Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Kültür Mitleri Tanr■lar■ Yaratmak

Uluslar■ ■cat Etmek 2nd Edition


Williams F Mccants
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/kultur-mitleri-tanrilari-yaratmak-uluslari-icat-etmek-2nd-
edition-williams-f-mccants/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

■■■■■■■■■■■ ■■■■ A2 B1 2nd Edition ■ ■ ■■■■■■■■■■ ■ ■


■■■■■■ ■ ■ ■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29839716/

Phonétique progressive du français Niveau intermédiaire


A2 B1 Corrigés 2ème édition 2nd Edition Lucile Charliac

https://ebookstep.com/product/phonetique-progressive-du-francais-
niveau-intermediaire-a2-b1-corriges-2eme-edition-2nd-edition-
lucile-charliac/
Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco
Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/

Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st


Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

Devleti Tahayyül Etmek 2nd Edition Mark Neocleous

https://ebookstep.com/product/devleti-tahayyul-etmek-2nd-edition-
mark-neocleous/

■■■■■■■■■■ ■■■■ ■■■ ■■■■■■■■■■■ B1 B2 3rd Edition ■


■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29840068/
William E McCants, Princeton Üniversitesi'nde doktorasını tamamlayan yazar,
halen johns Hopkins Üniversitesi'ne bağlı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
William F McCants

Kültür Mitleri
Tanrıları Yaratmak Ulusları lcat Etmek

Çeviren

Merve Tabur
Kültür Mitleri
Tanrıları Yaratmak Ulıısları icat Etmek

William F. McCants

Özgün adı: Foundfng Gods, Inventing Nations


Conqııut and Cultııre Mytlısfrom Antiqııity to Islam

İthaki Yayınları· 816

Yayına Hazırlayan: Selçuk Aylar


Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Şükrü Karakoç
2. Baskı, Mart 2018, İstanbul
ISBN: 978-605-375-247·9

Sertifika No: 11407

© 2018 by Princeton University Press


1ürkçe Çeviri© Merve Tabur, 2012
© İthaki, 201s

İthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti:nin yan kuruluşudur.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul
Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34
ithaki@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com

Kapak, iç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin lş Merkezi No: 403/2 Topkapı-lstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97
Sertifika No: 40200
İçindekiler

Teşekkürler 9

Giriş 11

I. BÖLÜM Tanrıların Hediyeleri: Antik Yakındoğu ve


Yunan Mitolojisinde Medeniyetin Kökenleri 23

II. BÖLÜM Yardımsever Gök Tanrısı: Kur'anda Kültürel Tarih 47

III. BÖLÜM İlk Kimdi? Protografı ve Keşif Katalogları 83

IV. BÖLÜM Ulusların İcadı: Medeniyetin Kökenlerine İlişkin


Fetih Sonrası Yerel Tarihler 119

V. BÖLÜM "Eskilerin Bilimleri": Felsefe, Tıp ve Pozitif


Bilimlerin Kökenleri Üzerine Düşünmek 163

Sonuç 195

Kaynakça 199
Memleketi Teksas'ın kuruluş hikayesini anlatmayı seven babam için...
TEŞEKKÜRLER

Bu kitabı oluşturan doktora tezine danışmanlık yapan ve onu yayınlamam


için beni teşvik eden Michael Cook'a; tezimin Hermetik çekirdeğini geliş­
tirmeme yardım eden Peter Brown'a ve gerek zamanını gerekse içgörüsünü
cömertçe bana sunan ve Antik Çağ'da post-kolonyal etnik şovenizm konulu
bir seminerde beni benzer ilgi alanlarına sahip klasikçilerle tanıştıran Patricia
Crone'a teşekkür ederim. Seminerin zamanlaması sebebiyle onların düşün­
celerini tezime dahil edemedim, fakat yayımlanmış eserlerine kitap boyunca
başvurdum.
Ayrıca, bu projeden vazgeçmediği için Princeton Universiry Press'teki edi­
törüm Rob Tempio'ya; pürüzleri giderdikleri için Ben Holmes ve Dalia Gef­
fen' e ve eleştirileriyle kitabın daha iyi olmasını sağlayan Princeton'ın anonim
eleştirmenlerine de teşekkür ederim.
Aileme (Annem, Babam, David, Halleh, Martha ve Sina) ve işimi kolay­
laştırıp ilerlememi sağlayan akademisyen arkadaşlarıma minnettarım. İkinci
gruptan Vahid Brown, Michael Doran, Najam Haider, Thomas Heggham­
mer, Stephanie Kaplan, Stephen Lambden, Todd Lawson, Afshon Ostovar,
Sam Parker ve Farzin Vejdani'ye teşekkür etmek istiyorum. Son dakikada ol­
dukça faydalı birtakım geri bildirimlerde bulunan Michael Horowicz'e özel
teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu kitap, karım Casey ve hem meslektaşım hem de arkadaşım Sholeh Qu­
inn'in desteği olmaksızın yazılamazdı. İki küçük kız çocuğu -Ariana ve Eva
Daisy- ve akademik olmayan tam zamanlı bir işle, taslak üzerinde çalışmak
için hiç boş vaktim olmuyordu. Kitabı yayınlamam konusunda kararlı olan
Casey, her pazarı "Kitap Günü" olarak bana bıraktı. Aynı derecede kararlı olan
Sholeh, düzeltileri yüzüme gözüme bulaşcırmadan nasıl yapacağımı gösterdi.
İkinize de bütün kalbimle teşekkür ediyorum.
G iR iŞ

Günümüzde Afganistan sınırlarında yer alan Belh şehrinde doğmuş İranlı


Müslüman bir gökbilimci olan Ebu Ma'şer, MS IX. yüzyılda, Adem ve onun
torunu Hermes'in, sanatları ve bilimleri Nuh Tufanı' ndan önce tesis ettiğini
yazdı. Yaklaşmakta olan Tufan'ın "bütün sanatlar"ın kökünü kurutacağından
korkan Hermes, bu sanatlara ilişkin bilgileri -gelecek kuşakların faydalana­
bilmesi için- Mısır'da inşa ettiği tapınaklara kazımıştı. Bu bilgiler, Tufan'dan
sonra Babilli ikinci bir Hermes tarafından tekrardan ele geçirilmiş ve öğrencisi
Pythagoras aracılığıyla Yunanlara ulaşmıştı.1 Ebu Ma'şer bu anlatının
önsözünde, (Yunan mitolojisindeki tanrılardan biri olan) ilk Hermes'i, Ya­
hudilerin Kitab-ı Mukaddes'teki Hanok ile; Arapların Kur'an'da bahsedilen
gizemli İdris ile ve İranlıların Kral Huşeng ile bir tuttuklarını açıklıyordu.
Ayrıca İranlılar Adem'i, ilk insan ve ilk kral addedikleri Keyumers ile
özdeşleştirmişlerdi.
Ebu Ma'şer anlatısını büyük ölçüde, sanatların ve bilimlerin kökenleri ve
aktarımı hakkındaki İslam öncesi düşünceye borçludur.2 Fakat bu anlatı aynı
zamanda, bir İslam imparatorluğu kurmuş olan Araplar IX. yüzyılda siyasi ege­
menliklerini kaybetmekteyken, imparatorluğun merkezi olan Irak'ta yaşanan
toplumsal ve entellektüel gerilimleri de yansıtır. O dönemde, çeşidi gelen­
eklerden gelen alimler ve ilgili elit çevreler, kültürel nüfuzlarını arttırmak için
yarış halindeydiler. Bazıları Mekke ve Kudüs'e, bazıları Persepolis'e ve ötekiler
de Atina'ya yönelmişlerdi. Ebu Ma'şer gibi onların da, sanatların ve bilimle­
rin kökenleri ve aktarımı hakkında yazmalarının yegane sebebi, Antik Çağ'a
duydukları ilgi değildi. Aynı zamanda, çağdaş okuyucularına hangi sanatlara
ve bilimlere değer vermeleri ve onlara kimin sahip çıkması gerektiğini söyle­
mek için de yazıyorladı. Medeniyetin kökenlerine dair anlatıları aracılığıyla
kendilerini ve dahil oldukları grupları tanımlıyor, otoritelerini meşrulaştırıyor
ve kendi geleneklerini rakip gelenekler ve iddialardan ayrıştırıyorlardı.
Onların anlatılarını eşzamanlı olarak karşılaştırmak, ilk Müslüman elitlerin ve
onlar arasındaki gerilimlerin bir haritasını sunar. Artzamanlı bir karşılaştırma
ise, bu elitlerin kimliklerinin siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında nasıl
değiştiğini ortaya koyar.

11
İlk Müslümanların medeniyetin kökenlerine ilişkin kuramlarının
özgünlüğünü kavrayabilmek için, onları, bu konuyla ilgili metinlerin
yoğunlaştığı benzer dönemlerle karşılaştırmak gerekir. En benzer dönemler
şunlardır: Muhammed Peygamber'in ölümünü ve Yakındoğu'nun neredeyse
tamamını kapsayan Arap-İslam imparatorluğunun kuruluşunu takip eden,
medeniyetin kökenleri hakkında zengin bir literatürün geliştiği üç yüz yıl (MS
632-934) ve aşağı yukarı o döneme benzeyen, Yakındoğu'da Yunan ve Roma
hakimiyetlerinin sağlanmasını (sırasıyla MÖ 323-30 ve M Ö 31-MS 337)3 ta­
kip eden üç yüz yıl. Bu fatih halkların üçü de Yakındoğu'nun uç noktalarından
gelmekteydi. Yaptıkları fetihler, öğrenme ve meşrulaştırma mekanizmalarına
ilişkin kadim yerel gelenekleri birbirlerinden ve fatihlerinkilerden farklı olan
ayrık ve karmaşık toplulukları birleştirdi.4 Bu yerel gelenekler ile fatihlerin
geleneklerinin konumu, fetih sonrası dönemde, medeniyetin ilklerine dair lis­
telerde ve tarihlerde metinsel olarak düzenlendi. Bu metinler, her fetihten üç
yüz yıl sonra ortaya çıkan, medeniyetin kökenlerine ilişkin hakim anlayışın,
karmaşık bir ödünç alma sürecinin ürünü olduğunu göstermektedir. Bu süreç
içerisinde fatihler ve fethedilenler karşılıklı olarak ve fethedilenler de kendi
içlerinde birbirlerinden beslenmişlerdir. Metinlerdeki bu yaklaşımın sebepleri;
imparatorluğun yol açtığı, acil ilgi gerektiren siyasal ve toplumsal ikilemlerle
ilişkili olduğu kadar, bağımsız araştırmaların işleyiş biçimiyle de ilişkiliydi.
Üç fetih sonrası dönem arasında en az bir büyük farklılık bulunur. Yun­
anlar ve Romalılar Yakındoğu'ya yüksek bir kültür ile gelmişlerdi ve yerli
elitler bu kültüre ya itiraz etmiş ya sahip çıkmış ya da ikisi arasında bir şey
yapmışlardı. Fakat fatih Arapların karşılaştırmaya tabi tutulabilecek bu çeşit
bir kültürleri yoktu. Dolayısıyla, takip eden üç yüz yıl boyunca fatihler ve fet­
hedilenler sadece "İslam" değil, aynı zamanda "Arap" kimliği ve çalışmalarının
da içeriği hakkında tartışmalar yürüttüler. Bu kitabın ortaya koyduğu üzere,
erken İslam kültürünün yönelimi Arabistan'la sınırlı değildi; içeriği, dini me­
tinlerden olduğu kadar pagan geleneğinden ve mitolojisinden de etkilenmişti.
Bugün İslam kültürü olarak tanımladığımız olgu, İslam çağının ilk üç yüz
yılında gerçekleşen ve dönemin mit inşasında etkileri görülen çekişmeli bir
kendini meşrulaştırma sürecinin ürünüdür. Bu sürecin ana karakterleri, Arap
olmayan halkların ve paganların töresel bilgilerinden oldukça faydalanmıştır.
Fetih sonrası dönemlerin üçünde de etiyolojik spekülasyonlar dört tema
etrafında toplanmıştır: İlahi inayet, ilk mucitler, yerli medeniyetin kurucuları
ve bilimlerin kökenleri. Beşinci bir tema, tarih öncesinde kültürel oluşum
kuramları (Kulturentstehungslehre), yalnızca Yunan-Roma toplumunda bulu-

12
nan bir özellikti. Birçok Yunan ve Romalı da dahil olmak üzere öteki halklar,
bilinmesi mümkün olmayan kadim bir tarih fikrini reddettiler. Kültürün kö­
kenlerini, kayda geçmiş olayların başlangıç döneminde yaşamış olan kahra­
manlara atfederek açıkladılar (Kulturgeschicte).5
Bu malzemeyi ve onun araştırma konusunu tanımlamak için kullanılan
modern terminoloji kafa karıştırıcı olabilir. Halkbilimciler, şeylerin (örn. dini
törenler, simya) kökenleriyle ilgili her mite uyguladıkları etiyoloji terimini
kullanırlar.6 Daha yerinde olmasına rağmen daha az kullanılan bir başka terim
de, kültü?" miti ya da sanatların ve bilimlerin kökenlerine ilişkin mitlerdir.7
Kültür kahramanları, bunları oluşturan ünlü figürlerdir.8 Bu kitapta ben kültür
mitini tercih ediyorum çünkü etiyolojiden daha sınırlayıcı; fakat sanatların ve
bilimlerin kökenlerine ilişkin mitlerden bahsederken değişimli olarak her iki
terimi de kullanıyorum. Benzer şekilde, kültür sözcüğünden kastım, bu sa­
natlar ve bilimlerdir. Bu kültür tanımı, antropologların kullandığı şekliyle,
öğrenilmiş bütün düşünce ve davranışları içerebilen kültür tanımından daha
sınırlayıcıdır.
"Sanatlar ve bilimler"i teşkil edenin ne olduğu ise, sorunun kime
sorulduğuna bağlıdır. Medeniyetle bağlantılı her şey için Sümerliler me, eski
Yunanlar ise tekhnai terimini kullanıyordu. Fakat terimlerini tanımlamamış
oldukları için, tanımların sözcüklerin kullanımlarından çıkarsanması gereki­
yor. Bu tanımlar, şiir ve çömlekçilik gibi sanatların yanı sıra matematik gibi
bilimleri de içerebilir. Tarih öncesi kültürel oluşum üzerine düşünen ilk insan­
lar arasında yer alan Sofistler, tekhnai'yi, hayatı iyileştirip güzelleştiren deney­
imlere ve bilgiye dayanan becerilerle sınırlamışlardı. Onlara göre geometri ve
astronomi bu kategoriye dahil değildi.9 MÔ lV. yüzyılda Platon ve Aristote­
les, Sofistler' in, episteme olarak sınıflandırdıkları matematiksel bilimlere ilişkin
olumsuz değerlendirmelerine karşı çıkmışlardı. Fakat bu bilimlerin tekhnai'den
(pratik ihtiyaçlarımıza hizmet eden bilgi) ayrı tutulması gerektiği konusunda
Sofisder'le hemfikirdiler. Böylece bize "sanatlar ve bilimler" ifadesini bıraktılar.
Buna rağmen, her bir kategoride hangi disiplinlerin bulunduğu konusundaki
kafa karışıklığı sürüyordu ve hala da sürmektedir. 10 Bu kitapta "sanatlar ve
bilimler"i; öğrenilen, insanlığın doğayla ilişkisini değiştiren ve genellikle girift
kentsel toplumlarla ilişkilendirilen disiplinler olarak tanımlıyorum. Bir tek
istisna bulunur; o da dildir. Dil, hem basit hem de girift toplumların özelliği
olmasına rağmen burada ele alınmıştır, çünkü Yunanlar, Romalılar ve Araplar
dilin medeniyetin vazgeçilmez öncülü olduğuna inanıyorlardı.
Kitab-ı Mukaddes ve antik Yakındoğu ile ilgili çalışmalar yürütenler ve

13
klasikçiler, kültür mitleri üzerine, İslam çalışmaları yapanlardan daha çok
düşünmüştür. Bunun sebeplerinden biri, ilk üç grubun, (kültür mitleri de da­
hil olmak üzere) Yakındoğu mitlerinin Kicab-ı Mukaddes üzerindeki etkisini
uzun süredir tartışıyor olmasıdır.11 Bir diğer sebep de klasikçilerin, Antik Çağ
tarihçilerinde ilerleme kavramının bulunup bulunmadığıyla ilgilenmeleridir. 12
Klasikçiler yakın geçmişte, antik Yakındoğu'da fetih sonrası yerel kimliğin
doğasını anlamaya yönelik güncel post-kolonyal yaklaşımları incelediler.13 Bu
araştırmaların hepsi kültür mitleriyle alakalıdır. Buna karşın, İslam' ın ilk dö­
nemlerindeki ilerleme kavramı14 ya da post-kolonyal15 kimlikle ilgili çok az
tartışma bulunmaktadır16 ve İslami kültür mirleri, Tanah' ın tarihi ve kökenine
dair tartışmalarla daha az ilişkilidir.
İslam öncesi kültür mirleri üzerine yapılan çalışmalar, İslam' ın ilk dönem­
lerindeki kültür mitleriyle ilgili çalışmalara layasla daha gelişmiş olduğundan,
ilkini ön plana aldım ve ileriki bölümlerde ele aldığım İslami malzemenin
çerveçevesini oluşturmak için kullandım. Bu çerçeve aynı zamanda, medeni­
yetin kökenlerine ilişkin İslami düşüncenin, hem içerik hem de varsayımlar
bakımından, konu hakkındaki Antik Çağ düşüncesinden son derece
etkilendiğine yönelik inancımı da yansıtmaktadır. Dahası, Müslüman yazar­
lar, Helenistik ve Roma dönemi yazarlarının karşılaştıklarına benzer toplumsal
ve siyasi koşullar tarafından şekillendirilmişlerdi. Bu yüzden, kaygılarının yanı
sıra, entellekcüel ve kültürel ikilemlere getirdikleri çözümlerin birçoğunda da
ortaktırlar. Son olarak, klasikçilerin tartışmalarına İslami malzemeyi dahil
ederek, Arap fetihlerinin her iki tarafındaki akademik toplulukları, Akdeniz
ve Yakındoğu mirasına daha geniş açılı bir mercekten balanaya teşvik etmeyi
ümit ediyorum.
İslami kültür miderinin Antik Çağ' a olan borcunun tek kanıcı, İslam
öncesi kültür micleriyle aynı konulara odaklanmış olmaları değildir; bu micler
arasında birçok bağlantı bulunduğu gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır.
Bölümleri bu konular çerçevesinde düzenledim. Öncesinde ise, zemini
hazırlamak ve bir referans noktası belirlemek amacıyla, kadim kültür micleri­
yle ilgili giriş niteliğinde bir bölüm bulunuyor.
Medeniyetin kökenleri üzerine düşünmek yazılı tarih kadar eski bir
uğraştır. Bu konuyu işleyen antik Yakındoğu mitolojisinin neredeyse tamamı,
tanrıları ya da onların ilahi aracılarını, medeniyetin tamamıyla faydalı olan
unsurlarını insanlara getiren varlıklar olarak tanımlar. Yunan ve Yahudi mir­
leri, belki de kısmen yeni (örn. MÖ 2000 ya da 3000 yerine MÖ 1000)
olmaları dolayısıyla farklıdırlar. Yunan miti, yardımsever bir tanrıya dayalı

14
Yakındoğu modelini korur, ama söz konusu tanrı, medeniyetin esaslarını in­
sanlara ancak. başka bir tanrı onları geçimleri için çaba sarf etmek zorunda
bırakarak cezalandırdıktan sonra öğretir. İnsanlar daha sonra demirciliği icat
ederler; o da şiddete ve neticede insanlığın sonunun gelmesine yol açar. Ya­
hudi mitinde de insanlar bir tanrı tarafından, geçimlerini sağlamak için çaba
sarf etmek zorunda bırakılarak cezalandırılır ve sonrasında kültürü edinir­
ler. Bu açıdan Yunan ve Yahudi mitleri benzerdir. Fakat ikincisinde insanlar
kültürü kendi becerileri sayesinde edinirler. Tanrı'nın bu konuyla hiçbir ilgisi
yoktur. O, insanların sonunda demirciliğin icadına ve insanlığın yıkımına yol
açan buluşlarını hoş karşılamaz. Yakındoğu'nun büyük güçlerinin kıyısında
yazılmış, medeniyetin kökenleriyle ilgili bu iki kötümser hikayenin, sonraki
dönemlerde insan becerisini takdir etmeye başlayan medeniyetlerin ilk kültür
mitleri olması ironiktir.
Kur'an, Kitab-ı Mukaddes'teki hikayelerden çokça faydalanması
bakımından, "Kitab-ı Mukaddes geleneği"nden bir metindir. Buna rağmen,
Kur'an'daki kültürel kökenler algısı ancikYakındoğu yazarlarınınkine benzer:
Yardımsever bir gök tanrısı olan Allah insanlara kültürü -hatta demirciliği
de- verir. Fakat bu, antik mitolojinin dirilişinden ziyade, iki Helenistik
gelişmenin bir araya gelmesidir. İlk gelişme, Yahudiler ve Hıristiyanların,
Yunan Stoacıların ilahi inayet kavramını benimsemesidir. Bu düşünceye göre,
her şeyi tedarik eden Tanrı'dır. İkinci gelişme ise, medeniyetin ilerlemesinde
Tanrı'ya daha olumlu bir rol atfeden kanondışı Yahudi ve Hıristiyan metin­
leridir. Kur' an, eğer insanlar rızıklarını sağlayan Tanrı'ya layıkıyla ibadet et­
mezlerse, O'nun, bu kişilerin mallarını başkalarına vereceğini öne sürer ve
iddiasını desteklemek için bu farklı edebi geleneklerde yer alan örneklerden ve
görüşlerden faydalanır. Bu iddia .Arapların, Yakındoğu medeniyetlerine yöne­
lik fetihlerine gerekçe sağlamış olabilir.
Fetihlerden sonra Arapların siyasi egemenliği sadece yüz yıl sürdü.
lrak'taki alimler, egemenlikleri zayıfladıkça, Arap kahramanlar ile Kitab-ı
Mukaddes'te bahsi geçen kahramanlara atfedilen kültürel "ilkler"e (eva'il) dair
listeler oluşturmaya başladılar.17 İlkler üzerine yazan alimlerin "protografi"18
olarak adlandırdığım bu faaliyetleri, Kur'an'ın Kitab-ı Mukaddes'le ilişkili
arka planına ve onun ortaya çıkmasını sağlayan Arap muhitine duydukları
ilgiyi yansıtır. Hazırladıkları listeler ayrıca, dini ve kültürel yeniliklerin yanı
sıra .Arapların kendi aralarındaki çekişmelerle dolu bir yüzyılı, İslam önce­
si geleneğe dayandırarak anlamlandırma çabasıydı. Yunan protografisinin
oluşumundan önce de benzer bir yenilik ve çekişme dönemi yaşanmıştı. 19 Bu

15
durum, kültürel rekabet ile protografinin gelişmesi arasında bağlantı olduğunu
ortaya koyuyor.
Eva'il listelerini hazırlayan Müslüman yazarlar başlangıçta, yabancı ka­
dim medeniyetlerin, kendi kültürlerine katkılarını kabul etme hususunda
tereddütlüydüler. Aslında bazı yazarlar IX. yüzyılda, yabancı tesirleri titizli­
kle görmezden gelen eva'il listeleri hazırlamıştı. İmparatorluğun süratle 1ran'a
yönelmekte olduğu bir dönemde, onun yalnızca Arap ve İbrahim! karakte­
rini vurguluyorlardı. Aksine, İslam öncesi dönemde Yunan ve Romalıların
hazırladığı protografik listeler -her ne kadar bazı yazarlar en az Müslüman
meslektaşları kadar bundan rahatsızlık duysalar da- hemen hemen her zaman
yabancı tesirleri göz önünde bulunduruyordu. Roma döneminde Hıristiyanlığı
savunanlar, Yunan-Roma kültürünün barbarlardan alındığını ve bu yüzden de
Hıristiyanlıktan daha tanıdık olmadığını göstermek için, yabancı ilklerle ilgili
bu listelerden faydalanmışlardı.
Arapların kültürel edinimlerinin listelerini oluşturan Müslümanların
kendilerine özgü bir mütevazılıkları vardı; Araplara atfettikleri ilkler
sınırlıydı. Fakat İranlı yazarların, Arapların başarılarına dair bu sönük liste­
leri eski İran krallarının evrensel başarılarıyla (örn. devlet yönetiminin icadı)
tamamlamalarının ortaya koyduğu üzere, bu durumdan fethedilenin de is­
tifade etmesi mümkündü. Fetih sonrası dönemde İranlılar, İran medeniyeti
hakkında yazdıkları ilk tarih anlatılarında aynısını yaptılar. Listeleri Arapça
yazmalarına ve Kitab-ı Mukaddes'te ve Kur'an'da geçen olay ve karakterle­
re ilişkin anlatıları muhafaza etmelerine rağmen, ilk İran krallarının seküler
başarılarını da vurguladılar.
Medeniyetin kökenlerine ilişkin bu yerel anlatılar, yerli edebiyatı ele alan
post-kolonyal teorilerdeki direniş, asimilasyon ya da melezlik kategorilerine
tam anlamıyla uymaz.20 Bu anlatılar egemen söyleme ne açıkça karşı çıkar ne de
onu basitçe üretir ya da pekiştirir.21 Homi Bhabha'nın melezlik kavramı daha
uygundur çünkü sonuçta ortaya çıkan tarihyazımsal karışım ne tamamıyla
İslami ne de tamamıyla İranlıdır; dolayısıyla her ikisinin de istikrarını bozar.22
Fakat yerli yazarların direndiği, uyum sağladığı ya da karıştığı egemen bir kültür
arayışında olan araştırmacılar, böyle bir şey olmadığını gözden kaçırabilirler.
Aksine, İslam bilgi dağarının yönelimi oldukça çekişmeliydi. Ayrıca İranlı
yazarların, fatihleri, fethedilen halklara daha çok benzemeye ikna etmeye
çalışmaları, en az onların kültürünü benimsemeleri kadar olasıydı. İranlıların
Arapça yazdığı medeniyet tarihlerinden bazıları, Yakındoğu'nun Yunanlar ve
Romalılar tarafından fethedilmesinden sonra yerli elitlerin yazdığı, medeni-

16
yetin kökenlerine ilişkin Yunanca anlatılarla benzerlik taşır. Bu önceki yerel
tarihler, kültürel yanlış anlaşılmaları düzeltme, yabancı hükümdarlara nasıl
yerli krallar gibi davranacaklarını öğretme, kadim bir kültürün bekçisi olarak
yazarın konumunu güçlendirme ve öteki rakip medeniyetlerin başarılarının
önemini azaltma amaçlarını taşıyordu. İran hakkındaki ilk yerel tarihler de
benzer bir işlev görmüşlerdi. Bu tarihler, ulusal bir destan olan Şahname'nin
temelini oluşturmuş ve bağımsız İran hükümdarlıklarının kurulmasını
meşrulaştırmış, böylece eski kültürel başarılarla övü:nmenin muğlaklığını or­
taya koymuşlardı. Bu tarz övünmelerin amacı, fatihleri kendine çekmenin
yanı sıra onları kendinden uzaklaştırmak da olabilirdi.
İran'ın, İslam imparatorluğu üzerindeki artan etkisi, Yunanların bilimsel
metinlerinin Arapça'ya çevrilmesine yol açtı çünkü Müslüman hükümdarlar,
işlevlerinden biri de bu gibi çevirilere hamilik yapmak olan İran krallarına
benzemeye çalışıyorlardı. Müslüman ve gayri-müslim elitler de, kozmopolit
Bağdat'ta gittikçe daha çok hissetmeye başladıkları çağın dini çıkmazlarını
çözmek ve pratik tıp gibi işlevsel amaçlarla bilimsel metinlere ihtiyacı
duyuyorlardı.
Bu metinlerin çevrilmesi, bahsettikleri bazı disiplinlerin -ağırlıklı olarak
felsefe, matematiksel bilimler ve tıp- kökenleri hakkında varsayımlarda
bulunulmasına yol açtı. Bu tarz varsayımlar Antik Çağ'da yoğun bir toplum­
sal ve siyasal karmaşanın yaşandığı dönemlerde ortaya çıkmış ve Yunanların
bilimlerin oluşturulmasındaki rolü sorusuna odaklanmıştı. İlk olarak,
Yunanların kendi kendilerine meydana getirdikleri bir şey var mıydı yoksa her
şeyi başkalarından mı almışlardı? Şüphesiz Yunanlar birçok bilim meydana
getirmişlerdi fakat bizzat kendilerinin bu bilimlere Doğulu kökenler atfetme
eğilimleri, Yunan olmayanları da aynı şeyi yapmaya teşvik etmişti. İkinci
olarak, insanların hiçbir yardım almadan kendi zihinleriyle karmaşık bilimler
geliştirmeleri mümkün müydü? Birçokları bunun mümkün olmadığına ve bir
şeyleri harekete geçirebilmek için ilahi vahye ihtiyaç olduğuna inanıyordu.
Aynı iki soruya ve onlarla ilgili karşıt görüşleri savunanlara, ilk İslam bilim
tarihlerinde de rastlanır. Galip gelen çözüm, bilimlerin, daha eski dönem­
lerde yaşayan, kendilerine vahyedilmiş Kitab-ı Mukaddes devri peygamber­
lerinden geldiği· yönündeydi. Bu, Roma devrinde yaşayan bazı Yahudiler
ile Kilise Babaları'nın vardığı çözümle aynıydı. Yahudiler ve Hıristiyanların
bu argümanı öne sürmelerinin öncelikli sebebi, kültürel hainler oldukları
yönündeki pagan suçlamalarını köreltmekti. Müslümanlar ise aynı argümanı,
bilimleri dindaşlarının gözünde güvenilir kılmak için kullanıyorlardı .

17
Yazarlar bu kültür mitlerini aktarırken fetih sonrası toplumundaki yerle­
rini belirliyorlardı. Bilimin kökenini ve aktarılışını tanımlayarak, bize, hem
o gelenekle hem de o geleneği uygulayan ve ondan uzak duran çağdaşlarıyla
nasıl ilişkilendiklerini söylüyorlar. Eski kahramanların maceralarına dair ta­
rihler yazarak, bize, kendi emik kökenleri hakkında nasıl düşündüklerini ve
başkalarının, kendi gruplarına nasıl dahil olabileceklerini ya da bu gruplar­
dan dışlanabileceklerini söylüyorlar. Faydalı sanatların ve bilimlerin liste­
lerini yaparak, toplumlarının ideal kültürel şeceresini kodluyor ve bunun
kullanılabilmesi için gerekli bilgiyi sunuyorlar. Tanrı'nın dünyada işlerini nasıl
yürüttüğünü ortaya koyarak, toplumun nasıl düzenlenmesi ve kim tarafından
korunması gerektiğini açıklıyorlar. Bu bilimsel faaliyetler hiçbir zaman fetih
sonrasında taşıdıklarından daha çok önem taşımadı. O dönemde fatihin ve
fethedilenin konumları istikrarsızdı ve iki grup da uzak geçmişe demir atma
ihtiyacı duyuyordu.
Bu kitapta ele alınan birincil kaynaklar eski olsa da, bugünün grupları
ve tarihsel süreçleriyle olan paralellikleri göz ardı etmek oldukça zor. Zira
Yakındoğu'nun büyük bir bölümünde hakim olan Avrupa yönetiminin
sona ermesinin üstünden yalnızca on-yirmi yıl geçmiş durumda. Söz konu­
su meseleden sapmamak ve onu aşırı derecede modern kaygılar tarafından
şekillendirilmiş bir çerçeveye sokmaya çalışmamak için sonuç bölümüne ka­
dar bu cezbedici eğilime karşı koydum ve orada da bu konuyu yalnızca çekine­
rek ele aldım. Bununla beraber, paralellikler çarpıcıdır: Fatihlerin arkalarında,
fethedilenlerin kendi yerel geleneklerini dile getirmek için kullandıkları
araştırma ve bilim dilleri bırakmaları; kültürel öncüllük mücadelesi; mede­
niyetin kökenleriyle fazlasıyla ilgilenme ve medeniyetin gelişimine dair, ne
fethedilenlere ne de fatihlere ait olan yeni bir hikayenin ortaya çıkışı.
Roma yönetimine tabi olan Yahudiler ile bugün Batı'da yaşayan Müslü­
manlar arasındaki benzerlik, zamansal yakınlık dolayısıyla, belki de okurların
dikkatini en çok çekecek olan parallelliktir. Yahudilerin karşı karşıya kaldığı
düşmanlık ve bir yandan bununla başa çıkarken öbür yandan kimliklerini mu­
hafaza etmek için geliştirdikleri stratejiler, günümüzde Batılı Müslümanların
karşı karşıya kaldığı düşmanlığı ve Müslüman elitlerin üzerinde yürüdüğü
asimilasyon ile direniş arasındaki ince çizgiyi hatırlatıyor. Bu kitap, er­
ken dönem İslam kimliğinin değişken yapısını ve Arabistan çölüyle sınırlı
olmadığını ortaya koyuyor. Bu durum, İslam'ın modernite ve medeniyet ile
uyumlu olmadığını iddia eden Müslümanların ve gayrimüslimlerin durup
düşünmesine sebep olmalıdır. Aslında Roma yönetimine tabi olan Yahudiler

18
de benzer şekilde suçlanmıştı ve medeniyete soğuk bakan bir kutsal metinleri
vardı. Fakat meydana getirdikleri Yahudilik biçimi -Hıristiyanlık- onları fet­
hedenlerin dini haline geldi ve Batı medeniyetinin temellerini oluşturdu.

Notlar

İbn Cülcül, Tabakdtü'l-etıbba, 5-10.


2 Ebu Maş'er'in anlarısının metinsel şeceresi hakkında ayrınrılı bir tartışma için,
Van Bladel'in Arabic Hennes isimli kitabına bakınız.
3 Dönemler birebir uyuşmuyor çünkü İskender'in Yakındoğu'daki fetihlerinin ak­
sine, bölgedeki Roma egemenliği daha küçük bir alanı kapsıyordu ve daha yavaş
yayılıyordu. Bu egemenlik Asya'nın MÖ 188'de mağlup edilmesi ve MÔ 133'te
Roma eyaleti ilan edilmesiyle başlamışrı. Seleukosların yönettiği Suriye ve Pto­
lemaiosların yönettiği Aigyptos, MÖ. I. yüzyılın sonlarına kadar Roma eyaleti
olmadılar.
4 Bunu, MS XIII. ve XIV. yüzyıllarda Moğolların Yakındoğu'da yaprığı fetihlerle
karşılaştırın. Bu fetihler kültür mitlerinin yaygınlaşmasına yol açmadı. Bu farklı­
lık, yukarıda ele alınan üç döneme kıyasla, o dönemde Yakındoğu elit kültürünün
görece homojenliği ve fatihler tarafından benimsenmiş olmasıyla açıklanabilir.
5 Tarih öncesi kültürel oluşum kuramları ile kültür tarihi arasındaki ayrım için bkz.
Zhmud, Origins, 48-49, 51, 54. Tarih öncesi dönemi kuramsallaştıranların ne­
den pagan Yunan-Roma yazarlarıyla sınırlı olduğunun açıklaması, Matthew Go­
odrum'un "Prolegomenon" ve "Biblical Anthropology" eserlerinde yer alır. Fakat
Goodrum'un yanıldığı bir nokta var: Bilinmesi mümkün olmayan kadim bir tarih
fikrini reddedenler yalnızca ilk Kilise Babaları değildi. MÔ VIII. yüzyılda yaşamış
olan Hesiodos'tan beri, bazı Yunan ve Romalı yazarlar da aynı fikirdeydiler.
6 Childs, "Eciological Tale," 388; Sharon, Patterns, 74, 76; Niesio!owski-Spano,
"Two Aetiological Narratives," 369-70.
7 Spence, lntroduction, 149; Rüpke, Religion of the Romans, 128. �bsters Revised
Unabridged Dictionary kültür mitini, "Prometheus mitinde olduğu gibi, sanatlar
ve bilimlerin keşfiyle ya da daha ileri bir medeniyetin gelişiyle ilişkilendirilen mit"
şeklinde tanımlıyor (1998).
8 Spence, !ntrodııctioıı, 119; Leeming, Storytelling, 130-31; Seal, Folk Heroes, 51-53;
Bastian ve Mitchell, Native American Mythology, 83; Hansen, Classical Mythology,
141-43; Yang, An ve Turner, Chinese Mythology, 261; Espln ve Nicholoff, !ntrodu­
ctory Dictio11ary, 302.
9 Zhmud, Origüıs, 46.
10 age. 14, 20-21; Cuomo, Technology, 13, 18.
11 Bu tartışmanın, antik ve klasik mitolojiler ile Kitab-ı Mukaddes mitolojisi üzerine
çalışan araştırmacıları hala nasıl birbirine düşürdüğüne iyi bir örnek olarak, Gmir­
kin'in Tevrat'ın ilk beş kitabını geç bir tarihe dayandırma girişimlerine bakınız

19
(Berossus and Genesis).
12 Örneğin Dodds, Ancient Concept ofp,.ogresr, Edelstein, idea ofp,.ogresr, Guthrie, in
the Begi.nning.
13 Bkz. Bohak, "Recent Trends"; Malkin, "Postcolonial Concepts"; Moyer, "Limits
of Hellenism"; Barclay, "Empite Writes Back" ve Lyman, "Justin and Hellenism."
14 Bildiğim kadarıyla klasik İslam'da ilerleme kavramını ele alan tek eser, Khalidi' nin
"The idea of Progress in Classical Islam"ıdır. Khalidi'nin, Klasik İslam'ın ilerleme
kavramını üç döneme ayırma girişimi, anakronistik alıntılarla baltalanır. Bilimsel
ilerleme konusunda ikinci aşama iyimserliğe (MS 900'den 1 100'e kadar sürmüştü)
örnek olarak el-Cahiz'i (ö. MS 869) gösterir (282). Beşinci bölümde tartışacağım
üzere, bilimsel ilerleme konusundaki karamsar ve iyimser yaklaşım eşzamanlıydı.
Khalidi'nin hakkını vermek gerek çünkü gerçeklerin daha karmaşık olabileceğini
kabul eder ve makalesini ötekiler için bir başlangıç noktası olarak sunar (284-85).
15 Patricia Crone' u n ("Post-Colonialism," 2) yakın zamanda belirttiği üzere, İslam'ın
erken dönemini çalışan araştırmacılar, fetih sonrası dönemin hemen sonrasını da
içeren bu terimden memnun değiller. Bu memnuniyetsizliğin, anakronizm kor­
kusundan kaynaklandığı varsayılabilir. Bu büyük bir talihsizlik çünkü klasik ve
modern post-kolonyalizm arasında birtakım tarihsel paralellikler bulunuyor ve
İslam'ın erken dönemi, teorik literatürü zenginleştirebilir ve aynı zamanda ondan
faydalanabilir.
16 Crone ("Imperial Trauma" and "Post-Colonialism"), ilk Müslüman Arapların, za­
yıflayan güçlerine dair endişelerini incelemiş, fakat fethedilen halkların kendilerini
nasıl temsil ettiklerini ele almamıştır. Tavakoli-Targhi ("Contested Memories")
post-kolonyal kuram ile sadece İran tarihine dair egemen Müslüman söyleminin
ortaya çıkışını incelemek için ilgilenmiştir. Benzer şekilde, Bashear (Arabs and Ot­
hm) Arapların ötekileri nasıl gördüklerini ele alır, fakat ötekilerin Araplar karşı­
sında kendilerini nasıl temsil ettiklerinden bahsetmez.
17 Eva'il listelerine dair en iyi bibliyografik incelemeler, Rosenthal'ın eva'il üzerine
yazdığı, Encyclopedia ofIslam (2. baskı)'da yer alan makale ile Abdülaziz el-Ma­
ni'nin, İbn Batiş'in (ö. H. 655/MS 1257) Gayetü1-vesa'il isimli eserinin yayımına
yazdığı önsözdür (al-Mani', 'J\n Edition of Ghayat al-ıuasa'il'). Eva'il literatürü­
nün, İslam tarihyazıcılığındaki yerine dair kısa ve öz incelemeler için bkz. Noth,
Historical Tradition, 104-7; Wansbrough, Sectarian Milieu, 36; Khalidi, Historical
Thought, 34; Oziekan, "Origins of Things," 26. Daha ayrıntılı bir tartışma için
bkz. Lang, '1\wa'il."
18 Klasikçiler bu malzemeyi heurematografı ya da keşiflere dair yazılar şeklinde ad­
landırıyor. Bu terim, MÖ IV. yüzyıl'da Yunanistan'da ortaya çıkmış olan ve prötoi
heuretai "ilk kaşifler"-olarak adlandırılan edebi bir türe dayanır. Heurematografi,
-

kapsam bakımından etiyolojiden (kökenlere ilişkin mitler) daha sınırlıdır ve daha


bilinçli bir biçimde medeniyet sahasındaki ilklerle ilgilenen bir edebi türdür. Bu
terim, söz konusu ilklerin keşifler ya da icatlar olarak düşünülmesi gerektiğini

20
ima eder fakat bu her zaman doğru değildir. Yunanların metinleri çoğu zaman,
insanlara teknolojiyi tanrıların verdiğinden bahseder. Öce yandan Araplar ben­
zer malzemeler için, daha kapsayıcı bir terim olan eva'ili -"ilkler"- kullanırlar.
Yunan-Roma dünyasına ait metinlerle Arapça metinler arasındaki dilbilimsel ve
metinsel benzerlikleri göz önünde bulundurarak, protografi ya da "ilklere dair ya­
zılar" terimini tercih ediyorum. Bu terim etiyolojiden daha sınırlı olmasına rağmen
heurematografi kadar kısıtlayıcı değildir. Metinde bir protografi örneğinden bazen
"protograf " ya da "protografık malzeme" şeklinde bahsediyorum.
19 Almanca'da, Yunan ve Latin etiyoloji literatürü üzerine yazılmış birtakım iyi ince­
lemeler bulunur; bunların en yenisi, Klaus Thraede'nin mucitler hakkındaki ma­
kalesidir ("Erfınder II"). Bu literatürü Arapça evail listelerine bağlamaya yönelik
bir çaba da, Richard Gosche'nin 1867 tarihli "Das K.itab al-awa'il"idir. Sonraki
eva'il listeleri (gerek kronolojiler ve biyografiler arasına serpiştirilmiş gerek liste­
ler halinde derlenmiş olsunlar) hemen her zaman ilk üç yüzyılda yazılmış olan
eserlere dayanırlar. Evail derlemelerinin iyi örnekleri için, el-Şibli'nin (ö. H. 769/
MS 1367) Mehdsinii.'l-vesa'il fi ma'rifetü'l-eva'iline ve Suyuti'nin (ö. H. 9 11/MS
1505) Vesa'il ild ma rifetü l-evd'iline bakınız. Aynı şey, mucitlerle ilgili Orta Çağ
' '

Avrupa literatürü için de söylenebilir. Bu literatür temel olarak, klasik etiyoloji


metinlerinin kataloglarından oluşuyordu (iyi bir örnek için Polydore Vergil'in Ke­
şif Üzerine sine bakınız). Her iki durumda da, sonraki yazarların klasik geleneklere
'

duydukları saygı, onları kültürün kökenleri hakkındaki kendi görüşlerini belirt­


mekten ziyade önceki görüşleri derlemeye itmişti; bu, vesô.'ilii'l-evô.'ilin bir nevi
kapanışıydı. Bu dönemden sonra yeni etiyolojiler oluşturulmamasının, toplumsal
ve siyasi sebepleri de vardı.
20 Post-kolonyal kuramın modernite öncesi döneme uygulanmasını teşvik eden li­
teratür gittikçe büyüyor -özellikle de K.icab-ı Mukaddes çalışmaları (Seesengo­
od, "Hybridicy," 10n3}, Helenistik çalışmalar (Malkin, "Posccolonial Concepts,";
Barclay, "Rhecoric," 3 18) ve Roma çalışmaları (Lyman, "Justin and Hellenism")
alanlarında. Ayrıca, bu kuramdan faydalanan birçok monografi bulunuyor (örn.
Vasunia, Gift ofthe Nile).
2 1 Bu iki kategori için bkz. Said, Cııltııre and !mperialism, 195 ve Spivak, "Can ehe
Subaltern Speak?" 296.
22 Bhabha, Location ofCultııre, 102-22; Barclay, "Empire Wrices Back," 3 17.
BİRİNCİ BÖLÜM

Tanrıİarın Hediyeleri: Antik Yakındoğu ve


Yunan Mitolojisinde Medeniyetin Kökenleri

Efendi, verdiği nimetlerin gerçek yaratıcısı olan


Kararları değiştirilemeyen Efendi,
Topraktan ülkenin tohumunu filizlendiren Enli),
Yerden göğü ayırmayı düşündü,
Gökten yeri ayırmayı düşündü.
Ortaya çıkan varlıkların büyümesi için
"Gök ile yerin kemiği"nde (Nippur) . . . yaydı.
Kazmayı var etti, "gün"ü yarattı,
Emeği gösterdi, yazgıyı belirledi,
Kazmaya ve sepete "kudret" yükledi.
Enlil, kazmasını yüceltti,
Başı lacivert taşından olan altın kazmasını,
Gümüş ve altın . . . , evinin kazmasını,
Lacivert taşından . . . ,
Geniş bir duvara çıkan tek boynuzlu bir öküzden çıkıntısı
olan kazmasını.
Efendi kazmayı çağırdı, yazgısını belirledi,
Kutsal taç kindı/yu başına koydu,
Çamurdan, insanın başını biçimledi,
Enlil'in önünde o {insan?) ülkesini kapladı,
Kara-kafalı halkının üstünde sebatla durdu.
Yanında duran Anunnakilerin,
Armağan olarak ellerine ontt (kazma?) koydu,
Enlil'i duayla yatıştırdılar,
Kazmayı, tutmaları için kara-kafalı halka verdiler.

-"Kazmanın Yaratılışı"

23
RAB Tanrı, Adem'e,
"Karının sözünü dinlediğin ve sana,
Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için
Toprak senin yüzünden lanetlendi" dedi,
"Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
Toprak sana diken ve çalı verecek,
Yaban otu yiyeceksin.
Toprağa dönünceye dek
Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın.
Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın
Ve yine toprağa döneceksin."
-Yaratılış 3: 17-19

Yakındoğu'daki Yunan, Roma ve Arap fetihlerinin, fatihlerin ve fethedi­


lenlerin medeniyetin kökenlerine ilişkin algılarını nasıl şekillendirdiğini gö­
rebilmek için, çalışmama fetihlerden önce bölgede var olan kadim mitlerin
kısa bir incelemesiyle başlıyorum. Bunlar Mezopotamya, İran, Mısır, Yunan
ve İbrani mitleridir (mevcut Hurri, Hitit ve Kenan metinleri bu konuya de­
ğinmez). Mezopotamya, İran ve Mısır mitlerinde, tanrılar medeniyeti yoktan
[ex nihilo] var eder ve İnsanlara verirler. Bu amaçla bazen, insan ya da yarı­
insan muhataplarını aracı olarak kullanırlar. Yarattıkları sanatlar ve bilimler
neredeyse her zaman faydalıdır ve bunların çıkış noktaları genellikle insanlarla
değil şehirlerle ilişkilidir.
MÖ I. binyılın ilk yıllarından başlayarak, bu modele istisna teşkil eden
iki durumla karşılaşırız. Bu istisnalar, MÖ VIII. yüzyılın sonlarında yaşamış
olan Yunan şair Hesiodos'un Yunan mitlerinde ve Yaratılış'ta geçen, Adem ile
Havva hikayesinin Yahvist olarak bilinen yazarının İbrani mitlerinde yer alır.
Bu anlatılarda insanlar, teknolojiyi icat ederek, Tanrı'nın gözünden düşme­
lerinin üstesinden gelirler. Fakat bu icat iyi bir şey değildir, çünkü metalurji,
demir silahlar ve şiddet derken, nihayetinde insanlığın sonunun gelmesine yol
açar. Ayrıca teknoloji şehirlerdeki tanrılar tarafından değil, bronz ve demir
ırklar (Hesiodos'ta gene) ya da (Yahvist anlatısına göre) ilk kadın ile adamın so­
yundan.gelen günahkar bir kabile tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla, Demir
Çağı'nın sonunda ve Perslerin Yakın Doğu ile İonya Yarımadası'nı istilasının
arifesinde, Yakındoğu ve Yunan mitolojisinde yeni bir kavramsal gelişme ol­
muştur: Medeniyeti insanlar yaratmışlardır ve medeniyet kötü bir şeydir.
İki mit arasındaki benzerliğin tek sebebi ikisinin de Yakındoğu kökenli ol­
ması değildir {Hesiodos'un babası, günümüz Türkiye'sinin kıyısında yer alan

24
Kyme'den göç etmişti).1 Bir başka sebep de yazarların ortak bakış açısıdır. Ara­
larında belki de sadece bir yüzyıl olan bu iki kişinin, güçlü Yakındoğu medeni­
yetlerinin uç noktalarında yazdıkları bu eserler, taşradaki çiftçilerin, kendi iyi
yaşam idealleriyle taban tabana zıt olan imparatorluk inşasına bağlı şehirleşme
ve şiddete duydukları tiksintiyi yansıtır.
Aşağıda incelenen metinlerin türleri, farklı Arıtik Çağ toplumlarının kül­
tür mitlerinin günümüze geliş biçimlerindeki çeşitlilik sebebiyle heterojendir.
Mezopotamya mitleri, kil tabletlere kazınmış şiirler ve tıp metinleri halinde;
Mısır mitleri, mezarların üstündeki resimler ve yazıtlar aracılığıyla, İran mitle­
riyse, sözlü gelenekler yoluyla günümüze gelmiştir. Metinlerin eski olması ve
muğlak bağlamları dolayısıyla, katipleri ve yazarları bu metinleri oluşturmaya
iten belirli saiklerin neler olduğu her zaman açık değildir. Metinlerin çoğu
devletin himayesinde üretildiği için, içeriklerinin devletin çıkarlarına fayda
sağladığı varsayılabilir (örn. geleneğin koruyucuları olarak görünmek, kendi­
lerini eski imparatorlukların mirasçıları olarak meşrulaştırmak). Mitler aynı
zamanda, onları kadim bir geleneğe bağlayarak ve o geleneğin önemini gerek­
çelendirerek muhafaza eden katiplere ve rahiplere de yarar sağlamış ve böyle­
likle onların da kültürel muhafızlık konumları sağlamlaşmış olabilir. Kendi
devletlerini kaybetmiş ve başkaları tarafından fethedilmiş olan yazarların bazı
metinlerinde (Yahvist' in durumunda olabileceği gibi) kültür mitlerinin, fethe­
den devletin meşruiyetini bozmak için kullanıldığına dair kanıtlar bulunabilir.
Antik Yakındoğu'nun mit yazıcılığı, sonraki kültür mitlerinin içeriğine büyük
ölçüde katkı sağlamakla kalmamış; ayrıca yerli yazarların, topraklarının ya­
bancılar tarafından fethedilmesinden sonra kullandığı meşrulaştırma ve meş­
ruiyeti bozma stratejilerinin bazılarını da önceden bildirmiştir.

Antik Yakındoğu Kültür Mitleri


Antik Yakındoğu'da yaşayanlar arasında kültürel aktarımla ilgili hakim dü­
şünme biçimi, kültürün uzak bir geçmişte doğrudan tanrılardan alınan bir
hediye olduğuydu;2 bu kültürel armağanlar çoğunlukla faydalıydı. Bu görüş,
MÔ iV. binyılın sonları ve III. binyılın başlarında Yakındoğu'daki siyasi ge­
lişmeleri yansıtıyordu. Yakındoğu toplumları krallık kurumunu tesis etme­
lerine olanak sağlayan bir örgütlenme seviyesine ulaştıkça, mitolojileri de
benzer şekilde gelişiyordu. Bu sebeple, III. binyıl Sümer şiirinde -Yakındoğu
mitolojisine ilişkin en erken kayıt- bir üst-tanrı, bir şehrin hükümdarı olarak
betimlenir; alt-tanrılar ise onun sarayında hizmet ederler. Tanrılar, (önceki
mitolojilerde olabileceği gibi) temel doğa güçlerinin birebir aynısı değildir;

25
onlardan farklılaştırılmışlardır3. Her biri ayrı bir görevi üstlenen tanrılar, bu
güçlerin sürekliliğini sağlamakla yükümlüdürler.4 Sanatların ve bilimlerin ha­
misinin dünyevi kral olması gibi, kültürü bağışlayan da genellikle üst-tanrıdır.
Sümer mitolojisinde baş-tanrı, gök tanrısı Enlil'di. Kültürün büyük bir
bölümü, en üst otorite olması sebebiyle, onun izniyle meydana gelmişti. Ya
kültürü yaratmaları için başkalarına izin vermişti ya da kendisi doğrudan mü­
dahalede bulunmuştu. "Enlil İlahisi," eylemlerini perde arkasından gerçekleş­
tiren bir Enlil portresi çizer:

Yıice dağ Enlil ('in izni) olmaksızın,


hiçbir şehir kurulamaz,
hiçbir topluluk oraya yerleşemez,
hiçbir büyükbaş hayvan ahırı yapılamaz,
koyun ağılı dikilemezdi.
Hiçbir kral göreve getirilemez,
hiçbir efendi yaratılamaz,
hiçbir baş-rahip ya da baş-rahibe
kurban olarak sunulan hayvanların iç organlarına bakılarak
atanamazdı.
Birliklerde hiçbir general ya da çavuş
bulunamazdı.5

Bu bölümün başında alıntılanan "Kazmanın Yaratılışı"nda Enlil'in rolü


daha dolaysızdır. Tohumların toprakta filizlenmesini sağlar ve insanlara kaz­
mayı verir ki mahsülleri toplayabilsinler.6
III. binyıl Sümer şiirinde, insanlara kültür getiren bir diğer önemli figür
de su tanrısı Enki'dir. Enki su tanrısı olarak toprağın verimini arttırmakla kal­
maz, aynı zamanda ona şekil verir. Bu sebeple de bir sanat.kar olarak tasvir edi­
lir.7 Kültür üretmek için bazen gök tanrısı Enlil ile birlikte çalışır. Dolayısıyla
"Büyükbaş Hayvanlar ve Tahıl" mitinde bu iki tanrı, kardeş tanrılar Lahar ve
Aşnan'ı dünyaya gönderirler. Enlil ve Enki, Lahar için bir koyun ağılı dikerler
ve o da çoban olur; kız kardeşi Aşnan'a ise bir saban ve koşum takımı verirler
(bu teknolojinin insanlara nasıl geçtiğinden hiçbir yerde bahsedilmez). Böyle­
ce Aşnan da çiftçi olur. İki tanrı arasındaki ilişkiler başlangıçta dostane olsa da,
şarabı fazla kaçırdıkları için kavga etmeye başlarlar. Bu da her birinin, kendi
geçim yoluyla böbürlenmesine ve ötekininkini küçümsemesine yol açar.8
Başka bir yerde Enki tek başına hareket eder. "Enki ve Dünya Düzeni"nde,
saban, koşum takımı, kazma ve tuğla kalıbını Sümer halkına armağan eder.

26
Sonrasında dikkatini konutların inşasına verir ve insanlara (bir inşaat aleti
olan) gugun'u bağışlar, temelleri atar ve evler inşa eder. Bundan sonra toprağı
hayvanlar ve bitkilerle doldurur; ahırlar ve koyun ağılları kurar. Bütün bunlar
gerçekleşirken de, bu hediyelere göz kulak olmaları amacıyla çeşitli tanrılar
atar.9
Enki'nin insanlara kültür getiren bir figür olarak rolü, "İnanna ve Enki:
Medeniyetin Eridu'dan Uruk'a Aktarılması" mitinde de görülen bir motiftir.
Bu mitte, cennetin kraliçesi ve Sümer şehri Uruk'un koruyucu tanrıçası olan
İnanna, şehrini medeniyetin merkezi haline getirmek istemektedir. Bu yüzden
Enki'nin şehri Eridu'ya gitmeye ve onun mesini, medeniyetin temellerini, ele
geçirmeye karar verir. Enki onun adına bir ziyafet düzenler ve sarhoş olduktan
sonra ona yüzden fazla me verir.10 Her ne kadar bunlar çoğunlukla krallık ve
kült ile alakalı olsalar da, aralarında sanat, müzik, müzik aletleri, marangoz­
luk, metal işlemeciliği, yazı sanatları ve sepet örme meleri de bulunmaktadır.
İnan na bunların hepsini Uruk'a götürür. 11
Bu son etiyoloji,12 Sümer yaratılış mitlerinin birkaçında bahsi geçen bir
temayı ön plana almaktadır: medeniyet belirli bir şehrin koruyucu ilahıyla
yakından ilişkilidir. Enki, Eridu'nun; Enli!, Nippur'un ve İnanna, Uruk'un
koruyucu ilahlarıdır. İlahlar, şehirler ve kültürün yaratılışı arasındaki bu iliş­
ki, MÖ III. binyılda Sümerlerin siyasi örgütlenme biçiminin nasıl olduğunu
yansıtır. Sümer, o dönemin büyük bir bölümünde, bağımsız şehir-devletlerin
bir araya gelmesinden oluşmaktaydı.
Mezopotamya mitolojisinde başlıca kültür bağışçıları tanrılardır, fakat bu
konuda tek değildirler. Kozmik düzeni koruyan ve medeniyetin temellerini
(me) bağışlayan yarı-insan, yarı-balık yedi "bilge" (apkalle, tekil apkallu), tanrı
Ea'ya (Sümer metinlerinde Enki olarak anılır) hizmet etmekteydi.13 Bu ikinci
işlev, isimlerinde korunagelmiştir -apkalle'nin üçüncüsünün ismi Enmedug­
ga ("iyi me'nin efendisi"), dördüncününki Enmegalamma ("toprak mesinin
efendisi") ve beşincininki, "yücelik mesinin efendisi" anlamına gelebilecek
Enmebulugga'dır.14 Bazı metinler apkalle'nin kültüre aracı olma işlevine atıf­
ta bulunur. Örneğin Aşurbanipal'in kütüphanesinden tıpla ilgili bir tablette,
"Tufan'dan önce" apkalle'nin merhemler ve sargılar hakkında yazdığı bilgilerle
karşı karşıya olduğumuz öne sürülmekcedir.15 "Yirmi Bir Yara Lapası" başlıklı
mit, bu bilginin köken olarak apkalle'den gelmediğini, onların yalnızca Ea'dan
alıp naklettiklerini ileri sürer.16 Erra D estanı 'na göre apkalle, Tufan'dan sonra
dipsiz boşlukta Ea'ya kanlmıştır.17
Mezopotamya mitolojisinde Tufan-öncesi kültür, çoğunlukla tanrıların

27
ya da onların elçilerinin bir hediyesi gibi görülür. Tufan'dan sonra kültürün
yeniden doğuşu ise insan eliyle gerçekleştirilmiştir. Gılgamış'ta Umapiştim,
"Tufan'ın yıktığı ibadet merkezlerini esas yerlerine geri taşımıştır."18 Güverte­
ye aldığı zanaatkarlar, ona bu girişiminde yardım etmiş olabilirler19 fakat bu
bize söylenmiyor. Yeni bir şey icat ettiğinden de bahsedilmiyor; muhtemelen
sadece "bir hikaye"yi esas alarak, Tufan öncesi çağdan hatırladıklarını yeniden
yapmıştı. 20
Utnapiştim'i yaratıcılığın herhangi bir türüyle bağdaştırmak mümkün de­
ğildir. Buna rağmen, (II. binyılın ilk yarısından kalma) "Enmerkar ve Arat­
ta'nın Efendisi" isimli bir diğer Sümer miti, Mezopotamya düşüncesinde in­
san buluşlarının yeri olduğiınu göstermektedir. Bu hikayede, Tufan'dan sonra
Uruk'un ikinci kralı olan Enmerkar, şehrindeki tanrılar için şaşaalı bir tapmak
inşa etmek ister. Gereken değerli taşlar ve metaller kendisinde bulunmadığı
için, zengin bir şehir olan Aratta'nın hükümdarına bir elçi gönderir. Bu elçi,
mesajları iletmek için iki adam arasında mekik dokur ve sonunda yorulur.
Bunu gören Enmerkar kilden bir tablet yapar ve Aratta' nın hükümdarına me­
sajını yazar. Metin, kil tabletlere yazı yazmanın kökeninin bu girişim olduğu­
nu açıkça belirtir: "Önceleri, killere mesaj yazımı yoktu."21 Bu son etiyolojik
miti, Mezopotamya mitolojisindeki genel kültürel gelişim modelinin bir is­
tisnası olarak görmek en doğrusu olacaktır. Bu mitlerdeki kültür etiyolojileri
genellikle kültürel yaratımı tanrıların kudreti dahilinde ele alır; onu insanlara
doğrudan veya apkalle aracılığıyla hediye olarak sunan, tanrılardır.
Mezopotamya'nın doğusuna doğru, İran ilmine ve irfanına dair kayıtlar
aynı modeli takip eder: Bir tanrı insanlara kültürü indirir ya da onun nasıl
kullanılacağını öğretir. Bu kayıtlar güvenilir bir biçimde, Arap fetihlerinden
önceki bir tarihe dayandırılabilir (fakat burada incelenen diğer mitlerden çok
daha yakın tarihli olabilirler).22 Dolayısıyla, yirminci fargard'da -kötü ruhlara
nasıl karşı koyulacağıyla ilgili dini bir metin olan Vendidad ın bölümlerinden
biri- Zerdüşt, Ahura Mazda'ya şöyle sorar: "Şifacıların ilki [olan] kimdi?"23
Ahura Mazda o kişinin, kendisine şifalı bitkiler gönderdiği Thrita (bir rahip)
olduğu cevabını verir. Ayrıca Ahura Mazda'nın manevi yoldaşlarından olan ve
metallerle ilişkilendirilen Hşatra-Vairya da, bu rahibe bir "derman kaynağı"
(büyük ihtimalle cerrahide kullanılan bir bıçak) vermiştir.24
Benzer bir kültürel hediye modeline Yima hikayesinde de rastlanır. Vendi­
dad ın ikinci fargardinda, Yima' nın Ah ura Mazda ile konuşan ve Zerdüşt dini
hakkında bilgi edinen ilk ölümlü insan olduğunu öğreniriz. Fakat o, Ahura
Mazda'nın dinini nakledip başkalarına öğretmeyi reddeder.25 O zaman Ahu­
ra Mazda Yima'dan dünyayı yönetmesini ve zenginleştirmesini ister ve Yima

28
bunu kabul eder. Ahura Mazd.a, Yima'ya, egemenliğinin sembolleri olarak "al­
tın mühür ve altın kakmalı bir hançer" hediye eder.26 Üç yüz yıl hüküm sür­
dükten sonra, Yima'nın dünyanın boyutunu genişletmesi gerekir, zira dünya
bütün insanları ve sürülerini kapsayacak kadar büyük değildir. Takip eden bin
beş yüz yıl boyunca bunu iki kere daha yapar. Ahura Mazda daha sonra, "kötü
kışlar"ın dünyayı dondurmak üzere olduğuna dair Yima'yı uyarır ve ona her
bir hayvan ve bitki türünden alınan örneklerin saklanabileceği topraktan bir
korunağın (vara) nasıl yapılacağını anlanr.27
Yima'nın tasviri, Thrita'nin hikayesinde olduğu gibi, Yakındoğu kültür
etiyolojisinin bütün öğelerini içerir: Bir tanrı bir insana kültürü bağışlar ve
bir felaket kültürü ortadan kaldırmakla tehdit eder. Evrensel krallık hediye
edilmesi gibi İran'a özgü bazı önemli öğeler de bulunmaktadır.
Aynı dönemde (il. binyılda) batıdaki Anadolu ve Suriye kaynaklı Yakındo­
ğu mitleri, kültürün kökenleri hakkında daha da az bilgi verir. Hurri şarkıla­
rından oluşan Anadolu kökenli Kumarbi Destanı, tanrıların yaratılışı ve kendi
aralarındaki kavgalar hakkında bize pek çok şey söyler28 fakat kültürün kö­
kenleri hakkında hiçbir bilgi vermez. Hitit mitolojisinde de benzer eksiklikler
bulunmaktadır.29 Suriye'nin kuzeyindeki Ras Şamra'da bulunan Kenan mitleri
bize kültürün kökenleri hakkında görece daha fazla bilgi sunar, fakat net bir
kültür etiyolojisi yoktur.30 Örneğin, MÖ XIV. yüzyıla ait bir metin olan Baal
Şiiri'nde bir kozmogoni [evrenin doğuşuna dair bir anlatı] ya da antropogoni
[insanın doğuşuna dair bir anlatı] yoktur. Metinde üst-tanrı El'in, "Mahlılka­
tın Yaratıcısı" sıfatıyla anıldığını görüyoruz31 ama onları nasıl yarattığı ya da
refahı nasıl sağladığı hakkında bilgi verilmiyor. Kültürün yaratılmasıyla ilgili
olarak, maddi kültürü yaratanın, metal işleyen tanrı Kothar-wa-Hasis olduğu­
nu görüyoruz. Bu tanrı, El ve rakibi Baal için birer saray inşa eder32; bir masa
ve süs kaselerinin yanı sıra altın ve gümüşten bir de taht yapar.33 Baal için
çift-başlı iki farklı gürz tasarlar ki, El'in oğlu Yam'ı yenebilsin.34 Fakat Kothar­
wa-Hasis ile ilgili bu bölümlerin maddi kültür etiyolojsi olup olmadığı açık
değildir ve bu objelerin insanlara geçtiğine dair herhangi bir gösterge yoktur.
Aynı döneme ait başka bir Ras Şamra metni olan Akhalta, Kothar-wa-Hasis
bir insan için birtakım objelere şekil verir: Kahraman Akhat için yay ve oklar.
Fakat Baal Şiiri gibi bu hikaye de net bir etiyoloji değildir.35 İleride ortaya
çıkacak arkeolojik bulguların, bize yeni Kenan kültür mitleri sağlayabileceğini
göz ardı edemeyiz. 36 Fakat mevcut mitler, medeniyetin kökenlerinden çok
tanrılar arasındaki anlaşmazlıkları açıklamaya odaklanmaktadır.
Buna karşılık, erken dönem Mısır mitolojisinde birden fazla kültür etiyo­
lojisi mevcuttur, fakat bunlara ilk kozmogonilerde rastlanmaz: Örneğin II.

29
binyıla ait Teb [ Thebes] kozmogonisinin aksine, cenaze törenleriyle ilgili çeşitli
metinlerden oluşan 111. binyıla ait Heliopolis Kozmogonisi'nde yer almazlar. 37
Kültür etiyolojilerinin en eski örneklerinden birine, nasihatname türünün bir
örneği olan "Merikare için Dersler"de rastlanır. Yaklaşık olarak MÖ 2000 ta­
rihinden kalma bu metinde, firavun .Akhtoy, oğlu Merikare'ye, Mısır'ın güneş
tanrısı Ra'ya tapmasını söyler. Merikare'nin babasının açıklamasına göre, bu
tapınmanın ana sebeplerinden biri Re'nin yaratıcı gücü ve dünya üzerindeki
egemenliğidir.

Tanrının sürüsü insanlar iyi yönetilirler. O [Ra] , gökyüzü­


nü ve dünyayı arzusu doğrultusunda yaram ve su canavarını
geri püskürttü. Burunları (için) yaşam nefesini yarattı. Onun
bedeninden çıkanlar, onun suretleridir. Gökyüzünde dilediği
gibi yükselir. Onları beslemek için, bitkiler, hayvanlar, kümes
hayvanları ve balıklar meydana getirdi. Düşmanlarını kacletti
ve isyan çıkarmayı düşündükleri için (kendi) çocuklarını (bile)
yaraladı. Gün ışığını dilediği gibi yapar ve onları görmek için
yanlarından süzülür. Onlar için bir tapınak dikmiştir ve ağla­
dıklarında onları duyar. Onlar için yumurtadayken (bile) yöne­
ticiler, engellilerin sırtlarını yaslayabilecekleri bir destek yaram.
Gündüz ve gece [görülen] kabusları savuşturmaları için büyüyü
onlara silah olarak verdi.38

Burada güneş tanrısı Ra' nın, hayvanları ve bitki örtüsünü insanları beslemek;
krallık kurumunu ve büyüyü de onları korumak için yarattığını görüyoruz.
Erken dönem Sümer mitolojisinde olduğu gibi, insan yaşamının temel ihti­
yaçlarını fedakarca karşılayan en önemli kültür sağlayıcısı, baş tanrıdır.39
Kültürel kökenlere dair benzer ve belki de daha kapsamlı bir anlatı, MÖ
710 dolaylarında zarar görmüş bir metinden kopyalanan ve yine ciddi biçim­
de tahribata uğramış bir yazıt olan Memphis Teolojisi' nde yer alır. Bu metinde,
bütün tanrıların bir karışımı olan Memphis tanrısı Ptah, dünyayı yoktan var
eder ve bazı sözcükler söyleyerek "tüm el sanatlarını" meydana getirir. Aynı
şekilde insanlara, şehirlere ve tapınaklara da şekil verir.40 Bazılarının, tarihini
11. binyıla dayandırdığı bu kozmogonide41 baş tanrı, diğer kozmogonilerde de
gördüğümüz gibi, hem insan yaşamının temel ihtiyaçlarını karşılamakla yü­
kümlüdür hem de tüm el sanatlarının yaratıcısı olarak itibar görür. B u ikinci
durum, söz konusu mitin, kültürel yaratı bahsinin geçmediği önceki daha
sade kozmogonilerden sonra ortaya çıktığını akla getirir. Ptah'ın önceki tan­
rıların bir karışımı olarak betimlenmesi aynı zamanda, Memphis Teolojisi' nin ,

30
çeşidi yerel kozmogonileri uyumlu hale getirmek için sonradan yapılan bir
girişim olduğunu düşündürür. Fakat bu kozmogoninin tarihi ne olursa olsun,
öteki kozmogonilerle paylaştığı bir özellik vardır: Hepsinin de kültür etiyo­
lojileri oldukça muğlaktır. Örneğin, Memphis Teolojisi' nde Ptah'ın hangi el
sanatlarını yarattığı söylenmez, sadece bunu yaptığı belirtilir.
Genellikle Mısır kültür mitleri Mezopotamya'nınkilerle benzerlik taşır:
Belirli bir şehirle ilişkili olan bir tanrı, sanatları ve bilimleri yoktan var eder ve
insanlara verir. Fakat dikkate değer iki istisna vardır. Birincisi, yaratma tarzına
ilişkindir. Güneş tanrısı Ra' nın temsilcisi olan ay tanrısı Thoth, insanlara ya­
zıyı vermekle kalmaz aynı zamanda onu icat eder.42 Dolayısıyla, yazıya "Tho­
th'un alfabesi" denilmiştir. Katipler çoğu zaman "uzman" ya da "Kitapların
Efendisi" olarak andıkları Thoth'a, koruyucuları olarak saygı göstermişlerdir.43
İkincisi, belirli bir sanatı ya da bilimi kimin yarattığına ilişkindir. M.ısır­
lılar, Üçüncü Hanedanlığı yöneten Firavun Zoser'in rahibi ve dolayısıyla bir
insan olan İmhotep'i piramitlerin mucidi olarak görüyorlardı.44 Edinimin­
den dolayı Mısırlılar onu bir tanrı (Ptah'ın oğlu) olarak görmeye başladılar
ve tıbbın kurucusu olduğuna inandılar.45 Sonraki katipler, tapınak inşası ve
yenilemesiyle ilgili birtakım yazılarının, Mezopotamya'daki apkalle örneğinde
olduğu gibi, aslen ona ait olduğunu dile getirdiler.46

Süreklilikkr ve Değişimkr: Yunan Mitolojisinde Kültür Kahramanları


Erken dönem Yunan mitolojisinin bir bölümü (örn. MÔ VII. yüzyıl ya da
öncesi), kültürel kökenler modeli açısından Yakındoğu mitolojisiyle hemen
hemen aynıdır: Şehirlerle ilişkilendirilen tanrılar, sanatları ve bilimleri yoktan
var etmiş ve insanlara vermiştir. Örneğin Aphrodite'ye llahi'de (MÔ 700 do­
laylarında Homeros üslubunda yazılmış bir metin),47 Atina'nın koruyucu ilahı
Athena, zanaatkarlara bronzdan binek ve iki tekerlekli at arabası yapımını,
kadınlara da dişlerini öğrettiği için övülür.

Bu dünyanın zanaackarlarına ilk öğreten oydu


karmaşık tasarımlarla bronzdan
binek ve iki tekerlekli at arabalarının nasıl yapılacağını.
Ve yumuşak tenli genç kızlara evlerinde harika işler öğretti
her birinin zihnine beceri yerleşcirerek.48

Sonraki bir metinde (büyük olasılıkla MÔ V. yüzyılda Atina'da ortaya çık­


mış olan) Hephaistos'a llahi'de,49 Athena'nın zanaatkarlara verdiği eğitim, me­
talleri işleyen Yunan tanrısı Hephaistos'unkiyle tamamlanır.

31
Bahset şarkılarında ey billur sesli İlham Perisi, becerisiyle ünlü Hephais-
tos'tan.
O ki, gri gözlü Athena ile beraber el sanatlarını öğretti
bu dünyanın insanlarına; doğrusu ondan önce
vahşi yaratıklar gibi dağlardaki mağaralarda yaşarlardı.
Şükürler olsun ünlü zanaatkar Hephaistos'a ki,
el sanatlarını öğrendiler ve bütün bir yıl boyunca hiç zor­
lanmadan
kendi evlerinde tasasız bir hayat sürdüler. 50

Aynen Aiskhylos'un Zincire Vurulmuş Prometheus (MÖ 456 dolayları)' unda


Promerheus'un insanlara maden çıkarmayı öğretmesi gibi, metalurji tahminen
Arhena ve Hephaistos'un insanlara öğrettiği el sanatlarından biriydi.51
Hephaistos'a İlahi geç tarihli bir metindir ve bazı özellikleri V. yüzyıla ait
olduğunu açığa vurur (bkz. Üçüncü Bölüm). Yine de metinde Athena ve Hep­
haistos'un, zanaatkarlar için birer kültür kahramanı olarak betimlenmeleri ke­
sinlikle çok daha erken bir dönemin bilgilerine dayanmaktadır. Aphrodite'ye
İlahi'deki göndermeye ek olarak, İlyada'da Athena ve Hephaistos maden işle­
yenlerin koruyucuları olarak anılırlar.52
Zanaatlara dair bu etiyolojiler, insanlara kültürü verenin tanrılar olması
açısından erken dönem Yakındoğu mitolojisiyle paralellik taşır.53 Fakat aynı
zamanda farklılıklar da mevcuttur. Her ne kadar bu yardımsever ilahi figür­
ler Yakındoğu mitolojisinde de olduğu gibi bazen şehirlerle ilişkilendirilmiş
olsalar da, her zaman ya da sadece böyle olmak zorunda değildi. Hephaistos
herhangi bir şehrin koruyucu tanrısı değildi, Athena ise birden çok şehrin
koruyucu tanrısıydı. Dahası, metal işlemeciliğinin kökenlerini açıklamaya yö­
nelik, Tanah'ın dışında Yakındoğu mitinde var olmayan baskın bir ilgi söz ko­
nusuydu (aşağıya bakınız). Kuşkusuz "Enki ve İnanna" başlıklı mitte bir metal
işlemeciliği etiyolojisi bulunur, fakat tanrıların verdiği kültü.re! hediyelerden
oluşan uzun bir listenin ortasında kısaca bahsi geçer. Ugarit mitinde Kothar­
wa-Hasis de metal objeler yapar fakat metal işlemeciliğine dair net etiyolojiler
yoktur. Aksine, yukarıda bahsi geçen iki ilahide metal işlemeciliği etiyolojisi
ana unsurdur.
Metal işlemeciliğinin kökenleri, en eski Yunan mit yazıcılarından Hesio­
dos'un da (MÖ V1II. yüzyıl) kafasını kurcalamıştı. Hesiodos'un Iheogonia'sın­
dan, insanların bir zamanlar tanrılar gibi yaşadıklarını, geçimleri için çaba
sarf etmek zorunda olmadıklarını öğreniriz. Fakat bu rahatlık -Titanlar'ın
soyundan gelen ve onlar gibi tanrı olan- Prometheus, kurbanlık bir öküzün

32
daha az makbul olan yarısını -yani kemiklerini- almasına yol alacak şekilde
Zeus'u kandırdığında bozulmuştu. Öteki yarıyı insanlar yedi . Böylece kurban
sunma pratiğini yerleştirdiler ve et yiyerek kendilerini tanrılardan ayırdılar.
Arsızlıklarının cezası olarak Zeus onları geçimlerini sağlayabilmeleri için ateş
kullanmadan emek sarf etmek zorunda bıraktı. Fakat Prometheus insanlara
acıdı ve onlar için Zeus'tan ateşi çaldı.54
Hesiodos'un insan kökenlerine ilişkin mitleri, Sümer mitolojisi ya da Yu­
nanların Aphrodite'ye İlahi metni gibi, tanrıları, kültürü insanlara veren figür­
ler olarak betimler. Fakat iki önemli farklılık bulunur. Öncelikle, kültürel bir
hediye olan ateş, insanlara ancak bir tanrı, baş tanrıya karşı ayaklandıktan
ve ateşi çaldıktan sonra gelir. Baş tanrı, acı çeksinler diye insanlardan ateşi
esirgemek ister. Arıtik Yakındoğu mitolojisinde bu kavramları görmeyiz. Tan­
rılar sanatları ve bilimleri karşılık beklemeden verirler. Enki gibi hileci tanrılar
da bulunmasına rağmen, hileleri kültürün bağışlanmasıyla bağlantılı değildir.
Hesiodos'tan birkaç yüzyıl sonra, İbrani literatüründeki Gözcüler Kitabı'nda
benzer bir hikayeyle karşılaşırız (bkz. İkinci Bölüm) . Burada meleklerin gay­
rimeşru bir şekilde insanlara bir şeyler öğretmesi söz konusudur fakat kültürü
hediye eden bu ilahi varlıklar kötü niyetlidirler ve hırsızlık ya da hilekarlığa
başvurmadan kötülük yaparlar.
İkinci olarak, Hesiodos kültürün tarihini, artan teknolojik gelişmeler yü­
zünden insanlığın durumunun kötüleştiği bir gerileme olarak görür. Şüphesiz
teknoloji (ateşin sunulması), insanların cezalandırıldıktan sonraki o ilk düş­
kün hallerini kısmen düzeltir,55 fakat o andan itibaren insanlık üzerinde yıkıcı
bir etkisi vardır. Hesiodos İşler ve Günler'inde beş ırktan bahseder. Bunların
dördü, altından başlayarak Hesiodos'un yaşadığı demir çağına kadar, ma­
denlere tekabül eder. Birbirini takip eden ırkların her biri (Demir Çağı'ndan
önceki kahramanlar çağında yaşayan insanlar dışında), bir öncekinden daha
kötüdür. Hesiodos, anlatısında teknolojik yeniliklerden açıkça bahsetmese de,
Bronz Çağı insanlarının bronza şekil verdiğini ve birbirleriyle savaşarak kendi­
lerini yok ettiklerini yazar. Yani metal işlemeciliğinin onların kendi buluşları
olduğunu öne sürer.56 Son çağ olan Demir Çağı da savaş, sıkıntı ve ölümle
doludur. Dolayısıyla Prometheus'un Teogonia'da insanlara faydalı bir bağışta
bulunmasının aksine, Hesiodos'un İşler ve Günlerinde insan eliyle biçimlen­
dirilmiş nesneler yıkıma sebebiyet verir. Dahası metalurji, şiddet ve kültürel
çöküş birbirine bağlıdır ve bu tema Yaratılış'ta da karşımıza çıkar.

33
Another random document with
no related content on Scribd:
CHAPTER XIII.
TWO WARNINGS.

I walked away from Mentchikof’s house with a heavy heart. I knew


that Najine’s position was dangerous, and that Catherine’s folly had
turned the scale in Zotof’s favor. The favorite would never have
uttered his veiled threat against mademoiselle unless he felt that she
held the key to the situation, that the czar was prepared to let his
inclinations govern him at last, and would take some step towards
publicly declaring his choice to be the young girl who had bewitched
him. I knew that he had wavered between the two women, the one
whom he already loved and the one who loved him; but now that the
latter had been betrayed into something that savored so closely of
treason, he would naturally turn to the young woman who by birth
and education was best fitted to succeed the Czarina Eudoxia.
Catherine, the Livonian peasant girl, might be the toy of the hour, but
Najine would be the Czarina of Russia. Poor mademoiselle, my heart
was touched whenever I remembered the expression of her dark
blue eyes when she listened to my eulogium of her lover. How little
would her opposition avail her if Peter was determined to wed her!
Her family would be solid in the support of her imperial lover, a crown
would tempt her, an autocrat compel her; and yet, when I recalled
the haughty pose of her head, I wondered if they would find her as
pliable as they supposed. Poor M. de Lambert! What evil fate had
turned his fancy into the same channel as a king’s? My friend was
recovered from his wound and was as headstrong as ever; and what
would come of it?
I walked slowly to my quarters, revolving many things in my mind,
and so absorbed that I scarcely noticed the men whom I passed,
although it was an hour before noon, and the streets were full; but I
had the habit of preoccupation and could be solitary in a crowd.
When I turned into the lane behind my lodgings, however, I became
suddenly aware that some one was following me, and looking back
saw the Swede, Gustavus Lenk. I halted and signed to him to
approach, which he did readily enough, thus refuting a momentary
doubt of his integrity.
“Why do you follow me?” I asked, a trifle sharply.
“I was waiting for an opportunity to speak to you, my lord,” he replied
quietly; “I did not like to stop you on the open street, so many are
abroad to-day.”
“You have some tidings for my ear alone?” I inquired, marvelling a
little at the man’s strange gratitude to us.
“Your Excellency,” he began, hesitating a trifle, “am I mistaken in
thinking that the young Frenchman who was attacked by the bridge
is interested in the family of the Councillor Zotof?”
I was not a little surprised. “You are not mistaken,” I replied at once;
“have you any tidings of them?”
“I do not spy upon these people myself,” he said, his face flushing
under my eyes; “but others do, and information reaches me. It is
rumored that the czar will select the niece of Zotof for his bride, and
it is whispered, also, that she herself is in danger from the jealousy
of others.”
I listened gravely; he was not telling me anything new, and yet it was
a shock to have my own worst fears confirmed.
“I thank you,” I said briefly. “Any tidings that you can bring us will be
welcome; any service that you can render to mademoiselle will be as
much esteemed as a service to one of us.” Remembering that he
had accepted my wife’s gift, I drew a ring from my finger and gave it
to him. “Accept it,” I said, “not only as an acknowledgment, but if any
trouble threatens mademoiselle or M. de Lambert, send it to me as a
signal.”
He thanked me and put it on his hand, and then, as I was turning
away, stopped me again.
“Your Excellency,” he said, “you yourself are constantly shadowed,
not only by Prince Dolgoruky’s man Tikhon, but by Apraxin, who has
returned within a few days and is watching Mademoiselle Zotof and
you.”
Without being surprised, I was not entirely prepared for this
information, and it was far from agreeable.
“Was I followed just now?” I asked.
“All the way to Mentchikof’s palace,” he answered quietly; “and if I
mistake not, there is a fellow loitering now at the end of the lane.”
We both looked back, and it seemed to me that I saw a man draw
back into the corner of the wall. I shrugged my shoulders.
“They will find it a weary task,” I remarked, and with a few more
words of thanks I dismissed him and went on to my own door.
Entering, I inquired for M. de Lambert, and found that he had just
returned from his first walk abroad since his wound, and I went at
once to his room.
He was reclining in a large chair by the fire, and his pallor startled
me; yet it was more the contrast between his face and the dark coat
he wore than the color of his complexion. But his wound and the
enforced confinement had told upon him, and he looked thin and
weary, although he greeted me with a smile and an expectant
expression.
“A dull day, monsieur,” I said, “and dull news. Let me sit by your fire.”
“The heat is grateful after the frosty atmosphere without,” he replied,
as I seated myself opposite.
“I am beginning to grow old, I believe,” I remarked, laughing, “since I
love the chimney-corner and a blazing log. You have been out to-
day, they tell me.”
“I could endure my confinement no longer,” he answered, giving me
a keen glance. “You have some tidings, monsieur; what are they?”
“Nay,” I said, “no tidings, M. de Lambert. I have but now returned
from Mentchikof, and for the time a cloud obscures his glory.
Catherine Shavronsky wrote a foolish letter—or dictated it—a letter
that told too much of both the czar and his favorite and also of
herself. Of course, the billet was intercepted and reached his
Majesty. You can picture the result.”
“The poor fool!” he exclaimed with impatience; “has she a longing for
Archangel?”
“For the crown, monsieur,” I replied, laughing; “but women love the
pen.”
“And if she is retired from the court, there is no one to stand before
mademoiselle,” he exclaimed abruptly, his mind suddenly grasping
all the consequences. “Mentchikof out of favor and the other party in
the ascendant, Najine will be the lamb for their sacrifice.”
I was silent, indeed there was nothing to say; he had outlined the
situation. He rose from his chair and walked to the window and
looked out. I saw that he was too agitated to discuss the matter, and
I sat there turning it over in my mind. The way that was the simplest
and most effectual would be the most dangerous. I could not advise
him to carry mademoiselle off and marry her, for I felt sure that the
czar would not scruple to throw him into prison and declare the
marriage annulled, in which case it would take all my influence and
the threats of France to save him; as for mademoiselle, she would
be sent to a convent. Yet, for my life, I could see no other way. The
Zotofs would never admit his suit, Najine was powerless, and the
czar would send him back to France at the first hint of a marriage.
But, after all, what was the use of my mature reasoning? He was a
hot-headed lover, and I knew well that his mind was even now
dwelling on some scheme to cut the knot. My chief hope was that
Catherine’s appeal to Peter would restore her to favor, as my chief
anxiety was the veiled threat of Alexander Mentchikof.
M. de Lambert turned from the window and stood regarding me.
“I have been there,” he said abruptly, “and they would not admit me.”
“You mean the Zotofs?” I asked, glancing up with surprise.
“Ay,” he replied, “I mean the Zotofs. I went openly to the door, and
was refused admittance; then I went to the back of the house, scaled
the low wall of the court, and walked beneath Najine’s windows, but
without result. There was no sign or token that she was there.”
“They have, doubtless, removed her to other quarters since her
illness,” I said. “She is there, I am sure, but probably they know that
you are on the watch. I would be cautious, monsieur; the sight of you
will but increase their vigilance. You are not yet recovered from the
result of your temerity, therefore recollect that you carry your life in
your hand.”
He shrugged his shoulders. “I was a fool to be surprised by that
murderous boy,” he retorted, “and if he had not leaped on me with a
knife so suddenly, I should have taught him a lesson; but he sprang
like an animal, and had me by the throat with one hand, while with
the other he struck the blade into my side.”
“And he has returned,” I remarked thoughtfully; “therefore it is doubly
necessary to be cautious.”
While I was speaking, M. de Lambert had been again looking from
the window, so intently that he did not heed me.
“Pierrot is below in the court,” he said, “and is talking to one of the
czar’s equerries. They have had their heads together for a quarter of
an hour, and I have no doubt that Pierrot has sifted the fellow as
wheat. There is something of interest, for the old knave will not let
the equerry go; he has him by the cloak and is questioning him with
lip and eye. It is a picture.”
I rose, and, joining him at his post, looked down upon the two men
below. Both were too intent to observe us,—the equerry endeavoring
to disengage himself; Pierrot persistent, gracious, eager. I laughed
softly. The old rogue had not lost his cunning; no one was more
clever at extracting information, no one more difficult to fathom.
“It is a bit of gossip,” M. de Lambert said. “Look at Touchet! He is
listening with that expression he wears when he hears two people
speaking Russ. Now and then a gleam of absolute complaisance
crosses his face, when he really understands a sentence; at other
times he is the picture of contemptuous bewilderment.”
“Pierrot is worth a hundred such,” I said; “men like Touchet come for
the asking, but there are few like Pierrot. Astute, cautious, devoted—
my cause is his.”
“You have the quality that attaches men to you, monsieur,” M. de
Lambert rejoined pleasantly; “it is a good fortune to serve the
Maréchal de Brousson.”
At this moment the equerry looked up, and, seeing us at the window,
would be detained no longer, but tearing himself away from Pierrot
hurried across the court. On the instant M. de Lambert leaned out,
and called to Pierrot to come up to us.
“We must have the news, monsieur,” he said, laughing. “I cannot let
them keep that morsel for themselves.”
“You grow trifling,” I remarked with a smile.
“An invalid’s privilege,” he said. “My sick-room would have been dull
indeed, but for the gossip they brought me.”
As we resumed our former seats, Pierrot came in and stood gravely
awaiting our commands.
“The tidings, Pierrot,” M. de Lambert exclaimed lightly; “let us have
the tidings.”
I had been observing Pierrot’s face, and read there a reluctance to
speak which made me uneasy. He glanced at me now before he
replied.
“It is but the gossip of the court officials, monsieur,” he said,
addressing M. de Lambert, but watching me for a sign which I did not
give. “It may be false.”
“It must be bad news, man,” M. de Lambert remarked quickly, “else
you would not give it such a preface.”
“It is said,” Pierrot continued, despairing of help from me, “that his
Majesty was closeted with M. Zotof, that M. Mentchikof will be
dismissed, and Mademoiselle Shavronsky is to go to Novodevitchy,
and—” He paused, stammering and looking again at me.
“Go on!” M. de Lambert exclaimed impatiently; “have you no tongue,
that you cannot get through so simple a speech? Let us hear all.”
Pierrot was desperate, and he straightened himself and told the rest
without a pause, his expression stolid.
“It is reported that the czar has formally declared his intention of
being married to Mademoiselle Zotof within the month; and although
this is not publicly announced, the court officials are preparing for the
change.”
M. de Lambert’s face flushed darkly, and he leaned forward in his
chair, listening eagerly to the speaker; but even at the end he uttered
not a word, but I saw his brown eyes flash with resolution.
“Is there anything more?” he asked sharply after the pause,
searching his informant’s face.
Pierrot’s glance sank to the floor, and he shifted his position
uneasily; I knew that the last was the most difficult to tell.
“It is said, monsieur,” he replied in a low tone, “that Mademoiselle
Zotof has signified her willingness to be a—to obey the czar.”
M. de Lambert sprang from his chair with a fierce exclamation. “It is
a lie!” he cried bitterly, “a worthless, miserable lie!”
I checked him with a gesture; then, addressing my equerry,—
“That is all,” I said quietly, meaning that he could go; and he availed
himself of the opportunity with alacrity, only too glad to escape the
responsibility of giving unpleasant information. Meanwhile M. de
Lambert was walking about the room like one possessed.
“Did you ever hear such a damnable lie?” he exclaimed angrily; “the
idlest, most miserable attempt to circulate a fable.”
“On the contrary,” I replied thoughtfully, “I have expected some such
tidings for many days.”
“To what do you refer, M. le Maréchal?” he asked coldly.
“To the announcement of the czar’s intentions in regard to his
marriage.”
“It is not that,” he said with impatience; “it is the lie about Najine,—
that she has yielded so readily.”
I smiled. “After all, monsieur,” I rejoined gently, “are you sure that she
may not have changed her mind? The pressure must have been
tremendous, and she is young and doubtless ambitious.”
He paused before me, looking into my eyes, his flushed face
unusually handsome in its anger.
“You drive me mad, M. le Vicomte,” he said bitterly. “I know that I am
no match for a czar, but I judge mademoiselle’s heart by my own.
Neither do I believe her so weak as to yield to any pressure; she has
a noble spirit. I would stake my life upon her truth.”
I rose, and laid my hand upon his shoulder. “I did but jest,
Guillaume,” I said kindly. “I have often tried you and never found you
wanting. A hot-headed lover, but a loyal one. Mademoiselle is
fortunate. But plainly, monsieur, I have no doubt that the czar does
intend to wed her, and I do not at the moment perceive how either
you or I can prevent it.”
He felt the truth of my words, and stood looking at the floor, his
expression for the first time showing great depression.
“M. le Maréchal,” he said at last, turning upon me, “you won Madame
de Brousson almost at the point of the sword; why should I fail?
Have I not the greater opportunity, since I have your advice and, I
trust, your aid too?”
“My aid certainly, my dear M. de Lambert,” I replied heartily, for I
really loved the young man for his courage and his simplicity.
“Then doubtless I shall win,” he exclaimed; “you have but to teach
me how you achieved your victory, in the teeth of just such difficulties
and many more.”
I looked at him gravely, and shook my head.
“You forget, monsieur,” I replied quietly, “my rival was not the czar.”
CHAPTER XIV.
A FAIR REBEL.

That evening I went to the Kremlin for the sole purpose of gathering
information, and met with signal failure. The czar was closeted with
Prince Dolgoruky and Sheremetief, and the palace was almost
deserted. The few courtiers lingering in the ante-rooms stared at me
curiously, as if they knew of some matter with which my name was
connected, and I attributed their interest to Catherine Shavronsky’s
unfortunate letter. There are no secrets at a court; malice and
curiosity pry out every corner about a throne, and I had no doubt that
every particular of her foolish correspondence was known. I made an
effort to see Prince Dolgoruky, but to no purpose, and finally quitted
the palace much disturbed. I could not sift the situation, and was
uneasy for M. Guillaume, who had gone out again, in the hope of
communicating with mademoiselle, although I had endeavored to
restrain his impetuosity, fearing that some evil would result from it;
but it was impossible to control him. He departed upon his errand,
burning with ardor to achieve some enterprise, to rescue Najine, to
thwart the czar. The absolute recklessness of his courage made me
smile. He dashed at obstacles in his path, as if he were dealing with
a man of straw, instead of with one of the most resolute and
autocratic men in the world. It looked desperate to me, for I knew
that Mentchikof was under a cloud, and Catherine in a position that
might terminate in exile, and the presence of Dolgoruky in the
imperial closet boded ill for any hopes of M. de Lambert’s success.
It was early when I reached my quarters, and I was not surprised to
find that the anxious lover had not returned even to supper. Zénaïde
was disturbed; she knew even more than I about the perils of
Najine’s position, and felt a keen sympathy for the two lovers. It was
cold, and a great fire of logs blazed on the hearth, and I drew my
chair before it with a sigh of relief. After all, the pleasure of sitting by
a bright blaze on such a night diminished the trouble of court
intrigue, but Madame de Brousson’s mind was dwelling on M. de
Lambert.
“I hope he will do nothing rash,” she said thoughtfully; “he is
determined to win, and sometimes that headlong impetuosity wrecks
a cause.”
“And sometimes it conquers,” I replied sententiously; “he can
scarcely see mademoiselle, even if he sees Zotof,” I added.
“Did he intend to see Zotof?” Zénaïde asked with surprise.
“He went mainly for that purpose,” I replied, “although what he
expected to gain by the interview I cannot imagine. The ‘Prince
Pope’ is not likely to accept for his ward the hand of a poor
Frenchman, instead of the czar, even if her coronation is not an
immediate prospect. Peter would not insult her family by treating her
with neglect; moreover, I believe that he really loves Najine.”
Madame de Brousson shrugged her shoulders scornfully, her lip
curling.
“I believe that some thought that King Louis loved Madame de
Montespan,” she said.
“The case is different, Zénaïde,” I returned quietly. “Madame de
Montespan could never have been more than the king’s mistress,
Madame de Maintenon can never be Queen of France, but it is
different with the Romanoff. He can make mademoiselle czarina, if
he chooses, and he undoubtedly will marry again. It is desirable that
there should be other heirs. Monseigneur with all his dulness is far
more acceptable to King Louis than is Alexis to his father. Peter
might make Catherine share the fate of Anna Mons, but Najine has
too powerful a party behind her, and he loves her. I have seen him
strongly moved, and I know that the man is genuine.”
“You have an admiration for him,” my wife remarked dryly; “he
always fascinated your interest. I confess that I remember that the
Czarevna Sophia saved us both, and I cannot love the czar’s
treatment of her.”
“Yet there is no doubt,” I said calmly, “that she deserved it.”
“Alas, M. le Vicomte,” she replied, smiling, “if you fall back on our
merits, who can expect a better fate?”
“Hark! what is that?” I exclaimed, listening.
We both heard an unusual disturbance at the lower entrance, and
the sound of voices. In another moment the door of the room was
opened without ceremony by Pierrot, who stood aside to admit two
closely veiled women. My wife rose from her chair with an
exclamation of surprise, while I sat looking at them bewildered. It
was not until they dropped their mantles that we recognized them. It
was mademoiselle and her woman, Neonila. Najine threw back her
hood, and her usually pale face was flushed with excitement. Behind
them stood Pierrot, for the first time in his life too astonished to
remember his duty and withdraw. Madame de Brousson, recovering
her wits first, went up to Najine, and taking both her hands drew her
to the chair by the fire.
“This is indeed a pleasure, mademoiselle,” she said easily, “and it is
the first time I have seen you since your illness.”
The young girl clung to Zénaïde’s hand with the first signs of
weakness that I had seen about her.
“Madame de Brousson and you, M. le Vicomte,” she said in a low
voice, “I know you think me demented to come here, and at this
hour, but I have need of advice, of help. I am sore beset, and yet I
fear my visit here will be only an embarrassment to you both. I am
unfortunate.”
“And we are fortunate, mademoiselle,” I replied gallantly, “to have so
fair a visitor. In all things you may command me.”
She gave me a keen glance, as if she had already learned to sift
men’s souls, and was slow to give her confidence, but I saw that my
wife had won her heart. It was to Zénaïde that she mainly addressed
herself, as if she felt sure, at least, of a woman’s sympathy.
“I am not without natural affection for my uncle, madame,” she said
quietly, as if collecting her thoughts. “I would gladly submit to his
guidance, but his mind is full of dreams of greatness, and he forgets
my personal happiness, or believes that it can be assured by the
fulfilment of his wishes.”
She paused as if choosing her words, and I looked around to see
that Pierrot had withdrawn and her woman was standing by the door
watching us, as if she doubted the wisdom of her mistress’s action.
“He has determined to marry me,” mademoiselle continued, looking
still at my wife; “and I will not yield, even if it is—” She paused and,
glancing at me, framed the words with her lips, “the czar.”
Madame de Brousson was holding her hand and patting it gently,
while I sat and looked at her beautiful young face and the spirited
pose of her head. To advise her seemed impossible. She read my
thoughts, and glanced from my face to my wife’s.
“I will not marry him!” she cried passionately. “I have no desire to
share the fate of Eudoxia.”
“Nonsense, mademoiselle,” I exclaimed, smiling; “you cannot
compare yourself with the unfortunate czarina.”
“And why not, monsieur?” she asked with spirit. “I, too, would be at
the caprice of a tyrant. How soon might he weary of me? I am young
now, but in a few years a change might come,—illness, sorrow, loss
of youth,—and then I too should be sent in a postcart to the
convent.”
She spoke with superb contempt, and I listened, thinking that if Peter
could hear her disdainful young voice it would be a salutary lesson
for the autocrat. My wife was smiling; the thought of this proud young
beauty sharing Eudoxia’s disgrace was absurd, and yet she was
terribly in earnest as she sat looking at us, her dark blue eyes
kindled with passionate anger.
“You are unlike other women, mademoiselle,” I said; “the splendors
of a throne have no attractions for you.”
“I do not say that, monsieur,” she replied with a sudden smile; “but
when I must share it—its attractions depend upon the partner of my
honors. I cannot purchase a crown at the price of my self-respect.”
“And yet,” I remarked quietly, “the czar is a ruler, a brave man, a
reformer, and with a certain simplicity of nature that makes him
lovable.”
“I did not think to find his advocate here, M. le Maréchal,” she said,
her cheeks flushing. “I came rather to find a way to escape, since the
matter is pressing.”
“It is hard for us to advise you, my dear,” Zénaïde replied gently; “we
feel as if we might injure rather than aid you. It is a grave step.”
“I know it,” she exclaimed, her lips quivering, “and I would not bring
trouble to you, but I saw no way. They have kept me as close as a
prisoner, and are deaf to my entreaties; they believe that their
wisdom is best.”
“There are two ways, mademoiselle,” I said slowly,—“one, to go to a
convent for temporary protection, but that would scarcely avail you;
the other—” I paused, and looked at Zénaïde. She, reading my
thought, laid her finger on her lip. She felt that M. de Lambert must
speak for himself.
“And the other?” repeated mademoiselle, looking at me inquiringly.
I smiled. “The other would be to go to France, mademoiselle.”
Her face flushed crimson, and she gave me a haughty glance, as if
she thought that I intended to reproach her for coming to us.
“That is possible, mademoiselle,” I hastened to explain; “we would
protect you, and if you could cross the border in disguise, all would
be well.”
She bit her lip, and sat looking at the fire. I knew that she marvelled
at M. de Lambert’s absence, but it would have been unfortunate to
mention his name while she was so sensitively conscious of her
precipitation in coming to us. In the pause I heard his voice in the
lower hall and rose to call him, but mademoiselle detained me.
“No, no!” she cried, blushing deeply, “I did not come to seek M. de
Lambert—nor would I have him think it, for the world. I came to you
and to Madame de Brousson for advice. I—I have put myself in an
unfortunate position.”
I took her hand, and, looking at her agitated face, understood how
she felt. “Mademoiselle,” I said gently, “are you not unkind to M. de
Lambert? He has but just returned from an effort to see you; he has
been ill—wounded in your quarrel—”
“Ill—wounded?” she cried in amazement, “I knew nothing of it! They
have kept me like a nun.”
While I was telling her of her lover’s misadventure, there was a tap
on the door, and Zénaïde opened it for M. de Lambert. At the sight of
Najine, he uttered an exclamation, and in a moment had both her
hands in his and was trying to express his amazement and delight,
while her face was covered with blushes, and her long lashes hid the
brightness of her eyes. I glanced at my wife, and we smiled; there
was even a smile on the face of the Russian woman who stood so
patiently by the door. After all, they were like two children, and it was
a shame to think of separating them. He led her back to her seat by
the fire, sitting down himself on a low stool at her feet, while I told
him briefly mademoiselle’s errand, and pointed out the gravity and
difficulty of the situation, although I knew that his impatience would
scoff at obstacles. I was rather astonished that he listened with
attention, and was willing to give the matter deep thought before
proposing a way out of it. I knew well enough the expedient that he
would suggest, for I saw it in his kindling eye, and imagined that
mademoiselle divined it too, for her embarrassment increased. He let
me finish my argument before he spoke at all.
“There is but one way,” he said at last. “Her guardians will have their
own wishes obeyed as long as she remains here; but—” He stopped
and looked up into mademoiselle’s face. “It is hasty,” he went on;
“but if she will marry me now—I can and will carry her back to
France.”
“Oh, I could not now!” mademoiselle cried with a crimson face. “It
would be as if I had sought it!”
He caught her hand, and pressed it to his lips. “Najine,” he said
softly, “is that truthful? I could not break into your uncle’s house, but I
should have found a way to bring you out of it at last. Perhaps,
though,” he added, with a rare touch of diplomacy, “I am too poor a
man to be compared to a czar.”
“For shame, M. de Lambert!” Najine cried angrily; “why taunt me with
that? Have I deserved it?”
“Forgive me,” he replied, smiling; “you drove me to it. Najine, you will
wed me?” he went on with emotion. “There is no other way to rescue
you now. If you hesitate, they will not, and they will marry you to the
czar. You must choose between us.”
She looked down at him with a charming smile. “I have chosen,
monsieur,” she said softly; “but I will not have you risk your life for
me. We could not escape to-night or to-morrow, and I must not go
back to the house. I cannot again evade my aunt’s vigilance; she is
more bent upon this unhappy matter than my uncle. Another aunt,
my mother’s sister, whose husband is with the army in Livonia, is at
Troïtsa. She has gone there as a pilgrim to pray for her family; she is
very fond of me, and will be full of sympathy for my troubles. I have
almost determined to go to her for the present, especially as I
believe they would scarcely think of seeking me there, and if they do,
she will help me.”
I saw the wisdom of her decision as, I think, did M. de Lambert,
although he protested.
“Can you not stay with us to-night?” suggested Zénaïde; “why need
any one know that you are here?”
“Impossible!” she exclaimed at once. “My aunt will search Moscow
for me; she is very angry with me. I must go from the city.”
“Your aunt is certainly at Troïtsa, mademoiselle?” I asked.
“She has been there for some days, monsieur,” she replied.
I looked thoughtfully at M. de Lambert. “I believe that would be her
wisest course,” I said gravely; “it would be a temporary security and
a cause of desirable delay, which would enable us to find some way
out of this labyrinth.”
He was reluctant to assent to this arrangement, for he was
manifestly determined to carry Najine off in the teeth of all
opposition. While we sat looking at one another, each thinking of a
different scheme, there was a sudden noise below and the sound of
loud talking. Mademoiselle sprang up in quick alarm.
“They have come to seek me!” she exclaimed in excitement; “is there
not some other way by which I can escape? They must not find me
here.”
“No harm shall come to you, Najine,” M. de Lambert exclaimed.
I had been listening, and heard heavy steps upon the stair. An
instinct warned me that there was danger.
“Take her away,” I said quickly to Zénaïde; and she, reading my face,
caught mademoiselle’s hand, and drew her through the door that
opened into the next apartment. Neonila followed, but had not time
to close the door when the other, by the stairs, was thrown open and
a stranger entered unannounced. I looked about, and saw, with
relief, the door close on the Russian woman; then I rose, and
confronted my visitor. He was a large man, and muffled in a long
scarlet cloak, edged with sables, the collar turned up about his face
and his plumed hat set low over his eyes. I raised the taper, and held
it to throw the light upon his figure, but he neither moved nor spoke.
“Your pleasure, monsieur?” I said sharply; “you intrude strangely
upon my privacy. It is not usual for a visitor to enter a house with
such noise, and then break in upon his host unannounced and
bonneted.”
Without a word, he dropped his cloak and stood regarding me. It was
the czar!
CHAPTER XV.
AN IMPERIAL INQUISITOR.

When I saw that my visitor was the czar, I suppressed my surprise,


and put the taper calmly upon the table, making my obeisance with
all the grace that I could command.
“Your Majesty honors me by this visit,” I said gravely, “but if I had
been advised of your coming I should have been better prepared.”
“Doubtless,” the czar replied dryly, “but it was for that reason that I
chose to come unannounced, M. le Maréchal. M. de Lambert, be
kind enough to remain where you are,” he added sharply.
M. de Lambert had made an effort to leave the room to warn Najine,
but at the czar’s words he paused, and stood haughtily with his back
against the door, and I saw the fire of determination in his brown
eyes as he looked back defiantly at the autocrat. I drew forward the
best chair in the room.
“Your Majesty will be seated,” I said courteously. “I am indeed
unprepared, but the best that the house affords is at the service of
the czar.”
“Pshaw, M. l’Ambassadeur!” Peter exclaimed with his usual
frankness, “you know that I do not come to pay you a formal visit at
night and almost unattended. The greatest courtesy that you can
show me is to reply to my questions without prevarication. You have
one visitor here already; who is she?”
His question was abrupt, but I had the advantage of being in a
measure prepared for it and remained undisturbed.
“I do not understand your Majesty,” I replied calmly; “I have no
visitors.”
The czar looked at me with passionate scorn, his great figure
towering in the dimly lighted room.
“Who was the woman who went out that door as I entered the
other?” he demanded sternly, pointing his finger at the door against
which M. de Lambert had set his back.
“Madame de Brousson,” I replied promptly, with some relief that I
could tell half the truth.
His lip curled scornfully. “Do you take me for a fool, M. le Maréchal?”
he exclaimed; “I presume that your wife did go out that door—and
who went with her?”
I was standing opposite to him, my hand resting on the back of the
chair that he had refused, and I looked him full in the face.
“Your Majesty is pleased to cross-question me closely about the
affairs of my own household,” I said haughtily.
“M. de Brousson,” he replied hotly, “Najine Zotof is in this house and
you know it.”
I shrugged my shoulders. “If your Majesty is convinced that the
young woman is here, why should I be questioned?” I said,
conscious that the blood burned on my cheeks, for his glance was
exasperating.
“There is wisdom in that remark, sir,” he replied tartly. “It is indeed
unnecessary for you to reply, because I know she is here—here
without the consent or knowledge of her guardians,” he struck his
hand on the table sharply, “here on some foolish errand. Therefore,
M. le Maréchal, I demand that you bring her before me.”
I saw M. de Lambert’s face flush scarlet, and his hand seek the hilt
of his sword, and dreaded some act of folly. I was striving to plan
some escape and did not reply to the czar.
“Are you deaf, sir?” Peter exclaimed harshly. “Produce Najine Zotof.”
I did not move, but stood erect before him, my arms folded on my
breast.
“Your Majesty,” I said slowly, “I owe you profound respect, the
reverence due to an anointed king, the courtesy due to the friend of
my master; but I am an officer of Louis, King of France, and my oath
binds me to his service alone. I cannot become an equerry to any
other sovereign, nor would I do police duty for his Majesty of France.
Your Majesty’s commands unhappily exceed the limit of my
compliance.”
He stood gnawing his lip and regarding me with a brow as black as a
thunder-cloud.
“I thank you for the lesson, M. l’Ambassadeur,” he said bitterly;
“perhaps this gentleman here can be more obliging,” he added,
turning scornfully to M. de Lambert.
I made a sign to him to beware of his reply, but his eyes were fixed
haughtily on the czar’s face.
“Your Majesty forgets,” he replied proudly, “that I also am a subject of
the King of France.”
“By all the saints,” the czar exclaimed passionately, “I wish the King
of France had kept you there! Are you weak, that you lean so
persistently against that door?” he added with fine sarcasm.
“Your Majesty desired that I should remain where I am,” M. de
Lambert replied calmly, a little amusement showing in his eyes.
“I am gratified,” the czar said scornfully, “to find one Frenchman so
little obstinate that he can comply with my request. M. le Vicomte,”
he added sharply, turning to me, “if you will not produce Najine, I
must even go and seek her.”
I started. I was not prepared for so extreme a measure, and if he
searched the house, he would undoubtedly find her, unless Zénaïde
had smuggled her out, which was improbable. I glanced quickly at M.
de Lambert, and read consternation in his eyes. But there was no
remedy even in delay; still I made one last attempt to save the
situation.
“It is an extreme measure, your Majesty,” I said with forced
composure; “you have called me an ambassador—it is unusual to
search the house of an ambassador.”
He uttered an exclamation of impatience. “Ambassador or not, I shall
do as I please,” he said haughtily. “I am weary of this banter of idle
words. You and your friend here will precede me, monsieur.”
I bowed gravely, and taking up a taper prepared to light him through
the corridor.
“Not so fast, M. l’Ambassadeur,” he said quietly; “the other door, if
you please, and M. de Lambert can walk in front.”
I bit my lip; my choler was rising fast, and it cost me an effort to obey
him with the courtesy which was his due, and I saw that M. de
Lambert was furious. However, we were compelled to open the door
and walk like two children before him through the adjoining rooms; to
my infinite relief, they were empty, and though he lifted the arras
there was no one concealed behind it, and his face darkened as he
proceeded, without any result for his pains. The apartment in which
he had found us adjoined two others, which in turn were separated
by a narrow passage and ante-room from my wife’s sleeping-room,
and at her door the procession halted. The czar motioned to me to
proceed, but I stood unmoved.
“This is Madame de Brousson’s apartment,” I said with dignity; “your
Majesty does not intend to intrude here.”
For the moment he was nonplussed. It would be indeed an extreme
measure to search my wife’s rooms, and yet he and I both knew that
here was the fair fugitive whom he sought. He stood irresolute, anger
glowing in his dark eyes, and his lips compressed; then looking up
he caught the gleam of triumph in M. de Lambert’s eye, and that
decided him.
“Be kind enough to inform Madame de Brousson that the czar
desires to speak with her,” he said sternly.
With a heavy heart I tapped upon the door and delivered his
message. To my amazement, Zénaïde threw open the door, and
came out to greet him with a sweeping curtsy.

You might also like