Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 11

Agnostisizm: Tanrı hakkında hiç bir şey bilemeyiz!

Bilal Bekalp ∗

Özet
İnsanın anlam arayışı içerisinde en önemli yeri alan Tanrı’nın var olup olmadığı problemi,
kişinin dünyaya bakışını da doğrudan etkilemektedir. Bu etkileme durumu ise yine insan
evrende kendine bir yer edinme ya da hayata karşı belli bir tavır takınma gereksinimi
doğurmaktadır. Bu anlamda agnostik tavır ise diğer iki tavır olan teizm ve ateizmden farklı
olarak kesinliğin mümkün olmadığını ve alınacak tavrın da bu paralel de olması gerektiğini
söyleyerek Tanrı’nın bilinemeyeceğini ifade eder.

Giriş
Bir kişiye gitmek istediğimiz adresi sorduğumuzu varsayalım. Adres sorduğumuz kişi bize
gitmek istediğimiz yeri tarif ettiğinde söylediği şeylerin doğru olduğunu düşünürüz öyle ki o
kişinin tarifine göre yola koyuluruz. Ya da iş yerine her gün arabayla gidip gelen bir
arkadaşımızı düşünelim. Her gün yaptığımız bu gözlem, bize o arabanın iş arkadaşımızın
olduğu fikrini verir ve aksi bir durum olmadıkça buna inanırız. Peki, bu örnekler bize neyi
gösterir?

Gündelik ve normal gibi görünen kimi durumlar felsefi bir sorgulamaya tabi tutulduğunda
birer problem niteliği taşır. Felsefenin en önemli alanlarından biri olan epistemoloji (bilgi
felsefesi) bilginin ne olduğu, kesin bilgiye ulaşılıp ulaşılamayacağı ya da neyi nasıl
bilebileceğimizi sorgulayan bir alandır. Bir şeyi gerçekten bilebilir miyiz? Felsefenin bu temel
sorusu günümüze kadar temel bir problem olarak gelmiştir. Bu konuda ilk olarak fikir ileri
sürenler Sofistler, Septikler, Sokrates, Platon ve Aristoteles’tir. Fakat konumuz gereği biz
sadece Sofistlerden ve Septiklerden kısaca bahsedecek ve agnostisizmle bağlantı kurmaya
çalışacağız.

Sofistler genel-geçer, evrensel ve mutlak bir doğru olamayacağını dolayısıyla kişiye, duruma
ve zamana göre değişebileceğini öne sürerler. Bunun en bilinen örneği Pratagoras’ın


Bursa Nova Fen ve Anadolu lisesi Felsefe Grubu Öğretmeni, C.U Din Felsefesi Yüksek Lisans Öğrencisi
‘‘İnsan her şeyin ölçüsüdür.’ Sözünde görülür. Bir şey birine göre iyi bir diğerine göre kötü
olabilir. Dolayısıyla mutlak anlamda bir bilme söz konusu değildir.

Septikler ise her şeyden kuşku duymak gerektiğini ifade ederler. Öyle ki onlara göre kuşku
duyduğumuzdan bile kuşku duymalıyız. Ne akıl ne de duyular doğru olanı bize söyleyebilir.
Çünkü o şey ile ilgili hem doğru hem de yanlış yargılar her zaman olacaktır. Bir şey hakkında
konuşulacaksa bu kesin bir konuşma olamayacaktır. Örneğin ‘evren sonsuzdur’ gibi bir
önerme kimilerine göre doğru kimilerine göre yanlış olduğundan bu önerme kuşku altındadır.
Dolayısıyla bu önermeye doğru ya da yanlış diyemeyiz. Septiklere göre ‘yargıyı askıya almak
gerekir.’ Bir önerme hakkında doğrudur ya da yanlıştır demekten sakınmak gerekir.

Agnostisizm Nedir Ne Değildir?


Şimdi bu temel düşüncelerden sonra agnostik tavra geçebiliriz. Bilindiği gibi son zamanlarda,
sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla bilim-din ya da ateizm-teizm tartışmaları artmaktadır.
İki uç örnek olan ateizm ve teizm, Tanrı hakkında net fikirleri olduğu iddiasıyla hareket
ederler. Teist yaratıcı, merhametli, her şeye gücü yeten, ezeli-ebedi, eşi benzeri olmayan ve
evrende daima bir Tanrının var olduğunu iddia ederken; ateist ise Tanrı gibi bir varlığın
olmadığını ifade eder. Burada bir parantez açmak gerekir. Kimi kaynaklar teizm ve ateizmi
tanımlarken, teisler için ‘Tanrı’nın varlığını kabul edenler; ateistler için ise ‘Tanrı’nın
varlığını reddedenler’ şeklinde ifadeler kullanır. Burada şöyle bir hata yapılmaktadır: Ateist
‘Tanrı’nın varlığını reddeden’ diye tanımlanırsa sanki gerçekte kabul edilen bir şeyi ateizm
tüm kanıtlara rağmen kabul etmiyor gibi görünmektedir. Oysa ateizm kanıtları göz önünde
olan ve var olan bir şeyi reddediyor değil. Ateizme göre zaten gerçekte böyle bir varlık
yoktur. ‘‘Mutlak ateizmi savunan Bradlaugh'a göre ateist kendisini Tanrı'nın varlığını inkâr
eden kişi olarak görmemelidir. Çünkü ateist zaten Tanrı fikrine sahip değildir. Dolayısıyla o
kişi, hakkında fikri bulunmayan bir şeyi de inkâr edecek durumda olamaz.’’ (1) Dolayısıyla
ateizm için ‘Tanrı’nın varlığını reddeden görüş’ şeklinde bir tanımlama yerine, ‘‘Ateizmin,
kabaca, Tanrı‟yı işaret eden kanıtların yokluğundan dolayı, Tanrı’nın var olmadığının
öngörülmesi gerektiği iddiasıdır.’’ (2) şeklinde tanımlamak daha doğru görünmektedir. Şimdi
parantezi kapatıp konuya geri dönelim.
Teizm bir Tanrı’nın var olduğunu ateizm ise var olmadığını ileri sürerek, her iki anlayış da
kendilerine göre kesin yargılarla hareket etmektedir. Oysa her iki anlayışında kanıtları
olmakla birlikte agnostisizm üçüncü bir yol olarak ‘Tanrı ile ilgili bir hükme varamazsınız’
diyerek başka bir seçenek sunar. ‘Sabaha kadar birbirinizi de yeseniz, yine Tanrı var mı yok
mu bilemezsiniz’ diyen agnostik tavır, son dönemlerde neredeyse ateizmi aşan bir yaygınlığa
ulaşmıştır. (3)

Agnostisizm terimi, köken olarak Yunanca’dan gelmekte ve bilinmeyen’, ‘bilememek’ gibi


anlamlar taşımaktadır. Agnostik ‘Tanrı var mı yok mu bilemeyiz’ derken, Tanrı varlığına
inanmayan tarafta yani ateist kanatta duruyor gibidir. Bu da aslında agnostisizmin farklı
tanımlanabileceğini gösterir. Ünlü felsefeci Alvin Plantinga, agnostisizmi şöyle ifade eder:
‘‘Popüler (birincil) anlamda Tanrı’ya inanmayan kişiye ateist denirken, Tanrı’ya ne inanan ne
inanmayan kişiye agnostik denir. Ancak daha teknik anlamda agnostisizm, Tanrı’nın var
olduğunu ya da yok olduğunu gerekçelendirmede insan aklının yeterli rasyonel zeminlere
sahip olma kapasitesinin bulunmadığını ileri süren görüştür.’’(4)

Agnostik terimini ilk olarak ortaya atan kişi İngiliz biyolog ve düşünür Thomas Huxley’dir
(1825-1895). Terim olarak yeni olsa da felsefi bir tavır olarak ilk çağ Yunan düşüncesinde
septikleri bu çatı altına almak yanlış olmayacaktır. Huxley, agnostik kavramını ortaya atma
nedenini şöyle açıklar:

‘‘Entelektüel bir olgunluğa ulaşıp, kendi kendime bir ateist mi, teist mi, yoksa bir panteist mi;
bir materyalist mi yoksa bir idealist mi; bir Hıristiyan mı yoksa bağımsız bir düşünür mü
olduğumu sorduğumda gördüm ki, daha çok öğrendik-çe ve daha çok düşündükçe bu soruya
cevap vermeye daha az hazır oluyorum. Sonunda şu sonuca vardım: Bu gruplardan sonuncusu
[bağımsız bir düşünür] dışında hiçbirinin ne ürünü ne de mensubuyum. Bu gruplara mensup
insanların çoğunun üzerinde uzlaştığı tek bir şey vardı ve ben o şeyde onlardan ayrılı-yordum.
Hepsi de kesin bir “gnosis”i elde ettiklerinden ve varoluş sorununu çözdüklerinden çok
emindiler. Bense böyle bir bilgiye sahip olmadığımdan ve varoluş sorununu çözemediğimden
neredeyse eminim. Ayrıca bu sorunun çözülemez olduğuna güçlü bir inancım var.’’ (5)

Huxley’in açıklamaları Tanrı konusunda kafası karışık birini gösteriyor gibidir. Günümüzde
de aslında agnostik tavır bir anlamda böyle bir durumdur. Fakat şunu belirtmek gerekir ki
agnostik tavır orta yolcu ya da kaçak dövüşen bir tavır değil, aksine epistemolojik anlamda
oldukça makul bir tavırdır. Çünkü Tanrı’yı gerçekte bilmenin kabul gören bir yolu yok
gibidir. Varlığını ve yokluğunu gösteren deliller neredeyse eşittir. Dolayısıyla bir agnostik
şöyle düşünür: ‘Ben nefes aldığımı, düşündüğümü, yaşadığımı ya da bu kâğıdın beyaz
olduğunu biliyorum. Ama Tanrı böyle bir bilme biçimiyle bilinemez. Benim de başka bir
bilme biçimim olmadığına göre Tanrı’yı bilemem.’

Agnostisizmin kendi içinde varlık, ahlak ve bilgi felsefeleri vardır. Fakat bu yazıda buna
değinmek konunun kapsamı dışındadır. Agnostik tavrın eleştirilen birçok yanı olmakla
birlikte, bu tavır teist-ateist çizgiye göre daha temkinlidir denilebilir. Nitekim ünlü din
felsefecisi John Hick, akli olarak bakıldığında teizm ve ateizm arasında karar vermenin kolay
olmadığını, çünkü hem lehte hem aleyhte makul sayılabilecek gerekçeler olduğunu ama
kendisinin teist olduğunu söyler. (6) Agnostisizme göre teistler ve ateistler sadece
çıkarımlardan yola çıkarak Tanrı hakkında hükümde bulunurlar. Örneğin teiste göre var olan
her şeyin bir sebebi varken, bu sebepler zinciri sonsuza kadar gidemeyeceğine göre, ilk sebep
Tanrı’dır. Ateistlere göre ise bu önermelere göre Tanrı’nın bir sebebi olmalıyken, şu halde
Tanrı var olamaz. İşte bu noktada agnostik ikiniz de haklı olabilirsiniz der. Ama hiç birimiz
gerçek anlamda Tanrı’nın var olduğunu bilemeyiz. Bu nedenle agnostik teist ve ateistleri
rasyonel olmamakla suçlamaktadır.

Agnostik tavır varoluşun çözümlenmediğini de ifade eder. Bir teistin varoluşa verdiği anlam
elbette tanrı anlayışıyla paralel iken agnostik bu tavrın da doğru olmadığını ifade eder.
Örneğin ünlü düşünür Bernard Russell “agnostik, Tanrı ve öte dünya hayatı gibi konuların
bilinmesinin imkânsız olduğunu -veya imkânsız değilse dahi en azından günümüzde imkânsız
olduğunu- düşünür’’ diyerek hayatın anlamı konusunda da agnostik tavrın ne olduğunu ifade
eder. Teistin veya ateistin iddialarına karşı ‘bana göre böyle’ demeyen agnostik, sadece ‘ben
bilmiyorum’ demez, ‘sen de bilmiyorsun’ da der. Doğanın, insanın ve evrenin bu kadar
karmaşık ve baş döndürücü zarafetinin karşısındaki makul tavır bir şeyleri bilmek değil
bilmemek olarak düşünülür. Evrende var olan matematiksel sistem bile baş döndürücü iken
bir yaratıcının var olduğunu ya da var olmadığını bildiğini iddia etmek, agnostiğe göre kabul
edilebilir bir duruş değildir.

Agnostiğin pratik anlamda ateist bir çizgide olduğunu söylemiştik. Şekil olarak ateist bir
duruş sergileyen agnostisizm felsefi anlamda ateizmden oldukça farklı yönlere sahiptir.
Pratikteki benzerlikleri, iki tavrında eylemlerinde doğaüstü bir güce göre hareket
etmemelerinden gelir. Agnostikler, bir tanrının var olduğunu bilemeyiz derken, o zaman her
şeyi yapabiliriz, bize yasak ve günah yoktur demezler. Aynı şey ateist tavır için de geçerlidir.
Teist ise ahlaki yaşantısını büyük çoğunlukla dini vecibelere bağlı olarak yaşar. Ama
agnostik, ahlaki konularda sınır tanımayan bir yapıya sahip değildir. Örneğin, bir dine sahip
olsun ya da olmasın birçok kişi, yasalar var diye insan öldürmekten, hırsızlık yapmaktan ya da
trafik ışıklarını ihmal etmekten kaçınmaktadır. Çoğumuz bunları yapınca
cezalandırılacağımızı biliriz ve toplumsal düzene uymanın gerekli olduğunu düşünürüz İşte
agnostik ve ateist tavrın pratikteki benzerlikleri buralardadır. En önemli fark ise felsefi
bakıştadır ki ateist, bir tanrının var olmadığını bildiğini söyleyerek kesin bir hüküm ileri
sürerken agnostik bu yargıdan kaçınır ve açık bir şekilde ‘bilemeyiz’ der.

Şimdi yazımızın başında verdiğimiz örneklerle konuya farklı bir bakış daha getirelim. Günlük
hayatımızda biz her şeyi tam olarak bilerek mi hareket etmekteyiz? Elbette hayır. Bizler
gündelik bilgilerimizle toplumsallaşan ve aldığımız eğitimlerle ise felsefeye, dine, bilime ya
da sanata ilgi duyan varlıklarız. Günlük yaşamımızda her şeyi aklın süzgecinden geçirerek
hareket etmeyiz. Aklın yanında sezgiyi ve tecrübi bilgiyi de kullanırız. Yukarıdaki örnekler
bizim günlük yaşamda karşılaştığımız durumlar iken bunları felsefi bir forma sokmak bu
durumları oldukça farklı bir hale getirmektedir. Felsefi tartışmalardaki en önemli adımlardan
biri olan öncülün sağlamlığı adımı, günlük yaşamda illaki olması gereken bir adım değildir.
Örneğin, ‘Tanrı vardır’ gibi bir önermeyi ele alalım. Bu önerme bir sonuç önermesidir ve şu
adımlarla bu sonuca varabiliriz. 1-Var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır. 2- Evren
var olmaya başlamıştır. 3- Evrenin bir sebebi vardır. Bu sonuç önerme ‘Evrenin sebebi
Tanrı’dır’, önermesini içerir. Bir önermeler dizisinde eğer sonucunuzun doğru olasını
istiyorsanız-ki kim istemez- önermelerinizin de doğru olası gerekir. Birinci önerme açık gibi
görünmesine rağmen aynı şey ikinci önerme için geçerli değildir. Nitekim belli bir zamanda
evrenin var olmaya başladığına dair elimizde sağlam deliller bulunmamaktadır.

Şimdi aynı yaklaşım biçimini günlük yaşantımıza uygulamaya kalktığımızda aynı adımları
uygulamamız pek mümkün görünmemektedir. Verdiğimiz örneklerde geçen emin olabilir
miyiz sorusu günlük yaşamda ilişkilerimizde sorunlara yol açabilir. Adres sorduğumuz kişinin
adresi doğru söyleyip söylemediğini bildiğimizden emin olmasak bile kişiye ‘emin misin’ ya
da ‘bak doğruyu söyle’ gibi cümleler kuramayız. Dolayısıyla bizler o kişiye güvenmeyi
seçiyoruz. Bunun gibi günlük yaşantılarımızda birçok varsayıl ile hareket ederiz. İster ateist
ister agnostik isterse de teist olalım, günlük yaşantımızı bilimsel ya da felsefi kanıtlar üzerine
değil tecrübi bilgilerimiz ya da sezgilerimiz üzerine inşa etmekteyiz.

Felsefi problemlerin günlük problemlerden yola çıkılarak oluşturulması ilk olarak Antik
Yunan’da ortaya çıktı diyebiliriz. Buradaki ilk tavır ise agnostik tavır olmuştur. Nitekim
yukarıda bahsettiğimiz sofist düşünce tarzı bunu göstermektedir. Dolayısıyla agnostik
kavramının İlk biçimini sofistlere kadar geri götürebiliriz. Antikçağın ünlü sofisti
Protogoras’ın “İnsan, bilebileceği tek şey olan kendisiyle yetinmelidir, duyularla
algılanmamaları, insan hayatının kısa oluşu gibi sebeplerden dolayı Tanrılar hakkında bilgi
edinemeyiz” sözleri ilkçağda agnostisizmin ilk örneğini yansıtmaktadır. Duyumcu olan
antikçağ Yunan sofistlerine göre bilgi, duyuların sonucudur, duyularımızla elde ettiğimizin
dışında başkaca hiç bir bilgiye erişemeyiz. Her kişinin duyusu kendine göre olduğundan her
kişinin bilgisi de zorunlu olarak kendine göre olacaktır; herkes için geçerli bir bilgi olamaz.
İnsan, kendisi için bilinebilecek tek şeyle, kendisiyle yetinmelidir. Bundan hareketle modern
agnostisizmin kaynaklarının şüpheci pre-sokratik filozoflar veya Helenistik Akademinin
filozofları tarafından ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Fakat çağdaş din felsefesinde
agnostisizm Tanrı ve onunla alakalı gözlemlenemeyen her şeyi kapsayacak şekilde
genişletilmiştir.

Agnostik tavrın ilk örneklerinin Antik Yunan’da ortaya çıkmış olması bu tavrın artık
geçerliliğini yitirdiği anlamına gelmemektedir. Aksine 20. Yüzyılın sonlarına doğru agnostik
tavır özellikle post-modernist düşüncelerle birlikte yükselen bir tavır haline gelmiştir.(7)
Bilimsel gelişmelerin ivme kazanmasıyla ortaya çıkan ‘Tek yol: Bilim’ anlayışı olan pozitivist
anlayış, dinlerin ve metafiziksel önermelerin artık gereksiz ve anlamsız olduğunu ileri
sürerek, bilginin ancak ve sadece bilim tarafından güvenilir, kesin ve emin sonuçlarla ortaya
konabileceğine kanaat getirerek 20. Yüzyılın baskın bir felsefi hareketi haline geldi. Onlara
göre her şey deneysel bilimin tezgâhından geçmeliydi. Geçebilenler zaten bilimsel iken
geçemeyenler anlamsız ve boş sözlerden ibaretti. Bu anlayışa göre bilim tanrıyı ölüme
mahkum etmiş ve dinlerde artık insanlığın ayağında birer pranga olmaktan çıkarılmıştır.
Dolayısıyla bilim sadece verilmiş olan ile yani gözlemlenebilir olan ile ilgilenecek ve ancak
bu durumda olmayanlar değersiz olacaktır. Tabi ki bu durum dine ve felsefi geleneğe bir
darbe vurmaktı. Kabul edilemez ve yanlış olduğu sonradan ortaya çıkan bu durum hala kimi
düşünürler tarafından aynı katılıkta doğru düşünülmektedir. Fakat bu noktada bilimsel
araştırmalardaki yöntem ve çıkarsamaları dini araştırmalara uygulamak çok da uyumlu ve
mümkün olmayacaktır. Farklı bir yolu öneren Rodney Stark ise “dinin sadece insanla ilişkili
boyutunu biliyor olmamız, dinin salt bir yanılsama olduğu ve Tanrıların ‘umulanın
tatmini’nden doğan hayal ürünleri olduğu varsayımının geçerliliğini ortaya koymaya yetmez.
Bilim için Tanrıların varlığına ya da yokluğuna ilişkin sorulara yanıt bulmak tümüyle
imkânsızdır. Bu nedenle ateist ve teist varsayımlar eşit derecede bilim dışıdır ve her iki
varsayım üzerine kurulan çalışmalar eşit derecede eksiktir. Uygun bilimsel yaklaşım agnostik
görüştür. Din olgusunun sadece insani yönünü gözlemleyebildiğimiz için araştırmalarımızı
dinin gerçek ya da hayali yapısına ilişkin varsayımları bir kenara bırakarak, sosyal bilimlerin
bilinen yöntemleriyle yürütebiliriz. Bu yöntemle yürütülen çalışmalar bizi bilime götürecektir:
çünkü ateist ya da teist varsayımlar inanç odaklıdır ve çoğu zaman kanıt sunmazlar’’(8)
Bilimsel gelişmelerin ateisler ve teistler tarafından çoğu zaman kendi argümanları haline
getirilmesi durumu agnostik için agnostik kalmaya bir neden daha vermektedir. Zira ateist ve
teistler neredeyse her bilimsel gelişmeyi ‘Bilim Tanrının varlığını kanıtladı’ ya da ‘Bilime
göre Tanrı yok’ gibi sloganlarla neşe içinde karşılamaktadır.

Her ne kadar bilinemezciliğin kökeni ve tarihsel başlangıcı Antik Yunan’a kadar götürülse de,
bu görüşün en ünlü temsilcileri olarak David Hume (1711-1776) ve Immanuel Kant (1724-
1804) gösterilir. Hume, deneyci bir filozof olarak karşımıza çıkmaktadır. Hume’un
deneyciliği şüphecilik de içeren bir tutumdur. Hume’a göre bizim elde ettiğimiz tüm bilgiler
ancak duyumların izlenimlerinden bizlere kalanlardır. Bu durumda Tanrı gibi bir kavram
bilinemez olarak kalır. Zira Tanrı, duyumsanabilen bir varlık değildir. Hume’un bu yaklaşımı
materyalist felsefecilerle tamamen aynıdır. Aradaki fark, Hume’un bu izahla amacının
Tanrı’nın varlığını şüpheye boğmak olmasına karşın, materyalist felsefecilerin, Tanrı’nın
yokluğunu ve evrenin ezeliliğini savunmalarıdır. Hume, materyalist felsefecilerin hiçbir
zaman reddetmediği evrendeki neden-sonuç zincirleriyle oluşumların varlığını, hatta
materyalizmin ezeli biricik temel unsur olarak gördüğü madde ve evrenin varlığını da
şüpheyle karşılar.

Hume’a göre maddi dünya asli ve ezeli unsur olarak kabul edilebilir ve böylece de yaratıcı
Tanrı dışlanabilir, bu ihtimal de Tanrı’nın varlığı kadar olağan ise, o zaman Tanrı’nın varlığı
şüpheli bir hal almaktadır. Hume, “Din Üstüne” kitabında maddi dünyanın yeterli açıklamayı
verebileceğini şu şekilde dile getirir: “Onun için, bu önümüzdeki maddi dünyadan öteye hiç
bakmamak daha iyi olurdu. Onun kendi düzeninin ilkesini içinde taşıdığını var saymakla,
gerçekte onun tanrı olduğunu söylemiş oluruz, bu tanrısal varlığa ne kadar çabuk ulaşırsak o
kadar iyi.”

Hume, evrenin, bilinçli ve yaratıcı bir Tanrı’nın eseri olmak yerine tesadüfi süreçlerin bir
ürünü de olabileceğini söyler. O’na göre evrende gayesel bir yapı olduğunu, bilinçli bir
tasarım olduğunu iddia edemeyiz; evrenin tüm düzeni kendi iç bünyesinde bulunuyor olabilir.
Hume, evrendeki oluşumların bilinçli bir şekilde yaratıldığını söyleyecek bir delilimiz
olmadığı kanaatindedir.

Kant’ın bilinemezci düşüncelerinin oluşmasında Hume’un mirası etkili olmuştur. O, en


sistemli şekilde, bilinemezci görüşü ileri süren kişi olarak gösterilmektedir. Kant, diğer birçok
bilinemezci düşünürden farklı olarak, metafizik ve evren-bilimi konusunda takındığı şüpheci
tavrı ahlak alanında sürdürmemiştir. Kant, ahlak alanında mutlak doğruları reddeden izafi
görüşlere karşı çıkmış ve “ödev duygusu”nu temele alan, Tanrı’nın ve ahiretin varlığını,
ahlakın gerçekleşmesi için vazgeçilmez inançlar olarak gören bir ahlak sistemini
savunmuştur. O, ahlaka dayanarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya kalkan, bilinen ilk
felsefecidir.

Pratik alanda Tanrı ve ahiret inancını savunan Kant, teori alanına geçince bilinemezciliğin en
ünlü ismi olmaktadır. Teori ve pratiğin arasında daha önce hiçbir felsefeci böylesi bir ilişki
kurmamış, teoriyi pratiğin emrine böylesine vermemiştir. O, fideist (temel dini inançların akıl
yoluyla kanıtlanamayacağı, yalnızca iman yoluyla kanıtlanabileceği görüşü) yaklaşıma en
uygun felsefeyi üretmiştir. Bunun için Kant, hem dinlerin, hem de ateizmin tüm akılcı
kanıtlarına savaş açmıştır. Kant numen ve fenomen ayrımı yaparak, insan algısının sadece
fenomen alana ait olanları bilebileceğini ifade eder. Numen alan ise metafizksel alandır ve
Tanrı bu alanın içerisine dahil olduğu için bilinemez olarak kalır. Fakat Kant’ın ‘inanca yer
açmak için’ bu tezini ahlak anlayışıyla ortadan kaldırmaya çalışması onu agnostik bir tavrın
içerisinden kurtarmıştır denilebilir.

Ateizm ve teizm gibi olmayan agnostisizm bir inançtan ziyade bir tavırdır. Ateizm her ne
kadar taraftarları tarafından bilimsel olarak adlandırılsa da o da teizm gibi bir inançtır. Teist
Tanrı’nın var olduğunu bilemez ama var olduğuna inanır. Bilmekten kasıt bir kanıt
gereksinimidir ki zaten Tanrı gibi bir varlık diğer varlıklar gibi bir bilinirliğe sahip olamaz.
Eğer Tanrı varsa bu insan zihninin algılayabileceği bir algısal yapıya sahip olmayacaktır.
Dolayısıyla agnostiğin söylediği ‘bilemeyiz’ genel çerçevede doğru iken, gerçekte ‘illaki kanıt
gerekir’ demek imkansızı istemek anlamına gelmektedir. Ateistin bu konudaki tavrı da teist
gibidir. O da kesinlikle ‘Tanrı’ yoktur diyerek bir bilgiyi değil bir inancı dile getirmektedir.
Nitekim ateistin elinde de gerçek bir kanıt olması mümkün değildir.

Agnostik tavrı kendi içinde kimi sorunlara sahiptir. İlki 1- Tanrı’nın varlığını ve yokluğunu
gösteren bazı kanıtlar vardır önermesini ele alalım. Bu önermenin birinci kısmına göre Tanrı
vardır. Çünkü tanrını varlığını gösteren kanıtların olduğunu söylemek tanrının var olduğunu
söylemekle neredeyse aynıdır. O zaman agnostik tavır kendi içinde aslında teist bir duruş
içermektedir. Ama önermenin ikinci kısmı ise tanrının olamadığının kanıtları olduğunu ifade
etmektedir. Bu durumda ateist bir çizgiye kaymış olursunuz. Yani agnostik tavır Tanrı hem
vardır hem yoktur mu demektedir. Şeklen böyle olsa da aslen böyle olduğu söylenemez.
Çünkü o ikisini de söyleyemeyiz der. Görüldüğü gibi şeklen aslında agnostik tavır bir çelişki
içerir gibi durmaktadır.

En ünlü Agnostiklerden olan Bernard Russell kendisiyle yapılan röportajda agnostik tavrı
basit bir şekilde anlatmaya çalışmıştır. 3 Kasım 1953’te Amerikan LOOK dergisinde
yayınlanan röportajda Russell, agnostik tavrın ateizmden farklı olduğunu belirtir. Ona göre
ateist ile agnostik değil teist benzer görüşler ileri sürmektedir. Bir Hıristiyan Tanrının var
olduğunu bilebileceğimizi düşünürken, bir ateist ise Tanrının var olmadığını bilebileceğimizi
düşünür. Agnostik ise böyle bir yargıya varmanın doğru olmadığını ileri sürer. Russell,
Tanrının varlığının imkansız değilse bile neredeyse olanaksız olduğunu, bu nedenle dini
uygulamaların bir agnostik tarafından gerekli görülmediğini söyleyerek, agnostik tavrı
ateizme yaklaştırır. Agnostiğin yaklaşımı, dikkatli bir filozofun antik yunan tanrılarına
yaklaşımı gibi olabilir. Eğer benden, Zeus, Poseidon, Hera ve tüm diğer Olimpos ahalisinin
var olmadığını kanıtlamam istenseydi, kesin kanıtlar ararken sonuçsuz kalırdım. Ama bir
agnostik Hıristiyan tanrısının da, Olympos tanrıları kadar olasılıksız olduğu düşünülebilir ve
bu konuya yaklaşımı açısından -pratikte- ateistlerle birdir.

Hem ateistlere hem de agnostiklere sorulan soruların en yaygını olan ‘ahlaki davranışlarınızı
neye göre şekillendiriyorsunuz’ sorusuna Russell, dindarlardan farklı olarak metafizik bir
otorite tanımadığını davranışlarının aklın süzgecinden geçirdiğini ifade ederek, toplumsal
yaşantının davranışlarımızı şekillendirdiğini vurgular. Agnostiğin ya da ateistin canı ne isterse
yapıp yapmadığı sorusuna ise Russell, ‘bir açıdan bakılınca, hayır; başka bir açıdan bakılınca,
zaten herkes canı ne isterse yapabilmektedir. Örneğin birinden öldürecek kadar nefret
ediyorsunuz. Neden öldürmezsiniz? Dinen günah olduğu için mi? Ancak ortada bir istatistiki
gerçek vardır ki, agnostikler diğer insanlara oranla cinayete daha fazla eğilimli değildiler!
Hatta daha bile azdır. Agnostikler de, diğer insanları cinayetten alıkoyan ortak korkulara
sahipler. Bunların başında da yasal cezalandırma korkusu var. Yasaları bir kenara koyarsak,
suçun ortaya çıkması durumunda, diğer insanların nefret ettiği dışlanan bir birey olarak
yalnızlaşma var. Ayrıca vicdan ve sağduyu denilen bir olgu var. Öldürdüğünüz kişinin son
saniyelerinin ve cesedinin, zihninizden silinmeyecek kötü hatıraları var. Bu gerekçeleri
sayarken elbette yasaların olduğu bir toplu yaşamdan bahsediyoruz. Seküler açıdan da, her
istenenin yapılmadığı, kurallı bir toplum yaratmak ve korumak gereklidir.’

İlkçağdan başlayarak günümüze kadar değişik formlara bürünen agnostisizm, görüldüğü gibi
ihtiyatlı olmaya çalışan bir yaklaşımdır. Agnostisizm bir din değildir. O felsefi bir tutumdur.
Bunun yanında bir Hıristiyan ya da bir Müslüman da agnostik olabilir. Zira agnostik tutum,
epistemolojik anlamda Tanrının var olup olmadığını bilemeyiz derken Tanrı’ya inanmıyorum
demez. Çünkü inanç ve bilgi farklı durumları ifade eder. Bilgi yani malumat kimi
yöntemlerle(tümevarım-tümdengelim-sezgi-duyum gibi) yollarla elde edilirken, inanç ise ya
geleneksel bir çizgiden ya da bireysel anlamda sezgisel bir durumdan ortaya çıkabilir. Daha
önce bahsettiğimiz gibi, bizler her zaman bilgi elde ederek hareket etmek yerine günlü
hayatımızı birçok inanç ve varsayım üzerine kurmaktayız. Bu anlamda agnostik tavrın istediği
‘bilme’ durumu gerçek anlamda bir görerek ya da deneyleyerek bilme çabası ise bu pek
mümkün görünmemektedir. Tanrı gibi bir varlığı (şimdilik varsayıyoruz), insan algısıyla
deneyimlemek ve bilmek için sadece böyle bir yolun var olması gerektiğini ileri sürmek,
Tanrının nasıl bir varlık olduğunu tanımlamayı gerektirir. Eğer Tanrı iddia edildiği gibi
kanıtlanabilecek bir niteliğe sahipse o zaman böyle bir Tanrı geleneksel dini çizgiler
tarafından kabul edilebilir olmaz.

Sonuç
İnsanın bilme isteğinin sürekli olası ateist-teist ve agnostik tavırların neredeyse her zaman var
olacağını göstermektedir. Ateist ve teist için aslında evren gayet açık bir şekilde ifade
edilebilmektedir. Ateist yaklaşımların bazıları kendilerini bilimsel gelişmelere, kimisi ise
kötülük problemi gibi problemlere dayandırarak var olmaya devam ederlerken; teist yaklaşım
ise sağduyuya hitaben hiçbir şey sebepsiz olmaz, varlığın bir anlamı olmalı gibi kozmolojik
ve teleolojik delillerle var olmaya devam eder. Fakat burum agnostik için bu kadar açık
değildir. Ateist ve teist kendilerini inanç ve bilgi ile kuşatırlarken agnostik ise sadece bilgi
kaynaklı hareket etmeye çalışır. Bu doğru bir tavır mı değil mi karar vermek kolay
görünmemekle birlikte, her şeyi bilmek ya da Tanrı gibi bir varlık hakkında bilgi sahibi olmak
pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla agnostik tavır dikkatli ama eksik bir duruş
sergiliyor gibidir.

Agnostik tavrın bir diğer eksik yönü, septikler gibi düşünerek yani hiçbir şeyi
bilemeyeceğimizi düşünerek hareket ederken, insanın bilme isteğinin de legalliğini bir kenara
itmesidir. Eğer bilgiye ulaşmak mümkün değilse o zaman neden bilim yapmaktayız? Bilimin
bize sunduğu şeylerden şüphe etmek elbette olağan bir durumdur fakat buradaki eleştiri ‘zaten
bilemeyiz’ formuna sokulmamalıdır. Agnostik tavır kendi içinde kimi eksikliklere sahip
olasına rağmen takipçi sayısı küçümsenmeyecek bir seviyeye ulaşmıştır.

(1)Aydın Topaloğlu, Teizm ya da Ateizm, Furkan Kitaplığı, İst. 2001. s.16.


(2) William Lane Craig, Atezm’in Teistik (Tek-Tanrıcı) Yaklaşımla Eleştirisi, Kelam Araştırmaları 11:1 (2013),
SS.556-574.
(3) Ferit Uslu, Agnostisizm, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1
(4) Alvin Plantinga’dan aktaran, Ferit Uslu, a.g.e. s.7.
(5) Ferit Uslu, a.g.e s.8.
(6) Cafer S. Yaran, Din Felsefesine Giriş, Dem Yay. İst. s.121.
(7) Rodney Stark, Tek Gerçek Tanrı; Tektanrıcılığın Tarihsel Sonuçları, çev. Çiğdem Özüer, İstanbul 2005.
(8)A.g.e. s.8-9.

You might also like