez Armada’ olarak bilinen donanmasını
sulara gömünce, İspanyol İmparatorluğu’nun gerileme süreci de başlıyordu. (İllüstrasyon: www.britishbattles.com)

Downs’un ardından Hollandalılar, etkin bir deniz gücü olarak dünya


sahnesinde boy göstermeye başladı. İspanyol saflarında kendilerine karşı
savaşan ve denizler hâkimiyetine giden yolda dişli rakiplerinden olan
Portekizliler de Hollandalıların gözünde düşmandı artık. Hollandalılar hem
Hind Okyanusu’ndaki hem de Atlantik’in Güney Amerika kıyılarındaki Portekiz
ticari kolonilerine ve filolarına kan kusturmaya başladı. Bir ara Brezilya’yı
almaya kalkışsalar da geri püskürtüldüler, ancak 17. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Seylan, Ümit Burnu ve Hind Okyanusu’ndaki birçok Portekiz kolonisini
ele geçirdiler. Asrın sonunda Portekizlilerin elinde kala kala Doğu Timor,
Makau ve Hindistan’daki birkaç liman kalmıştı. Artık Hind sularının hâkimi
Hollandalılardı!

Hollandalılar, 1639’daki Downs Savaşı’nda İspanyol-Portekiz ortak donanmasını yerle bir etmiş, bu her iki deniz gücünü de
sulardan kazırken, “Bundan böyle denizlerde ben de varım!” demişti. (National Maritime Museum, http://www.nmm.ac.uk/)

Aynı dönemde İspanyollara başkaldıran ve Portekiz’in bağımsızlığını


sağlayan Branza Dükü John, 1640’ta IV. John adıyla Portekiz Kralı olmuş ve
hemen siyasi ittifaklara girişmişti. İspanyollara karşı en sağlam müttefik
olarak gördüğü İngilizlere yanaştı. Kızı Catherine, İngiliz Kralı I. Charles’ın
oğlu II. Charles’la evlenmiş ve düğün hediyesi olarak İngiltere’ye, Portekiz
sömürgeleri olan Brezilya, Doğu Hind, Fas ve en önemlisi Hindistan’ın Bombay
(Mumbai) limanında serbest ticaret yapabilme hakkı verilmişti. İngiliz Doğu
Hind Şirketi’nin birkaç yıl sonra Bombay’da modern bir şehir kurmasıyla
birlikte Hind Okyanusu’ndaki İngiliz koloni dönemi başlayacaktı.
İspanya’nın Avrupa’daki hezimetleri 1643’te Fransız ordusuna yenilmesiyle
devam etti. Rocroi Savaşı’nda İspanyol ve Kutsal Roma İmparatorluklarının
ortak ordusunu dağıtan Fransızlar, neredeyse bir asırdır karada da yenilmeyen
İspanyolların fiyakasını bozmuştu. Devamı da gelecekti. 1648’deki Lens
Savaşı’nda Fransızlar bir kez daha İspanyolları hezimete uğrattı. Bu savaşın
ardından Hollanda nihayet bağımsızlığına kavuştu. On yıl sonra gerçekleşen
Dunes Savaşı’nda Fransızlar artık alıştıkları zaferlerden birine daha ulaşmış;
İspanyollar, Fransa’ya yakın bazı topraklarını kaybetmişlerdi. Neredeyse üç
asırdır sömürgelerden akan onca hazineye rağmen İspanyol hazinesi tamtakır
olmuştu.
Avrupa’dan Amerika’ya yayılan sömürge savaşları
İspanya Kralı II. Charles’ın 1700’deki ölümünün ardından İspanyol tahtını
paylaşma kavgası başladı. Zira II. Charles, ölmeden önce tüm haklarını
Fransız Kralı XIV. Louis’in torunu, Anjou Dükü Philip’e bırakmış, Philip de V.
Philip ismiyle Burbon (Bourbon) Hanedanlığı’nın temsilcisi olarak İspanya
tahtına oturmuştu. O dönem Avrupa’da hanedanlıklar arası evliliklerle
ittifaklar sık sık değiştiği için, bir süre önce İspanyollarla savaşan
Fransızlardan birinin İspanya tahtına oturması kimseyi şaşırtmamıştı. Lakin
alışılageldiği üzere kartlar yeniden dağıtıldı.
İspanyollarla Fransızların Burbonların yönetiminde bir yumruk olması,
Avrupa’daki dengeleri bozabilirdi. İngilizler, Portekizliler ve Hollandalılar bir
yanda, Fransız ve İspanyollar diğer tarafta, 1701’de başlayıp 1713’te
imzalanan Utrecht Antlaşması’na dek süren amansız bir savaşa tutuştular.
Üstelik bu, dehşeti sadece Avrupa’da değil, İspanya, İngiltere ve Fransa’nın
Amerika kıtasındaki kolonilerinde de hissedilen bir çatışmaydı. Tarihin o
zamana kadar gördüğü en büyük sömürge savaşıydı. İspanyollar yenildi…
Utrecht’te imzalan barış antlaşması, Kıta Avrupası ve sömürgelerinde radikal
değişikliklere neden oldu. Fransız tahtındaki haklarından feragat etmesi
karşılığında V. Philip’in İspanya Kralı olması onaylandı. Bu savaştan en
kazançlı çıkan İngiltere oldu. İspanyollardan Cebelitarık’ı, Minorka Adası’nı,
Sardunya’yı ve Savua Dukalığı’nı; Fransızlardansa Amerika’daki iki kolonilerini
devraldı. Ayrıca yine İspanyollar, İngilizlere Güney Amerika’da serbestçe köle
ticareti yapma hakkı tanımıştı ki bu durum, İngiliz limanlarının172 para
basmasına neden olacaktı. Ortaya çıkan bu yeni tabloda İspanya’nın kolu
kanadı kırılmıştı; ama yine de, Avrupa’daki topraklarını kaybetmesine rağmen,
Amerika’daki zengin sömürgeleriyle bir asır daha durumu idare edecekti. Ta ki
Fransa’da birileri ‘Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!’ sloganları atmaya başlayana
kadar…
Fransız Devrimi, sömürgeleri ayaklandırıyor…
Utrecht’in ardından önde gelen iki deniz gücü olarak sivrilen İngilizlerle
Fransızlar kapışmayı bırakmadı. İkili 1756–1763 yılları arasında meydana
gelen ve tarihin belki de ilk küresel savaşı olan Yedi Yıl Savaşları’nda,
neredeyse Avrupa’nın tamamından oluşan müttefiklerini de yanlarına alarak
birbirlerine girdi. Kazanan, İngiltere olmuştu. Fransa Kuzey Amerika’daki tüm
kolonilerini İngiltere’ye bırakmak zorunda kalıp sömürgeci güç sıfatına veda
etti. Ancak 1800’lerin başından itibaren İmparator Napolyon ile birlikte ayağa
kalkacak ve Avrupa’ya kök söktürecekti. ‘Dünyayı ele geçirmeyi’ saplantı
derecesinde isteyen imparatoruyla sömürge savaşlarında boy göstermesi
uzun sürmeyecekti…
İngiltere, İspanya-Fransa ikilisine bir ağır darbe de 1805’te, Trafalgar Deniz
Savaşı’nda vurdu. İngiltere, efsane Amiral Nelson komutasındaki
donanmasıyla, İngiltere’yi işgal etmek isteyen Napolyon ve ezeli düşmanları
İspanyolların oluşturduğu ortak donanmayı Akdeniz’e gömdüğünde, denizler
üzerindeki egemenliğini ilan etmiş oluyordu. Bu tartışılmaz üstünlük İkinci
Dünya Savaşı’na kadar sürecekti. Akdeniz’de boğulan Fransızlar denizlerden
çekilmiş, İspanyollarsa Kuzey Amerika’daki sömürgeleriyle olan deniz
bağlantılarını kaybetmişlerdi. Atlantik ötesine gönderebilecekleri gemileri
kalmamıştı.
Napolyon durmadı. Karada halen güçlüydü. 1807’de Portekiz’i, bir yıl sonra
da İspanya’yı işgal etti. Denizaşırı sömürgeciliği başlatan iki ülke, Napolyon’un
ellerine düşmüştü! Avrupa’da dengeler bir kez daha sarsılmıştı. Bu kez, İber
Yarımadası’nı Fransızlara kaptırmak istemeyen İspanya, İngiltere ve Portekiz
bir araya gelip Napolyon’a savaş açtı. 1814’te biten Peninsular Savaşı ile
Napolyon mağlup edildi, ama hem İspanya hem de Portekiz son barutlarını
tüketmişti. Savaşın yükü, iki ülkenin de sosyal ve ekonomik bünyesini tahrip
etmiş; neredeyse dört asırdır dünyayı haraca bağlayan bu iki gücü, duvarları
sosyal düzensizlik, siyasi istikrarsızlık ve ekonomik durgunlukla örülü bir gayya
kuyusuna yuvarlamıştı.
Kaosa sürüklenen İspanya’da kralcılarla liberaller arasında patlak veren iç
savaş 1850’lere dek devam edecek, bu arada Güney Amerika’daki İspanyol
sömürgeleri de karışacaktı. Fransız İhtilali’nin özgürlükçü ve eşitlikçi
söylemleri, Amerika kıtasına ulaşmakta gecikmemişti. Kuzeydeki yerli halk
İngiliz ve Fransız efendilerine karşı bağımsızlık savaşına girişince,
güneydekiler de İspanyollara karşı ayaklandı. Zaten kendi derdine düşmüş
İspanyolların yapabileceği pek bir şey yoktu. Sırasıyla Paraguay (1811),
Uruguay (1815), Arjantin (1816), Şili (1818), Peru (1821) ve Meksika (1821)
İspanyol İmparatorluğu’ndan koptu. Hemen hemen aynı dönemde Brezilya da
nihayet Portekiz hâkimiyetine son verdi.
1850’lerde görkemli İspanyol İmparatorluğu’ndan geriye kala kala Küba ve
Porto Riko kalmıştı. Onlar da 1898’de patlak veren İspanyol-Amerikan
Savaşı’nın ardından Amerika’ya kaptırıldı. Üstelik sadece oralar değil,
Pasifik’teki Guam ve Filipinler de elden gitmişti. İspanyol İmparatorluğu
tarihin girdabına kapılıp kaybolmuştu. Dünya yeni bir süper güç adayının
yükselişini izliyordu: Amerika Birleşik Devletleri geliyordu…
Güç kaybeden Portekiz’se tüm dikkatini bir kez daha, sömürgeciliğe ilk
başladığı Kara Kıta’ya ve Asya Altkıtası’na verdi.
Portekiz kalan sömürgelerine dört elle sarılıyor!
Lakin Afrika’da meydan boş değildi. Avrupa’nın diğer güçleri de orada at
koşturuyordu. Portekiz, halen sömürgesi olan Angola’dan diğer bir sömürgesi
Mozambik’e uzanan bir şerit üzerindeki toprakları birleştirmek, Afrika’nın
ortasından bir kalıp almak istiyordu adeta. Öyle ki Serpa Pinto, Hermenegildo
Capelo ve Roberto Ivens gibi Portekizli kâşifler, balta girmemiş ormanlarla
kaplı bu şeridi bir ucundan diğerine kat eden ilk Avrupalılar olmuştu. Fakat
hevesleri kursaklarında kalacaktı. Kahire’den Cape Town’a uzanan dik bir çizgi
çeken İngilizler de Afrika’yı istiyordu! “Portekizliler Afrika’dan yeteri kadar
nasiplenmişti, bu kadar yeterdi artık!”
İngiltere 1890’da Portekiz’e sert bir ültimatom verdi. Portekiz Kralı I. Carlos,
ültimatomu kabullenip orta şerit hayalinden vazgeçince Portekiz karıştı.
Cumhuriyetçiler kralın bu teslimiyetçiliğine isyan etti, rejim tartışmaları patlak
verdi. İki yıl sonra da krallık devrilip cumhuriyet kuruldu. Hani nasıl derler,
Afrika’daki bulgur için, krallıklarından olmuşlardı! Ama sadece rejimleri
değişmişti, sömürgelere bakışları değil. Nitekim bir süre sonra patlak veren
Birinci Dünya Savaşı’nda Alman birlikleri Mozambik’i gözüne kestirince,
Portekiz anında savaşa girdi. Zaten temel olarak savaş da sanayileşmeyle
serpilen büyük güçlerin dünyadaki sömürgeleri ikinci kez paylaşmaya
kalkışmasından dolayı patlak vermemiş miydi?
1933’te diktatör Salazar iktidarı ele geçirdiğinde Portekiz’in önceliği,
denizaşırı sömürgelerini korumaktı. Lakin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
ivme kazanan dekolonizasyon süreciyle birlikte Portekiz İmparatorluğu süratle
dağılmaya başladı. 1953’te Sao Tome’deki katliamın ardından bu ada
bağımsızlığını kazandı. Bir yıl sonra Hindistan Dadra ve Nagar Haveli’yi ele
geçirdi. 1961’de Goa, Daman ve Diu’nun da Hintliler tarafından geri
alınmasıyla birlikte Portekiz’in Hindistan’daki varlığı sona ermiş oluyordu. Yine
aynı yıl, Afrika’daki son köle ticareti limanlarından Sao Joao Baptista de
Ajuda’yı da (Benin) kaybetti Portekiz.

20. yüzyıla dek Afrika’daki sömürgelerinin yakasını bırakmayan Portekiz, Angola, Mozambik ve Guinea-Bissau’da giriştiği savaşlarda
binlerce Afrikalının ölümüne sebep oldu. 1960’larda Luanda Hava Üssü’nde bir Portekiz F-84 savaş uçağına bomba yüklenirken.
(www.militaryphotos.net)

Yine de bu süratli çözülme Salazar’ı pes ettirememişti. Kolonilerinden


vazgeçmeye niyeti yoktu. Nihayetinde Portekiz, Afrika’daki sömürgeleri
Angola, Guinea-Bissau ve Mozambik’le, 1961’de başlayıp ancak 1974’te biten
kanlı173 bir savaşa tutuştu. Soğuk Savaş’ın tepe noktalarına denk gelen, kan
ve şiddet dolu bu yıllar, bağımsızlık savaşına olduğu kadar -tarafları
destekleyen Doğu ve Batı blokları göz önünde bulundurulduğunda- ideolojik
bir savaşa da beşiklik etmişti. Bu kanlı didişmenin sonunda Portekiz, nihayet
pes ederek Afrika’dan ellerini çekti. Geride, bağımsızlıklarını yeni elde etmiş,
ancak ideolojik, etnik ve başka bir çok sebepten dolayı hem kendi içlerinde
hem de birbirleriyle savaşa tutuşan bir dizi ulus devlet bırakarak…
Uzakdoğu’daki sömürgesi Doğu Timor, ancak 1975’te Portekiz’in elinden
kurtulabildi. Macau ise o kadar şanslı değildi. Ait olduğu Çin’e devredilmesi
için 1999’a kadar beklemek zorunda kalacaktı.
1415’te Cebelitarık’taki Ceuta adasını işgal ederek sömürgecilik sahnesine
ilk çıkan ulus olan Portekizliler, 1999’da sahneden indiklerinde, geride 600 yıla
yayılan kanlı bir geçmiş bırakıyorlardı. Bu anlamda en uzun ömürlü sömürge
imparatorluğuna imza atan Portekizliler, bilinen anlamda ilk küresel
imparatorluğun da mimarları olmuşlardı.
Portekizli ve İspanyol sömürgeciler geride ne bıraktı?
Bu uzun ömürlü sömürgeci geçmişin en belirgin mirası, dil oldu. Bugün
yaklaşık 400 milyon kişinin anadili olan İspanyolca, dünyada en çok konuşulan
ikinci (bazı kaynaklara göreyse üçüncü) dil. Amerika kıtasında, ABD (güney
eyaletlerini saymazsak), Kanada, Brezilya, Surinam, Belize ve Fransa’nın
kontrolündeki Fransız Guyanası haricindeki tüm ülkeler İspanyolca konuşuyor.
Andorra, Belize, Filipinler ve Cebelitarık’ta da en çok konuşulan dil İspanyolca.
Portekizceyse 180-190 milyon arasında değişen kişinin anadili olması
sebebiyle dünyada en çok konuşulan altıncı lisan. Tordesillas’ın cilvesi olsa
gerek, bugün Güney Amerika’nın yarısı, Brezilya’dan dolayı Portekizce
konuşuyor. Bu arada Portekizcenin Afrika’daki eski Portekiz kolonilerinde ve
Macau’da resmi dillerden biri olduğunu not edelim.
Milyonlarca köle öldü…
Yeni Dünya’daki İspanyol İmparatorluğu, kıtadaki yerliler için bir felaket
olmuştu. K›ta sakinlerini zalimane bir şekilde katletmiş, akla gelebilecek her
türlü zulmü uygulayarak köleleştirmişlerdi. Bir yerli köle, İspanyol efendisinin
himayesi altında ortalama bir yıl yaşayabiliyordu!
Kolomb geldiği zaman Orta Amerika’daki ve And Dağları’nın yüksek
vadilerindeki halkların nüfusu yaklaşık 45 milyondu. Latin Amerika’da 1500
yılında, tüm Afrika ve Avrasya ile karşılaştırılabilecek çoklukta, 350 büyük
kabile, 15 farklı kültür merkezi ve 160’tan fazla dil bulunuyordu. 16. yüzyılda
yerlilerin yüzde kırkının İspanyol idaresi altında öldüğü düşünülürse, keşiflerin
çarpıcı demografik etkisi daha iyi anlaşılır.
Hıristiyanlık dört bir yana yayıldı
Keşiflerin motivasyon kaynaklarından biri, yeni dünyalara ve bunların el
değmemiş zenginliklerine uzanmak olduğu gibi, aynı zamanda bu yeni
dünyaların Hıristiyanlaştırılmasıydı da. Portekizliler ve İspanyollar, keşiflere
başladıklarında, Reconquista sürecinde biledikleri militan savaşçı Hıristiyan
ruhu muhafaza ediyorlardı. Recon-quista’nın bu saldırgan mirası, Hıristiyan
monarşilerini sadece İslam’a karşı bir müttefik bulma adına değil, aynı
zamanda Hıristiyan inancını yayabilecekleri yeni halklara ulaşma konusunda
da harekete geçirmişti. Kolomb’un, yeni dünyaya ilk ayak bastığı gün
Fernando’ya hitaben kaleme aldığı şu satırlar, Hıristiyan kâşiflerin yeni
diyarlara karşı besledikleri niyetlere ışık tutuyordu:
“İyi birer hizmetkâr ve zeki olmalıydılar. Gözlemlediğim kadarıyla onlara ne
söylersem hemen anlıyorlardı. Kolayca Hıristiyan olabileceklerini düşündüm,
bana sanki hiçbir dine inanmıyormuş gibi göründüler…”
İsabel ve Fernando, Kolomb’un mesajını değerlendirmekte gecikmemiş,
Portekizliler de aynı hedefe odaklanmıştı. Yeni diyarlardan mümkün olan ne
varsa alınacak, karşılığındaysa, din ve dil verilecekti! Papa, yeni dünyaları
boşuna bu iki güç arasında paylaştırmamıştı ya? Özetle, yeni toprakların
Hıristiyanlaştırılması sömürgecilikle at başı gitti. 1800’lere gelindiğinde Güney
Amerika’nın neredeyse tamamı Hıristiyanlaştırılmıştı! Ve tabii ki Filipinlere
ulaşan İspanyol kâşif Macellan da (Ferdinand Magellan) boş durmamış,
dünyanın öteki ucuna ayak basar basmaz cebinden haçını çıkarmıştı. Bugün
Filipinler, ağırlıklı olarak Hıristiyan nüfusa sahip tek Güney Asya ülkesi.
Portekizli ve İspanyol misyonerler, tıpkı yer altı ve üstünün zenginliklerini
kovalayan denizci yoldaşları gibi, dünyanın dört bir yanını turlamış,
milyonlarca insanı kiliseyle tanıştırmıştı.
Merak, macera tutkusu, keşif heyecanı, işgal, kan, gözyaşı, ter, altın ve
bolca haçla örülü, asırlara yayılmış bu denizaşırı sömürgecilik hikâyesini
muhtemelen en iyi özetleyen, Portekizli papaz ve misyoner Antonio Vieira
olmuştu:
“Tanrı bize doğmamız için küçük bir ülke, ölmemiz içinse kocaman bir dünya
verdi.”
İmparatorlukların Seyir Defterlerinden

İspanyol İmparatorluğu, 15. ve 19. yüzyıllar arasında Avrupa, Amerika, Asya, Afrika ve
Okyanusya’daki sömürgeleriyle, kendisine ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ sıfatı yakıştırılan
ilk imparatorluktu (Daha sonra bu sıfat İngiltere’ye yakıştırılacaktı.) III. Charles’ın iktidarda
bulunduğu dönemde (1759–1788) imparatorluğun topraklarının genişliği 20 milyon km²’ye ulaşmıştı.
Portekiz İmparatorluğu tarihin en uzun soluklu küresel imparatorluğuydu. Sömürge imparatorluğu
macerası tam altı asır sürmüş, dünyanın değişik bölgelerine yayılan topraklarının genişliği 10 milyon
km²’yi bulmuştu.
İspanya tarihi on bin yıl öncesine kadar uzansa da ülke toprakları hep yabancı güçlerin işgalinde
kalmıştı. Ülke 700-1400 yılları arasında İspanyolların ‘Moors’ olarak isimlendirdiği Müslü-manların
idaresi altındaydı. İspanya’yı bağımsız olarak tek bir çatı altında toplayanlar, İzabel ve Fernando
oldu.
İspanyol İmparatorluğu’nun Amerika kıtasındaki toprakları, ABD’nin bugünkü California eyaletinden
Şili’ye kadar uzanıyordu. Avrupa’daysa İtalya, Lüksemburg, Hollanda ve Belçika, imparatorluğun
sınırları içindeydi.
Batılı tarihçiler, 16. yüzyılda dünyanın en güçlü ülkesi olan İspanyol İmparatorluğu’nu üç kelimeyle
özetler: Gold, God and Glory! (Altın, Tanrı ve Zafer!)
İspanyol ve Portekiz imparatorlukları, global ticareti başlatan ilk ülkeler olmuşlardı. İspanyol para
birimi düka, tarihin ilk küresel para birimiydi.
Bu iki imparatorluğun Atlantik’i aşarak yaptığı seferler sonucu, Amerikalılar buğday, arpa, soğan,
elma, karpuz, inek, koyun, at ve eşekle ilk kez karşılaşırken Avrupalılar da mısır, çikolata, patates,
kırmızı biber, pul biber, domates, yerfıstığı, tütün ve hindiyle tanıştı.
Keşiflerle birlikte Latin Amerika’daki İspanyol ve Portekiz kolonilerini mesken tutan Roman Katolik
kiliselerine bağlı keşişler (Fransiskenler, Dominikler ve Cizvitler), Hıristiyanlığı yaymak için büyük bir
gayret gösterdi. Öyle ki Cortes’in Meksika’ya gelişini takip eden on yıl içerisinde bir Fransisken keşişi,
sadece bir günde 14 bin yerliyi, toplamdaysa 200 bin kişiyi vaftiz ettiğini söylemişti.
İspanyol Amerikası’na her İspanyol elini kolunu sallayarak gidemiyordu! Sözgelimi Aragonlular,
Kastilya Kraliçesi İzabel ile Aragon Kralı Fernando arasında yapılan evlilik sözleşmesi gereği,
Amerika’daki İspanyol sömürgelerine gitmek için kraliyetten özel izin almak zorundaydı. Zira
Kolomb’un gezilerini İzabel finanse etmişti ve kâğıt üzerinde Amerika’daki topraklar onundu!
İspanyollara Amerika kıtasının anahtarını sunan Kolomb, aslında Cenovalı bir İtalyan’dı. İzabel’in
desteğini almadan önce sekiz yıl boyunca, seferlerine finansman bulabilmek için başta Portekizliler
olmak üzere Avrupa’daki birçok monarşinin kapısını çalmış, teorileri ‘saçma’ bulunduğu için her
seferinde kapı dışarı edilmişti!
İspanyollar, 1500 ve 1650 yılları arasında Amerika’dan 181 ton altın ve 16 bin ton gümüş getirmişti.
Günümüz parasıyla altınlar yaklaşık 4, gümüşlerse 7 milyar dolara karşılık geliyordu. Meblağlar
bugünün trilyon dolarlık devlet bütçeleri yanında kulağa komik gelse de o zamanlar için akıl almaz
rakamlardı. O kadar ki bu para girişinden dolayı İspanya’da enflasyon söz konusu yıllarda beşe
katlanmıştı.
Denizaşırı sömürgeler dönemini başlatan coğrafi keşiflerde en büyük pay, Portekiz kraliyet ailesinin
maceraperest prensi Henry’e aittir. ‘Denizci’ lakabıyla tanınan Henry, deniz aşırı seferleri başlatmış,
bunun sonucunda Atlantik Okyanusu’ndaki Madeira Adaları 1419’da, Azor Adaları da 1427’de
keşfedilerek, tarihin ilk deniz aşırı sömürgeleri olmuştu. Henry’den önce denizciler, devasa deniz
canavarlarına yem olmaktan ya da dünyanın ‘kenarlarından’ aşağı düşmekten (dünyanın dümdüz
olduğuna inanıyorlardı) korktukları için sadece kıyıları takip ediyorlardı.
Portekiz ve İspanya’nın okyanuslara açılarak başlattığı Keşifler Çağı, Avrupa’da bin yıldır süren
dengeyi değiştirmişti. Bu ikilinin başı çektiği deniz aşırı maceralara kısa zamanda Atlas Okyanusu’na
kıyısı bulunan Hollanda, Fransa ve İngiltere de katıldı ve bu beşli, dünya zenginliklerini asırlar boyunca
kontrol ederek, bugün Batı ile Doğu arasındaki gelişmişlik farkının mimarları oldular.
Portekiz ve İspanya’nın başlattığı bu süreç, tartışmasız bir şekilde, ‘sömürge paylaşım’ ve onu
izleyen ‘dünya’ savaşlarının tetiğini çekti ve bugün içinde yaşadığımız dünyanın siyasi, dini, kültürel ve
coğrafi çerçevesini çizdi.

İmparatorlukların Köşe Taşları


1415 Deniz tutkunu Portekiz Prensi Henry Afrika kıyıları boyunca keşif gezilerini başlattı.
1420 Portekizliler Madeira Adası’nda ilk sömürgelerini kurdu.
1446 Portekizliler Gine’ye el koydu ve köle ticareti merkezi yaptı. Ayrıca Cape Verde Adaları’nda köle ticareti imtiyazı elde ettiler.
1483 Portekizliler Kongo Nehri ağzı ve civarında yerleşim bölgeleri kurmaya başladı.
1488 Portekizli denizci Bartolomeu Dias, Portekiz Kralı adına çıktığı seferle Ümit Burnu’nu dolaşan ilk denizci oldu.
1492 İtalyan denizci ve kâşif Kolomb, Hindistan niyetine önce Bahamalar’a, ardından da Küba’ya ayak bastı.
1493 Papa VI. Alexander Atlantik Okyanusu’nu İspanya ve Portekiz arasında paylaştırdı. Çizdiği hayali hattın batısı İspanyolların,
doğusu Portekizlilerin mülkiyetine verildi.
1494 Papanın yaptığı taksimat Tordesillas Antlaşması’yla resmiyete döküldü. Portekiz kralının ısrarıyla hat yeniden çizildi ve bu
değişiklikle Brezilya, Portekiz egemenlik sahasında kaldı.
1496 Colombus’un kardeşi Diego Columbus, Santo Domingo’da ilk İspanyol sömürgesini kurdu.
1498 Portekizli denizci Vasco da Gama Afrika’yı dolanıp Hindistan’a ulaştı.
1500 Portekizli kâşif Pedro Cabral Brezilya’ya ayak bastı. Portekizliler Afrika’nın doğusunda sömürgeler kurmaya başladı.
1505 Portekizliler Sri Lanka’da yerleşimler kurmaya başladı.
1509 Portekizliler, Hind sularında Osmanlı, Hind ve Memluk ortak donanmasını yendi. Bölgede hâkim güç oldular.
1510 Portekizliler Hindistan’ın Goa şehrini Hindistan’daki sömürgelerinin başkenti yaptı.
1511 Portekizliler Malacca Boğazı’na (Malezya ve civarı) yerleşti. Bölgedeki Müslümanları kılıçtan geçirdiler.
1513 İspanyol kâşif Vasco Núñez de Balboa Pasifik kıyılarına ulaşarak İspanya Kralı adına bölgeyi sahiplendi.
1514 Portekizliler Hürmüz’ü ele geçirip Umman Körfezi’ni kontrol amacıyla bir garnizon kurdu.
1519 İspanyol ‘fatih’lerinden Hernando Cortes, Meksika’yı işgal edip Aztek Medeniyeti’ni yıktı.
1522 Portekizli denizci Ferdinand Macellan, üç yıl önce çıktığı seyahat sonunda dünyanın etrafını turlayan ilk kişi oldu.
1525 İspanyol ‘fatih’ler kendilerine verilen topraklara Avrupa’dan göçmen getirmeye başladı. Amerika kıtası beyazlaşma sürecine
girdi.
1530 Bir diğer İspanyol ‘fatih’ Francisco Pizarro, Peru’yu işgal edip İnka Medeniyeti’ni yıktı.
1550 Portekiz’in Afrika’daki sömürgelerinden Amerika kıtasına köle sevkıyatı başladı.
1557 Portekizliler Güney Çin’deki Macao’ya yerleşti.
1565 Florida ve Filipinlerde İspanyol askeri üsleri kuruldu.
1571 İspanyol Genel Valisi Legazpi, Manila’yı başkent yapıp civar adaları İspanya Kralı II. Philip’ten ilham alarak Philippines
(Filipinler) olarak isimlendirdi. Bir süre sonra Filipinler, Meksika’daki İspanyol Genel Valisi’ne bağlandı.
İspanya önderliğindeki Kutsal İttifak donanması Lepanto’da (İnebahtı) Osmanlı donanmasını bozguna uğrattı.
1580 İspanya Kralı II. Philip, Portekiz tacına el koydu; Portekiz İmparatorluğu, İspanyol İmparatorluğu’na eklendi.
1625 Hollandalılar Endonezya civarındaki Baharat Adaları’nda Portekiz egemenliğine meydan okumaya başladı.
1639 Hollandalılar Downs Savaşı’nda İspanyol donanmasını bozguna uğrattı.
1640 Portekiz, İspanyol egemenliğine son verip tekrar bağımsız oldu.
1641 Hollandalılar Portekizlileri Baharat Adaları’ndan kovdu.
1648 Hollandalılar İspanyollardan bağımsızlığını kazandı.
1658 Hollandalılar Portekizlileri Sri Lanka’dan da kovdu.
1697 İspanya, Hispanyola’nın yarısını Fransa’ya devretti.
1698 Umman donanması Portekizlileri Mombasa (Kenya) ve Zanzibar’dan çıkardı.
1740 Venezüella, Kolombiya ve Ekvator, başkentleri Bogota olmak üzere İspanya’ya ait New Granada Naipliği’ni oluşturdu.
1792 Brezilya’daki Portekiz egemenliğine yönelik isyan bastırıldı, ayaklananlar idam edildi.
1808 Napolyon İspanya’yı işgal etti.
1809 Bolivya, İspanyollara karşı ayaklanan ilk Güney Amerika sömürgesi oldu.
1810 Venezüella İspanyollardan kısmen bağımsızlık kazandı, Arjantin’de alternatif bir yönetim kuruldu, Şili ve Uruguay bağımsızlık
mücadelesine başladı.
1811 Kolombiya ve Paraguay’daki sömürgeciler İspanya’dan bağımsızlığını ilan etti.
1812 İspanyollar, ayaklanmaları bastırdı ve Venezüella’yı bir kez daha denetim altına aldı.
1814 Napolyon’un yenilmesiyle VII. Ferdinand İspanya’da tekrar iktidarı ele aldı. Paraguay diktatörlükle yönetilmeye başlandı ve
dış dünyaya kapandı.
1815 Portekiz Brezilya’ya kısmi özerklik tanıdı.
1816 Arjantin İspanya’dan tam bağımsızlığını kazandı.
1821 Meksika İspanya’dan tam bağımsızlığını kazandı.
1822 Brezilya’nın Portekizli naibi Dom Pedro, ülkenin tam bağımsızlığını ilan etti ve I. Pedro olarak Brezilya İmparatoru oldu.
Ekvator İspanya’dan bağımsızlığını ilan etti.
1823 Guatemala İspanya’dan bağımsızlığını ilan etti.
1824 Aşağı Peru İspanya’dan tam bağımsızlığını kazandı.
1825 Yukarı Peru İspanya’dan tam bağımsızlığını kazandı ve İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı veren Simon Bolivar’ın anısına
Bolivya olarak isimlendirildi.
1836 Portekiz, Angola çıkışlı köle ticaretini yasakladı.
1844 Hispanyola’nın yarısı Dominik Cumhuriyeti adıyla İspanya’dan bağımsızlığını ilan etti.
1873 İspanya’da cumhuriyet rejimi ilan edildi.
1875 Portekiz İmparatorluğu köleliği yasakladı.
1878 Kübalıların İspanyollara karşı sürdürdüğü on yıllık mücadele, İspanyolların köleliği kaldırması ve reformlar yapmasıyla sona erdi.
1884 İspanyollar Batı Sahra’yı (Kuzey Afrika’nın batısı) sömürgeleştirmeye başladı.
1887 Çin, Portekiz’in Macao’daki haklarını tanıdı.
1898 Amerikan savaş gemisi Maine, Havana limanında havaya uçuruldu ve İspanyol-Amerikan Savaşı başladı. Filipinler, savaş
halinde olduğu İspanya’dan bağımsızlığını ilan etti. Paris Antlaşması’yla İspanyol-Amerikan Savaşı sona erdi;
İspanyollar
Porto Riko ve Küba’yı Amerika’ya verdiği gibi Filipinleri de 20 milyon dolara Amerika’ya sattı; Filipinler bir süre dirense de bu kez
Amerikan kolonisi oldu.
1910 Portekiz’de Cumhuriyet rejimi kuruldu.
1912 İspanya ve Fransa, Fas’ı kendi aralarında paylaştı.
1956 Fas, her iki sömürgeci güçten de bağımsızlığını kazandı.
Angola’daki Portekiz hâkimiyetine karşı bağımsızlık savaşı başladı.
1962 Mozambik’teki Marksist gerillalar Portekiz’e karşı silahlı mücadele başlattı.
1966 Komünizm karşıtı UNITA hareketi Angola’daki bağımsızlık savaşına katıldı.
1968 İspanyol Ginesi Ekvator Ginesi adıyla İspanyollardan bağımsızlığını ilan etti.
1974 Portekiz Ginesi bağımsızlığını ilan etti.
1975 Portekiz Doğu Afrikası, Mozambik; Afrika’nın batı kıyılarındaki Cape Verde Adaları da Cape Verde Cumhuriyeti adıyla
bağımsızlığını ilan etti.
1999 Portekiz, Macau’yu Çin’e devretti.

İngilizler, dünyayı keşfe Avrupalı diğer rakiplerinden daha geç başlamış olsalar da boynuz kulağı
geçmiş ve tarihin gördüğü en büyük imparatorluğa imza atmışlardı. Bileği bükülmez bir donanma,
devlet gibi bir ‘şirket’, sanayileşmeyi arkasına alan ilk millet olmanın avantajı ve ‘parçala-yönet’
siyasetiyle Amerika’dan Afrika’ya, Hindistan’dan Avustralya’ya uzanan devasa bir imparatorluk
kuran İngilizler, 1921’de dünya nüfusunun ve topraklarının dörtte birini kontrol ediyordu! Tabii ki
milyonlarca insanın canı ve iradesi pahasına. Çağdaşlarından daha zeki bir şekilde zamanın ruhunu
okudular ve tamamen parçalanmasını beklemeden, imparatorluklarını zoraki bir siyasi birliktelikten
gönüllü ve sembolik bir beraberliğe dönüştürerek, günümüze kadar taşımayı başardılar…

Üzerinde güneş batmayan

İngiliz İmparatorluğu
(1585-1997)

“İngiliz imparatorluğu üzerinde güneş batmıyor çünkü tanrı bile onlara karanlıkta güvenmiyor!”
Sri Lankalı politikacı Colvin R. de Silva

İngilizler açık denizlere İspanyollar ve Portekizlilerin hemen ardından


açılmıştı. Kral VII. Henry’nin 1497’de John Cabot’u174 Çin’e giden bir yol
bulabilmesi için Atlantik’e yollamasıyla İngilizlerin deniz aşırı macerası
başladı. Kuzey Amerika topraklarına ayak basan ilk Avrupalı olan İtalyan kâşif
ve denizci Cabot ilk seferinden Kanada topraklarına İngiltere adına el koyarak
dönmüş, lakin Çin’e giden bir yol bulamamıştı. İngilizlerin Kuzey Amerika’daki
ilk koloni kurma girişimleri pek iç açıcı değildi. İlk gidenler perişan olmuş, geri
dönmek zorunda kalmışlardı. Aynı günlerde başını John Drake’in çektiği İngiliz
korsanları, yeni topraklar bulup kolonileşmeye gitmektense, hazır altınla dolu
İspanyol gemilerini yağmalamanın daha kârlı olduğunu keşfediyorlardı.
İngiltere’nin Amerika topraklarındaki ilk kolonisi 1580’lerde kurulan Virginia
oldu. Burada İngiliz ebeveynden doğan ilk kız çocuğuna, dönemin İngiliz
Kraliçesi ‘Bakire’ Elizabeth’in175 anısına Virginia ismi verilmiş, bu aynı
zamanda ilk koloninin de adı olmuştu. Çalakalem yapılan kolonileşme çabaları
devam ederken, 1600 yılında İngiliz imparatorluk tarihinin en önemli aktörü
ete kemiğe büründü. İngiliz denizciler ve tüccarlar bir araya gelerek deniz
ötesi ticaret faaliyetlerini yürütmek için Doğu Hind Şirketi’ni176 (East India
Company) kurdular. Diğer sömürgeci Avrupa güçleri de İngiltere’nin
izinden177 gitmekte gecikmeyecekti.
İngilizler Hindistan’ı ‘keşfediyor’
Şirket, ilk on beş yılında katlanarak büyüdü. Kraliçe I. Elizabeth’in kendisine
verdiği sınırsız yetkiyle, deniz aşırı ticari çıkarlarını savunmak için kendi
ordusunu bile kurdu! Ama İngilizler açık denizlerde yalnız değildi. Özellikle
Baharat Adaları civarında Hollandalılarla boğaz boğaza geliyorlar; iki deniz
gücü, anavatanlarından binlerce mil uzaklıktaki sularda, yeni yeni
tomurcuklanan dünya ticaret pastasından daha büyük pay kapmak için
kıyasıya savaşıyordu. Baharat Adaları’nda Hollandalılara diş
geçiremeyeceklerini fark eden İngilizler, tüm dikkatlerini Hindistan’a verdi.
Babür İmparator-luğu’nun178 hüküm sürdüğü bu topraklar daha bereketli
olabilirdi. Hindistan’ın Surat Limanı’nda ilk İngiliz ambarları kuruldu. Burada
toplanan Hind baharatları, tekstil ve diğer işe yarar mallar, 1615’ten itibaren
İngiliz gemileriyle anakaraya taşınmaya başladı. Zamanla Surat’ın yerini
Bombay179 alacaktı. 17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Hindistan’ın Bombay,
Madras ve Kalküta şehirleri, tamamen İngiliz ticaret kolonilerine dönüşmüş,
Hindistan’ın zenginliklerini tatma sırası, Portekizlilerden sonra İngilizlere
gelmişti. Şimdi gelin Hindistan’daki İngilizleri bir süreliğine bırakıp
Amerika’dakilere bir göz atalım.
İlk göçmenler Amerika’da tutunmaya çalışıyor
İngilizlerin Amerika’nın kuzeyindeki kolonileşme çabaları; Kızılderili
savaşları, salgın hastalıklar ve yeni ‘Amerikalıları’ sapır sapır döken kıtlığa
rağmen tüm hızıyla devam ediyordu. İspanyollar ve Portekizliler kıtanın
güneyini sahiplenmişti ama kuzeyi henüz bakirdi. İngilizler burada birbiri
ardına kolonilerini yükseltmekte gecikmeyeceklerdi. Kuzey Amerika’nın bu ilk
Avrupalı sakinleri, İngiltere’deki dini baskılardan bunalarak bu yeni dünyaya
göç eden ‘muhacirlerdi.’ 180 İngiltere’nin Plymouth limanından yola çıkıp zorlu
bir mücadelenin ardından ulaştıkları yeni topraklara, çıkış limanlarının adını
vermişler, böylelikle 1621’de Amerika’daki ikinci İngiliz kolonisi Plymouth’un
temellerini atmışlardı. İlk kış çok zor geçti. Göçmenlerin birçoğu öldü. Kışı sağ
salim atlatanlar, hindili bir ziyafet düzenleyerek Tanrı’ya şükranlarını sundular.
Bu gelenek zamanla Amerika’nın sembollerinden biri olan Şükran Günü’ne
dönüşecekti.
İngiltere’deki dini baskılar ve üzerine tuz biber eken ekonomik kriz, yeni
‘muhacirlerin’ ve zorunlu göçmenlerin181 Amerika kıtasına dönük ilgisini
devam ettirdi; kıtaya akın akın göçmen geliyordu. Göçmenlerin kurduğu
kolonilere, kısa zamanda cazibe merkezi olacak Massachusetts de eklendi.
İngiltere’den gelen ilk göçmenler Mayflower isimli gemiyle Kuzey Amerika’ya ulaşmış, ilk olarak, Virginia adını verdikleri topraklara
yerleşmişlerdi.

Amerika topraklarındaki manzara süratle değişiyordu. İngilte-re’den gelen


dini hassasiyeti yüksek göçmenler, merkezinde kilisenin olduğu yeni yerleşim
birimleri kuruyor, civar topraklar tarıma açılıyor, İngiliz Kralı’nın verdiği
yetkiyle ticaret yapılıyordu. Kilise yöneticileri, yeni kurulan kolonilerin
idareciliğini de üstlenmişti. Yeni yeni filizlenen bu yaşam tarzı bir demokrasi
olmaktan uzaktı. Daha çok oligarşiyi andırıyordu, ama en azından
İngiltere’deki gibi zenginlik ya da doğuştan kazanılan aristokratik haklar
etrafında değil, ‘dinle kutsanmış erdemler’ çerçevesinde şekilleniyordu.
Amerika’nın bugün bile kendini hissettiren din ağırlıklı karakteri, işte bu
günlerin eseriydi.
Avrupa’dan gelen göçmenlerin sayısı arttıkça Amerikan yerlileriyle yapılan savaşlar da sıklaştı. Beyaz Adam daha çok toprağa
ihtiyaç duyuyordu. (Tablo/Jackson Walker)

Avrupa’dan gelen göçmenler eğitimliydiler de. 1636’da yeni vatanlarında


Harvard Üniversitesi’ni kurdular. Aynı günlerde başta Massachusetts olmak
üzere Amerika’nın yeni şehirlerine göçmen yağmaya devam ediyordu. Onlar
geldikçe Connecticut, New Hampshire gibi yeni yerleşim merkezleri haritadaki
yerlerini alıyor, Amerika’nın kuzeydoğusunda adeta yeni bir İngiltere inşa
ediliyordu. İşte bu yüzden bu bölgeye ‘New England’ adı verilmişti. Yeni gelen
göçmenler arasında dini ihtilaflar baş göstermekte gecikmedi. Kolonilerin
başkenti olarak kurulan Boston’daki dini otoriteler, aykırı görüşlerinden dolayı
din adamı Roger Williams’ı aforoz edince, o da Amerikalı yerlilerden satın
aldığı topraklar üzerinde Rhode Island’ı182 kurdu!
Tüm bunlar yaşanır, İngilizler, bu bakir topraklarda bir yandan Amerika’nın
esas sahipleri yerlilerle, diğer yandan da çetin yaşam koşullarıyla savaşıp yeni
bir gelecek kurmaya çalışırken, onlara eşlik eden birileri daha vardı:
Hollandalılar!
Hollandalılar New York’un temellerini atıyor
Okyanus ötesi parselleme girişimlerinden geride kalmak istemeyen
Hollandalılar da 1600’lerin başında Amerika’nın doğu kıyıları boyunca koloniler
kurmaya soyunmuş ve Hudson Nehri civarında ilkini hayata geçirmişlerdi. Bu
bölgeye New Netherland (Yeni Hollanda) ismini verdiler ve 1626’da
Manhattan Yarımadası’nı yerlilerden satın alarak 183 New Amsterdam (Yeni
Amsterdam) isimli bir liman kurdular. Liman başarılı Hollandalı valilerin elinde
tam bir ticaret vahasına dönüştü ve Hollanda Doğu Hind Şirketi’nin
Amerika’daki merkezi oldu. Ama bir kusuru vardı. Dört bir tarafından İngiliz
kolonileriyle çevrilmişti ve İngilizlerin bu stratejik noktayı Hollandalılara
bırakmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.
1664’te göz korkutucu bir İngiliz filosu New Amsterdam kıyılarında boy
gösterdiğinde, şehrin zeki valisi Peter Stuyvesant realiteyi kabullenmekte
gecikmedi. Bölge, tek kurşun atılmadan İngilizlere teslim edildi.184 İşte New
Amsterdam böyle New York olmuştu…
İngilizler de Karayipler sofrasına oturuyor
Hatırlayacaksınız, bir önceki maceramızda İspanyollar ve Portekizlileri
Karayipler’de kıyasıya bir sömürgecilik yarışında baş başa bırakmıştık. İşte bu
iki gücün bölgedeki rekabetine İngilizlerin katılması 16. yüzyılın başlarına
denk gelir. İngilizler, başta Barbados olmak üzere, Karayiplerin doğusunda
kalan adacıkları185 ele geçirdiler ve 1655’te İspanyolların elinden Jamaika’yı
aldılar. Aynı dönemde Fransızlar da Hispanyola’nın batı yarısını işgal etmişti.
İspanyolların bölge adaları üzerindeki ilgisi altın madenleriyle sınırlıyken,
İngiliz ve Fransız sömürgeciler tarıma yöneldi. Tütünle başlayıp daha kârlı
şeker üretimiyle devam ederek ada halklarının tümünü zorunlu işçi yaptılar.
Ağır çalışma koşulları ve Avrupalıların getirdiği hastalıklar, yerli halkı kırıp
geçirince Afrika’dan köle getirilmesi ihtiyacı doğdu. Bu işi başlangıçta
Afrika’daki Portekiz köle limanlarını ele geçiren Hollandalılar üstlenmişti ama
el elden üstündü. İngilizler bu işi de tekellerine almakta gecikmedi. 1655’e
gelindiğinde İngiliz Jamaikası bölgenin bir numaralı köle pazarı olmuştu. Bu
ada devletinin köleliğe borçlu olduğu ekonomik cazibesi o kadar yüksekti ki
İngiliz, Fransız ve İspanyol donanmaları, neredeyse iki asır boyunca adanın
kontrolünü ele geçirmek için kıyasıya savaşacaktı.
Kanada sahillerinde İngiliz-Fransız mücadelesi
On yedinci ve 18. yüzyıl boyunca emperyal deniz rotalarının geçiş noktası
olan Kanada’nın doğu sahillerindeki Nova Scotia (Yeni İskoçya) Yarımadası,
İngilizlerle Fransızların kıyasıya mücadelesine tanıklık etti. Bu bölge defalarca
taraflar arasında el değiştirdi. Aynı şekilde Nova Scotia’nın üzerinde bulunan
Newfoundland Adası için de iki güç birbirini boğazlamış, Fransızlar
Newfoundland kıyılarındaki İngiliz ticaret kolonilerine Avrupa Savaşları186
boyunca saldırmış, ama en nihayet Utrecht Antlaşması’yla İngilizlerin
bölgedeki hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalmışlardı. İngilizler artık Kuzey
Amerika’nın patronuydu ve kolonileşme süreci tüm hızıyla devam ediyordu.
Tekrar Hindistan’a uzanalım.
Hindistan: Büyüklerin oyun sahası…
Bölgeye kendilerinden önce gelen Portekizliler ve Hollandalılar gibi İngilizler
de başlangıçta Hindistan’daki Babür İmparatorluğu’yla doğrudan çarpışmaya
girmemiş, daha çok kıyı şeridinde limanlar ve ticaret noktaları elde edip
bunları tahkim etme yoluna gitmişlerdi. Çoğu zaman birbirleriyle çatışma
halinde olan racalar187 tarafından yönetilen küçük prensliklere bölünmüş olan
Babür İmparatorluğu’nun 1858’de tarih sahnesinden çekilmesiyle, İngilizler
tüm Hindistan’ı kontrol altına alacaklardı.
Bin 700’lü yılların başında hem İngiliz hem de Fransız Doğu Hind şirketleri
Hindistan’daki ticari kazanımları adına, bu ülkedeki prensler arasındaki
hanedanlık savaşlarında saf tutmaktan çekinmedi. Sürekli farklı adayları
destekliyor, askeri destek veriyor, karşılığında da her racadan ticari imtiyazlar
alıyorlardı. Moğolların Haydarabat’taki uzantısı Nizam Hanedanlığı’nın
başındaki Kamereddin Sıddıki’nin 1748’de ölmesinin ardından İngiltere ve
Fransa, Sıddıki’nin oğulları arasındaki taht kavgasına dâhil olmakta gecikmedi.
Fransızlar Haydarabat’ta, İngilizler de Carnatic’teki adayın arkasında saf
tutmuşlar, bu çalkantılı günlerde ortaya atılan Şirket çalışanlarından Robert
Clive, Şirket’in İngiliz ve Hind askerlerinden oluşan ordusuyla Fransızları dize
getirmişti.
Yüzyılın sonuna dek iki sömürgeci güç Hind topraklarında birbirini dengeledi.
Ta ki 1756’da Bengal’in Müslüman Valisi Siraciddeule, Kalküta’daki İngiliz
yerleşimini basıp sakinlerini esir alana kadar. İngiliz tarihine ‘Black Hole of
Calcutta’ (Kalküta’nın Kara Deliği) 188 olarak geçen bu olay, İngilizlerin
Hindistan’daki politikasını değiştirmiş, belki de uzun zamandır peşinde
koştukları gerekçeyi sunmuştu onlara. Artık ‘tüccar’ İngiltere gidecek,
‘hükümdar’ İngiltere gelecekti.
Kalküta’nın intikamını almak için harekete geçen Clive, 1757’deki
çarpışmada Siracüddeule’yi yendi ve Bengal tahtına kendisine bağlı Mir Cafer’i
yerleştirdi. Bölgedeki İngiliz etkisi kademe kademe yayılacak, Mir Cafer’in ilk
numunesi olduğu ‘İngilizlere bağlı kukla racalar’ şablonu, Hindistan’ın İngiliz
hâkimiyetine girmesinde büyük rol oynayacaktı. Fransızların Hindistan’daki
itibarını sıfırladıktan sonra Hintlileri de dize getiren Clive, Hind Altkıtası’nı
İngiliz tahtının ayakları altına seren adam olarak tarihe geçti.189
Bin 800’lerin başında İngiltere, Hindistan’daki tartışmasız tek güçtü. Şirket
bu arada boş durmuyor, bölgedeki İngiliz hegemonyasının sınırlarını
genişletiyordu. Şirket’in 1819’da Singapur’da toprak edinmesiyle birlikte
Hindistan ile Çin arasındaki deniz yolu İngiliz İmparatorluğu’nun denetimine
girmişti. İngilizlerin Çinlilerle yapılan Afyon Savaşları’nı kazanması üzerine
Şirket gemileri Çin pazarına afyon taşımaya başladı ve anlaşma gereği Hong
Kong limanı İngilizlere bırakıldı. Hind Okyanusu İngilizlerden soruluyordu
artık! Ünlü İngiliz şair James Thompson’ın bir asır önce yazdığı şiirdeki190 gibi
İngiltere, ‘Dalgaları yönetmeye başlamıştı!’
İngiltere’nin azılı rakibi Fransız İmparatorluğu
İngiliz İmparatorluğu’nun tarihi, aslında bir bakıma Fransız
İmparatorluğu’nun da dolaylı tarihi olmuştu. Bu ikili, gece ile gündüz gibi
sürekli birbirlerini takip edip, karşılıklı olarak egemenlik alanlarını
genişletmeye çalışıyorlardı. Daha Haçlı Seferleri zamanında gözlerini yabancı
topraklara diken Fransızlar, 1249’daki Yedinci Haçlı Seferi sırasında Mısır’ı
fethetmiş ve Nil Deltası’nı işgal etmişlerdi. Bunun yanı sıra Batı Fransa’daki
Lusignan Hanedanlığı, 1291’deki Memluk fethine kadar Kudüs Krallığı’nı,
1489’a kadar da Kıbrıs Krallığı’nı elinde tutmuştu. Lakin Fransızların, diğer
Batılı rakipleri gibi deniz aşırı maceralara girişmesi 16. yüzyıla denk gelir. Bilgi
ve birikimini Fransız tacının hizmetine sunan İtalyan denizci ve kâşif Giovanni
da Verrazzano ve Fransız kâşif Jacques Cartier’nin yüzyıl başlarında bugün
Kanada olarak bilinen topraklara yaptıkları coğrafi keşiflerle Fransızların
denizaşırı sömürgecilik macerası başlamıştı. Daha da kesin olmamız
gerekirse, 27 Temmuz 1705’te Kuzey Amerika’daki Acadia kolonisinde Port
Royal’in (Bugün burası Kanada’ya bağlı Nova Scotia’dır) kurulmasını Fransız
Sömürge İmparatorluğu’nun resmi başlangıç tarihi olarak kaydedebiliriz. Ama
imparatorluğun gerçek anlamda dişini göstermesi için Napolyon Bonapart’ın
tarih sahnesine çıkması gerekecekti…
İlk Dünya Savaşı: Yedi Yıl Savaşları: 1756–1763
Daha önce de birkaç kez değindiğimiz Yedi Yıl Savaşları, Fransa’nın
sömürgecilik kapasitesini törpülediği gibi, ondan aldıklarını İngiltere’nin
hanesine ekledi. Savaşın başındaki denge, sona doğru İngiltere lehine
fazlasıyla bozuldu. Bu savaşın sonunda İngiltere, Hindistan’daki üstünlüğünü
rakipsizliğe çevirdi ama asıl kazanımları Amerika’da oldu.
Cephede İngilizler karşısında bozguna uğrayan ve savaş esnasında Quebec’i
(Kanada’nın bir bölgesi) Düşmana kaptıran Fransızların ödeyeceği asıl fatura
savaş sonunda kesildi. Hesap oldukça şişkindi. 1763 tarihli Paris
Antlaşması’yla Fransız Sömürge İmparatorluğu’nun Amerika’daki ayağı kesildi;
Mississippi ve Ohio nehirleri arasındaki bölgelerin yanı sıra, St. Lawrence
boyunca uzanan Fransız topraklarının hepsi İngiltere’ye bırakıldı. Fransızların
elinde kala kala New Orleans kalmıştı.191 İngiltere, tarihteki dönüm
noktalarından birine imza atmış ve Kuzey Amerika’daki tek hâkim güç
olmuştu.
İngilizler Kuzey Amerika üzerinde egemenlik kurmak için diğer bir sömürgeci güç olan Fransızlarla kıtanın değişik yerlerinde uzun
bir süre savaştı. Yedi Yıl Savaşları sonunda Fransa, kıtadaki tüm etkinliğini kaybetti.

“Amerikalı” İngilizler İngiltereli İngilizlerden rahatsız!


Yedi Yıl Savaşları’nın Kuzey Amerika’daki ayağını oluşturan Fransız-Yerli
Savaşı’nın (French/Indian War) 192 ardından İngiltere’yle Amerika’daki
kolonileri arasındaki gerginlik artmaya başladı. Ortamı geren meseleler,
İngilizlerin, Yedi Yıl Savaşları’nın ağır maliyetini karşılamak için Amerika’daki
vatandaşları üzerine saldığı yüksek vergiler ve Amerikan topraklarında her
geçen gün daha çok göze batan kırmızı ceketlilerdi; nam-ı diğer, İngiliz
askerleri. Gerginliğin merkezi ise kurulduğu ilk günden bu yana radikal
kimliğiyle sivrilen koloni başkenti Boston’du. Düdüklü tencerede sıkışan
havanın patlaması gibi, yeni “Amerikalıların” İngiliz efendilerine karşı
besledikleri rahatsızlık 1770’de sıcak çatışmaya dönüştü. Aslında olup bitene
simetrik bir çatışma denemezdi. İngiliz askerleri, kendilerine taş atan
göstericilere ateş açmış, beşini öldürmüşlerdi.193 Bir kez kan akmıştı artık ve
bu kan İngiltere’ye pahalıya patlayacaktı.
Boston Çay Partisi’ne hoş geldiniz!
1773 yılının Aralık ayı başlarında Boston limanına demirlemiş, Şirket’e ait üç
İngiliz gemisi, depolarındaki çayın indirilmesini bekliyordu. Çay ticareti
Şirket’in tekeline bırakılmış, Amerikalılar fahiş fiyattan çay içmeye mahkûm
edilmişti. O an için gemilerin depolarında bekleşen zavallı çay sandıkları, 16
Aralık gecesi, bazıları ‘Kızılderili’ kıyafeti giymiş öfkeli Bostonluların gözünde,
İngiliz İmparatorluğu’nun artık nefret uyandıran varlığını simgeliyordu.
Gemiler basıldı ve 45 ton çay Boston limanının soğuk sularına gömüldü.
Bostonlular gururluydu, mağrur İngilizlere derslerini vermişlerdi. Haber kısa
zamanda diğer kolonilere de yayıldı. Londra’nın onayı ve yönlendirmesiyle
yıllardır ‘ticaret’ adı altında kendilerini soyan Şirket’e vurulan bu darbe,
heyecan dalgası yaratmış, Boston Çay Partisi, ‘Amerikalıların’ uluslaşmasına
giden yolda önemli bir kilometre taşı olmuştu.

Beyaz yerleşimciler Boston limanına demirli İngiliz gemilerindeki çayları denize dökerek, sömürge yönetimine karşı isyanın ilk
kıvılcımını çakmıştı. Bu olay tarihe Boston Çay Partisi olarak geçti.

Lakin Londra’dakiler, birkaç ‘baldırı çıplak’ koloni sakinine pabuç bırakmaya


niyetli değildi. Başbakan Lord North idaresindeki kabine, 1774 yazında aldığı
sert kararlarla dişini gösterdi. Boston limanı kapatılacak, şehir askeri yönetim
altına alınacak ve Bostonlular denize döktükleri çayın her kuruşunu194
ödeyecekti! Ancak tüm bu güç gösterisi, ateşe benzin dökmekten başka bir
işe yaramadı. Diğer koloniler Boston’dan yana tavır aldılar ve kendi
başlarındaki İngiliz valilerle çatışmaya girdiler. Herkes birbirine ‘Bu İngilizlere
daha ne kadar katlanacağız?’ diye soruyordu. On üç koloninin (Georgia hariç)
on ikisinden195 seçilen temsilciler Eylül 1774’te Philadelphia’da toplanan
kongrede bir araya geldi. Amerikalılar, artık İngiliz tacının gölgesinde
yaşamak istemiyordu!
İlk ‘Amerikan’ Kongresi toplanıyor
Philadelphia’da toplanan çiçeği burnunda temsilciler arasında, Virginia’yı
temsilen orada bulunan ve bir süre sonra Amerika’nın ilk başkanı seçilecek
olan George Washington da vardı. Kararlıydılar; sözlerinin bir ağırlığı olacak
ve İngilizlere tavizsiz bir mesaj göndereceklerdi. Londra’da alınan kararların
‘doğal haklarını çiğnediğini’196 söyleyerek bunun kabul edilemez olduğunu
haykırdılar ve Boston’u temsil eden Massachusetts’in arkasında saf tuttular.
İngiltere ve Batı İngiliz Hindi’nden gelen mallara boykot kararı çıktı. Savaş
tamtamları çalıyordu!
Bununla birlikte Amerikan kolonilerinde yaşayanlar arasında da bir ayrışma
baş göstermişti. İngiliz yönetimine baş kaldıranlara Patriot (Vatansever), Kral
George yönetimiyle uzlaşılabileceğini savunanlaraysa (ki bunlar toplam koloni
nüfusunun neredeyse yüzde 25’ini oluşturuyordu!) Loyalist (Sadık) denmişti.
Hem kırmızı ceketliler hem de vatanseverler, nihai çarpışma için tüfeklerini
yağlayıp saflarını sıklaştırdılar.
Lexington, Concord ve Massachusetts’te patlayan ilk silahları diğerleri takip
etti. Amerikalılara göre ‘Amerikan Devrimi’ (American Revolution) İngilizlere
göreyse de Amerikan Bağımsızlık Savaşı (War of American Independence)
başlamıştı!

Kolonilerdeki yerleşimciler İngilizlerle girdikleri çetin savaşın ardından onları kıtadan kovdular. Artık yollarına Amerika Birleşik
Devletleri adında yeni bir ülke olarak devam edeceklerdi. İngilizlerse gözlerini dünyanın diğer bölgelerine çevirdiler.

Amerika İngilizlerin avuçlarının arasından kayıp gidiyor…


Bağımsızlık taraftarlarıyla anakaradan 3 bin mil uzaklıktaki sömürgelerini
elden kaçırmak istemeyen İngilizler arasındaki savaş, taraflar arasındaki
dengenin bozulamadığı altı kanlı yılı geride bırakmıştı ki 1763’teki kayıplarını
telafi etmek için bağımsızlık yanlılarının yanında savaşa giren Fransa, kilidi
çözdü: İngiltere utanç verici bir şekilde mağlup olmuş, kolonilerin boğazına
geçirdiği parmaklarını gevşetmek zorunda kalmıştı. Son İngiliz birlikleri New
York’tan ayrıldığında, takvimler 1783’ü gösteriyordu. Amerika’yı kaybetmenin
şokunu yaşayan İngiltere, Kral George’un, İngiliz tarihinin en genç Başbakanı
olan William Pitt’i hükümeti kurmakla görevlendirmesiyle birlikte yeni bir
döneme girdi. Sanayi Devrimi’nin çarkları İngiltere’yi dönüştürmeye
başlamıştı.
Fransız Devrimi’nin şımarık çocuğu Napolyon
İngiltere ile Fransa, 1793’ten itibaren tekrar kılıçlara sarıldı. Aralarındaki
asırlık mücadele kaldığı yerden devam edecekti. O ana kadarki
çarpışmalardan üstün çıkan İngilizler, Kanada ve Hindistan’daki Fransız
topraklarını almayı başarmıştı. Bu kez çarpışma sahası, sömürgecilik tarihinin
en bereketli alanlarından Batı Hindi’ydi. İngilizler başlangıçta bir taraftan
Fransızlarla, bir taraftan da sarı humma ile savaşarak Karayiplerdeki birçok
Fransız adasını ele geçirdi. Lakin okyanusun bu bölgesindeki Fransız
çıkarlarına en büyük darbeyi kudretli İngiliz donanması değil, bizzat Fransız
Devrimi vuracaktı. Ancak isterseniz burada kısa bir mola verip imparatorluklar
tarihinin önde gelen şahsiyetlerinden birinin yanına gidelim.
Fransız Devrimi’nin en önemli sonuçlarından biri, Fransa’nın dışa dönük
saldırganlığını arttırması olduğu gibi, aynı zamanda Napolyon Bonapart isimli
bir subayın hızla yükselerek ülkenin geleceğinde söz sahibi olmasıydı da.
Devrim ordusunda sergilediği üstün komutanlık becerisiyle sivrilmiş ve
boyunun kısa olmasından dolayı kendisine ‘küçük onbaşı’ lakabı takılmıştı.
Boyu küçük ama idealleri büyüktü Napolyon’un. 1792’den 1803’e dek süren
ve Fransa’daki yeni rejimi korumak ve diğer Avrupa monarşilerine de yaymak
adına yapılan Fransız Devrimi Savaşları boyunca birçok cephede İngiltere’ye
karşı savaşmış, bu ülkeyi işgal etmeyi kafasına koymuş, bunu yapamayınca da
İngiltere açısından hayati önem taşıyan topraklara gözünü dikmişti. Bu
toprakların başında İngiltere’nin Hindistan yolu üzerinde ara istasyon vazifesi
gören Mısır geliyordu. Napolyon, Osmanlı kontrolündeki Mısır’a yürüdü. Orayı
ele geçirirse hem can düşmanı İngilizlere büyük bir darbe vuracak, hem de
Fransa’nın Akdeniz’deki ticari çıkarlarını sağlama alacaktı. Lakin İngilizler
kolay lokma değildi. Dünya imparatorluğuna giden yolda engel tanımaya
niyetleri yoktu.
Napolyon 1 Temmuz 1798’de İskenderiye limanından Mısır’a çıktı ve bölgeyi
ele geçirdi. Osmanlı ve Memlûk birlikleri, uzun menzilli ve daha keskin ateş
gücüne sahip Fransız topçusu karşısında tutunamadı. Neyse ki Horatio Nelson
isimli bir İngiliz amirali, Akdeniz’de köşe bucak aradığı Fransız donanmasını
nihayet 1 Ağustos 1798’de Abukir Koyu’nda kıstırıp sulara gömerek
Napolyon’un Fransa ile deniz bağlantısını kesti. Fransızlar, Nelson 197 ismini
ileride bir kez daha duyacak ve bir daha asla unutamayacaklardı.
Abukir’deki şoka rağmen Napolyon durmadı, Osmanlı yönetimindeki Filistin’e
doğru ilerlemeye başladı. Bu kez karşısındaki isim, yetmiş yaşını devirmiş
Cezzar Ahmet Paşa’ydı. Uzun bir süre uğraşsa da Cezzar Ahmet Paşa
komutasındaki Akka Kalesi’ni düşüremeyen Napolyon, Kahire’ye çekildi ve
ordusunu Mısır’da bıraktıktan sonra Fransa’ya döndü. Başka planları vardı…
İhtiraslı Fransız, Mısır seferinde Akdeniz’deki İngiliz deniz gücü ile baş
edemeyeceğini görmüştü. Üstelik bu sadece Akdeniz’le sınırlı bir durum
değildi. Denizaşırı topraklarını savunma konusunda acizlik hisseden Fransa,
Avrupa’ya sıkışıp kalmıştı. Bu çaresizlikten olsa gerek, Amerika’daki
(Louisiana) topraklarını çok cüzi bir rakama, hektarı 6 sente Amerikalılara
devretmek zorunda kaldı!
Ülkesine dönen Napolyon, mutlak iktidarı elde etmek için harekete
geçmekte gecikmedi. 1799’daki darbeyle ülkedeki yönetimi ele geçiren üçlü
konseyin başta gelen üyesi oldu. Bu arada Fransa kendi iç işleriyle meşgul
olduğu için savaşı bir kenara bırakmıştı. 1802’de imzalanan Amiens Barışı ile
Fransız Devrimi Savaşları sona ermiş, bir süreliğine ortalık yatışmıştı. İşte tam
bu günlerde Napolyon, anayasayı revize ettirip, kendisini ilk önce ‘ebedi
konsül’, 1804’te de imparator ilan ettirdi.
Küçük Onbaşı, Fransa’nın tek patronu olmuştu! Artık cumhuriyeti monarşi
yanlılarına karşı savunmak için değil, bizzat bir imparator olarak dünyayı fetih
planlarını hayata geçirmek için silaha sarılacaktı. Sarıldı da! O andan itibaren
Avrupa’nın diğer güçleriyle giriştiği savaşlar serisi, tarihe Napolyon Savaşları
olarak yazılacaktı.
Karayipler ayaklanıyor
Tekrar Karayiplere dönersek; Napolyon’un Avrupa’yı titrettiği günlerde
Fransızların bölgedeki en kazanç getiren sömürgesi, 1664’ten bu yana
kontrollerinde tuttukları şeker üretim merkezi St. Domingue idi. 1700’lü
yılların sonlarına doğru St. Domingue’in nüfusu 500 bini geçmişti ve bu
nüfusun yüzde 90’ını Afrika’dan getirilen köleler oluşturuyordu. 1789’da Paris
sokaklarını çınlatan ‘Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik!’ naraları Karayiplerde de
yankılanmakta gecikmedi. St. Domingue’teki köleler isyan edip kısa zamanda
adanın kontrolünü ele geçirdiler.
Ayaklanmanın lideri, az buçuk okumayı sökmüş bir köle olan Toussaint
L’Ouverture’dü. Çok geçmeden Karayiplerdeki başkaldırının sembol ismi oldu.
Önce adanın (Hispanyola) Fransız kontrolündeki bölümünü, ardından da Santo
Domingo olarak bilinen İspanyol kısmını ele geçirdi. Okyanuslarda İngilizlerle
boğuşan Fransızların adaya yollayacak ekstra gücü yoktu. Amiens Barışı’nın
sükunetinden istifade eden Napolyon’un adaya gönderdiği devasa ordu
kontrolü ele alsa da bu, uzun soluklu olmayacaktı. Özgürlük şerbetini içmiş
kölelerin geri adım atmaya niyeti yoktu.
Uzun süreli mücadelenin ardından 1844’te ada sömürgecilerden tamamen
temizlendi. Kolomb’un 1492’de ‘Hindistan niyetine’ keşfettiği Hispanyola,
Batılı güçlerin bu bölgedeki ilk sömürgesi olduğu gibi, aynı zamanda ilk
özgürlüğe kavuşanı olmuştu. Adanın İspanyolca konuşulan kısmı Dominik
Cumhuriyeti, Fransızca konuşulan kısmıysa Haiti ismiyle dünya siyaset
sahnesindeki yerini aldı.
123 Asıl adı Abdullah bin Fadlullah eş-Şirazi (1264-1334) olan İranlı tarihçi. Vassaf-ül-Hadra lakabıyla tanındı.
Moğol Hanı Mengü’nün ölümünü, Kubilay Han’ın cülusunu ve İlhanlı tarihini anlattığı Tarih-i Vassaf adlı
eseri, Moğol tarihi açısından eşsiz bir kaynak olarak kabul edilir.
124 Bağdat’ta uzun süre yaşamış, İslam dünyasının büyük şair ve yazarlarından Sadi Şirazî, şehirde şahit
olduğu yıkım üzerine şöyle bir mersiye yazmıştı:
“Müslümanların hükümdarı Mustasım’ın mahvedilmesi üzerine,
Gökyüzünün yeryüzüne (gözyaşı yerine) kan yağdırması hakkıdır.
Ey Muhammed (a.s.), eğer yeryüzünde bir kıyamet kopmuşsa
Halk arasında meydana gelen şu kıyameti gel de gör.”
125 Ayn Calut (Ayn-ı Câlût) Arapçada ‘Calut’un gözü’ manasına gelir. Rivayet odur ki İsrailoğulları,
kendilerine zulmedip kutsal sandıklarını çalan Amâlika kavminin lideri Calut’a (Golyat) karşı, melikleri Talut
komutasında birleşmiş ve Calut’u gözünden yaralamışlardır. Bu olayın geçtiğine inanılan yerde gerçekleştiği
için bu savaşa Ayn Calut adı verilmiştir.
126 “Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarlarının hükümdarı olan Büyük Han’dan, kılıçlarımızdan kaçan Memlûk
Sultanı Kutuz’a,
Bizim boyunduruğumuz altına giren diğer ülkelerin başlarına gelenleri düşünmelisin. Nasıl çok muazzam bir
imparatorluk kurduğumuzu ve dünyaya zarar veren ahlaksızlıkları ve düzensizlikleri sonlandırdığımızı
duymuşsundur. Muazzam yerler ele geçirdik, tüm insanlarını kırıp geçirdik. Ordumuzun dehşetinden
kaçamazsın. Nereye kaçabilirsin? Elimizden kurtulmak için hangi yolu deneyeceksin? Atlarımız çevik ve
süratlidir, oklarımız keskindir, kılıçlarımız şimşek gibidir, kalplerimiz dağlar kadar serttir, askerimiz kum gibi
sayısızdır. Ne kaleleriniz bizi alıkoyacak, ne de ordularınız bizi durduracaktır. Ettiğiniz dualar bize karşı fayda
sağlamayacaktır. Biz ne ağlayanlara hakaret ederiz ne de feryat edenlere dokunuruz. Sadece bize
dilenerek himayemize girip güvende olacaksınız. Savaşın ateşi sizi tutuşturmadan aceleyle cevabınızı verin.
Eğer direnirseniz en dehşetli yıkımla ızdırap çekeceksiniz. Camileriniz darmadağın olacak ve yaşlılarınızla
birlikte çocuklarınızı da ortadan kaldıracağız. Halen üzerinize gelmek zorunda olan bir düşmanınızım.”
127 Müslüman tarihçi Raşiddin’in (1247–1318) naklettiğine göre Berke Han, Bağdat’ın işgalinden duyduğu
öfkeyi dönemin Moğol Hanı Mengü’ye ilettiği mesajda şöyle dile getirmişti: “O (Hülagû) Müslümanların tüm
şehirlerini yağmaladı ve Halife’yi öldürdü. Allah’ın yardımıyla, döktüğü masum kanların ve aldığı canların
hesabını ona soracağım.”
128 Moğol İmparatorluğu’nun yayılması sonucu ortaya çıktığına ve 13. ve 14. yüzyıllarda ele geçirilen geniş
Avrasya toprakları üzerinde yaşayan halkların sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamlarını etkilediğine inanılan
istikrarlı dönemi tanımlamak için kullanılan kavram. Söylendiğine göre Moğollar insanların gözünü öylesine
korkutmuşlardı ki genç bir kız imparatorluk sınırları içinde tacize uğrama korkusu olmadan at binebilir ya da
başının üzerinde altın bir kâse taşıyan biri, imparatorluğu boydan boya kat edebilirdi!
129 Kubilay Han, 1274’te Moğollar ve Çinlilerden oluşan 23 bin askerlik ordusu ve 800 parçalık donanmasıyla
ve yine 1281’de Moğollar, Çinliler ve Korelilerden müteşekkil 140 bin asker ve 4 bin 500 gemilik
donanmasıyla Japonya’yı işgale yeltenmiş, her iki seferde de başarısız olmuştu.
130 Teknik olarak ‘hızlı üstünlük’ olarak bilinen askeri doktrin. Aşırı ve ani güç kullanımıyla düşmanı şok
ederek korku ve şaşkınlıktan hareket edemez hale getirme düşüncesine dayanır. 1996’da Amerikan Ulusal
Güvenlik Üniversitesi’nden Harlan K. Ullman ve James P. Wade tarafından geliştirilmiştir.
131 Düşman savunma hattının daha önceden tespit edilmiş stratejik bir noktasına aşırı güç kullanılarak ve
büyük bir süratle yapılan saldırıya işaret eden askeri doktrindir. Saldırı o kadar büyük bir hızla yapılır ki
düşman ne olup bittiğini anlayamadan savunma hattı çöker. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Generali
Heinz Wilhelm Guderian (Hızlı Heinz), sadece hızlı ve hafif tanklarla düşmanı süratle çökerterek, bu
doktrinin en parlak uygulayıcısı olmuştur.
132 Ünlü Osmanlı tarihçisi Neşri rüya ile ilgili anekdotu şöyle nakleder: “Meğer Osman’ın halkı arasında aziz
bir şeyh vardı. Edebali derlerdi, gayet kemal sahiplerindendi. Veliliği, kerameti belli olmuştu. Halkın itikat
ettiği kimse idi. Bütün illerde meşhur olmuştu. Rüya ilmini iyi bilirdi. Dünyalığı sonsuzdu. Fakat fakirmiş gibi
görünürdü. Hatta derviş lakabı ile hitap ederlerdi. O, bir zaviye yapıp gelene ve gidene hizmet ederdi.
Zaman zaman Osman da onun zaviyesinde misafir olurdu. Bir gece Osman Gazi, rüyasında bu şeyhin
koynundan bir ay yükseldiğini, gelip kendi koynuna girdiğini, hemen göbeğinden bir ağaç bittiğini, âlemi
tuttuğunu, gölgesinde dağların bulunduğunu, bu dağların dibinden pınarların çıkıp aktığını, kiminin bahçesini
suladığını, kiminin çeşmeler akıttığını gördü. Osman Gazi, ertesi gün gelip bu düşünü o azize anlattı. Şeyh
ona “Ya Osman, müjdeler olsun. Hak Teâlâ sana ve senin evladına saltanat verdi. Bütün dünya,
evladının himayesi altında olacak, hem de kızım Mal Hatun sana helal oldu” diyerek, hemen kızını Osman
Gazi ile evlendirdi.”
133 Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi 1299 olarak yaygınlık kazanmıştır. Bununla birlikte Rüyadan
İmparatorluğa Osmanlı kitabının yazarı Caroline Finkel’a göre 1299’da Osmanlılar bağlamında çok önemli
bir olay olmamış; 1299, Hicri takvime göre 699-700 yılına denk geldiği için Osmanlılar bundan hareketle,
hem Hicri hem de Miladi takvime göre yüzyıl dönümü olan bu yılı özellikle kuruluş tarihi olarak seçmişlerdir.
Bununla birlikte 1913’te Osmanlı Maarif Nezareti konuyu araştırmak için tarihçi Efladuddin’i tayin etmiş,
onun yaptığı araştırmalar sonucu Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi 27 Ocak 1300 olarak kabul edilmiştir.
Öte yandan bu tarih farklılıkları bir kenara bırakılırsa, birçok tarihçi açısından Osmanlı, imparatorluk vasfını
Bizans’ın başkentini aldığında kazanmıştır.
134 Fatih, Konstantinopol’ü alır almaz kendisini Yeni Sezar; Roma ve Bizans imparatorluklarının yasal varisi
ilan etti. Üstelik bu sıfatı sadece Müslüman Türkler değil, aynı zamanda Trebizond (Trabzon)
İmparatorluğu’ndaki Yunan âlim George gibi birçok Hıristiyan da kabul etmişti. George, 1466’da Fatih’e
yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Hiç kimsenin senin Roma İmparatoru olduğundan şüphesi yok. Her
kim ki imparatorluğun başkentine sahiptir, Roma İmparatoru odur.”
135 Bu hedefinde başarılı da oldu. Haliç’in karşı yakasında kalan Galata, şehirdeki Hıristiyanların kültür, ticaret
ve yaşam merkezi oldu, şehir kozmopolit bir yapıya büründü. Nitekim Osmanlı tarihçisi Dursun Bey,
Haliç’te çalışan sandallara atıfta bulunarak, “Bu İstanbul ne akıl almaz bir şehir! Bir tekliğe Rumeli’den
Frankistan’a geçiyorsunuz!” diye yazacaktı.
136 “Yeniçeriler öyle alelade yabancıların düşündükleri gibi basit ve serseri değildi. Cesaretleri eğitimlerinden
kaynaklanırdı. Bu yüzden hayatlarının sonuna dek mükemmelliğe ulaşmak için talim görürlerdi. Tabii ki
hayalleri de onlar gerçekleştirirdi. Bir kuşu göz bebeğinden vuracak kadar iyi ok atar, kılıcı sadece
sallamaz, zırhlı bir askeri baştan başa ikiye ayırabilirlerdi. Kalelerin en gizli geçitlerinden muhafızların başına,
dehşet veren çığlıklarla inerlerdi. Hangi düşmanı nasıl kıracaklarını iyi bilir, gemileri kendileri inşa eder,
barutu, silahları kendileri imal eder, topları kendileri dökerlerdi. Kendi şehitlerini sessizce yine kendileri
gömerlerdi. Kendi imamları, âlimleri ve şairleri vardı… İşte bu geçmişinden kopuk gürbüz gençler, onları
oğul olarak kabul eden padişahtan başka kendilerini hayatta tutan bir değer bilmediler. At Meydanı ve
Topkapı civarındaki kışlalarında yaşarlardı. Mülkleri sadece üzerlerindekilerdi. Sert yataklarda uyurlardı. En
küçük suçlarına en ağır cezalar verilirdi. Gece kışlaya gelmemenin cezası ölümdü. Kızıl günün, yağmurların
altında, bataklardan, çöllerden geçerek padişahın arkasından yürürlerdi. Sırtlarındaki elbise terden, sudan
aylarca kurumaz, elbisenin altındaki insan bedeni, adeta betonlaşırdı… Koca imparatorluğu yükselten bu
insanlar, akşam olunca gidecek yeri olmayan bir köle gibi, kendileri için belirlenen yerlere çekilirlerdi.” (Pavlo
Arhipoviç Zahrebelniy/Hürrem Sultan)
137 İmparatorluğun gerileme döneminde, özellikle oğullarına iktidar yolunu açmak isteyen padişah eşleri
Hürrem ve Kösem sultanların Yeniçeri ağalarının da desteğini alarak saray içi darbelere kalkışmaları
örneklerinde görüldüğü gibi Yeniçeriler, sıklıkla siyasi komploların ayrılmaz parçası olmuş, tahta çıkacak
padişahları belirleyecek güce erişmişlerdi.
138 Sultan Süleyman, Avrupa’ya on, Asya’ya ise üç büyük sefer düzenledi. 46 yıl ile en uzun süre iktidarda
kalan Osmanlı padişahı oldu. Devraldığı 6 milyon 557 bin km²’lik Osmanlı toprağını, yaptığı fetihlerle 14
milyon 893 bin km²’ye çıkardı. Bulunduğu yüzyıl, dünya tarihine Türk asrı olarak geçti. İmparatorluğunun
sınırları, Arap yarımadasından Viyana’ya, Kırım’dan Sudan’a kadar uzanıyordu. Avrupa’da Arnavutluk ve
Macaristan’ı ortadan kaldırarak, nefesini Habsburg Hanedanlığı’nın ensesinde hissettirdi. Avrupa’ya açılan
geçit olarak görülen Belgrat’ı ele geçirdi, ancak Viyana’yı alamadı. Donanması Akdeniz’in en güçlüsü
olduktan sonra Kuzey Afrika’daki bütün ana limanları ve Rodos’tan başlayarak bütün adaları hâkimiyeti
altına aldı. Abbasi halifesinin tahtından inmesiyle Pers topraklarının büyük bir kısmını ele geçirdi, bugünkü
Azerbaycan ve Irak topraklarının hâkimi oldu. Saltanatının son döneminde muhtemelen dünyadaki en
güçlü kişiydi. 1525’te Konstantinopol’deki Venedik büyükelçisi, Kanuni dönemini şöyle dile getiriyordu: “Ben
buradan daha mutlu bir devlet bilmiyorum. Her taraf Tanrı’nın nimetleri ile döşeli. Savaş ve barışı o kontrol
ediyor, çok fazla altını, halkı, gemisi var. Bağlılık konusunda hiçbir devlet onunla karşılaştırılamaz. Tanrı,
bütün imparatorların en adilini korusun.”
139 II. Mehmed’in yönetim, maliye ve hukuk alanında koyduğu kuralları ve Osmanlı devlet düzenine ilişkin
temel ilkeleri içeren Fatih Kanunnamesi’nin büyük bir bölümü Tanzimat dönemine kadar geçerliliğini
korudu.
140 Avrupa’nın önde gelen hanedanlıklarından olan Habsburglar, 1252–1740 yılları arasındaki Kutsal Roma
İmparatorlarını bünyelerinden çıkarmış olmakla bilinirler. Aslen İsviçre kökenli olan Habsburglar, altı asır
boyunca Avusturya’yı yönettikleri gibi, hanedanlıklar arası evliliklerle Alman, Hırvat, Macar, İspanyol,
Portekiz, Bohemya (Çek) ve Erdel (Transilvanya) krallıklarını da asırlarca idare etmişlerdi. Bunun yanı sıra
Toscana grandüklüğü ile Parma ve Modena düklükleri de kısa sürelerle hanedanlığın egemenliği altında
kalmıştı. Hatta 1864–67 yılları arasındaki Meksika İmparatoru da bu hanedanlığa mensuptu.
141 Bu sömürge savaşlarının detaylarını Portekiz, İspanyol, İngiliz ve Hollanda imparatorluklarında
okuyabilirsiniz.
142 Bu savaşın ardından Rusya ile Osmanlı arasında ilk etapta Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
Antlaşmanın şartları Osmanlılar açısından oldukça ağır olduğu gibi, Rusya’yı da neredeyse Balkanların tek
hâkimi haline getirmişti. Bu durumun Avrupa’nın diğer güçlerini rahatsız edeceğinin bilincinde olan II.
Abdülhamid, taktik bir deha göstererek, bu güçleri birbirlerine karşı kullanma yoluna gitti. Rusya’nın sıcak
denizlere inerek İngiliz menfaatlerini baltalayabileceği tezini işleyen Osmanlı İmparatoru, özellikle İngilizler
nezdinde etkili olarak Rusya üzerinde bir baskı kurdurdu. Sonuçta Ayastefanos’un şartları biraz daha
yumuşatılarak Berlin Antlaşması imzalandı. Bununla birlikte, Rusya’nın Balkanlar yolunu kesen, Osmanlı’nın
bölgedeki ömrünü 35 yıl daha uzatan ve II. Abdülhamid’in efsaneye dönüşmesinde rol oynayan bu
antlaşma, Osmanlı’nın gerileyişini sadece yavaşlatmıştı. Bu antlaşmayla Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet
olmuş, Kıbrıs İngiltere’ye kiralanmış, Niş Sırbistan’a, Teselya Yunanistan’a, Kars, Batum, Artvin ve
Ardahan Rusya’ya ve Dobruca da Romanya’ya bırakılmıştı.
143 Bu zihinsel dönüşüm, özellikle Balkan Savaşları’nda ‘koyu milliyetçi’ bir ruh haliyle Osmanlı’ya isyan eden
Balkan uluslarına gösterilen reaksiyon sonucu gerçekleşmişti. Çoğu tarihçiye göre, özellikle bu dönemde
imparatorluğun yaşadığı hızlı ve aşırı toprak kaybı ve savaşlarda Müslüman Türk tebaanın çektiği acılar,
İttihatçıların -en basit şekliyle açıklarsak- “Madem onlar milliyetçi, biz daha âlâsını oluruz!” şeklinde
özetlenebilecek bir tutum almasına sebep olmuştu. Diğer bir deyişle etki, güçlü bir tepki doğurmuştu.
144 Avrupalıların özellikle imparatorluğun son yüzyılında Osmanlı’yı tanımlamak için kullandıkları bu
benzetmenin kaynağının, kesin olmamakla birlikte, Rus Çarı I. Nikolay olduğuna inanılır. İngiliz diplomat
George Hamilton Seymour, St. Petersburg’daki İngiliz Büyükelçisi Lord John Russell’a Kırım Savaşı’ndan
önce, 1853’te gönderdiği bir mektupta, Çar’ın kendisiyle Osmanlı’nın durumu üzerine yaptığı bir
konuşmada bu ifadeyi kullandığını iddia etmiştir.
145 Balkan Savaşları, bir bakıma Birinci Dünya Savaşı’nın habercisi olmuştu. Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu, savaşların ardından Sırbistan’ın kazandığı toprakların genişliğinden ve bölgesel güç
olmasından rahatsızlık duymuş, aynı rahatsızlığı Sırbistan’ı Rusya’nın uydusu olarak gören Almanya da
paylaşmıştı. Avusturya-Macaristan veliaht prensi Francis Ferdinand ve eşinin 1914 Haziran’ında
Saraybosna’da Sırp militanlar tarafından öldürülmesi üzerine Avrupa’nın bu merkezi güçleri, zaten var olan
potansiyel savaş gerekçelerinin üstüne eklenen bu Rus destekli Sırp suikastıyla tahrik olacak ve Birinci
Dünya Savaşı’nı başlatacaklardı.
146 Kolomb (1451-1506) 15 yaşındayken kaptan olmuştu. Dünyanın yuvarlak olduğunu gösteren birçok
haritası vardı. Kolomb’a göre Japonya, İspanya’nın 2 bin 700 mil ötesindeydi. Oysa gerçekte 12 bin 200
mil uzaktaydı.
147 Yetmiş yıldır Hindistan’a gidecek alternatif bir yol arayan Avrupalıların hayalini gerçekleştiren Diaz (1450-
1500) 1480’den itibaren Batı Afrika kıyılarını turlamaya başlamış, bu seferlerinde daha önce hiçbir
Avrupalının ayak basmadığı 2028 km’lik kıyı şeridini taramıştı. Diaz daha sonradan Brezilya’nın keşfine de
katıldı. Keşfettiği Ümit Burnu’nda yakalandığı bir fırtınada hayatını kaybetti.
148 Diaz, burayı ilk olarak Fırtınalar Burnu (Cabo das Tormentas) olarak isimlendirmişti. Daha sonra Kral II.
John, kendilerine Hindistan’a ulaşan yeni bir kapı açacağı ümidiyle buranın adını Ümit Burnu (Cabo da Boa
Esperança) olarak değiştirdi. Ümit Burnu, dünyanın en tehlikeli deniz yollarından biridir. Yani Diaz isim
seçiminde pek de haksız değildi.
149 Endülüs döneminde İber Yarımadası’ndaki Hıristiyanların Müslümanların yarımadadaki varlığını ortadan
kaldırmaya dönük çabalarına verilen addır. 1492’de son Endülüs devletinin yıkılmasıyla başarıya ulaşan
Reconquista İspanyolcada ‘yeniden fetih’ anlamına gelir. Yaklaşık bir asır süren bu süreç sonunda üç
milyon Müslüman ya sürgün edilmiş ya din değiştirmeye zorlanarak Hıristiyanlaştırılmış ya da kılıçtan
geçirilmişti.
150 Hıristiyan olmayı kabul etmeyen Yahudiler sürülmüştü. Bu dönemde İber Yarımadası’ndan 235 bin
dolayında Yahudi’nin sürüldüğü tahmin edilir. Yanlarına altın, gümüş gibi değerli eşyalarını almalarına izin
verilmemişti. Gemilerle yola çıkanların birçoğu İtalya, Hollanda, İngiltere, Mısır, Fas ve Cezayir’e ulaştı.
Hıristiyan ülkelere gidenlere ancak ve ancak din değiştirmeleri karşılığında karaya çıkma izni tanındı. Bu
dönemde Yahudileri en sıcak karşılayan ülke Osmanlı İmparatorluğu olmuştu. Osmanlı’ya sığınanlar Sultan
II. Beyazıd tarafından ağırlıklı olarak Selanik, İzmir ve İstanbul’a yerleştirildi.
151 İzabel, Kolomb’a seferlerinde kullanması için yıllık 12 bin sikke altın ve yanına da 90 denizci vermişti.
Ayrıca cebine tüm İspanyol topraklarında ücretsiz yiyecek içecek almasını sağlayacak bir yetki belgesi
koymayı da ihmal etmemişti.
152 Kolomb, Amerika sahillerinde karşılaştığı ilk insanlara, Hindistan (India) topraklarına ulaştığı inancıyla,
‘Indians’ şeklinde hitap etmişti. Bu isimlendirme öylece kaldı.
153 Küba’nın doğusunda kalan, Karayiplerin en büyük ikinci adası. Kolomb, ilk olarak buraya ayak basmış, ilk
İspanyol sömürgesi burada kurulmuştu. İspanyolcada La Española.
154 İspanyollar karşılaştıkları bu ‘tuhaf’ insanların doğasını uzun süre tartıştılar. Daha doğrusu, onlara ya da
onlarla ne yapacaklarını konuştular. Çoğunluğu oluşturanlar, yerlilerin ‘kısmen insan olduğunu’, yasal ve
ruhani hakları bulunmadığını öne sürmüş ve bu mantıkla yeni toprakları yağmaya girişmiş; aralarında din
adamlarının da bulunduğu azınlıksa tam tersini savunmuştu. Hıristiyan din adamlarının, özellikle de İsa’nın
Askerleri olarak bilinen Cizvitlerin bu merhametli yaklaşımı, Güney Amerika’nın Hıristiyanlaşmasında büyük
rol oynadı.
155 Cortes (1485-1547) 20 at ve 10 küçük topla desteklenen 600 kişilik ordusuyla 5 milyondan fazla nüfusa
sahip Aztek İmparatorluğu’nu işgal etmişti! İşgal esnasında 15-30 bin dolayında yerliyi öldürdüğü tahmin
edilir. İlk kez Azteklerin elinden tattığı kahveyi Avrupa’ya tanıtan kişi olan Cortes, Preveze Deniz
Savaşı’nda Barbaros Hayrettin Paşa’ya karşı da savaşmıştı. Şiddetin politik bir araç olduğuna inanırdı.
Hıristiyanlığı yaymak adına güç kullanmaktan kaçınmadı. Meksika’daki fetihlerinden bahsettiği ve dönemin
İspanya Kralı’na yazdığı mektuplar detaylı ve canlı anlatımıyla İspanyol Edebiyatı’nın o dönemdeki en
sağlam metinleri olarak kabul edilir. Aztek Medeniyeti ile ilgili bilgilerin çoğu, onun mektuplarından elde
edilmiştir.
156 Bugünkü Meksika toprakları üzerinde yükselen bir Orta Amerika medeniyetiydi. Başkenti Tenochitlan
dünyanın en kalabalık ve mimari açıdan en gelişmiş şehirlerinden biriydi. Öyle ki her Aztek evinde bir buhar
banyosu bile vardı!
157 İnka Medeniyeti, bir yandan bugünkü Kolombiya’dan Arjantin ve Şili’ye, diğer yandan Ekvator, Peru ve
Bolivya’ya yayılıyor; 3 milyon km² genişliğindeki toprakların üzerinde yükseliyordu. Başkenti bugünkü
Peru’nun Cuzco şehriydi.
158 Fas’ın batısında, İspanya’ya bağlı, Atlas Okyanusu’nda yer alan takımadalar. Afrika kıtasının 100 km
batısında yer alır. Denetimi için Portekizlilerle İspanyollar arasında çok mücadele verilmiştir. Halen
İspanya’nın egemenliğindedir.
159 1580 ile 1640 yılları arasında Portekiz’in İspanya hâkimiyeti altına girmesiyle antlaşma önemini yitirmişti.
Lakin daha sonra tekrar bağımsız olan Portekizliler toprak kazanımlarına devam ettiler. Bu kez yine ihtilaf
çıktı. Bunun üzerine İspanya Kralı VI. Ferdinand ve Portekiz Kralı V. John, 1750’de Madrid Anlaşması’nı
imzalayarak Güney Amerika’daki pozisyonlarını netleştirdi. Bu anlaşma Roma Hukuku’nun ‘uti possidetis,
ita possideatis’ (Fiiliyatta sahip kim ise, hukuki sahip de odur) ilkesiyle imzalanmış; Portekiz, topraklarını
İspanyolların aleyhine olacak şekilde genişletmişti. Bugünkü Brezilya, sınırlarını Madrid Antlaşması’na
borçludur. Öte yandan 20. yüzyılda Şili Güney Kutbu’nda, Arjantin de Falkland Adaları’nda hak iddia etmek
için Tordesillas’ı gündeme getirmişti!
160 1469’da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğu olduğu için çok iyi eğitim almıştı. Birkaç dil konuşabiliyordu. Fizik,
geometri, matematik ve astronomi konularında fazlasıyla iyiydi. 8 Temmuz 1497’de Lizbon’dan demir aldı.
22 Kasım’da Ümit Burnu’nu dolandıktan sonra sırasıyla Natal ve Zambezi kıyılarından geçti. Arapların
saldırısına uğradı. 20 Mayıs 1948’de Hindistan’ın Kalküta limanına ulaştı. Lizbon’a dönüşünde Hind
Okyanusu Amirali ilan edildi. 1524’te bölgeye yaptığı yeni bir sefer esnasında, Hind kıyılarında öldü.
161 Afonso de Albuquerque (1453-1515), Hind Okyanusu’nun Atlantik Okyanusu, Kızıl Deniz ve Basra
Körfezi ile olan bağlantılarını keserek, koca okyanusu neredeyse bir Portekiz iç denizi haline getirdi, Türkler
ve Hind müttefiklerine karşı bölgedeki Portekiz egemenliğini pekiştirdi.
162 Ağızdan doldurmalı, yivsiz, tek namlusu olan uzun tüfek. 18. yüzyılın ortalarına kadar en çok kullanılan
silah olarak kaldı. Yeniçeriler de bu silahları kullanan ilk birlikler arasındaydı. Misket tüfeklerinin kalibreleri 12
mm ile 20 mm arasında değişiyordu.
163 1538-1557 yılları arasında gerçekleşen bu savaşlara genel olarak Türk-Portekiz Savaşları denir. Portekiz
saflarında Etiyopya İmparatoru II. Dawit’in güçleri ve Gujarat’taki Portekiz yanlısı birlikler, Osmanlı
saflarında ise Etiyopya ile Afrika’da ayrıca bir savaş sürdürmekte olan Somali merkezli Adal Sultanlığı’na
bağlı birliklerin yanı sıra Memluklular ve Berberi gemileri yer almıştı.
164 Cabral (1467-1520) da zengin bir ailenin çocuğuydu. İyi bir eğitim almıştı. Fen bilimlerinin yanı sıra
astronomi ve kartografide de çok iyiydi. Brezilya’yı bulduğu bu sefere çıktığında Kolomb, Vasco da Gama
ve Diaz’ın haritaları, elinin altındaydı zaten. Hatta bu seferde Da Gama da ona eşlik etmişti.
165 Portekizliler ülkede bolca bulunan kauçuk ağaçlarına kendi dillerinde Pau Brasil adını vermişti.
166 Amerigo Vespucci, (1454-1512), aslen tüccar ve haritacıydı. Güney Amerika’ya ulaştıktan sonra
İtalya’ya yazdığı mektuplarda yeni karşılaştığı bu toprakların -kendisinden önceki kâşiflerin iddia ettiğinin
aksine- Asya değil, ancak yeni bir dünya, yeni bir kıta olabileceğini dile getirmişti. Bu mektuplarıyla
ünlenmesi üzerine Alman kartograf Martin Waldseemüller, 1507’de yayınladığı dünya haritasında bu yeni
kıtayı America olarak isimlendirdi. Waldseemüller, Vespucci’nin Americus Vespuccius şeklindeki Latince
imzasından hareketle ve diğer kıtalara da Latince dişil isimler verildiği için Americus’un dişil hali olan
America’yı yeni kıtanın ismi olarak benimsedi.
167 Ağırlığı 3.5 gram civarında olan altın sikke.
168 Batı Afrika kıyılarında günümüz Togo, Benin ve Batı Nijerya’nın oluşturduğu bu şerit, sömürge
döneminde Afrika’nın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgesiydi. 16.- 19. yüzyıl arasında Atlantik köle
ticaretinin merkezi oldu.
169 On altıncı yüzyılda Hıristiyan din adamları Martin Luther ve Jean Calvin, Katolik Kilisesi’ne baş
kaldırmışlardı. Kilisenin Papa’ya verdiği geniş yorum ve uygulama yetkisini tanımıyor, dinin daha kişisel
düzeyde yaşanmasını savunuyor ve kilisenin fazlasıyla dünyevileşen dinsel törenlerine itiraz ediyorlardı.
Ruhban sınıfına karşı çıkan ve dini anlamak için İncil’in yeterli olduğuna inanan Luther ve Calvin’in
görüşleriyle patlak veren reform hareketleri sonucu Protestanlık mezhebi çıktı. Protestanlığın bir alt kolu
olan Kalvinizm de Calvin’in kendine has görüşleriyle şekillendi. Kalvinistler, toplumun, gelenekçi din
anlayışına göre değil, Hıristiyanlığın özüne göre şekillenmesini savunuyor; çalışmayı ibadet olarak görüyor,
dürüstlüğü çok önemsiyor ve lüksten kaçınıyorlardı.
170 Philip ve Mary’nin evlilikleri tamamen siyasi gerekçelerle yapılmıştı. Mary, kendi mezhebini yaymak ve
İngiltere’deki egemenliğini pekiştirmek için kendisi gibi Katolik olan bir Avrupalı devlet adamıyla evlenmek
istemiş, Philip de İngiltere üzerinde söz sahibi olmak için bu evliliğe sıcak bakmıştı. Hatta İngiltere’deki
düğün törenine giderken sarayındakilere ‘İngiltere’ye sefere çıkıyorum!’ demekten bile geri durmamıştı.
171 31 Ekim 1639’da İngiliz karasularında gerçekleşen ve 80 Yıl Savaşları’nın bir ayağını oluşturan bu
çarpışmanın ardından Hollanda Cumhuriyeti’yle Madrid’in bağlantısı tamamen kesildi. İngilizler, kendi
karasularında gerçekleşen bu savaşa, henüz denizlerde yeteri kadar güçlenemedikleri için müdahale
edememiş, ama Hollandalıları ileride savaşmaları gerekebilecek bir güç olarak bir kenara not etmişlerdi.
İkili, bir süre sonra, 1652-1784 yılları arasında dünya denizlerinin hâkimi olmak için dört kez savaşacaktı.
172 Bristol ve Liverpool gibi liman şehirleri zenginliklerini köle ticaretine borçludur. 1700’lerden 1800’lerin
başına kadar özellikle Liverpool, Avrupa’nın en önemli köle limanlarından biriydi. Bu limana her yıl ortalama
100 gemi dolusu köle geliyordu. Liverpool çıkışlı gemiler, bu süre zarfında Atlantik’te 1.5 milyon civarında
köle taşıdı.
173 Angola’da 80 bin, Mozambik’te 63 bin 500 ve Guinea-Bissau’da 15 bin kişi hayatını kaybetmiş, bir
milyon kişi de yaralanmıştı. Savaş sonunda bu kolonilerden 500 bin ile 1 milyon arasında kişi Portekiz’e göç
etmek zorunda kaldı.
174 Asıl adı Giovanni Caboto olan bir Venedikliydi. Çağdaşı diğer İtalyan kâşifler gibi, denizcilik becerilerini
Avrupa monarşilerinin hizmetine sunmuştu. Vatandaşı Kolomb İspanyollara, Amerigo Vespucci ise
Portekizlilere çalışırken o İngilizleri tercih etti.
175 Bir ada ülkesi olan İngiltere, hiç evlenmediği için Virgin (Bakire) lakabıyla anılan Elizabeth (1533-1603)
döneminden itibaren deniz gücü olarak sivrilmeye başlamıştı. I. Elizabeth iki yaşındayken annesi idam
edilmiş, kendisi de gayrimeşru ilan edilip tahttan men edilmişti. Hatta tahta çıkan Katolik kız kardeşi
tarafından, Protestan olduğu için bir süre hapsedilmişti de. Tüm bu zorlukları aşarak başına geçtiği
İngiltere, fakirlik ve mezhep savaşlarının eşiğinde kıvranıyordu. Dirayetli yönetimiyle, o gün için ülkesine
yönelik en büyük tehdit olan İspanyol donanmasını 1588’deki deniz savaşında yenmiş, İngiltere’yi
dünyanın en zengin ve kudretli ülkelerinden birine dönüştürmüştü. İngiltere’nin deniz aşırı sömürge
imparatorluğuna dönüşmesinin mimarlarından biriydi.
176 İngiliz Doğu Hind Şirketi, başlangıçta Doğu Hind Adaları’nda (İngilizcede East Indies. Baharat Adaları
olarak da bilinir. Güneydoğu Asya’da, başını Malezya Takımadaları’nın çektiği dünyanın en büyük
takımadaları) ticaret yapmak için kurulsa da zamanla faaliyetlerini Hindistan ve Çin’de yoğunlaştırdı. Bir
süre sonra İngiliz devleti adına Hindistan’ı yönetmeye başlayacaktı. (Doğu Hind Şirketi, metnin bundan
sonraki kısmında sadece ‘Şirket’ olarak geçecektir.)
177 İngilizlerin açık denizlerdeki rakibi Hollandalılar kendi Doğu Hind şirketlerini 1602’de, Portekizliler 1628’de
ve Fransızlar da 1664’te kurdu.
178 Yıldırım Beyazıd’ı yenen Timur’un torunu Babür tarafından 1526’da bugünkü Hindistan, Pakistan,
Bangladeş ve Afganistan’ın bulunduğu topraklarda kurulan imparatorluk.
179 Surat, yerini Bombay’a kaptırdığı 1687’ye dek İngilizlerin Batı Hindistan kıyılarındaki karargâhı olmuştu.
Bombay eski bir Portekiz kolonisiydi. Portekiz Prensesi Braganzalı Catherine (Catherine de Braganza)
İngiliz Kralı II. Charles’la evlenince düğün hediyesi olarak kocasına Bombay’ı vermişti! Charles da bölgede
ticaret yapma hakkını 1668’de Şirket’e devretti.
180 İngiliz Kralı VIII. Henry 1530’larda İngiltere’de hâkim Katoliklik mezhebine karşı Protestan kilisesini
kurmuştu. Bu dönemde ortaya çıkan radikal Protestanlar, İngiliz Kilisesi’nin Katolik geleneklerden tamamen
arındırılmasını ve saf (pure) bir Hıristiyanlık anlayışının hâkim olmasını istiyorlardı. Bu yüzden bunlara Puritan
(Püriten) ismi verildi. Henry’nin ardından iktidara gelen I. Mary (I. Elizabeth’in kız kardeşi) sıkı bir Katolik’ti.
Püritenleri sürgüne gönderdi. Onu devirip başa geçen Elizabeth sürgündekileri geri çağırıp iç barışı sağlasa
da Elizabeth’in ardından İngiltere’yi yönetmeye başlayan Stuart Hanedanlığı’na mensup krallar, Püritenlere
hayatı zehir etti. Onlar da inançlarını özgürce yaşayabilmek adına ilk fırsatta soluğu Amerika’da aldılar.
181 İngiltere’deki yoğun nüfus artışı işsizliği de beraberinde getirmişti. Zira tarım cazibesini kaybetmeye,
tekstil yeni bir sektör olarak kendini göstermeye başlamıştı. Çiftlik sahipleri tekstilciliğe soyununca tarım
sekteye uğradı, köylüler işsiz kaldı. Gidenlerin ne kadar mesut olduğuna dair hikâyelerle iştahları kabaran
işsiz kitleler için Amerika, belki de son şanstı.
182 Baptistler ve Quakerlar gibi hor görülen kesimlere kucak açıldı ve Rhode Island bir hoşgörü merkezine
dönüştü.
183 Evet, sömürgeci güçler, yeni keşfettikleri toprakları ilk etapta söz konusu bölgede yaşayan yerlilerden
doğrudan satın alma yoluna gidiyor, paranın geçmediği yerlerdeyse silahlarına sarılıyorlardı! Hemen hemen
tüm sömürgeci güçler benzer yöntemle, dünyanın dört bir yanında toprak edindi. Bazen para yerine
takas usulü kullanılıyor; karşı tarafa silah, siyasi ayrıcalıklar ya da bölgeye ve zamana göre ihtiyaç duyulan
mallar teklif ediliyordu.
184 Bu devir teslimin ardından Hollandalıların Amerika kıtasındaki varlığı sadece Güney Amerika’daki Gine’yle
sınırlı kalacaktı. Hollandalılar, Fransızlar ve İngilizler arasında uzun süre ihtilaf konusu olan şeker kamışı
deposu Gine, zaman içinde Surinam’a dönüştü.
185 İngilizler 1623’te St. Kitts’i, 1627’de Barbados ve Antigua’yı, 1636’daysa Nevis ve Montserrat’ı ele
geçirirken, Fransızlar 1627’de St. Kitts’in bir kısmını, 1632’de Dominica’yı ve 1635’te de Martinique ve
Guadeloupe’yi işgal etti.
186 İspanya Kralı II. Charles’ın 1700’de ölmesinin ardından İspanyol ve Fransız tahtlarının birleşmesi söz
konusu oldu. Avrupa’nın diğer güçleri buna karşı çıkınca geniş çaplı bir Avrupa savaşı patlak verdi. İngilizler,
Portekizliler ve Hollandalılar bir yanda, Fransız ve İspanyollar diğer tarafta, 1702’den 1714’e dek
savaştılar. Bu büyük sömürge savaşının sonunda İspanyollar ve Fransızlar yenildi. İmzalanan Utrecht
Antlaşması’yla İngilizler, İspanyollardan Cebelitarık’ı, Minorka Adası’nı, Sardunya’yı ve Savua Dukalığı’nı;
Fransızlardansa Kuzey Amerika’daki kolonilerini devraldı. Yine bu antlaşmayla İspanyollar, İngilizlere Güney
Amerika’da serbestçe köle ticareti yapma hakkı tanıdı.
187 Hindistan’da büyük toprak sahibi prenslere verilen unvan.
188 İngilizlere göre bu olayda esirlerden 123’ü havasızlık ve ezilmeden dolayı hayatını kaybetmişti. Bununla
birlikte ne ölü sayısını ne de olayın gerçekliğini doğrulayan bağımsız bir kaynağa rastlandı.
189 İngiliz tarihinin en spekülatif figürlerinden biri olan Clive hakkında anlatılanlar, kahramanlıkla sıradanlık
arasında savrulur durur. İngilizler onu yere göğe koyamazken, bazı tarihçilerin gözünde Clive sadece
İngiliz sömürge propagandasının ürünüdür. Şirket’in Hindistan’daki sivil memurlarından biri olmasına
rağmen, zamanla askeri seferlerdeki gözü karalığıyla Şirket ordusunun başına geçmiş, İngilizlerin
Hindistan’da yaptığı birçok kıyımın sorumlusu olmuştu. Bengal’deki askeri başarılarından dolayı ‘Bengal
Kaplanı’ ismini almış, Baron ilan edilmişti. Hindistan üzerinden Çin’le yapılan afyon ticaretinden büyük bir
servet kazanan Clive, İngiltere’nin Hindistan’daki siyasi ve ekonomik hâkimiyetinin mimarı olarak hatırlanır.
190 Thompson şirinde “Rule Britannia, rule the waves; Britons never will be slaves!” (Yönet İngiltere; yönet
dalgaları! Yönet ki İngilizler asla köle olmasın!) diyordu.
191 Mississippi ile Rocky Mountains arasındaki Fransız toprakları İspanyollara bırakılsa da 1803’te Amerika
tarafından devralınacaktı.
192 Kuzey Amerika’da bir tarafta İngilizlerin ve yerli müttefiklerinin, diğer tarafta da Fransızların ve yerli
müttefiklerinin olduğu, Kolonilerarası Savaşlar olarak da isimlendirilen bir dizi çarpışma.
193 Olay tarihe Boston Katliamı (Boston Massacre) olarak geçti. Hadiseye duyulan tepki, kolonileri
ayaklandırdığı gibi, Amerika’nın bağımsızlığına giden hareketleri de tetikledi.
194 Denize dökülen çay toplam 45 ton civarındaydı ve tutarı günümüz parasıyla yaklaşık 2 milyon dolara
tekabül ediyordu.
195 New Hampshire, New York, Massachusetts, Rhode Island, Connecticut, New Jersey, Delaware,
Maryland, Pennsylvania, Virginia, Kuzey Carolina, Güney Carolina ve Georgia.
196 Bu toplantıda dile getirdikleri doğal haklar iki yıl sonra kaleme alınan Bağımsızlık Bildirgesi’nin (Declaration
of Independence) temellerini oluşturdu.
197 Dönemin Osmanlı Padişahı III. Selim, Nelson’u, Abukir’de ortak düşmanları Fransızlara karşı gösterdiği
başarıdan dolayı, bir şekilde Osmanlı çıkarlarına da hizmet ettiği için ödüllendirmekten geri durmamıştı. III.
Selim, Osmanlı tarihinde yabancı bir askere kavuklarından birinin sorgucunu ihsan eden ilk padişah olmuş,
bununla da kalmamış, Osmanlı tarihinin ilk askeri nişanı ‘Osmanlı Hilali’ni de İngilizlerin bu efsanevi amiraline
vermişti.
Napolyon Savaşları patlak veriyor
Fransız Devrimi Savaşları’nın en hararetli günlerinde, 1795’te, Fransızlar
Hollanda’yı işgal edince, İngilizler de buna karşılık olarak, Hollandalıların
kontrolündeki Ümit Burnu’nda Cape Kolonisi’ni ele geçirmişlerdi. Bu stratejik
geçiş noktasını Fransızlara bırakmaya niyetleri yoktu. Hiçbir büyük güç,
Hindistan’a giden bu yolun başını tutma fırsatını kaçırmak istemiyordu. Cape,
Amiens Barışı ile tekrar Hollanda’ya verildi ama bu pek uzun sürmedi. 1804’te
Napolyon Savaşları patlak verince, İngilizler vakit geçirmeden Cape’i tekrar
işgal etti. Neredeyse üç asır önce Vasco de Gama’nın etrafında dolaşmasıyla
batılıların gündemine giren bölge, bir kez daha el değiştirmişti!
İngiliz ve Fransız imparatorluklarının Pasifik Okyanusu, Akdeniz ve Avrupa
kıtasında, hem denizde hem de karada birbirlerine karşı giriştikleri ve
Napolyon Savaşları ismiyle anılan seri çarpışmalar dizisinin en kritik
noktalarından biri, Trafalgar Savaşı oldu. Bu savaşla Fransızlar gemilerini
kızağa çekerken, İngilizler denizler üzerinde İkinci Dünya Savaşı’na dek
sürecek olan egemenliklerini ilan edeceklerdi.
Trafalgar: Fransızlar batıyor, İngilizler çıkıyor
İmparator Napolyon, Kıta Avrupası’nda İngiltere ve müttefiklerine kök
söktürüyordu. Ama hayallerini süsleyen Fransız çerçeveli dünya haritasını
gerçekleştirmek için İngiltere’yi de ele geçirmesi gerekiyordu. Bunun için
denizleri aşmaktan başka çaresi de yoktu. Fakat bu, yazıldığı kadar kolay
değildi. Zira İngilizler, “ne pahasına olursa olsun rakiplerinden çok daha güçlü
bir donanmaya sahip olmak” şeklinde özetlenebilecek stratejilerine sıkı sıkıya
sarılmışlardı. Bu donanma, İngilizlere, üzerinde güneş batmayan
imparatorluklarının parçalarını başarılı bir şekilde bir arada tutma imkânı
tanırken, İngiliz anakarasını düşman işgaline karşı da koruyordu. Napolyon,
işte bu denklemi bozmaya kararlıydı.
Fransız ve İspanyol donanması, İngiltere’yi hedef alan operasyon için
İspanya’nın Cadiz limanında toplandı. Yelkenler onarıldı, toplar yağlandı.
Süngüler hazırlanıp güverteler cilalandı. Ancak operasyon hazırlığının haberleri
İngilizlerin kulağına gitmişti bile. Onlar da kararlıydı. Her ne kadar
Napolyon’un Fransası Avrupa’yı ayaklar altına alıp bir dünya imparatorluğuna
doğru koşmaktaysa da, denizleri onlara bırakmayacaklardı. Mısır’da
Fransızların canına okuyan Amiral Nelson bir kez daha sahneye çıkacak,
Fransız donanmasına ölümcül darbeyi vuracaktı.

İngiltere, 1805’teki Trafalgar Deniz Savaşı’nda Fransız-İspanyol ortak donanmasına ağır bir hezimet yaşatarak büyük bir avantaj
yakaladı. Bu savaş, Napolyon’un emperyal ihtiraslarını törpülediği gibi, İngilizleri bir asır boyunca denizlerin tek hâkimi haline getirdi.

Otuz üç gemiden oluşan Fransız-İspanyol ortak donanması Napolyon’un


emriyle demir alıp İngiltere’ye yönelmişti ki İspanya’nın Trafalgar Burnu’nda
Nelson yönetimindeki 29 gemilik İngiliz donanmasıyla burun buruna geldi.
Düşman, beklememiş, bizzat onların ayağına gelmişti! Fransızlar sayıca
üstündü ama İngilizlerin başında, 100 toplu amiral gemisi Victory’nin
güvertesindeki heybetli duruşuyla askerlerine moral aşılayan ‘Denizler Aslanı’
Nelson vardı. Tüm mürettebat, onun denizleri İspanyollara nasıl dar ettiği ve
Mısır’da Fransızlara nasıl göz açtırmadığı hikâyeleriyle beslenmişti. Zaferden
emindiler.
Takvim yaprakları 21 Ekim 1805’i gösterirken, tarihin en büyük deniz
çarpışmalarından birinde taraflar, karşılıklı ölüm kusmaya başladı. Üzerinde
‘Ya Zafer Ya Ölüm!’ yazılmış İngiliz toplarından çıkan gülleler, yelkenli
gemilerle yapılan tarihin bu son deniz savaşında Fransız-İspanyol gemilerini
lime lime ediyordu. Nelson, donanmasını pruva (geminin ön kısmı) nizamında
iki hatta ayırmış; gemilere bordalarını (geminin yan yüzü) gördükleri düşman
hattına dosdoğru ilerlemelerini ve iki yerden yarmalarını emretmişti. Hilal
şeklinde dizilmiş İngiliz donanması, düşmanı girdap gibi içine çekiyordu. O
gün Atlantik Okyanusu’nun Trafalgar kıyıları, Fransız ve İspanyolların kanıyla
kızıla boyanmıştı.198
Bu hezimetle Fransa, İngiltere’yi denizden işgal etme hülyasından ilelebet
vazgeçtiği gibi, ciddi bir deniz gücü kimliğini de geride bırakmış oluyordu.
İmparatorluklarının kudretini her zaman donanmalarının sırtında taşımış olan
İspanyollar da farklı bir durumda değildi. İngilizlerin denizlerdeki öfkesinden
paylarına düşeni almış, ‘İspanya, senin gücün denizlere sahip olmandan gelir’
özdeyişinin tatlı hatırası ile baş başa kalmışlardı.
Trafalgar zaferi ile on dokuzuncu yüzyılın başında denizlerin o zamanki
hâkim gücü Hollanda’nın yerini alan İngiltere, yaklaşık yüz yıl boyunca
okyanusların rakipsiz efendisi olacak, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bu
rolünü Amerika’ya devredene kadar, üzerinde güneş batmayan
imparatorluğunu donanmasıyla destekleyecekti.
Napolyon İngilizlerin yakasını bırakmıyor
Denizde İngilizlerden büyük bir darbe yiyen Napolyon için, İngiltere’nin
Avusturya, Rusya, İsveç ve Napoli Krallığı’nı da yanına alarak oluşturduğu III.
Koalisyon’u karada yenmekten başka çare kalmamıştı. 1805’teki Austerlitz
Savaşı’nda Rus ve Avusturya ordularını tarumar ederek bunu başardı da.
Avusturyalılar Napolyon karşıtı cepheden düşerken, lokomotifliğini yaptıkları
Kutsal Roma İmparatorluğu titrini de (sayfa 193’den hatırlanacağı üzere)
lağvetmişlerdi.
Austerlitz’in ardından imzalanan anlaşmayla üzerlerindeki Kutsal Roma
gölgesi kalkan Alman devletçikleri bir araya geldi ve tamamen Fransız
denetimi altında kalan Ren Federasyonu’nu oluşturdular. Avrupa’daki
stratejisini Ren Nehri, Alpler ve Pireneler’in ötesinde kendisine kalkan
oluşturacak uydu devletçikler kurma fikri üzerine inşa eden Napolyon, Fransız
İmparatorluğu’nu Avrupa’nın rakipsiz gücü yapmıştı. Durmadı; 1806’daki Jena
ve Auerstad Savaşları’yla, neredeyse Kutsal Roma İmparatoru Büyük
Frederick’ten bu yana hiç değişmemiş ilkel bir orduya sahip Prusyalıları,
1807’deki Friedland Savaşı’nda da Rusları mağlup etti. Ruslar ve Prusyalılar
Fransızlarla ittifaka girmek zorunda kalınca, Napolyon, İngilizlerin Kıta
Avrupası’ndaki soluk borusunu kesmek için tasarladığı Kıta Sistemi
(Continental System) projesini hayata geçirdi. Plan basitti. Mademki İngiliz
Kraliyet Donanması’nı denizlerde mağlup edemiyor ve İngiltere’yi işgal
edemiyordu, o halde Avrupa’yı İngiltere’den koparacak, aralarındaki her türlü
ticari girişimi engelleyerek en büyük düşmanını ekonomik açıdan çökertecekti!
Bu plana göre Avrupa’nın tüm limanları, İngiltere’ye; üstelik sadece İngiliz
gemilerine değil, İngiltere ile bir şekilde ilişkisi olan bütün gemilere
kapatılacaktı. Lakin plandaki zayıf halka, İngilizlerle ticarete göbeğinden bağlı
olan Portekiz’di. Zayıf halkayı lehimlemek için askerleriyle Portekiz üzerine
yürüyen Napolyon’un hedefine ulaşması için İspanya üzerinden geçmesi
gerekiyordu. İspanyol Kralı IV. Charles, Napolyon’la ittifak kurarak Portekiz’in
işgal edilmesine yardım etti. IV. Charles, bu şekilde Fransızların gazabından
kurtulacağını sanıyordu ama Madrid’de yaptığı hesabın Paris’e uymadığını
görmesi uzun sürmeyecekti. Napolyon, Portekiz’in ardından İspanya’yı da işgal
edip, İspanyol tahtına kardeşi Joseph’i oturttu!
“Küçük Onbaşı” Avrupa’yı tamamen avuçlarının içine almayı başarmıştı.
Lakin İspanyolların Napolyon’un kardeşini kral olarak kabul etmeye pek
niyetleri yoktu, ayaklandılar. Kayıtlara Peninsular Savaşı (Yarımada Savaşı ya
da İspanyol Bağımsızlık Savaşı) olarak geçecek süreç başlamıştı. Avrupa’ya
çıkmaya çalışan İngilizler bu fırsatı kaçırmadı. Portekiz ve İspanya’yla bir olup
Fransa’ya karşı savaşmaya başladı. Müttefikler birkaç cephede başarı
sağlasalar da Napolyon’un ordusu yenilebilecek gibi değildi. Napolyon İber
Yarımadası’ndaki çarpışmaları mareşallerinin kontrolüne bırakmış, kendisiyse
Avrupa’nın ortasında bir dizi savaşa girişmişti.
1812’ye gelindiğinde Avrupa’nın tümü Napolyon ya da bizzat kendisinin farklı
monarşilerin başına yerleştirdiği aile bireyleri tarafından yönetiliyordu. Ama
bu kâfi değildi. Onun gözü İngiltere’deydi…
Napolyon İmparatorluğu’nda sona doğru
Napolyon, İngiltere’yle giriştiği hâkimiyet mücadelesinde Rusları daha çok
yanında görmek istiyordu. Çar I. Alexander üzerinde baskı kurmuştu ama
Çar’ın yardıma pek gönlü yoktu. Üstelik Ruslar, İngiltere’nin Avrupa’ya
uyguladığı deniz ambargosundan dolayı zor durumda kalmışlardı. İngiltere’ye
yanaşmak durumundaydılar. İşte tam bu noktada, adı Fransa’yla özdeşen bu
efsane isim, hayatının en büyük hatasını yaparak Rusya’yı işgal etmeye karar
verdi!
Otuz binini İspanyollar ve Portekizlilerle savaşan birliklerden aldığı 600 bin
kişilik199 devasa bir orduyla 24 Haziran 1812’de Rusya üzerine yürümeye
başladı. Kış bastırmadan düşmanın işini bitirmek istiyordu. Ruslarınsa acelesi
yoktu. Avrupa’yı titreten bu güce karşı ‘General Kış’ın yardıma gelmesini
bekliyorlardı. Zamana oynayarak geri çekildiler. Onlar çekildikçe Fransızlar,
Rusya’nın içlerine; yani kapana doğru ilerliyorlardı...
Napolyon Moskova’yı ele geçirmesine geçirmişti ama kış mevsimi de onları
ele geçirmişti! Ayaklanan Moskova halkı ve amansızca bastıran soğuklar,
Fransızları önüne katıp kovalamaya başladı. Napolyon Fransa’ya döndüğünde
devasa ordusundan geriye sadece 50 bin kişi kalmış; dondurucu soğuk,
askerlerini ekin gibi biçmişti. Rus topraklarında yaşanan bu kırımı keyifle
izleyen ve Napolyon’un içine düştüğü açmazdan yararlanmak isteyen
İngilizler, 1813 yılının ilkbaharında Rusya, Beyaz Rusya ve İsveç’i de yanlarına
alarak Fransızların üzerine yürüdü ve Napolyon’u Leipzig’de yenilgiye uğrattı.
Gözden düşen Napolyon tahttan çekildi ve Elbe adasına sürgüne gönderildi.
Artık rahat bir nefes alacaklarını düşünen İngilizler yanılıyorlardı. Küçük
Onbaşı dokuz canlıydı…
Waterloo: İngiltere süper güç, Napolyon ise mazi oluyor
Napolyon sürgüne gitmesine gitmişti ama bu kadar kolay pes etmeye niyeti
yoktu. Mart 1815’te Elbe Adası’ndan kaçarak soluğu Fransa’da aldı ve bir karşı
darbeyle yönetimi tekrar ele geçirdi! Rusya’daki hezimeti unutturmuştu.
Avrupa’yı fethe kaldığı yerden devam edebilirdi. Öte yandan kendilerine kan
kusturan Napolyon’u tekrar Fransa’nın başında gören müttefikler de son
darbeyi vurmak adına İngiltere, Avusturya, Beyaz Rusya ve Rusya’dan oluşan
7. Koalisyon’u kurup Fransa’ya savaş ilan etmekte gecikmedi.
1815’teki Waterloo Savaşı’nda başını İngilizlerin çektiği Avrupa Koalisyonu, Napolyon Fransası’na nihai darbeyi vurdu. Napolyon’un
dünya imparatorluğu hayalleri suya düştü, İngilizlerse dönemin süper gücü olarak sahneye çıktı.

Belçika’nın Waterloo kasabasında 18 Haziran 1815’te gerçekleşen savaşta


General Wellington ve Gebhard von Blücher komutasındaki İngiliz-Alman
birleşik ordusu, Fransızlara tarihlerinin en ağır hezimetlerinden birini yaşattı.
Napolyon efsanesi nihayet yolun sonuna gelmiş, Küçük Onbaşı’nın
‘düşmanlarımın en güçlüsü ve en değişmeyeni’ şeklinde tanımladığı İngiltere
başta olmak üzere Avrupa devletleri rahat bir nefes almıştı. Perişan olmuş
Napolyon’a bir kez daha sürgün yolu göründü. Güney Atlantik’te, acımasız bir
İngiliz valinin idaresindeki gözlerden uzak İngiliz adası St. Helen’e gönderildi.
5 Mayıs 1821’de, 51 yaşında ölmeden önceki son günlerinde, bir zamanlar
Osmanlı İmparatorluğu’nu, Rusya’yı, İngiltere’yi, Afrika’yı ve hatta neredeyse
tüm dünyayı ele geçirmek isteyen ihtiraslı imparatordan geriye sadece hasta,
yaşlı ve yatalak bir ihtiyar kalmıştı. Bununla birlikte ölümü Fransız
İmparatorluğu’nun sona erdiği anlamına gelmiyor, sadece İngiliz
İmparatorluğu’na dönük Fransız tehdidini ortadan kaldırmış oluyordu. Fransız
Sömürge İmparatorluğu sadece en hızlı dönen dişlisini kaybetmişti. Etkinliğini,
denizaşırı topraklarıyla birlikte 20. yüzyıla kadar devam ettirecekti.
Ünlü Fransız yazar Victor Hugo’nun Sefiller isimli başyapıtında “Waterloo
sadece bir savaş değil, dünyanın yüzünün değişmesidir” şeklinde tanımladığı
Waterloo Savaşı, Napolyon Savaşları’nın en sonuncusu ve en etkileyici
olanıydı. Bu savaşla, Avrupa kıtasındaki Fransız hâkimiyeti sona erdi. Kıtadaki
güç dengesi yeniden kuruldu, siyasi sınırların çizilmesi açısından köklü
değişiklikler meydana geldi. En önemli sonucuysa İngiltere’nin süper güç
statüsünün tescillenmesi oldu. Fransızların Waterloo’da yaşadıkları hezimet,
1792’de başlayan ve 1803’ten itibaren Napolyon Savaşları ile devam eden 23
yıllık savaş dönemini sona erdiriyordu.
Beyaz sömürgeciler Güney Afrika’da birbirini yiyor
Napolyon Savaşları’nı bitiren 1815 tarihli Viyana Kongresi’yle Afrika’nın
güney ucu İngilizlerin kontrolüne bırakılmıştı. Güney Afrika’daki Hollanda
egemenliği bitmişti ama şimdi Hollandalıların geride bıraktığı koloni
sakinleriyle bölgenin yeni efendisi İngilizler arasında yeni bir mücadele
başlıyordu…
Cape’i yeniden ele geçiren İngilizler süratle Güney Afrika’yı İngilizleştirmeye
başladılar. Okullarda ve mahkemelerde İngilizce resmi dil oldu. Bu arada
dünya değişiyor, geçmişin kurumları sorgulanıyordu. Bunlardan biri de
kölelikti. İngiltere, kamuoyunda giderek artan kölelik karşıtı akımlar
neticesinde 1807’de köle ticaretini yasakladı. Artık İngiliz gemileri köle
taşıyamayacak, kolonileri köle ihraç edemeyecekti. Karar, Güney Afrika’daki
‘Afrikaner’leri200 çok kızdırdı! Ama bu daha başlangıçtı. 1833’te İngiliz
parlamentosunun köleliği tamamen kaldırması ve Güney Afrika’daki İngiliz
valinin ‘Tüm renkler eşittir’ içerikli bir genelge yayınlaması Afrikanerler için
tam bir şok oldu! Protestan ahlakı içerisinde içselleştirdikleri kölelik nasıl
olurdu da kaldırılırdı!201
Hem siyahların kendileriyle aynı statüye çıkması hem de ‘safkan’ yaşam
tarzlarının tehlikeye girmesi üzerine daha iç bölgelere göç eden Afrikanerler,
Orange Free State ve Güney Afrika Cumhuriyeti (Transvaal Cumhuriyeti)
adında iki devlet kurdular. Lakin bir süre sonra bölgenin tek hâkim gücü
olmak isteyen İngilizlerle bu iki “safkan” cumhuriyet savaşa tutuştu. 1880-
1902 yılları arasında devam eden bu çatışmalar sonucunda Afrikanerler
mağlup edildi. Bölge 1910’da Güney Afrika Birliği adıyla İngiliz dominyonu
olarak yeniden tanzim edildi. Bu kanlı süreçten en zararlı çıkan, İngilizlerin
galip gelmesiyle ‘toprağa ve eşit haklara’ sahip olacaklarını ümit eden yerli
halk olmuştu. Çileleri, Afrikanerlerin İngilizlerin yol göstermesiyle kuracağı ve
dünyanın en utanç verici ırkçı rejimlerinden birine dönüşecek Güney Afrika
Cumhuriyeti’nin idaresi altında 1990’ların başına kadar sürecekti.
Orta Asya: Büyük Oyun…
İngiltere’nin emperyal tarihinde Orta Asya’nın büyük bir rolü vardı. İngiltere
ve Çarlık Rusyası’nın bölgeye dönük emperyal girişimlerinden doğan rekabet,
tarihe Büyük Oyun202 (Great Game) olarak geçmişti.
İngilizler açısından Rusların Orta Asya’daki ilerleyişi, ‘Taçtaki Mücevher’
(Jewel in the Crown) olarak isimlendirdikleri Hindistan söz konusu olduğunda
kabul edilebilir bir durum değildi. Ruslar, Orta Asya hanlarını birer birer devirip
ilerlerken, Londra’dakiler, Rusların, İngiliz Hindi’ni ele geçirmek için
Afganistan’ı ara istasyon olarak kullanmasından çekiniyorlardı. O günlerde
Kraliçe Victoria’ya bir mektup yazan İngilizlerin efsane Başbakanı Benjamin
Disraeli, “Bu Moskoviçleri Orta Asya’dan temizleyip hepsini Hazar Denizi’ne
dökelim” diyordu. İngilizler, doğrudan Ruslarla çatışmaya girmeyi göze
alamıyorlardı, ama Rus Çarı’nın bölgede artan etkisini dengelemek için,
Victoria’yı özel bir kararnameyle ‘Hindistan İmparatoriçesi’ ilan etme
kurnazlığını gösterdiler.
Afganistan, 1837’de emir titrini alan Dost Muhammed’in yönetimi altında
birleşmişti. Rusya, Çar Büyük Petro’dan bu yana, yani 18. yüzyılın başından
itibaren Hindistan’la doğrudan bir ticaret yolu kurmaya çalışıyordu. Bunun
siyasi dildeki tercümesi; Afganistan’da, Rusya’ya yakın ya da Rusya’nın
kontrolünde bir rejim olması gerekliliğiydi. İngiliz Hindi’ne açılan bu bölgedeki
olası bir Rus etkinliği, Londra’daki alarm zillerini çaldırmaya yetmişti. Dost
Muhammed bir anda kendisini iki tarafın da şımartan ilgisinin muhatabı olarak
buldu. Hem İngiliz hem de Rus temsilcileri Kabil sokaklarında fink atıyorlardı.
Rusların yaklaşımı daha dikkat çekici olsa gerekti ki İngilizlere başkenti terk
etmeleri emredildi. Bu kapı dışarı edilme durumu, Hindistan’daki İngiliz Genel
Valisi Lord Auckland’ı öfkelendirmişti ama öfkeyle kalkan zararla oturacaktı.
Lord, Kabil’deki gurur kırıcı muameleye askeri karşılık verme gibi akılsızca bir
yola gitti ve Afganistan’ın işgalini emretti! İngilizlerin hesabı, kendilerine yakın
birini Afganistan’ın kaptan köşküne çıkarmaktı. Bu, İngilizlerin, Afganlara
kendi iradelerini kabul ettirme yönünde attıkları adımların ilkiydi. Bu adımlar
Londra’dakileri hiçbir yere götürmeyecekti…
İngiliz Aslanı Rus Ayısı’na karşı…
Aralık 1838’de Hindistan’da toplanan İngiliz birlikleri, Nisan 1839’da, Afgan
dağlarını mesken edinen mücahitlerle giriştikleri çetin mücadelenin ardından
Kandahar’ı işgal etmeyi başardı. Şehirdeki bir camide kukla hükümdar Şah
Shuja’ya taç giydirildi. Dört ay daha devam eden çarpışmaların ardından bu
kez Kabil işgal edildi ve Şah Shuja’ya başkentte bir taç töreni daha yapıldı!
1840’a gelindiğinde ülkesini emperyalistlerin ellerine teslim etmeye
yanaşmayan Dost Muhammed İngiliz hapishanesine, ailesiyse Hindistan’a
sürgüne yollanmıştı. Ülke kâğıt üzerinde İngilizlerin kontrolündeydi, ama
sadece şehirlerde sözleri geçiyordu. Afgan mücahitleri, tıpkı 1980’lerde
Sovyetlere, 2000’lerdeyse Amerikalılara yapacakları gibi, dağlık kesimlerde ve
kırsalda İngilizlere kök söktürüyorlardı.
Zamanla İngilizler, büyük şehirlere kurdukları garnizonlarını savunmakta
zorluk çekmeye başladılar. 1842’de Kabil’deki 4 bin 500 kişilik İngiliz birliği,
Şah Shuja’yı kaderiyle baş başa bırakarak şehri terk etti. Şah ihanetinin
bedelini bir süre sonra canıyla ödedi. Geri çekilen İngiliz askerlerinin
(devşirilen Hind askerleriyle birlikte) çoğu, Hindistan’a ulaşamadan pusularda
hayatını kaybetti. Lakin İngilizlerin pes etmeye niyeti yoktu. 1842 yazında
tekrar Kabil kapılarına dayanıp şehri aldılar. Bu kez ince bir stratejiyi hayata
geçirmeye değil, sadece gövde gösterisi yapmaya gelmişlerdi. Yine de bir
gerçeği idrak etmişlerdi: Bu topraklarda Afganların iradesi çiğnenerek bir şey
yapılamazdı.
Dost Muhammed Hindistan’daki hücresinden çıkarılıp Afgan tahtına
oturtuldu. Bir yirmi yıl sükûnet içersinde geçecekti. Bu arada Ruslar boş
durmuyor, ilerlemeye devam ediyorlardı. 1865’te Taşkent’i ele geçirdiler. Hind
Okyanusu’nun sıcak sularıyla aralarındaki mesafeyi giderek kapatıyorlardı.
Dost Muhammed’in ardından tahta geçen oğlu Sher Ali, adeta tarihi tekerrür
ettirerek Ruslara yanaşıp, bir de İngilizleri Kabil’den kovunca, İngilizler tekrar
silaha sarıldı.
1878 Kasım’ında sarp Afgan dağlarının arasındaki geçitlerden süzülen
İngilizler, kısa zamanda Celalabad ve Kandahar’ı ele geçirdi. Neredeyse tüm
istediklerine kavuşmuşlardı. Ali’nin oğlu Yakup Han, İngilizler lehine bir
antlaşmaya imza atmak durumunda kaldı. Buna göre Afganistan’ın dış işleri
İngilizlere bırakıldı. Lakin bölge, Batılı güçler için hiçbir zaman tekin
olmamıştı, olmayacaktı da. Antlaşmanın mürekkebi kurumadan Kabil’e gelen
bir İngiliz misyonunun üyeleri katledilince İngilizler tekrar silaha sarıldı. Yakup
Han sürgüne yollanırken, İngilizler Afgan kabilelerinin gözdesi Abdurrahman
Han’ı yeni hükümdar olarak kabul etmek zorunda kaldılar.
Yıl 1881’di ve ülkedeki İngiliz birlikleri tamamen geri çekilmişti.
Abdurrahman Han tahtını sağlamlaştırıp ülkeyi toparlarken, İngilizler de
ülkenin dış işlerini yürütüyordu. Her şey iyi güzeldi ama Rusların durmaya
niyeti yoktu! 1884’te Merv Vahası’nı ele geçirip ardından da Pajdeh Vahası’nda
Afgan birlikleriyle çarpışmaya başladılar. Devrin iki süper gücü; “İngiliz Aslanı”
ile “Rus Ayısı” Orta Asya vahalarında birbirlerine diş biliyorlardı. Uzun
zamandır karşılıklı piyon hamleleriyle yürüttükleri bölgenin ilk Soğuk Savaşı,
sıcak bir çatışmaya dönmek üzereydi ki İngilizler bir kez daha alttan alıp, ‘olan
olmuş bir kez’ (fait accompli) politikasına sarıldı. Oluşturulan Rus-İngiliz Sınır
Komisyonu’yla -Afganların hiç fikri sorulmadan- Rusların, ele geçirdikleri
topraklar üzerindeki hâkimiyetleri tanındı; tansiyon düştü.
Orta Asya’nın bu iki davetsiz misafiri, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde,
Orta Doğu’daki bir başka davetsiz misafirin varlığından huzursuz olmaya
başlamışlardı. Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’yle Almanlar, Irak ve İran’a
Alman teknolojisini getirmeyi hesaplıyorlardı. Almanların burada durmayıp
Orta Asya içlerine akacağını düşünen Ruslar ve İngilizler, ‘düşmanımın
düşmanı dostumdur’ ipine sarılarak, aralarındaki uzun soluklu husumeti bir
tarafa bıraktılar. Artık ortak düşmana karşı sağlam durma zamanıydı. 1907’de
imzalan Anglo-Rus Konvansiyonu’yla Orta Asya’daki Büyük Oyun’un ‘ilk
perdesi’203 kapandı…
Orta Asya’da durum böyleydi. Peki ya üzerinde güneş batmayan
imparatorluğun diğer kolonileri ne durumdaydı dersiniz? Sözgelimi, dünyanın
dibindeki Avustralya?
İngilizlerin hapishanesi Avustralya!
Yedi Yıl Savaşları sırasında Fransızlara karşı cansiperane şekilde savaşan bir
İngiliz donanma subayı, üstlerinin dikkatini çekmişti. Gözü pek, maceracı ve
hepsinden önemlisi, iyi bir denizciydi. Onu diğerlerinden ayıran bir başka
özelliği de haritacılıktaki başarısıydı. Henüz 24’ünde ikinci kaptanlığa
yükselmişti. Coğrafi Keşifler furyasından henüz nasibini almamış Büyük
Okyanus’a yapılacak bir keşif seferinin liderliği için ondan daha iyisi
b u l u n a m a z d ı . 1768’de çıktığı yolculukla Büyük Okyanus’un
sömürgeleştirilmesinde başrol oynayan bu isim, İngiliz kâşif James Cook’tan
başkası değildi.
İngiltere’nin Whitby limanından, Endeavour isimli eski bir kömür gemisinin
kaptanı olarak ayrılan Cook, Tahiti üzerinden Yeni Zelanda’ya ulaştığında yıl
1769’du. Bu ada ülkesine ulaşan ikinci Avrupalı olan Cook, Yeni Zelanda’nın
sanıldığı gibi tek değil, iki adadan oluştuğunu keşfetmiş; yıllar sonra bu
ülkenin her iki parçası arasından geçen boğazın kendi adıyla
isimlendirilmesini, farkında olmadan, garantiledikten sonra yoluna devam
etmişti. Nisan 1770’de Zelanda’nın batısında uzanan haşmetli kara parçasının
güney kıyılarına ilk adımlarını attığında, buranın bir Avrupalı tarafından ilk kez
ziyaret edildiğini anlaması uzun sürmeyecekti. Cook, Kralı III. George’a yeni
bir toprak parçası kazandırmıştı: Avustralya.
Cook’un ayak bastığı sahiller sahipsiz miydi ki İngilizler buraya bu kadar
kolay el koymuştu? Tabii ki hayır! Nasıl ki Kolomb, Amerikan yerlilerini ‘adam
yerine’ koymayıp topraklarını kraliçesi adına sahiplendiyse İngilizler de
Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinleri dikkate almayacak, onlara rağmen
bu toprakları Avrupalıların yerleşimine açacaklardı. Aborjinler de Kuzey ve
Güney Amerika’daki yerli halkın ve Afrika’daki siyahların kaderini204
paylaştılar. Katle-dildiler, daha verimsiz topraklara sürüldüler ve genellikle de
‘bedava iş gücü’ olarak kullanıldılar.
Kaptan James Cook’un 1770’te Avustralya’ya ayak basışını resmeden bir çalışma.

İngilizler, bağımsızlığını ilan edene dek Amerika’yı, ipten kazıktan kurtulmuş


tipleri yolladıkları bir hapishane, adeta gözden çıkarılmış insan deposu olarak
kullanmışlardı. Bu tarihten sonra Amerika’nın yerini Avustralya alacaktı. Zaten
İngilizlerin bu büyük ada ülkesi için buldukları kod isim de niyetlerini belli
ediyordu: Jungle.205
Avustralya’ya ilk etapta sekiz yüz civarında tutuklu gönderildi. Bunlar bu yeni
toprakların ilk Avrupalı sakinleri olmuşlardı. Cezalarını çekmeye gelmişlerdi
ama bir daha hiçbiri İngiltere’ye dönemedi. Zira İngiliz hükümeti, bu yeni
toprakların nüfus dengesini beyazların lehine olacak şekilde değiştirmek için
zorunlu iskân kararı almıştı; mahkûmlar ömür boyu orada kalacaklardı.
Mahkûmların ardından aileleri geldi, onları diğer gönülsüz göçmenler izledi.
1830’larda bölgedeki beyaz nüfusun neredeyse dörtte üçü suçlu ya da suçlu
yakınıydı!
Bereketli toprakların haberini alan maceraperest İngilizler de soluğu
Avustralya’da alıyordu. İmparatorluğun bu yeni tarlasındaki tohumlar
filizleniyor, Sidney ve Melbourne gibi şehirler yükseliyordu. Bu arada İngiliz
hükümeti lütfetmiş, Yeni Zelanda’daki kabile şefleriyle anlaşarak, sadece
kendilerine toprak satmaya razı olmaları ve İngiltere’nin siyasi hâkimiyetini
kabul etmeleri karşılığında, adadaki yerlilere İngiliz vatandaşlığı hakkı
tanımıştı! Böylelikle diğer sömürgeci güçleri bölgeden uzak tutmayı
hedefleyen İngilizler, üzerinde güneş batmayan toprakları arasına Yeni
Zelanda’yı da eklemekte gecikmemişlerdi.
Hindistan… ‘böl ve yönet’… ayaklanmalar…
1850’lerde İngiltere, denizlerdeki tartışmasız üstünlüğüyle dünyanın en
büyük ve en renkli imparatorluğu, Hindistan da bu imparatorluğun kalbiydi.
Bu topraklar, Doğu Hind Şirketi’nin ticaretle başlayıp baskıcı sömürgecilikle
zirveye çıkan faaliyetlerinin sonucu olarak, gerçekten de “taçtaki mücevher”
gibi parlıyordu. Ama bu uzun sürmedi. Hintliler ayaklandı.
Halk arasında İngiliz yönetimine karşı giderek artmakta olan bir
memnuniyetsizlik vardı. Yangının başlaması için küçük bir kıvılcım yeterliydi.
İşte tam o günlerde Şirket açısından önemsiz gibi görünen bir detay çok
büyük sonuçlara yol açacak böylesi bir kıvılcıma dönüştü. Şirket, bölgedeki
İngiliz birliklerinde kullanılması için ‘Pattern 1853 Enfield’ marka tüfek
getirmişti. Bu silahta kullanılan barutun sarıldığı kâğıt fişeklerin domuz ve inek
yağıyla yağlandığı iddia ediliyor ve askerlerin barutu namlunun ucundan
boşaltmadan önce bu kâğıt fişekleri ısırarak açması gerekiyordu. İngiliz
ordusunun silah altına aldığı Müslüman ve Hindular açısından böylesi bir
durum kabul edilemezdi! Bunu bir hakaret olarak algıladılar ve İngilizlerin
dinlerini, kültürlerini yok etmek için harekete geçtiği düşüncesi, sepoyları206
daha da öfkelendirdi. Her ne kadar Şirket temsilcileri yağ meselesinin
söylentiden ibaret olduğunu açıklasalar da sesleri duyulmadı. Ok yaydan
çıkmıştı bir kez. Sepoylar emirlere uymayarak fişekleri kullanmayı reddetti.
Tam bu kritik günlerde Bengal Yerli Piyade Birliği’nden bir Hindu din adamı,
komutanlarına saldırdığı iddiasıyla asılınca, ortalık karıştı. Hint ayaklanması
(The Indian Mutiny) olarak bilinen olaylar patlak verdi. İngilizler hızlı bir
şekilde ayaklanmayı bastırdılar. Şirket’in Madras ve Bombay eyaletlerindeki
devşirme askerler İngilizlere sadakatlerini sürdürdü. Ayaklanma daha çok
Bengal’deki birliklerle sınırlı kaldı. Olayların merkezi konumundaki Delhi’de
kontrolün sağlanmasıyla birlikte ortalık yatışmıştı ama İngilizler, Delhi’dekileri
kılıçtan geçirmeyi de ihmal etmemişti.
İngiliz Doğu Hind Şirketi’ne bağlı gemiler Hind Okyanusu’nu resmen haraca bağlamış, Hindistan’dan Çin’e kadar uzanan kıyı
şeridindeki ticaretin tek patronu olmuşlardı. Şirket, 1857’deki ayaklanmaya dek İngiltere Kraliçesi adına Hindistan’ı yönetme işini
de üstlenmişti.

Hindistan’daki İngiliz ordusunda görev yapan Hindular ve Müslümanlar, 1857’de İngiliz yönetime karşı ayaklanmalarına rağmen
başarısız olmuşlar, elebaşları acımasızca cezalandırılmıştı. (Tablo/Felice Beato/1858)

Hindistan’da İngiliz otoritesine karşı topyekûn bir ayaklanma hiçbir zaman


yaşanmadı. Çünkü Hintliler İngilizlerle olduğu kadar kendi aralarında da
çatışıyorlardı, bu durum İngilizlerin Hindistan’ı işgal etmesini kolaylaştırmıştı.
İngilizlerin Hindistan siyasetini kökünden değiştiren 1857 Ayaklanması’nda da
bu teslimiyetçi durum kendisini tüm çıplaklığıyla göstermişti. Her ne kadar
toplumun özellikle ezilen kesimi, ayaklanmalara destek vermiş olsa da sadece
Bengal’deki askerlerin silaha sarılması ve hepsinden önemlisi, Hint
toplumundaki sosyal çarpıklıkların giderilmesi için İngiliz hâkimiyetinin gerekli
olduğuna inanan Batılılaşmış racaların hareketsiz kalması, isyanı sonuçsuz
bırakmıştı. İngilizler tarihe mal olacak ve diğer birçok sömürgelerinde
uygulayacakları ‘böl ve yönet’207 (divide and rule) siyasetiyle, binbir değişik
unsurdan oluşan Raj’ı208 avuçlarının içlerine almayı başarmış ve nihayetinde
1857 isyanının ardından Babür İmparatorluğu’nu yıkarak tüm bölgeyi ele
geçirmişlerdi. Çıkan ayaklanmaların faturası Şirket’e kesildi ve faaliyetlerine
son verildi. İngilizler, Şirket’in dağılmasının ardından 90 yıl boyunca Hint
Yarımadası’nı doğrudan yöneteceklerdi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluk
Hatırlanacağı üzere İngiliz İmparatorluğu, Güney Afrika’daki Afrikanerleri
oldukça kanlı bir sürecin sonunda mağlup edip, bugünkü Güney Afrika
Cumhuriyeti’ne giden yolu açtığında, belki de tarihinin en ‘imparatorluk’
dönemini yaşıyordu. Hollandalı kolonicilere karşı verilen savaşta, İngiltere’nin
Yeni Zelanda, Kanada, Avustralya gibi birçok sömürgesinden getirdiği
askerler, kendilerini fazlasıyla ‘İngiliz’ hissederek çarpışmışlardı. Boer
Savaşları’nın ardından İngiltere yanlısı Afrikanerler bölgede etkinlik kazanmış,
Londra’ya bağlılık hissi artmıştı. Hindistan’da da durum farklı değildi.
‘Hindistan İmparatoriçesi’ Kraliçe Victoria’ya duyulan sadakat hissi oldukça
güçlüydü.

İngiltere’nin Hindistan Genel Valisi Lord George Curzon’un Hindistan’a gelişinde düzenlenen karşılama töreni. Lord Curzon
ilerleyen yıllarda Yunanlıların Anadolu’ya çıkmasına itiraz etmiş ve Lozan görüşmelerinde İngiliz heyetine başkanlık yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi İngilizlere sömürgelerinin


bağlılıklarını test edebilecekleri bir imkân tanımıştı. Çoğu bu testten başarıyla
geçti! İngiliz ordusundaki birçok Müslüman, Halifeliğin temsilcisi Osmanlı’ya
karşı Kraliçeleri adına savaşmaktan çekinmedi. Lakin Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından imzalanan Versay Antlaşması’yla imparatorluğun çehresi değişmeye
başladı. Birçok sömürge temsilcisi, görüşmelere İngiliz delegasyonu adı
altında katılsa da antlaşma metnine ayrı ayrı imza atmış, savaş sonunda
kurulan Milletler Cemiyeti’ne Londra’dan bağımsız olarak üye olmuşlardı.
İngiltere, sömürgelerinin yakasını gevşetmeye başlamıştı.
1920’lere gelindiğinde İngilizler, imparatorluğun değişen çehresine daha
münasip geleceğini düşündükleri yeni bir ismi kullanıma soktular: İngiliz
Milletler Topluluğu (Commonwealth of Nations). Ya da İngiliz hükümetinin
tanımladığı şekliyle; “İngiliz İmparatorluğu içindeki otonom topluluklar.”

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, 1917’de İngiliz komutan General Edmund Allenby Osmanlılardan alınan Kudüs’e
giriyor. Bu İngiliz İmparatorluğu’nun yaşadığı son genişleme dalgası oluyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorluk, son büyük genişlemesini


gerçekleştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılan Filistin ve Irak, Milletler
Cemiyeti Manda İdaresi aracılığıyla İngiliz İmparatorluğu’nun çatısı altına
girdi. Bunun yanı sıra Afrika’daki Alman sömürgeleri Tanganyika (Tanzanya),
Güney Batı Afrika (Namibya) ve Yeni Gine de İngilizlerin denetimine bırakıldı.
Bu devasa toprak kazanımlarına rağmen imparatorluğun iskeletindeki
çatlaklar göze çarpmıyor değildi…
Hindistan için için kaynıyordu. Özellikle İngiliz birliklerinin sivil halka
uyguladığı Amritsar Katliamı’nın 209 ardından ülkedeki milliyetçi duygular
tavan yapmıştı. Ve tabii ki bu süreçteki en önemli faktör, şiddete mesafeli
eylemleriyle koca İngiliz İmparatorluğu’nu çaresiz bırakan Hindu lider Gandhi
idi. Hindistan’ın bağımsızlığını savunan Ulusal Kongre’nin Başkanı olan Gandhi
ve destekçileri, artık ne idüğü belirsiz bir dominyon olmak istemiyorlardı. Öte
yandan imparatorluğun Afrika’daki topraklarının üzerine adeta ölü toprağı
serpilmişti. Kıtanın kuzeyinden güneyine inen bir şerit üzerindeki İngiliz
kolonilerinde ne bağımsızlıktan ne de demokrasiden bahseden vardı. Üstelik
İngiltere’nin bu topraklara fazla ilgi göstermemesi, yerli nüfusu fakirliğe
mahkûm etmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, imparatorluğun
kimyasını tümden değiştirecekti.
İkinci Dünya Savaşı ve imparatorluğa ölüm öpücüğü
Alman saldırganlığını dizginlemek için harekete geçen İngiltere’nin İkinci
Dünya Savaşı’nın taraflarından biri olmasıyla birlikte, yerküreye yayılan İngiliz
sömürge ve dominyonları da kendilerini savaşın içinde buldular. Hong Kong,
Malaya, Singapur, Burma ve Borneo’yu Japonlar ele geçirdi. İngilizlerin
özellikle Singapur’u Japonlara karşı koruyamaması, Avustralya ve Hindistan’da
İngiltere’ye duyulan inancı sarsmıştı. Yoksa o kudretli İngiltere, sömürgelerini
korumaktan aciz miydi artık?
Başta Hindistan olmak üzere Irak ve Mısır gibi İngiliz sömürgelerinde İngiliz
yönetiminin çekip gitmesini talep eden gösteriler birbiri ardına patlak verdi.
Bir yandan Hindistan’dan devşirilen askerler cephede İngiliz Tacı adına
savaşırken, diğer yandan Hintli göstericiler, “Savaş bir bitsin, bağımsızlığınızı
o zaman konuşuruz” türünden yaklaşımları dikkate almıyor, gösterilerin
şiddetini arttırıyorlardı. İngilizler bu isyanlara, seri tutuklamalar ve şiddet
dalgasıyla karşılık verdi ve İkinci Dünya Savaşı boyunca sömürgelerini bir
şekilde bir arada tutmayı başardı. Ama bu uzun sürmeyecekti.
İngilizler, İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden biriydi; ama zafer kendilerine
pahalıya patlamıştı. Nazilerin ve Japonların mağlup edilmesiyle bu güçlere
kaptırılmış sömürgeler, tekrar asıl “sahiplerine” döndü; lakin Malaya,
Singapur, Borneo ve Burma’daki İngiliz yönetimi savaş öncesine nazaran bir
hayli zayıflamıştı. İmparatorluğun belkemiği donanma yok olmuş, ülke Alman
bombardımanları sonucu ekonomik yıkıma210 sürüklenmişti. Böylesi bir
durumda kimsenin dünyanın dört bir yanına dağılmış sömürgeleri görecek hali
yoktu. İmparatorluk, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişini takip eden yirmi beş yıl
içerisinde fırtınaya tutulmuş bir sandal gibi yalpaladı; düşenler düştü, kalanlar
İngiltere’yle yola devam edecekti.
Hindistan, Asya ve Afrika çalkalanıyor
İngilizler Hindistan’dan çekileceklerini açıkladıklarında ülkedeki Hindularla
Müslümanlar arasındaki gerginlik had safhadaydı. Bu iki grup bir yandan
bağımsız olmak istiyor ama diğer yandan da bağımsızlığı birbirleriyle
paylaşmak istemiyorlardı. İngilizler, tırmanan şiddet eylemlerinin ortasında
apar topar bölgeden çekilir çekilmez, Hindistan 15 Ağustos 1947’de
bağımsızlığını ilan etti. İngilizler, savaş kahramanı Başbakanları Winston
Churchill’in ‘utanç verici kaçış’ şeklindeki tanımlamasını hak edecek bir hızla
ülkeyi terk etmiş, ama arkalarında, aralarındaki sınır çizgilerinin belirlenmesi
yüzünden çıkan ihtilaflarda birbirini boğazlayan Hindu ve Müslümanlardan
oluşan devasa bir nüfus bırakmışlardı.
İngilizlerin, yangından mal kaçırır gibi, kendilerinden sonraki dönemin
altyapısını hazırlamadan çekilmesi, yüz binlerce Müslüman ve Hindu’nun
hayatını kaybetmesine yol açtı. Bu gerginlik kısa sürede Müslümanların,
Pakistan adında yeni bir devlet kurmasıyla, diğer bir deyişle Hindistan’ın bir
kısmını da alarak ayrılmasıyla neticelendi. Lakin sular bununla da
durulmayacak ve Pakistan’ın doğusu da 1971’de Bangladeş adıyla ayrılacaktı.
Uzun lafın kısası, İngilizler Hind Altkıtası’nda sadece dillerini ve kriketi değil,
aynı zamanda günümüzde de sıcaklığını koruyan dini ve etnik bir fay hattı ve
bunun neden olduğu çatışmalar bırakmışlardı.
İngiliz Hindi’nden rutin bir kare. İngiliz efendi Hintli kölesine pedikür yaptırıyor.

Hind Yarımadası’nda İngilizlerden sonra kopan fırtınaya rağmen İngiliz


politikacılar, bu geri çekilmeyi başarılı bir manevra olarak pazarlamakta
gecikmedi. İlginçtir, hem Hindistan hem de Pakistan, bağımsız olmalarına
rağmen Commonwealth’e katılarak diğer eski kolonilere örnek teşkil
edeceklerdi. Bağımsızlık furyasında sadece Burma, İngiltere’yle tüm bağlarını
keserek kendi yoluna gitmeyi seçti. Diğer kolonilerin çoğu Commonwealth
aracılığıyla İngiltere’yle dirsek temasını sürdürmeyi tercih etti. İngiltere’nin
Malaya’dan, Kenya’dan ve aynı zamanda ırk politikalarıyla kırılgan bir yapıya
bürünen Güney Afrika ve Rodezya’dan (Zimbabwe) çekilmesi de sorunlu
olmuştu ama değişim rüzgârının durmaya niyeti yoktu.
1882’de İngiliz işgaline teslim olan Mısır, 1922’de bağımsızlığını kazanmıştı,
ama ülkenin üzerindeki İngiliz gölgesi kalkmış değildi. Ancak 1956’da,
dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır, İngilizlerin kontrolündeki
Süveyş Kanalı’nı millileştirerek, tabiri caiz ise, İngilizlerin emperyal façasına
büyük bir çizik attı. Buna karşın İngiltere, İsrail ve Fransa’yı da yanına alarak
Mısır’a savaş açtı, ama dönemin iki süper gücü Amerika ve Rusya’nın ağırlığını
koymasıyla pes etmek zorunda kaldı. Hem kanal ellerinden gitmiş hem de acı
da olsa bir gerçeği kabullenmek zorunda kalmışlardı: Artık bir süper güç
değillerdi…
İngiltere’nin Malezya, Singapur ve Aden’deki askeri üsleri 1971’de kapatıldı.
1997’de Hong Kong, kira süresi bitip tekrar Çin’e devredildiğinde, İngiliz
İmparatorluğu artık sadece tatlı bir anıdan ibaret kalıyordu.
İngiliz İmparatorluğu şimdi ne durumda?

Bugün 52 eski sömürgesi ve Mozambik’in oluşturduğu Com-monwealth’in211


yanı sıra, dünyanın değişik bölgelerine dağılmış 14 irili ufaklı ada ve farklı
sebeplerden dolayı bağımsızlık yerine İngiliz şemsiyesi altında kalmayı tercih
etmiş Arjantin açıklarındaki Falkland Adaları, 212 Pasifik Okyanusu’ndaki
Pitcairn Adaları ve Akdeniz çıkışındaki Cebelitarık gibi küçük toprak
parçalarından oluşan İngiliz Deniz Aşırı Toprakları 213 (British Overseas
Territories), İngiliz İmparatorluğu’ndan geriye kalan fiziki mirası oluşturuyor.
Peki koca imparatorluktan siyasi ve kültürel olarak geriye ne kaldı dersiniz?
Dünya dili İngilizce’den krikete
Bugün şüphe yok ki gramer yapısından kaynaklanan sadeliğin de payı
olmakla birlikte, İngilizcenin bir dünya dili olarak yerkürenin dört bir yanında
konuşuluyor olmasının sebebi, bu dilin asırlar boyunca İngiliz İmparatorluğu
tarafından önce kolonileşme yoluyla yayılmış, ardından da süregelen ticaretle
pekiştirilmiş olmasıdır. Bugün eski İngiliz sömürgelerinin birçoğunda İngilizce
ya resmi dil ya da ikinci resmi dildir. Tüm bu ülkeler, İngiliz parlamenter
sistemini ve İngiliz hukukunu benimsemiştir. Ordu, polis ve kamu hizmetlerini
İngiliz modeline göre kurmuşlardır. Myanmar ve ABD hariç, diğerleri ortak bir
ölçü sistemi belirlemiştir. Kuzey Amerika ve Kuzey Afrika’daki birkaç istisna
dışında trafik yolun solundan akar. Futbol, rugby ve kriket gibi sporlar
hepsinde fazlasıyla yaygındır. Bir diğer deyişle, imparatorluğun sosyo-kültürel
gölgesi neredeyse dünyanın yarısını kaplamıştır.
İngiliz İmparatorluğu neden ‘başarılı’ oldu?
İngilizlerin dünyanın en geniş ve uzun ömürlü imparatorluklarından birine
imza atmış olmasının birçok sebebi vardı elbette. Listenin başında gelense;
İngiltere’nin denizlerde iddialı olan diğer rakiplerini, yani Fransızları,
Hollandalıları, Portekizlileri ve İspanyolları geride bırakan kudretli bir
donanmaya sahip olmas›ydı. Önce dünyanın dört bir yanında yaptıkları deniz
savaşlarıyla rakiplerini dize getirip, ardından da geniş bir ticaret ağı kuran
İngilizlere asıl ivme kazandıransa, Sanayi Devrimi oldu. Buhar çağını başlatan
bu devrimin beşikliğini yapan İngiltere, özellikle Victoria döneminde
sömürgeleriyle arasındaki ulaşımı buharlı gemilerle yapmaya başlayarak hem
mesafeyi kısalttı (dolayısıyla anakara ile sömürgeleri arasında yoğun bir ilişki
kurdu214) hem de buharlı gemilerin hızıyla sömürgelerinden getirdiği malları
süratle İngiliz fabrikalarında işleyip aynı süratle dünyanın dört bir yanına
dağıtmayı başardı. Bu dönemde İngiltere’nin ‘dünyanın atölyesi’ olarak
isimlendirilmesi boşuna değildi. Daha en başından imparatorluğun kurmayları,
ülkelerini, manasız fetihlerden ziyade kâr getirecek adımlarla genişletme
yoluna gitmişlerdi. Amerikan Devrimi’nin ardından ‘şan olsun diye toprak
tutmanın’ faydasız olduğuna kanaat getirilmiş ve tüm ağırlık ticarete
verilmişti. Zaten imparatorluğun gerilemesine de serbest ticaret dönemiyle
birlikte diğer tüccar ülkelerin sahaya çıkarak İngiltere’nin pastasına ortak
olması sebep olacaktı.
Listedeki diğer bir sebep de İngilizlerin ince siyaset virtüözü olmalarıydı.
Daha önce de değindiğimiz gibi, başta ‘böl ve yönet’ stratejisi olmak üzere,
siyasetin ayak oyunlarında fazlasıyla hünerli olan İngilizler, James P.
Carroll’un ‘Constantine’s Sword’ (Constantine’in Kılıcı) isimli eserinde de dile
getirdiği gibi, tarafları birbirleriyle çatıştırmada çok maharetliydiler. Şöyle
diyordu Carroll, başta İngilizler olmak üzere emperyalist güçlerin “başarısının”
analizini yaparken: “Genel olarak emperyalist güçler, mahalli halkların etkili
bir şekilde direniş oluşturmadaki başarısızlığından beslenir. En iyi işgalciler,
işgal altındaki halkların kendi aralarındaki farklılıkları sömürme konusunda
başarılı olanlar arasından çıkar. Ve bu, aynı zamanda İngiliz
İmparatorluğu’nun da özetidir. Bu ‘başarının’ izlerini bugün, Pakistan-
Hindistan arasındaki Müslüman-Hindu geriliminde, İrlanda’daki Katolik-
Protestan didişmesinde ve tabii ki modern İsrail’deki Arap-Yahudi
düşmanlığında görebiliriz.”
İngiliz İmparatorluğu’nu ayakta tutan etkenlerden bir diğeri, Aydınlatmacı
Despotizm (Enlightened Despotism) fikriyatı; diğer bir deyişle, sömürge
halklarına rağmen “halkçılık” yapmaktı. Başta İngilizler olmak üzere modern
çağın sömürgecileri, ‘beyaz adamın’ doğuştan üstün olduğuna ve beyaz
olmayanları aydınlığa ulaştırma göreviyle215 kutsandığına inanıyor,
yerkürenin dört bir yanına uzanan ve milyonların hayatı pahasına
gerçekleştirilen faaliyetlerini bu inançla kendi gözlerinde meşrulaştırıyorlardı.
İngilizler Aydınlatmacı Despotizmin en güzel örneğini Hindistan’da
sergilemişlerdi. Ülkenin dört bir yanını kapladıkları demiryolları, üniversiteler
ve diğer kamu binalarıyla Hind halkını dönüştürüyorlardı. Daha sonraları, önde
gelen İngiliz tarihçilerinden Niall Ferguson gibiler, bu kamusal yatırımları ‘iyi
niyetli’ imparatorluklarının bir göstergesi olarak pazarlamaya çalışsalar da
tüm bu altyapı, özellikle de demiryolları, hammaddelerin limanlara, oradan da
İngiltere’ye daha rahat taşınması; akabinde işlenerek geri yollanan ve fahiş
fiyattan satılan malların da sömürgelerin en ücra noktalarına kadar
ulaştırılması için yapılmıştı. Kaldı ki imparatorluklar ne kadar ‘iyi niyetli’
olurlarsa olsunlar doğaları gereği her zaman önce ‘can’ demişlerdir. Hem
Hindistan hem de İrlanda’daki büyük kıtlıklara ve bunların sonucunda
milyonlarca insanın ölmesine216 rağmen, bu sömürgelerden İngiltere’ye
yiyecek nakliyatına hiç ara verilmemişti!
Artık görkemli İngiliz İmparatorluğu yok. Parlak tarihinin siyasal ve kültürel
mirasını devralmış, “üzerinde güneş batan” bir İngiltere var. Bununla birlikte,
kitlelerin öğrenmek için can attığı dili, Amerika üzerinden Hollywood sosuna
batırılarak cazibesi arttırılan kültürü ve Amerika Birleşik Devletleri’nin
yedeğinde de olsa, dünya olaylarına yön verebilme gücüyle İngiltere’nin,
Britanya İmparatorluğu’nun bayrağını sımsıkı tuttuğunu söyleyebiliriz...
Peki ya Fransızlara ne oldu?
İngilizlerin, dünyayı paylaşmak için yedi denizde savaştıkları Fransızlar ne
yaptı dersiniz? İsterseniz İngiliz İmparatorluğu’nun seyir defterine göz
atmadan önce, Fransızların sömürgecilik maceralarının akıbetine bir bakalım.
Daha önce değindiğimiz üzere Fransızlar, pastadan daha çok pay kapmak
adına, başta İngilizler olmak üzere dönemin diğer sömürgeci güçleriyle sık sık
boğaz boğaza gelmişlerdi. Fransızların ilgisi sadece Amerika kıtasıyla sınırlı
değildi. Daha 1624’te Batı Afrika’daki Senegal kıyılarında ticaret limanları
kurmuşlardı. Diğer çağdaşları gibi onlar da sömürüde şirketleşme yoluna
gitmiş ve doğu pazarlarında rekabet edebilmek adına 1664’te Fransız Doğu
Hind Şirketi’ni (La Compagnie Française des Indes Orientales) kurmuşlardı.
Bunu takiben kısa sürede Hindistan’ın Chandernagore, Bengal, Pondicherry,
Yanam, Mahe ve Karikal gibi kıyı yerleşimlerinin yanı sıra, Hint Okyanusu’nda
bulunan Île de Bourbon (Réunion), Île de France (Mauritius) ve Seyşel
Adaları’na (Seychelles) bayraklarını dikmişlerdi.
Napolyon döneminde neredeyse tüm Avrupa, Fransızlardan sorulur hale
geldi. Lakin hatırlanacağı üzere Fransızlar, Avusturya Veraset Savaşı (1744–
1748), Yedi Yıl Savaşları (1756–1763), Amerikan Devrimi Savaşı (1778–
1783), Fransız Devrimi (1793–1802) ve Napolyon Savaşları (1803–1815) gibi
çarpışmalar silsilesinin ardından meydanı İngilizlere bırakmak zorunda kaldı.
Ancak, Napolyon’un emperyalist vizyonuyla girilen savaşlarda elde edilen
topraklar üzerinde yükselen Birinci Fransız İmparatorluğu (ki Napolyon
İmparatorluğu olarak da bilinir) İmparatoru ile birlikte ölse de, Fransızlar
sömürgecilikten vazgeçmediler.

Tarih 5 Mayıs 1821. Yer Atlantik Okyanusu’ndaki St. Helen Adası. 51 yaşındaki Napolyon ölüm döşeğinde. Bir zamanlar Osmanlı
İmparatorluğu’nu, Rusya’yı, İngiltere’yi, Afrika’yı ve hatta neredeyse tüm dünyayı ele geçirmek için dünyanın altını üstüne
getiren ihtiraslı imparatordan geriye, sadece hasta, yaşlı ve yatalak bir ihtiyar kalmıştı. Bununla birlikte Napolyon’un ölümü, Fransız
İmparatorluğu’nun da sona erdiği anlamına gelmiyordu. Fransa, sömürgecilik macerasını denizaşırı topraklarıyla birlikte 20. yüzyıla
kadar devam ettirecekti.

İkinci Fransız Sömürge İmparatorluğu, 1830’daki Cezayir işgaliyle başladı.


Fransızlar, Napolyon’un yeğeni olan III. Napolyon liderliğindeki bu yeni
dönemde Meksika’da himaye devlet kurma girişiminde bile bulundular! Lakin
Fransızların Amerika kıtasına dönük ilgisi, Amerikan İç Savaşı’nın ardından
Amerikan Başkanı Monroe’nun kendi adıyla özdeşleşen doktrinle (Monroe
Doktrini) Avrupalı güçlere kapıyı göstermesi üzerine kesilecekti.
Amerika kapısı kapanınca gözlerini Uzak Doğu’ya diken III. Napolyon,
Cochin-Çin’i (modern Vietnam’ın Saigon’u da içine alan güney yakası) denetim
altına alarak, Kamboçya’da bir himaye devlet kurma yoluna gitti. Bu esnada
Fransa’da imparatorluk yıkılıp 1870’de üçüncü kez cumhuriyet rejimi kurulmuş
olsa da Fransızların emperyalist iştahı kesilmemişti! Tonkin ve Annam’ı
(modern Vietnam) aldılar, bu ikisine, Cochin-Çin ve Kamboçya’yı da
ekleyerek, Fransız Hindiçini’ni (Indochina) kurdular. Bu yapıya daha sonra
Laos ve Kwang-Chou-Wan’ı da kattılar. Bu arada Çin’in Şanghay liman
şehrinde kurdukları imtiyazlı bölgeyi de 1946’ya kadar ellerinde tutacaklardı.
Fransızların bir gözü Asya’daysa, diğeri de Afrika’daydı. 1881’de Tunus’ta bir
himaye kurmuşlar, Kuzey, Batı ve Orta Afrika’da (bugünkü Moritanya,
Senegal, Gine, Mali, Fildişi Sahilleri, Benin, Nijer, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti
ve Kongo Cumhuriyeti) ve ayrıca Doğu Afrika kıyısındaki Cibuti’de bayrak
göstermişlerdi. Bir dizi savaşın ardından 1911’de Fas da Fransız hâkimiyetini
kabul etmek zorunda kalmıştı.
Fransızlar, son büyük sömürge kazanımlarını Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugünkü Suriye ve Lübnan
topraklarını, Almanlardansa Togo ve Kamerun’u alarak gerçekleştirdiler.
Özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Fransızlar da
sömürgelerinde kendilerince bir ‘medenileştirme’ projesine (mission
civilisatrice) giriştiler. Bu proje, ‘cahil’ kitlelere medeniyet götürme işinin
Avrupalıların sorumluluğunda olduğu inancına dayanıyordu. Buradan hareketle
sömürgelerde görevli memurlar, özellikle de Batı Afrika’da Fransız-
Avrupalılaştırma (Franco-Europeanization) politikası yürütüyorlardı. Fransız
kültürüne adapte olanlar (ki bunun tercümesi, akıcı bir Fransızcaya sahip
olmak ve Hıristiyanlığı kabul etmekti), Fransız vatandaşları ile eşit tutuluyor
ve oy kullanma hakkına sahip oluyorlardı.
Fransız Sömürge İmparatorluğu’nun çöküşü
Her iki dünya savaşı, imparatorlukların Azrail’i olacak, Fransızlar da bu ‘acı
sondan’ kaçamayacaktı. Henüz İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransızların
imparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Indochina’da Japonlar; Suriye,
Lübnan, Madagaskar, Fas ve Cezayir’de İngilizler ve Amerikalılar; Tunus’taysa
Almanlar cirit atıyordu. Lakin savaşın ardından, Fransızların İkinci Dünya
Savaşı kahramanı ve sonrasının devlet adamı, inatçılığıyla meşhur Charles de
Gaulle bu bölgeler üzerindeki Fransız egemenliğini tekrar tesis etti.
Fransızlar da tıpkı İngilizler gibi, tamamen parçalanmasını beklemeden,
imparatorluğun vitrinini yenileme yoluna gittiler ve 1946 Anayasası’yla
sömürge imparatorluğunun yerine ‘Fransız Birliği’ (Union Française) ikame
edildi. Yine de bu makyaj, bazı sömürge halklarını tatmin etmeyecekti. Önce
Madagaskar ayaklandı (ayaklanma bastırılacaktı), ardından da Ho Chi Minh,
Vietnam’ın bağımsızlığını ilan etti. Fransızlar ellerindekini kaptırmak
istemeyince, meşhur Vietnam Savaşı’nın ilk perdesi sayılan Fransız-Vietnam
Savaşı başladı. Aynı zaman diliminde Kamerun’da da ayaklanmalar oldu ve
kanlı bir şekilde bastırıldı. Fransızlar, diğer sömürgecilerin aksine, çarpışa
çarpışa çekilme yolunu seçmişlerdi. Nihayetinde kanlı bir sürecin ardından
1954’te Vietnam’dan çekildiler.
Aynı dönemde Cezayir’de de sürekli ayaklanmalar oluyor ve her seferinde
kanlı bir şekilde bastırılıyordu. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nın hemen
ardından gerçekleştirilen Sétif Katliamı’nda 50 bine yakın Cezayirli sivil
öldürülmüştü. 1954’te Cezayirliler Fransız hâkimiyetine karşı bağımsızlık
savaşı başlattı. 1962’de bağımsızlıklarını elde ettiklerinde, 150 bini asker
olmak üzere 1 milyona yakın Cezayirli hayatını kaybetmiş (bazı kaynaklar bu
rakamı 1,5 milyona kadar çıkartırken Fransız resmi makamları toplam 350 bin
Cezayirlinin öldüğünü öne sürmektedir), iki milyona yakın kişi mülteci
konumuna düşmüştü. Tüm bu hengâmenin ortasında Fransızlar, sürekli sorun
çıkartan koloni sistemini makyajlamayı da ihmal etmiyorlardı. Fransız Birliği,
1958 Anayasası ile birlikte yerini ‘Fransız Topluluğu’na (Communauté
Française) bıraktı. İçeriği gereği, üyeler, isterlerse tam bağımsızlığa
gidebilirlerdi. Sadece Gine, referandumla bu yeni sömürge organizasyonunun
parçası olmayı reddetti. Zaten Topluluk, Cezayir Savaşı bitmeden kendisini
feshetmiş; yerel referandumların ardından diğer Afrika kolonileri de 1960’ta
bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bununla birlikte bazı ufak koloniler ‘denizaşırı
topraklar’ adı altında Fransa’nın bir parçası olmayı tercih ettiler.
Fransa, 17. yüzyıldan 1960’lara kadar sömürgeci bir güç olarak kaldı. 19. ve
20. yüzyıllarda sahip olduğu küresel sömürge imparatorluğu, büyüklük
bakımından İngilizlerinkinin ardından ikinci sırada geliyordu. Öyle ki
etkinliğinin zirvesinde, 1919 ile 1939 yılları arasında İkinci Fransız
İmparatorluğu’nun topraklarının genişliği 12 milyon 347 bin km²’yi bulmuştu.
Fransız anakarası da eklendiğinde toplam yüzölçümü 12 milyon 898 bin
km²’ye ulaşıyordu ki bu da dünyanın yüzde 8,6’sına denk geliyordu! Bugün bu
devasa imparatorluktan geriye Kuzey Atlantik, Karayipler, Hint Okyanusu,
Güney Pasifik, Kuzey Pasifik ve Antarktika’ya yayılan yüzlerce adanın yanı sıra
Fransızların, imparatorlukları kadar büyük kibirleri kalmış durumda...
İngiliz İmparatorluğunun Seyir Defterinden

İmparatorluğun temelleri 1558-1603 arası dönemde atıldı. Kraliçe I. Elizabeth’in iktidarına denk gelen
bu devirde İngilizler, İspanyollara denizde kök söktürdü ve etkin bir deniz gücü olarak sahneye
çıktılar. Okyanus ötesi ilk keşifleri de bu dönemde gerçekleşti.
1600 ve 1700 yılları arasındaki döneme Birinci İngiliz İmparatorluğu adı verilir. Bu dönemde İngilizlerin
ilgi odağı, çoğunlukla Amerika ve biraz da Hindistan’dı. İngiltere, koruma altındaki ticaret monopolleri
ve devlet eliyle üretim ilkesine dayalı Merkantilizm felsefesi üzerinde yükselen bir refah üretmişti.
Ana hedef, ülkenin ihracatını ithalatından daha yüksek bir noktada tutmaktı.
1799-1815 arasında, ‘İkinci İngiliz İmparatorluğu’ olarak bilinen dönemde İngilizler, Akdeniz’deki
üstünlüklerini ve doğudaki sömürgelerine giden yolların güvenliğini pekiştirdiler. Özellikle Amiral Nelson,
Nil ve Trafalgar Savaşları’nda Fransız donanmasını imha ederek, İngilizlerin denizler üstündeki
hâkimiyetini ilan etti. Bu zaman aralığında İngilizler, Kanada, Güney Afrika, Hindistan ve Asya’nın
diğer bölgelerinde başat güç olarak sahnede kaldı.
1800’ler boyunca ve 1900’lerin ortasına kadar geçen zaman diliminde imparatorluk, Asya ve
Afrika’da genişledi; Hindistan, Kanada ve Avustralya’daki konumunu sağlamlaştırdı. 1921 yılına
gelindiğinde dünya topraklarının ve halklarının dörtte biri (33 milyon 670 bin km² ve yaklaşık 460
milyon kişi) İngiliz Tacı’nın gölgesi altındaydı. Sömürgelerinden sadece Hindistan’ın nüfusu,
İngiltere’ninkinden üç kat daha fazlaydı. Bu geniş topraklar üzerinde hâkimiyet kurulmasında yüzyıl
başında kullanıma giren buharlı gemiler ve telgraf önemli bir rol oynadı. Daha 1902’de İngiliz
İmparatorluğu’na ait tüm topraklar, Kırmızı Hat adı verilen özel bir telgraf hattıyla birbirine
bağlanmıştı. Bununla birlikte, 20. yüzyılda gelişen milliyetçilik akımı ve dünya savaşları sömürgelerin
bağımsızlık taleplerini kamçıladı. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgelerin denetimini
gevşetmeye başladı, ikincisinin ardından da birçoğunun bağımsızlığını tanıdı.
İmparatorluk, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nı, Napolyon Savaşları’nı ve her iki dünya savaşını geride
bırakacak kadar uzun ömürlü oldu.

İmparatorluğun Köşe Taşları


1580 Sir Francis Drake dünyanın etrafında turlayan ilk İngiliz oldu. İngilizler de dünyayı keşfetmişti.
1585 İngilizler ilk koloni kurma girişimlerini Amerika’nın doğu sahillerinde gerçekleştirdi.
1600 Denizaşırı ticaretin etkinleştirilmesi adına İngiliz Doğu Hind Şirketi kuruldu.
1607 Kuzey Amerika’daki ilk İngiliz yerleşimi Jamestown’da kuruldu. Bu tarihten itibaren İngiltere’den göçmen akını başladı.
1623 İngilizler Batı Hindi’nde şeker ve tütün ticaretine başladı. Buna paralel olarak kölelik patladı.
1651 İngiliz Parlamentosu, kolonilere giden ve İngiliz limanlarına gelen tüm malların sadece İngiliz gemileri tarafından
taşınabileceğini hükme bağladı.
1655 İngilizler güç kullanarak Jamaika’yı İspanyollardan aldılar. Bu, zorla alınan ilk koloni oldu.
1664 New Amsterdam Hollandalılardan alındı ve şehre New York adı verildi.
1670 Madrid Antlaşması’yla İspanyollar Karayipler’deki İngiliz hâkimiyetini tanıdı.
1672 Afrika’dan alınan köleleri Karayipler’deki sömürgelere götürmek için The Royal Africa Company kuruldu.
1688 Fransa’yla yapılan savaşların sonucunda bu ülkenin Kuzey Amerika’daki kolonilerinden bir kısmı İngilizlerin eline geçti.
1702-14 İspanyol Veraset Savaşları’nda Fransa ve İspanya’yla savaşan İngiltere; her iki ülkenin Amerika ve Akdeniz’deki
topraklarının bir kısmını ele geçirdi. Utrecht Antlaşması’yla İngilizlerin egemenliği perçinlendi.
1707 Fransa ile İngiltere, Hindistan’da üstünlük elde etmek için savaşmaya başladı.
1756-63 Yedi Yıl Savaşları’nda İngiltere, topraklarını genişletti. Fransa’nın Kuzey Amerika’daki egemenliğine son verdi ve
Kanada’nın bir bölümünü Fransızlardan aldı. Savaşı bitiren Paris Antlaşması’yla İngiltere’nin Hindistan ve Kuzey
Amerika’daki egemenliği kabul edildi.
1769 Fransız Doğu Hind Şirketi’nin sahneden çekilmesi üzerine İngiliz Doğu Hind Şirketi bölgedeki ticaretin tek hakimi oldu. Aynı
dönemde Avrupa’da Sanayi Devrimi başlıyordu.
1783 İngiltere Amerika’daki kolonilerini kaybetse de emperyal etkisi tüm dünyada arttı. İngiliz ekonomisi Sanayi Devrimi’nin de
etkisiyle adeta şaha kalktı.
1801 İngiltere, Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın bir araya gelmesiyle Birleşik Krallık (The United Kingdom) kuruldu.
1804 Napolyon Fransa İmparatoru oldu ve dünyayı fethe soyundu. İngiltere ve Fransa amansız bir savaşlar serisine tutuştu.
1854 İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Rusların Akdeniz’e inmesini engellemek için Kırım Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında
Rusya’ya karşı savaşa girdi.
1858 İngiltere, Hindistan’ı doğrudan yönetmeye başladı.
1869 Süveyş Kanalı’nın tamamlanmasıyla Hindistan’la yapılan ticaret hayati önem kazandı. İngilizler Mısır’ı işgal etti.
1902 İngilizler Güney Afrika’daki Hollandalı yerleşimcileri mağlup ederek bölgenin hâkimi oldu.
1914-18 İngiliz İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı boyunca bütünlüğünü korudu. Sömürgelerden getirilen askerler imparatorluk
adına savaştı.
1919 Versay (Versailles) Antlaşması’yla İngiltere, Almanların Afrika’daki topraklarının çoğunu ele geçirdi. Osmanlı’nın çöküşüyle
birlikte Ortadoğu’daki Filistin ve Irak bölgesi de İngilizlerin denetimine geçti. İngiltere birçok sömürgesinin
bağımsızlığını tanıdı, bir kısmına da anayasal otonomi verdi.
1931 İngiliz Milletler Topluluğu ( Commonwealth of Nations) kuruldu. Gevşek bir konfederasyona gidildi. Lakin sömürgelerdeki
rahatsızlık dinmedi. İrlanda’da homurtular yükselmeye başlarken, Hindistan’da ayaklanmalar baş gösterdi.
1939–45 İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika ile İngiltere, tüm ülkelerin kendi kaderlerine kendilerinin karar vermesini
öngören Atlantik Şartı’nı (Atlantic Charter) imzaladı. İngiliz sömürgeleri peş peşe bağımsız olmaya başladı.
1997 Hong Kong’un Çin’e devredilmesiyle İngiliz İmparatorluğu fiilen sona ermiş oldu.
Günümüz Hollanda’sı akla laleyi ve peyniri getirse de dünyanın en zenginleri arasında bulunan bu
ülkenin asıl şöhreti, bir zamanlar dünya denizciliğinde oynadığı hâkim rolde ve denizler üzerindeki
egemenliğinde yatar. Hollandalı efsanevi denizcilerin, dünyanın yedi denizinde yelken açarak, kâh
ticaretin sınırlarını kâh kılıçlarının dayanıklılığını zorlayarak kurdukları imparatorluk, dünya nimetlerini
yağmalamak için dönemin diğer sömürgeci güçleriyle kıyasıya savaşmıştı…

Bir küçük kara parçasından denizler hâkimiyetine

Hollanda Sömürge İmparatorluğu


(1600-1800)

“Görkemli bir imparatorluk, görkemli bir kek gibidir. Önce köşelerinden başlar dağılmaya.”
Benjamin Franklin

Hollanda, 1550’li yıllara kadar Avrupa’nın kuzeyinde küçük bir ticaret


ülkesinden başka bir şey değildi. Toprakları İspanyollar, Avusturyalılar ve
Burgonyalıların hâkimiyeti altındaydı. Ama bu durum çok uzun sürmeyecekti.
Hâkim güçlerle aralarındaki mezhep farklılığından dolayı, William van Oranje
önderliğinde ayaklanan Hollandalılar, özellikle ülkenin kıyı şeridinde İspanyol
donanmasına ecel terleri döktürmeye başladı. Kısa zamanda yedi ayrı Flaman
bölgesi bir araya geldi ve İspanyolların o dönemki baş düşmanı İngiltere’yi de
yanlarına alarak işgalcisiyle kıran kırana bir dizi deniz savaşına girişti. Uzun
yıllara yayılan bu savaşlar sonunda Hollandalılar, 1648’de İspanyolları
yurtlarından çıkardılar ve dünyanın sayılı deniz güçlerinden biri olarak
uluslararası sahnede yerlerini aldılar.

1648 yılı itibariyle dünyanın değişik noktalarına dağılmış Hollanda sömürgeleri

Kuzey Avrupa’nın bu denizci milleti, coğrafi keşifler çağına rastlayan


bağımsızlık sürecinde hem zamanın ruhuna uygun düştüğü hem de ezelden
beri denizle iç içe yaşadığı için denizciliğe sarıldı ve bunu sadece düşmanı
ülkeden kovmak için değil, aynı zamanda dönemin diğer egemen güçleri gibi,
dünyanın bilinmeyen zenginliklerinden pay kapmak amacıyla da kullandı.
Şimdi gelin, bu denizaşırı zenginliğin palazlandırdığı imparatorluğun tarihine
yelken açalım...
Eli her yere uzanıyordu
Zirvede olduğu dönemlerde Hollanda’nın elinin uzandığı yerler arasında yok
yoktu! Bir dudağı gökte bir dudağı yerde olan masal devlerini andıran deniz
imparatorluğunun ulaştığı noktalar arasında Doğu Hindi (East Indies) olarak
bilinen Endonezya, Borneo, Seylan ve Sri Lanka dörtlüsü, Güney Afrika,
Japonya’nın Nagazaki limanı, Formoza (Tayvan), Çin’deki Canton limanı,
Hindistan’ın Bengal, Coromondel, Surat ve Malabar kıyıları, Arabistan ve Fars
topraklarında Moka, Basra ve Gamron, Afrika’nın Altın Kıyıları’ndaki köle
ticareti limanları, Karayipler’de Batı Hindi (West Indies) olarak bilinen yarım
düzine ada, Kuzey Amerika’da New Netherlands (günümüzün New York
eyaleti ve çevresi), Güney Amerika’nın kuzeydoğu kıyılarında bir dizi verimli
tarım kolonisi (Demarary, Essequibo bölgesi, Berbice ve daha sonraları da
Guyana, yine daha sonra ve halen Surinam) ve Brezilya bulunuyordu. Bu
geniş coğrafyanın renkliliği, asırlar sonra, bugünkü Hollanda’nın başkenti
Amsterdam’da kendisini çarpıcı şekilde gösteren kültür, din ve ırk mozaiğinin
temellerini oluşturacaktı…
17. ve 18. yüzyıl başlarında Hollanda, dünyanın gördüğü en muhteşem deniz
güçlerinden biriydi ve ilginçtir, sahip olduğu bu güç, Kuzey Avrupa’nın büyük
hanedanlıkları arasında sıkışıp kalmış küçük bir cumhuriyetin ellerinde
şekillenmişti. Evet, Hollanda o zamanlar, şimdiki gibi bir parlamenter monarşi
değil, cumhuriyetti.217
Hind Altkıtası ve hind Okyanusu’ndaki Hollanda ve Portekiz ticaret limanları.

Her şey ‘daha çok para!’ ile başladı


Bu büyük deniz imparatorluğu, Hollandalı asker, tacir ve denizcilerin,
Amerika’dan elde ettikleri altın ve gümüşleri anakaraya taşıyan İspanyol
donanmalarını yağmalamasıyla başladı ve Felemenk İsyanı esnasında
İspanyol hâkimiyetine karşı girişilen ekonomik savaşla genişledi. Bu süreçteki
en önemli kırılma anı 1585’te yaşandı. O yıl Felemenk gemilerinin İspanyol ve
Portekiz limanlarına girişi yasaklanmış, bir yıl öncesinde de kuzey Felemenk
ticaret yolunun en önemli limanlarından Antwerp İspanyolların eline geçmiş
ve dolayısıyla yerel rekabet ortadan kalkmıştı. İspanyolların ve Portekizlilerin
doğudaki sömürgelerinden getirip Avrupa pazarlarına dağıtmada
uzmanlaştıkları kârlı egzotik mallardan mahrum kalan Hollandalılar, “Madem
mallar bize gelmiyor, o halde biz mallara gideriz!” diyerek yola koyuldu.
Haritalarında işaretli rota, bu malların üretildiği topraklara; Doğu Hindi’ndeki
Baharat Adaları’na218 uzanıyordu. Sert Kuzey Denizi rüzgârlarını arkalarına
alan Felemenk yelkenlileri, maceracı, tüccar ve biraz da serkeş
mürettebatlarıyla, bilinmezlere yol almaya başlamıştı…
Felemenklerin Doğu’ya gelmesi 1590’lara rastlar. İlk Felemenk seferi ünlü
Hollandalı kâşif ve denizci Cornelis de Houtman tarafından 1595-1597’de
gerçekleştirilir. Ruhu serüven ateşiyle yanan, deniz sevdalısı bu adam,
Lizbon’da adeta casusluk yaparak elde ettiği haritaları kullanarak yola çıkar.
Macera filmlerini andıran bir sefer sonunda isyanlar, salgın hastalıklar ve
kasırgalarla boğuşarak Java Adası’na ulaştığında, 249 adamından geriye
sadece yüzü kalmıştır. Bu meşakkatli ilk seferin ardından birçok irili ufaklı
donanma kurulur. Hollanda ile Doğu Hindi arasındaki baharat rotası vızır vızır
işlemeye başlamıştır. Bundan sonra doğudan Hollanda’ya zenginlik
akacaktır...
Hollandalılar silahtan ziyade ticari zekâlarını kullandı
Felemenk genişlemesi, askeri bir fetih hareketi değildi. Başlıca amacı
ticariydi. Bölgedeki diğer emperyal deniz gücü olan Portekizlilerle askeri
kapışmalardan mümkün olduğunca kaçınılıyor, bunun yerine uzaktaki adaların
prensleriyle ticaret antlaşmaları imzalanıyor, hedefteki ülkelerin liman
şehirlerinde bir iş hanı veya ticaret ofisi kuruluyor, bazen de küçük bir birlik,
oraları denetlemesi için bölgede bırakılıyordu. Böylelikle olası bir işgal
operasyonunun astronomik maliyetinden kaçmış oluyorlardı. Felemenkler
geniş ve hantal İspanyol ve Portekiz donanmalarının arasından, genellikle
silah kullanarak değil, mali güçleri, yön bulma ve denizcilik teknolojisindeki
üstünlükleri ve ticari zekâları sayesinde sıyrılıyorlardı.
Kendi ordusu olan şirket: VOC
Onyedinci yüzyılın ilk yıllarında başlayan bu ticari atılım, sadece
Hollandalılar ile diğer ‘yelkenli sömürgeciler’ arasında değil, aynı zamanda
Felemenkler arasında da rekabet doğurmuştu. 1602’de Hollandalı devlet
adamı Johan van Oldenbarnevelt, birbiriyle çekişen Hollandalı tüccarları bir
çatı altında toplayarak, İngilizlerin 1600’de yaptıklarına benzer şekilde,
Hollanda East India Şirketi’ni (VOC -Verenigde Oostindische Compagnie-
Birleşik Doğu Hind Şirketi) kurdu. İşte bu şirket, kelimenin tam anlamıyla
Hollanda’nın geleceğini değiştirecekti…
Bir Japon minyatür sanatçısının gözüyle Hollanda Doğu Hind Şirketi’ne ait bir ticaret gemisi.

Bir hissedarlar grubundan ve anaparanın büyük kısmını ve şirketin idaresini


elinde bulunduran on yedi yöneticiden (De Heeren XVII) oluşan şirket,
Felemenk devletinin kendisine verdiği büyük yetkiyle, Amerika’nın batı
sahillerinden Afrika’nın doğu kıyılarına kadar uzanan bölgede büyük bir
otonomi kazandı. Antlaşmalar imzalayabiliyor, asker yetiştirip barındırıyor ve
kurduğu ordu sayesinde, ticari açıdan uygun gördüğü topraklarda hâkimiyet
kuruyordu. Özetle, Hollandalılar ticaret yaparken silahlı gücü de el altında
tutarak İngilizlerin izinden gidiyor, VOC ile sömürgecilikte
“profesyonelleşmenin” temellerini atıyorlardı!
Bir şirket de batı yarımküreye
Bu arada, yerkürenin diğer bir köşesinde, Batı Hindi’nde de manzara
farksızdı. Felemenkler, 1590’lardan bu yana İspanyolların pastasına ortak
olmaya çalışıyorlardı. Doğuya nazaran bu bölgede rakiplere karşı planlı
programlı bir askeri yapılanmaya gidilmiş olsa da mümkün olduğu kadar
çarpışmadan kaçınılıyor, işler ve sorunlar, ticaretin sihirli diliyle çözülmeye
çalışılıyordu.
İber limanları kendilerine kapatılmış olan Felemenkler, meşhur yiyecekleri
haring (bir tür çiğ balık) için Windward Adaları’ndaki219 tuz kaynaklarına,
Brezilya ve Guyana ile ticaret yapabilecekleri mekânlara ve kürk için de Kuzey
Amerika’nın doğu kıyılarına yöneldiler. 1620’lere gelindiğinde çok sayıda özel
girişim, Hollanda Batı Hind Şirketi (Geoctroyeerde Westindische Compagnie,
GWC) etrafında toplanmıştı. Bünyesinde 19 yönetici barındıran şirketin
çalışma tarzı, VOC’unkiyle aynıydı; hâlihazırdaki limanlar ve altyapılar
İspanyollardan ve Portekizlilerden alınıyor ve mümkün olan her yerde bu
ülkelerin donanmaları yağmalanıyordu.
Felemenklerin İspanyollara karşı verdiği bağımsızlık savaşı 1620’den itibaren
kızıştı. Bu süreçte GWC’ye bağlı birlikler İspanya’nın Amerika kıtasındaki
topraklarına (Spanish Main) büyük zarar verdi. Ama İspanyollara asıl darbeyi,
Meksika’dan kalkan ve anakaraya gümüş taşıyan İspanyol donanmasını
1627’de Matanzas Körfezi’nde destansı bir çarpışmayla sulara gömen Piet
Pieterszoon Hein220 vuracaktı. Hein’in İspanyollardan ele geçirdiği hazinenin
değeri, günümüz parasıyla 500 milyon euro civarındaydı!
Ressam Howard Pyle’ın Amerika’ya getirilen köleler ve Hollandalı köle tacirlerini resmettiği tablosu.

Ticaretten işgale giden yol ve çıkmaz sokak


Tekrar doğuya dönersek, Doğu Hindi’nin bazı bölgelerinde; Java ve Moluccas
adalarında Felemenklerin 17. yüzyılın başlarından itibaren toprak kazanmaya
yönelik birtakım girişimleri olduğunu görürüz. Daha 1619’da Hollanda Doğu
Hindi’nin başkenti olarak Batavia (bugünkü Jakarta) tarih sahnesine çıkmıştı.
VOC, 1640’larda etki alanını Hindistan ve Seylan kıyılarındaki ticaret
limanlarına kadar genişletmiş, 1652’de Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnu’nda
erzak ikmali için bir koloni kurulmuştu. Hollandalılar bununla da kalmamış,
Nagazaki, Canton ve Formoza’da üsler açmışlardı. Ancak zamanla, minimum
masrafla yürütülen parlak ticari girişimlerden uzaklaşarak daha kalıcı, siyasi
ve idari bir işgal gücü olmaya soyundular. En iyi bildikleri işi yapmamaları,
kendilerine pahalıya patlayacaktı...
Tekrar batıdayız. 1630’da Brezilya’daki Pernambuco (bugünkü Recife)
kalesinde 5 bin 500 Felemenk askeri vardı. Hollandalı ünlü denizci (ve sonraki
yılların siyasetçisi) Johan Maurits 1637’de buraya gelerek birkaç bin adamıyla
tüm Brezilya’yı fethe soyundu. Başarılı da oldu. Brezilya’daki Portekiz varlığını
neredeyse tamamen silip atmış, hâkimiyeti altına aldığı bu topraklarda
sergilediği başarılı yönetimle ‘Brezilyalı’ lakabını almıştı. Aynı dönemde Afrika
Altın Kıyısı’ndaki limanlar, özellikle de St. George Delmina limanı, tarlalarda
çalıştırılacak köle bulmak için Felemenkler tarafından ele geçirilmişti.

Hollandalıların kurduğu New Amsterdam’ı (New York) resmeden ilk çalışmalardan biri.
Hollandalılar, işgal ettikleri Brezilya topraklarında sıkıntılar yaşamaya
başlayınca, fethedilen yerler Portekiz’e geri verildi. 1570’lerden itibaren Kuzey
Amerika’da süregelmekte olan Felemenk özel girişimcilerinin faaliyetleriyse
1621’de GWC çatısı altında birleşmiş ve New Netherlands (Yeni Hollanda)
adında, merkezi Manhattan adasındaki New Amsterdam (ki sonradan
günümüzün New York’una dönüşecektir) olan bir Felemenk kolonisi
kurulmuştu. Peter Stuyvesant’ın 221 valiliği altındaki koloni 1664’te İngilizlerin
kontrolüne geçene kadar New York, Hollandalılardan sorulacaktı!
1670’lere gelindiğinde maliyetler çok yükselmişti ve GWC artık kâr
etmiyordu. İspanyol kolonilerini yağmalamak ve özellikle de Batı Afrika ile
Amerika arasındaki köle ticaretinin sorunsuz bir şekilde yürümesini
kolaylaştırmak için nakliye şirketi olarak yeniden yapılandırıldı. Ama şirketin
nakliyeden anladığı, diğer tüccarların gemilerini yağmalamaktan ibaretti!
Öte yandan Hollandalılar, 17. yüzyılın sonlarına doğru Doğu Hindi’nde kalıcı
bir işgal yönetimi kurma fikrine daha sıcak bakar olmuşlardı. Askeri
harekâtlara hız verildi; Hollandalılar İngilizler ve Portekizlilere bölgede nefes
aldırmıyorlardı. 1676’ya gelindiğinde Java’nın büyük bir kısmı Felemenklerin
eline geçmişti. Bölge ekonomik açıdan iliklerine kadar sömürülüyor olsa da
18. yüzyıl boyunca VOC’un borçları, sıklaşan askeri operasyonlar ve işgal
maliyetlerinden dolayı artmaya devam etti. Buna karşın imparatorluğun diğer
bölgelerinde işler yolundaydı. Güney Afrika’daki yerleşimler büyümüş; VOC,
buralardaki yerlilerden ve sonradan getirilmiş kölelerden Hollanda için ter
döken işçi kolonileri kurmuştu. Cape Town, Doğu Hindi ile Hollanda arasındaki
deniz trafiği açısından önemli bir istasyon haline gelmişti.
Hollandalı ressam Abraham Storck’un İngilizlerle Hollandalılar arasındaki 4 Gün Savaşı’nı resmettiği çalışması.

İmparatorluk teklemeye başlıyor


Felemenklerin ticari gücü, 18. yüzyıldan itibaren yavaşlamaya ve İngilizlerin
gölgesinde kalmaya başladı. Rüzgâr artık yelkenlerini şişirmiyordu. 1780-1784
yılları arasındaki Dördüncü Felemenk-Anglo Savaşı’nda 222 Felemenkler büyük
kayıplar verdi. Birkaç yıl sonra da GWC’nin borçlarını ve sömürgelerini
devralmak zorunda kaldılar. Sömürgeler, Fransız Devrimi ve Napolyon
Savaşları sırasında İngilizler tarafından bir kez daha ele geçirilecekti. GWC
gibi VOC da 1799’da Hollanda tarafından millileştirildi, ancak bu sadece kâğıt
üzerinde kaldı. Zira İngilizler, Fransa’ya karşı verdikleri savaşta Java’daki
küçük bir Felemenk bölgesi dışında, Hollanda Doğu Hindi’nin tamamını ele
geçirdiler.
1815 Viyana Kongresi’nden sonra İngilizler, ele geçirdikleri kolonileri geri
vermeye niyetlendiler; ancak daha sonradan, o dönemdeki baş düşmanları
Fransa’ya karşı bir tampon bölge olması amacıyla, İngiltere’ye bağlı yeni ve
daha geniş bir Hollanda Krallığı oluşturmaya karar verdiler. Hollanda’nın
güneyindeki eyaletler de bu krallığa dâhil edildi. Böylelikle krallığının sınırları
iki katına çıkarılmış olan Hollanda Kralı I. Willem, Seylan da dâhil olmak üzere
Hindistan’daki iş hanlarını, Cape eyaletini ve Batı Afrika’daki sömürgeleri
İngiltere’ye devretmeye razı oldu. Lakin bu hesaba itiraz eden güney
eyaletleri, bir süre sonra ayaklanarak bağımsızlıklarını ilan etti. Böylelikle
tarih sahnesine ‘Belçika’ adında yeni bir devlet çıkmış oldu. Bu yeni durum,
Doğu ve Batı Hind adalarıyla Surinam’ın, Felemenklerin elinde kalmasını
sağlayacaktı.

Hollandalı ressam Nicolaas Pieneman’ın fırçasından 1830’daki Java Savaşı’nın ardından Hollandalıların Java’yı teslim alışı.

Her ne kadar 1800’den sonra Felemenk köle ticareti bitmiş olsa da GWC
yeniden canlandırıldı ve tüm kölelerin azat edildiği 1864’e kadar, mevcut
kölelerle çiftlikleri işletmeye devam etti. Köleliğin kaldırılmasından sonra
şirket dağıldı. Bu arada Amsterdam, finans hizmetleri ve nakliyat sayesinde
para basan bir merkeze dönüşmüştü. 1850’lere doğru Hollanda ithalatının çok
az bir kısmı GWC limanlarından geliyordu. Çiftlik ekonomisi cazibesini
kaybetmişti, ülkenin ekonomik büyümesine çok fazla bir katkı sağlamıyordu.
Felemenkler, kölelerin kol gücünden ziyadesiyle yararlanmıştı. Artık devir,
sanayi devriydi...
Doğu Hindi ise başka bir muammaydı. Burada VOC yeniden canlandırılmıştı.
Lakin bütün maliyetini Hollandalıların karşıladığı, tüm parsayıysa İngilizlerin
topladığı bu yeni düzen Felemenklerin canını sıkıyordu. Nasıl olurdu da
doğunun rantını İngilizlere yedirirlerdi?
Bunun üzerine I. Willem, hazineye yeni gelir kaynağı olması ümidiyle ünlü
‘Kültür Sistemi’ni (cultuurstelsel) hayata geçirdi ve Johannes van den Bosch’u
bu politikayı uygulaması için bölgeye Genel Vali olarak atadı. Kültür Sistemi,
1830’lardan 1870’lere kadar uygulanan etkin bir vergilendirme yöntemi olarak
tarihe geçti. İşçilerin (yani kölelerin) emeğine ve işledikleri topraklara yüzde
20’lik bir vergi uygulanıyordu. Her ne kadar bu işin kölelere faturası ağır olsa
da sistem, kolonileri daha kazançlı hale getirmişti. Bu şekilde sömürülen
işgücü ve kaynaklar kahve, çay, çivit fidanı ve tütün gibi ticari tarım ürünleri
yetiştirmek için kullanıldı. Bunlardan elde edilen ve yıllık olarak Hollanda
hazinesine aktarılan gelirler ülkenin kalkınmasında önemli bir rol oynadı. Bu
dönemde Hollanda Doğu Hindi için ‘Flemenk gemisindeki delikleri tıkayan
tıpalar’ benzetmesi yapılıyordu. 1865’ten sonra ekonomik gerekçeler ve liberal
politikacılardan gelen baskılar sonucu sistem lağvedildi ve bölge ekonomisi
özel girişimlere açık hale getirildi.
Acımasız bir emek ve ürün sömürüsüne dayalı bu sistem, neden ‘kültür’
olarak isimlendirilmişti? Cevabı basitti: Beyaz adam aslında bu sistemle,
bölgeye medeniyet, kültür taşıdığına inanıyor; hadi inanıyor demeyelim de
stratejisini bu şekilde pazarlıyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Felemenkler
de diğer sömürgeci güçler gibi kolonileri büyütmeyi hedefleyen Yeni
Emperyalizm (New Imperialism)223 akımına katılmışlardı. Böylelikle kısmi
otoriteye sahip oldukları yerlerin birçoğunda hâkimiyeti doğrudan ellerine
aldılar. Haliyle ortalık karıştı. Sözgelimi Kuzey Sumatra’da bulunan Achin’de
(bugünkü Açe224) meydana gelen Achin Savaşı225 (1873-1904) Hollanda
imparatorluk tarihinin en kanlı sayfalarından birini oluşturacaktı.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Hollandalılar da sömürüye ahlaki bir kılıf
uydurma yarışına dahil oldu ve ‘Etik Politika’ (Ethische Politiek) söylemine
sarılmakta gecikmedi. Bu politika, kısmen eğitim ve sınırlı azad yoluyla yerli
halkın ‘sivilleştirilmesini’, kısmen Avrupa kimlik ve kültürünün sömürgelere
ihracını, kısmen de sömürgecilikten duyulan vicdan azabını hafifletmeyi
amaçlıyordu. Hollandalılar, bu politikayla, Endonezya’daki tebaalarının
refahının, kendi ‘ahlaki sorumlulukları’ altında olduğunu deklare etmiş
oluyorlardı. Kısacası, Endonezyalılar artık köle değil, ‘vatandaş’tı…
Tüm bu gelişmelere karşın sömürgeler, kazançlı birer yatırım olmaya devam
ediyordu. 1938’e gelindiğinde Hollanda milli gelirinin yüzde 13-14’lük bölümü
denizaşırı topraklardan sağlanıyordu. Ancak yerli Endonezyalılar arasında
siyasi bilinç uyanmaya başlamıştı. Bu durum zamanla milliyetçi hareketlerin
doğuşuna zemin hazırladı. İkinci Dünya Savaşı çerçevesinde Japonlar, 1942’de
Hollanda Doğu Hindi’ni istila ettiğinde, Avrupa karşıtı propagandaları
açısından verimli bir toprak bulmuşlardı. Hollandalı sömürgeciler, Japonlar
tarafından çalışma ve toplama kamplarına hapsedilmiş, avcıyken av
olmuşlardı!
Sömürgeler başkaldırıyor
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Hollanda’nın bölgede ne askeri ne
de siyasi kontrolü kalmış; işgal gücü Japonya da atom bombalarıyla devre dışı
bırakılmıştı. Savaşın ardından oluşan boşlukta milliyetçi liderler Sukarno ve
Muhammed Hatta Ağustos 1945’te Endonezya’nın bağımsızlığını ilan etti.
Hollanda kamuoyu bu gelişmeyi hazmetmekte zorlandı. Herhangi bir taviz
verilmeden ya da anlaşmaya varılmadan önce, savaş öncesindeki duruma geri
dönülmesini talep ettilerse de artık devran değişmişti. Birleşmiş Milletler’in ve
kısmen de savaş sonrası düzenin süper gücü Amerika’nın Avrupalı sömürgeci
güçlere uyguladığı baskı sonucu Hollanda, Java ve Sumatra’ya düzenlediği
ufak çaplı ve başarısız iki askeri operasyonun ardından, Endonezya’nın
bağımsızlığını istemeyerek de olsa kabullenmek durumunda kaldı.
Endonezya Devlet Başkanı Sukarno, geride kalan tüm Hollanda mülküne el
koydu. Yine de Hollandalılar, Yeni Gine adasının batı yarısının kontrolünü
inatçı bir şekilde ellerinde tutmaya devam ettiler. Lakin Sukarno’nun pes
etmeye niyeti yoktu, sömürgecileri tamamen bölgeden çıkarmaya kararlıydı.
Endonezya Sovyetlerden de yardım alarak adaya çıkartma yapmaya, Hollanda
da savunmaya hazırlanıyordu ki Kennedy yönetiminin baskısıyla Hollandalılar,
tek kurşun atmadan çekilmek zorunda kaldı. 1963’te bölge, tamamen
Endonezya’nın olmuştu.
Eski sömürgelerinden neredeyse tekme tokat kovulan Hollandalılar bu
zorunlu dekolonizasyon sürecine öfke duysalar da bu durum ülke ekonomisini
korkulduğu kadar etkilemedi. Geri çekilmenin ardından bölgedeki birçok
koloniden hatırı sayılır bir nüfus Hollanda’ya göç etti. Bunlar arasında kanları
karışmış ve Felemenk toplumuna iyice entegre olmuş Asyalı Avrupalılar
(Eurasians), koloni ordusunda yer almış eski askerler ve onların ailelerinden
oluşan Moluccanlar da vardı.
Karayipler’de Hollanda’ya direnen olmadı
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Surinam’da küçük çaplı milliyetçi akımlar
baş gösterse de aynı durum Hollanda Antilleri’ne ait adalarda yaşanmadı.
Doğudaki kolonilerinden zorla çıkartılan Hollanda, batıdakilerle bağlarını
kendisi gevşetti ve onları iç işlerinde serbest bırakan bir yasa çıkardı. Zaten
bu sömürgelerden Surinam bir süre sonra bağımsızlığını ilan edecekti. Adalara
gelince: Aruba kendi kendine yönetimi tercih etti; Curaçao, Bonaire, St.
Maarten, St. Eustatius ve Saba adaları, Hollanda Birleşik Krallığı’nın yüksek
otonomiye sahip bir parçası olarak kalmaya karar verdi.
Sömürgeleri gitti, denizcilik baki kaldı

Felemenk İmparatorluğu, Altın Çağı’nı 226 (Gouden Era) yaşadığı 17.


yüzyılda, tarihteki en büyük deniz ticaret filosuna sahip güçlerden biriydi. Bu
durum, Hollanda’yı kültürel ve ekonomik açıdan 20. yüzyıla kadar
destekleyecek ve ülkenin halen hatırı sayılır denizcilik ülkelerinden biri
olmasının temellerini atacaktı. Yeri gelmişken, Hollanda’nın Avrupa’nın en
büyük, dünyanınsa ikinci büyük limanı olan Rotterdam limanına ev sahipliği
yaptığını not etmek gerekir.
Hollandalıların denizler üzerindeki hâkimiyete dayalı imparatorlukları,
macera heyecanı, keşif merakı ve ekonomik güdülerle başlamış, kısa
zamanda dünyanın dört bir yanına yayılmış, ama denizlerdeki diğer rakipleri
İspanyolların ya da Portekizlilerinki gibi bir ‘haçlı imparatorluğu’ olmamıştı.
Özetlersek, Hollandalılar dünya kaynaklarını paylaşma savaşında kendilerine
düştüğüne inandıkları payı kapmaya çalışmışlar, ancak dünya dengelerini
değiştiren ikinci büyük savaşın ardından diğer Avrupalı emperyalist güçler gibi
sömürgelerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Geride çok kültürlü bir toplum,
Brezilya’dan Japon Denizi’ne, Endonezya’dan Güney Afrika’ya uzanan tarihi
bağlar ve sömürgeci geçmişlerini sahiplenmeyle kınama arasında gidip gelen
ve hiç bitmeyen ahlaki tartışmalar bırakarak…
İmparatorluğun Kilometre Taşları
1595 Hollanda ticaret filosu Ümit Burnu’nu dönüp Endonezya’nın Java limanına ulaştı. Ticari antlaşmalar yapılıp üsler kuruldu.
1602 Doğu Hind Şirketi (VOC) kuruldu. Şirket Hind bölgesinde 21 yıllığına vergisiz ticaret yapma ayrıcalığını elde etti.
1619 VOC’un önemli isimlerinden Jan Pieterszoon Coen Java kıyısındaki Jakarta’yı yerle bir edip Batavia isimli Hollanda ticaret
merkezini kurdu.
1621 Görevi Amerika Kıtası kıyıları boyunca ticaret kolonileri oluşturmak olan Batı Hind Şirketi (GWC) kuruldu.
1625 Hollandalılar, Portekizlilerin Baharat Adaları civarındaki ticari hâkimiyetlerini zorlamaya başladı.
1626 Peter Minuit, bölgedeki yerlilerden Manhattan Adası’nı satın alarak New Amsterdam adını verdi.
1630 Guyana’da birbirine rakip Hollanda, İngiliz ve Fransız ticaret kolonileri kuruldu.
1641 Hollandalılar, Baharat Adaları civarındaki ticaret ağının tek hâkimi oldu.
1642 Hollandalı kâşif Abel Tasman, Yeni Zelanda’nın Golden Bay kıyılarını ele geçirmek için bölge halkıyla çarpışmaya girdi.
1652 VOC’un önde gelen isimlerinden Jan van Riebeeck Ümit Burnu’ndaki Cape’de bir Hollanda kolonisi kurdu.
1656 Altı aylık kuşatmanın ardından Hollandalılar, Sri Lanka’nın Colombo limanını Portekizlilerden alıp, bir süre sonra da onları
bölgeden tamamen çıkarttılar.
1657 Güney Afrika’daki Hollandalılar tarlalarda çalıştırmak için köle satın almaya başladı.
1664 Hollandalılar, New Amsterdam’ı, tek kurşun atmadan İngilizlere bıraktı. İngilizler şehre New York adını verdi.
1667 Breda Antlaşması ile New Amsterdam ve New Netherland İngilizlere, İngilizlerin kontrolündeki Surinam ise Hollandalılara
bırakıldı.
1775 Cape’deki Hollandalı yerleşimciler, kıtanın içlerine doğru göç ettiler ve bir süre sonra da bölgede kalıcı olduklarını göstermek
için kendilerine Afrikaner (Afrikalı) ismini verdiler. (Bu kişiler ilerleyen yıllarda ırkçı Güney Afrika rejimini
kuracaklardı.)
1795 Hollandalıların Fransızların yanında kendilerine karşı savaşması üzerine İngilizler, Cape’e el koydu.
1802 Amiens Antlaşması’yla Cape tekrar Hollandalılara verildi.
1806 İngilizler Cape’i tekrar işgal etti ve bölgedeki İngiliz hâkimiyeti başladı.
1945 Sukarno Endonezya’nın bağımsızlığını ilan etti, Hollandalılarla mücadele başladı.
1949 Hollandalılar Endonezya’nın bağımsızlığını tanıdı. Batavia, tekrar Jakarta adını aldı ve Endonezya’nın başkenti oldu.
1975 Hollanda Surinam’a bağımsızlığını verdi.

Rus halkı Çarlık rejiminin asırlardır süren kötü yönetimi altında inim inim inliyordu. Özellikle de köylü
ve işçi sınıfı. Buna bir de ülke kaynaklarını her açıdan tüketen Birinci Dünya Savaşı’nın amansız yükü
eklenince, ülkenin sigortası attı. Sınıfsız bir toplum vaat eden komünist liderler, kitleleri peşlerine
takarak Çar’ı devirdi. Artık yeni bir imparatorluk kurulmuştu. Tek ve en güçlü ‘sınıfını’, işçiler adına
iktidara gelen ve bir daha da asla iktidarı bırakmayan komünist bürokratların oluşturduğu bu
imparatorluk, Sovyetler Birliği’ydi. Uzaya ilk insanı çıkartarak dünyayı şok etmiş, ilk kıtalararası
nükleer füzeyi yaparak silahlanma yarışını başlatmış, tarihin gördüğü en korkutucu gizli servis olan
KGB ile hem Rusları hem de Rus olmayanları tedirgin etmiş, baş aktörlerinden biri olduğu Soğuk
Savaş’la tüm dünyayı terletmişti. Yıkılışı da kuruluşu gibi nefesleri kesti…

Sınıfsız bir toplum için yola çıktı, tüm sınıfları korkuya boğdu:

Sovyet İmparatorluğu
(1922-1991)

Sovyetler Birliği’ni her kim özlemiyorsa kalpsiz demektir, her kim geri gelmesini istiyorsa beyinsiz demektir.
V.Putin/Rusya Başbakanı, eski Devlet Başkanı (2000 yılı Başkanlık seçimleri sırasında)
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail S. Gorbaçov, 26
Aralık 1991’de “Yoldaşlar, artık yeni bir dünyada yaşıyoruz!” diyerek,
Komünist Rusya’nın 11. ve son devlet başkanı olarak görevinden istifa etti.
Aynı gün, Kremlin Sarayı üzerinde dalgalanan orak-çekiçli bayrak, yerini
geleneksel beyaz, mavi ve kırmızı Rus bayrağına bıraktı ve 31 Aralık’ta
Sovyetler Birliği lağvedildi. O günleri yaşayanlar, gelişmeleri uzun zamandır
takip etmelerine rağmen, gördüklerine inanamıyorlardı. Üç çeyrek asırdır
dünyanın en az yarısını etki alanı altına alıp diğer yarısını da korkutan Kızıl
İmparatorluk, bir anda buharlaşmıştı! Oysa 74 yıl önce, hayatı ‘Marksizm,
Kapitalizm, Sosyalizm ve Komünizm’ 227 şeklinde formüle eden ve Sovyetler
Birliği macerasını başlatan kitleler hikâyenin bu şekilde sonlanacağını
akıllarına hiç mi hiç getirmemişlerdi.
1917… Rusya… Halk perişan
Çarlık Rusyası on yedinci yüzyıldan itibaren ele geçirdiği topraklarla 11 ayrı
zaman dilimine yayılan, Pasifik’te, Baltık’ta, Kuzey Atlantik’te ve Karadeniz’de
limanları olan devasa bir imparatorluğa dönüşmüştü. Lakin irili ufaklı
ayaklanmaların yaşandığı 1917’ye gelindiğinde Çarlık rejimi için tehlike çanları
çalmaya başladı. Aslına bakılırsa çan sesleri uzun zamandır duyuluyordu.
Daha 1825’te Çar I. Nikolay yönetimini hedef alan ayaklanma ve 1905
Devrimi’ne228 kapı açan St. Petersburg’daki Kanlı Pazar Katliamı, 229
asırlardır toplumu eline geçirmiş çaresizliğin dışavurumuydu. Başta devletin
uçsuz bucaksız topraklarına yayılmış köylü ve çiftçi grupları olmak üzere halka
büyük bir memnuniyetsizlik hâkimdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın baş aktörlerinden biri olan Çarlık Rusyası’nın 1917
itibariyle cephelerdeki durumu hiç de parlak değildi. Yenilgisi çok, zaferi azdı.
Ülke modern savaş teknikleriyle başa çıkacak donanımdan yoksundu. Az
gelişmiş ve kötü yönetilen ekonomi, asırlardır halkı canından bezdiren
otokratik çarlık rejimiyle birleşmiş, olası bir devrim için ideal şartlar
oluşmuştu. Beşik hazır, bebek bekleniyordu…
Her ne kadar makyaj kabilinden birtakım reformlar yapılsa da ülkedeki
hâkim güç, Çar II. Nikolay’dı. Duma’nın uyarıları Çar’ın bir kulağından girip
diğerine ulaşamıyordu bile. Yiyecek sıkıntısı had safhadaydı. Düşmandan
ziyade açlık ve sefaletle savaşan askerlerden, uzun zamandır kendilerini insan
yerine bile koymayan bir sistem adına savaşmaları bekleniyordu. 1917’de
tavan yapan büyük kıtlığın tüm ülkeyi tehdit eder hale gelmesinin ardından
reform yanlısı partilerin Duma’daki çoğunluğu ele geçirmesi, yaklaşmakta olan
fırtınanın ayak sesleriydi. Ancak Çar derin bir uykudaydı.
Sona giden ilk adım: Şubat Devrimi
Cephelerde lime lime olan ordunun sabrı taşmıştı. Şubat’ta halk sokaklara
döküldü. Başkent Petrograd (şimdiki St. Petersburg), açlığa, Çar’ın baskısına
ve savaşa nefret kusan kalabalıklarla dolup taşıyordu. En büyük partisi reform
yanlısı Sosyalist İşçi Partisi olan Duma, protestolara karşı mesafeli dursa da
başını işçilerin çektiği geniş kitlelerin taleplerine sempatiyle bakıyordu.
Şubat’ın 23’ü olmuştu; 90 bin kişilik kalabalık, polis ve askerin müdahalesine
rağmen bağırmaktan vazgeçmiyor, sesini Çar’a duyurmaya çalışıyordu. Kaldı
ki ordu da göstericilere müdahale ediyormuş ‘gibi’ yapıyordu. Ertesi gün
gerilim daha da arttı. Petrograd’ın yarısı greve başladı. Öfkenin odağında II.
Nikolay ve halka göre Çar’ın kişisel savaşından başka bir şey olmayan Birinci
Dünya Savaşı vardı. 25 Şubat’ta grev tüm şehre yayıldı. Başkentte hayat
durmuştu. Polis karakolları ateşe veriliyor, her fabrikada ‘sovyet’ 230 (konsey)
için seçimler yapılıyordu. Seçimlerden galip çıkan Sosyalist İşçi Partisi, birçok
alanda Çarlık hükümetinin yetkilerini üzerine aldı. Artık parti, de facto olarak
birçok yerde mahalli hükümet konumuna gelmişti.
Ordu ayaklanıyor
Çar 26 Şubat’ta orduya ayaklanmaları bastırma emri verdi. Başlangıçta
şiddetli çarpışmalar olsa da bir süre sonra birlikler, işçilere ateş açmayı
reddetti. Eski rejimi koruyan en önemli savunma hattı olan ordu çökmüştü.
Çar pes etmedi. Bu kez reform yanlısı Duma’yı lağvetti. Duma boyun eğmiş
gibi görünse de gayriresmi olarak toplandı ve devleti idare etmesi için geçici
bir kabine seçti. 27 Şubat’ta görünürde Çar’ın yönetim aygıtından geriye hiçbir
şey kalmamıştı. Gayriresmi Duma, ülkenin de facto hükümetiydi. Bu arada
ordu tamamen ayaklanmış ve 150 bin asker, silahlı işçilerle birlik olarak,
devrime taze kan pompalamaya başlamıştı. Başkent işgal edilmiş, Çarlık
hükümetine dair ne varsa yerle bir edilmişti. Devrimin o ana kadarki faturası
1500 candı.
Komünistler yolun başında çoğunluk değildi
Petrograd Sovyeti keskin bir şekilde reform yanlısı olmakla birlikte,
tamamen komünistlerin idaresi altında değildi. Duma ile birlikte, önceliği
kıtlığı sona erdirecek adımlar atmak ve Çar’ın hapsettiği siyasi suçluları
serbest bırakmak olan ılımlı sosyalist bir yönetim kurmuşlardı. Bununla birlikte
hem Duma hem de Petrograd Sovyeti, Çar’ın hükümetini başkentten kovan
kalabalıkların aksine, Almanya’yla (ve tabii ki Osmanlı’yla) yapılan savaşın
devam etmesinden yanaydı.
Almanlar Lenin’i Rusya’ya sokuyor

Sonradan Lenin231 adını alacak olan 1870 doğumlu Vladimir Illyich Ulyanov,
kardeşi, Çar’ı devirmeye yönelik bir komploya karıştığı için idam edilince,
henüz on yedisinde katıksız bir devrimci olup çıkmıştı. 1848’de Almanya’da
Komünist Manifesto’yu yayımlayarak komünist ideolojiyi formüle eden Karl
Marx’ın232 sıkı bir takipçisi olan Lenin, Çarlık polisi tarafından Sibirya’ya
sürgüne gönderilmişti. Serbest kalır kalmaz Avrupa’ya kaçarak, yayınladığı
‘Iskra’ (Kıvılcım) isimli gazeteyle Rus Komünist Partisi’nin radikal kanadını
oluşturmaya başladı. 1905’te Rusya’ya döndüğünde ayaklanmalara katılmakta
gecikmedi. Ayaklanmalar başarısız olunca soluğu bir kez daha sürgünde
alacaktı. Lenin 1917 olayları esnasında İsviçre’deydi. Almanya’ya, ülkesine
gidiş için kendisine bir koridor açarlarsa Rusya’yı savaştan çekip çıkarmaya
çalışacağına dair söz verdi. Teklifi kabul eden Almanlar, Lenin ve bir dizi
seçme devrimciyi, gizli bir operasyonla, bir tren vagonu içerisinde Rus sınırına
bıraktı. Lenin ve iyi eğitilmiş devrimci ekibi, nihayet 1917 yılının Nisan ayında
Petrograd’a ulaşmıştı.
Kitleleri harekete geçirme kabiliyetiyle fitilini ateşlediği Bolşevik Devrimi’yle Çarlık rejimini yıkan Lenin, muhtemelen gerçek anlamda
sınıfsız ve sorunsuz bir toplum kurmak için yola çıkmıştı. Lakin kısa zamanda diktatörlüğe yönelecek, ölümünün ardından Stalin gibi
parti önderleri tarafından Lenin imgesi etrafında yaratılan ‘kişi kültüyle’ Sovyetler, dünyanın gördüğü en acımasız totaliter rejim
olacaktı. (Foto: Kremlin Arşiv)

Lenin sahaya iniyor


Neredeyse uykuya dalmış olan Komünist Parti, Lenin’in dönüşüyle tekrar
aktif hale gelip olayların ortasına daldı. Lenin, Petrograd Sovyeti’nden, ele
geçirilen toprakların çiftçilere dağıtılmasını ve savaşın sona erdirilmesini
istedi. 1903’te yapılan Rusya Sosyalist İşçiler Partisi konferansında yaşanan
görüş ayrılıkları sonucu Lenin, parti delegelerinin büyük bir çoğunluğunu
yanına çekmişti. Bunlara ‘çoğunluk’ manasına gelen ‘Bolşevik’, kalanlaraysa
‘azınlık’ anlamına gelen ‘Menşevik’ adı verilmişti. Bununla birlikte bu isimler,
bu grupların kamuoyunda sahip olduğu desteği yansıtmıyordu. Ilımlı
sosyalistler olarak tanımlanabilecek Menşevikler, 1917’de yapılan bir dizi
seçimde halkın daha çok desteğini almıştı. Dolayısıyla Lenin’in talepleri,
Petrograd Sovyeti’ndeki Menşeviklerin gökkubbesinde bir hoş seda olarak
kaldı.
Çar çekiliyor, devrim yayılıyor
Daha Lenin’in gelişinden önce Petrograd Sovyeti, Duma’yı Rusya’nın meşru
hükümeti olarak tanımıştı. Menşeviklerin ağırlıklı olduğu Duma, 28 Şubat’ta
ülkenin yönetimini resmen üstlendi. 1547’den bu yana devam eden Çarlık
rejimi yıkıldı. Yolun sonuna gelindiğini idrak eden Çar, 2 Mart 1917’de tahttan
çekildiğini açıkladı.
Petrograd’da yaşananları örnek alanlar, devrimi tüm Rusya’ya yaydı. Her
şehirde, Duma tarafından atanan sivil otoriteyle birlikte merkezi Menşevik
hükümetine bağlı işçi konseyleri (sovyetler) oluşturuldu. Geçici hükümet Çarlık
polisini lağvetti; fikir, basın, örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri
kaldırarak Yahudi düşmanlığı içeren tüm yasaları iptal etti. Tüm bunlara
karşın değişmeyen bir şey vardı: Birinci Dünya Savaşı’na ne pahasına olursa
olsun devam edilmesi isteği.

Çarlık rejimini devirmek için 1917 yılının Ekim ayında sokakları dolduran Rus halkı gelecekten ümitliydi. Açlık, işsizlik ve baskı
olmayacak, sınıfsız bir toplumda herkes eşit yaşayacaktı. Ancak yanıldıklarını anlamaları uzun sürmedi. (Foto: Kremlin Arşiv)

Zamanla işçi konseyleri radikalleşmeye başladı. Duma hükümeti, sadece ve


sadece sovyetler kendisine tahammül ettiği için işlevini devam ettiriyordu.
Zira devletin tüm birimleri sovyetlerin denetimindeydi. Duma sadece bir
hayaletti. Sallanmakta olan bu düzene son darbeyi, sürgünden dönen Lenin
vuracaktı. Bolşevikleri Menşeviklerden kopmaya teşvik eden Lenin’in tek
gayesi vardı: Sovyetlerin ve dolayısıyla ülkenin tek hâkimi olmak…
Devrimin beyni Leon Troçki sahneye çıkıyor
O çalkantılı günlerde, Bolşevik Devrimi’nin beyni olarak isimlendirilecek olan
figür, Lenin’in büyük organizatörü Leon Troçki 233 1905 Devrimi’nin ardından
tıkıldığı Çarlık rejimi hapishanesinden kaçarak gittiği Amerika’dan dönmüştü.
O, Bolşevik Devrimi’ni sürükleyecek isimdi. O olmasa, belki de bu satırların
yazılmasına bile gerek kalmayacaktı...
Önde gelen bir dizi komünistle ülkeye dönen Troçki, Menşeviklere karşı
verdiği mücadelede Lenin’in elini güçlendirdi. Bunda olağanüstü bir
organizatör olmasının yanı sıra Amerika’daki Yahudilerden aldığı para yardımı
da rol oynamıştı. Yahudiler, antisemitik politikalarından dolayı diş biledikleri
Çar’ı yıkacak her harekete sempatiyle bakıyorlardı.
Sovyetler yumruklarını sıkıyor
Nisan’da Duma hükümetiyle Petrograd Sovyeti arasındaki tansiyon yükseldi.
Duma, Batılı İtilaf Devletleri’ne Almanlarla savaşa devam edeceğine dair
garanti vermiş, mağlup edilecek İttifak Devletleri’nden toprak almak niyetinde
olduğunu deklare etmişti. Bu deklarasyon, savaştan kayıtsız şartsız çekilme
taraftarı olan Petrograd Sovyeti’nin yüzünde tokat gibi patladı. Kitlelerdeki
rahatsızlık artıyordu. Daha şimdiden 1.5 milyon Rus’un hayatına mal olmuş bu
maceranın devam ettirileceği söylentileri ortalığı karıştırmakta gecikmedi.
Petrograd Sovyeti şehrin ve ordunun denetimini ele geçirdi. Bu olay, komünist
diktatörlüğe giden yolda önemli bir kilometre taşı olacaktı. Bolşevikler halen
azınlıkta olsalar da ülkenin en büyük sovyetinin desteğini almışlardı.
Sovyetler toplanıyor
1917 Haziran’ında ülke genelindeki sovyetler, ilk genel Sovyetler Kongresi
için başkentte toplandı. Kongrede çoğunluk halen Menşeviklerin ve Duma
hükümetini destekleyenlerin elindeydi. Ancak Duma, ülkenin başına bela olan
açlık, kıtlık, enflasyon ve giderek içinden çıkılmaz bir hale gelen savaş
kayıpları ve masraflarını çözebilecek gibi görünmüyordu. Üstelik “Şimdi
savaşıyoruz, ülkenin çoğu Alman işgali altında, sırası değil” diyerek,
demokratik seçimlerin yapılmasına da yanaşmıyordu. Kongre, ekmek gibi
temel ihtiyaç maddelerinde devlet tekeline gidilmesinden yana tavır aldı. Bu
aynı zamanda ilk sosyalist reform girişimi oluyordu! Duma, yine “Önce savaşı
kazanalım, bu konularla sonra ilgileniriz” diyerek teklifi geri çevirdi. ‹ktidarını
sürdürmek için desteklerine ihtiyaç duyduğu sovyetleri farkında olmadan
kendinden soğutmuştu.
Orduda disiplin çöküyor
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi Savaş Bakanı Menşevik Alexander Kerenski,
cephedeki askerlere büyük bir saldırı emri vererek, krizi daha da derinleştirdi.
Bu, ölümcül bir hataydı. Zaten istim üzerinde olan Rus ordusunda disiplin
çöktü. Milyonlarca asker cepheden kaçtı. İktidara yabancılaşmış, aç, yorgun
ve öfkeli kalabalıklar, devrimciler açısından ideal bir malzemeydi. Bolşevikler,
bu konularda olağanüstü hünerli Troçki’yle bu malzemeden fazlasıyla istifade
edeceklerdi…
Bolşevikler kitlelerin kontrolünü ele geçiriyor
Cephelerdeki perişanlığın ve hezimetin haberleri, daha kongre dağılmadan
şehre ulaşmıştı. Petrograd Sovyeti’nin de baskısıyla kongre, Duma’nın ilga
edilmesi ve demokratik seçimlerin yapılması çağrısında bulundu. Sokaklar bir
kez daha elektriklendi. Çoğunluğunu Bolşeviklerin oluşturduğu yarım
milyonluk kalabalık sokaklara dökülerek, devrimin ateşini körükledi. Karacı ve
denizci askerler de bu öfke seline kapılmıştı. Kongre’nin bir an önce ülkenin
yönetimini ele almasını ve Duma’yı sonsuza dek kaldırmasını istiyorlardı.
Bolşevik liderliği doğal olarak bu fırsatı kaçırmadı. Lenin ve Troçki, başkent
sokaklarını doldurmuş ateşli kalabalıkları, ‘ekmek, barış ve sosyalizm’ içerikli
nutuklarla daha da hareketlendirdi. Gösteriler şiddet içermese de Kongre İdari
Komitesi, olayları ‘karşı devrimci Bolşevik ayaklanması’ şeklinde niteleyerek
lanetledi ve göstericileri dağıtması için orduyu göreve çağırdı. Askerler
geldiğinde kalabalık zaten dağılmıştı ama yine de ordu, Duma’yı değil,
Kongre’yi dinlediğini göstererek sembolik bir jest yaptı. Bunun üzerine Duma,
daha vahim bir hata yaparak, zaten popülaritesi yerlerde sürünen ve Savaş
Bakanı olarak sergilediği basiretsiz icraatlarla kitleleri sokağa döken
Kerenski’yi, huzursuzlukları zapt edilemez noktaya gelen sovyetleri denetim
altına almakta zorlanan hükümetin Başbakanı yaptı!
Kerenski, uzun süredir vaat edilen seçimleri erteleyince sadece olası
desteğini kaybetmekle kalmadı, doğrudan Bolşeviklere karşı harekete geçmiş
oldu. Ülkeye geliş hikâyesini açıklayarak Lenin’i Alman ajanlığıyla suçladı.
Troçki gözaltına alındı. Kerenski Hükümeti, makul ya da ( tüm topraklara el
konulması ve özel mülkiyetin lağvedilmesi gibi o günler için) uçarı, hiçbir
uyarıyı ve reform talebini dikkate almıyor, daha büyük bir kargaşayı davet
ediyordu.
Darbe içinde darbe, oyun içinde oyun
Kerenski ile bu işin yürümeyeceğine ikna olan Rus ordusunun muhafazakâr
unsurları, yeni atanan Genelkurmay Başkanı Kornilov önderliğinde Petrograd’ı
işgal ederek sovyetleri lağvetmeye karar verdi. Bir süreliğine bu planı
destekleyen Kerenski, Kornilov’un aynı zamanda Duma hükümetini de
yıkmaya niyetli olduğunu anlayınca, saf değiştirerek, Kornilov’u durdurmaları
için sovyetlerden yardım istedi. Petrograd Sovyeti, işçi ve askerleri organize
ederek, Kornilov’un olası işgaline karşı hazırlıklara başladı.
Şehre yaklaşan Kornilov’un ordusu, ‘barış’ ve ‘kardeşlik’ yazılı pankartlar
taşıyan işçi ve asker kalabalığı tarafından karşılandı. Ordu bir anda dağılarak
isyancıların safına geçti. Tek bir silahın ateşlenmediği olaylar sonucunda
Kornilov tutuklandı. Bu fiyaskonun ardından Petrograd Sovyeti’ndeki üstünlük
Bolşeviklere geçti. Bolşeviklerin popülaritesi çok geçmeden ülkedeki diğer
sovyetlere de yansıdı. Ekim ayı geldiğinde hem Sovyet Kongresi’nde hem de
ülkenin dört bir yanındaki işçi organizasyonlarında Bolşeviklerin sözü
geçiyordu.
Duma direniyor, Askeri Devrim Komitesi kuruluyor
Tüm bu gelişmelere karşın Duma Hükümeti, ülkenin tek meşru iktidarı
olduğunda ısrarcıydı. Kerenski, ordunun hâkimiyetini kırmak için Petrograd
garnizonundaki birliklere cepheye gitmelerini emretse de kendisini dinleyen
olmadı. 16 Ekim’de Petrograd Sovyeti, kongreyi yönetmek için gereken oy
çoğunluğunu ele geçiren Bolşeviklerle birlikte, başkenti karşı devrimcilere
karşı savunmak için Askeri Devrim Komitesi’ni kurdu. Menşevikler ve diğer
gruplar bu oluşuma katılmayı reddetmişti. Başkentteki askeri birliklerin
komutası tamamen Troçki’deydi. Devrimin saati işliyordu…
Ekim Devrimi patlıyor
Bu çalkantılı ortamdan eli güçlenmiş olarak çıkan Troçki, öldürücü darbe için
bundan daha iyi bir zaman olamayacağını düşünüyordu. Emriyle Komite, 24-
25 Ekim 1917 gecesi, tüm önemli hükümet binalarına ve birimlerine el koydu.
Sovyetler Birliği’ni kuracak olan Ekim Devrimi için düğmeye basılmıştı! Bütün
birlikler başkentteki Kışlık Saray’a ve hükümet merkezine saldırdı, kim varsa
alaşağı edildi. Olaylar esnasında kan dökülmemişti. 25 Ekim’de Troçki,
Duma’nın resmen öldüğünü ilan etti. Bakanlar tutuklanırken, Kerenski de
Amerika’ya sürgüne yollandı. Bir sonraki ay İkinci Sovyetler Kongresi topland›.
Yeni bir Bolşevik hükümeti kurulması karara bağlandı. Troçki’nin organizasyon
yeteneği, ülkeye gelmesinden altı ay sonra Rusya’yı Bolşeviklerin
hâkimiyetindeki bir ülkeye dönüştürmeye yetmişti.
Yeni hükümet ve Halk Komiserleri Sovyeti
Sovyetler Kongresi, nihai otoritenin Kongre’de vücut bulacağını karara
bağlayan anayasayı kabul etmişti. Kongre’nin aldığı kararların hayata
geçirilmesi işi, kendisine ve (yine Kongre’ye bağlı) Merkezi İdare Komitesi’ne
karşı sorumlu olacak Halk Komiserleri Sovyeti’ne devredildi.
Her bir halk komiseri, diğer ülkelerde bakanlıklara tekabül eden
komiserliklere başkanlık ediyordu. Lenin, Halk Komiserleri Konseyi
Başkanlığı’na (Başbakanlığa) seçildi. Ardından Sovyetler Kongresi, yeni
hükümete savaşın sona erdirilmesi, toprakların devletleştirilerek yeniden
dağıtılması ve geniş kitlelere ekonomik refah götürülmesi çağrısında bulundu.
Kongre’nin bu kararları yeni hükümete büyük destek verilmesine neden
olurken, aynı zamanda diğer şehirlerde de Bolşeviklerin ezici bir popülariteye
ulaşmasını sağlamıştı. Tüm bankalar devletleştirildi, fabrikalar mahalli
sovyetlerin kontrolüne verildi. Marksizm’in en uç ilkeleri büyük bir hızla hayata
geçiriliyor, bir toplum dönüştürülüyordu.
Yeni hükümet Almanya’ya karşı sürdürülen savaşı sona erdirdi. Mart 1918’de
imzalanan Brest-Litovsk anlaşmasıyla Ukrayna ve Batı Rusya’nın bazı bölgeleri
Almanya’ya, 1878’de ele geçirilen Kars, Ardahan ve Batum da Osmanlı
İmparatorluğu’na geri verildi. Birinci Dünya Savaşı, yoluna artık Rusya
olmaks›z›n devam edecekti…
Troçki’nin birlikleri demokratik hükümeti deviriyor
İktidarda kendisini görece sağlam hisseden yeni hükümet, uzun süredir vaat
edilen demokratik seçimleri gerçekleştirdi. Zaferden emindiler. Ama sonuç
tam bir şok oldu: Bolşevikler, düşük bir oy oranına ulaşabilmişti! Troçki
sonucu kabullenmeyi reddetti. Onun emriyle harekete geçen Askeri Devrim
Komitesi’ne bağlı birlikler yeni parlamentoya saldırdı. Parlamento dağıtıldı. O
andan itibaren demokratik yollarla seçilmiş hükümet ideali, Rus Komünist
Partisi’nin siyasi programından düştü. Komiser sistemine dayalı yönetim,
hiçbir şey olmamışçasına devam etti.
İç savaş patlıyor, Rusya ‘kızıllaşıyor’
Çarlık rejimi evrensel ölçülerde antipati toplamış olsa da Rusya’daki tek
demokratik seçim, Bolşeviklerin Çarlığın alternatifi olamayacağını kesinlikle
göstermişti. Demokratik yollardan seçilmiş Bolşevik karşıtı parlamentonun
Troçki tarafından ezilmesiyle birlikte 1918’de iç savaş patlak verdi.
Bolşeviklerin, kırmızı bayraklarından dolayı ‘Kızıllar’ olarak isimlendirildiği bu
savaşın karşı safında Menşevikler, Çar taraftarları, Brest-Litovsk’a kızgın
askerler ve Rusya’nın tekrar savaşa dönmesini isteyen Batılı güçlerin
oluşturduğu ‘Beyazlar’ vardı. Taraflar arasında üç yıl boyunca şiddetli
çarpışmalar yaşand›. Beyazlar bir ara Bolşevik diktatörlüğünü devirme
noktasına gelse de Çar’a yaklaşmak gibi bir hataya düşerek, geniş halk
kitlelerinin desteğini alma fırsatını kaçırdılar. “Çar mı yoksa Bolşevikler mi?”
ikileminde kalan kitleler tarafsız kalmayı tercih edince, son aşamada Kızıllar,
Troçki’nin kurduğu Kızıl Ordu ile Beyazları ezdi geçti. 234 Rusya’nın rengi belli
olmuştu...
Kızıl Terör fırtınası başlıyor
Başkenti Moskova’ya taşıyan Bolşevikler, gerçek ya da şüpheli olsun, tüm
muhaliflerin tutuklandığı ve en acımasız şekilde infaz edildiği bir terör dalgası
başlattı. Kızıl Terör 235 olarak anılan bu eylemler, Çarlık polisinin
uygulamalarını mumla aratıyordu. Daha sonradan Çeka (Cheka) adını alacak
bir gizli polis ve iç güvenlik örgütü kurularak ‘devlet düşmanı’ avına çıkıldı. İşçi
grevleri, çiftçi ayaklanmaları ve tarihe Kronstadt İsyanı olarak geçen donanma
askerleri ihtilali acımasızca bastırıldı. Aralarında Çar ve ailesinin de bulunduğu
kurbanlar, aylarca süren sorgulamaların ardından idam edilerek bilinmeyen
yerlere gömüldü.236 İşçilere ve köylülere refah getirmek üzere yola çıkan
sistem, kan içen bir canavara dönüşüyordu.
Bolşevikler, devrimin kök salması için eski rejimle ilgili ne varsa ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Buna son Çar II. Nikolay ve ailesi de
dâhildi! Çar ve ailesinin saklandığı ev Bolşevik militanlar tarafından basıldı ve tüm aile katledildi. (Foto: Kremlin Arşiv)

Sovyetler Birliği doğuyor


Yeni rejim dışarıda da boş durmuyordu. 1921’e gelindiğinde Kızıl Ordu,
bağımsızlığını yeni elde etmiş tüm komşu cumhuriyetleri ezip geçmişti. 30
Aralık 1922’de Beyaz Rusya ve Ukrayna’dan sonra Gürcistan, Ermenistan ve
Azerbaycan’ın oluşturduğu Transkafkasya Cumhuriyeti’nin de (1936’da her biri
bağımsız birer Sovyet Cumhuriyeti olacaktı) Rusya’yla birleşmesiyle birlikte
tarihin en önemli aktörlerinden biri doğmuş oluyordu: Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB).
Her ne kadar komünizmin, emperyalizme karşı bir ideoloji olduğunu savunan
komünistler ‘imparatorluk’ terimini kullanmaktan kaçınsa da yeni kurulan bu
ülke, tarihçilerin çoğunun üzerinde ittifak ettiği şekilde, imparatorluktan başka
bir şey değildi. Teoride SSCB, eşit üyelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir
yapıydı. Ama bu hiçbir zaman pratiğe yansımadı. Rusya Komünist Partisi,
eşitler arasında birinciydi ve hep öyle kalacaktı. Bu arada Lenin 1924’te ölmüş
ve yerine Gürcistan doğumlu İosif Besarionis dze Cugaşvili geçmişti. Tüm
dünya onu Josef Stalin237 adıyla tanıyacaktı…
Stalinli terör yılları başlıyor
Lenin’in ardından iktidara gelen Stalin, 1928’de ilk Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nı ilan ederek sosyalist bir ekonomi inşa etmeye soyundu. Bu, sanayi
alanında devletin her şeye burnunu sokması manasına geliyordu. Tüm üretim
araçları ve girişimler devletleştirildi. Bireysel çiftçilikten toplu çiftçiliğe
geçilerek tarım üretimini arttırmak adına Kollektivizasyon Politikası adı altında
bütün topraklara el konuldu. Ortak çiftlikler oluşturuldu.
Stalin döneminde Sovyetler, önde gelen sanayi ülkelerinden biri olmuştu.
Lakin planın hayata geçirilmesi, toplumun bazı katmanları açısından felaketle
sonuçlanacaktı. Kollektivizasyon bilhassa Kulakların (toprak sahibi çiftçiler)
tepkisini çekmiş; otorite ile bu sınıflar arasında çatışmalar yaşanmış; özel
mülkiyetin rafa kaldırılmasıyla kaybolan motivasyon, üretimde azalmalara, bu
da doğal olarak kıtlığa ve kitlesel ölümlere yol açmıştı. Özellikle bu dönemde
Ukrayna’da kıtlıktan ölenlerin sayısının on milyona yaklaştığı tahmin
ediliyordu!

Tarihin gördüğü en acımasız diktatörlerden biri olan Stalin, Lenin’in ardından Sovyetlerin tek hâkimi olmuş, acımasız terör
kampanyalarıyla iktidarını betonlaştırmıştı. Buna karşın Sovyetler Birliği onun iktidarında, köylü toplumundan ağır sanayi toplumuna
dönüştü. Tabii bunun arkasında yatan en önemli faktör, Stalin’in emirleriyle mobilize edilen ve ölümüne çalıştırılan milyonlarca köle
işçiydi. (Foto: Kremlin Arşiv)

Stalin’in bir sonraki adımı, muhaliflerini temizlemek oldu. Toplumun her


kesimindeki aykırı sesler, Büyük Temizlik 238 kampanyası ile bertaraf edildi.
Milyonlar çalışma kamplarına sürüldü. Esen bu terör rüzgârlarına rağmen
Stalin, Sovyetler Birliği’ni koşar adım yaklaşmakta olan İkinci Dünya Savaşı
öncesinde güçlü bir sanayi ülkesine dönüştürmeyi başarmıştı.

Rus Kızıl Ordusu, Berlin’e girip Başbakanlık (Reichstag) binasının tepesine Sovyet bayrağını diktiğinde, hem Hitler’e öldürücü
darbeyi vuruyor hem de İkinci Dünya Savaşı’nı, en azından, batı cephesinde bitirmiş oluyordu. Bu tarihi fotoğraf, Sovyetlerin yeni
kurulacak dünya dengesindeki en önemli aktörlerden biri olacağının da sembolüydü. (Foto: Kızıl Ordu Arşiv)

İkinci Dünya Savaşı ‘Sovyet’ bilincini pekiştiriyor


Nazilerin ortalığı ateşe vermesiyle dünya milletleri 1939’da bir kez daha
boğaz boğaza geldi. Hitler, iki yıl içinde neredeyse tüm Avrupa’yı ezip geçmiş
ve gözünü Rusya’ya dikmişti. Stalin ise rahattı. 1939’da Hitler’le gizlice
imzaladığı saldırmazlık paktına güveniyordu. Ama güvendiği dağlara kar
yağacaktı. Hitler, 1941’de tarihin en büyük kara harekâtıyla Rusya’ya saldırdı!
Almanlara göre Stalin, yeteri kadar güçlenince kendilerine saldırmayı
planlıyordu. Onlara kalırsa tek yaptıkları, Ruslardan önce davranmış olmaktı.
Bu iddia hiçbir zaman ispatlanamasa da Stalin ve Sovyetler Birliği, İkinci
Dünya Savaşı’ndan çok, ama çok farklı bir şekilde çıkacaktı.
İkinci Dünya Savaşı’nı takiben Rusya adına Stalin (sağda), Amerika adına Başkan Eisenhower (ortada) ve İngiltere adına da
Başbakan Winston Churchill’in katıldığı Yalta Konferansı ile yeni bir dünya düzeni kuruluyordu. Kartlar yeniden dağıtılmıştı. Bundan
böyle dünyanın bir kısmı, Ruslardan sorulur olacaktı! (Foto: US National Archive)

Kızıl Ordu, Stalingrad’da Almanları durdurdu, ardından da önüne katarak,


teslim oldukları Berlin’e kadar kovaladı. Stalin, savaş esnasında, kapılarına
Alman ordularının dayandığı başkent Moskova’yı terk etmeyerek
karizmasını239 ve geniş halk kitleleri üzerindeki otoritesini arttırmıştı. Rus
halkı, neredeyse 23 milyon vatandaşını kaybettiği bu savaşa Büyük
Vatanseverlik Savaşı ismini vermiş, yaşanan büyük acılar ve Nazilere (yani
faşistlere) karşı verilen destansı mücadele, komünist rejimi sağlamlaştırdığı
gibi ‘sovyet vatandaşlığı’ bilincini de keskinleştirmişti.
Savaş sona erdiğinde Rusya, insani ve fiziki açıdan büyük bir yıkıma
uğramıştı. Ama bir başka gerçek daha vardı: Savaşın galiplerinden Sovyetler
Birliği, savaş sonrasında kurulan yeni dünya düzeninin tescilli süper
güçlerinden; Hitler canavarını durduranlar arasında kendisine yer açarak,
elindeki tüm kana rağmen ‘özgürlük savaşçısı’ titrini kazanan Stalin de bu
düzenin baş aktörlerinden biri olmuştu.
Savaş mağlubu Almanya, müttefikler arasında geçici bir süreyle bölündü.
Ülke yeniden yapılandırılana kadar galipler tarafından yönetilecekti.
Amerikan, İngiliz ve Fransız birlikleri ülkenin batısına, Ruslar ise doğusuna
yerleşti.
Ruslar yan çiziyor, verilen sözler unutuluyor
Dünya, savaşın yaralarını sarmaya çalışıyor, Amerika ve İngiltere’nin
burnunaysa Moskova’dan kötü kokular geliyordu. Fotoğraf gayet netti: Özgür
Dünya’yı Nazi saldırganlığından kurtarmak için omuz omuza savaştıkları
müttefikleri Rusların, savaş boyunca Doğu Avrupa’da işgal ettikleri
topraklarda (Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve
Bulgaristan) tekrar demokratik rejimler tesis etme sözlerini ne tutmaya ne de
hatırlamaya niyetleri vardı. 1945–49 yılları arasında bu bölgelerde Moskova
güdümlü tek parti rejimlerinin birbiri ardına yükselmesi, korkuların boşuna
olmadığını gösterecekti. Baltık ülkeleri Letonya, Litvanya ve Estonya ise daha
savaş bitmeden, ‘Nazilerden kurtarılma’ bahanesiyle Kızıl Ordu tarafından
SSCB’nin bir parçasına dönüştürülmüştü bile! Tüm bu ülkelerde Marksizm’in
temel prensipleri uygulamaya sokuldu; özel mülkiyet yasaklandı, üretim
araçları devletleştirildi. Avrupa’nın yarısı bir anda kızıla boyanmış, yaşlı kıta bir
‘Demir Perde’ ile ikiye bölünmüştü. Bu meşhur terimin babası İngiltere
Başbakanı Churchill, gidişatı ilk sezenlerden biri olmuş ve savaşın hemen
ardından, 5 Mart 1946’da Amerika’da yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“Baltıklardaki Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar inen demir bir perde
kıtayı ikiye böldü. Orta ve Doğu Avrupa’nın antik başkentleri Varşova, Berlin,
Prag, Viyana, Budapeşte, Belgrad, Bükreş ve Sofya, bu hattın arkasında kaldı.
Tüm bu ünlü şehirler ve halkları, Sovyet etki alanındadır artık.”
Dünya kamuoyu Rus yayılmacılığını endişeyle takip ediyordu. Komünist
Sovyetlerin başını çektiği Doğu Bloğu ile Kapitalist Amerika’nın liderliğindeki
Batı Dünyası, neredeyse yarım asır sürecek Soğuk Savaş için saf tutmaya
başlamıştı.
Sovyetlerin baskıyla bir araya getirdiği Doğu Bloğu’nun en önemli sembolü olan Berlin Duvarı, Almanları fiziksel, Doğu ve Batı
bloklarınıysa sembolik olarak tam ortadan ikiye ayırmıştı.

Ruslar Berlin’i kuşatıyor, Soğuk Savaş başlıyor


Soğuk Savaş’ın en sıcak cephesi, hem toprakları hem de başkenti bu iki blok
arasında bölünmüş olan Almanya’ydı. Bölünmüş Berlin’in ortasından geçen
Berlin Duvarı240 ve Sovyet güdümündeki Doğu Bloğu ülkelerinin sınırlarında
yükselen batıya dönük gözetleme kuleleri, savaş sonrası bölünmenin en
çarpıcı sembolleri oldu. Giderek artan tansiyon, Sovyetlerin, Müttefikleri
Berlin’den tamamen çıkarmak için harekete geçmesiyle sonuçlandı. Soğuk
Savaş’ın ilk uluslararası krizi patlak vermişti. Ruslar, batıya giden kara ve
demir yollarını kapatarak şehrin dışarıyla bağlantısını kesti. Ama Müttefiklerin
Berlin’i Ruslara bırakmaya niyeti yoktu. Tarihe Berlin Hava Köprüsü olarak
geçen operasyonla bir yıl boyunca şehre havadan yiyecek ikmali yaptılar. Her
gün uçaklarla taşınan 5 bin tonluk temel ihtiyaç maddesi, 2 milyon Berlinlinin
bir yıl boyunca hayatta kalmasını sağlarken, tarihin gördüğü en büyük hava
operasyonlarından birine imza atılıyordu. Ruslar işe yaramayan ablukayı bir
süre sonra kaldırdı.

Rusların karadan kuşattığı Berlin’i Amerika ve İngiltere, tam bir yıl boyunca havadan besledi. Bu aynı zamanda iki düşman bloğun
karşılıklı ilk güç denemesiydi. (Foto: US National Archive)

“Galiba yanlış domuzu kestik!”


İspanya ve Portekiz hariç tüm Batı Avrupa’da demokratik hükümetler
yeniden tesis edilirken, Doğu Avrupa, tüm muhaliflerin baskı altında
tutulmasını öngören tek parti rejimlerinin idaresinde durgunluk çağına demir
atmıştı. Doğu Almanya, Çekoslovakya, Yugoslavya ve Batı Berlin etrafında
yükselen fiziki bariyerler, İngiliz Başbakanı Winston Churchill’e tarihe geçen o
cümleyi söyletecekti: “Galiba yanlış domuzu kestik!”
Müttefiklerin denetimindeki Batı Almanya’da Nazi Partisi ve destekçilerinin
katılmasının yasaklandığı bir düzenlemeyle -ki bu düzenleme halen
yürürlüktedir- gerçekleşen serbest seçimler sonucu 1949’da demokratik bir
rejim kuruldu. Yeni rejim Federal Almanya olarak isimlendirildi. Buna karşı
Rusların cevabı, 1954’te Demokratik Almanya’yı “kurdurmak” oldu.
Birçok açıdan Berlin’de olanlar, savaş sonrasında Doğu Avrupa’da
yaşananları sembolize ediyordu. Hayatın her alanına hâkim totaliter bir
diktatörlük, Batı’yla olan ilişkileri kesmek için betondan duvarlarla bir halkı
kuşatmıştı! Berlin Duvarı, bazen binaların(!), bazen de caddelerin ortasından
geçerek, Batı ve Doğu blokları arasındaki bu bölünmeyi dramatik bir şekilde
taşlaştırmıştı adeta.
NATO’ya karşı Varşova Paktı
Nisan 1949’da Amerika, Kanada ve on Batı Avrupa ülkesi, bir araya gelerek
NATO241 adı verilen ve olası Rus saldırganlığını engellemeyi hedefleyen bir
ortak güvenlik şemsiyesi kurdu. Sovyetlerin buna da cevabı net oldu. Onlar da
Doğu Bloğu’ndaki devletleri yanlarına alarak 1955’te benzer gerekçelerle
Varşova Paktı’nı hayata geçirdiler. Bu pakt, Sovyetlerin kendisi ile birlikte,
1990’ların başında hayata veda edecekti. Öte yandan yine 1949’da kurulan
Çin Halk Cumhuriyeti de komünist rejimi benimsemiş ve Sovyetler, 1950’ler
boyunca kol kola hareket edeceği güçlü bir müttefik (düşman kardeş)242
kazanmıştı. Yine aynı yıl içerisinde Batı’yı şok eden bir gelişme daha yaşandı.
29 Ağustos 1949’da Ruslar, ilk atom bombalarını başarıyla test ettiler.
Sovyetler Birliği de artık nükleer güçtü! Amerika’nın atom silahı ayrıcalığına
ortak çıkmıştı.

Ruslar, 29 Ağustos 1949’da, Amerikalıların Josef Stalin’den hareketle Joe adını verdikleri ilk atom bombalarını, (orijinal fotoda
görüldüğü üzere) başarıyla test edip gerçek anlamda bir süper devlet ve dünyanın ikinci nükleer gücü oluyorlardı. Artık dünyanın
onlardan korkmak ve ciddiye almak için oldukça sağlam bir gerekçesi vardı. (Foto: Kızıl Ordu Arşiv)
Üçüncü Dünya’nın sıcak cepheleri
Karşılıklı onlarca meydan okuma, gözdağı ve nükleer silah depolarına
rağmen, korkulan hiçbir zaman olmadı. Amerika ile Sovyetler Birliği arasında
üçüncü bir dünya savaşı patlak vermedi. Bunda taraflar arasındaki Dehşet
Dengesi’nin243 payı olduğu kadar, ikilinin, daha çok ‘başkaları’ üzerinden
kavga etmeyi tercih etmesi de etkili olmuştu. Kozlarını Üçüncü Dünya
Ülkeleri’ndeki sınırlı savaşlarda paylaştılar. 1950’de Kore’de, 1967’de
Vietnam’da ve uzun bir süre Latin Amerika ve Afrika’da patlak veren
savaşlarda her iki tarafın güdümündeki rejimler, birbirlerini boğazladı.
Kore Savaşı patlak veriyor
1945’te Japonya’nın atom bombalarıyla diz çöktürülüp teslim alınmasının
ardından ABD ve SSCB, tıpkı Almanya’ya yaptıkları gibi, Japon işgalindeki
Kore’ye yerleşmişti. Kore Yarımadası, iki blok arasındaki gerilimin patlak
verdiği diğer bir bölge olacaktı. Bu iki süper güç, yarımada üzerinde yerli, ama
kendilerine bağımlı hükümetler kurduktan sonra bölgeden çekilmiş; böylece
38. enlem, aralarında sınır olacak şekilde, Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile
Amerikan yanlısı Güney Kore kurulmuştu.
Saldırgan bir dış politika tutkunu olan Stalin, burnunun dibinde bir ‘Amerikan
karakolu’ görmeye tahammül edemiyordu. Haziran 1950’de Sovyetlerin de
desteğini alan Komünist Kuzey Kore birlikleri güneyi işgal edince,
Amerikalılar, güneye yardımcı olmak için duruma müdahale etti. Çok
geçmeden Çin de savaşa katıldı. Türkiye’nin de bir parçası olduğu, Amerika
önderliğindeki Birleşmiş Milletler gücü ile Çin liderliğindeki ‘Kızıllar’ arasında
hararetli bir savaş yaşandı. 1953’teki ateşkesle silahlar sustu. Taraflar savaş
öncesi sınırlara çekildiler. Bugün iki Kore arasındaki sorun, ancak 2007’de
imzalanabilen barış antlaşmasına rağmen, çözülebilmiş değil. Ve bu haliyle
Kore meselesi, komünist ideolojinin günümüzde devam eden miraslarından
biri olarak canlılığını koruyor.
Kruşçev, Stalin’in putunu tekmeliyor!

Mart 1953’te Stalin ölünce yerine Nikita Kruşçev244 geçti. Kruşçev, rejimin
vidalarını gevşeten ilk siyasetçi olarak tarihe adını yazdıracaktı. 20. Parti
Kongresi’nde selefinin dikta yönetimini ve etrafında yaratılan kişi kültünü
kınayarak dinleyicileri şok etmişti. Neredeyse yarı tanrı statüsüne ulaşmış
Stalin, ilk kez böylesine şiddetli, açıktan ve de üstelik halefi tarafından
eleştiriliyordu! Artık De-Stalinizasyon (Stalinsizleştirme) dönemi başlamıştı.
Kruşçev, Sovyetler Birliği’nin siyasi, kültürel ve ekonomik hayattında
kompleks bir değişiklik olan ve ‘Kruşçev Çözülmesi’ olarak da bilinen bu
süreçte milyonlarca siyasi tutukluyu serbest bıraktırmış, ekonomide geniş
kapsamlı işgücü kullanımını sona erdirmiş, Gulag245 mahkumlarının sayısını
13 milyondan 5 milyona düşürmüş, diğer ülkelerle ilişkileri daha sıkı tutma
politikası gütmeye başlamıştı. Yine bu dönemde hammaddeye daha fazla
önem verilen yeni sosyal ve ekonomik politikalar hayata geçirilmiş, yaşam
standardı yükselmiş, ekonomik büyüme hızlanmış ve sansür gevşetilmişti.
Toplum bir nebze rahat nefes almaya başlamıştı. Yine de son tahlilde Kruşçev
de Komünist Partisi Genel Sekreteri’ydi. Sistemin temellerine yönelik bir
eleştiriyi ya da tehdidi, kellesinden vazgeçmedikçe, kimsenin aklına bile
getirmesi söz konusu değildi.
Kafasını kaldıranların başı ezildi
Kruşçev’in bu açılımı Doğu Avrupa’da da ses getirecekti. Uydu devletlerdeki
komünist rejimlere karşı muhalif sesler yükselmeye başlamıştı. 1953’te Doğu
Almanya’da, 1956’da Polonya ve Macaristan’da ayaklanmalar baş göstermiş,
ama acımasızlıkla bastırılmıştı. Özellikle Macaristan’daki olaylarda 25 bin ila
50 bin dolayında direnişçi ve 7 bin Sovyet askeri ölmüş, çeyrek milyon kişi
göçmen durumuna düşmüştü.
Buralarda yaşananlar Batılı ülkelerdeki komünistlere de darbe vurdu.
Önceden Sovyet Birliği’ni destekleyen Batılı komünistler, Macar Devrimi’ni
bastırmasının ardından Kremlin’e tavır almaya başladılar. Yine 1968’de
Çekoslovakya’da Prag Baharı olarak tarihe geçen kansız ayaklanma girişimi de
demir yumrukla ezildi. Sovyet İmparatorluğu çökene kadar bir daha kimse
ayaklanamayacaktı...
Sovyetler uzayı da kızıla boyuyor!
Soğuk Savaş’ın en hararetli günlerinde Moskova’dan dünyaya yayılan bir
haber, Amerikalıları şok etti. Ruslar, uzaya çıkmıştı! 4 Ekim 1957’de Sovyetler
Birliği’nin uzaya fırlattığı ilk uydu Sputnik, görevini başarıyla tamamladığında,
Amerika ile Rusya arasındaki Uzay Yarışı da resmen başlamış oluyordu.
Daha 1950’lerin başında Amerika ile Sovyetler, uzaya ilk uyduyu fırlatmak
için kıyasıya bir yarışa girmişlerdi. Amerikalıların birkaç başarısız denemesinin
ardından Rusların Sputnik’i yörüngeye oturtması, Batı Bloğu açısından tam bir
yıkım oldu. Zira Ruslar hem teknoloji yarışında öne geçmiş hem de
geliştirdikleri roket teknolojisiyle, kimse bunu telaffuz etmese de, bir atom
bombasını istedikleri yere fırlatabileceklerini ispatlamışlardı. Bu aynı zamanda
iki süper güç arasındaki nükleer silahlanma yarışını da tetikliyor, dünya hızla
Dehşet Dengesi’ne doğru koşuyordu.
Sovyetlerin uzayla ilgili sürprizleri henüz bitmemişti. 3 Kasım 1957’de, uzaya
giden ilk canlı olan Layka isimli köpeği taşıyan Sputnik II’yi başarıyla fırlattılar.
Ve en vurucu darbe 12 Nisan 1961’de geldi. Ruslar, uzaya ilk insanı
göndermeyi başarmışlardı! Kruşçev, bu şerefe nail olan kozmonot Yuri
Gagarin’le Kızıl Meydan’da halkı selamlayıp komünist rejimin bu başarısının
keyfini çıkartırken, Beyaz Saray’da Başkan John F. Kennedy, boş bakan
gözlerle kara kara düşünüyordu. Kesin olan şuydu ki Uzay Yarışı’nın ilk yüz
metresini Ruslar önde tamamlamıştı. Lakin 21 Haziran 1969’da Ay’a ilk insanı
indiren Amerikalılar, Sovyetler’i maddi açıdan tüketecek 246 bu amansız
yarışın nihai galibi olacaktı.
Rus kozmonot Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan unvanını alması, tüm dünyada şaşkınlık ve hayranlıkla karışık bir ruh haliyle
karşılanmış ve Ruslar rejimin bu başarısını sokaklarda dans ederek kutlamışlardı. Sovyet yöneticileri, ‘uzaya çıkan ilk ulus’ madalyasını
doya doya göğüslerinde taşıdılar. Ta ki Amerikalılar Ay’a insan indirip bu akıl almaz yarışta ipi göğüsleyene dek...

Küba Füze Krizi yürekleri ağza getiriyor


Her an patlamasından korkulan nükleer savaş, az kalsın 1962’de
gerçekleşiyordu. Sovyetler, Amerika’nın burnunun dibindeki Küba’ya nükleer
füze yerleştirmeye kalkışınca, Başkan Kennedy, şiddetli bir şekilde füzelerin
sökülmesini istedi. Kruşçev’in yanıtı: “Madem onların Türkiye’de füzesi var,
neden bizim Küba’da olmasın! Sökülecekse hepsi sökülsün!” oldu. Rus lider
haklıydı. Türk kamuoyu bilmiyordu ama Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından
sonra imzalanan güvenlik anlaşmaları çerçevesinde 1960’ta Türkiye’ye
nükleer başlıklı 15 Jüpiter füzesi yerleştirilmişti! Her iki tarafın da savaşa hazır
olduğunu haykırdığı restleşmeler sonucunda bir şekilde uzlaşmaya varıldı.
Küba ve Türkiye’deki füzeler karşılıklı olarak söküldü. Dünya nükleer savaşın
eşiğinden dönmüştü.
Vietnam’da patlayan komünist tokadı
İki bloğun ‘oyun sahalarından’ biri de Vietnam’dı. Vietnam Savaşı’nın
temelinde, ülkenin Kuzeydeki Komünist Vietnamlılarla Güneydeki Milliyetçi
Vietnamlılar arasında bölünmüş olması yatıyordu. Savaşan taraflar bir kez
daha Sovyetler Birliği, Çin ve Amerika’nın desteğini arkasına almıştı.
1956’da Güney, bağımsız bir cumhuriyet olduğunu ilan edince silahlar
patladı. Kuzey, Güney’e karşı, Vietkong adı verilen birliklerle gerilla savaşı
başlattı. 1968’de Amerika, ezici hava gücü ve 500 bin kişilik ordusuyla
doğrudan savaşa girdi. Uzun yıllar süren çarpışmalara rağmen Amerikan
destekli Güneyliler ilerleyemedi. Amerikan ordusundaki disiplin bozuldu,
Amerikan askerleri Vietnam ormanlarındaki gerilla savaşında tarumar oldu.
Napalm bombalarıyla ülkenin baştan aşağı yakılması ve bir Amerikan üssüne
dönmesiyle birçok Vietnamlı karşı safa geçti. 1973’te Amerikan birlikleri
arkalarına bakmadan geri çekildiğinde, savaşın başındaki parlak ‘demokrasi
getirme’ vaatlerini kimse hatırlamıyordu bile. Bu, Amerika’nın kaybettiği ilk
savaştı. Üstelik ‘Kızıllar’ karşısında utanç verici bir duruma düşmüşlerdi. Ama
intikam almak için çok fazla beklemelerine gerek kalmayacaktı…
Süper güçlerin ‘oyun’ sahası Afrika
Bloklar arasındaki savaşın bir diğer cephesi de Kara Kıta Afrika’ydı. Burada
da komünistler, müttefik bulmakta Amerikalı-lardan daha başarılı olmuşlardı.
Sömürgecilik karşıtı tüm özgürlük hareketlerini, gerek asker (danışman
sıfatıyla) gerekse de malzeme göndererek açıktan destekleyen Sovyetler,
akılcı dış politika manevralarıyla Amerikalıları ekarte ederek Angola, Uganda,
Etiyopya gibi ülkeleri ideolojik açıdan hâkimiyeti altına almayı başarmıştı.
Ruslar Güney Afrika ve Rodezya’daki siyahların özgürlükçü hareketlerine
destek vererek de ellerini güçlendirmişti. Bunun için 1970’ler ve 80’lerde
binlerce Küba askerini, Güney Afrika saldırılarını önlemeleri için Angola’da
konuşlandırmaktan çekinmemişlerdi.
Sovyetlerin Vietnam’ı: Afganistan
1979’da Sovyetler, tarihlerindeki en ölümcül hatayı yaparak Afganistan’ı
işgal etti. Öncesinde ülkede ‘Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’ adıyla
Sovyet kuklası bir hükümet kurulmuştu. Müslüman halk Marksist hükümete
karşı ayaklanınca, Moskova’dakiler rejimi kurtarmak için kolları sıvadı.
Dönemin Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev’in 247 emriyle Kızıl
Ordu ülkeye girdi. Ancak Sovyetlerin Afgan rejimini kurtarmak için attıkları bu
adım, kendi rejimlerini kaybetmelerine neden olacaktı.
Afgan Savaşı, tüm Sovyet vatandaşlarının ‘kardeş’ olduğu iddiasının delik
deşik olduğu bir savaştı. Zira Moskova’nın, Sovyet cumhuriyetlerinden Afgan
cephesine gönderdiği, başta Moğollar olmak üzere, diğer ‘beyaz’ olmayan Rus
askerleri, Müslüman Afgan direnişine katılmaktan geri durmamıştı!
Rus Kızıl Ordusu dönemin Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev’in emriyle 1979’da Afganistan’ı işgal etti. SSCB, bu
yolla yayılmacı dış politikasını sürdürmeyi planlıyordu. Lakin genişlemek için attığı bu adım, kendi sonunu getirecekti.(Foto:
Reuters)

Vietnam’ın intikamını almak için hazır bekleyen Amerika, Rus işgaline karşı
direnen Afgan Mücahitlerinin destansı mücadelesini Pakistan ve Hindistan
üzerinden ülkeye soktuğu silahlarla desteklemekte gecikmedi. Mücahitler,
özellikle Amerika’nın kendilerine verdiği Stinger füzeleriyle Afgan dağlarını Rus
helikopter ve uçaklarına mezar etti. Yüksek ekonomik ve insani
maliyetinden248 dolayı Sovyetler Birliği içinde homurtulara sebep olan
Afganistan işgali, bir bakıma Sovyetlerin Vietnam’ı olmuş, birçok siyasi
analizcinin üzerinde birleştiği üzere, Sovyetler Birliği’nin dağılmasında
başrollerden birini oynamıştı. Ruslar 1989’da geri çekildiklerinde, Afganistan’ı
etkisi bugün bile devam eden bir kaosla baş başa bırakmanın yanı sıra, kendi
rejimlerinin soluğunun kesildiğini de cümle âleme ilan ediyorlardı.
Sovyet İmparatorluğu çatırdıyor
Brejnev’in ardından iktidarı devralan yaşı geçmiş iki Genel Sekreter; Yuri
Andropov249 ve Konstantin Çernenko, 250 birbiri ardına hayatlarını
kaybedince, sistem bir kan değişikliğine ihtiyaç duydu. Brejnev döneminde
içine girilen ekonomik durgunluğun yanı sıra uzay ve silahlanma yarışı, ülkeyi
resmen bitirmişti. Neredeyse yetmiş yıldır devam eden baskıcı rejim üretimi
durma noktasına getirmişti. Yaratıcı düşüncenin esamisi okunmuyordu. Çatır-
dayan sistemi ayağa kaldırabilecek genç bir lidere ihtiyaç vardı.
Komünist Parti, 1985’te yeni Genel Sekreter olarak, seleflerine göre oldukça
genç sayılabilecek 54 yaşındaki Mihail Gorbaçov’u seçtiğinde, kimse bir
sonraki adımda neler olabileceğini bilmiyordu. Uydu devletlerin halkları gibi
Sovyet Cumhuriyetle-ri’ndeki vatandaşların da öfkesi burnundaydı.
Gorbaçov, seleflerine nazaran daha pragmatist bir bürokrattı. Sistemdeki
tıkanıklığı gayet net bir şekilde görmüştü. Vakit geçirmeden Sovyet ekonomik
ve siyasi yapısını değiştirmeyi hedefleyen perestroika (yeniden yapılanma)
ve demokratikleşmeye yönelik fikir ve ifade özgürlüklerinin önünü açmak
şeklinde tanımlanabilecek glasnost (açıklık) politikalarını hayata geçirdi. Her
bir cumhuriyetin kendi Yüksek Sovyeti’ni seçmesine izin verdi. Buna rağmen
ekonomik krizin pençesindeki kitleler, tek adayın komünistler olduğu
seçimlerde bile onları seçmedi! Öte yandan dünya kamuoyu, yeni Sovyet
liderinin ekonomik ve siyasi reformlarını şaşkınlıkla izliyordu.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin son Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov (sağda) başlattığı reform programı çerçevesinde
Amerikan Başkanı Ronald Reagan ile defalarca bir araya geldi. Tarihçilere göre aslında ülkesini toparlamak için harekete geçen
Gorbaçov, farkında olmadan dağılmaya giden süreci başlatmıştı. (Foto: TIME)

Gorbaçov, Afganistan’daki birliklere çekilme emri verdiği gibi, Amerika’yla da


kimyasal silahların üretilmesini sona erdiren ve nükleer silah stoklarını önemli
ölçüde azaltan bir dizi anlaşmaya imza attı. Ve nihayetinde 1990’da, Sovyet
Komünist Partisi, 1918’de Troçki’nin eline alıp bir daha bırakmadığı iktidarın
iplerini gevşetti: Diğer partilerin de politik arenaya çıkmasına izin verildi.
Komünist Doğu Bloğu çöküyor
Sovyetlerde başlayan değişim rüzgârı kısa zamanda uydu devletlere ulaştı.
Kremlin’dekilerin müdahale etmediği bu süreçte Polonya, Macaristan,
Bulgaristan, Romanya ve Çekoslovakya’daki komünist hükümetler devrildi.
Doğu Bloğu’nun yükselişinin sembolü olan Berlin Duvarı yıkılarak, aynı
zamanda çöküşünün de simgesi oldu. Komünist Doğu Alman Hükümeti
lağvedildi ve Batı Almanya’nın bir parçası oldu.
Mayıs 1990’da Rus Yüksek Sovyeti Rusya’nın bağımsız bir devlet olduğunu
ilan ederek, aldığı kararların Sovyet kanunlarının üzerinde olduğuna hükmetti.
Gorbaçov, Yüksek Sovyet’in bu girişimini kanunsuz ilan etse de sesini kimseye
duyuramadı. Rusya, tarihte bir ilke imza atarak, reform yanlısı eski komünist
Boris Yeltsin’in liderliğinde, kendi imparatorluğundan bağımsızlığını ilan eden
ilk ülke olmuştu!
Radikal komünistler iktidarı bırakmak istemiyor
Bununla birlikte her şey bir peri masalı tadında ilerlemiyordu. Kremlin’deki
KGB destekli radikal komünistlerin kolay kolay iktidarı bırakmaya niyeti yoktu.
1991’de sertlik yanlıları, Gorbaçov’a karşı bir darbe düzenledi. Fakat tünelin
sonundaki demokrasi ışığını görmüş olan kitleler, onlarca yıl sonra ucunu
yakaladıkları özgürlük ipini bırakmaya hevesli değildi. Halk sokaklara döküldü.
Bu çalkantılı dönemde darbecilere meydan okuyarak, halkın üzerine sürülen
tanklardan birinin üstüne çıkan Yeltsin,251 ‘Yeni Rusya’nın yüzü oldu.
Uzayda istasyonlar dolaştırmasına rağmen vatandaşlarının en doğal insani beklentilerini karşılamaktan bile aciz kalan Sovyet
İmparatorluğu ancak 1991’e kadara dayanabildi. Önce Doğu Avrupa’daki uyduları, ardından da kendisi çöktü. Geride, ülkenin
dört bir yanına dağılmış ve kaldırılmayı bekleyen binlerce diktatör heykeli bırakarak…

Bu darbe girişimi Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki reformistleri korkutmuştu.


Ellerini çabuk tutmalıydılar. Bu elektrikli günlerde Letonya, Litvanya, Estonya
ve Ukrayna, peş peşe SSCB’den bağımsızlıklarını ilan etti. 21 Aralık 1991’de
SSCB’nin varlığı resmen sona erdirildi. Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya,
Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan ve
Özbekistan, isimlerinin ardındaki ‘Sovyet Cumhuriyeti’ sıfatından
kurtulmuşlardı.
Tüm bu devrimleri tetikleyen Gorbaçov’a gelince; o aslında hiçbir zaman
SSCB’nin dağılmasını istememişti. Kendi ifadesine göre, sadece ‘sistemin
revize edilerek sürdürülmesinden’ yanaydı. Ama tarihin dinamikleri, onun
niyetinin ötesine geçmişti. Sovyet Parlamentosu 25 Aralık 1991’de
Gorbaçov’un istifa etmesinden bir gün sonra SSCB’nin dağıldığını ilan etti.
Sovyet devi nasıl oldu da çöktü?
Bu sorunun cevabında işin kolayına kaçılıp “Çünkü gayri insani bir sistemdi”
denilebilir, ama uzayın kapılarını açan, silahlanmada ve optikte olağanüstü bir
teknolojiye ulaşan ve neredeyse dünyanın yarısını ideolojik açıdan
boyunduruğu altına alan Sovyetlerin hiçbir dış etki olmaksızın çökmesi, tek bir
cümleyle açıklanamaz.
Her şeyden önce Sovyetler, gelir-gider dengesini çözememiş, ayakları yere
basmayan bir imparatorluktu. Stalin’den itibaren sanayileşmeye verilen aşırı
önem ve kontrolsüz yüklenme, doğayı kirletmiş, havayı zehirlemişti. Tek parti
rejiminin baskısı ve ideolojik toplum mühendisliğinin tek tip düşünen kitleler
yaratması, ülkedeki yaratıcılığı yok etmişti. İnsanlar, ‘rekabet’, ‘terfi etme’,
‘prim’ gibi, çalışma hayatının olmazsa olmaz unsurlarının rafa kaldırıldığı bir
ortamda üretkenliklerini kaybetmişlerdi.
Toplumsal dinamiklerin baskı altına alınmasından dolayı ülkede adeta
zaman donmuş (Sovyetler Birliği çökmeden önce herhangi bir Sovyet şehrini
görme imkânına kavuşmuş olanlar, bu tespite hak verecektir) , haliyle sosyal
dönüşüm denen olgu da unutulmuştu. Neredeyse tüm Sovyet halkları moralsiz
ve bıkkındı. İnsanlar mekanik bir düzen içerisinde çalışıyor, hayattan zevk
almıyorlardı. Sosyalizm temel ihtiyaçların çözülmesinde başarılı olmasına
olmuştu ama buraya kadardı. Lüks tüketim, sadece ve sadece partinin yüksek
kademeli üyelerine mahsus bir ayrıcalıktı. Özellikle 80’li yılların başından
itibaren, halk, temel ihtiyaç maddeleri için bile uzun kuyruklara girmek
zorunda kalmıştı. Tüm bu tablo içerisinde, ilginçtir, burjuvaziye yer olmayan
bir sistem kuracağını iddia edenler, burjuvazinin kendisi olmuşlardı. Emekçi
görünümlü bürokratik bir burjuvazi.
İçeride durum böyleyken, dışarıda takip edilen saldırgan dış politikanın
ürünü olan silahlanma yarışı, ülke kaynaklarını yiyip tüketmişti. Özellikle
‘Yıldız Savaşları’252 projesi, birçok siyasi analizciye göre Sovyetlerin ipini
çeken cellat olmuştu. Sistemi yürütmek için gereken para kaynakları
kurumuştu. Sovyetler, bugün olduğu gibi, o zamanlar da dünyanın önde gelen
petrol üreticilerinden biri; Rusya eski Başbakanlarından İgor Gaydar’ın veciz
ifadesiyle, “ekmek ve petrolle yaşayan bir ülkeydi.”
Petrol satışından elde edilen dövizin önemli bir kısmı halkı doyurmak için
dışarıdan satın alınan tahıla ödeniyordu. Evet, uzaya çıkılmasına çıkılmıştı
ama ülke uzay teknolojisi haricindeki alanlarda dökülüyordu. Tıpkı İspanyol
İmparatorluğu’nun Amerika’dan gelen altın ve gümüş sevkıyatının durmasıyla
krize girmesi gibi, Sovyetler de 80’lerden itibaren kafa üstü çakılan petrol
üretiminden dolayı aynı açmaza düşmüştü.
İşler giderek kontrolden çıkıyordu. Eski teknoloji, kötü yönetim ve
uluslararası piyasalarda petrolün varil fiyatının yerlerde sürünmesi253 gibi
sebeplerle ekonomide kritik noktaya ulaşılmıştı. 1985’e gelindiğinde Sovyet
liderliğinin önünde üç seçenek vardı. Ya Doğu Avrupa’daki uydu devletleri
siyaseten serbest bırakıp onlara verdikleri petrol ve gaz karşılığında döviz
alacaklardı (o ana dek mal değiş tokuşu vardı) ya dışarıdan alınan gıda
maddelerinde 20 milyar dolarlık (petrol satışının azalmasıyla hazinenin sırtına
binen miktar) bir kesintiye gideceklerdi ya da son seçenek olarak savunma
harcamalarında önemli kesintiler yapacaklardı. İlk seçenek, neredeyse İkinci
Dünya Savaşı’nın tüm kazanımlarını reddetmek anlamına geldiği için anında
reddedildi. İkincisi, karnı zaten zor doyan Sovyet halkını daha da aç bırakmak
anlamına geliyordu, ki bu seçeneğin üzerinde bile durulmadı. Karnı doymayan
kitlelerin neler yapabileceğini Çarlık rejimini devirdikleri günlerden gayet iyi
biliyorlardı! Son seçenekse Kremlin’i, varlığını neredeyse tamamen silah
üretimine bağlamış Sovyet elitleri ve şehirleriyle karşı karşıya getirecekti.
Sonuç olarak hiçbir şey yapılmadı. Kızıl patronlar, sorunu halının altına
süpürmekle yetindi…
100 milyar dolar imparatorluğu bitirdi
Takvim yaprakları 1989’u gösterdiğinde dünyanın haberdar olmadığı, ama
Kremlin’dekilerin gayet net olarak bildiği gerçek şuydu: Acilen 100 milyar
dolarlık kredi bulunamazsa SSCB, kimsenin tek bir kurşun atmasına gerek
kalmadan kendi ağırlığının altında kalacaktı! Bankalar, kredileri kesmişti. Zira
karşılığında Sovyetlerin, petrol dâhil verecek bir şeyleri olmadığını
görmüşlerdi. İlginçtir, Yine Gaydar’a göre, Gorbaçov’a karşı darbe girişiminde
bulunanları başarısız kılan asıl sebep, Yeltsin’den ziyade, ekonomideki bu
çöküşü fark ettikleri zaman kapıldıkları panikti. ‘Teslim’ şartlarını konuşmaktan
başka çaresi kalmamıştı Sovyetlerin.
Gorbaçov, 1989’daki Malta Zirvesi’nde dönemin ABD Başkanı George H. W.
Bush’a, üstü kapalı olarak, Doğu Avrupa’daki Sovyet uydularında gelişen
bağımsızlık hareketlerini bastırmayacağı ve Batı’yla siyasi reformlar için
görüşmelere başlayacağı garantisini vermişti. Bu görüşmeden altı hafta kadar
sonra Doğu Avrupa’da tek bir komünist rejim bile kalmayacaktı. Aslında
Sovyet Dış Ticaret Bankası’nın Kasım 1991’de Sovyet Liderliği’ne gönderdiği
şu not, ‘Sovyet devi nasıl oldu da çöktü?’ sorusunun en çarpıcı yanıtıydı:
“Devletin kasasında şu an tek bir cent bile yok.”
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Sovyetler Birliği (SSCB), Baltık Denizi ve Karadeniz’den Pasifik Okyanusu’na kadar uzanan 15 Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti’nden (Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Estonya, Gürcistan, Kazakistan,
Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Moldavya, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna ve
Özbekistan) müteşekkil bir Kuzey Avrasya ‘imparatorluğuydu’. Başkenti, şimdiki gibi o zaman da
Moskova’ydı.
SSCB, bulunduğu dönem itibariyle, 22 milyon 400 bin kilometrekareyle dünyanın en geniş
topraklarına sahip ülkesiydi. Hindistan’dan 7, Amerika’dan 2,5 kat daha büyüktü. Ülke tek başına
dünya topraklarının altıda birini kaplıyordu.
Sınırları içinde 100’den fazla halk yaşıyordu. Bununla birlikte bunların çoğunu Doğu Slavları (Ruslar,
Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar) oluşturuyordu.
SSCB, doğu-batı yönünde 10 bin 900 kilometre uzunluğundaydı. 24 saat diliminin 11’ini içinde
barındırıyordu.
Sovyetler, 1954’te, daha önceki istihbarat birimlerini bir çatı altında toplayarak tarihin en korkulan gizli
servisi KGB’yi (Devlet Güvenlik Komitesi) kurdu. Servis; yurt içi ve dışı darbe girişimleri, suikastları ve
rejim düşmanlarına karşı uyguladığı terörle, rejimin en büyük dayanaklarından biri olduğu gibi, Soğuk
Savaş dönemi boyunca Batı edebiyatının en gözde malzemelerinden birini teşkil etti. KGB
Gorbaçov’a düzenlenen darbede parmağı olduğu gerekçesiyle 6 Kasım 1991’de lağvedildi.
KGB bünyesinden iki Devlet Başkanı çıktı: Yuri Andropov ve Vladimir Putin. 1982-84 yılları arasında
SSCB Devlet Başkanı olan Andropov’un KGB’nin başında bulunduğu dönemde servis, en saldırgan
halini almıştı. Halen Rusya Başbakanlığı’nı yürüten, Rusya’nın bir önceki Devlet Başkanı Putin de
gençliğinde KGB ajanı olarak Doğu Almanya’da uzun yıllar görev yapmıştı.
SSCB’nin siyasi sistemi gibi ekonomik yapısı da otoriter ve merkeziydi. Ekonomi “üretim, dağıtım ve
değişim araçlarına devletin sahip olması” şeklinde tanımlanıyordu ve tüm üretim sahaları için 5 yıllık
planlarla hedef belirleniyordu.
SSCB hiçbir zaman bir imparator tarafından yönetilmediği ve kendisini siyaseten emperyalizm karşıtı
olarak tanımladığı halde, tarihçilerin çoğuna göre, işgal ve darbe yoluyla topraklarını genişletmesi
(Polonya, Finlandiya, Baltık devletleri, Afganistan gibi), uydu ülkelerin topraklarını ve bağımlı
hükümetleri kontrol eden güçlü bir merkezi yönetime sahip olması, (askeri güç kullanımı da dâhil
olmak üzere) çeşitli yollarla müttefiklerinin iç politikalarına müdahale (Çekoslovakya, Macaristan,
Polonya gibi) etmesi gibi parametreler göz önüne alındığında bir imparatorluktu. Hatta kimi tarihçiler
Sovyetleri, İngiliz ve Roma imparatorluklarına denk ve yerini aldığı Çarlık Rusyası’nın dış politikasının
bazı unsurlarını (sıcak denizlere inme) miras alan bir imparatorluk olarak görmektedir.
Sovyetler, bahsettiğimiz birçok olumsuz yönüne rağmen, Türk Kurtuluş Savaşı’nı desteklemek gibi
önemli bir işe de imza atmıştı! Rus Çarlığı döneminde İngiltere ve Fransa ile birlikte gizlice imzalanan
ve Osmanlı topraklarının paylaşımını öngören Sykes-Picot Antlaşması’nı yırtıp atmış; bununla da
kalmamış; Milli Mücadele boyunca Anadolu’ya silah, para ve altın göndermişlerdi. Bu süreçte 39 bin
tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek ve 147 bin top mermisi Türk ordusuna teslim
edilmiş, yeni rejimin savaştan çekilmesi sonucu doğu sınırlarımızı terk eden Rus ordusunun
malzemeleri de Türklere bırakılmıştı. Sovyet hükümeti ayrıca Ankara’da iki barut fabrikası
kurulmasına yardımcı olmuş, fişek fabrikası için gerekli malzeme yardımında bulunmuş ve Ankara
hükümetine 200 kilo külçe altın ve 10 milyon altın ruble bağışlamıştı (Atatürk, Rusların bu
yardımlarına, Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’na ünlü Sovyet generallerinden Mihail Vasilyeviç
Frunze ve Sovyetler Birliği Türkiye Büyükelçisi S.İ. Aralov’un figürlerini ekletme jestiyle karşılık
verecekti.)
Yüksek bir insan maliyeti (çoğunluğu mahkûmlardan oluşan işçiler) ve fabrikaların etkin bir şekilde
askerileştirilmesiyle Sovyetler Birliği, daha önce hiçbir ulusun erişemediği hızda, yüksek derecede
sanayileşmiş bir ekonomi kurmuş; hatta bu sanayileşmeden gerek teknik açıdan gerekse maddi
destek bakımından Türkiye de yararlanmıştı (Kayseri ve Nazilli’deki ilk basma fabrikaları Sovyetler
Birliği’nden gelen makine parkı ve teknisyenlerle kurulmuş, 1959’da Sovyetlerden alınan krediyle
Çayırova Cam Fabrikası’nın temelleri atılmış, Süleyman Demirel’in ilk Başbakanlığı döneminde (1967)
Sovyetlerden alınan 200 milyon dolarlık krediyle İskenderun Demir Çelik Tesisleri, Seydişehir
Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Sülfürik Fabrikası ve Artvin Levha
Fabrikası gibi ağır sanayi tesisleri kurulmuştu.)
Tarihin ikinci nükleer gücü olan Sovyetlerin 1991 yılı itibariyle 41 bin savaş başlığı (atom bombası!)
vardı. Bugün, mirasçısı Rusya’nın 6 bin 700 civarında savaş başlığı bulunuyor.

İmparatorluğun Kilometre Taşları


1917 Ekim Devrimi gerçekleşti, Çarlık rejimi yıkıldı.
1918 İç savaş çıktı.
1921 İç savaş sona erdi.
1922 Sovyetler Birliği kuruldu. Lenin Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ilk Genel Sekreteri oldu.
1927 Stalin SSCB’nin ilk Başkanı oldu.
1939 Almanlarla Saldırmazlık Paktı imzalandı.
1940 Baltık devleri ele geçirildi.
1941 Almanlar Rusya’ya saldırdı.
1943 Sovyetler Stalingrad’da Almanları püskürttü.
1945 Kızıl Ordu Berlin’e girdi. Almanlar teslim oldu. Takip eden dört yıl içerisinde Doğu Avrupa’da Moskova destekli rejimler
kuruldu.
1949 SSCB ilk atom bombasını başarıyla denedi, ikinci nükleer güç oldu.
1953 Nikita Kruşçev Devlet Başkanı oldu.
1956 Macaristan’daki ayaklanma sert bir şekilde bastırıldı.
1961 Berlin Duvarı’nın inşasına başlandı. Berlin’in batısıyla doğusu fiziki olarak ayrıldı.
1962 Küba Füze Krizi ile dünya nükleer savaşın eşiğinden döndü.
1963 Sovyetler Birliği, Amerika ve İngiltere nükleer testlere son veren anlaşmayı imzaladı.
1964 Leonid Brejnev Devlet Başkanı oldu.
1972 Amerika ile Sovyetler arasında nükleer silahların sınırlandırılmasını öngören görüşmelerin (SALT) ilk ayağı gerçekleşti.
1979 SALT’ın ikinci ayağı gerçekleşti.
1979 Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti.
1982 Yuri Andropov Devlet Başkanı oldu.
1984 Konstantin Çernenko Devlet Başkanı oldu.
1985 Mihail Gorbaçov Devlet Başkanı oldu, siyasi ve ekonomik reformları hayata geçirdi.
1989 Özgürlük Dalgası Doğu Avrupa’daki tek parti rejimlerini yuttu. Berlin Duvarı yıkıldı.
1991 Sovyet Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan etti. Sovyetler Birliği lağvedildi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan kolu kanadı kırık çıkan Almanya’da halk perişandı. İmparatorlukları
dağılmış, orduları aşağılanmış, kendileriyse ağır savaş tazminatları yüzünden açlığa mahkûm
edilmişlerdi. Ülkedeki perişanlıkla birlikte kaos ve ümitsizlik de artıyordu. Halk, adeta mucizevi bir
kurtarıcı bekliyordu. Onları eski şaşalı günlerine götürecek, büyük utanca son verecek bir kurtarıcı.
Bekledikleri çıkageldi. Adolf Hitler ismindeki asker eskisi, “Düşün peşime! Size bin yıl yaşayacak bir
imparatorluk kuracağım!” dedi. Kurdu da; ömrü kısa olsa da, yeni bir dünya savaşına ve 60 milyon
insanın ölümüne neden olan Nazi İmparatorluğu’nu…

Nazi Alman İmparatorluğu


(1933-1945)

“Soruyorum size... Topyekün bir savaş mı istiyorsunuz? Eğer gerekirse, hayal edebileceklerimizden daha
büyük ve daha radikal?.. O halde, şimdi, ayağa kalkın ve bırakın fırtına kopsun! “
Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels
(18 Şubat 1943’teki parti mitinginde
halka seslenirken)

Tarih 30 Nisan 1945. Saat öğleden sonra üç suları. İmparator, Rus


bombardımanının henüz zarar vermediği, ama yarattığı sarsıntıyla duvarlarını
inlettiği sığınağının yemek odasında, oldukça kısa bir zaman diliminde kan ve
gözyaşı üzerine inşa ettiği imparatorluğunun hacmi göz önüne alındığında,
mütevazılığıyla şaşırtabilecek ‘son’ yemeğini yiyordu: Kenarları gamalı
haçlarla süslenmiş tabaklarda servis edilen spagetti ve salata…
Bomba sesleri hem sıklaşıyor hem de yaklaşıyordu. Her çatal darbesine eşlik
eden patlamalar, beton duvarlara monte edilmiş tabloları titretiyordu. Belki
de kendisi ve sevgilisi hariç, sığınaktaki herkes telaşlı, şaşkın ve büyük bir şok
içerisindeydi. Yaklaşan ölümün kokusu, ortalığı esir alan barut kokusunu
çoktan bastırmıştı. Hiç istifini bozmadan yemeğini tamamlayan adam, titrek
adımlarla masadan kalktı, sevgilisiyle birlikte bir odaya girdi ve çelik kapı
üzerlerine kapandı. Bu, çiftin canlı olarak görüldüğü son andı. Hayatlarını ona
adamış adamları, ne olacağını tahmin ettikleri halde, sanki sonsuza dek sürse
yine de o kapıya öylece bakacaklarmış gibi kararlı bir şekilde, ‘bin yıl’
süreceğine inandıkları o büyük rüyayı bitirecek son işareti bekliyorlardı.
Milyonların Führer’i, kabzası buz kesmiş 7.65 mm’lik Walther PPK’yı şakağına
dayayıp tetiği çekti…
***

Birinci Dünya Savaşı’nın dumanı henüz tütüyordu. Savaştaki toprak


kayıplarının ve Versay (Versailles) Antlaşması’nın Almanya’ya getirdiği utanç,
toplumsal huzursuzluk, Amerika kaynaklı ekonomik depresyon ve Sovyet
komünizmi tehdidi, Weimar Cumhuriyeti’ndeki* çok sayıda seçmeni Nasyonel
Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (Nationalsozialistische Deutsche
Arbeiterpartei) ardında saf tutmaya itmişti.
Partinin ekonomik kalkınmayı, devrimci, güçlü ve milliyetçi bir devleti ve
komünizmle mücadeleyi esas alan politikaları geniş kitlelere çekici geliyordu.
En önemlisi de Versay ile Almanya’ya giydirildiğine inandıkları deli gömleğini
parçalamaya kararlı olmaları, kalabalıkları coşturuyordu. Dünya bu partiyi ve
taraftarlarını kısaca, ‘Naziler’ olarak hafızasına kazıyacaktı. Bir daha hiç
unutmamak üzere hem de...
Parti önderleri ve destekçileri, Almanya’nın başına gelenleri, ‘arkadan
bıçaklanma efsanesi’ (Dolchstosslegende) ile açıklama yoluna gidiyor, bu
yaklaşımı, tarihin gördüğü en etkili propaganda faaliyeti olan parti
çalışmalarında kullanıyorlardı. Bu efsaneye göre “Almanlar, aslında hiçbir
savaşta yenilmemiş, fakat ülke içindeki sivil idarecilerin, Marksistlerin ve
Yahudilerin kendilerini arkadan bıçaklamasıyla savaşı kaybetmişlerdi.”
Hitler Başbakan oluyor
1932 seçimleri, ekonomik ve sosyal kaosun gölgesinde yapıldı. Oyların
yüzde 37’sini alan Hitler, hükümetin bir türlü kurulamadığı bir ortamda, bir
sonraki yıl Cumhurbaşkanı Paul van Hindenburg tarafından Başbakanlığa
atandı. Almanya’nın politik merkezi, sorumluluk alan Hitler’in aşırılıklarının bu
şekilde törpüleneceğini umuyordu. Ama ‘hırsızı mahalle bekçisi yapmak’
şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, bu kez işe yaramayacaktı. Henüz
koltuğa oturalı 6 hafta olmamıştı ki Hitler, yeni bir seçime gidilmesini istedi.
Bu, bir yıl içindeki beşinci seçim olacaktı.

Cumhurbaşkanı Hindenburg, hükümeti kurma görevini Hitler’e verdiğinde, ülkeyi nasıl bir uçuruma sürüklediğinin farkında değildi
muhtemelen. Onun ölümüyle birlikte, ülkenin tek hâkimi, ‘Başbakan’ Hitler olacaktı.

Aynı günlerde partinin yarı askeri kolu olan Sturmabteilung254 üyeleri,


sokaklarda terör estiriyordu. 27 Şubat 1933 akşamı Reichstag’ta (Alman
Parlamento Binası) gerçekleşen ve kibriti Naziler tarafından çakıldığı halde
sorumluluğu bir komünistin üzerine yıkılan yangının oluşturduğu histeri
ortamı, Nazi İmparatorluğu’nun köklerinin tutunacağı verimli bir zemin
olacaktı.
Hitler, yangının hemen ardından Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, anayasadaki
kişi hak ve özgürlüklerini askıya aldıran ve kendisine neredeyse imparatorluk
yetkisi veren kararnameyi (Ermächtigungs-gesetz)255 imzalattı. Bu, Alman
demokrasisinin idam fermanıydı. Nazi Partisi ve milliyetçiler haricindeki tüm
siyasi akımlar yasaklandı. Yangından sorumlu tutulan sosyal demokratlar,
komünistler, kısacası tüm muhalifler, çok geçmeden Münih’te kurulan Dachau
toplama kampına tıkıldı. Dachau, soykırım politikası kapsamında kurulacak
onlarca kamp için de bir model olacaktı.
Söz konusu kararnameyle parlamentonun tüm yetkileri kabineye
devredilmişti. Böylesi bir ortamda yapılan seçimlerde Hitler istediğini alıyordu:
Yüzde 44’lük bir oy oranı! Kısa sürede tek partili rejime geçildi. Bu arada
hayallerindeki ‘safkan Almanya’yı kurmaya soyunan Nazi lideri kendisine yeni
bir de isim bulmuştu. Önce taraftarları, sonra tüm dünya ve nihai aşamada da
tarih, onu bu isimle anacaktı: “Führer!”256
Gamalı haç, resmi sembol oluyor
Nazilerin ülkeyi avuçlarına almasıyla birlikte ilk etapta, Weimar
Cumhuriyeti’nin sembolleri olan siyah-kırmızı-sarı renklerden oluşan bayrak
(günümüzdeki Alman bayrağı) rafa kaldırıldı. Eski imparatorluğu sembolize
ettiği düşünülen ve siyah-beyaz-kırmızı renklerden oluşan bayrakla birlikte,
partinin gamalı haç şeklindeki sembolü, resmi bayrağa dönüştürüldü. Bu
arada devletin adı da III. Reich257 (Üçüncü İmparatorluk) olmuştu; Hitler’in
bin yıl ömür biçtiği bir imparatorluk…

Kısa zamanda parlamento hâkimiyetini ele geçiren Naziler, bayrak başta olmak üzere, radikal değişikliklere imza attı. Ateşli
toplantılardan birinin sonunda, gamalı haç, ülkenin resmi sembollerinden biri olarak kabul edildi.

Hayalindeki dünyayı inşaya girişen Nazi lideri, muhaliflerini temizlemekten


de geri durmuyordu. Nazi paramiliter gücü SA’nın önde gelenleri, yeni devlet
yapısında en yüksek pozisyonlarda olmayı umuyor, Aryan Almanlar adına
sosyalist hareketleri etkisiz hale getirme sözü uğruna şiddetin dozunu giderek
arttırıyorlardı. Ancak SA’nın sebep olduğu politik şiddetten yorgun düşen
büyük sanayi şirketleri ve askerlerle iyi ilişkilerini korumak zorunda olan
Hitler, kontrolden çıkan ve kendisine prestij kaybettirdiğini düşündüğü SA
liderlerini ve iktidarının önünde engel olabilecek tüm rakiplerini toplantı
bahanesiyle bir araya getirdi ve hepsini öldürttü. Yaklaşık iki yüz kadar
muhalifin kurşuna dizildiği bu olay, imparatorluk tarihine ‘Uzun Bıçakların
Gecesi’ (die Nacht der Langen Messer) olarak geçecekti.
Hindenburg’un 1934’te ölmesiyle birlikte Hitler, ülkedeki tüm yetkileri elinde
topladı. Cumhurbaşkanının ölümüne kadar Nazi lideriyle arasındaki mesafeyi
koruyan ordu da artık ona biat etmişti. O ana kadar birlikte yürüdükleri
muhafazakâr nasyonalistlerle yollarını ayıran Naziler, Almanya’daki günlük
hayatın her noktasına kendi ideolojilerini ve sembollerini empoze etmeye
başladılar. Kısa süre içerisinde kurulan 100 bin kişilik casus ve muhbir ordusu,
ülkedeki sistem muhaliflerini temizlemeye soyundu. Tüm bunlar olurken
sıradan Almanların büyük çoğunluğu, gelişen ekonominin hayat standartlarını
yükseltmesi sayesinde mutluydu. Geriye kalanlarsa sessiz ve itaatkâr…

Naziler akıl almaz propaganda teknikleriyle halkı adeta hipnotize etmiş, kitleleri ‘birlik ve beraberlik’ iksiriyle sarhoş ederek, sistemin
dişlileri haline getirmişlerdi.

Almansan her şeysin, değilsen hiçbir şey!


Hepsinin olduğu gibi, Nazi İmparatorluğu’nun da bir felsefesi vardı. Hitler,
olağanüstü özelliklere sahip Germanik bir ırk olduğu varsayılan Aryan ırkının
üstünlüğüne ve imparatorluğun bu ırk üzerinde yükselmesi gerektiğine tüm
hücreleriyle inanıyordu. Almanların Aryan ırkının temsilcisi olduğuna iman
etmiş olan Führer, ülkesini bu inanca göre şekillendirmeye kararlıydı. Zaten
1920’deki parti programında yer alan şu ifadeler, olacakların habercisiydi:
Kökeni ne olursa olsun, sadece Alman kanı taşıyanlar, bu ulusun üyesi olabilir.
Bundan dolayı hiçbir Yahudi, ulusun parçası değildir!
Rejim, ‘mükemmel’ Aryan vatandaşları için önemli avantajlar getiriyordu. Bu
kişiler, yüksek sağlık imkânlarından yararlanabiliyor, yasak olmasına rağmen
sigara kullanabiliyordu. Hatta evlilik dışı çocuklarının yetiştirilmesi adına bütçe
ayrılıyor ve Aryan ailelerin çok çocuk sahibi olması teşvik ediliyor, bunlara
mali destek sağlanıyordu. Geri kalanlarsa, rejimin gözünde sadece ‘fazlalık
yapan’ azınlıklardı. Diğer bir deyişle ‘ötekiler’; Yahudiler, Çingeneler,
komünistler, eşcinseller ve hatta özürlüler.
Nazi Almanyası’nda hayvanlar üzerinde deney yapmak yasaktı. Yapılması
gereken bir şey varsa, ‘utanç verici bir hayat süren’ azınlıklar üzerinde
yapılabilirdi! Bir süre sonra sadece tecrit yetmemeye başladı. ‘İmparatorluğun
düşmanları’ olarak damgalanan bu kitleler üzerindeki baskı arttı. Nazilerin
yükselişini takip eden yıllarda, çok sayıda Yahudi ülkeyi terk etmeye zorlandı.
Yahudileri Alman vatandaşlığından çıkaran ve kamuda çalışmalarını
engelleyen Nuremberg Kanunları hayata geçirildi. Yahudiler işten çıkarılıyor,
yerlerine işsiz Almanlar alınıyordu. Peki Almanya’da tüm bu akıl almaz işler
olurken dünya kamuoyu ne yapıyordu dersiniz? Hiçbir şey! Nazilerin yükselen
gücü, Avrupa’yı korkuttuğu için dönemin Avrupalı siyasileri, mezarlıktan
geçerken korkusunu yenmeye çalışanlar misali, havaya bakıp ıslık çalıyordu.
Holocaust’a adım adım
Fransa’da yaşayan Alman subay Ernst vom Rath’ın, ailesi Almanya’dan
Polonya’ya sürülen Herschel Grynszpan isimli bir Yahudi tarafından vurulması,
bekledikleri fırsatı Nazilere verecekti. Hitler düğmeye basmakta gecikmedi.
Yahudilere dönük topyekûn bir yıldırma harekâtı başladı.
Soykırıma giden yolda dönüm noktası 1938 yılının 9 Kasım gecesi oldu. Her
ne kadar halkın ani ve kontrolsüz şekilde harekete geçtiği imajı verilmeye
çalışılsa da yaşananlar tamamen planlıydı. Sadece Yahudi malvarlıklarına
zarar verilecek, bunlar herhangi bir Alman malvarlığına komşu değilse
yakılabilecekti. Her şey serbestti, yağma hariç.

Nazi provokatörler tarafından kışkırtılan halkın çıkardığı olaylarda, Yahudilere ait dükkânlar yakıldı, onlarca Yahudi öldürüldü. Bu
olay, Yahudi soykırımına giden yoldaki en önemli kilometre taşlarından biri olmuştu.

Çıkan olaylarda Yahudilere ait 7 bin 500 işyeri yerle bir edildi, 250 kadar
sinagog ateşe verildi. Onlarca Yahudi hayatını kaybetti. Olaylar yatıştığında
Yahudi mahallelerinin sokakları, ay ışığının altında parlayan cam kırıklarından
dolayı ışıl ışıldı. Bu olay, tarihe ‘Kristal Gece’ (Kristallnacht) olarak geçti. Tüm
bu hadiselerde başrol oynayansa Hitler’in çekirdek kadrosundan Herman
Göring ve Heinrich Himmler’in kurduğu meşhur Gestapo (Gizli Devlet Polisi,
Geheime Staatspolizei) ve SS’ler (Koruma Timi, Schutzstaffel) idi.
Kristal Gece’nin ertesinde 30 bin Yahudi’nin toplama kamplarına
gönderilmesiyle Naziler, Die Endlösung (Nihai Çözüm) olarak isimlendirdikleri
Soykırım258 (Holocaust) politikasını hayata geçirmiş oluyorlardı…
Naziler ‘evde oturan kadın’ istiyorlardı
Naziler, kadınların çalışma hayatında görünmesine ve feminist hareketlere
karşıydılar. Bunların Yahudilerden kaynaklanan zararlı akımlar olduğuna
inanıyorlardı. Rejim, “Kocam, çocuklarım ve evim, dünyamdır” anlayışını
benimsemiş kadınların yer aldığı ataerkil aileler istiyordu. Hitler, 1930’daki
büyük ekonomik kriz sırasında kadınların hayati işler üstlenerek erkeklerden
uzaklaştığını, üstelik çalışsalar da erkeklerin yarısı kadar kazanabildiklerini
söylüyordu. Ama kadınların maaşına zam yapmak yerine, evde oturmalarını
tercih edecekti.

Nazilerin toplumu yeniden şekillendirme programında başrolü kadınlar oynuyordu. Onlar evde oturacak, ‘saf ve sağlıklı Alman’
çocukları doğuracak ve onları iyi birer Nazi olarak yetiştireceklerdi. Nazi propaganda afişleri Alman kadınlarına sürekli olarak bu
‘görevlerini’ hatırlatıyordu.

Kadınların en fazla, kendilerine uygun dernek işleriyle meşgul olması


isteniyor, Hitlerjugend’in (Hitler Gençliği) çatısı altında örgütlenen Jungmädel
(Genç Kızlar) ve Bund Deutscher Mädel (Alman Kızlar Ligi) gibi oluşumların
faaliyetleriyle Alman kadınlarına Nazi değerleri aşılanıyordu. Reich’ın kadın
politikalarından sorumlu Gertrud Scholtz-Klink, bu konudaki görüşlerini şöyle
özetliyordu: “Kadının görevi, evinin bakanı olmak; uğraşı, hayatının son anına
kadar eşinin ihtiyaçlarını karşılamaktır.”
Nazi mimarisi ve dünya başkenti hayali
Her imparatorlukta olduğu gibi Naziler de kendilerine özgü mimari bir tarz
yaratma yoluna gitmişti. Özellikle Hitler, mimarlık gibi büyük bir sanat dalını,
yakın adamlarından mimar Albert Speer259 aracılığıyla, kişisel rehberliği
altına almıştı. III. Reich’ta mimari, Antik Roma mimarisine göre Neo-Klasik
tarzda biçimlendirildi. Speer, Almanya’ya ait bir tarz oluşturmak için çeşitli
Roma binalarını gözden geçirdi ve bunlardan aldığı ilhamla Nürnberg’deki
devasa miting alanlarıyla Berlin’deki İmparatorluk Merkez Binası’nı inşa etti.
Bütün bunları, tasarlanan ancak hiçbir zaman inşa edilemeyen, Roma’daki
Pantheon’un devasa bir versiyonu (Volkshalle) izleyecekti. Volkshalle
yapılsaydı, Nazizm’in yarı dini merkezi olacak ve Welthauptstadt (Dünya
başkenti) adını alacak Berlin’in sembolü haline gelecekti. Ayrıca Paris’teki
Zafer Takı’ndan defalarca büyük bir yapı da planlanıyordu. Almanya için
düşünülen çok sayıdaki yapı, büyüklükleri nedeniyle hayata geçirilemedi. Bu
projeler için ayrılması planlanan kaynaklar savaş yıllarında kullanıldı.

Naziler, özellikle ideolojik merkezleri olan Nürnberg kentinde düzenledikleri milyonluk geçit törenleriyle ‘ordu-millet’ resimleri
çiziyor, adeta gövde gösterisi yapıyorlardı.

İmparatorluk genişlemeli, o halde haydi savaşa!


Her imparator gibi Hitler de imparatorluğunun sınırlarını genişletmek
peşindeydi. Önce küçük lokmalarla; Almanya’yla tarihi bağları olan ya da
bizzat Almanların yaşadığı yerlerle başladı. Öyle ya, sloganı ‘Tek Millet, Tek
Devlet, Tek Lider!’ değil miydi? Hepsini kendi çatısı altında toplayacaktı,
kararlıydı.
İlk etapta, 1936’da, Versay Antlaşması’yla silahtan arındırılan Ren bölgesini
işgal etti. İki yıl sonra da doğum yeri olan Avusturya’yı ilhak etti. Dünya
kamuoyu, Almanya’nın askeri gücü karşısında korku ve hayranlık arasında bir
yerlerde bocalar ve şaşkınlıkla Nazi rejimini izlerken, Hitler’in bir sonraki
adımı, Çekoslovakya’nın Almanca konuşulan Südetler (Sudentenland) bölgesi
oldu. İlginçtir, tüm bu işgaller (ya da Hitler’in tabiriyle ‘birleşmeler’) tek bir
mermi patlamadan gerçekleşmişti. “Artık ortalık biraz ısınsa fena olmazdı.”
Uzun süren hazırlık döneminin ardından Hitler, düğmeye bastı. Öncelikle
Danzig’deki Alman nüfusun fazlalığını bahane ederek Polonya’yı gözüne
kestirdi. Danzig’in Almanya’ya devredilmesi talebi Polonya tarafından
reddedilince, 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal etti. Hitler tehlikesini nihayet
fark etmiş olan İngiltere ve Fransa, hiç vakit kaybetmeden Almanya’ya savaş
ilan etti. Takvimler 3 Eylül 1939’u gösterdiğinde, zavallı dünyamız bir kez
daha koskoca bir savaşın içine yuvarlanıyordu.
Polonya’nın ardından İsveç’ten Norveç’e kadar uzanan sahillerdeki demir
madenlerini ele geçirmek için Danimarka ve Norveç’e saldıran Naziler, kısa
zamanda bu ikiliyi pes ettirdi. Nazi savaş makinesinin dişlileri arasında ezilen
bir sonraki kurbanlar, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg olacaktı. Buralarda
çok fazla oyalanmadan zafere ulaşan Hitler, Fransa’yı gözüne kestirmişti. Aynı
günlerde, daha sonraları İngiliz Başbakanı Winston Churchill tarafından
mucize olarak anılacak bir gelişme yaşandı: Almanya’nın Benelüks ülkelerine
yönelik saldırısını dizginlemeye çalışan yarım milyonluk Fransız ve İngiliz
ordusu Almanlar tarafından Fransa’nın Dunkirk limanında kıstırıldı. Buna
rağmen Hitler kapana kısılmış düşmanlarının üzerine yürümedi! İngilizler, bu
devasa orduyu dokuz gün içinde gemilerle İngiltere’ye taşıdı. Bu, Nazi
İmparatorluğu’nun hanesine yazılacak en büyük askeri hatalardan biri
olacaktı…
Almanlar, tarihin en büyük kara harekâtı olan Barbarossa Operasyonu’yla Rusya’ya saldırdıklarında, aslında bir bakıma kendi sonlarını
da hazırlıyorlardı. Önce ağır kış şartlarına, ardından da Ruslara yem oldular. Almanları önlerine katıp kovalayan Ruslar, Berlin’e kadar
girdi.

1940 yazında Paris sokaklarında Alman askerleri dolaşıyordu. Hitler,


Fransa’nın yarısından fazlasını işgal etmiş, gözünü Manş’ın karşı kıyısına
dikmişti. İngiltere’yi anlaşma masasına oturmaya zorlamak ve gerekirse istila
etmek için bu ülkeye yönelik büyük bir hava saldırısı başlattı. Başlangıçta
İngiliz hava ve deniz üslerini bombalayan Alman Hava Kuvvetleri, ardından
Hitler’in emriyle, başta Londra olmak üzere büyük şehirlerde yaşayan sivil
halkı hedef almaya başladı. İngiliz uçaklarının direnişi sonucu ağır kayıplara
uğrayan Almanlar başarısız oldu. Bombardımanın askeri hedeflerden sivillere
dönmesi, Hitler’in ikinci hatası olacaktı…
Fransa’nın ardından Balkanlar’ın da istila edilmesiyle, güney ve güney
doğudan gelebilecek bir dizi askeri tehdide karşı önlemini almış olan Hitler,
dikkatini bu kez doğuya, Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Aslında Ağustos 1939’da
Sovyetler Birliği ile bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştı, ama kimin
umurundaydı! Haziran 1941’de Alman panzer birlikleri, Sovyet sınırını geçti.
İkinci Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi, tarihin en büyük kara harekâtı olan
Barbarossa Operasyonu’yla260 açılmıştı.
Üç milyon Alman askeri Leningrad, Moskova ve Kiev’e doğru ilerliyordu.
Almanların birinci amacı, Sovyet ordusunun içerilere doğru çekilmesine fırsat
tanımadan savaşı hemen bitirip Moskova’yı ele geçirmek ve Urallar’ın
arkasındaki sanayi bölgelerini hava harekâtı ile yok etmekti. Stalin, tam da
Hitler’in istediğini yapıp, Almanlara karşı dayanması imkânsız olan ordusunun
geri çekilmesine izin vermedi ve Sovyetlerin milyonlarca kayıp vermesine
neden oldu. Onun hesabı başkaydı. Hitler’i oyalayarak, askerlerinin ağır kış
şartlarının kucağına düşmesini istiyordu.
Alman birlikleri Moskova yolunun üçte ikisini kat etmişti ki Hitler hatalarına
bir yenisini daha ekleyerek, Moskova’ya ilerleyen zırhlı birlikleri Ukrayna’daki
birliklere yardıma gönderdi. Oradaki hatlar kazanılmış, ama altın değerinde 6
hafta kaybedilmişti…
Moskova saldırısı kaldığı yerden devam edecekti, lakin kışın bastırmasıyla
bataklığa dönen Sovyet yolları Alman tanklarını yutmaya başladı. Soğuğa
daha fazla direnemeyen Alman birlikleri Moskova’ya 30 kilometre kala durmak
zorunda kaldı. Birkaç gün sonra Sibirya’dan gelen taze kuvvetlerle
desteklenen Sovyet birlikleri karşı saldırıya geçecek; bu durum, geride
herhangi bir savunma hattı oluşturmayan ve soğuktan donmakta olan
Almanlar için sonun başlangıcı olacaktı. “General Kış”, 130 yıl önce Napolyon’u
avladığı gibi Hitler’i de çaresiz bırakmıştı!

Hitler, intihar etmeden önce, sığınağının kapısında çocuk askerlerini selamlarken görülüyor. Bu, Nazi liderinin canlı görüldüğü son
anlardan biriydi.

Hitler, Moskova’yı almaya çalışırken, 1936’dan bu yana müttefiki olan


Japonların Amerika’ya saldırdığı, dolayısıyla Amerika’nın da savaşa girdiği
haberi geldi. Henüz batıda İngiltere gibi yenilmemiş bir düşman varken ve
aynı esnada Alman birlikleri, Mısır ve Hindistan’a giden yolu açmak için Kuzey
Afrika ve Akdeniz’de çarpışırken, Amerika’ya da savaş ilan edilmesi, Nazi
İmparatorluğu’nun tabutuna çakılan bir başka çivi olacaktı.
İngiltere 1942’de El Alamein’de (Mısır) Almanlara karşı verdiği çöl savaşında
ezici bir zafere ulaştığında, bir kişi hariç Nazi karargâhındaki herkesi endişe
kaplamıştı. Birçok cephede savaşılmasına rağmen zaferden hiç şüphe
duymayan Hitler, bizzat Sovyet liderin adını taşıyan Stalingrad’ın (şimdi
Volvograd) ele geçirilmesi için düğmeye bastı. Lakin Almanlar, 48 saat içinde
4 bin sortiyle bombaladıkları şehri yerle bir etmelerine rağmen, destansı
Stalingrad savunmasını aşamadılar. Hitler için tehlike çanları çalmaya
başlamıştı.
1943’te yoldaşları İtalyanların savaştan çekilmesi ve Müttefiklerin Sicilya’ya
çıkmasıyla Avrupa’daki güney cephesi çöktü. 1944’te Sovyetler doğu
cephesinden karşı saldırıya geçip, aynı anda Müttefikler de batıdan;
Normandiya’dan Avrupa’ya çıkınca Alman birlikleri, kuşatırken kuşatılan
durumuna düştü. Aynı zamanda Müttefikler, Nazi rejimine sınırsız destek
veren halkı cezalandırmak için Alman şehirlerine yönelik amansız bir
bombardımana başladı. Sadece Hamburg’da bir gecede 40 bin kişi öldü.
Hitler, son dakikaya kadar savaşmak taraftarıydı. “ Almanya ya süper güç
olacak ya da hiç olmayacak!” diyordu. Önde gelen Nazi subaylarından bir
kısmı, tüm Almanya yerle bir olmadan Hitler’i durdurmak için çılgın liderlerine
suikast261 düzenleseler de başarısız oldular ve yakalanıp idam edildiler.
Hitler kurtulmuştu, ama Almanya ölüyordu. Ülkede neredeyse taş üzerinde
taş kalmamıştı.
Hitler, 1945’in Ocak ayında ekibiyle birlikte Berlin’deki sığınağına girdi ve
savaşı oradan idare etmeye başladı. Dört bir taraftan kuşatılan Alman
birlikleri, başkente çekiliyor, etraflarındaki çember giderek daralıyordu.
İnsanoğlunun eşine rastlamadığı bir imparatorluğun başkenti olması hayal
edilen Berlin; kanla yıkanıyor, barut soluyor, adeta can çekişiyordu. Devasa
Alman ordusundan geriye, kala kala 12-13 yaşındaki çocuklar kalmış,
Führerlerinin sığınağı etrafında, küçük bedenlerinden büyük silahlarla
imparatorluklarını savunmaya çalışıyorlardı. Ama artık çok geçti…
Saniyede 280 metre süratle yol alan mermi, Hitler’in beynini dağıttığında,
1000 yıl ömür biçtiği imparatorluğu da onunla birlikte, henüz 12 yaşında, son
nefesini veriyordu.
***

198 İlgili ülkelerin tarihlerinde gerçek anlamda bir dönüm noktası olan bu savaş sonucunda İngilizler, 450
denizci kaybetmelerine rağmen hiç gemi zayiatı vermemiş, Fransız ve İspanyollar ise 3 bin 500 dolayında
asker kaybetmişti. Bunun yanı sıra İngilizler, ortak düşman donanmasının 18 gemisini ele geçirip birini
batırırken, 7 bin kişiyi de esir almışlardı. Geri kalan Fransız-İspanyol gemileri de çıkan bir fırtınada batmıştı.
199 Ordunun mevcuduyla ilgili sayılar farklılaşmakla birlikte Rusya seferine çıkan bu gücün o güne kadar
Avrupa’da toplanan en büyük ordu olduğuna inanılır. Ordunun mevcudu için Fransız tarihçi Georges
Lefebvre 600 bin, Napolyon dönemi uzmanı tarihçi Felix Markham 450 bin, İngiliz askeri tarihçi James
Marshall-Cornwall 510 bin, Rus tarihçi Evgenij Viktorovic Tarle 570 bin ve yine Napolyon dönemi
uzmanlarından tarihçi Richard K. Riehn ise 685 bin sayısını vermiştir. Napolyon’un bu orduyu oluşturmak
için İber Yarımadası’ndaki birliklerinden asker çekmesinin sebep olduğu boşluğu iyi değerlendiren İngilizler,
General Wellington komutasındaki birlikleriyle Avrupa içlerine doğru ilerlemeye başlayacak ve Waterloo
Savaşı’nda Napolyon’u tarihe gömecekti.
200 Güney Afrika’da Hollandacayı çağrıştıran Afrikaans dilini konuşan halka verilen isim. Bunlar köken olarak
Hollandalı olmakla birlikte, 1700’lerden itibaren yarı bağımsız bir idare kurmuşlar ve Afrika’yı kendilerine
vatan edinmişlerdi. Bazı kaynaklarda Boer (çiftçi) olarak da geçerler. Zira başlıca geçim kaynakları çiftçilikti.
Hollandalılar, Endonezya’daki sömürgelerine giden yol üzerindeki bu stratejik bölgeye, 1650’lerden itibaren
yerleşmeye başlamış, özellikle Hollanda Doğu Hind Şirketi tarafından gönderilen Kalvinist Protestan
göçmenler, yerli halkı silah zoruyla bölgeden çıkartarak topraklarına el koymuş, halkı da köleleştirmişti.
Beyazların üstünlüğüne dayalı bu yapı, zamanla ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’ne dönüştü.
201 Daha sonradan deneyimlerini kitaplaştıran Afrikanerlerden Anna Steenkamp, İngilizlerin, ‘Tanrı’nın
iradesine aykırı bir şekilde’ siyah köleleri Hıristiyan beyazlarla aynı safa getirmesini hiçbir zaman
hazmedemediklerini’ ve ‘saflıklarını’ muhafaza etmek için Afrika’nın içlerine göç ettiklerini yazıyordu.
202 Büyük Oyun, Rusya ile İngiltere arasında Orta Asya’da cereyan eden hâkimiyet mücadelesini
tanımlamak için kullanılan bir terimdi. 1813 tarihli Rus-İran Antlaşması’ndan 1907 tarihli Anglo-Rus
Konvansiyonu’na dek süren zaman diliminde bu mücadelenin en sıcak dönemi yaşanmış, 1917 Bolşevik
Devrimi’nin ardından daha az yoğunluklu ikinci safhası başlamıştı. Terimin ilk olarak Şirket’in Bengal’deki
istihbarat subaylarından Arthur Conolly tarafından kullanıldığı sanılmakla birlikte, kitlelere mal olması, İngiliz
romancı Rudyard Kipling’in Kim isimli eseriyle gerçekleşmişti.
203 Ruslar; İngilizler rejimi değiştirmeye yanaşmadığı sürece, Afganistan politikasının tamamen İngilizlerin
kontrolü altında olduğunu ve Afganlarla olan tüm ilişkilerini İngilizler üzerinden yürütmeyi kabul ettiler.
İngilizlerse mevcut sınırlara saygı göstermeyi ve Afganistan’ın Rusya’nın topraklarını hedef alan girişimlerini
aktif bir şekilde önlemeyi taahhüt ettiler. Bu arada İran da güneyde İngiliz, kuzeyde Rus etki alanları ve
ikisinin arasında tampon görevi yapacak tarafsız bir bölge olacak şekilde üçe bölünmüştü.
204 İlk Avrupalı yerleşimcilerin kıtaya gelişinden önce Avustralya’da 250 bin ila 1 milyonluk bir nüfus olduğu
tahmin edilmektedir. 1788 yılı ile 1900 yılları arasında yerliler, maruz kaldıkları hastalıklar, topraklarına el
konulması ve kendisini kıtanın efendisi ilan eden beyaz adamdan gördükleri şiddet sonucu nüfuslarının
yaklaşık yüzde 90’ını kaybettiler.
205 Jungle’ın kelime manası orman olsa da günlük dilde ve argoda, içinden çıkılması zor, karmaşık durumları
ya da her şeyin karman çorman olduğu ortamları tanımlamak için de kullanılır.
206 İngiliz ordusunda görev yapan Hintlilere verilen ad.
207 Daha çok İngilizlerin hanesine yazılsa da, özünde, bir araya gelerek direnç oluşturabilecek güç
merkezlerinin politik, askeri ve ekonomik açılardan parçalanarak, söz konusu merkezler üzerinde hâkimiyet
kurulmasına dönük stratejilerin toplamına verilen isim olan ‘böl ve yönet’ politikası, hemen hemen tüm
emperyal güçler tarafından kullanılmıştır. İlk örneğini Romalıların Yahudilere karşı sergilediği bu strateji, ünlü
pragmatist Makyavelli tarafından da şiddetle önerilmiştir.
208 Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Burma olarak bilinen toprakların İngiliz yönetimi altındaki adı.
208 Bugün Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Burma olarak bilinen toprakların İngiliz yönetimi altındaki adı.
209 İngiliz askerleri, İngiliz hükümetinin zorunlu askerlik kanununu ve Birinci Dünya Savaşı masraflarının
karşılanması için üzerlerine yüklenen ağır savaş vergilerini protesto etmek için 13 Nisan 1919’da, Sihler
tarafından kutsal kabul edilen Amritsar kentinde toplanan Hintli milliyetçilere ateş açarak 379’unu öldürdü.
Bu olay, ülkedeki milliyetçi dalgayı kuvvetlendirdi ve özellikle Hind Ulusal Kongre Hareketi’nin lideri Mahatma
Gandhi üzerinde etkili oldu. Savaş sonrasında Hindistan için kısmi bağımsızlık almayı umarak, Birinci Dünya
Savaşı esnasında İngilizleri aktif şekilde destekleyen Gandhi, katliamın ardından ülkesinin tam bağımsızlıktan
başka bir seçenek kabul etmemesi gerektiği fikrine odaklandı. Bu amaca ulaşmak için İngiliz idaresine karşı
sivil itaatsizlik eylemleri başlatacaktı.
210 Öyle ki İngiltere, savaş sonrasında ayağa kalkabilmek için Amerika’dan 3.5 milyar dolarlık bir yardım
almıştı. Bu borcun ödenmesi ancak 2006 yılında sona erdi.
211 İngiliz Milletler Topluluğu; İngiltere, Antigua ve Barbuda, Jamaika, St. Vincent ve Grenadinler,
Avustralya, Kenya, Samoa, Bahamalar, Kiribati, Seyşeller, Bangladeş, Lesoto, Sierra Leone, Barbados,
Malavi, Singapur, Belize, Malezya, Solomon Adaları, Botsvana, Maldivler, Güney Afrika, Brunei Sultanlığı,
Malta, Sri Lanka, Kamerun, Mauritius Adaları, Svaziland, Kanada, Mozambik, Tonga, Kıbrıs Rum Kesimi,
Namibya, Tanzanya, Grenada, Papua Yeni Gine, Vanuatu, Guyana, St. Kitts ve Nevis, Zambiya,
Hindistan, St. Lucia, Pakistan, Trinidad ve Tobago, Dominika, Tuvalu, Yeni Zelanda, Uganda, Gambiya,
Nijerya, Gana, Nauru ve Tanzanya’dan oluşmaktadır. Fiji, ülkede gerçekleşen askeri darbenin ardından
üyelikten çıkarılmıştır. Üyelerden sadece Mozambik, eskiden İngiliz sömürgesi olmadığı halde birliğe
katılmayı istemiştir.
212 Arjantin, 1982’de İspanyol İmparatorluğu dönemine kadar uzanan bir hak iddiasında bulunarak hemen
yanı başındaki Falkland Adaları’nı işgal edince İngiltere, elinde kalan denizaşırı topraklar üzerinde bir güç
testine girişti. Falkland Savaşı sırasında İngilizlerin adayı geri almak için düzenlediği başarılı askeri harekât,
Amerikan basınında “İmparatorluk geri döndü” başlıklarıyla yorumlanmış, İngiltere’nin giderek etkisini
kaybeden dünya gücü statüsü yeniden parlatılmıştı.
213 Eski adı ‘Koloni’ ya da ‘Taç Kolonileri’ olan İngiliz Denizaşırı Toprakları; İngiltere’nin Antarktika’daki
topraklarından, Atlantik Okyanusu’nun güneyinde bulunan Tristan da Cunha, Güney Georgia ve Güney
Sandwich Adaları, Falkland Adaları, Saint Helena ve Ascension Adaları’ndan; Karayiplerde bulunan Virgin
Adaları, Turks and Caicos Adaları, Anguilla, Montserrat, Bermuda, Cayman Adaları’ndan; Cebelitarık
(Akdeniz çıkışında), Chagos Adaları (Hind Okyanusu’nda), Pitcairn Adaları (Güney Pasifik) ve Kıbrıs Rum
Kesimi’nde bulunan İngiliz bağımsız askeri üsleri Akrotiri ve Dhekelia’dan oluşmaktadır. İngiltere Kraliçesi II.
Elizabeth, aynı zamanda bu toprak parçalarının da resmi devlet başkanlığını yürütmektedir.
214 Bu yoğun ilişki, Hindistan’daki İngilizlerin, daha önceki işgalciler gibi Hind toplumu arasında asimile
olmalarını engellemişti. Gelişmiş imkânlarıyla Hindistan’a uzanan işlek bir ulaşım koridoru kuran İngilizler, bu
koridor üzerinden yetişmiş elemanlarını, kurumlarını ve altyapı için gereken malzemeleri taşıyarak Hindistan
içerisinde bir İngiltere daha kurmuşlardı. Yerli halktan kopuk yaşayan İngilizler, bölge kültürü ve inancıyla
hiçbir etkileşime girme gereği görmeden uzun süre ülkeyi yönettiler.
215 Bu ruh halini en iyi yansıtan, İngiliz şair Rudyard Kipling olmuştu. 1899’da kaleme aldığı ‘Beyaz Adamın
Y ükü’ (The White Man’s Burden) isimli şiiriyle bir anda ‘sömürgecilerin vicdanı’ mertebesine ulaşan şair,
özellikle aynı dönemde Filipinleri işgale hazırlanan Amerika’da ses getirmişti. Indiana Senatörü ve önde
gelen Amerikalı emperyalistlerden Albert J. Beveridge, “Tanrı İngilizce konuşan halkları binlerce yıl boş boş
oturup, tefekküre dalsınlar ve övünsünler diye yaratmadı... Bizi yönetmekte mahir kıldı ki vahşi ve bunak
halkları idare edebilelim” diyerek, birçoklarının aklından geçene tercüman oluyordu. 1907’de Kipling’e Nobel
Edebiyat Ödülü’nü takdim eden komite, “Kipling’in emperyalizmi ötekilerin duyarlılıklarına hiçbir önem
vermeyen duygusuz bir emperyalizm değildir” diyerek, “diğerleri dikkate alındığı sürece emperyalizm kötü
bir şey değildir” mesajını veriyordu adeta.
216 19. yüzyılda meydana gelen kıtlıklarda tahminlere göre Hindistan’da 6 milyon, İrlanda’daysa 1 milyon
insan hayatını kaybetmişti. Önde gelen İngiliz gazetecilerinden Johann Hari’ye göre İngiliz idaresindeki
Hindistan’da meydana gelen tüm kıtlıklarda ölenlerin sayısı 29 milyon civarındaydı.
217 Fransız Devrimi sonrasında Hollandalılar, Cumhuriyetçiler ve Meşrutiyetçiler olarak ikiye bölündü. 1794’te
Hollandalı Cumhuriyetçiler, Fransızların yardımıyla Oranje-Nassau Prensi’ni devirerek Batavya
Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak 1806’da Napolyon Bonapart Hollanda’yı ele geçirip kardeşi Louis Bonapart’ı
Hollanda Kralı ilan etti. Fakat yedi yıl sonra, 1813’te Oranje-Nassau Prensi VI. Willem, yönetimi yeniden
ele geçirdi. Hanedanlık o günden bu yana devam ediyor.
218 Endonezya’nın doğusunda yer alan ada takımı. Bölge hindistancevizi ve diğer bitkilerden üretilen
baharatların bolluğu sebebiyle bu isimle anılır. Ekvator üzerinde yer alır. Batıda Celebes (Sulawesi), doğuda
Yeni Guyana, güneyde Timor ve kuzeyde Filipinlere kadar uzanan Pasifik Okyanusu’yla sınırlanır.
219 Brezilya ile Dominik Cumhuriyeti arasına dağılmış; Martinique, Saint Lucia, Saint Vincent, Grenadines ve
Grenada’dan oluşan adacıklar grubu. Geniş kumsalları, korunaklı limanları ve Amerika kıtasına doğru esen
güçlü rüzgârlarıyla, her daim denizcilerin ve korsanların bir numaralı durağı olmuştu.
220 Hollandalı denizci, asker, korsan ve siyaset adamı. Hollanda’nın milli kahramanlarından. Daha çocuk
yaşta gemici olmuş, dünyayı dolaşmıştı. Hollanda donanmasına katılmadan önce iki kez İspanyollara esir
düşmüştü. Matanzas Zaferi’nden sonra “Daha önce iki kez hayatımı tehlikeye attım, ama kimse
varlığımdan bile haberdar değildi. Şimdi hazineyle döndüm, herkes alkışlıyor” dediği rivayet edilir.
221 Hollandalı denizci ve siyaset adamı. İspanyollarla yapılan savaşta sağ ayağını kaybettiği ve tahta bacak
kullandığı için ‘ihtiyar tahta bacak’ lakabıyla anılırdı. New York Valiliği döneminde Wall Street ve Broadway’in
altyapısını tamamlatmıştı.
222 Hollandalıların ve İngilizlerin denizler ve ticaret yolları üzerinde hâkimiyet kurmak için 1652-1784 yılları
arasında Kuzey Denizi, Manş Denizi, Norveç ve İtalya açıklarında yaptıkları 4 bölümlük savaşlar serisi.
Savaşların toplamında 100 savaş gemisi battı, 25 bin denizci hayatını kaybetti. Çarpışmaların çoğundan
galip çıkan Hollandalılar, 1700’lü yılların başına kadar dünya ticaretinde hâkimiyet kurdu.
223 Collier’s Encyclopedia emperyalizm tarihini üçe ayırır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve
imparatorlukların genişlemesini kapsayan evredir; ikincisi coğrafi keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar
devam eden emperyalizmdir, ki Eski Emperyalizm olarak da adlandırılır. Üçüncüsüyse 1880’lerde başlayan
ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına yol açarak Asya ve Afrika’nın paylaşılmasıyla sonuçlanan
Yeni Emperyalizm’dir.
224 Endonezya sınırları içinde bulunan Açe, Sumatra adasının kuzeyindedir. Güney Asya’da İslam’la ilk
tanışan topluluk olan Açelilerin gelenekleri ve dilleri bölge halklarından farklıdır. Bölgede 1514’te Ali Mugayat
Şah tarafından Açe Sultanlığı adında bir İslam devleti kurulmuştu. Bu devlet Osmanlı’yla yakın ilişki içine
girdi. 16. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı padişahına bağlanan sultanlıkta hutbeler Osmanlı Devleti adına
okunur olmuştu.
225 Hollandalı güçlerle Açe’deki İslam sultanlığı arasında gerçekleşen bu savaş sonucu başta Açe olmak
üzere tüm bölge tamamen Hollanda kontrolüne girdi. Savaşta yaklaşık 4 bin Hollandalı ve 25 bin Açeli
Müslüman hayatını kaybetti. İlginçtir, 1949’da bölgeden çekilen Hollanda, Birleşmiş Milletler’in, sömürgeci
güçlerin sömürgeleri üzerindeki haklarını başka bir devlete devredemeyeceklerini öngören tasarısına karşın,
hiçbir halk oylamasına dayanmadan, Açe’nin kontrolünü, yeni kurulmuş olan Endonezya’ya bıraktı.
226 1585–1702 yılları arasındaki dönem Hollanda’da ‘Altın Çağ’ olarak isimlendirilir. Bu dönemde Hollanda
bilim, ticaret ve sanat dallarında dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olmuştu. İspanyollardan kaçan
Kalvinist (Protestan) tüccarlar ve aydınlar, Engizisyon’dan kaçan Sefarad Yahudileri ve Fransa’dan kaçan
Protestan Huguenotlar, o dönem Hollanda’sının zengin ve entelektüel sınıfını oluşturmuştur. Osmanlı
Devleti’nden ithal edilen lalelerin tutkuya dönüşmesi de aynı zamana rastlar. Ünlü Hollandalı ressamlar
Rembrandt ve Rubens de Altın Çağ’ın parlak isimlerindendir.
227 Sovyetler Birliği’nin tarihini anlamak için, öncelikle bu imparatorluğa rengini veren felsefenin temel
kavramlarına açıklık getirmemiz gerekir. Marksizm’e göre hayatın temel dinamiği, toplumu oluşturan sınıflar
arasındaki mücadeledir. Bu mücadelenin sonunda, üretim araçlarının (fabrikalar, şirketler, çiftlikler vb) özel
mülkiyetin elinde olduğu; yatırım, dağıtım, gelir ve kârın piyasadaki arz-talep dengesine göre belirlendiği
Kapitalizm tasfiye edilecek ve işçi sınıfının önderliğinde, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı,
sermaye sahipleriyle işçiler arasındaki eşitsizlik, servet ve refah farklarının ortadan kalktığı, üretim
araçlarının toplumun yararı için devletin (işçi/emekçi diktatörlüğünün) kontrolünde olduğu bir düzen
kurulacaktır. Bu düzenin, yani Sosyalizm’in bir sonraki safhası, diğer bir deyişle, tarihin ulaşacağı en son
nokta Komünizm’dir. Yani toplumun her anlamda eşit, özgür ve sınıfsız olduğu bir düzen.
228 Rejimi hedef alan grevler, siyasi terör, işçi ve çiftçi ayaklanmaları sonucu meydana gelen ve Çar’ın
otoritesinin az da olsa sınırlanmasıyla neticelenen değişimler. Olaylar sonucunda çok partili sisteme geçildi,
Duma olarak bilinen meclis kuruldu ve 1906’da ülkenin ilk anayasası kabul edildi.
229 İşçi sınıfının haklarının iyileştirilmesi için Çar II. Nikolay’a dilekçe vermek üzere saraya yürüyen grevci
işçilerin, imparatorluk muhafızları tarafından silah zoruyla dağıtılması sonucu çıkan olaylara verilen isim.
Olaylarda Çarlık kayıtlarına göre 100, Çar karşıtlarına göre 4 bin, tarafsız gözlemcilere göreyse de bin kişi
ölmüştü.
230 1905 Devrimi sırasında kurulan ve Sovyetler Birliği’nin siyasal temelini oluşturan konseylere verilen isim.
1917 Devrimi’nin ardından işçi, köylü ve asker sovyetleri kuruldu. Bolşeviklere göre sovyetler, devrimci
gücün çekirdeğiydi.
231 Ekim Devrimi’nin lideri, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ilk başkanı Lenin’in en büyük hedefi, işçi
sınıfına dayalı bir dünya devrimi gerçekleştirip sınıfsız bir topluma ulaşmaktı. Marksizm’in yeni olgular ve
yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda yeniden üretilmesi gereğine dayanan, özünde politik ve ekonomik
bir teori olan Leninizm’in de fikir babasıdır. Gizli servis Çeka’nın ve kitle terörünün hararetli
savunucularından biriydi. Bir suikast girişiminde boynuna yediği kurşunla yatalak oldu ve bir süre sonra da
öldü. Hayatının son dönemlerinde Stalin ile ters düşmesine ve geride kalanları Stalin’in niyetleri hakkında
uyarmasına rağmen, ölümünün ardından Stalin’in devrimi kutsamaya dönük bilinçli politikalarıyla putlaştırıldı,
ülkenin dört bir yanı heykelleriyle kaplandı. Mumyalanmış cesedi halen Moskova Kızıl Meydan’daki
mozolesinde sergileniyor.
232 Komünizm’in el kitabı kabul edilen ve Alman filozof Frederick Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist
Manifesto’nun giriş cümlesindeki “Tarih, sınıf savaşlarının toplamından başka bir şey değildir” analiziyle
kitlelere mal oldu. Kapitalist sistemin kendi iç dinamikleri sonucu çökeceğini ve yerini sınıfsız bir toplum olan
komünizme bırakacağını savundu.
233 Kızıl Ordu’nun kurucusu ve ilk komutanı Troçki, Lenin’in ardından ikinci adam oldu. Ancak Stalin’le girdiği
liderlik mücadelesini kaybedince Meksika’ya sürgüne yollandı ve orada -muhtemelen Stalin’in emriyle KGB
ajanlarınca- öldürüldü. Maoist ve Stalinist görüşlere karşı en sıkı muhalefeti yapan Troçki, sürgün hayatının
bir kısmını 1929-33 yılları arasında İstanbul Büyükada’da geçirmişti.
234 Beyaz kuvvetler birbirlerinden dağınık halde savaşıyorlardı. Troçki, askeri dehasıyla her birini tek tek
mağlup etti. İç savaş esnasında komünistler fabrikaları, köylüleri ve işçileri askeri disiplinle mobilize etmiş,
grevler yasaklanmış, orduya zorla kaynak aktarılması sağlanmıştı. Kızıllar iletişim ve ulaşım hatlarını da ele
geçirmişti. Üstelik Rusların çoğu o dönemde komünistti ve daha iyi bir dünya için savaştıklarına inanmaları,
onları daha da motive etmişti. Beyazların safındaki yabancı güçler de Kızıllardaki “Vatanı dış güçlere karşı
savunuyoruz” düşüncesini pekiştiriyordu. Ve tabii ki Kızılların gizli servisi, KGB’nin atası Çeka 7 bin Beyaz’ı
öldürerek estirdiği terörle iç savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştı.
235 1918-1922 tarihleri arasında Çeka ile Bolşevik Askeri İstihbarat Örgütü (GRU) tarafından ‘halkın’ ve
‘devrimin’ düşmanları olduğu iddia edilen muhaliflere karşı estirilen terör dalgası. Lenin’in ‘terörsüz devrim
olmaz’ ilkesinden ilham alan kampanyada 200 bine yakın muhalif öldürüldü.
236 Bolşevikler, Çar hayatta olduğu sürece devrimin tehlikede olduğunu düşünüyorlardı. İç savaş patlak
verince monarşi taraftarlarının karşı devrim yapacağı korkusuyla, Ekaterinburg’da gözetim altında tutulan
Çar II. Nikolay ve karısı Alexandra’yı beş çocukları, üç hizmetçileri ve bir doktorlarıyla birlikte 1918’in 17
Temmuz gecesi Lenin’in emriyle katlettiler. Cesetler tanınmamaları için yüzlerine asit döküldükten sonra
yakınlarda bir mezara gömüldü. Çar ailesinin izleri tamamen silindi. 1991’de mezar bulundu ve aileden
geriye kalanlar çıkarıldı. 1998’de de ailenin itibarı iade edildi.
237 Bir kunduracının oğluydu. Papaz okulunda okurken, okuldan kaçıp devrimci harekete katılmıştı. Rus
Devrimi’nin en önde gelen isimlerinden biri oldu. Lenin sürgündeyken hareketin yükünü omuzlarına aldı.
Terör kampanyalarının, çalışma kamplarının ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da komünist
rejimlerin kurulmasının mimarı oldu. 31 yıl SSCB’nin liderliğini yürüttü. Halefi Kruşçev ve son Genel Sekreter
Gorbaçov tarafından insanlığa karşı suç işlemekle itham edildi ve Sovyet deneyiminin başarısızlığının baş
aktörü olarak gösterildi.
238 Stalin’in emriyle 1936-38 yılları arasında başta parti üyeleri, çiftçiler ve askerler olmak üzere toplumun
her kesimindeki istenmeyen kişilere yönelen terör dalgası. Bazı Rus yazarları tarafından ‘Sovyet Soykırımı’
olarak da isimlendirilen kampanya boyunca sayıları 600 bin ile 2 milyon arasında değişen kişinin öldürüldüğü
tahmin edilir.
239 Stalin’in hayatı ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaptıklarıyla ilgili daha geniş bilgiyi serinin ‘Tarihi Değiştiren
Askerler’ isimli kitabında, “Dünyayı ‘Özgürleştiren’ Kızıl Diktatör: Josef Stalin” başlığı altında bulabilirsiniz.
240 Doğu Alman vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman Meclisi’nin kararı ile
13 Ağustos 1961’de yapımına başlanan duvar 46 km uzunluğundaydı. Doğu Avrupa’yı etkisi altına alan
özgürlük rüzgârı sonucu 9 Kasım 1989’da yıkıldı.
241 İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Stalin, küstah bir dille Boğazlarda bir üssün yanı sıra Kars ve
Ardahan’ın da kendilerine verilmesini talep edince Türkiye, Batı Bloğu’na yaklaşmak zorunda kalmıştı.
NATO’ya katılmak için iki kez başvuruda bulunan Türkiye; Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda ve
İngiltere gibi NATO üyelerinin ‘Sovyetleri kızdırırız’ endişesiyle itirazı üzerine başlangıçta geri çevrildi!
Türkiye, 1951’de, Kore Savaşı’na katılma kararı alınca birliğe davet edildi.
242 İki komünist ülke 1950’lere kadar gayet sıcak ilişkiler yürütmüştü. 1956’dan itibaren ilişkiler soğumaya
başladı, 60’ların başında restleşmeye kadar vardı ve 80’lere kadar bu şekilde devam etti. İhtilafın
temelinde Sovyetler’in Küba Krizi’nde Amerika ile uzlaşması ve iki ülkenin komünizmi farklı şekillerde
yorumlaması yatıyordu. Birçoklarına göre, bu iki devin tam anlamıyla bir araya gelmemesi, Tanrı’nın Batı
Bloğu’na bir lütfuydu!
243 Terör Dengesi ya da Karşılıklı Mahvolma Politikası olarak da bilinir. Nükleer güce sahip devletler arasında
patlak verecek olası bir nükleer savaşın, tarafları topyekûn yok edebileceği korkusundan kaynaklanan
dengedir. Bir yandan nükleer savaşı önlerken, diğer yandan, nükleer silahlanma yarışını tetiklemiştir.
Taraflar, ilk vuruşta karşı tarafın tüm nükleer silah kapasitesini imha edebilme düşüncesiyle, sürekli yeni
füzeler ve savaş başlıkları üretme yoluna gitmiştir.
244 On beşinde fabrika ve madenlerde çalışmaya başlamış, 1917 Devrimi’nden önce işçi teşkilatlarında
görev almış, 1918’de Komünist Parti’ye üye olmuştu. Stalingrad Savaşı’na katılıp zamanla parti içinde
sivrildi. Nükleer silahlara ağırlık verdi. Sovyet vatandaşlarına yurtdışında tatil yapma iznini ilk o tanıdı. Batı’ya
karşı izlediği gevşek politikalardan dolayı sertlik yanlısı komünistler tarafından hiç sevilmedi. Sağlığı gerekçe
gösterilerek görevinden uzaklaştırıldı. Son yıllarında izole bir hayat sürdü ve 1971’de öldüğünde devlet
töreni yapılmadan gömüldü.
245 İlki 1919’da Çeka tarafından açılan çalışma kamplarına verilen isim. Başta Sibirya’da olmak üzere
çoğunlukla ülkenin kuzeyinde bulunuyorlardı. Adi suçluların yanı sıra özellikle Stalin döneminde milyonlarca
rejim muhalifi de bu kamplara tıkıldı. İlk aylarda ölüm oranı yüzde 80’lere kadar varıyordu. Buralardaki
milyonlarca işçi, madenlerde, ormanlarda ve ülkenin akla gelen her devasa projesinde, neredeyse ölene
kadar çalıştırılıyordu. Kendisi de bir Gulag mahkûmu olan Nobel Edebiyat Ödüllü muhalif Rus yazarı
Alexander Soljenitsin, burada yaşadıklarını ‘Arhipelag Gulag’ (Gulag Takımadaları) isimli eserinde anlatmıştı.
Gulaglar, sayıları giderek azalsa da Sovyetler Birliği dağılana kadar faaliyetlerine devam etti.
246 Amerika, sadece insanoğlunu Ay’a götüren Apollo projesi için 30 milyar dolar harcamıştı! Diğer projeler
de göz önüne alındığında bu işe harcanan para 500 milyar dolara yaklaşıyordu. Ruslar bu yarışı 80’lerin
ortasına kadar sürdürebildi. Öyle ki Amerikalıların uzay mekiğini model alarak yaptıkları kendi uzay mekikleri
Buran’ı, sadece bir kez, 1988’de uzaya gönderebilmişlerdi. Mekik daha sonra bakımsızlıktan hangarda
çürüdü ve proje 1993’te iptal edildi.
247 Stalin’den sonra en uzun süre iktidarda kalan Sovyet Lideri. 1968’deki Prag Baharı’nı bastırdıktan sonra
komünist ülkelerin sadece sınırlı bir egemenlik hakkına sahip olduklarını ve eğer sosyalizm tehlikedeyse
Moskova’nın müdahale etmekle yükümlü olduğunu söyleyerek ‘Brejnev Doktrini’ olarak anılacak bu
politikayı hayata geçirdi. Amerikan Başkanları Nixon ve Ford ile nükleer silahların sınırlandırılmasını öngören
bir dizi anlaşmayı imzaladı. Alexander Soljenitsin gibi muhalifleri vatandaşlıktan çıkartarak Batı’ya sürdü.
Sanayi ve tarımdaki duraklama onun döneminde başladı. 1982’de Moskova’da öldü.
248 Savaşta 15 bin Rus askerinin yanı sıra bir milyona yakın sivil hayatını kaybetti. Rusya, kendi açısından
hayati önem taşıyan petrol gelirlerini bu savaş için harcayınca ülke ekonomisi krize girdi ve çöküş başladı.
249 Su mühendisiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı çeşitli gerilla direnişleri örgütlemişti. 1954’te
249 Su mühendisiydi. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı çeşitli gerilla direnişleri örgütlemişti. 1954’te
Macaristan’da büyükelçiydi. Bu ülkedeki ayaklanmanın acımasızca bastırılmasında kilit rol oynadı. Uzun
süre başında bulunduğu Rus Gizli Servisi KGB, en saldırgan ve etkili dönemini onun liderliğinde yaşadı.
Servisin çehresini baştan aşağı değiştirdi. Suikast tekniklerinden ajanların elbiselerine varıncaya kadar her
ayrıntıyla ilgilendi. Gorbaçov’daki cevheri ilk keşfeden de o olmuş, önünü açmıştı.
250 En geç yaşta (73) göreve gelen Sovyet lideriydi. İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan ender parti
kurmaylarındandı. Romanya’nın komünist rejime geçmesinde önemli rol oynamıştı. Silik şahsiyetinden
dolayı hep ikinci planda kaldı. Öyle ki kimi iddialara göre Brejnev kendisinden ‘not defterim’ diye
bahsederdi. Batı ile ilişkilerde en katı tutumu takınan Genel Sekreter o oldu. Sadece bir yıl görevde
kalabildi.
251 Ailesi çiftçiydi. Kendisi inşaat mühendisi oldu. Parti içinde hızla yükseldi. Siyaset ve ekonomide
çoğulculuğu savundu. Gorbaçov aleyhindeki darbeye karşı çıkınca bir anda tüm dünyanın gözdesi haline
geldi. SSCB’nin son demlerini yaşadığı günlerdeki siyasi manevralarıyla Gorbaçov’u ekarte etti, Komünist
Parti’yi yasakladı ve bağımsızlığını ilan eden Rusya’nın Devlet Başkanı oldu. 1993 yılında reform girişimlerini
engellemeye çalışan parlamentoyu tanklarla bombalattı. 1990’lı yıllarda giriştiği hızlı özelleştirmeler, henüz
piyasa ekonomisine hazır olmayan Rusya’yı şok etti, ekonomi dibe vurdu. 1994’te Çeçenistan’ı işgal
ederek özerkliğini sınırlandırdı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) 1999’da düzenlenen İstanbul
Zirvesi’nde dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ile tartışıp, Türkiye’yi de üstü kapalı olarak Çeçen militanlara
destek vermekle suçlamış ve zirveyi terk edip ülkesine dönmüştü. Kamuoyundaki popülaritesi azalıp
iktidarı sorgulanınca eski KGB ajanı Vladimir Putin’i Başbakanlığa getirdi. 1999’da istifa edince, anayasa
gereği yerine Putin geçti. İçkiyle arası iyi olan Yeltsin, özellikle sarhoş katıldığı toplantılarda yaptığı gaflarla
uluslararası skandallara imza atmıştı. 2007’de hayatını kaybetti.
252 Stratejik Savunma Girişimi (Strategic Defense Initiative) olarak da bilinen bu proje, 80’lerde, kendisini,
‘Şeytan İmparatorluğu’ olarak isimlendirdiği SSCB’yi yıkmaya adamış olan ABD Başkanı Ronald Reagan’ın
fikriydi. Buna göre Sovyetlerin kıtalararası balistik füzeleri, uydular tarafından kontrol edilen lazer ışınlarıyla
Amerikan topraklarına ulaşmadan yok edilecekti. Sovyetler, o ana kadar Amerika’nın her silahlanma
atağına benzer bir projeyle karşılık vermişti ama, oldukça maliyetli bir iş olan Yıldız Savaşları, sonradan
itiraf edecekleri üzere, nefeslerini kesecekti.
253 Komünist Parti’nin politikaları belirleyen en üst karar organı olan Politbüro’nun gizli belgelerine göre KGB
Başkanı Yuri Andropov, petrol fiyatlarının dibi gördüğü bu dönemde, KGB ajanlarına, Arap teröristlerle
bağlantı kurmaları emrini vermişti. Plana göre teröristler, petrol yataklarını bombalayacak, üretim azalınca
fiyatlar da otomatik olarak yükselecekti!
254 Nazi Partisi’nin kısaca SA olarak bilinen paramiliter organı. Üniformalarından dolayı Kahverengi Gömlekliler
olarak da isimlendirilirlerdi. 1921’de asker/politikacı Ernst Röhm tarafından kurulmuştu. Başlangıçta parti için
gösteriler organize eden gençlik kolları işlevi görürken, zamanla etkisini arttırdı. Naziler 1933’te iktidara
geldiğinde, sayıları yarım milyona ulaşmıştı ve kendilerini orduya alternatif görüyorlardı.
255 Tam adı Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich (İmparatorluğun ve Halkın Sıkıntısını
Ortadan Kaldırma Kanunu) olan bu kararnameyle parlamentonun tüm yetkisi, 4 yıllığına kabineye, diğer
bir deyişle Hitler’e devredilmiş oluyordu. Oylama esnasında Parlamento Başkanı olan, Hitler’in has
adamlarından Herman Göring, oylamayı boykot etmek isteyen sosyal demokratların önünü kesmek için
içtüzüğü değiştirmişti. Kararname 1937 ve 1939’da süreli, 1943’teyse ‘Hitler’in emriyle’ sınırsız olarak
uzatıldı.
256 Almancada ‘rehber’ manasına gelir. Hitler, kendisine bu ismi taktıktan sonra, tüm Almanları bir çatı
altında toplamayı hedef alan ve “Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer!” (Tek Millet, Tek Devlet, Tek Rehber!)
sloganı ile tarihe mal ettiği politikasını hayata geçirmeye soyunacaktı.
257 Reich, Almancada ‘krallık, imparatorluk’ manasına gelir. 843 yılında kurulan ve 1806 yılında yıkılan, Batı
Roma İmparatorluğu’nun mirasını devraldığı söylenen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu I. Reich olarak
kabul edilir. Otto von Bismarck’ın 1871’de Alman İmparatoru olarak taç giymesiyle başlayan ve son
krallığını II. Wilhelm’in yaptığı Prusya önderliğindeki Alman İmparatorluğu (Birinci Dünya Savaşı sonunda
yenilen) ise II. Reich’dır. III. Reich da Hitler’in ilan ettiği şekliyle, Nasyonal Sosyalist Alman
İmparatorluğu’dur.
258 Soykırım 6 milyon Yahudi’nin hayatına mal oldu. Ayrıca Çingeneler, Polonyalılar, Slavlar, dindarlar,
homoseksüeller, entelektüeller ve zihinsel özürlülere varıncaya kadar onlarca farklı etnik, dini veya sosyal
grup da soykırımdan payını aldı. Kurbanlar önce gettolara, ardından da Nazi işgali altındaki Avrupa
ülkelerine yayılan 250 kadar toplama kampına tıkıldı, zorla çalıştırıldı, üzerlerinde akıl almaz deneyler yapıldı
ve nihai aşamada da ‘gazlanarak’ öldürüldü. Gaz odalarından çıkarılan cesetler, fırınlarda yakılarak imha
edildi. Soykırımla ilgili daha fazla bilgiyi, “Tarihi Değiştiren Olaylar” isimli kitabın “Yahudi Soykırımı ve
Nürnberg Mahkemeleri” başlığı altında bulabilirsiniz.
259 Nazi olması, olağanüstü bir mimar olduğu gerçeğini değiştirmedi. Bu özelliğiyle kısa zamanda Hitler’in
gözdesi haline geldi. Nazi mimarisinin motoru olmasının yanı sıra İkinci Dünya Savaşı boyunca Alman
Silahlanma Bakanı olarak görev yaptı. Almanya müttefik bombardımanı altındayken, silah fabrikalarını
yeraltına taşıyarak silah üretimini iki katına çıkarmayı başardı! Pişmanlık belirten ilk Nazi yetkilisiydi. Savaşın
ardından 20 yıl hapis yattı, bu zaman zarfında yazdığı “Inside the Third Reich” (III. Reich’ın İçinden) ve
“Spandau: The Secret Diaries” (Spandau: Gizli Günlükler) başlıklı kitaplarıyla hem Hitler’le olan ilişkisini
deşifre etti hem de geçmişiyle hesaplaştı. Soykırım’daki rolü hiçbir zaman tam olarak tespit edilemeyen
Speer, 1981’de Londra’da öldü.
260 Almanlar, III. Haçlı Seferi komutanlarından Kutsal Roma İmparatoru Frederick Barbarossa’dan
hareketle, operasyona Barbarossa (Unternehmen Barbarossa) adını vermişlerdi. Bir yıl süren
operasyonda yaklaşık 4.5 milyon İttifak kuvveti Rusya’ya girmiş, bu harekât, tarihin gördüğü en büyük
kara savaşı olarak kayıtlara geçmişti. Operasyon aslında 15 Mayıs’ta başlayacaktı ama Hitler,
Yugoslavya’daki Nazi karşıtı darbeyi ve Mussolini’nin Arnavutluk işgaline karşı harekete geçen Yunanlıları
bastırmak için oyalandı. Operasyonda destansı bir direniş gösterip ardında da karşı saldırıya geçerek
Nazileri çökerten Sovyetler, bu direnişi ‘Büyük Vatanseverlik Savaşı’ olarak isimlendirdi. Stalin, tüm
dünyanın gözünde bir kahraman oldu.
261 Tarihe 20 Temmuz Komplosu olarak geçen bu olayda Hitler, Alman subaylarından Albay Claus von
Stauffenberg’in düzenlediği bombalı suikasttan hafif yaralı olarak kurtulmuş, olayın hemen akabinde
Stauffenberg ve ekibi idam edilmişti. İlginçtir, bu, Stauffenberg’in Hitler’e dönük üçüncü suikast girişimiydi.
Önceki ikisi değişik sebeplerden dolayı başarısız olmuştu. Nazi liderine 1939-1945 yılları arasında, çoğu
Alman subayları tarafından gerçekleştirilen 17 suikast girişiminde bulunuldu.
Alman halkı neden rejimi destekledi?
Naziler tarihe karışalı yarım asırdan fazla zaman geçti. Ama sorulan soru hiç
değişmedi: Nasıl olmuştu da koskoca bir ulus, üstelik eğitimli bir halk, böylesi
akıl dışı bir rejimi desteklemişti? Belki de bu sorunun cevabı, Birinci Dünya
Savaşı sonunda İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan ve akıl almaz
şartlarıyla Almanları utanca boğan Versay Antlaşması’nda yatıyordu.
Almanların, imzalanmasını ‘ihanet’ addettikleri bu antlaşma sonucu
Bismarck’ın kurduğu Almanya yıkılmış, yeni bir Avrupa düzeni kurulmuş ve
Almanya, topraklarının bir kısmını Fransa, Belçika, Litvanya, Polonya ve
Çekoslavakya’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Bununla da yetinilmemiş,
Almanya’nın Çin’deki hakları ve Büyük Okyanus’taki adaları Japonya’ya
devredilmişti. Yine bu çerçevede Almanya, her zaman kendinden bir parça
olarak gördüğü Avusturya ile birleşmemeyi de taahhüt etmişti. Versay ayrıca,
Almanya’da zorunlu askerliği kaldırmış; orduyu 100 bin kişiyle sınırlamış;
denizaltı, uçak ve tank yapılmasını, silah alışverişini yasaklamış ve Alman
donanmasını İtilaf Devletleri’ne teslim etmişti. Üstelik Almanya’nın savaş
tazminatı olarak 226 milyar Reichmark (günümüz parasıyla 33 milyar dolar)
ödemesine karar verilmişti ki tüm bu siyasi ve ekonomik yükün sonucunda
Almanya sokaklarında açlıktan ölenler görülmeye başlanacaktı. İşte Hitler,
böyle bir Almanya’da; hayatta kalma dürtüsünün akla baskın çıktığı bir
ortamda sahne almış ve kitleleri milliyetçi duygular etrafında toplamayı
başarmıştı.
Adolf Hitler’in en çok ses getiren icraatlarından biri de ülkeyi baştan başa saracak olan otoban zincirine start vermek olmuştu.
Hitler 23 Eylül 1933’te Frankfurt am Main-Darmstadt otobanının temelini atarken, Nazi Partisi, otoban seferberliğini propaganda
posterlerine taşımakta gecikmemişti.

Naziler, tarihe Yahudi Soykırımı ile geçerek lanetlenmiş olsalar da savaş


öncesindeki palazlanma döneminde gerçekten de şaşırtıcı işler yapmışlardı.
Götz Aly gibi akademisyenler, Nazi rejiminin kazandığı kitle desteğinde, geniş
çaplı sosyal refah programlarının rol oynadığına vurgu yaparlar ve haksız da
sayılmazlar. Rejim, toplumdaki birlik beraberlik duygusunu beslemek için
Alman işçi sınıfına festival, tatil, gezi, sinema gibi imkânlar sunuyor, Nazi
Partisi gençlik kolları tarafından büyük şenlikler düzenleniyordu.
Rejimin diğer bir albenisiyse mimari projelerdi. 1933-36 yılları arasındaki
otoban seferberliği, sadece ülkenin değil, dünyanın ilk ulusal karayolu
sistemini kurdu. Almanya bu yıllarda inşaat, otomobil üretimi ve işsizlikle
mücadele gibi konularda Amerika’yı geride bırakmıştı.
Sigara karşıtı ilk kampanyayı başlatanlar da Nazilerdi. Alman bilim adamları
sigaranın kansere yol açtığını kanıtlamışlardı. Ancak Almanların sigaranın
tehlikeleri konusundaki başarılı araştırmaları savaşın gölgesinde kalıp
unutuldu. Tütünün insan sağlığına verdiği zarar, 1950’li yıllarda Amerikalı ve
İngiliz bilim adamları tarafından yeniden keşfedildi ve 1960’larda tüm
dünyada bu konuda bir konsensüse ulaşıldı. Asbestin insan sağlığına zararını
ilk ortaya koyanlar da Alman doktorlardı. Su kaynaklarının temizlenmesi,
fabrikaların içme suyu kaynaklarından uzaklaştırılması, kadınların göğüs
kanseri riskine karşı tedavi görmesi gibi ‘bugünün meseleleri’ daha o zamanlar
Naziler tarafından uygulanan genel halk sağlığı kampanyasının parçalarıydı.
Bu arada, hazır Alman bilim adamlarından bahsetmişken, uzay çalışmalarının
temelini atanların da -başta Dr. Wernher von Braun olmak üzere-
Almanya’dan Amerika’ya kaçan bilim adamları olduğunu hatırlatmakta fayda
var.
Nazilere verilen desteğin önemli sebeplerinden biri de ekonomiydi. Her
millet gibi Almanlar da ekonomik güvenliklerine öncelik veriyordu ve Naziler o
dönemde tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz ve işsizliği cepheden
karşılamıştı. Devlet eliyle yapılan yatırımlarla, yüzde 30’a vurmuş işsizliği
keskin bir şekilde düşürmeyi başarmışlardı. Nazi Almanyası’nda Merkez
Bankası Başkanlığı ve Maliye Bakanlığı gibi görevlerde bulunmuş olan kamu
maliyecisi Hjalmar Schacht, ülkede yıllardır hüküm süren enflasyonu kısa
sürede bitirmiş ve devlet girişimciliği çerçevesinde bir sanayileşme planı
hazırlamıştı. Tabii ki bu sanayileşmenin belkemiğini silah fabrikaları
oluşturuyordu!
Diğer taraftan, seferberlik ruhunun bir başka ürünü olan ‘Reich İşgücü
H i z m e t i ’ (Reichsarbeitsdienst) programı da ülkeyi bir otoyol ağının
sarmasında, yeraltı sığınakları ve hastaneler inşa edilmesinde, kısacası
Almanya’nın bütün Avrupa’nın en zengin ülkesi olmasında büyük rol oynamıştı.
Yeri gelmişken, bu ‘Almanya İçin Fabrikalara!’ döneminde işçi sendikaları ve
grev hakkı gibi meselelerin -tahmin edeceğiniz gibi- rafa kaldırılmış olduğunu
da ekleyelim.
Bu aşamada, “İyi güzel de dünyayı kana boğan ve akıl almaz dramlara imza
atan bir rejimi sadece otoban, festivaller ya da eve götürülen ekmekle
açıklamak mümkün mü?” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, mümkün değil.
Bunlar sadece tali faktörlerdi. Meselenin bamteli, Nazilerin, propaganda
sanatını büyüleyici bir şekilde kullanarak neredeyse tüm Almanları hipnotize
edebilmiş olsaydı!
Goebbels’in propaganda makinesi
Propaganda sanatı, Nazi Almanyası’nın ellerinde, tabir yerindeyse, sapıklık
seviyesine ulaşmıştı. Hitler, iyi propagandanın önemini kavramış ve rejimin
önde gelen isimlerinden Joseph Goebbels’i262 Halkı Aydınlatma ve
Propaganda Bakanı olarak atamıştı.
Goebbels’in iki görevi vardı: İlki, Almanya’daki hiç kimse Nazi Partisi
aleyhinde bir şey duymayacak, görmeyecek ve okumayacaktı. İkincisi,
Almanya’daki herkesin Nazi Partisi’nin mesajlarını duyması için eldeki tüm
imkânlar kullanılacaktı. Bu doğrultuda Goebbels, SS, Gestapo ve Albert Speer
ile birlikte çalıştı. İstihbarat ve polis, Nazi aleyhtarı yayın yapanlara göz
açtırmazken, Speer de propaganda ürünlerinin kamuya açık yerlerde en etkin
şekilde sergilenmesi için mimarlık yeteneğini konuşturuyordu. Goebbels,
ülkedeki herkesin ‘uygun eğitimden’ geçmesini garanti etmek adına Reich
Ticaret Odası’nı kurmuştu. Her kim ki edebiyat, sanat, radyo, film, müzik ya
da gazete yoluyla bir şeyler üretecekti, ticaret odasına üye olmak zorundaydı.
Tabii ki üyeliğin yolu, partiye akredite olmaktan geçiyordu. Böylelikle sansür
sistemi kurumsallaşmıştı.

“Bir yalanı ne kadar sık tekrarlarsanız, kitleler o kadar daha çok inanır” vecizesinin müellifi Nazi Propaganda Bakanı Joseph
Goebbels, inanılmaz telkin ve hitabet yeteneğiyle Almanları, Yahudi soykırımına giden yolda tepkisiz, dilsiz ve itaatkâr hale
getirmişti.

Hitler’in Almanya’da tek adamlığını ilan etmesiyle birlikte Goebbels de


faaliyetlerini hızlandırdı. Meşhur kitap yakma seansları onun fikriydi. Hitler
Gençliği (Hitlerjugend) mensupları kütüphaneleri yağmalayarak ‘zararlı’
kitapları yakıyordu. Alman yazar Brecht o zamanlar “Kim ki kitapları yakar, bir
gün gelir insanları da yakar” diyerek, sanki olacakları öngörmüştü.
Filmler de filtreden geçiriliyordu. Çekimlere sınırlama getirilmişti. Halk
sadece Yahudilerin “kötülüğünü”, Hitler’in “mükemmelliğini”, ideal bir Nazi’nin
yaşam tarzının nasıl olması gerektiğini ele alan filmleri izleyebiliyordu. Savaşa
doğru bunlara diğer ülkelerde yaşayan Almanların nasıl perişan halde
olduğunu konu edinenler de eklendi. Bu arada Tarzan filmleri, Jane
karakterinin orman şartlarında giymek zorunda olduğu elbiselerin Alman
kadınlarına kötü örnek olacağı gerekçesiyle yasaklanmış; yine Alman
donanmasını yere göğe sığdıramayan bir film, bir sahnedeki sarhoş Alman
askerinden dolayı gösterimden kaldırılmıştı! Bununla birlikte sadece politik
içerikli filmler çekilmiyordu. Goebbels, Almanya’ya daha sempatik bir imaj
vereceği düşüncesiyle komedi filmlerinin çekilmesini de emretmişti.

Bir korku imparatorluğu yaratan Hitler, adeta ‘tek adamlığın’ kitabını yazıyor, milyonları peşinden sürüklüyordu. Takipçileri felakete
sürüklendiklerini anladıklarında iş işten geçmişti.

Hitler’in konuşmalarını herkesin duymasını garanti altına almak isteyen


Propaganda Bakanı, ‘halkın alıcısı’ ismini verdiği ucuz bir radyo modeli
üretilmesini sağlamış, bununla da yetinmemiş, Führer’in her yerden
duyulabilmesi için tüm büyük sokaklara hoparlörler yerleştirtmişti. Kafeler ve
benzeri mekânlar, Führer’in konuşmalarını yayınlamak zorundaydı.

Nürnberg’de düzenlenen ışık gösterileri ve gece mitingleri tüm dünyaya Nazilerin gücünü göstermeyi hedefliyordu.

Goebbels propaganda becerisini en çarpıcı şekilde, Nürnberg’de geceleri


düzenlenen parti mitinglerinde gözler önüne seriyordu. Speer ile organize
ettikleri bu mitinglerde, yine Speer tarafından inşa edilen 400 bin kişilik
arenada, eşsiz ışık oyunları eşliğinde tüm dünyaya Nazilerin gücü sergileniyor;
devasa arenayı çevreleyen 150 kadar projektör, gökyüzünü aydınlatıyordu.
İngiliz siyasetçi Sir Neville Henderson bile 100 km öteden görülebilen bu
ışıklardan etkilenmiş, arenayı ‘adeta bir ışık katedrali’ şeklinde tanımlamaktan
kendini alamamıştı. Bu tür kitlesel ve coşkulu stadyum mitingleriyle ‘birlik ve
beraberlik’ havası yaygınlaştırılıyor, gençlerin sergilediği jimnastik
gösterileriyle ‘genç, sağlıklı ve atletik Alman ırkı’ imajı zihinlere yerleştiriliyor,
diğer ülke çocuklarının Nazi şenliklerine davet edilmesiyle de dünya
kamuoyuna ‘sempatik’ jestler yapılıyordu.
Propagandayı “ulusu milli bir devrim heyecanı arkasında bütünleştirmek”
olarak tanımlayan Goebbels, Nazi propaganda makinesini, sırasıyla; Nazi
Partisi’nin seçimlerdeki oylarını arttırmak, ülkedeki çatlak seslerin
temizlenmesine yardımcı olmak, Nazi değerlerini topluma empoze etmek,
Alman kamuoyunu Yahudilerin zararlı olduğuna (ve inceden inceye
‘temizlenmeleri’ gerektiğine) ikna etmek, sanayi hamlesi için kamuoyunu
mobilize etmek, halkı savaşa hazırlamak ve savaşı sürdürmek için gereken
motivasyonu sağlamak için kullanmış ve ne yazık ki başarılı da olmuştu…
Naziler neden Yahudilerden nefret ediyordu?
Naziler söz konusu olduğunda güncelliğini yitirmeyen sorulardan biri de şu
oldu: İnsanları fırınlarda yakmaya kadar uzanan bu Yahudi nefretinin nedeni
neydi?
Olayları komplo teorilerine dayanarak açıklamayı tercih edenler, bu soruyu
Nazilerin dinden nefret etmesiyle ve hayranlık duydukları pagan geçmişlerine
ait kültürü dinlerin yerine koymaya çalışmalarıyla cevaplar. Nazilerin eski
pagan törenlerini çağrıştıran kitlesel stadyum gösterileri de bunun
göstergelerinden biridir. Naziler dinden nefret etmiş ve Yahudiliği tüm dinlerin
çıkış noktası olarak gördükleri için sorunu kökten çözmeye kalkmışlardır. Akla
yatkın görünse de bu yaklaşım, tam olarak sorunun cevabını vermez.
Dünya kamuoyu Yahudilerin soykırıma uğradığı gerçeğini ancak Alman orduları yenildikten sonra öğrenebildi. Bu kıyımdan haberi
olmayan Alman halkı savaşın bitimiyle birlikte Amerikalıların zoruyla ziyaret ettiği toplama kamplarında gördüğü manzara karşısında
şok geçirdi. Bu “kontrollü şok” ülkedeki Nazi zihniyetini temizleme yönünde atılan ilk adımdı.

Daha çok kabul gören başka bir kanaate göreyse bu nefretin kökeninde,
başta anlattığımız ‘arkadan bıçaklanma’ efsanesi ve bunun manipüle
edilmesiyle şekillenen linç kültürü yatar. Alman milliyetçileri, Almanya’nın
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmediğini; orduları iyi durumdayken, ülke
içindeki komünistlerin, liberallerin ve Yahudilerin pasifist yaklaşımları,
ayaklanmaları ve kamuoyundaki ağırlıklarıyla Almanya’yı silah bırakmaya
zorladıklarını savunur. Onlara göre Almanya’ya bu utancı ve akabinde
imzalanan Versay’ın getirdiği ekonomik yıkım ve sefaleti bu kesimler
yaşatmıştır. Üstelik aşırı çevrelere göre Yahudiler, ticaretteki geleneksel
başarılarıyla ‘Almanları sömürmekte’, 1929’daki büyük ekonomik kriz
dolayısıyla ‘kendileri sürünürken, onlar bir eli yağda bir eli balda
yaşamaktadırlar.’
Hitler onbaşı olarak katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın utancını yaşayan biri
olarak bu komplo teorilerinin fena halde farkındaydı. Üstelik memleketi
Roman Katolik Avusturya’nın Yahudi düşmanlığıyla ilgili sağlam bir geçmişi de
vardı. Tüm bunların yanı sıra Almanya’yı Versay’ı kabul etmeye zorlayan
pasifist ayaklanmaların Bavyera ayağındaki bazı elebaşlarının -ki Bavyera
Hitler’in mekânıdır- ütopyacı Yahudi ve komünistler olduğunu Führer bir
kenara not etmiş ve bu bilgiyi iktidara giden yolda acımasızca sömürmüştü.
Nazilerin amansız propagandası sonucunda, Yahudi olmak, neredeyse vatan
hainliği ve sabotajcılıkla eşdeğer hale gelmiş, Versay’ın arkasında Yahudi
bankerlerin olduğu iddialarıyla bu karşıtlık alevlendirilmişti. Hatta bu siyasal
histeri o kadar ileri gitmişti ki savaşçı ruhun bir numaralı düşmanı olarak
görülen eşcinselliğin bu gruptan kaynaklandığı saçmalığı, Yahudilerin toplumu
bozan ‘aşağı’ bir ırk olduğu yargısını kafalara çakmıştı. Yahudi karşıtlığının
kitleleri harekete geçirmedeki gücünü gören Hitler, Almanya’nın yaşadığı tüm
ekonomik ve sosyal sorunları bu kitlenin başına yıkarak mükemmel bir günah
keçisi yaratmış, otorite kurmak için hayali düşmanlarla savaşan tüm
diktatörler gibi, toplumun kendi ideolojisinden sapmasını önlemek için onları
‘Yahudi korkusu’ ile terbiye etme yoluna gitmişti. Hz. İsa’nın ‘ölümü’nden
Yahudileri sorumlu tutan Roman Katolik Kilisesi de Hitler’den önce Avrupa’da
hissedilir bir Yahudi karşıtlığının oluşmasında rol oynamıştı. Kısacası, Naziler
ortaya çıktıklarında, bulandırılmaya hazır zihinler bulmuşlardı. Son olarak
Hitler’in, zihinsel açıdan sağlıklı biri olmadığını, geçmişteki başarısızlıklarından
kaynaklanan aşağılık kompleksini yansıtmak için bir kurban arayışında
olduğunu da ekleyebiliriz.
Nazi İmparatorluğu neden yıkıldı?
Hızla yükselip aynı hızla batan Nazi İmparatorluğu’nun sonunu getiren ne
olmuştu? Bunun birden fazla cevabı olduğu kesin. Ama biz burada, Nazi
imparatorluğu demek Hitler demek olduğu için bizzat onun hatalarını masaya
yatırarak bu soruya cevap bulmaya çalışacağız.
Kimi askeri uzmanlar, Amerika’nın savaşa girmesi ve İtalya’nın savaştan
çekilmesiyle Almanların zaten kaybetmeye mahkûm olduğunu, Hitler’in bu
süreci sadece hızlandırdığını öne sürer. Yaygın inanış, Almanya’nın sonunu
Hitler’in imparatorluk sendromuna yakalanmış olmasının getirdiği şeklindedir.
Buna göre Alman lider, ülkesini kısa zamanda Avrupa’nın süper gücü yapmış,
ama orda durmak yerine, dünyayı işgale soyunmuş ve tıpkı kendisinden önce
benzer hülyalara dalan imparatorlar gibi bu büyük işin altından kalkamayarak
ezilmiştir. Diğer nedenlerse taktik hatalardan ibarettir. Şimdi bunlara göz
atalım.
Hitler, daha savaşın başında Dunkirk’te sıkışan yarım milyonluk müttefik
gücünü imha etmeyerek, ayağına kadar gelen fırsatı tepmişti. Müttefikler,
arkalarında deniz, önlerinde Almanlar, yetersiz cephane eşliğinde; kendilerini
İngiltere’ye taşıyabilecek gemilerin olmadığı bir durumda sıkışıp kalmışlardı.
Hitler, avuçlarına düşmüş bu orduyu karadan sıkıştırıp imha etmek yerine, bu
işi Alman Hava Kuvvetlerine havale etti. Yukarıdan bombardımanla, çok az bir
adam kaybıyla işi bitirmeyi düşünüyordu. Aslında plan yürüse haklı çıkabilirdi.
Ama kötü hava şartlarından dolayı Alman uçakları kalkamadı. Buna rağmen
Hitler karadan saldırmadı. Ne yaptı? Hava düzelene kadar bekledi! Ama bu
arada fırsat kaçmış, Müttefik birlikleri, balıkçı teknelerinden gezi gemilerine
varıncaya kadar, bulunabilen tüm yüzer araçlarla apar topar İngiltere’ye
taşınmıştı!
Nazi liderinin ikinci hatası, savaşın başında saldırmazlık antlaşması
imzaladığı Ruslara savaş ilan etmesiydi. 3 milyon asker ve 3 bin 300 tankla bu
ülkeye giren Hitler, kış bastırmadan işi bitireceğini umuyordu ama
kendisinden daha büyük bir orduyla karşılaşınca, Rusya’ya saldıran niceleri
gibi kışın pençelerine düşmekten kurtulamadı. Rusya operasyonu sırasında
birliklerini yerinde ve zamanında kullanmayarak altın değerindeki zamanı
çarçur etmiş, böylelikle, askeri jargonda intihara denk görülen ‘iki cephede
savaş’ açmazıyla karşı karşıya kalmıştı: Batı cephesinde Amerikalılar ve
İngilizlerle, doğudaysa Ruslarla. Neticede çember daraldı ve sonunda Berlin’i,
Hitler’i ve imparatorluğunu yuttu.
Çöküşe giden yoldaki duraklardan biri de -her diktatörde olduğu gibi-
Hitler’in kendine duyduğu aşırı güvendi. Deneyimli subaylardan oluşan
komuta kademesini hiçe sayıp her türlü askeri kararı kendisi verdi. Bu tutumu,
generallerin kendilerine güvenlerini kaybetmelerine ve isteseler bile inisiyatif
kullanamamalarına yol açtı. Öyle ki savaşın dönüm noktalarından biri olan
Normandiya Çıkarması esnasında Alman subaylar, o esnada uyumakta olan
Führerlerini uyandırmaktan çekindikleri için (Hitler’in uykusunu bölmek, en
büyük suçlardan biriydi!) almaları gereken kararları başkomutanlarına
zamanında onaylatamadılar ve çok kritik hatalar yaptılar!
Bunlar Hitler’in büyük stratejik hataları olarak tarihe geçti. Peki ya küçükleri?
Nazi Almanyası, jet teknolojisini dünyada ilk kullanan güç olmuştu. Lakin
Hitler, bu teknolojiyi fazla önemsememiş, hatta zaman kaybı olarak
görmüştü. Gerçi Londra, savaşın sonlarına doğru yetişen jet motorlu V2
roketleriyle vurulmuştu ama iş işten geçmişti. Savaşın ardından jet
teknolojisini ve bu alanda çalışan bilim adamlarını transfer eden
Amerikalılarsa uzaya çıktı. Bu arada, Hitler’in, atom bombası projesinde
çalışan Yahudi bilim adamlarından bazılarını idam ettirdiğini de ekleyelim. Bu
ekipten geriye kalanlar, Amerika’ya kaçarak bombayı bu ülke adına
geliştirecekti!
Öte yandan Hitler, kadının toplumdaki yerine dönük katı tutumu nedeniyle,
Stalin’in aksine, savaş döneminde kadınların silah fabrikalarında çalışmasına
izin vermemiş ve kimi tahminlere göre, savaşabilecek milyonlarca erkeği
fabrikalara bağlayarak savaş gücünü azaltmıştı. Führer’in batı cephesindeki bir
diğer hatası da cephanelikleri, askeri hava limanlarını ve İngilizlerin hava
gücünü hedef almak yerine sivil hedeflere yönelmesi ve toparlanmalarına
fırsat vererek gökyüzündeki hâkimiyeti İngilizlere kaptırmış olmasıydı.
Çöküş ve kaderin Hitler’e oyunu
Nazi İmparatorluğu, aklı geçen ihtirasın, ezilmiş bir karakterin kendini
gerçekleştirmeye dönük sınır tanımaz acımasızlığının ve insan zihninin
anlamakta halen zorlandığı bir nefret ideolojisinin ürünüydü. Safkan Alman
ırkının omuzlarında yükselmesi planlanmıştı; yıkıldı. Yıkıntılarından bir göçmen
ülkesi olan günümüz Almanyası çıktı. Bu da kaderin Hitler’e bir oyunu olsa
gerekti…
İmparatorluğun Seyir Defterinden

Nazi rejimi, Aryan ırkının üstünlüğü ilkesinden hareketle toplumun her kesimini sosyal ve kültürel
arındırmaya tabi tutmayı hedefleyen totaliter bir yapı olarak tarihe geçti.
Naziler sanıldığının aksine sadece Yahudilere ve diğer azınlıklara zulmetmemiş, Almanlar da Nazi
teröründen paylarına düşeni almışlardı! Nazi propaganda mimarlarının ‘efendi ırk’a (Herrenvolk)
ulaşmak için gereken bir adım olarak tanımladığı T4 Ötenazi Programı çerçevesinde binlerce özürlü
Alman çocuğu zehirlenerek öldürüldü.
Nazi rejiminin yıkılmasının ardından, önde gelen Nazi liderleri, imparatorluğun ideolojik merkezi olan
Nürnberg’de kurulan savaş suçları mahkemesinde yargılandı. Suçlu bulunanlardan on kişi idam edildi.
Hitler’den sonraki ikinci adam olan Hermann Goering, idam edilmeyi beklemeden hücresinde siyanür
içerek intihar etti. (Nürnberg Mahkemeleri’yle ilgili daha fazla bilgiyi ‘Tarihi Değiştiren Olaylar’ isimli
kitabın ‘Yahudi Soykırımı ve Nürnberg Mahkemeleri’ başlığı altında bulabilirsiniz.)
Nazi istihbaratının önde gelen isimlerinden General Reinhard Gehlen ve emrindeki 300 ajan, savaş
sonrasında Amerika’ya giderek, günümüz Amerikan istihbarat servisi CIA’in kurulmasında
Amerikalılara danışmanlık yaptı.
Naziler, en geniş sınırlarına ulaştıklarında, Atlantik’ten Asya’nın kapısına, Norveç fiyortlarından Libya
çöllerine uzanan bir kara parçasında yaklaşık 300 milyon insana hükmediyorlardı.
Nazi rejimi, çıkmasına neden olduğu İkinci Dünya Savaşı boyunca 60 milyona yakın insanın ölmesine
yol açtı. Bunların 27 milyonu Rus, 6 milyonu Yahudi ve 5 milyonu Almandı. Tüm savaşın insanlığa
faturasıysa yaklaşık 1 trilyon dolar olmuştu.

İmparatorluğun Kilometre Taşları


1925 “Mein Kampf” (Kavgam) yayınlandı.
1932 Nasyonal Sosyalist Parti Almanya’daki en büyük parti oldu.
1933 Ocak Adolf Hitler Başbakan seçildi.
1933 Şubat Alman Parlamentosu yandı.
1933 Mart İlk toplama kampı Dachau’da açıldı. Hitler’i imparator yetkileriyle donatan kararname çıktı.
1934 Cumhurbaşkanı Hindenburg öldü, Hitler Cumhur-başkanlığı yetkilerini de üstlendi.
1938 Mart Avusturya ile birleşildi.
1939 Mart Hitler Çekoslovakya’yı işgal etti.
1939 Mayıs İtalya’yla müttefik olundu.
1939 Ağustos Rusya ile saldırmazlık anlaşması imzalandı.
1939 Eylül Hitler Polonya’ya girdi, Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş ilan etti.
1940 Haziran Fransa işgal edildi.
1941 Haziran Almanya Sovyetlere saldırdı.
1941 Aralık Japonlar Pearl Harbor’a saldırdı, Hitler Amerika’ya savaş ilan etti.
1942 Kasım Almanlar Kuzey Afrika’da yenildi.
1943 Ocak Almanlar Stalingrad’da bozguna uğradı.
1943 İtalyanlar savaştan çekildi.
1944 Müttefikler Normandiya’ya çıktı.
1945 Nisan Hitler Berlin’de intihar etti.
1945 Mayıs Almanya kayıtsız şartsız teslim oldu, III. Reich tarihe karıştı.

Dünyanın geri kalanıyla hep bir aşk-nefret ilişkisi yaşadı. Efendisi İngiltere’ye karşı savaşıp
bağımsızlığını kazandığında, tüm ezilenlere ışık tuttu. Yolun başında emperyalizme karşı çıksa da
zamanla adı emperyalizmin lokomotifi oldu. Emekleme günlerinde ‘dünya işlerine’ bulaşmaya niyeti
yoktu, ama ilginçtir; biraz şartların zorlaması biraz da iştahı geniş devlet adamlarının iteklemesiyle, eli
kolu her yere uzanan bir deve dönüştü. İlk atom bombasıyla ‘korku ve nefrete’, Ay’da yürüttüğü
ilk insanla ‘hayranlığa’ boğdu dünyayı. Her iki dünya savaşına girdi ‘hür dünyaya yardım etmek için’,
onlarca ülkeyi işgal etti ‘karanlık hesaplarını’ gerçekleştirmek için. Kurt adam gibi oldu hep; Nazi ve
Sırp saldırganlığını durdururken adam, Afganistan’dan Irak’a onlarca ülkeyi kana buladığında kurt.
Hep iki yüzü oldu: Bilimi, yaratıcılığı, sineması ve rüyaları gerçekleştirme vaadiyle büyüleyen; nükleer
silahları, saldırgan devlet adamları ve her türlü melanete bulaşan CIA’sıyla ürküten…

Amerika Birleşik Devletleri “Amerikan İmparatorluğu”


(1783 - )

“Ne Pax Britannica, ne Napolyon Fransa’sı, ne II. Philip’in İspanya’sı, ne Şarlken’in İmparatorluğu, ne de
Roma İmparatorluğu bugünkü Amerikan
hâkimiyetiyle kıyaslanabilir. Dünya tarihinde hiçbir dönemde bu kadar çeşitli alana yayılan başka bir güç
mevcut olmamıştır.”
Amerikalı tarihçi Paul Kennedy

Bugün şüphesiz ki dünyanın tek süper gücü Amerika Birleşik Devletleri


(ABD). Peki, bir imparatorluk mu? Büyük bir çoğunluğa göre evet. Dünyadaki
tüm orduların toplamının yarısına eşdeğer askeri gücü ve yerkürenin dört bir
yanına yayılmış askeri üsleri var. Ay’dan Mars’a uzanan, oradan Güneş
Sistemi’nin dışına taşan akıl almaz uzay çalışmalarına imza atıyor. Bilgisayar
ve internet gibi insanoğlunun yaşamını kökünden değiştiren teknolojileri
geliştiren parlak beyinlere ev sahipliği yapıyor. Diğer taraftan darbeler ya da
askeri işgallerle dünya haritası üzerinde ‘değişiklikler’ yapabiliyor. Roma
İmparatorları gibi itibar gören Başkanlarının ağzından çıkan iki kelimeyle
ülkelerin tarihine yön verebiliyor. Ekonomisi öksürse, dünya ekonomileri
yatalak oluyor. Üstüne üstlük tarihte hiçbir imparatorluğun beceremediği
şekilde, kültürünü, sinemasını ve dilini görünmez bir ordu gibi kullanarak,
toprakları değilse de zihinleri ele geçirebiliyor. İşte tüm bunların ışığında
Amerika, her ne kadar kâğıt üzerinde öyle olmasa da imparatorluk olarak
isimlendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Yine de bu konuyla ilgili tartışmalara
dönmeden önce, Amerika’nın hangi safhalardan geçerek bugünkü rakipsiz
konumuna geldiğine bir göz atıp hafızalarımızı tazeleyelim diyorum.

Amerika’nın Kurucu Babaları, İngilizlere karşı verdikleri savaşın en ateşli günlerinden birinde, Bağımsızlık Bildirgesi’nin taslağını
Kongre’ye sunarken. ABD artık ufukta görünmektedir… (Eser/John Trumbull)

‘Beyaz Amerikalılar’ efendilerine baş kaldırıyor


Daha hikâyenin en başında ABD’nin ruhu, her imparatorlukta olduğu gibi,
‘genişleme’ dürtüsüyle şekillenmişti. Avrupa’dan göçen yerleşimcilerin
Amerika’nın yerli halkıyla savaşarak Kuzey Amerika’daki topraklarını
genişletmeleri, 1763’te Fransa ile sürdürdüğü Yedi Yıl Savaşları’nı bitirmiş,
Kanada’yı almasına rağmen bu süreçten bir hayli yıpranmış çıkan İngiltere’nin
canını sıkıyordu. İngilizler, kendi kontrolleri altındaki bu topraklarda yerlilere
karşı girişilecek geniş çaplı bir savaşın pahalıya patlayacağına inanıyorlardı.
Bunun üzerine Büyük Bildiri’yi263 (Great Proclomation) yayınladılar. Böylelikle
beyaz yerleşimcilerin kıtanın batısına doğru genişlemesine set çekmek
istiyorlardı. Ama nafileydi, ‘Beyaz Adam’ onları dinlemeyecekti. Üstelik artık
efendileri İngilizlerin, kendilerine ne yapacaklarını söylemesinden de rahatsız
olmaya başlamışlardı. Bir araya gelip bu işe bir dur demeliydiler.
‘Beyaz Amerikalılar’, 1776’da ilan ettikleri Bağımsızlık Bildirgesi’yle
(Declaration of Independence) İngiliz İmparatorluğu’nun egemenliğini artık
kabul etmediklerini haykırıyorlardı. Savaşmaları gerekirse savaşacaklardı.
1777’de imzalanan Konfederasyon Sözleşmesi (Articles of Confederation) 264
ile birlikte koloniler gevşek bir federasyona dönüştü. Aynı günlerde ülkenin
adının ‘Amerika Birleşik Devletleri’ olması kararlaştırıldı. 1775’te başlayıp
1783’te biten çarpışmalarla efendileri İngilizleri mağlup edip kendi kaderlerini
kendileri belirleme hakkına kavuşmuşlardı. Artık bir başlarınaydılar. Yeni bir
ülkenin; günümüz süper gücünün tohumları atılmaya başlanmıştı. Kongre ilk
kez 1789’da bir araya geldi ve George Washington’u Başkan seçti. 1791’de,
Haklar Bildirgesi (Bill of Rights)265 olarak bilinen on madde (Ten
Amendements)266 anayasaya eklendi.
Amerika ete kemiğe bürünüyor…
18. yy sonları ve 19. yy başlarında Amerika’nın nüfusu süratle artıyordu.
Almanya da dâhil olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinden akın akın göçmen
geliyor; bu çiçeği burnunda ülke, yerlilerin aleyhine olacak şekilde batıya
doğru genişlemeye devam ediyordu. 1791’de Vermont 14. eyalet olarak
birliğe eklendi.267 Onu Kentucky, Tennessee ve Ohio izledi.
Fransızların toprakları satın alınıyor
1803 yılı itibariyle Fransa, Missouri ve Arkansas nehirleri civarındaki
topraklara sahipti. Bu kıtada tutunamayacağını anlayan Fransız İmparatoru
Napolyon bu toprakları 15 milyon dolara Amerika’ya sattı! Bu toprakların
devralınmasından sonra, artık Amerika’nın batıya; Pasifik Okyanusu’na doğru
büyümesinin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Louisiana Amerika’nın 18.
eyaleti olacaktı. Bu arada Amerikalılar ve İngilizler yeni bir savaşa tutuştu.
İngilizler, Napolyon’la savaştıkları esnada, Avrupa limanlarını bloke etmiş,
Amerikan gemilerinin bu limanlara yük boşaltmasının önüne geçmişlerdi.
Bununla da yetinmemiş, kaçakları arama bahanesiyle Amerikan gemilerini
tacize başlamışlardı. Bunun üzerine Amerikalılar, İngilizlerin denetimindeki
Kanada topraklarını işgale yeltendi. Yeni ülke ile eski efendisi bir kez daha
kılıçlarına sarıldı. Amerika deniz çarpışmalarında üstünlük sağlasa da
Kanada’yı işgal girişimi başarısız oldu. Öte yandan Avrupa cephesinde
Napolyon’un havlu atmasıyla İngilizlerin eli rahatlamıştı. Böylelikle Amerika
cephesine daha çok birlik gönderip Washington’u ele geçirdiler. Yine de
1815’te New Orleans Çarpışması sonucunda İngilizler bir kez daha mağlup
edildi ve kıtaya dair tüm ümitleri suya düştü.
Amerikalılar Amerika’yı keşfediyor
Amerika kıtasını Avrupalılar keşfetmişti ama Amerika’nın batı kıyılarını
keşfetmek Amerikalılara ‘kısmet’ olacaktı. 1804’te Meriwether Lewis ve
William Clark isimli maceraperestler Amerika’nın kuzeybatısına yol alıp
meşakkatli bir yolculuğun ardından Pasifik kıyılarına ulaştılar. 1810’da
Amerika’nın nüfusu 7.2 milyonu geçmişti.
Amerikalılar Teksas’ı ele geçiriyor
1820’lerde Meksika hükümeti, nüfus yoğunluğu düşük olan Teksas eyaletine
yerleşmek isteyen Amerikalı göçmenlere kapısını açtı. Lakin kuzeyden gelen
bu yerleşimciler bir süre sonra Meksikalılara karşı ayaklanıp, 1836’da
bağımsızlıklarını ilan ettiler! Bunun üzerine Meksikalılar, içerisinde 189
yerleşimci olan Alamo Kalesi’ni kuşatıp kaledeki herkesi öldürdü. Kaleyi
savunan, ama aslında toprakların asli sahiplerine isyan etmiş olmaktan başka
bir şey yapmayan Amerikalı, İngiliz ve İrlandalı beyazlardan oluşan bu
göçmenler, Amerikan ulusunun inşa edilmesi sürecindeki önemli mitlerden biri
olan ‘Alamo Kalesi’ destanıyla tarihteki yerlerini aldılar. Bir süre sonra takviye
birliklerle gelen Amerikalılar, Meksika birliklerini mağlup edip 28. eyalet
olarak Teksas’a el koydular. Bu oldubittiyi kabule yanaşmayan Meksika’yla
Amerika arasında savaş kaçınılmaz olmuştu. Bir dizi çarpışmanın ardından
mağlup olan Meksikalılar, 1848’de New Mexico ve California’yı da Amerika’ya
bırakmak zorunda kalacaklardı. ABD, ‘savaşa savaşa’ şişmanlıyordu.
Altına hücum!
Aynı yıl Pasifik kıyısındaki California’da altın bulunduğu haberlerinin gazete
manşetlerini süslemesiyle birlikte, Amerikan tarihine ‘Altına Hücum’ şeklinde
geçen çılgınlık da başlamış oldu. Deyim yerindeyse, eline kazmasını alıp
sırtına bohçasını vuran, soluğu California gurbetinde alıyordu. Şehrin nüfusu
birkaç yıl içinde çeyrek milyona ulaştı. Göçmen akını talep artışını getirmiş,
üretim şaha kalkmıştı. Altın bulunmasından iki yıl sonra California da birliğin
yeni eyaletlerinden biri olarak sahnedeki yerini aldı.
Amerikan yerlilerine karşı amansız bir savaş verildi
‘Beyaz adam’ dur durak bilmiyordu. 1790–1795 arasında gerçekleşen
savaşlar sonucunda Miami’deki yerliler, Ohio’yu Amerikalılara vermek zorunda
kaldı. 1812’deki savaşta Creek yerlileri, İngilizlerle birlikte Amerikalılara karşı
savaşmalarına rağmen yenildiler ve Alabama adıyla birliğe katılacak
topraklarının büyük bir kısmını kaybetmekten kurtulamadılar. Amerikalılar,
kıtanın asli halkına ait toprakları kemire kemire yeni ülkelerini büyütüyorlardı.
Creek yerlilerini mağlup eden birliklere komutan eden Andrew Jackson
1830’da Başkan oldu ve Yerli Tehciri Kanunu’nu (Indian Removal Bill)
imzalayarak yerlilerin topraklarından sürülmesinin yolunu açtı. Bu süreçte
Choctaw, Creek, Chickasaw ve Cherokee yerlileri topraklarından edildi, çoğu
sürgün esnasında hayatını kaybetti. Buna karşın Florida’daki Seminole yerlileri
bir kez daha ayaklandılar ve 1835–1842 yılları arasında Amerikalılarla
savaşarak, İkinci Seminole Savaşı’nın kurbanları oldular. Liderleri ele
geçirilince büyük bir kısmı teslim olup Oklahoma’ya sürülmeyi kabul etse de
geride kalanlar, üçüncü bir savaşa imza attı. Ama akıbetleri değişmedi. Beyaz
adamın ateş kusan silahları vardı. Bu savaş 1858’e dek sürdü. Yerliler, adım
adım püskürtülerek nihayetinde toplama kampı türünden özel bölgelere
sıkıştırıldı ve orada izole bir hayat sürmelerine izin verildi.
Beyazlar kıtanın batısına doğru genişleyip her yeri demiryollarıyla örmeye başlayınca, silah zoruyla yurtlarından edilen yerlilere de
kenarda köşede kalmış sembolik topraklarda gözlerden uzak bir yaşam sürmek kalacaktı. (Foto/National Archives)

‘Genişlemek Amerika’nın kaderidir!’


1840’larda Indiana, Mississippi, Illinois, Alabama, Missouri, Arkansas ve
Michigan gibi yeni eyaletler birliğe katılmış; ülke nüfusu 17 milyona ulaşmıştı.
Bu dönemdeki yayılmanın arkasında yatan düşünce, Amerika’nın yedinci
Başkanı Andrew Jackson ve taraftarlarının savunduğu Manifest Destiny268
inancıydı. Buna göre kıtanın doğusunda kurulan ABD’nin, batıya doğru
genişlemekten başka çaresi yoktu. Bu sadece bir zorunluluk değil, adeta ‘ilahi’
bir görevdi. Bunun için savaşılması gerekirse sonuna kadar savaşılacaktı. Öyle
de yapıldı.
Topraklarla birlikte ekonomi de büyüyordu. Güney eyaletlerinde çırçır
makinesinin kullanılmaya başlanmasının da bunda payı vardı. Siyahi kölelerin
ölümüne çalıştırıldığı pamuk tarlaları tam kapasite işleniyordu. Aynı dönemde
İngiltere de büyük bir sanayileşme dalgası içerisindeydi. Özellikle Amerika’dan
gelen pamuğa bağlı olan tekstil sektörü, ekonominin motoruydu. 1860’larda
dünya pamuğunun yüzde 60’ı Amerika’da yetiştiriliyordu. Amerika’nın Kuzey
eyaletlerinde ticaretin yanı sıra sanayi de hızlı bir yükseliş içindeydi.
Madencilik ve üretim sektörü depara kalkmıştı. Tüm bunlar olurken, ‘Beyaz’
Amerikalılarla ‘Yerli’ Amerikalılar arasındaki savaşlar kıyasıya devam ediyordu.
“Kölelik nerede serbest olsun, nerede olmasın?”
Yerlilerin ‘tehdit’ olmaktan çıkarılmasıyla birlikte Amerika, hızla kalkınma
sürecini devam ettirdi. 1860’larda nüfus 31 milyonu bulmuş, Iowa, Wisconsin,
Kansas gibi yeni eyaletler kurulmuştu. Ancak süratle büyüyen toplumu tam
ortasından çatlatan bir mesele baş gösteriyordu: Kölelik. 1787’de Amerikan
Anayasası kaleme alınırken birçok kişi, köleliğin kaldırılacağını ümit etmişti.
Lakin çırçır makinesinin tarıma girmesiyle birlikte kölelik, özellikle Güney
eyaletlerinde yeni bir ivme kazandı. Kuzey’de ise kademe kademe
kaldırılmıştı. Bu durumda ülke, fiili olarak ‘özgür eyaletler’ (free states) ve
‘köle eyaletleri’ (slave states) şeklinde ikiye bölünmüştü. Hatırlanacağı üzere
1803’te Amerikan yönetimi, Fransa’nın Amerika kıtasındaki topraklarını satın
almıştı (Missouri Purchase). Söz konusu toprakların köleliğin serbest olduğu
yeni bir eyalet olarak 1819’da birliğe katılması gündeme gelince, ortam
gerildi. Yeni bir köle eyaleti, zaten bölünmüş olan ülkenin dengesini daha da
bozabilirdi.
Kuzey’de yaşayanlar, köle eyaletlerinin sayısının artmasından endişe
ediyorlardı. Kongre’nin yeni eyaletlerde köleliği yasaklama yetkisi olduğuna
inanan Kuzeylilerle, birliğe katılan yeni eyaletlerin, isterlerse köleliği serbest
bırakabileceğini savunan Güneyliler arasındaki tansiyon yükselmeye başladı.
Geleceğin süper gücü olacak ülkenin eyaletleri arasında, bugünün şartlarında
kulağa inanılmaz gelen pazarlıklar yaşanıyordu. Missouri, köle eyaleti olarak
birliğe kabul edilirken, Massachusetts’in bir bölümü köleliğin yasak olduğu
Maine eyaletine dönüştürülüyor ve bir şekilde ‘denge’ korunuyordu. Dahası,
kıtayı boydan boya geçen bir çizgiyle ülke, köleliğin yasak olduğu Kuzey ve
serbest olduğu Güney şeklinde ikiye bölünmüştü. Derisi siyah olan insanların
kaderini belirlemeye soyunan bu utanç verici pazarlık, Amerikan tarihine
Missouri Uzlaşması olarak geçti. Bununla birlikte bu uzlaşma uzun ömürlü
olmayacaktı. Meksika’dan ele geçirilen topraklar, tartışmayı yeniden
alevlendirdi. Buralarda köleliği yasaklamayı öngören tasarılar hazırlansa da
hiçbiri Kongre’den geçemedi. Nihayetinde 1850’deki bir başka uzlaşıyla, New
Mexico ve Utah sınırlarında köleliğin serbest olup olmayacağının, birliğe
katılmak istedikleri zaman, bu eyaletler tarafından belirlenmesi karara
bağlandı. Aynı dönemde bir de “Kaçak Köle Kanunu” (Fugitive Slave Law)
çıkarıldı. Buna göre Güney’den Kuzey’e kaçan köleler, sahiplerine teslim
edilecekti.
1854 düzenlemesiyle Kansas ve Nebraska’nın toprakları belirlendi ve
Missouri Uzlaşması sona erdirildi. Kuzey eyaletlerinde kölelik tamamen
yasaklandı. Bu arada, kâğıt üzerinde Kansas ve Nebraska, köleliğin yasak
olduğu sınırlar içine düşmesine rağmen, bu eyaletlerdeki kölelerin akıbetine,
yine eyaletlerin kendisi tarafından karar verilmesi kabul edilmişti. O günlerin
Amerikasında insan hakları, siyasi rüşvete konu olabiliyordu. Ülke bu hassas
mevzuda sadece Kuzey ve Güney şeklinde değil, aynı zamanda bazı eyaletler
de kendi içlerinde bölünmüştü. Nitekim Kansas’ta kölelik taraftarları ve
karşıtları arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştı. 1852’de Harriet Beecher
Stowe isimli cesur bir kadın yazarın kaleme aldığı Tom Amca’nın Kulübesi
(Uncle Tom’s Cabin) isimli kölelik karşıtı eserle Kuzey’deki kölelik karşıtı
düşünceler daha da keskinleşti.
“Köleler Amerikan vatandaşı değildir!”
1857’de Güneylilerin ağırlıklı olduğu Yüksek Mahkeme, kölelerin Amerikan
vatandaşı olmadığına ve olamayacağına(!) hükmedip (Dred-Scott Case),
Missouri Uzlaşması’nın anayasaya aykırı olduğunu öne sürünce, Kuzey’dekiler
daha da öfkelendi. İç savaşa doğru giden yolun taşları döşeniyordu.
Amerikan İç Savaşı’nın tek sebebi, sanılanın aksine kölelik değildi. Kuzey ve
Güney aynı zamanda gümrük tarifeleri konusunda da bölünmüştü. Kuzey
eyaletleri 19. yüzyılın başlarında sanayileşmiş, ortalarındaysa şehirleşmesini
tamamlamıştı. Buna karşın Güney eyaletleri, köle emeğine bağlı tarım
toplumları olarak kalmıştı. Güneyliler tarım ürünleri dışındaki tüm ihtiyaçlarını
Kuzey’den ya da Avrupa’dan temin ediyor ve yüksek gümrük vergisi
ödüyorlardı. Dolayısıyla bunun da kaldırılmasını istiyorlardı. Özetle, İç Savaş
öncesinin Kuzey ve Güney’i, kültürel, siyasi ve ekonomik açıdan ciddi biçimde
bölünmüştü.
Amerikalılar gırtlak gırtlağa… İç savaş patlıyor!
Kölelik karşıtı Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan adayı Abraham Lincoln, köleliği
kaldırma vaadiyle girdiği 1860 seçimlerini kazanınca Güney eyaletleri
Mississippi, Florida, Alabama, Georgia, Louisiana ve Güney Carolina,
Lincoln’ün köleliği kaldıracağına kesin gözüyle bakarak bağımsızlıklarını ilan
ettiler. Üstelik sadece Birlik’ten kopmakla kalmadılar, bir dönem Savaş
Bakanlığı da yapmış olan asker-politikacı Jefferson Davis’in liderliğinde,
Amerika Konfederasyon Devletleri adı altında yeni bir devlet de kurdular. Kısa
bir süre sonra Virginia, Arkansas, Kuzey Carolina ve Tennessee eyaletleri de
onlara katıldı. Artık Amerika topraklarında iki ülke ve iki ayrı başkan vardı! Bu
on bir eyalet, Amerikan İç Savaşı’nın ‘Konfederasyon’ tarafını, Kuzey’dekilerse
‘Birlik’ güçlerini oluşturdu.

Kölelik kalksın mı kalkmasın mı diye ikiye bölünmüş bir ulusun kendi içinde kozunu paylaştığı Amerikan İç Savaşı, tarihin en kanlı
savaşlarından biri oldu, bir milyona yakın kişi hayatını kaybetti. Kazanan, kölelik karşıtları oldu.

Birçok Güney eyaleti kölelik kurumu kadar, eyaletlerinin söz hakkını da


savunmak ve Kuzeylilerin istilasından korunmak için silaha sarılmıştı. Kuzey’in
başlıca amacıysa Birliği korumaktı. Lincoln, savaşın en şiddetli günlerinde
zekice bir adım atarak Azatlık Bildirgesi’ni (Emancipation Proclamation)
yayınladı. Bu hamleyle savaşın temel hedefinin köleleri özgürleştirmek
olduğunu ilan etmiş, Kuzey’in mücadelesini ahlaki bir zemine oturtmuştu.
Böylelikle İngiltere ve Fransa’nın Konfederasyon eyaletlerine yardım
etmesinin de önüne geçecekti. Lakin ‘köleciler’ dişli çıktı.
Güneyliler doğu cephesinde Birliğe zor anlar yaşatıyordu. Ancak en iyi
generalleri olan Stonewall Jackson, Mayıs 1863’te Chancellorsville Savaşı’nda
öldürüldü. Yine efsane askerlerinden General Robert Edward Lee’nin Kuzey’i
işgal harekatı, Temmuz 1863’teki Gettysburg Savaşı ile geri püskürtüldü ve
General Ulysses S. Grant kumandasındaki Birlik kuvvetleri, Vicksburg’u zapt
ederek Mississippi Nehri’nin kontrolünü ele geçirdi. Kuzeyliler, Konfe-derasyon
birliklerini bölmeyi başarmışlardı. 1864 yılına gelindiğinde Kuzey’in toprak
büyüklüğü, insan gücü, sanayi, maliye, politik organizasyon ve ulaşım gibi
uzun vadeli avantajları Güneylileri bunaltıyordu. Kuzey’in önde gelen
askerlerinden, bazı tarihçilerce askeri dâhiler arasında sayılan ve ilerleyen
yıllarda Amerika’nın 18. Başkanı olan General Grant, Lee ile 1864 yazında
Virginia’da yaptığı savaştan muzaffer çıktı. Aynı günlerde Kuzeyli
komutanlardan William Tecumseh Sherman, Atlanta’yı ele geçirdi. Georgia’nın
ekilmiş arazilerini yok ederek denize doğru yürüyüşe geçti. 1865’te Lee, daha
fazla dayanamayıp teslim bayrağını çekince Konfederasyon çöktü. Amerikan
ulus bilincinin oluşmasında önemli bir kilometre taşı olan bu savaş, çok kan
dökme pahasına da olsa Kuzeylilerin lehine269 sonuçlanmıştı.
Kölelik taraftarları yeniliyor ama…
Savaşın ardından, Amerikan tarihine ‘restorasyon’ olarak geçen dönem
başladı. Oluk oluk kardeş kanı dökülmüştü ve savaş bittiğine göre, artık
yaraların sarılma zamanı gelmişti. Tarihin gördüğü en şiddetli 270 savaşlardan
biri olan Amerikan İç Savaşı’nda, neredeyse toplam nüfusun yüzde üçüne
tekabül eden 970 bin kişi hayatını kaybetti! Kölelik taraftarları yenildi, ülke
tekrar Amerika Birleşik Devletleri adı altında birleşti. Siyahi Amerikalılar
geleceğe ümitle bakıyor, çilelerinin bittiğini düşünüyorlardı. Lakin sevinmeleri
için henüz erkendi. Daha önlerinde kat edilecek çok yol vardı…
Amerika’nın akil adamları İç Savaş’ın yaralarını sarmaya çalışırken Güney’in
yöneticileri, mevzuattaki boşlukları arayıp, siyah Amerikalıların haklarını
teslim etmemek için manevralar yapmaktaydı. Özel bir yasa ile (Black Codes),
siyahların oy kullanma ya da jüride yer alma gibi haklarını engelleme yoluna
gittiler. Üstelik anayasaya karşı girişilen bu kaçak güreş, sadece yöneticiler
için söz konusu değildi. Güney’in beyaz halkı da bir zamanlar köleleri olan
siyahları eşit vatandaşlar olarak kabule yanaşmak niyetinde değildi. Üstün
oldukları inancından kolay vazgeçmeyeceklerdi…
Başkan Andrew Johnson Güney’i değişime zorlamaya istekli değildi. Buna
karşın Kongre, 1866’da Medeni Haklar Kanunu’nu (Civil Rights Act) çıkartarak,
Amerika’da doğan/doğacak herkesin ırkı, dini, dili ve (köleliğe referansla)
önceki konumu ne olursa olsun, Amerikan vatandaşı olduğunu/olacağını
hükme bağladı. Başkan ve Kongre, siyahların hakları konusunda karşı karşıya
gelmişti. Johnson, kanunu veto etse de Kongre’nin kararı Başkan’ın vetosuna
baskın çıkacaktı.
Johnson’ın Güney eyaletlerine karşı harekete geçmeyi reddetmesi, Kongre
ile ilişkilerini gerdi. Kongre Yeniden Yapılandırma Kanunu’nu (Reconstruction
Act) uygulamaya soktu ve Güney eyaletlerindeki hükümetler görevden
alınarak bu bölgelerde askeri yönetim ilan edildi. Siyahlar ancak askerlerin,
can güvenliklerini ve asayişi sağlaması sayesinde oy kullanabilmişti! Zamanla
Güney eyaletleriyle ilişkiler tamir edildi. Kongre’ye senatör ve temsilci
göndermelerine izin verildi. Kongre 1875’te çıkardığı kanunla ülkedeki
herkesin dini, dili, ırkı ve geçmiş konumu ne olursa olsun her yerde eşit
hizmet almasını karara bağladı. Lakin 1883’te Yüksek Mahkeme bir kez daha
bu kararın anayasaya aykırı olduğuna hükmetti! Amerika’nın ‘rüya
demokrasisi’ işte bu çileli günlerin ve karşılıklı hak mücadelelerinin eşiğinden
geçerek bugünlere gelecekti.
1866’da Amerikalı siyahların korkulu rüyası Ku Klux Klan örgütü sahneye
çıktı. Uyguladığı şiddet ve terör taktikleriyle siyahları oy kullanmaktan men
etmeye çalışan bu örgüt, Güney’de beyazların egemenliğini tekrar tesis
etmesinde önemli bir rol oynadı. Rutherford Hayes 1877’de Başkan olunca, ilk
iş olarak Güney eyaletlerindeki birlikleri geri çekti. Artık Kuzey’in müdahalesi
olmayacak ve Güney eyaletleri kendi kaderlerini kendileri tayin edecekti.
Beyazlar tekrar idareyi ele aldı ve siyahlara boyun eğdirildi! 1890-1908 yılları
arasında, bir zamanlar Konfederasyon eyaletleri olan topraklarda yaşayan
siyahlar, bir kez daha oy kullanma hakkından mahrum edildi. Kara derili
Amerikalıların çilesi bitecek gibi değildi.
Bir dev doğuyor…
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Amerika nüfus patlaması yaşıyordu.
1860’da 31 milyon olan nüfus 1900’de 76 milyona ulaşmıştı. ‘Daha iyi bir
hayat!’ sloganıyla Avrupa’dan yola çıkan göçmenler soluğu New York
limanında alıyorlardı. Yeni gelenlere, beş yıl boyunca işlemeleri koşuluyla bir
miktar toprak da veriliyordu. Bununla birlikle 1882’de yapılan bir
düzenlemeyle Çinli göçmenlerin gelişine set çekilecekti.
Diğer yandan ülke, hızla sanayileşiyordu; yüzyılın sonuna gelindiğinde demir
çelik üretiminde İngiltere’yi geride bırakmıştı. Demiryolu şebekesi -kovboy
filmlerinden de hatırlanacağı üzere- ülkenin dört bir yanına yayılıyordu.
1869’da Amerika’nın bir ucundan diğerine trenle seyahat edilebiliyordu.
1850’de 9 bin mil olan demiryolu ağı, 1900’de 190 bin mile ulaşmıştı! 1859’da
Edwin Drake’in Pennsylvania’da petrol bulmasıyla Amerika’nın çehresi daha da
değişecek, ülkenin petrole karşı beslediği tutkulu aşk başlayacaktı. Ford ve
General Motors gibi kısa zamanda dünya devi olan otomobil firmaları 20.
yüzyılla birlikte sahneye çıkacak, Amerika petrol yutan canavarların ülkesi
haline gelecekti…
Yirminci yüzyılın başlarında nüfusu 100 bini aşan 40 şehir vardı ülkede.
Amerikalıların neredeyse üçte biri şehirlerde yaşıyordu. (1920’ye gelindiğinde
Amerikalıların ezici bir çoğunluğu şehirli olacaktı.) Bir zamanlar Avrupa’dan
göçenler, şimdi de ülke içinde göç ederek şehirlere kapağı atıyorlardı. Balık
istifi gibi üst üste yaşansa da herkese iş vardı. İnsanlar çalışıyor, çalışıyor ve
daha çok çalışıyorlardı. Amerikan karakterinin ayrılmaz parçası olacak
‘mekanik çalışma’ düzeni, işte o günlerde bünyelere ve zihinlere yerleşmeye
başlamıştı. Hızlı büyüme yaşanan bir başka alan da tarımdı. Teknoloji sağ
olsundu! Biçerdöverin, John Deere’in geliştirdiği traktörün ve otomatik rüzgâr
değirmeninin devreye girmesiyle Amerika, dev bir tarım ülkesine dönüşmüştü.
Amerika durmuyor, genişlemesini batıya doğru sürdürüyordu. En önemli
besin kaynağı olan buffalolar kitleler halinde avlanmış ve yerliler açlığa
mahkûm edilmişti. Son yerli ayaklanması 1890’da yaşandı, ama kaybeden
yine onlar oldu. Dünyanın en hızlı sanayileşen milletine karşı yapabilecekleri
pek bir şey yoktu. Beyaz adamın üstün silah teknolojisiyle direnişleri
bastırılmış, artık bir azınlıktan ibaret kalmışlardı.271 Yapılan bu kıyımlara
gözlerini kapatamayan beyazlardan Helen Hunt Jackson, 1881’de Onursuzluk
Yüzyılı (A Century of Dishonour) isimli eseriyle Amerikan yerlilerinin dramını
edebiyata taşısa da değişen bir şey olmadı. Üstelik 1887’de çıkartılan bir
kanunla (Dawes Act) yerlilerin yaşamaya mahkûm edildiği rezervasyonların
özel çiftliklere dönüştürülmesine karar verildi. Amaç, kabile yaşantısının
koşullarını tamamen ortadan kaldırmak ve yerlileri beyazların yaşam tarzına
entegre etmekti. Rezervasyonların bir kısmı özel çiftlikler için ayrılırken,
yerlilerin ellerinde kalan son toprakların büyük bir kısmı özellikle bir kenara
ayrıldı. Önce ‘ihtiyaç fazlası’ ilan edildi, ardından da satıldı. Bu şekilde
Amerikan yerlilerinin elindeki toprak parçası sembolik bir miktara indirildi ve
‘Kızılderili Sorunu’ tamamen ‘çözüldü.’ Artık yerliler, ‘turistik’ bir motiften
ibaret kalacaktı. 1890’a gelindiğinde kıtanın hemen hemen her bölgesi
yerleşime açılmıştı.
Batı Virginia, Nevada, Nebraska, Colorado, Kuzey ve Güney Dakota,
Montana, Washington, Idaho, Wyoming ve Utah gibi eyaletler de kısa
zamanda birlikteki yerlerini aldılar.
İspanyol Savaşı: Amerika dünya sahnesinde çıkıyor, İspanyollar düşüyor
1898’de ABD, belki de süper güçlüğe giden yolun ilk adımı olarak İspanya ile
savaşa girdi. 1800’lü yılların ikinci yarısı Kübalıların İspanyol idaresine
ayaklanmalarıyla geçmişti. İspanya, ayaklanmaları çok şiddetli bir şekilde
bastırmaya çalışıyor, bu durum Amerikan kamuoyunda rahatsızlığa yol
açıyordu. 15 Şubat 1898’de Amerikan savaş gemisi Maine, Havana limanında
infilak etti ve 260 Amerikan denizcisi hayatını kaybetti. Her ne kadar
patlamanın sebebi belirlenemese de Amerikalılar, suçluyu bulmuştu:
İspanyollar!
25 Nisan 1898’de İspanya’ya savaş ilan edildi. Manila limanındaki İspanyol
gemileri tahrip edildi ve Amerikan askerleri İspanyolların denetimindeki
Filipinlere çıkarak ülkeyi işgal etti. Aynı günlerde bir başka İspanyol filosu da
Santiago açıklarında sulara gömüldü ve Amerikan birlikleri Küba’ya çıktı. 10
Aralık 1898’de Paris’te imzalanan barış antlaşmasıyla Küba bağımsızlığa
kavuşurken ABD, Filipinler, Porto Riko ve Guam’a el koydu. Bu arada Küba’nın
güney ucundaki küçük bir toprak parçası ‘süresiz’ olmak kaydıyla ABD
denetimine bırakıldı. Bu toprak parçası, özellikle 2000 yılından sonra üzerinde
kurulacak özel hapishaneyle dünyanın gündemine oturacaktı: Guantanoma…
Amerikan-İspanyol Savaşı, Amerika’nın dünya olaylarına müdahil olmaya
başladığı ilk çatışma, aynı zamanda ABD’nin bir dünya gücü olduğunun
tesciliydi. Bu savaş, İspanyol İmparatorluğu’nun fiilen sona erişini de temsil
ediyordu. ABD, Okyanusya, Amerika ve Asya’daki İspanyol hâkimiyetine son
noktayı koymuştu.
Birinci Dünya Savaşı Amerika’yı küresel aktör yapıyor
1910’da 92 milyona ulaşan nüfusuyla Amerika, dünyadaki en güçlü ve
zengin ülke olarak İngiltere’nin yerini almıştı bile. Oklahoma, Arizona ve New
Mexico eyaletlerinin de birliğe katıldığı 20. yüzyılda Amerikan gücünün bir
diğer yansıması, Panama Kanalı oldu. Başkan Theodore Roosevelt, 1902’de,
Panama’yı boydan boya kat edecek bir kanal yapılmasına karar verdi. Bir yıl
sonra 6 mil genişliğindeki kanal bölgesi, Panama hükümetinden 99 yıllığına
kiralandı. Uluslararası deniz trafiğinde devrime yol açan kanal, 1904–1914
yılları arasında tamamlandı ve Amerikan gücünün sembollerinden biri olarak
sahnedeki yerini aldı. Yine de ABD’nin tam teşekküllü bir süper güç olarak
dünya kamuoyunun önünde sahne alması için dünya savaşının çıkması
gerekecekti.
Birinci Dünya Savaşı 1914’te patlak verdiğinde Amerika tarafsız kalmayı
tercih etmişti. Lakin Almanların, Amerikalıları rahat bırakmaya niyeti yoktu.
Zira ABD tarafsız kalsa da Amerikan gemileri, başta Almanların can düşmanı
İngilizler olmak üzere, İtilaf Devletleri’ne erzak ve malzeme taşıyordu. Bir
Alman denizaltısının, yolcu gemisi Lusitania’yı içindeki 1198 kişiyle (128’i
Amerikalıydı) birlikte batırması Amerikan kamuoyunu ayağa kaldırdı. Yine de
Başkan adaylarından Woodrow Wilson, 1916’daki seçim kampanyasını, “Bizi
savaşın dışında tutmayı başaran adam” sloganıyla yürütecekti. Almanlarsa
Amerika’nın yakasını bırakmamakta kararlıydı. Şubat 1917’den itibaren
amansız bir denizaltı savaşı başladı. İngiltere’yle ticaret yapan her türlü gemi,
tarafsız ülkelere de ait olsa, Alman torpillerinin hedefi oluyordu. İşte tam o
günlerde İngiliz istihbaratı, Alman Dışişleri Bakanı Arthur Zimmerman’a ait bir
mesajın kodlarını çözdü: Almanlar, Amerika ile savaşa girmeleri durumunda,
Meksika’yı Amerika’ya saldırması için ikna edecek; karşılığında Amerikan
topraklarının bir kısmını ödül olarak Meksikalılara verecekti!
Bir süper gücün ayak sesleri…
6 Nisan 1917’de Amerika, Almanya’ya savaş ilan etti. ABD’nin güçlü bir
donanması olmasına rağmen göreceli olarak küçük bir kara ordusu vardı.
Zorunlu askerliğin devreye sokulmasıyla kısa sürede devasa bir ordu toplandı.
1918 baharına gelindiğinde Avrupa topraklarındaki Amerikan askerlerinin
sayısı, Almanlara karşı saldırıya geçecek noktaya ulaşmıştı. General John J.
Pershing’in komutasındaki Amerikan askerleri, Almanları, 11 Kasım 1918’de
teslim oldukları ana dek her cephede mağlup etmeyi başardı. Amerika’nın
gücü dost düşman herkesin gözünü almaya başlamıştı.
Aynı günlerde Amerika’daki sosyal yapı da değişiklik geçiriyordu. Kadınlara
kısmen de olsa oy kullanma hakkı verildi. O ana dek kadınlar sadece on bir
Amerikan eyaletinde oy kullanabiliyordu. 1918’de Kongre’nin çıkardığı 14.
İyileştirme’yle ülkedeki tüm kadınlara oy kullanma hakkı tanındı, ancak
yasanın yürürlüğe girmesi iki yılı bulacaktı.
Amerika içindeki göç dalgası durmak bilmiyordu. Güneydeki siyahlar, başta
büyük şehirler olmak üzere, kuzey eyaletlerine göçüyordu. Siyahların haklarını
korumak için çatı kuruluşlar boy gösterirken, bazı eyaletlerde ırk çatışmaları
patlak vermeye başlamıştı. Köleliğin kanunla kaldırılmış olması, zihinlerden de
silindiği anlamına gelmiyordu. Bu esnada 1921’de hayata geçirilen Acil Kota
Kanunu’yla (Emergency Quota Act) Amerika’ya dışarıdan göç, sıkı kurallara
bağlandı.
1920’ler ve patlayan refah…
Amerika’daki birçokları açısından 1920’ler refah dönemiydi. 1912’de evlerin
sadece yüzde 12’sinde elektrik varken 1927’de bu oran yüzde 63’e ulaşmıştı.
Amerikalılar buzdolabı, ütü, elektrikli soğutucu gibi teknolojik nimetlerin tadını
çıkartıyordu. 1930’da hanelerin neredeyse yarısında radyo vardı. Arabalar
caddeleri dolduruyordu. Amerikalılar dünyanın en yüksek yaşam standardına
sahip toplumu olmuştu. 1920’ler aynı zamanda ‘yasaklar’ dönemiydi de. 18.
İyileştirme hayata geçirildi ve alkol üretimi, satışı ve nakli yasaklandı. Fakat
bu yasak, filmlere de konu olduğu gibi mafyayı ortaya çıkardı; kaçakçılıkla
zenginleşen gangster çeteleri sokaklarda dehşet saçtı. Yasak 1933’te
kaldırıldığında geride oldukça zengin bir mafya külliyatı bırakmıştı.
Wall Street çöküyor
1929’da Amerikan ekonomisi teklemeye başladı. Araba ve ev satışları
düşerken borsaya yönelik talep tırmanıyordu. Birçok yatırımcı borçlanarak
hisse aldı. Bunun sonucunda borsa şişti, fiyatlar tavan yaptı. Kaçınılmaz olarak
satışlar başladı ve bir süre sonra bu dalga panik satışlarına dönüştü. Kara
Perşembe (Black Thursday) olarak tarihe geçen 24 Ekim 1929’da, hisse
senetlerinin değeri dibe vurdu ve borsa çöktü (Wall Street Crash).
Dünyayı kasıp kavuran 1929 Ekonomik Bunalımı, ilk etapta Amerikalıları vurmuş, işsiz sayısı roket gibi fırlamıştı. O günlerde sıkça
rastlanan bir manzara. İşsiz bir vatandaş, üzerinde “3 işten anlıyorum, 3 dil biliyorum, 3 yıl savaştım, 3 çocuğum var, 3 aydır işsizim
ve tek isteğim BİR İŞ” yazılı vücut panosuyla sokakları arşınlıyor. (Foto/National Archives)

Bankalar iflas etmiş, sanayi durmuştu. 1932’de sanayi üretimi yarıya


düşerken ihracat 1929’a kıyasla üçte bir seviyesine gerilemişti. Doğal olarak
işsizlik patladı. 1932’de toplam işgücünün dörtte biri boşta geziyordu. İşsizlik
tüketimi durdurunca, halen iş sahibi olanlar da işlerinden olmaya başladı.
Amerika’da başlayan bu ekonomik kriz, tıpkı 2008’den itibaren acı şekilde
tecrübe ettiğimiz şekilde, tüm dünyayı kısa zamanda avuçlarına aldı. Bu zor
yıllar tarihe Büyük Bunalım (Great Depression) olarak geçecekti. Tüm
insanlık, ekonomik krizin pençesine düşmüştü. Her kriz anında olduğu gibi
yine gerginlikler baş gösterecek ve patlayan dünya savaşı, krizi bitireceği gibi
Amerika’yı gerçek anlamda dünyanın patronu yapacaktı…
Ekonomik kriz Başkan’ı koltuğundan ediyor
Dönemin Başkanı Herbert Clark Hoover işverenleri maaşları yükseltmeye
ikna etti; yol, köprü ve kamu binalarının yapımını hızlandırarak kamu
harcamalarını arttırma yoluyla krizi alt etmeye çalıştı. Ancak işsizlik sigortasını
hayata geçirmeye yanaşmadı. Halkın devlete bağımlı olması durumunda
tembelleşeceğine inanıyordu. Oysa Amerikan sokakları işsiz kitlelerle dolup
taşıyordu. En gözde mekânlar, bedava çorba dağıtılan aşevleriydi.
(Amerikalılar bu çorbaya Hoover Yahnisi adını vermişlerdi!) Krizi çözmekte
yetersiz kalan Hoover, önce popülaritesini, ardından da Başkanlığı kaybetti.
1932’de Amerika, yeni başkanını selamlıyordu: Franklin Delano Roosevelt.
Devlet eliyle ekonomiye müdahale ediliyor
Roosevelt, tarihe geçen özdeyişiyle, Amerikan halkına ‘korkmaları gereken
tek şeyin korkunun kendisi’ olduğunu söylüyor, moralleri yüksek tutmaya
çalışıyordu. Devletle kamu arasında Yeni Bir Anlaşma (New Deal)
yapılacağına söz verdi ve ‘100 Gün’ olarak bilinen seri reformları hayata
geçirdi. Bu kapsamda tüm bankalar kapatıldı, sadece hükümetin ‘sağlam’
raporu verdiği bankaların faaliyetine izin verildi. Böylelikle güven ortamının
kaybolmasından dolayı yastık altına kaçan paraların bankalara dönmesi
sağlandı. Roosevelt aynı zamanda işsizliği yenmek için barajlar, köprüler,
otoyollar gibi devasa yatırım hamleleri başlattı, fakat altı yıla yayılan bu
çırpınma sürecinde kısmi başarılarla yetinmek zorunda kalacaktı. Ne yaparsa
yapsın işsizliği ortadan kaldıramıyordu. İronik ama tüm bu sorunları ortadan
kaldıran, İkinci Dünya Savaşı olacaktı…
Savaşın ayak sesleri duyuluyor…
Atlantik’in öte tarafındaki Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmasıyla
dünyanın gidişatı bir anda değişti. Almanya 1940’ta Danimarka, Norveç,
Hollanda, Belçika ve Fransa’yı işgal edince Amerika alarma geçti. Amerikalılar
istemedikleri halde bir kez daha dünyanın gidişatına kulak kabartıp tavır
almak zorunda kalmışlardı. Roosevelt mecburi askerliği devreye sokarak
silahlı kuvvetleri genişletti. Amerikan halkı başlangıçta savaşa karşıydı ama
Başkan Roosevelt Amerika’nın ‘demokrasinin cephanesi’ olduğunu ilan etmişti
bile. Amerika savaşın başlarında, kendi savunması açısından elzem olan
İngiltere ve Rusya gibi ülkelere silah, cephane ve yiyecek satarak kendince
hür dünyayı destekleme yoluna gitse de 7 Aralık 1941’de Japonların
Hawai’deki Pearl Harbor deniz üssüne yaptığı sürpriz saldırı sonucu savaşa
doğrudan müdahil olmak durumunda kaldı. Saldırıdan bir gün sonra
Japonya’ya savaş ilan eden Amerika, kaderin cilvesi olsa gerek, tarihinin en
büyük şokunu yaşadığı bu saldırıyla, aslında süper güçlüğe giden yola girmiş
oluyordu. 11 Aralık’ta Japonya’nın müttefiki Almanya ve İtalya’nın da
Amerika’ya savaş ilan etmesiyle, dünya ikinci defa topyekûn bir çatışmanın
içine sürüklendi. Tüm savaşların anası olacak İkinci Dünya Savaşı, Amerika’yı
dünyanın jandarması yapacak, dünya dengelerini günümüze dek sürecek
şekilde değiştirecekti…

Japonların Hawaii’deki Pearl Harbor üssüne gerçekleştirdiği sürpriz baskının intikamını almak isteyen Amerika, hep uzak durmaya
çalıştığı İkinci Dünya Savaşı’na büyük bir iştahla girdi. Uyuyan dev uyanmıştı bir kez. O andan itibaren de koşar adım süper güç
olma yolunda ilerleyecekti… (Foto/Pentagon)

Amerika, Japonlardan intikam almak aşkına tüm kaynaklarını savaş için


seferber etti. Sanayi üretimi savaş boyunca ikiye katlandı. Büyük Bunalım’ın
kırıp geçirdiği ülkede 1943’e gelindiğinde işsizlikten eser kalmamıştı! 1939’da
sadece 2 bin savaş uçağı üreten Amerika, 1944’te 96 bin gibi inanılmaz bir
sayıyı yakalayacaktı! Savaş ekonomisi ülkeyi ayağa kaldırdığı gibi, bu dönem
boyunca ‘daha yıkıcı silahlar’ geliştirmek amacıyla tırmanan araştırma
geliştirme faaliyetleri, Amerika ile diğer ülkeler arasındaki teknolojik uçurumu
derinleştirdi. Amerika, savaşa katılan diğer ülkelerin aksine, okyanusun
ortasında izole olduğu için hava saldırılarının yıkımından kurtulmuş, savaşı en
az zararla atlatan ülke olmuştu. Bu, savaş sonrası dönemin en güçlü aktörü
olmasında büyük rol oynayacaktı.

Hiroşima’da patlayan atom bombası, İkinci Dünya Savaşı’nın doğu cephesini kapatırken, Amerika’yı da dünyanın ilk atom gücü
yapıyordu. Daha önce hiçbir ülkenin envanterinde olmayan sınırsız bir güç Amerikalıların elindeydi artık. (Foto/Pentagon)

Savaş olanca hızıyla sürerken hayat da devam ediyordu. Siyah Amerikalılar


toplum içindeki yerlerinden memnun değildi. Savaş boyunca çok sayıda kişi
güneyden kuzeye ve batıya göç etmişti. Siyahların haklarını savunan
dernekler her geçen gün artarken 1942’de Irki Eşitlik Kongresi (Congress for
Racial Equality) toplandı. Amerika bir yandan dünyadaki ‘demokrasileri
kurtarmak’ için savaşırken, diğer yandan kendi içinde amansız bir demokrasi
mücadelesi veriyordu. 1942’de ülkenin batı kıyılarında yaşayan 110 bin
dolayındaki Japon asıllı Amerikan vatandaşı, ülkenin iç bölgelerinde zorunlu
iskâna tabi tutuldu.272 İlginçtir, aynı günlerde Amerikan ordusunda Japonlara
karşı çarpışan birçok Japon asıllı asker bulunuyordu!
Amerika’nın ezici sanayi gücü, üstün silah teknolojisiyle birleşti ve Alman-
İtalyan-Japon ittifakının yenilmesini sağladı. Ama hiç şüphesiz ki bu süreçte
en önemli rolü, Amerika’yı tarihin ilk nükleer gücü yapan atom bombaları
oynamıştı. Amerika, savaş boyunca kendisine Pasifik Okyanusu’nda kök
söktüren Japonları iki atom bombasıyla pes ettirmiş, dünyayı atom silahlarının
dehşeti ve aynı zamanda kudretiyle tanıştırmıştı. Başkan Roosevelt’in ömrü,
savaşın sonunu görmeye yetmedi. 12 Nisan 1945’te öldüğünde, Amerika,
zafere iki adım uzaktaydı…
Truman Doktrini ile demokrasilere şemsiye açılıyor
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Amerika, tartışmasız dünyanın en zengin,
ekonomik ve askeri açıdan en güçlü273 milletiydi. Ancak savaşın sona
ermesinin yarattığı sevinç dalgası uzun soluklu olmayacaktı. Savaşın iki
muzaffer devleti Amerika ve Rusya arasındaki ilişkilerin gerilmesiyle birlikte
dünya kamuoyu 1947’den itibaren Soğuk Savaş’ın kucağına düştü. Amerika’nın
liderliğindeki Batı Bloğu komünizmin yayılmasının yarattığı korkuyla başa
çıkmaya çalışıyordu. 1946’da İngiltere, komünist gerillalarla başa çıkması için
Yunan hükümetine yardım etmeye çalışıyordu ama savaştan dolayı tükenmiş,
eski süper güçlüğünden eser kalmamıştı. Sahneyi ‘yeni krala’ bırakma vakti
gelmişti.
Amerikan Başkanı Harry S.Truman, 12 Mart 1947’de kendi adıyla anılacak
meşhur doktrini ilan etti. Amerika, “dünyanın tüm hür insanlarını dışarıdan
gelebilecek baskılardan ya da ülke içindeki silahlı azınlıkların baskısından
koruyacağını” deklare ediyordu. Bunun anlamı şuydu: Amerika’nın Sovyet
yayılmacılığına pabuç bırakmaya niyeti yoktu. Bu yolda kullanabileceği en
büyük silahsa paraydı. Sovyet tehdidine en çok maruz kalan iki ülke
Yunanistan ve Türkiye için kesenin ağzı açıldı.
Amerika, dünyanın yeni patronu olarak, savaşın yıkımına uğramış Avrupa’ya
da el attı. 1948–1951 yılları arasında yapılan yardım, fikri ilk kez ortaya atan
Amerikan Dışişleri Bakanı George C. Marshall’dan hareketle Marshall Yardımı
(Marshall Plan) olarak isimlendirildi. Amerika, bu programla Avrupa’nın
kalkınmasında ciddi bir rol274 oynuyordu ki 1950’de Kore Savaşı patlak verdi.
ABD, düşman olarak bellediği komünist rejimle dehşetli bir savaşa girdi. Her
ne kadar Çin destekli Komünist Kuzey Kore ile Amerikan destekli Güney Kore
yenişemese de savaşın ateşkesle sona ermesiyle birlikte Amerika’nın Kore
Yarımadası’ndaki askeri, politik ve ekonomik varlığı perçinlenmiş oldu.
Komünizm histerisi Amerika’yı esir alıyor
1946’da İngiltere Başbakanı Winston Churchill, Stettin’den Adriyatik’teki
Trieste boyunca uzanan ‘Demir Perde’ ile Avrupa’nın doğusundaki halkların
Sovyet boyunduruğu altında kaldığını ilan etmişti. Macaristan ve Bulgaristan
gibi ülkelerde birbiri ardına komünist rejimlerin kurulması Batılıları
korkutuyordu. Çekoslovakya’da iktidara gelen demokratik hükümet bir süre
sonra darbeyle devrilince, korkular ikiye katlandı. Komünizm korkusunun
Amerika’nın üzerine bir şal gibi örtüldüğü 1950’ler, tarihe McCarthycilik
Dönemi (McCarthyism) olarak geçecekti. Soğuk Savaş’ın dörtnala gittiği o
yıllarda Batı hükümetlerinin en büyük korkusu, içlerine komünist ajanların
sızması ihtimaliydi. Bu korku Amerika’da her taşın altında komünist arayan
Senatör Joseph McCarthy’nin şahsında kemikleşti. Sovyetlerin 1949’da
başarıyla denediği ilk atom bombasının geliştirilmesinde Amerikalı bir çiftin
Ruslara bilgi sızdırdığı iddialarının gündeme gelmesiyle “kızıl darbe” korkusu
ayyuka çıktı. McCarthy’nin “Elimde Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan
komünistlerin listesi var” iddiası Amerika’yı karıştırdı. Adeta bir cadı avı
başlamıştı. Özgürlüklerin dilden düşürülmediği Amerika’da onlarca masum
insan, “komünist ajan” damgasıyla işinden oldu. Halktaki korkuyla yelkenlerini
şişiren senatör, hiç akla gelmeyecek kişileri ajanlıkta suçlayınca işin rengi
değişti, hem siyasi çevrelerin hem de halkın desteğini süratle kaybetti.
1954’te McCarthy’nin estirdiği zihinsel terör sona erdiğinde, geride Amerikan
tarihinde utançla anılacak, sivil özgürlüklerin budandığı kapkara bir dönem
kalmıştı.
Amerika, tırmanışını sürdürüyordu. Yaşam standartları yükselmiş, işsizlik
oranı düşmüş; TV, Amerikan halkının bir numaralı eğlence kaynağı olmuştu.
1958’de fırlatılan ilk uyduyla uzayın kapısı tıklatıldı. Uzay araştırmaları
‘Amerikan İmparatorluğu’nun en büyük dinamolarından biri olacaktı.275
Siyahlar hakları için direniyor…
Tüm bu gelişmeler yaşanırken değişmeyen tek bir şey vardı. Bir zamanlar
Afrika’dan köle olarak getirilen ve çileli bir sürecin sonunda vatandaşlık
statüsüne yükselen siyahların kaderi! Güney eyaletlerindeki okullarda halen
ırk ayrımcılığı sürüyordu. Zira aradan geçen onca zamana ve anayasal
iyileştirmelere rağmen, Yüksek Mahkeme’nin her iki gruba da kamu
olanaklarından eşit şekilde yararlanma imkânı verilmesi durumunda ‘kamusal
alanların ayrılmasının’ yasal olduğu şeklindeki 1896 tarihli hükmü halen
yürürlükteydi! Tabii ki eşitlik sadece kâğıt üzerindeydi. Siyahlara tahsis edilen
her şey ikinci sınıftı. 1954’te Yüksek Mahkeme, bu aymazlığı fark ederek bir
önceki kararı bozdu. Yine de güneydeki beyazların çoğu, ayrımcılığın
kaldırılmasına ayak sürümeye kararlıydı. Öyle ki 1957’de Little Rock Yüksek
Okulu’na girmek isteyen siyahi öğrencileri önce şehirdeki ulusal muhafızlar,
ardından da halk engellemişti! Kriz, öğrencilerin, Başkan Eisenhower’ın
gönderdiği birliklerin gözetiminde okula girebilmesiyle çözülebildi. Bir yanda
uzayın sırlarının çözülmeye çalışıldığı, diğer yandaysa insanoğlunun en temel
haklarının ayaklar altına alındığı bir Amerika vardı. Ülke, bu ‘çift ruhlu’
karakterini hiçbir zaman kaybetmeyecekti.

60’lı yılların Amerika’sı uzay çalışmalarına süratle devam edip bilim ve teknolojinin sınırlarını zorlarken, siyah derili vatandaşlarının
beyazlarla aynı çeşmelerden su içebileceği eşitlik ve özgürlük ortamını yaratamamıştı. (Foto/National Archives)

Güneydeki bu eşitlik karşıtı atmosfer, tüm yasal düzenlemelere rağmen ışık


sızdırmıyordu. Siyahi Amerikalılar, şiddet içermeyen kitlesel eylemlerle
seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Sözgelimi Alabama’da siyahların sadece
otobüslerin arka kısmında seyahat edebileceğini hükme bağlayan bir kanun
vardı. 1955’te, Rosa Parks isimli siyahi bir kadının, tutuklanmayı göze alarak
otobüsün ön kısmında oturmakta ısrar etmesiyle başlayan kitlesel eylemler,
nihayetinde otobüslerdeki ayrımcılığın resmen kaldırılmasıyla neticelendi. Bu
direnişte Rosa Parks’a en büyük desteği veren isimlerden biri, ilerleyen
yıllarda siyah Amerikalıların önemli kanaat önderlerinden biri olacak din
adamı Martin Luther King’den başkası değildi. 1960’ta Kuzey Carolina’da bir
restoranda kendilerine servis yapılmamasını protesto eden bir grup siyahın
başlattığı oturma eylemi kısa zamanda yayıldı ve çıkan olaylar sonucunda geri
adım atan ‘sistem’, kapalı mekânlardaki ayrımcılığı kaldırmak zorunda kaldı.
Siyahların mücadelesi burada bitmeyecekti.
Dünyayı heyecanlandıran isim: Kennedy
1961 yılının 21 Ocak günü, ABD’nin en genç ve ilk Katolik Başkanı olarak
yemin eden Demokrat Parti Senatörü John F. Kennedy’nin, göreve başlarken
yaptığı konuşmada Amerikalıları “insanlığın ortak düşmanları olan zorbalığa,
yoksulluğa, hastalığa ve savaşa karşı uzun sürecek bir mücadelenin yükünü
taşımaya” çağırması, kitleleri heyecanlandırmıştı.276 Sadece Amerikalılar
değil, diğer dünya milletleri de ondan çok şey bekliyordu. Lakin Amerika’daki
yerleşik sistemi değiştirmek o kadar kolay değildi. Kennedy, mahkeme
kararına rağmen siyahi öğrencileri almayan Mississippi Üniversitesi
yönetiminin direncini aşabilmek için askeri birlikleri görevlendirmek zorunda
kalacaktı! 1963’te başkent Washington’da tarihin en büyük kalabalıklarından
biri toplanmış, Martin Luther King’in “I have a dream” (Bir hayalim var!)
şeklinde başlayan ve sivil hakların önündeki engellerin kaldırılması çağrısında
bulunan efsanevi konuşmasını dinliyordu. Tüm bunlara karşın siyahların aldığı
cevap şiddet oldu. Aralarında Malcolm X’in de bulunduğu siyah insan hakları
savunucuları suikasta uğradı. Amerikan tarihinin en sevilen ve en başarılı
başkanlarından Kennedy, bir yandan siyah derili vatandaşlarının haklarını
hayata geçirmeye çalışırken, diğer yandan da hür dünyanın demokrasilerini
Komünist Rusya’nın yayılmacılığına karşı korumak için gayret gösteriyordu!
Kennedy: 60’lar bitmeden Ay’da yürüyeceğiz!
Amerika, bir yandan bünyesindeki ‘sosyal’ hastalıklarla savaşırken diğer
yandan da ‘kas yapmaya’ çalışıyordu. 1960’ların başından itibaren Başkan
Kennedy, Amerikan ordusunun daha da güçlendirilmesi çalışmalarına ağırlık
verdi. Bununla da kalmadı Sovyetlerle girişilen Uzay Yarışı’ndan dolayı
ülkesinin önüne o günler için akıl almaz bir hedef koydu: Amerika, 60’lı yıllar
sona ermeden Ay’a insan indirecekti!

Neil Armstrong 1969 Temmuz’unda Ay’a ayak bastığında, Amerika, bir ilke daha imza atıyordu. Adı konmamış imparatorluğun
sınırları uzaya taşmıştı… (Foto/NASA)

Kennedy, güç gösterisinin yanı sıra imaj çalışmalarını da ihmal etmiyordu.


Geri kalmış ülkelerdeki eğitim, ekonomi ve kalkınma programlarına destek
olmak için Peace Corps (Barış Birlikleri) isimli bir teşkilat kurdu. Ancak
iktidarına damga vuran olay, Küba Krizi olacaktı. Başkan, Küba’daki Sovyet
yanlısı rejimi devirmeleri için bin 500 dolayındaki Kübalı göçmeni adaya
göndermiş, lakin operasyon tam bir facia ile sonuçlanmıştı. Tarihe ‘Domuzlar
Körfezi Fiyaskosu’ olarak geçen bu başarısız darbe girişiminin ardından gelen
Küba Füze Krizi, dünyayı nükleer savaşın eşiğinden döndürecekti. Kennedy,
tüm bu füzeli-roketli gündemine rağmen, Amerikan Başkanları arasında
‘barışa’ en yakın duran isim olarak sivrildi. 1963’te nükleer silahların test
edilmesini yasaklayan antlaşmayı imzaladıktan bir süre sonra suikasta kurban
gitti. Çok istediği halde, Ay’a ayak basıldığını görmeye ömrü yetmeyecekti.
Kennedy’nin öldürülmesinin ardından 1964’te Başkanlığı devralan Lyndon B.
Johnson, tüm Amerikan vatandaşlarına her koşulda eşit haklar tanınmasını
öngören Medeni Haklar Yasası’nı (Civil Rights Act) imzaladı. Ancak ortalık
durulmuyordu. Takip eden yıllarda ülkenin değişik bölgelerinde siyahların
çıkardığı ayaklanmalar yaşandı, onlarca insan öldü. 4 Nisan 1968’de Martin
Luther King’in suikasta kurban gitmesiyle şiddet olayları tırmandı. Bu arada
ülkenin asli sahipleri olan yerliler de boş durmuyordu. Onlar da kendilerine
yapılanlardan dolayı ayaklanmış, önemli kamu binalarını işgal ederek seslerini
duyurmaya çalışmış, ama sonuç alamayacaklarını görünce tekrar kabuklarına
çekilmişlerdi.
Başkan Johnson, dünyanın en zengin toplumu olmalarına rağmen, ülke
içinde fakirlik sınırı altında yaşayan insanlar olmasının kabul edilemez
olduğunu söyleyerek yoksulluğa savaş açtı. Bu arada siyahların oy vermesi
önündeki engeller nihayet 1965’te kaldırılabildi! Bunun için Başkan
Johnson’un, oy vermek için zorunlu bir uygulama olan okuryazarlık testini iptal
etmesi gerekmişti. Aynı günlerde Vietnam’dan gelen olumsuz sinyallerin
şiddeti giderek artıyordu…
Vietnam Sendromu
Yirminci yüzyılın başlarında Fransızların sömürgesi olan Vietnam, 1941’de
Japonlar tarafından işgal edilmişti. Avrupa sömürgeciliğine soğuk bakan
Amerika, savaş sonunda Vietnam’ın tekrar Fransızlara verilmesini istemiyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Vietnam’ı tekrar denetim altına almak
isteyen Fransızlar komünist gerillaların direnişiyle karşılaşınca işin rengi
değişti. Soğuk Savaş’ın etkisiyle Amerikalıların Vietnam sempatisi sönmüş;
komünizm korkusu, sömürgecilik alerjisine baskın çıkmıştı. Amerika’nın daha
1950’den itibaren Fransa’nın Vietnam’daki çabalarına destek çıkması üzerine
dönemin senatörlerinden John Kennedy, “Amerika kendisini Fransız rejiminin,
imparatorluk kalıntılarına tutunup kalmak yönündeki çaresiz çabalarına
angaje etmiştir” demişti. Zaman onu haklı çıkardı. Fransızlar bir süre sonra
Vietnamlı gerillalara yenilerek geri çekildi ve ülke Kuzey ve Güney olarak ikiye
bölündü. 1950’lerde komünist gerillalar güneye sızıp Amerikan tesislerine
saldırınca, Amerikan hükümeti Güney Vietnam’daki baskıcı rejimin yanında saf
tutmakta gecikmedi.277
1960’lara gelindiğinde Amerika’nın Vietnam’daki politikasını belirleyen unsur,
“bir ülke komünizme teslim olursa, komşu ülkeler de birbiri ardına düşer”
görüşüne dayalı Domino Teorisi’ydi. 278 Kennedy’nin 1961’de ilk askerleri
göndermesiyle birlikte Amerika’nın Vietnam bataklığındaki macerası
başlamıştı. Ağustos 1964’te Kuzey Vietnam hücumbotlarının Amerikan savaş
gemilerine saldırması üzerine Amerika’nın bölgedeki varlığı pekişti. Kongre,
Başkan’a, Güney Asya’daki bu saldırganlığın yayılmasını engellemesi için
gereken tüm yetkiyi tanıdı. Amerika’nın, kendisinden on binlerce kilometre
uzaklıkta dahi olsa düşman rejimlere göz yummaya niyeti yoktu.
1967’ye gelindiğinde Güney Vietnam’daki Amerikan askerlerinin sayısı yarım
milyona ulaşmıştı. Amerikan ağır bombardıman uçakları Kuzey Vietnam’da taş
üzerinde taş bırakmıyor, napalm bombalarıyla ortalığı kasıp kavuruyordu.
Lakin Amerika’nın üstün silah gücü, başarılı bir gerilla savaşı sürdüren Kuzey
Vietnamlıları (Vietkonglar) durduramıyor, Vietnam’ın balta girmemiş ormanları
Amerikan askerlerine mezar oluyordu. Aynı günlerde Amerikan caddeleri
savaş karşıtı gösterilerle dolup taşıyordu. Tet Saldırısı (Tet Offensive) ile
Güney Vietnam’a ağır bir saldırı başlatan Vietkonglar geri püskürtülse de
Amerikan kamuoyunun sabrı taşmıştı. Dünyanın en büyük askeri gücü, bir
avuç gerillayla başa çıkamıyordu. 1968’de barış görüşmeleri başladı. 1970’den
itibaren de Başkan Richard Nixon, Amerikan askerlerini Vietnam’dan çekmeye
başladı. Son askeri 1973’te ülkeden ayrıldığında Amerikan ordusunun kayıp
sayısı 50 bini geçmişti. Vietnam macerası Amerikalılara pahalıya patlamıştı.
Bu hezimet siyasi jargona, Amerikalıların 1. Körfez Savaşı’na dek her kara
operasyonu öncesinde yaşadıkları tedirginliği tanımlamak için kullanılacak
‘Vietnam Sendromu’ kavramını hediye edecekti.
Başkan yiyen kriz: WATERGATE
1972 Haziran’ında Amerikan iç politikasında yaşanan bir gelişme, tüm
dünyayı sarstı. Beş kişi, Washington DC’deki Watergate Binası’nda bulunan
Demokrat Parti bürosuna girmiş ve suçüstü yakalanmışlardı. Ardından Beyaz
Saray çalışanlarından iki kişi daha olayla bağlantılı olarak tutuklandı. Bu
kişilerin hepsinin, Başkan Nixon’ın tekrar seçilmesi için yürütülen kampanyada
görevli olduğu anlaşılınca, Amerika büyük bir siyasi krize sürüklendi. Yargı
sürecinde zanlılardan biri, Başkan’ın da olayla ilgili olduğunu iddia etti. Nixon,
iddiaları kabul etmese de özel ofisinde sakladığı ve suçlu ya da masum
olduğunu ortaya çıkaracak konuşma kayıtlarını mahkemeye vermeyi reddetti.
Bir süre sonra sansürden geçmiş kayıtları vermeye yanaşsa da artık köşeye
sıkışmıştı. Yüksek Mahkeme tüm kayıtların teslim edilmesini istedi. Bantların
çözülmesiyle suçu netleşen Nixon, 1974 Ağustos’unda istifa ederek, bu şekilde
görevden ayrılan ilk Amerikan Başkanı olarak tarihe geçti. Watergate Skandalı
olarak bilinen bu süreç Nixon’a pahalıya patlamış, ancak herkesin hukuk
önünde eşit olduğu ilkesi çarpıcı şekilde sergilenmiş ve Amerikan
demokrasisine duyulan güven artmıştı.
Vietnam Savaşı ve Watergate’in ardından Amerika 70’lerin ortasında
durgunluğa sürüklendi. İşsizlik 1975’te yüzde 8,5 seviyesine yükselmişti.
Ancak yine de ABD, dünyanın en zengin ve güçlü ülkesi olmaya devam
ediyordu.
Tek kutuplu dünya
Beklenmedik bir şekilde 1989’da komünizmin çökmesi ve 1991’de en büyük
rakibi Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle Amerika, dünyanın tek süper
gücü olarak kalmıştı. Aynı yıl Irak lideri Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal
etmesi, Amerika’ya gücünün sınırlarını test etme fırsatı verecekti. Başkan
George Bush, kolu kanadı kırık Rusya’nın itirazlarına rağmen müttefiklerini de
yanına alarak Irak’a savaş açtı. Neticede Saddam yenilip Kuveyt’ten çıkarıldı
ve Amerika, dünyanın enerji kaynakları havuzu olan Ortadoğu’ya gelip oturdu.
1993’te Amerika’da Bill Clinton iktidarı başladı ve refah devleti oluşturulması
yönünde ciddi adımlar atıldı. İki dönem art arda Başkanlık yapan Clinton’ın
döneminde işsizlik azaldı, ekonomi canlandı ve internet devrimiyle bilgi çağı
taçlandırıldı. Tüm başarısına karşın Demokrat Parti, 2001’de koltuğu
Cumhuriyetçi Parti’ye kaptırdı ve Amerika’da George W. Bush dönemi başladı.
Aynı aileden ikinci bir Başkan çıkmıştı. Birçokları bunu ‘gizli monarşi’ şeklinde
yorumlayacaktı. Oğul Bush henüz Beyaz Saray’a yeni alışmıştı ki 2001 yılının
11 Eylül günü kaçırılan bir dizi uçakla gerçekleştirilen saldırılarla, hem
Amerika hem de dünya yeni bir düzene; ‘terörle savaş’ düzenine geçti.
Amerika, 11 Eylül saldırılarına karşılık olarak önce Afganistan’ı, ardından da
Irak’ı işgal etti. Baba Bush’un yarım bıraktığı işi oğlu tamamlayacaktı; Saddam
rejimi devrildi, kendisi idam edildi. ‘Amerikan İmparatorluğu’nun çirkin yüzünü
gösterdiği ve dünyaya sopa çekerek sorunları çözmeye çalıştığı bu dönem,
2008’de Barack Obama’nın Başkan seçilmesiyle sona ermiş gibi görünüyor.
Şimdilik…

Bugün Amerika’nın sahip olduğu gücün en büyük dayanak noktalarından biri, dünyanın dört bir denizinde at koşturan donanması.
125 bini rezerv olmak üzere 500 bin askeri, 283 savaş gemisi, 11 uçak gemisi ve 3 bin 700 savaş uçağıyla (2008 yılı itibariyle)
Amerikan Donanması, dünyanın en büyük deniz gücü. Kendisinden sonra gelen 13 ülkenin toplamından daha çok ateş gücüne
sahip bu donanmanın temelleri, Amerikan Bağımsızlık Savaşı esnasında atılmıştı. Kongre, Akdeniz’deki Türk korsanlarının Amerikan
ticaret gemilerine nefes aldırmaması üzerine donanmanın daha da güçlendirilmesine karar vermişti! (USS Theodore Roosevelt
Uçak Gemisi/Pentagon)

Bugün halkının yüzde on üçü fakirlik sınırında yaşasa da ileri teknolojisi,


devasa araştırma-geliştirme bütçesi, enformasyon ve iletişim
teknolojilerindeki liderliği ve tarım ve silah sanayisindeki üstünlüğüyle
Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olduğu konusunda neredeyse herkes
hemfikir. Peki, Amerika bir imparatorluk mu? Bu soruya cevap vermeden önce
bir de Amerika’nın savaş karnesine bakalım.
‘Amerikan İmparatorluğu’ savaşlar üzerinde yükseldi
En azından 11 Eylül saldırılarından önceki zaman diliminde, Amerika
denilince ilk akla gelen; ‘demokrasi’, ‘fırsatlar ülkesi’, ‘barışsever Amerikan
halkı’ gibi kavramlardı. Ama doğal olarak madalyonun bir de öteki yüzü vardı.
Amerika’nın aslında bir ‘savaş ulusu’ olduğu gerçeği Afganistan serüveniyle
başlayıp Irak macerası ile devam eden süreçte daha da belirginleşti. Uzun
lafın kısası, Amerika hep bir savaş ülkesi oldu ve kendi ülkesi içinde
oluşturduğu zenginliğin ve özgürlüğün bedelini Vietnam’dan Irak’a uzanan
coğrafyalardaki masum halklar ödedi.
Evet, Amerika her ne kadar Almanya ve Japonya’da demokrasinin inşasına
katkıda bulunmuş olsa ve aynı şeyi Irak ve Afganistan’da yapmaya çalıştığını
iddia etse de, kurulduğu günden itibaren eli sopalı bir güç oldu. 400 yıllık
tarihi, aslında bir savaşlar tarihiydi. Öyle ki Amerikan Başkanlarından
yedisi,279 parlak askeri kariyerlerini siyasete tahvil ederek Beyaz Saray’a
çıkabilmişti.

Amerika, hep bir savaş ülkesi oldu. Her iki dünya savaşında ahlaki açıdan takdir edilecek bir tavırla saldırganların karşısında yer
alırken Kore’den Vietnam’a, Panama’dan Irak’a varıncaya kadar, onlarca kirli ve şaibeli savaşa da imza attı. (Fotolar/Pentagon)

Amerikan liderleri, savaşa daima kutsal bir anlam yükledi ve onu ahlak
sosuna bulayarak kitlelere sundu. 1898’de Amerikan Dışişleri Bakanı olan
John Hay, İspanyol-Amerikan savaşını ‘görkemli bir mücadele’ olarak överken,
Baba Bush, 29 Ocak 1991’de Kuveyt’i işgal eden Saddam’a savaş ilan ettiği
günlerde “Biz Amerikalıyız, çetin özgürlük savaşını omuzlamak gibi özel bir
sorumluluğumuz bulunuyor. Ve biz işin içine girdiğimizde özgürlük hayata
geçer” diyordu. Amerika ‘özgürlük’ için savaşıyordu, lakin bu özgürlüğün
bedelini hep başkalarına ödetiyordu.
Savaşlar, aynı zamanda Amerika’daki 72 milletten insana ‘ortak bir
Amerikalılık’ bilincinin aşılanmasında da kullanıldı. Savaşlarla güçlendi
Amerika. Silahlanmaya yaslanan sanayisi ve teknolojisiyle dünya üzerindeki
hâkimiyeti palazlandı. Bu yollarla elde edilen zenginliklerle Amerikan halkı,
dünyaca gıpta edilen ‘özgürlüklerinin’ tadını çıkardı. En basitinden dünyadaki
günlük petrol tüketiminin üçte birinin Amerikalılar tarafından yapıldığını
hatırlarsak, o devasa motor gücüne sahip araçlarında ne kadar ‘özgürce’ gaza
bastıklarını da anlayabiliriz.
Tekrar savaş karnesine dönersek; evet, önce bağımsızlıklarını kazanmak için
İngilizlere karşı savaştılar. Ardından sıra Amerikan yerlilerine geldi. Dağdan
gelip bağdakini kovmak şeklinde cereyan eden savaşlar, 1900 yılına kadar
sürdü. Amerika, ‘özgürleştirilmişti’! 1848’de, California ile New Mexico’nun
yanı sıra Utah ve Wyoming’in bazı bölümleri de dâhil olmak üzere bütün
güneybatı, Meksika’yla yapılan savaşlar sonunda ele geçirildi. Amerikan İç
Savaşı (1861–1865) ise ülke tarihindeki en kanlı çarpışmaydı. Sonuç olarak
1622–1900 yılları arasında yapılan yaklaşık 40 savaş sonunda Amerika üç
aşağı beş yukarı bugünkü sınırlarına kavuştu. İşin bir de dışarıya bakan kısmı
var tabii ki. Amerika’nın denizaşırı yayılması, Filipinler, Küba ve Porto Riko’nun
kontrolünün ele geçirilmesiyle sonuçlanan İspanyol-Amerikan Savaşı ve
Filipinler İsyanı’yla (1898–1902) başlamıştı. Ardından Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları, Kore Savaşı (1949–1952) ve Amerikan tarihinin en uzun ve pahalı
savaşı olan Vietnam Savaşı (1959–1975) geldi. Ve tüm bunların yanı sıra
1789 ile 1945 yılları arasında Amerika, 1849’da Hindiçin’in bombalanması ve
1904 ile 1934 arasında hemen hemen tüm Karayip ve Orta Amerika
ülkelerinin işgal edilmesi de dâhil olmak üzere, dünyanın değişik yerlerinde
200 kadar askeri harekâta girişti!
Savaşmadığı zamanlarda ise savaştırdı Amerika. 1945’ten 1989’a kadar
devam eden Soğuk Savaş yıllarında, doğrudan ya da müttefikleri aracılığıyla,
açık ya da üstü örtülü olarak, dünyanın dört bir yanındaki üslerinden savaşlar
yürüttü. Soğuk Savaş’ın bitimiyle sıcak savaşlarına geri döndü. 1991’de
Kuveyt’i işgal eden Irak’a, 2001’de Taliban’ı devirmek iddiasıyla Afganistan’a
ve 2003’te 11 Eylül saldırılarında parmağı olduğunu iddia ettiği Irak’a bir kez
daha savaş açtı. ABD bugün bir yandan nükleer silah denemeleri yaparak
uluslararası topluma yönelik çıkışlarını sürdüren Kuzey Kore’yi sıkıştırmaya
çalışırken, diğer yandan da ‘nükleer silah’ geliştirdiği iddiasıyla İran’a aba
altından sopa göstermeyi ihmal etmiyor. Savaşların faturasınaysa hiç
girmeyelim. Amerika’nın bugüne kadar girdiği savaşlarda kaybettiği insan
sayısının bir milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Varın savaştığı
devletlerin kayıplarını siz düşünün! Tüm bunların ışığında, imparatorlukların
hep savaşlarla genişlediği gerçeğini de göz önünde bulundurursak,
Amerika’nın tam anlamıyla adı konulmamış bir imparatorluk olduğunu iddia
etmek yersiz olmayacaktır. Peki, bu konuda akademisyenler ve dış politika
teorisyenleri ne diyorlar dersiniz?
“Amerika bal gibi de imparatorluktur”
Amerika’nın bir imparatorluk olup olmadığıyla ilgili tartışmalar daima
akademik ve entelektüel çevrelerin sevdiği faaliyetlerden biri olmuştur.
Sözgelimi Amerikalı liberal ve sol çevreler, elindeki tüm güce rağmen,
Britanya İmparatorluğu’na ve Avrupa’nın mutlakıyetçi monarşilerine karşı
verilen sömürgecilik karşıtı mücadele sonucu ortaya çıkan Amerika Birleşik
Devletleri’nin imparatorluk olmadığını (ya da olmaması gerektiğini)
savunurlar. Buna karşın sağa yakın Amerikalı akademisyenler ve Amerika’yı
dışarıdan analiz edenler açısından Amerika’nın imparatorluk kimliğini
tartışmak neredeyse abesle iştigaldir! Amerikan dış politikasının önde gelen
isimlerinden Charles William Maynes, “Amerika’nın emperyal bir güce sahip
olduğunu, ancak emperyalist bir eğilim taşımadığını” söyler. Sağın bir başka
düşünürü, düşünce merkezi Hoover Institution’dan Dinesh D’Souza, Amerikan
halkının, ülkelerini bir “imparatorluk, hatta gelmiş geçmiş tüm
imparatorlukların en yücesi” olarak kabul etmesi gerektiğini öne sürer. Wall
Street Journal editörlerinden Max Boot da Amerika’nın bugün savaştığı
topraklarla İngiliz İmparatorluğu’nun savaştığı toprakların aynı olmasının
tesadüf olmadığını, Amerika’nın dünyayı düzene koymaya çalışan bir
imparatorluk olduğunu savunur. Bu konuda en açık sözlü davrananlardan biri
de Harvard Üniversitesi Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden akademisyen
Stephen Peter Rosen’dır. “Ezici bir askeri güce sahip olan ve bu gücü diğer
devletlerin davranışlarını etkilemek için kullanan siyasal varlığa bal gibi
imparatorluk adı verilir” diyen Rosen, terörle savaş kavramına atıfla,
“Amacımız, bir düşmanı yenmek değil. Zaten böyle bir düşman da yok.
Hedefimiz, emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek”
tespitini yapar. Fransız akademisyen ve gazeteci Philip S. Golub ise “Amerika,
kendinden önce gelen tüm imparatorluklar gibi, bir tek düşüncenin esiri
olacaktır: Hâkimiyetimi sürdürmek için ne yapabilirim, nasıl ayakta kalırım ve
bu süreci nasıl uzatabilirim” şeklindeki saptamasıyla Avrupa’daki yaygın
Amerikan algısını seslendirir. Ve tabii ki bir de Amerika’nın özünde “insanlığa
yararlı” bir imparatorluk olduğunu savunanlar var. Sözgelimi Amerikan
entelektüel çevrelerinin önde gelen isimlerinden, düşünce merkezi Carnegie
Endowment’tan tarihçi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Robert Kagan
Amerika’yı şu şekilde tanımlar: “Birleşik Devletler tarafından uygulanan
iyiliksever hegemonya (benevolent hegemony), dünya nüfusunun çok büyük
bir bölümü için olumlu olacaktır. Gerçekçi tüm alternatifler arasında en iyi
düzenlemenin bu olduğuna şüphe yoktur.”
İlginçtir, neredeyse aynı minvaldeki cümleler, geçen asırda, Amerikan
Başkanlarından Theodore Roosevelt’in dudaklarından da dökülmüştü. Amerika
ile dönemin Avrupalı sömürgeci güçleri arasında yapılan kıyaslamaları
reddeden Roosevelt, “Gerçek şu ki tüm Amerikan tarihine sinen yayılma
politikamız, hiçbir şekilde bugünün emperyalizmine benzemiyor. Bütün
Amerika’da tek bir emperyalist bile yoktur” diyordu. Amerikan dış politikasının
kilit kurumlarından Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations) uzmanı
v e Washington Post eski editörü Sebastian Mallaby de tarihin, Amerika’yı
imparatorluk siyaseti gütmeye zorladığına inananlardan. Mallaby,
günümüzdeki küresel düzensizliğin, iflasın eşiğindeki devletlerin, kontrolsüz
nüfus artışının, yerel şiddet eylemleri ve sosyal çözülmenin iç içe geçtiği
Üçüncü Dünya ülkelerinin varlığı karşısında işe yaramayan yöntemlere karşın
tek akılcı seçeneğin Amerika’nın yeni bir emperyal vizyonla hareket etmesi
olduğunu savunuyor.
Son olarak, şüphesiz ki bu tartışmayı daha da uzatabiliriz. Lakin zaten
imparatorlukların yıkıcı gücü ve sömürgeci yüzüne atfen türetilen emperyalizm
kavramının bugün en çok Amerika’ya yakıştırılması ve ‘Amerikan
Emperyalizmi’ tabirinin bu kadar çok kullanılıyor olması da bizlere bir şeyler
söylemiyor mu?
‘İmparatorluğun’ Seyir Defterinden

Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayan, Amerikan Devrimi’ne katılan ya da Amerikan Anayasası’nın


hazırlanmasına katkıda bulunan devlet adamları ya da askerler bugün Amerika’da Kurucu Babalar
(Founding Fathers) olarak bilinir.
Amerika başlangıçta dünya işlerine bulaşmaya pek meraklı değildi. Ülkenin 5. Başkanı James
Monroe’nun 1823’te dillendirdiği politika, kabaca, “Avrupa’nın sömürgeci güçleri bize (Amerika
kıtasına) karışmasın, biz de onlara karışmayalım. Kimsenin (Avrupalı sömürgeci güçlerin) iç işlerine
karışmayız, kimsenin toprağında gözümüz yok. Bu kıtaya musallat olan da karşısında bizi bulur!”
şeklindeydi. Monroe Doktrini olarak tarihe geçen bu yaklaşım, neredeyse İkinci Dünya Savaşı’na
kadar ülkenin dış politikasına yön verdi. Amerika, her iki dünya savaşına da katılmak ‘zorunda
kalmış’, hani neredeyse, kendi iradesine rağmen süper güç olmuştu! Aslında bir bakıma George W.
Bush da iktidara geldiğinde sınırlı bir dış politika izleme yanlısıydı. Lakin 11 Eylül saldırılarının ardından
Amerika’nın elleri dünyanın her yerine uzandı.
Sovyetler Birliği 1979’da Afganistan’ı işgal ettikten bir yıl sonra, ABD Başkanı Jimmy Carter, Rusların
Ortadoğu’daki petrol ticaretini tehdit ettiğini belirterek, “Amerika Basra Körfezi’ndeki çıkarlarını
korumak için her türlü tedbire başvuracaktır. Buna askeri güç kullanmak da dâhildir” diyerek kendi
adıyla anılacak olan Carter Doktrini’ni uygulamaya sokmuştu. İlginçtir, benzer ifadeleri 1903’te,
Basra Körfezi’nde deniz üssü kurmaya yeltenen Rusya ve Almanya’yı, ‘Bölgedeki İngiliz çıkarlarını
tehdit etmekle’ suçlayan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Landsdowne da kullanmıştı.
11 Eylül saldırılarının ardından Başkan George W. Bush, Amerika’nın, kendisine tehdit olabilecek her
ülkeyi vurabileceğini, bunun için de karşı tarafın saldırısını beklemeden savunma amacıyla Önleyici
Saldırı (preemptive strike) düzenleyebileceğini, terör örgütlerini besleyen rejimleri değiştirebileceğini
ve terörün ilacı olan demokrasinin yaygınlaştırılması için buna engel olarak gördüğü rejimleri
yıkılabileceğini savundu. İktidarı boyunca buna uygun politikalar izledi. Tüm bu yaklaşımlar Bush
Doktrini olarak tarihe geçti. Aynı dönemde, silah zoruyla yabancı ülkelere demokrasi ve insan hakları
ihraç edilmesini savunan Yeni Muhafazakârlık (Neoconservatism) akımı da bir hayli revaçtaydı.
ABD Savunma Bakanı Eski Yardımcısı ve Irak Savaşı’nın mimarlarından Paul Wolfowitz’in henüz
1991’de hazırladığı rapor, Amerika’nın emperyalist yüzünün en çarpıcı yansıması olarak
değerlendirilmişti. Wolfowitz, kamuoyunda Wolfowitz Doktrini olarak isimlendirilen raporunda,
Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olduğuna işaret ediyor ve bu statüsünü devam ettirmenin bir
numaralı önceliği olması gerektiğini savunuyordu.
ABD için kullanılan terimlerden biri de hipergüç (hyperpower). Bu terim daha çok askeri, ekonomik
ve teknolojik açıdan rakipsiz kalan ülkeler için kullanılıyor. Bugüne kadar hipergüç sıfatı, Roma ve
İngiliz imparatorlukları için kullanıldı. Sovyetlerin çökmesinin ardından Amerika için bu yakıştırmayı ilk
yapan İngiliz gazeteci Peregrine Worsthorne oldu. Kavram, Fransız Dışişleri Bakanı Hubert Védrine’in
Amerika’yı eleştirmek için sık sık kullanmasıyla popülerlik kazandı.
Bugün Amerika’nın hipergüç olmasının kaynağında, üretim gücü, teknolojisi ama hepsinden de
önemlisi ordusu bulunuyor. Dünyanın en büyük askeri gücüne sahip Amerika’nın yıllık askeri
harcamalarının toplamı (2009 itibariyle) 1 trilyon dolar civarında! 2005 yılındaki savunma bütçesi,
dünyanın geri kalan ülkelerinin toplam askeri bütçesine eşitti.
2003’te dünyada toplam silahlanma için harcanan paraların yarısını Amerika tek başına harcamıştı.
Halen ABD’nin askeri harcamaları, günümüzün yükselen gücü olarak gösterilen Çin’in sekiz katı.
Bugün dünyanın en büyük silah üreticisi ve tüccarı, 160 ülkeye askeri yardım yapan ABD. Bu
yardımlar, yine Amerikan silahları almak için kullanılıyor. Yardımdan en çok faydalanan ülkeler ise
İsrail ve Mısır.
Bugün Amerika’nın silah altında 1,5 milyon civarında askeri var. Bunların 300 bin kadarı, İkinci Dünya
Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş esnasında Sovyet yayılmacılığını engellemek üzere 150 ayrı ülkede
kurulmuş Amerikan üslerinde görev yapıyor. 2001’den bu yana dünyanın farklı bölgelerine ‘Terörle
Savaş’ politikası gereği asker gönderiliyor.
Amerika’nın elinde halen (2009 yazı itibari ile) 5 bin 535 nükleer savaş başlığı bulunuyor (Bu rakam
1966’da 32 bin 193’tü!) Deniz Kuvvetleri’nin envanterinde 280 gemi ve 3 bin 700 savaş uçağı, Hava
Kuvvetleri’ndeyse 2 bin 286’sı savaş uçağı olmak üzere toplam 5 bin 573 uçak mevcut.

‘İmparatorluğun’ Köşe Taşları


1607 Virginia’da ilk koloni kuruldu. İngiltere’den gelen beyaz göçmenler tütün yetiştirmeye başladı.
1620 Dini baskılardan dolayı İngiltere’den göçen Püriten-ler, Plymouth kolonisini kurdu.
1700’ler Afrika’dan getirilen köleler yoğun bir şekilde tütün ve pamuk tarlalarında çalıştırılmaya başlandı. Bu süreç bir asır
sürecekti.
1763 İngilizler Yedi Yıl Savaşları’nda Fransızları mağlup edip Mississippi Nehri’ne kadar olan toprakların kontrolünü ele geçirdi.
1774 Beyaz yerleşimciler İngiliz hâkimiyetine karşı ilk kez bir çatı altında toplandı. (İlk Kıtasal Kongre/First Continental Congress)
1775 İkinci Kıtasal Kongre (Second Continental Congress) çalışmalarına başladı. Sonrasında Amerikan Devri-mi gelecekti. George
Washington komutasındaki yerleşimciler, İngilizlere karşı savaşmaya başladı.
1776 Thomas Jefferson’ın hazırladığı Bağımsızlık Bildirge-si (Declaration of Independence) 4 Tem-muz’da Kongre tarafından
onaylandı, koloniler bağımsızlıklarını ilan etti.
1777 Amerika Birleşik Devletleri (United States of Ame-rica/USA) adı kullanıma girdi.
1781 Bağımsız koloniler Yorktown Savaşı’nda İngilizleri yenmelerinin ardından gevşek bir konfederasyon kurdu.
1783 İngiltere, Paris Antlaşması’yla Amerika’daki kolonilerini kaybettiğini kabul etti.
1787 Kurucu Babalar ABD için yeni bir anayasa hazırladı, anayasa bir yıl sonra yürürlüğe girdi.
1789 George Washington ABD’nin ilk Başkanı seçildi.
1791 Bireysel özgürlükleri teminat altına almayı hedefleyen Haklar Bildirgesi (Bill of Rights) kabul edildi.
1803 Fransa Louisiana’daki topraklarını ABD’ye sattı.
1808 Atlantik’te köle ticareti yasaklandı.
1812–15 Napolyon Savaşları esnasında İngiltere’nin Amerikan ticaretine dönük ambargo uygulamaları sonucu ABD ile İngiltere bir
kez daha savaştı.
1828 Demokrat Parti Amerika’nın ilk siyasi partisi olaraksahneye çıktı.
1817-45 Avrupa’dan gelenlerin artmasıyla baş gösteren yeni yerleşim merkezleri ihtiyacından dolayı Amerikan yerlileriyle bir dizi
savaşa girişildi. ‘Manifest Destiny’ ile mobilize olan kitleler, kıtanın batısına doğru yayılmaya devam etti.
1846–48 Amerika, Meksika’yla girdiği savaşın ardından California ve New Mexico’nun da aralarında bulunduğu toprakları alarak
genişlemesini sürdürdü.
1854 Demokrat Partililer, özellikle Güney eyaletlerinde kölelik karşıtları ve taraftarları olarak ikiye bölündü. Kölelik karşıtları partiden
koparak Cumhuriyetçi Parti’yi kurdu.
1860 Cumhuriyetçi Parti adayı Abraham Lincoln Başkan seçildi.
1860–61 Kölelik yanlısı on bir güney eyaleti Birlik’ten ayrıldı ve Jefferson Davis’in liderliğinde Amerika Konfedere Devletleri’ni
(Confederate States of America) kurdu.Kölelik karşıtı Kuzeylilerle iç savaş başladı.
1863 Lincoln Azatlık Bildirgesi’ni (Emancipation Proclamation) imzalayarak Güney eyaletlerindeki kölelerin özgür olduğunu ilan etti.
1865 Konfedere devletler mağlup edildi, kölelik kaldırıldı, Lincoln suikasta kurban gitti.
1876–90 Sioux Yerlileri’yle yapılan savaşı Beyazlar kazandı.
1898 ABD, İspanyolları yenerek, Porto Riko, Guam ve Filipinleri ele geçirdi. Aynı yıl Hawaii ilhak edildi.
1917–18 Amerika Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Savaş sonrası kurulan Milletler Cemiyeti üyeliğini kabul etmedi.
1918 Kadınlara seçme hakkı tanındı.
1920 Alkol üretimi ve satışı yasaklandı. Buna karşın mafya ortaya çıktı.
1924 Kongre yerlilere (Kızılderililere) vatandaşlık hakkı tanıdı.
1929–33 İlk küresel ekonomik kriz Amerika’da patlak verdi ve tüm dünyayı esir aldı. Büyük Bunalım sonucu 13 milyon Amerikalı
işinden oldu.
1933 Başkan Franklin D. Roosevelt Yeni Sözleşme (New Deal) olarak isimlendirilen iyileştirme programını hayata geçirdi, devlet en
büyük işveren oldu. Alkol satışı tekrar başladı.
1941 Japonlar Hawaii’deki Amerikan üssüne baskın yaptı. Amerika Japonya’ya, Almanya da Amerika’ya savaş ilan etti; İkinci
Dünya Savaşı tüm dünya coğrafyasına yayıldı.
1945 Amerika, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası attı, Japonya teslim oldu.
1947 Amerikan Hükümeti, Truman Doktrini çerçevesinde Sovyet tehdidi altındaki savaş yorgunu Avrupa’ya sahip çıkılmasına karar
verdi. Sovyetlerle Soğuk Savaş başladı.
1948 Amerikan Hükümeti, enkaz halindeki Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırmak için Marshall Planı çerçevesinde aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu Avrupa ülkelerine üç yıl içinde 13 milyar dolar yardımda bulundu. Avrupa ayağa kalktı.
1950–54 Senatör Joseph McCarthy ülkedeki komünistlere karşı cadı avını başlattı.
1950–53 Amerikan birlikleri Kore Yarımadası’nda Kuzey Kore ve Çin birlikleriyle savaştı.
1954 Okullardaki ırk ayrımının anayasaya aykırı olduğu ilan edildi, Afrika kökenli Amerikalılar medeni haklarını elde etmek için sivil
itaatsizlik eylemlerine başladılar.
1960 Demokrat Parti adayı John F. Kennedy Başkanseçildi.
1961 Kennedy’nin onayıyla başlayan Küba’yı işgal operasyonu fiyaskoyla sonuçlandı (Domuzlar Körfezi Olayı).
1962 Küba Füze Krizi patlak verdi. Dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. Kennedy’nin sert çıkışıyla geri adım atan Ruslar, Küba’daki
füzelerini söktü. Amerikalılar da karşılık olarak Türkiye’deki Jüpiter füzelerini kaldırdı.
1963 Başkan John F. Kennedy, ayrıntıları halen sır olan bir suikasta kurban gitti. Lyndon Johnson Başkan oldu.
1964 Amerika Vietnam Savaşı’na dâhil oldu. Her türlü ayrımcılığın kaldırılmasını hedefleyen Medeni Haklar Yasası (Civil Rights Act)
imzalandı.
1968 İnsan hakları savunucusu Martin Luther King suikasta kurban gitti.
1969 Cumhuriyetçi Parti adayı Richard Nixon Başkan seçildi. Vietnam’daki Amerikan askerlerinin sayısı yarım milyona ulaştı.
Amerikalı astronot Neil Armstrong Ay’da yürüyen ilk insan oldu.
1973 Vietnam Savaşı sona erdi. 58 bin Amerikan askeri savaşta hayatını kaybetti.
1974 Watergate Skandalı’na karıştığı tespit edilen Başkan Nixon istifa etti. Gerald Ford Başkan olarak yemin etti.
1976 Demokrat Parti’den Jimmy Carter Başkan seçildi.
1979 Tahran’daki Amerikan elçiliği basıldı. Çalışanları 444 gün rehin tutuldu. Carter’ın popülaritesi yerlerde sürünmeye başladı.
1980 Cumhuriyetçi Parti adayı, eski aktör Ronald Reagan Başkan seçildi ve Sovyetlere karşı saldırgan bir dış politika izlemeye
başladı. Yıldız Savaşları olarak bilinen füze savunma sistemi projesini başlattı.
1981 Reagan’ın Başkan olarak yemin ettiği gün İran-lılar rehineleri serbest bıraktı.
1983 ABD, Küba ile ilişkilerini bahane ederek Grenada’yı işgal etti.
1984 Ronald Reagan ikinci kez Başkan seçildi.
1986 Amerikan Uzay Mekiği Challenger havada infilak etti. Yedi kişilik mürettebat öldü, uzay uçuşları iki yıl askıya alındı. Amerikan
uçakları, Pan-Am Havayollarına ait bir yolcu uçağının Libyalı teröristler tarafından düşürüldüğü iddiasıyla Libya’yı
bombaladı.
1988 Reagan’ın yardımcısı George Bush Başkan seçildi.
1989 Amerikan birlikleri Panama’yı işgal etti, hükümeti devirdi ve bir zamanlar Amerikan Gizli Servisi (CIA) adına çalışan Devlet
Başkanı Manuel Noriega’yı uyuşturucu trafiğine karıştığı iddiasıyla tutukladı.
1991 I. Körfez Savaşı’nda Amerika, Irak’ı yendi. Saddam Hüseyin Kuveyt’ten çıkarıldı. Amerika, Suudi Arabistan başta olmak
üzere Körfez ülkelerinde kalıcı üsler kurdu.
1992 Demokrat Parti adayı Bill Clinton Başkan seçildi.
1995 Amerikan hükümeti Bosnalı Sırpların Müslüman Boşnaklara yönelik saldırganlığını durdurmak için diplomatik çaba gösterdi.
Avrupa yardıma yanaşmayınca, Amerika tek başına öncelik alarak hava saldırılarıyla Sırpları durdurdu.
1996 Clinton ikinci kez Başkan seçildi.
1999 Amerika’nın inisiyatifiyle harekete geçen NATO’ya ait savaş uçakları, Sırpların Kosova’daki Arnavutlara uyguladığı şiddeti
durdurmak için Yugoslavya’yı bombaladı.
2001 George W. Bush Amerika’nın 43. Başkanı seçildi.
2001 Amerika, ‘Yıldız Savaşları’nın Oğlu’ olarak isimlendirilen ve çok tartışma yaratan Füze Savunma Sistemini test etti.
2001 11 Eylül günü kaçırılan uçaklarla Dünya Ticaret Merkezi ve Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) düzenlenen saldırılarda 3 bin
25 kişi öldü. Kendisine terör aracılığıyla savaş açıldığını öne süren Amerika, saldırıların faili olarak gördüğü El Kaide
militanlarına yardım ve yataklık yaptığı iddiasıyla Afganistan’ı işgal etti ve Taliban rejimini yıktı. Amerika medeni
hakların askıya alındığı bir sürece girdi, terörle mücadele adına Başkan’a olağanüstü yetkiler tanındı.
2002 Başkan Bush Irak, İran ve Kuzey Kore’yi ‘Şer Üçgeni’(axis of evil) olarak tanımlayan tehdit dolu ulusla sesleniş konuşmasını
gerçekleştirdi.
2002 Başkan Bush’un emriyle son elli yılın en büyük güvenlik düzenlemesi yapıldı ve ülkeyi terörsaldırılarından korumak üzere İç
Güvenlik Bakanlığı (Department of Homeland Security) kuruldu.
2003 Amerika Irak’a savaş ilan etti. Saddam rejimi devrilerek ülke işgal edildi. Uzay Mekiği Columbia, atmosfere girerken
parçalandı, yedi kişilik mürettebat öldü.
2004 Amerika’nın Irak’a çarpıtılmış istihbarat raporlarına dayanarak savaş ilan ettiği ortaya çıktı. Bağımsız araştırma komisyonu 11
Eylül saldırılarında Amerikan güvenlik teşkilatlarının ciddi ihmali olduğu sonucuna vardı.
2004 Başkan George W. Bush ikinci kez seçildi.
2008 Illinois Senatörü Barack Obama, Hillary Clinton’a karşı yarıştığı Demokrat Parti ön seçimlerini kazanarak ülke tarihindeki ilk
siyahi Başkan adayı oldu.
2008 Wall Street’teki yatırım bankalarından LehmanBrothers’ın iflasıyla patlak veren kredi krizi önce Amerika’yı, ardından da diğer
ülkelerin ekonomilerini esir aldı.
2008 Barack Obama seçimleri kazanarak Amerika’nın ilk siyahi Başkanı olmaya hak kazandı. Amerika’nın liderliğinde toplanan
dünyanın en büyük 20 ekonomisin lideri (G20) küresel krizle ortak mücadele kararı aldı.
2009 Başkan Obama yemin ederek göreve başladı.

KAYNAKÇA
Makedon İmparatorluğu
Alexander the Great at War: His Army - His Battles - His Enemies (General
Military), Ruth Sheppard
Alexander the Great Failure: The Collapse of the Macedonian Empire, John
D. Grainger
Alexander the Great Rocks the World, Vicky Alvear Shecter & Terry
Naughton
Alexander The Great, Jane Bingham&Robin Lawrie
Alexander the Great, Paul Cartledge
Alexander the Great, Robert Green
Alexander the Great, Robin Lane Fox
Alexander the Great: A Life in Legend, Richard Stoneman
Alexander the Great: Journey to the End of the Earth, Norman F. Cantor
Alexander the Great: Legacy of a Conqueror (Weekend Biographies),
Winthrop Lindsay Adams
Alexander the Great: Son of the Gods, Alan Fildes & Joann Fletcher
Alexander the Great: The Brief Life and Towering Exploits of History’s
Greatest Conqueror, Tania Gergel & Michael Wood
Alexander The Great: The Invisible Enemy, John O’brien
Conquest and Empire: The Reign of Alexander the Great, A. B. Bosworth
In the Footsteps of Alexander The Great: A Journey from Greece to Asia,
Michael Wood
The Army of Alexander the Great, Stephen English
The Campaigns of Alexander (Penguin Classics), Arrian, J. R. Hamilton &
Aubrey De Selincourt
The Conquests of Alexander the Great (Key Conflicts of Classical Antiquity),
Waldemar Heckel
The Generalship of Alexander The Great, J.F.C. Fuller
The Life and Times of Alexander the Great (Biography from Ancient
Civilizations), John Bankston
The Life of Alexander the Great (Stories from History), Dr. Nicholas
Saunders
The Life of Alexander the Great, Plutarch, Arthur Hugh Clough, John
Dryden,Victor Hanson
The Virtues of War: A Novel of Alexander the Great, Steven Pressfield
The Wisdom of Alexander the Great: Enduring Leadership Lessons From the
Man who Created an Empire, Lance B. Kurke
Pers İmparatorluğu
50 Military Leaders who Changed the World, William Weir, New Page Books,
2007
A History of Iran: Empire of the Mind, Michael Axworthy, 2008
Alexander 334-323 BC: Conquest of the Persian Empire, John Warry, 1991
Darius the Great: Ancient Ruler of the Persian Empire, Jacob Abbott
Das Frühe Persien: Geschichte Eines Antiken Weltreichs, Josef Wiesehöfer,
C.H.Beck, 2006
Forgotten Empire: The World of Ancient Persia, J. E Curtis, N. Tallis, 2005
From Cyrus to Alexander: A History of the Persian Empire, Pierre Briant,
2002
History of the Persian Empire, A.T. Olmstead, Phoenix Books,1959
Persian Fire: The First World Empire and the Battle for the West, Tom
Holland, 2007
Persien unter den Ersten Achämeniden, M. A. Dandamaev, 1990
The Persian Empire, Don Nardo, 1998
The Persian Empire, Lindsay Allen, 2005
The Persian Empire: A Corpus of Sources of the Achaemenid Period, Amelie
Kuhrt, 2007
The Rise and Fall of The Great Empires, Andrew Taylor, Quercus, 2008
History of Iran:
http://www.iranchamber.com/history/historic_periods.php
Forgotten Empire, The World of Ancient Persia:
http://www.thebritishmuseum.ac.uk/forgottenempire/
De Opkomst en Ondergang van Grote Beschavingen, DVD, Orion Channel
2006
Roma İmparatorluğu
A Brief History of the Private Lives of the Roman Emperors, Anthony Blond
A Dictionary of the Roman Empire, Matthew Bunson
A Pocket Dictionary of Roman Emperors, Paul Roberts
A Scandalous History of the Roman Emperors, Anthony Blond
Caligula: Divine Carnage: Atrocities of the Roman Emperors, Stephen
Barber, Jeremy Reed, James Havoc
Christianizing the Roman Empire: (A. D. 100-400) (A.D. 100-400), Professor
Ramsay MacMullen & Ramsay MacMullen
Chronicle of the Roman Emperors: The Reign-By-Reign Record of the Rulers
of Imperial Rome, Chris Scarre & Christopher Scarre
Constantine and the Christian Empire (Roman Imperial Biographies),
Charles M Odahl
Constantine the Great and the Christian Revolution, G. P. Baker
Constantine the Great: York’s Roman Emperor, Elizabeth Hartley, Jane
Hawkes, Martin Henig, Frances Mee
Death and the Emperor: Roman Imperial Funerary Monuments from
Augustus to Marcus Aurelius, Penelope J. E. Davies
Emperor in the Roman World, Fergus Millar
Failure of Empire: Valens and the Roman State in the Fourth Century A.D.,
Noel Lenski
Fall of the Roman Empire, Arther Ferrill
History of the Later Roman Empire: From the Death of Theodosius I to the
Death of Justinian (Volume 1), J. B. Bury
Religion in the Roman Empire, James B. Rives
Riding for Caesar: The Roman Emperors Horse Guard, Michael P. Speidel
Roman Emperors (Dark History), Michael Kerrigan
The Age of Constantine the Great, Jacob Burckhardt
The Decline and Fall of the Roman Empire, Edward Gibbon
The Divinity of the Roman Emperor, Lily Ross Taylor
The Fall of the Roman Empire: A New History of Rome and the Barbarians,
Peter Heather
The Grand Strategy of the Roman Empire: From the First Century A.D. to
the Third, Edward N. Luttwak
The History of the Church: From Christ to Constantine, Eusebius, Andrew
Louth, & G. A. Williamson
The Later Roman Empire: A.D. 354-378 (Penguin Classics), Ammianus
Marcellinus, Andrew Wallace-Hadrill, Walter Hamilton
The Later Roman Republic: The Rise and Fall of the Roman Empire, a
Chronology: Volume Two 145 BC-27 AD (Rise & Fall of the Roman Empire),
Brian Taylor
The Life and Times of Constantine the Great, D. G. Kousoulas
The Lion’s Way, Marco Marsan & Peter Lloyd
The Matter of the Gods: Religion and the Roman Empire (The
Transformation of the Classical Heritage), Clifford Ando
The Rise of the Roman Empire (Penguin Classics), Polybius, Ian Scott-
Kilvert, F. W. Walbank
The Rise of the Romans: The Rise and Fall of the Roman Empire, a
Chronolgy: Volume One 753 BC-146 BC (Rise & Fall of the Roman Empire),
Brian Taylor
The Roman Emperors: A Biographical Guide to the Rulers of Imperial Rome
31 B.C.-A.D. 476, Michael Grant
The Roman Empire, Paul Veyne
The Roman Empire: Second Edition, Colin Wells
The Romans: From Village to Empire, Mary T. Boatwright, Daniel J. Gargola,
Richard J. A. Talbert
The Ruin of the Roman Empire: A New History, James J. O’Donnell
The Twelve Caesars - Julius Caesar and the First Eleven Roman Emperors
Who Followed, Michael Grant
The Twelve Caesars: The Lives of the Roman Emperors, Suetonius
The Year of the Four Emperors (Roman Imperial Biographies), Kenne
Wellesley
Çin İmparatorluğu
1421 Het Jaar Waarin China de Nieuwe Wereld Ontdekte, Gavin Menzies,
2003
Achter de Chinese, Julia Lovell, 2006
Ancient China: Chinese Civilization from Its Origins to the Tang Dynasty, an
article from: The Journal of the American Oriental Society, Antonino Forte,
2005
Ancient Chinese Dynasties, Eleanor J. Hall, 2000
Brief Biographies of Founding Emperors of Chinese Dynasties, Ma Chor-kin,
1976
China: A New History, John King Fairbank, Merle Goldman, 2006
China: Its History and Culture, W. Scott Morton, Charlton M. Lewis, Charlton
Lewis, 2004
China: Porträt eines Landes, James Kynge, Joshua Cooper Ramo, Karen
Smith, Liu Heung Shing, 2008
China’s Golden Age: Everyday Life in the Tang Dynasty, Charles Benn, 2002
Chinese Technology in the Seventeenth Century, E-tu Zen Sun, Shiou-Chuan
Sun, 1996
Chronological Tables of the Chinese Dynasties: From the Chow Dynasty to
the Ching Dynasty, Theodore Wong, E. R. Lyman, 2008
Das Alte China: Von den Anfängen bis zum 19. Jahrhundert, Helwig
Schmidt-Glintzer,2008
Das Große China-Lexikon. Geschichte, Geographie, Gesellschaft, Politik,
Wirtschaft, Bildung, Wissenschaft, Kultur, Brunhild Staiger, Stefan Friedrich,
Hans W. Schütte, 2008
Die Chinesische Welt: Die Chinesische Welt von den Anfängen bis zur
Jetztzeit, Jacques Gernet, 1988
Geschiedenis van China, D. van der Horst, 1987
Geschiedenis van China in een notendop (bijna) alles wat je altijd wilde
weten, Jan van Oudheusden, 2008
Het Grote Continent van de Khan, China in de Westerse Verbeelding,
Jonathan Spence, 2002
Made in China: Ideas and Inventions from Ancient China, Suzanne Williams,
Andrea Fong, 1997
Modern China: The Fall and Rise of a Great Power, 1850 to the Present,
Jonathan Fenby, 2008
Oracle Bones: A Journey Through Time in China, Peter Hessler, 2007
Six Dynasties Civilization, Albert E. Dien, 2007
The Ancient Chinese (People of the Ancient World), Virginia Schomp, 2005
The Birth of China, Herrlee Glessner Creel, 1936
The Dynasties of China: A History, Bamber Gascoigne, 2003
The First Emperor: China’s Terracotta Army,Jane Portal, Qingbo Duan , 2007
The Imperial Capitals of China: An Inside View of the Celestial Empire ,
Arthur Cotterell, 2008
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor, 2008
The Rise of the Chinese Empire: Frontier, Immigration, and Empire in Han
China, 130 B.C.-A.D.157, Chun-shu Chang, 2007
Was du Schon İmer über China Wissen Wolltest, Karin Hasselblatt, Sonja
Wagenbrenner, 2008
When China Ruled the Seas: The Treasure Fleet of the Dragon Throne,
1405-1433, Louise Levathes, 1997
Bizans İmparatorluğu
1453: The Holy War for Constantinople and the Clash of Islam and the
West, Roger Crowley
A History of the Byzantine State and Society, Warren Treadgold
A Short History of Byzantium, John Julius Norwich
Byzantine Christianity: A People’s History of Christianity, Derek Krueger
Byzantine Theology: Historical Trends and Doctrinal Themes, John
Meyendorff
Byzantium: The Surprising Life of a Medieval Empire, Judith Herrin
Byzanz: Aufstieg und Fall eines Weltreichs,John Julius Norwich, Claudia
Wang, Ulrike Halbe-Bauer, Manfred Halbe
Byzanz: Geschichte des oströmischen Reiches 324 – 1453,Ralph-Johannes
Lilie
Change in Byzantine Culture in the Eleventh and Twelfth Centuries, A. P.
Kazhdan & Ann Wharton Epstein
Der Verrat von 1204. Die Zerstörung und Plünderung Konstantinopels, Ernle
Bradford
Die Eroberung von Konstantinopel 1453, Steven Runciman & Peter de
Mendelssohn
Die Ikone des Kaisers: Die letzten Tage von Konstantinopel, Andreas Knapp
Faith in the Byzantine World, Mary Cunningham
Fourteen Byzantine Rulers: The Chronographia of Michael Psellus, Michael
Psellus
Sailing from Byzantium: How a Lost Empire Shaped the World, Colin Wells
Sowing the Dragon’s Teeth: Byzantine Warfare in the Tenth Century, Eric
McGeer
Sultan Mehmet II: Eroberer Konstantinopels - Patron der Künste, Neslihan
Asutay-Effenberger, Ulrich Rehm
The Byzantine Empire, Charles W. C. Oman
The Byzantine Empire, Robert Browning
The Byzantine Wars, John Haldon
The Byzantines, Averil Cameron
The Cambridge History of the Byzantine Empire c.500-1492, Jonathan
Shepard
The Fall of Constantinople 1453, Steven Runciman
The Fall of Constantinople, The Ottoman Conquest of Byzantium, D. Nicolle,
J. Haldon, S. Turnbull
The Fourth Crusade and the Sack of Constantinople, Jonathan Phillips
The Grand Strategy of the Byzantine Empire, Edward N. Luttwak
The Oxford Handbook of Byzantine Studies, Elizabeth Jeffreys, John Haldon,
Robin Cormack
The Rise and the Fall of Great Empires, Andrew Taylor
Hun İmparatorluğu
A History of Attila and the Huns, E.A. Thompson, 1948
Attila und die Hunnen, F. Altheim, 1951
Attila: The Barbarian King Who Challenged Rome, John Man, 2006
Byzantium: the Early Centuries, John Julius Norwich, 1997
Early Empires of Central Asia, W. M. McGovern, 1939
Huns, Vandals and the Fall of the Roman Empire, Thomas Hodgkin, 1996
Italy and Her Invaders, T. Hodgkin, 1967
The Fall of the Roman Empire: A New History of Rome and the Barbarians,
Peter Heather, 2007
The Huns (The Peoples of Europe), E. A. Thompson, 1999
The Most Evil Men and Women in History, Miranda Twiss, 2002
The Night Attila Died: Solving the Murder of Attila the Hun, Michael A.
Babcock, 2005
The World of the Huns, J. D. Maenchen-Helfen, 1973
Emevi İmparatorluğu
A. Bewley, Mu’awiya, Restorer of the Islamic Faith, London, 2002.
Authority in Islam: From the Rise of Muhammad to the Establishment of the
Umayyads: From the Rise of Mohammad to the Establishment of the
Umayyads, Hamid Dabashi, Transaction Publishers, 1989.
Emevi Devleti’nin Yıkılışı, Ali Aksu, Kitabevi Yayınları.
F.M. Donner, The Early Islamic Conquests, Princeton, 1981.
G.R. Hawting, The First Dynasty of Islam: the Umayyad Caliphate, AD 661-
750, London, 2000.
H. Kennedy, The Prophet and the Age of the Caliphates: The Islamic Near
East from the Sixth to the Eleventh Century, London, 1986.
İslam Şafağı - İslam’ın Ortaya Çıkışı ve Emevi Devleti Sonuna Kadar Yayılışı,
Prof. Dr. Hüseyin Zerrinkub, Anka Yayınları.
J. Wellhausen, The Arab Kingdom and its fall, London, 2000.
P. Crone, Slaves on Horses, Cambridge, 1980.
The Revolution Which Toppled the Umayyads: Neither Arab Nor Abbasid
(Islamic History and Civilization), Salih Said Agha.
The Rise and the Fall of The Great Empires, Andrew Taylor, Quercus, 2008.
The Second Umayyad Caliphate: The Articulation of Caliphal Legitimacy in
al-Andalus, Harvard Middle Eastern Monographs, Janina M. Safran, 2001.
Kutsal Roma İmparatorluğu
Charlemagne: Father of a Continent, Alessandro Barbero & Allan Cameron
Charlemagne: Founder of the Holy Roman Empire (Heroes and Warriors), R.
J. Stewart, Bob Stewart, James Field
Charlemagne: The Formation of a European Identity, Rosamond McKitterick
German History 1789-1871: From the Holy Roman Empire to the
Bismarckian Reich, E D Brose
German Thought and Culture: From the Holy Roman Empire to the Present
Day, H. J. Hahn
Holy Roman Empire, Friedrich Heer
Holy Roman Empire, J. D. Buck
Rise of the Holy Roman Empire, David Criswell
The Age of Chivalry and Legends of Charlamagne, Thomas Bulfinch
The Emperor Charlemagne, Russell Chamberlin
The German People, Their History and Civilization From the Holy Roman
Empire to the Third Reich, Veit Valentin
The Holy Roman Empire 1495-1806 (Studies in European History), Peter H.
Wilson
The Holy Roman Empire and Charlemagne in World History, Jeff Sypeck
The Holy Roman Empire in the Middle Ages: Universal State or German
Catastrophe?, Robert Edwin, Ed. Herzstein
The Life of Charlemagne, Einhard
The Order of Rome: Imperium Romanum, Charlemagne and the Holy
Roman Empire (Imperial Visions Series: The Rise and Fall of Empires), Jack
Holland & John Monroe
The Rise and Fall of the Holy Roman Empire: From Charlemagne to
Napoleon, David Criswell
The Thirty Years War: The Holy Roman Empire and Europe, 1618-48
(European History in Perspective), Ronald G. Asch
Moğol İmparatorluğu
Encyclopedia of Mongolia and the Mongolian Empire, Christopher P. Atwood,
2004
Geheime Geschichte der Mongolen: Herkunft, Leben und Aufstieg Dschingis
Khans, Manfred Taube von Beck, 2005
Genghis Khan and the Mongol Conquests 1190-1400 (Essential Histories),
Stephen Turnbull, 2003
Genghis Khan and the Mongol Empire (New Horizons), Jean-Paul Roux, 2003
Genghis Khan and the Mongol Empire (Rulers and Their Times), Miriam
Greenblatt, 2001
Genghis Khan: History’s Greatest Empire Builder, Paul ve Jr. Lococo, 2008
Genghis Khan: Invincible Ruler of the Mongol Empire (Rulers of the Middle
Ages), Zachary Kent, 2007
Genghis Khan, National Geographic, Mike Edwards, v. 190, no. 6, 1996
Geschichte der Mongolen, Michael Weiers von Kohlhammer, 2004
Historical Dictionary of the Mongol World Empire, Paul D. Buell, 2003
In the Empire of Genghis Khan: A Journey Among Nomads, Stanley Stewart,
2000
In the Empire of Genghis Khan: An Amazing Odyssey Through the Lands of
the Most Feared Conquerors in History, Stanley Stewart, 2002
Mongol Period: History of the Muslim World, Bertold Spuler, Arthur N.
Waldron, F.R. Bagley, 1995
Mongol Warrior 1200-1350, Stephen Turnbull,Wayne Reynolds, 2003
Mongolen: Aufstieg der Mongolen. Krieger 1200-1350, Stephen Turnbull,
Angus McBride, Wayne Reynolds von Siegler, 2008
Mongols and Mamluks: The Mamluk-Ilkhanid War, 1260-1281 (Cambridge
Studies in Islamic Civilization), Reuven Amitai-Preiss, 2008
Storm from the East: From Genghis Khan to Khubilai Khan (BBC), Robert
Marshall, 1994
The Devil’s Horsemen: The Mongol invasion of Europe, James Chambers,
1985
The Mongol Empire, MacMillan, Michael Prawdin, 1967
The Great Khans, National Geographic, Mike Edwards, v. 191, no. 2, 1997
The History of the Mongol Conquests, J. J. Saunders, 2001
The Mongol Art of War, Timothy May, 2007
The Mongol Empire (Life During the Great Civilizations), Don Nardo, 2005
The Mongol Empire and Its Legacy, Reuvan Amitai-Preiss, David O. Morgan,
2000
The Mongol Empire. Genghis Khan: His Triumph and His Legacy, Peter
Brent, 1976
The Mongol Empire: Its Rise and Legacy, Michael Prawdin, 2005
The Mongols,David Morgan, 2007
The Most Evil Men and Women in History, Miranda Twiss, 2002
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor, 2008
The Secret History of the Mongols: The Life and Times of Chinggis Khan
(Institute of East Asian studies), Professor Urgunge Onon, Urgunge Onon,
2001
Mongol Empire: Chormaquan and the Mongol Conquest of the Middle East
http://www.historynet.com/mongol-empire-chormaquan-and-the-mongol-
conquest-of-the-middle-east.htm
Mongol Empire: http://www.nationmaster.com/encyclopedia/Mongol-Empire
The Mongols, Steve Dutch:
http://www.uwgb.edu/dutchs/WestTech/xmongol.htm
Scholar voices on Mongol Empire:
http://www.accd.edu/sac/history/keller/Mongols/empire.html
Something New Under the Sun: The Mongol Empire’s Innovations in Steppe
Political Organization and Military Strategy, Thomas J. Barfield, Boston
University
http://mongolianhistory.blogspot.com/2007/02/something-new-under-sun-
mongol-empires.html
Osmanlı İmparatorluğu
A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation
of the Modern Middle East, David Fromkin
An Economic and Social History of the Ottoman Empire (Economic & Social
History of the Ottoman Empire) (Volume 2), Suraiya Faroqhi, Bruce McGowan,
Donald Quataert, Şevket Pamuk
Das Kreuz und der Halbmond: Die Geschichte der Türkenkriege, Klaus-Peter
Matschke
Das Osmanische Reich 1300 - 1922. Die Geschichte einer Großmacht,
Ferenc Majoros & Bernd Rill
Das Osmanische Reich: Grundlinien Seiner Geschichte von Josef Matuz
Der Osmanische Staat 1300-1922, Klaus Kreiser
Die Osmanen: 600 Jahre islamisches Weltreich von David Nicolle und
Alexander Lüdeke
History of the Ottoman Empire and Modern Turkey: Volume 2, Reform,
Revolution, and Republic: The Rise of Modern Turkey 1808-1975, Stanford J.
Shaw & Ezel Kural Shaw
Lords of the Horizons: A History of the Ottoman Empire, Jason Goodwin
Osman’s Dream: The History of the Ottoman Empire, Caroline Finkel
Ottoman Centuries, Lord Kinross
Ottoman Wars: An Empire Besieged (Modern Wars In Perspective), Virginia
Aksan
Sick Man of Europe: Ottoman Empire to Turkish Republic, 1789-1923
(Benn’s World Histories), Charles Swallow
The Decline and Fall of the Ottoman Empire, Alan Palmer
The Ottoman Empire (Greenwood Guides to Historic Events 1500-1900),
Mehrdad Kia
The Ottoman Empire 1326-1699 (Essential Histories), Stephe Turnbull
The Ottoman Empire and the World Around It (Library of Ottoman Studies),
Suraiya Faroqhi
The Ottoman Empire, 1300-1650: The Structure of Power (European History
in Perspective), Colin Imber
The Ottoman Empire, 1700-1922 (New Approaches to European History),
Donald Quataert
The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, Halil İnalcık
The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman Empire and the First World
War (Cambridge Military Histories), Mustafa Aksakal
Verfall und Untergang des Osmanischen Reiches, Alan Palmer
İspanya ve Portekiz Sömürge İmparatorlukları
A History of Portugal and the Portuguese Empire: From Beginnings to 1807,
A. R. Disney
A Nation upon the Ocean Sea: Portugal’s Atlantic Diaspora and the Crisis of
the Spanish Empire, 1492-1640, Daviken Studnicki-Gizbert
Comparing Empires: European Colonialism from Portuguese Expansion to
the Spanish-American War, Jonathan Hart
First Portuguese Colonial Empire, Marilyn D. Newitt
Foundations of the Portuguese Empire, 1415-1580 (Europe and the World in
the Age of Expansion, vol. I), Bailey W. Diffie & George Winius
Golden Age Spanish Empire of Charles V, Hugh Thomas
Interpreting Spanish Colonialism: Empires, Nations, and Legends,
Christopher Schmidt-Nowara & John M. Nieto-Phillips
Portugese Seaborne Empire, C.R. Boxer
Portuguese Colonial Cities in the Early Modern World (Empires and the
Making of the Modern World, 1650-2000), Liam Matthew Brockey
Quest for Empire: Spanish Settlement in the Southwest, Iris Engstrand and
Donald Cutter
Rivers of Gold: The Rise of the Spanish Empire, from Columbus to Magellan,
Hugh Thomas
Spanish Empire in the New World (DVD)
The American Union and the Problem of Neighborhood: The United States
and the Collapse of the Spanish Empire, 1783-1829, James E. Jr. Lewis
The Conquistadores: Building a Spanish Empire in the Americas (Proud
Heritage: the Hispanic Library), R. Conrad Stein
The End of the Spanish Empire, 1898-1923, Sebastian Balfour
The Hispano-Portuguese Empire and its Contacts with Safavid Persia, the
Kingdom of Hormuz and Yarubid Oman from 1489 to 1720: A Bibliography of
Printed Publications 1508-2007 (ACTA Iranica), Willem Floor & Farhad
Hakimzadeh
The Last Empire: Portuguese Legacy, Ursula Owen
The Last Empire: Thirty Years of Portuguese Decolonisation, Stewart Lloyd-
Jones & Antonio Costa Pinto
The Portuguese Empire in Asia, 1500-1700: A Political and Economic
History, Sanjay Subrahmanyam
The Portuguese Empire, 1415-1808: A World on the Move, A. J. R. Russell-
Wood
The Portuguese Seaborne Empire 1415-1825, J.H. Plumb
The Rise and Fall of the Spanish Empire, William S. Malt,
The Rise of The Spanish Empire In The Old World And In The New,
Merriman Roger Bigelow
The Spanish Empire in America, Clarence Henry Haring
The Spanish Seaborne Empire, J. H. Parry
Twilight of the Pepper Empire: Portuguese Trade in Southwest India in the
Early Seventeenth Century, A. R. Disney
İngiliz Sömürge İmparatorluğu
A Brief History of British Sea Power, David Howarth
A History of The Nations and Empires Involved and a Study of the Events
Culminating in The Great Conflict, Logan Marshall
British Empire and the Second World War, Ashley Jackson
British Sea Power: How Britain Became Sovereign of the Seas, David
Howarth
Empire: The British Imperial Experience From 1765 To The Present, Denis
Judd
Ends of British Imperialism: The Scramble for Empire, Suez, and
Decolonization, Wm. Roger Louis
Representing the Royal Navy: British Sea Power, 1750-1815, Margarette
Lincoln
Slavery and the British Empire, Kenneth Morgan
Sovereign of the Seas: Story of British Sea Power, David Howarth
The British Atlantic World, 1500-1800, David Armitage & Michael J. Braddick
The British Empire 1558-1995, T.O. Lloyd
The British Empire, Jane Samson
The British Empire: Sunrise to Sunset, Philippa Levine
The Decline and Fall of the British Empire 1781-1997, Piers Brendon
The Last Thousand Days of the British Empire: Churchill, Roosevelt, and the
Birth of the Pax Americana, Peter Clarke
The Life of Nelson, the Embodiment of the Sea Power of Great Britain,
Alfred Thayer Mahan
The Oxford History of the British Empire: Volume I: The Origins of Empire:
British Overseas Enterprise to the Close of the Seventeenth Century, Nicholas
Canny
The Oxford History of the British Empire: Volume III: The Nineteenth
Century, Andrew Porter
The Rise and Demise of the British World Order and the Lessons for Global
Power, Niall Ferguson
The Rise and Fall of the British Empire, Lawrence James
The Rise and Fall of the Great Empires, Andrew Taylor
Three Victories and a Defeat: The Rise and Fall of the First British Empire,
Brendan Simms
Tournament of Shadows: The Great Game and the Race for Empire in
Central Asia, Karl Ernest Meyer & Shareen Blair Brysac
Hollanda Sömürge İmparatorluğu
A History of the Dutch in the Far East, Albert Hyma, Ann Arbor, 1953.
A Short History of the Netherlands Antilles and Surinam, Cornelis Goslinga,
Nijhoff, The Hague, 1979.
Colonial Empires Compared: Britain and the Netherlands, 1750-1850, Bob
Moore, Henk F. K. Van Nierop, and Henk Van Nierop, Anglo-Dutch Historical
Conference 2000.
Day of Empire: How Hyperpowers Rise to Global Dominance and Why They
Fall, Amy Chua, 2007.
Decolonization: The British, Dutch, and Belgian Empires, 1919-1963, Henri
Grimal, 1978.
Dutch Foreign Policy since 1815: A Study in Small Power Politics, Amry J.
Vandenbosch, Nijhoff, Den Haag, 1959.
Dutch Government and Politics, R. B. Andeweg, St. Martin’s, New York,
1993.
Dutch Primacy in World Trade, 1585– 1740, Jonathan I. Israel, New York:
Oxford University Press, 1989.
Evolution of the Dutch Nation, Bernard Hubertus Maria Vlekke, New York,
1945.
Navies and Armies: the Anglo-Dutch Relationship in War and Peace, 1688–
1988, G. J. A. Raven and N. A. M. Rodgers (eds.), Edinburgh: J. Donald, 1990.
Salt in Their Blood: The Lives of the Famous Dutch Admirals, Francis Vere,
Cassell, London, 1955.
The Dutch and the Sea, Bert van Hoogenhuyze, Maritiem de Boer, 1984.
The Dutch Republic in the Eighteenth Century: Decline, Enlightenment and
Revolution, Margaret C Jacob and Eijnand W. Mihnhardt (eds.), Ithaca:
Cornell University Press, 1992.
The Dutch Republic: Its Rise, Greatness, and Fall 1477-1806, Jonathan
Israel, Oxford History of Early Modern Europe, 1998.
The Dutch Seaborne Empire, 1600–1800, C. R. Boxer, Atlantic Highlands,
Humanities Press, 1980.
The Embarrassment of Riches: An Interpretation of Dutch Culture in the
Golden Age, Simon Schama, Knopf, New York, 1987.
The Making of Modern Holland: A Short History, A. J. Barnouw, Norton, New
York, 1944.
The Making of the Dutch Landscape: An Historical Geography of the
Netherlands, A. M. Lambert, New York: Academic Press, 1971.
The Netherlands, Peter King, Clio, Santa Barbara, California, 1988.
The Rise and Decline of Holland’s Economy: Merchant Capitalism and the
Labour Market, J. L. van Zanden, St. Martin’s, New York, 1993.
The Rise of Merchant Empires: Long Distance Trade in the Early Modern
World 1350-1750 (Studies in Comparative Early Modern History), James D.
Tracy, 1993.
Sovyet İmparatorluğu
A Century of Violence in Soviet Russia, Mr. Alexander N. Yakovlev
A Failed Empire: The Soviet Union in the Cold War from Stalin to Gorbachev
(New Cold War History), Vladislav M. Zubok
A History of Russia, the Soviet Union, and Beyond, David MacKenzie &
Michael W. Curran
A History of the Soviet Union from the Beginning to the End, Peter Kenez
A Vision Unfulfilled: Russia and the Soviet Union in the Twentieth Century,
John Thompson
Absolute War: Soviet Russia in the Second World War, Chris Bellamy
Everyday Life in Early Soviet Russia: Taking the Revolution Inside, Christina
Kiaer & Eric Naiman
Faces of a Nation: The Rise and Fall of the Soviet Union, 1917-1991, Angela
Von Laue, Dr. Theodore Von Laue, Dmitri Baltermants
Gulag: A History, Anne Applebaum
In Denial: Historians, Communism and Espionage, John Earl Haynes
KGB: The Inside Story of Its Foreign Operations from Lenin to Gorbachev,
Christopher Andrew
Lethal Politics: Soviet Genocide and Mass Murder Since 1917, R. Rummel
Marxism and the Leap to the Kingdom of Freedom: The Rise and Fall of the
Communist Utopia, Andrzej Walicki
Red Terror in Russia, Serge Petrovich Melgunov
Russia: The Tsarist and Soviet Legacy (The Present and The Past), Edward
Acton
Socialism, Ludwig Von Mises
Soviet Politics 1917-1991, Mary McAuley
Soviet Posters: The Sergo Grigorian Collection, Maria Lafont
Soviet Tragedy: A History of Socialism in Russia, Martin Malia
The Black Book of Communism: Crimes, Terror, Repression, Stéphane
Courtois
The Bolsheviks in Power: The First Year of Soviet Rule in Petrograd,
Alexander Rabinowitch
The First Socialist Society: A History of the Soviet Union from Within,
Geoffrey Hosking
The Great Gamble: The Soviet War in Afghanistan, Gregory Feifer
The Great Terror: A Reassessment, Robert Conquest
The Gulag Archipelago: 1918-1956, Aleksandr I. Solzhenitsyn
The Harvest of Sorrow: Soviet Collectivization and the Terror-Famine,
Robert Conquest
The Rise and Fall of the Soviet Union (Longman History Of Russia), Martin
McCauley
The Rise and Fall of the Soviet Union: 1917-1991, Richard Sakwa
The Sino-Soviet Split: Cold War in the Communist World (Princeton Studies
in International History and Politics), Lorenz M. Luthi
The Soviet Century, Moshe Lewin & Gregory Elliott
The Soviet Experiment: Russia, The USSR, and the Successor States, Ronald
Grigor Suny
The Soviet-Afghan War: How a Superpower Fought and Lost, Michael A.
Gress & Lester W. Grau
Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Hastened the
Collapse of the Soviet Union, Peter Schweizer
Why Did the Soviet Union Collapse?: Understanding Historical Change,
Robert W. Strayer
Nazi İmparatorluğu
50 Battles that Changed the World, William Weir
De Geschiedenis van de Tweede Wereldoorlog, O. Booth & J. Walton
De Geschiedenis van Hitler Jugend, Brenda Ralph Lewis
De Opkomst van Het Derde Rijk, Lekturama-Rotterdam
Der Zweite Weltkrieg, Förster Hellmert Schnitter
Explaining Hitler: The Search for the Origins of His Evil, Ron Rosenbaum
GESTAPO: A History of Hitler’s Secret Police, Rupert Butler
Goebbels: Mastermind of the Third Reich, David Irving
Grootboek van de Tweede Wereldoorlog, Readers Digest
Heinrich Himmler: The SS, Gestapo, His Life and Career
Het Nazisme, Alessandra Minesti
Hitler and the Power of Aesthetics, Frederic Spotts, Overlook Press reprint,
2004
Hitler: 1889-1936 Hubris, Ian Kershaw
Hitler: 1936-1945 Nemesis, Ian Kershaw
Hitler’s War, Edwin P. Hoyt
Hitler’s Willing Executioners: Ordinary Germans and the Holocaust, Daniel
Jonah Goldhagen
Hitlers Berlijn 1933-45, Dr. H. van Capelle & Dr. A.P. van de Bovenkamp
Hitlers gevangenissen, Nikolaus Wachsmann
Hitlers Handlangers, Dr. H. van Capelle & Dr. A.P. van de Bovenkamp
Hitlers Tafelsgesprekken 1941-1944, de Prom
I Will Bear Witness : A Diary of the Nazi Years, 1933-1941, Victor.
Klemperer, New York: Modern Library, 1999
Inside Hitler’s Bunker, Joachim Fest
Inside the Gestapo: Hitler’s Shadow Over the World, Hansjürgen Koehler
Inside the Third Reich: Memoirs, Albert Speer
İkinci Dünya Savaşı, R. A. C. Parker
Karl Brandt: The Nazi Doctor, Ulf Schmidt, Continuum
Life and Death in the Third Reich, Peter Fritzsche, Cambridge, MA: Harvard
University Press, 2008
Michael Kater, Hitler Youth, Cambridge, MA: Harvard University Press, 2004
Nazi Women, Cate Haste
Oxford Essential Guide to World War II, William L O’Neill
Penguin Dictionary of the Third Reich, James Taylor & Warren Shaw
Secret Germany, Michael Baigent, Richard Reigh
The Coming of the Third Reich,Richard J. Evans
The Destruction of the European Jews, Raul Hilberg
The Gestapo : A History of Horror, Jacques Delarue
The Gestapo and German Society: Enforcing Racial Policy 1933-1945, Robert
Gellately
The Hitler File, Patrick Delaforce, Michael O’Mara
The Most Evil Dictators in History, Shelley Klein
The Origins of the Final Solution: The Evolution of Nazi Jewish Policy,
Christopher R. Browning Nazi Terror: The Gestapo, Jews, and Ordinary
Germans, Eric A. Johnson, New York: Basic Books, 2000
The Rise and Fall of the Third Reich : A History of Nazi Germany, William L.
Shirer
The Rise and the Fall of the Great Empires, Andrew Taylor
The SS / A History 1919-45, Robert Lewis Koehl
The SS: Hitler’s Instrument of Terror, Gordon Williamson
The Third Reich at War, Richard J. Evans
The Third Reich in Power, Richard J. Evans
The Third Reich: A Concise History, Martin Kitchen, Tempus
The Third Reich: A New History, Michael Burleigh, New York: Hill and Wang,
2001
What We Knew: Terror, Mass Murder, and Everyday Life in Nazi Germany:
An Oral History, Eric A. Johnson & Karl-Heinz Reuband, New York: Basic
Books, 2005
German Propaganda Archive
http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/ww2era.htm
Nazi Posters: 1933-1945
http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/posters2.htm
Gates To Hell - The Nazi Death Camps
http://www.deathcamps.info/
The rise of the Nazi Party
http://fcit.usf.edu/HOLOCAUST/TIMELINE/nazirise.HTM
Amerikan İmparatorluğu
A People’s History of the United States: 1492 to Present, Howard Zinn
America Past and Present, Robert A. Divine, T. H. H Breen, George M.
Fredrickson, R. Hal Williams
America: A Narrative History, David E. Shi & George Brown Tindall
America’s Hidden History: Untold Tales of the First Pilgrims, Fighting
Women, and Forgotten Founders Who Shaped a Nation, Kenneth C. Davis
American Empire: The Realities and Consequences of U.S. Diplomacy,
Andrew J. Bacevich
American History: A Survey, Alan Brinkley
Democracy in America, Alexis de Tocqueville, Isaac Kramnick, Gerald Bevan
Major Problems in American History, To 1877, Elizabeth Cobbs Hoffman &
Jon Gjerde
National Geographic Almanac of American History, James Miller, John
Thompson, Hugh Ambrose
The Glorious Cause: The American Revolution, 1763-1789, Robert
Middlekauff
The Oxford Companion to United States History, Paul S. Boyer
The Paradox of American Power, Joseph S.Nye
The Penguin History of the USA, Hugh Brogan
The Politically Incorrect Guide to American History, Thomas E. Woods Jr.
The Real History of the American Revolution: A New Look at the Past, Alan
Axelrod
Theodore Roosevelt and The Rise of American to World Power, Howard K.
Beale
Amerikan İmparatorluğu Atlası, Gerard Dorel, Doğuş Grubu İletişim
Yayıncılık
Amerikan İmparatorluğu Gücünü Nereden Alıyor?
http://bianet.org/bianet/bianet/13550-amerikan-imparatorlugu-gucunu-
nereden-aliyor

Makedon İmparatorluğu
Pers İmparatorluğu en geniş sınırlarında (M.Ö. 525)

M.S. 150’de Roma İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaşmıştı.


1000 yılında Bizans İmparatorluğu

Avrupa Hun İmparatorluğu (Hunların hakimiyetindeki topraklar turuncu, Roma İmparatorluğu’nun toprakları sarı)

Hz. Muhammed döneminden Emeviler’e dek İslam topraklarının genişlemesi

1786’da Kutsal Roma İmparatorluğu’nun sınırları


Moğol İmparatorluğu

1453’te Osmanlı İmparatorluğu

14 ve 19. yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu


İspanya (kırmızı) ve Portekiz (yeşil) Sömürge İmparatorlukları

1907 yılında İngiliz İmparatorluğu (Kırmızı renkli topraklar ve altı kırmızıyla çizili adalar)

Hollanda
egemenliğindeki
topraklar

Hollanda Sömürge İmparatorluğu


1989 yılı itibariyle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (Pembe topraklar Rusya’yı, diğer renklerse Birliğe bağlı cumhuriyetleri
gösteriyor)

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi İmparatorluğu işgali altındaki topraklar


Dünyadaki Amerikan Üslerinin Dağılımı

262 Adolf Hitler’in en sadık yandaşıydı. Siyasete girmeden önce 18. yüzyıl romantik tiyatro edebiyatı üzerine
doktora yapmış, sırasıyla gazeteci, banka memuru ve borsacı olarak çalışmıştı. Coşkulu ve enerjik hitabet
yeteneğiyle partide kısa sürede sivrildi. Savaşın ilk ve en önde gelen savunucularındandı. Son ana dek
Hitler’in yanındaydı. Hitler’in intihar etmesinin ardından bir günlüğüne de olsa Üçüncü Reich’ın Başbakanlığını
yaptı. Hayatlarının son saatlerinde kendisi gibi inanmış bir Nazi olan karısı Magda Goebbels, altı çocuklarını
zehirleyerek öldürdü. Ardından da Goebbels önce karısını, sonra da kendisini vurdu. Cesetleri vasiyeti
üzerine yakıldı. Bugün Goebbels, üniversitelerin iletişim bölümlerinin en önemli inceleme konularından biridir.
Hemen her görüşteki insan, onun propaganda sanatındaki dehasını kabul eder.
263 Royal Proclamation (Kraliyet Bildirisi) olarak da anılır. İngiltere Kralı III. George, Fransa’nın mağlup
edilmesinin ardından Kuzey Amerika’daki İngiliz topraklarına çekidüzen vermek ve Amerikan yerlileriyle olan
ilişkileri düzenlemek için bu bildiriyi yayınlamıştı.
264 On üç eyaletin oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk anayasası olarak da bilinir.
265 Adil yargılanma hakkından inanç, ifade ve basın hürriyetine varıncaya dek günümüz modern ve
demokratik anayasalarının ruhunu taşıyan bu on maddelik bildirgenin özüne sahip çıkmak, bugün halen
Amerikalı olmanın temel dayanaklarından biri olarak kabul edilir.
266 Amendment: Haklar Bildirgesi’ni oluşturan iyileştirmelere verilen ad. İlerleyen yıllarda farklı değişikliklerle
anayasaya eklemeler yapılacak ve bunların her biri, başındaki rakamla anılacaktı.
267 İlk on üç eyaletin hikâyesini hatırlanacağı üzere İngiliz İmparatorluğu bölümünde geniş şekilde ele
almıştık.
268 ‘Kader Beyanı’ ya da ‘Alınyazısı Beyanı’ olarak çevirebileceğimiz bu düşüncenin savunucularına göre
durmadan batıya doğru genişlemek, Tanrı tarafından Amerikalıların omuzlarına yüklenmiş bir görevdi. Öyle
ki Jackson’dan sonra gelenler, bu düşüncenin sınırlarını genişletmiş; Kanada, Meksika, Küba ve tüm Latin
Amerika’nın da alınması gerektiğini savunmuşlardı. ‘Amerikan İmparatorluğu’nun gizli anayasası olarak
kabul edilen bu düşünce, Amerika’nın bölgeye yaptığı müdahalelerin ve geniş anlamda da savaşçı
doğasının meşruiyet kazanması için sıklıkla kullanıldı. Dini atıflarla süslenen düşünce, Amerikan halkı ve
kurumlarının doğaları gereği ‘üstün’ ve ‘örnek alınası’ olduğu inancına dayanıyordu. Özellikle 20. yüzyıldan
itibaren Amerikan ‘değerlerinin’ tüm dünyaya yayılması gerektiği söyleminin payandası oldu. Bugün bile
Amerika’nın tüm dünyada ‘demokrasiyi savunma ve yayma’ misyonu Manifest Destiny’ye bağlanır.
269 Tarihçilere göre, Kuzey’in sanayiye dayalı ekonomisi; silah, cephane ve malzeme üretiminde avantaj
sağlamış, bu da maliyet ve ulaşım gibi etkenlerle birlikte savaşın sonucu üzerinde belirleyici olmuştu.
Savaşın başında Birlik, tüm deniz gücünün; tersanelerin ve savaş gemilerinin yüzde 80’ine sahipti.
270 Amerikan İç Savaşı tarihin ilk ‘endüstriyel’ savaşıydı. İlk kez bu savaşta nehir istimbotları hücumbot
olarak kullanılmış, zırhlı savaş gemileri boy göstermişti. Ayrıca telgrafın cepheler arası iletişimde yaygın
şekilde kullanılmasıyla savaşlardaki ‘telekomünikasyon’ dönemi de başlıyordu.
271 Amerikan yerlilerinin Avrupalı göçmenler tarafından getirilen hastalıklar ya da bizzat onlar tarafından
öldürülmesi sonucu ortaya çıkan kayıpların sayısı, sıcaklığını kaybetmeyen tartışma konularından. Başta
Hawai Üniversitesi’nden Tarih Profesörü David Stannard olmak üzere bazı araştırmacılar ‘Euro-Amerikan
Soykırımı’ olarak isimlendirdikleri bu süreçte ölen yerlilerin sayısını 100 milyon olarak verirken, merkez
akademik çevrelerde yer alanların birçoğu bu sayının fazlasıyla abartılı olduğunda hemfikir. Yine Hawai
Üniversitesi’nden Siyaset Bilimci Profesör Rudolph Joseph Rummel’in başını çektiği bir grup, tüm
sömürgecilik sürecinde Amerika kıtasında öldürülen yerlilerin sayısının 2 ila 15milyon arasında olduğunu iddia
eder. Üstelik Rummel, bu ölümlere yol açan politikaların ‘soykırım’ (genocide) olarak değil, hükümet eliyle
gerçekleştirildiği halde, soyun kurutulmasını hedeflemeyen bu türden ölümleri tanımlamak için türettiği
‘democide’ kavramıyla tanımlanması gerektiğini savunur.
272 1988’de, Ronald Reagan’ın Başkanlığı döneminde devlet, bu zorunlu iskândan dolayı Japon asıllı
Amerikalılardan resmen özür diledi.
273 Bu gücün en somut yansıması, savaş sonrası Almanya ve Japonya’da görülecekti. Amerika, bu iki
dünya devini (Almanya’yı müttefikleriyle birlikte olmak üzere) işgal etmiş, Japonya’nın idaresi 1945–52
yılları arasında Amerikalılardan sorulur olmuştu. Amerikalı General Douglas MacArthur, koca Japonya’yı
neredeyse dış politikasından siyasetine, anayasasından imparatorluk makamına, ekonomisinden ordusuna
varıncaya dek yeniden yapılandırmış, benzer bir süreç Almanya’da da yaşanmıştı. Amerika savaşın
ardından her iki ülkede de halen aktif olarak kullandığı askeri üsler açtı. Tüm bunların ışığında bugünkü
Almanya ve Japonya’nın bir Amerikan tasarımı olduğunu söylemek aşırılık olmayacaktır.
274 Marshall Planı ile ABD, Avrupa’yı kelimenin tam anlamıyla ayağa kaldırdı. ABD’nin hem kıtayı Nazi
zulmünden kurtarmış hem de ekonomisini ayağa kaldırmış olması, Avrupa’daki Amerikan sempatisinin
temellerini atacaktı. Gerçi Amerikalılar bunu, ideolojik sebeplerle olduğu kadar, kendi ceplerini düşünerek de
yapmışlardı. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkıma uğramadan çıkan tek büyük güç olan Amerika, korkunç
bir üretim kapasitesine sahipti. Ürettiklerini satabilmek için de cebi dolu ‘müşterilere’ ihtiyacı vardı. Amerika
üç yıl süren bu yardım sürecinde İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Portekiz, İrlanda, Yunanistan, Türkiye,
Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İzlanda, Avusturya, Norveç, Danimarka ve İsveç’e milyarlarca dolarlık
yardım yaptı. Bu destek sonucunda Avrupa’daki sanayi üretimi savaş öncesine oranla yüzde 25, tarımsal
üretim ise yüzde 14’lük bir artış göstermiş, Amerika’nın istediği olmuştu. Bu yardımlardan Türkiye’nin
payına 137, Yunanistan’ın payınaysa 366 milyon dolar düşmüş; aslan payını 3 milyar 297 milyon dolarla
İngiltere alırken, Avrupa’ya verilen paranın toplamı 13 milyar doları bulmuştu.
275 Ruslarla girişilen ideolojik savaşın bir ayağını oluşturan uzay araştırmaları, Ay’a ayak basılmasıyla tavan
yaptı. Amerika, sadece, insanoğlunu Ay’a taşıyan Apollo Projesi için 100 milyar dolara yakın para harcadı.
İnsanoğlunun bilim yolculuğunda bir devrim olan proje, Amerika’nın dünyanın geri kalanıyla arasındaki
teknoloji mesafesini fersah fersah açtı. Amerikalıların onlarca uzay programından biri olan Apollo
Projesi’nde 30 bin bilim adamı ve teknisyen çalışmıştı. Mikrodalga fırından dijital kameraya, gelişmiş
bilgisayarlardan cep telefonuna varıncaya dek bugün kullandığımız onlarca alet, uzay çalışmalarına
harcanan zihinsel emek sonucunda ortaya çıktı.
276 Benzer bir coşkuyu Amerika, 1993’te Bill Clinton’ın, 2008’deyse Barack Obama’nın seçilmesinde
yaşayacaktı. Her üç aday da Demokrat Partiliydi.
277 Amerika bunu hep yapacaktı. Bir yandan demokrasi savunuculuğuna soyunurken diğer yandan da -sırf
Komünist Rusya’ya karşı barikat oluşturduğu için- aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede baskıcı
rejimleri desteklemiş, demokrasi düşmanı partileri iktidara getirmiş ya da gizli servisi CIA aracılığıyla,
demokratik yollardan seçilmesine rağmen çıkarlarına uymayan birçok hükümetin devrilmesinde başrol
oynamıştı. Amerika’nın bugüne kadar hükümetlerinin ve rejimlerinin şekillenmesinde etkili olduğu ülkeleri şu
şekilde sıralayabiliriz: Afganistan, Brezilya, Burma, Ekvador Ginesi, Filistin, Gana, Gürcistan, Irak, İran,
İtalya, Kongo, Kuzey Irak, Küba, Lübnan, Nikaragua, Sırbistan, Somali, Şili, Türkiye, Ukrayna,
Venezüella, Yunanistan ve Zimbabwe.
278 Teorinin isim babası, Amerikan Başkanlarından Dwight D. Eisenhower’dı. 1954’teki bir basın toplantısı
esnasında Fransız Hindçini’ndeki komünist hareketlere atfen bu benzetmeyi yapmış; kavram, Soğuk
Savaş boyunca Amerikan dış politikasının dünyaya bakışını şekillendirmişti.
279 George Washington 1789’da, Andrew Jackson 1828’de, William Henry Harrison 1840’ta, Zachary
Taylor 1848’de, Ulysses S. Grant 1868’de, Theodore Roosevelt 1898’de ve Dwight David Eisenhower
1952’de Başkan seçildi.

You might also like