Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Toplumsal S■n■flar■n Psikolojisi 1st

Edition Maurice Halbwachs


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/toplumsal-siniflarin-psikolojisi-1st-edition-maurice-halb
wachs/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Haf■zan■n Toplumsal Çerçeveleri 1st Edition Maurice


Halbwachs

https://ebookstep.com/product/hafizanin-toplumsal-
cerceveleri-1st-edition-maurice-halbwachs/

Kolektif Haf■za 1st Edition Maurice Halbwachs

https://ebookstep.com/product/kolektif-hafiza-1st-edition-
maurice-halbwachs/

Paran■n Psikolojisi 2nd Edition Morgan Housel

https://ebookstep.com/product/paranin-psikolojisi-2nd-edition-
morgan-housel/

Reklamlarda Toplumsal Cinsiyet 1st Edition Erving


Goffman

https://ebookstep.com/product/reklamlarda-toplumsal-cinsiyet-1st-
edition-erving-goffman/
Komplo Teorilerinin Psikolojisi 1st Edition Jan Willem
Van Prooijen

https://ebookstep.com/product/komplo-teorilerinin-
psikolojisi-1st-edition-jan-willem-van-prooijen/

Büyük Grup Psikolojisi Vam■k D Volkan

https://ebookstep.com/product/buyuk-grup-psikolojisi-vamik-d-
volkan/

Fenomenoloji ve Toplumsal ■li■kiler 1st Edition Alfred


Schütz

https://ebookstep.com/product/fenomenoloji-ve-toplumsal-
iliskiler-1st-edition-alfred-schutz/

Tarihte Toplumsal Cinsiyet 1st Edition Merry E.


Wiesner-Hanks

https://ebookstep.com/product/tarihte-toplumsal-cinsiyet-1st-
edition-merry-e-wiesner-hanks/

Toplumsal Cinsiyet Tarihçili■i Nedir 1st Edition Sonya


O. Rose

https://ebookstep.com/product/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi-
nedir-1st-edition-sonya-o-rose/
Toplumsal Sınıfların
Psikolojisi
Maurice Halbwachs
Çeviri: Zuhal Karagöz

...:j
o
"O
!:'""
ı:::
3:

!:'""
en
z
-

"!"l


::ı:ı
z
"O
en

�·
!:'""
o

-en
-

2Z
PiNHAN
-
Maurice Halbwachs

Toplumsal Sınıfların Psikolojisi

Maurice Halbwaclts (1877-1945): Daha çok Emile Durk­


heim'dan etkilenen ama Durkheima paradigmanın iddialarını dö­
nüştüren ve genişleten bir Fransız sosyologdur. Halbwachs yetenekli
bir toplumsal istatistikçiydi ve Les Causes de suicide [İntiharın Nedenle­
ri] (1930) kitabında Durkheim'ın gözden kaçırdığı önemli yeni bul­
gulara değinmişti. Halbwachs aynı zamanda sistematik olarak top­
lumsal sınıfın doğası hakkında yazan ilk Fransız sosyologlardan bi­
ridir. İşçi sınıfı üzerine yazdığı araşbrmasında Friedrich Engels Ka­
nununun oldukça yaygın bir şekilde uygulandığını göstermiştir.
Halbwachs'ın en etkileyici ve yenilikçi çalışmaları, Durkheim'ın ko­
lektif temsiliyetler kavramından öte bir başarı getiren kolektif hafıza
kavramı ile ilgilidir.
Zuhal Karagöz: Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde
lisansını tamamladıktan sonra Fransa, Montpellier'de, Universite
Paul Valery'de, sosyoloji yüksek lisans derecesini aldı. 2010 senesin­
de Maison mediterranneenne des sciences de l'homme adlı araşbrma
merkezinde sosyoloji doktorasına başladı. Çalışma alanlan kentsel
dönüşüm, uluslararası göç ve diasporada örgütlenme biçimleri gibi
konulan kapsamaktadır. 2014 yılından beri Fransızcadan Türkçeye
çeviri yapmaktadır.
PİNHAN YAYINCILIK
Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215
Topkapı/Zeytinbumu İstanbul
Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74
www.pinhanyayincilik.com
info®pinhanyayincilik.com
Sertifika No: 40676

Kaynak metin: Maurice Halbwachs'ın bu eseri ilk olarak 1938 yılında


"Toplumsal yaşamda bireylerin eylemlerini yönlendiren baskın mu­
harrik kuvvetlerin analizi" başlığı albnda "Universite libre de
Bruxelles" [Özgür Brüksel Üniversitesi] (Institut de sociologie Sol­
vay [Solvey Sosyoloji Enstitüsü]) kurumuna bağlı "Enquetes socio­
logiques" [Sosyolojik Araşhrmalar] içinde yayımlanmışbr.

©Pinhan Yayıncılık, 2019


Türkçe çeviri© Zuhal Karagöz, 2019

Birinci Basım: Eylül 2019

Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever


Çeviri Editörü: Kasım Akbaş
Kapak Tasarımı: Mahmut Sever
Dizgi: ÖZiem Sümbül

Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt:


Yaylacık Matbaacılık San Tic. Ltd. Şti.
.

Litros Yolu Fatih San Sitesi No: 12/197-203


.

Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03


Sertifika No: 44865

Pinhan Yayıncılık: 216 Sosyoloji Dizisi: 18

ISBN: 978-605-9460-97-2

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tarubm amaayla, kaynak gös­


termek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metnin, gerek
görsel malzemenin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla
çoğaltılması, yayımlanması ve dağıtılması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu'nun hükümlerine aykındır ve hak sahiplerinin maddi
ve manevi haklarının çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturur.
Toplumsal Sınıfların
Psikolojisi
Maurice Halbwachs
Çeviri: Zuhal Karagöz
İçindekiler

1 Giriş. 7

il Geleneksel Medeniyet ve Köylü Sınıftan + 29


Zirai Yöntemler ve Toprağa Bağlılık,+ 29

III Kentsel Çevreler ve Endüstriyel_Medeniyet + 51


Kısım
1.
Müteşebbisler ve Burjuvazi + 51

iV Kentsel Çevreler ve Endüstriyel_Medeniyet + 79


il. Kısım
Büyük Sanayi İşçileri + 79

V Kentsel Çevreler ve Endüstriyel_Medeniyet + 119


III. Kısım
Orta sınıflar + 119

VI Sonuç + 137
Kolektif Temsilleri Olarak Sınıf, Vatanseverlik, Din, Bilim,
Sanat, Siyaset, Toplumsal Ahlak + 137

Maurice Halbwachs Bibliyografyası + 161


Kitaplar + 161
Makaleler ve Dersler + 162
1
Giriş

Bizden önce, özellikle çok uzun zaman önce yaşamış olan


insanlar ile kendimiz arasında bu denli derin ve neredeyse
aşılamaz bir farklılık olduğwla dair genel kanımız nereden
gelir? Elbette zaman geri döndürülemez. Tıpkı insan gibi top­
lum da zamanın akışında geriye gidemez. Fakat, geçmişin
çehrelerinin bizde uyandırdığı tuhaflık hissinin tek nedeni bu
değildir. Bu çehreler bize sadece zaman içinde uzakta gö­
rünmezler. Aynı zamanda, sanki dış biçim olarak bizle benzer
ama aynı havayı solumadığımız; sanki düşüncelerin, duygu­
ların ve duyuların kendilerinin bugünkülerle aynı olamaya­
cağı bir atmosfere dalmış başka bir türe aitlermiş gibi, büyük
varlık zincirinde de uzaktadırlar. Tarih kitaplarını ya da tarihi
romanlan okuduğumuzda, eski binalan, yanm asırdır hiç de­
ğişmeyen yerleri ziyaret ettiğimizde, hatta o dekorun içinde
yaşamış, o duvarların yanından geçmiş ve bize hayaletler ya­
hut erişilemez bir gezegenin tanımadığımız sakinleri kadar
uzak kişiler söz konusu olduğwlda tam olarak böyle düşünü­
rüz.
Eğer insanın kendisi yani insan türü -toplumsal ortamda
değişim geçirmiş olan her şeyden bağımsız olarak ve hatta
toplumsal ortamın değişmediğini ya da az değiştiğini varsa­
yarak- bir evrime tabi olsaydı, bunun gibi duygulan açıkla­
mak kolay olurdu. O zaman, kendimizi aynı maddeden ya­
pılmış, aynı organlara sahip olan ve maddi dünyadan gelen
izlenimlere karşı aynı şekilde tepki verebilen varlıklar olarak
kabul edemezdik. Her neslin bu organik evrimin belirli bir
safhasına tekabül ettiği düşünülürdü. Her nesil dünya sahne­
sine, o dönemde gerçekleşmiş ama kalıbı kırılmış ve artık et­
rafımızda rastlamadığımız mizaçlar, vücut yapılan, yüz hat-

7
lan, bakışlar, sözler ve hareketlerden meydana gelen bir fiziki
tipler bütünü çıkarırdı.· Hesiodos ve diğer antik dönem yazar­
ları, dünya üzerinde farklı insan ırklarının birbirini izlediğini,
bu ırkların her birinin önce ortaya çıkıp, sırası gelince de dev­
lere ait olduğu sanılan kemik kalınblan ya da bizim arhk sa­
hip olmadığımız kuvvette organlan gerektirmiş olan zafer
anılarının haricinde geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kay­
bolduğunu düşünüyorlardı.
Ancak tüm bunlar yalnızca bir yanılsamadan ibaret gibi
görünüyor. Jules Michelet gibi, dünyanın başlangıcından beri
tüm varlıklar ve şeyler içinde en az değişenin insan olduğunu
iddia etmeksizin, yalnızca vücudumuzu, organizmamızı, or­
ganik hayabıruzı, duyu organlarımızı ve hatta sinir sistemi­
mizi dikkate aldığımızda; Herculanum ve Pompei'in külleri­
nin, biçimlerini muhafaza ettikleri çağdaşlar, tarihöncesinin
gölgesinde saklanan o kişiler ile bizim aramızda, o çehrelerde
benzerlerimizi ve yakınlarımızı görebilmemizi sağlayacak
kadar önemli bir aynm olmadığını kabul etmemiz gerekir.
Erişkin, çocuk ve ihtiyar insanların farklı dönemlerde resme­
dilmiş hatlarına kendi etrafımızda da rastlamaz, onları derhal
teşhis etmez miyiz? Öyle oval bir yüzü, öyle bir başı, o gözle­
rin ve saçların renklerini, o beni; tüm bunları on altıncı yüzyı­
la ait bir portrede olduğu gibi pek çok çağdaşımızda da bula­
biliriz. Kıyafetler değişmiş ama insanların fiziki tabiah aynı:
Yaşlı bir Galyalı, bir Frenk, Oranjlı William döneminden bir
Flemenk, Fransız İhtilalinin arifesinde Kraliyet Sarayı'ndaki
erkek ve kadınlar hala etrafımızda dolaşıyorlar ve onları se­
lamlayabiliyoruz. İnsanlığı temsil eden bu büyük ağacın üze­
rinde büyümüş, birbirinin ardı sıra gelen tüm dallarının tözü
aynı: Bu dallar Üzerlerinde aynı hatlara sahip yapraklar ile
aynı çiçek ve meyveleri taşıyorlar.
Henri Bergson şöyle söylemekte tereddüt etmemiştir:
"Temel bir doğa vardır ve doğanın üzerinde birbirine ekle­
nen, doğayla karışmadan onu taklit eden edinilmiş özellikler
bulunur ... İnsanlığın entelektüel ve ahlaki edinimlerinin bi­
reysel organizmaların tözüne nüfuz ederek kalıhmsal olarak
aktarıldıkları ön yargısına fazlaca kapılıyoruz. Öyle olsaydı,
atalarımızın oldukları hallerden tümüyle farklı bir şekilde

8
doğardık. Ancak kalıbmın böyle bir erdemi yoktur. Entelek­
tüel ve ahlaki edinimleri muhafaza eden ve böylelikle nesille­
ri dönüştüren eğitim, gelenekler, kurumlar ve dilin kendisi­
dir. Fakat güncel insandan, kendisine toplumun etkisiyle ve
toplumsal faaliyetle dışarıdan verilen her şey çıkarılırsa; en
uzak atalarıyla özdeş yahut neredeyse özdeş olduğu görülebi­
lir" .1
O halde insanlar, canlı varlıkların hepsinden açıkça farklı
olan temel özellikleriyle insan türünün ortaya çıkışından beri,
aslen aynıdırlar. Küçük bir çocuğun ilk iki yılım, hatta daha
sonraki dönemlerini ele alalım: Söz konusu olan sadece fiziki
varlığı değil; izlenimleri, zihni tasarılarının karanlık ve şekil­
siz dünyası, iştahlan, arzulan, duygulan ve nihayetinde, nes­
neler ve insanlar karşısındaki davranışları da değil midir ayru
zamanda? Bu ilişki bağlamında, yirminci yüzyılın köylü veya
emekçi ya da burjuva sınıfından bir küçük çocuk ile ilkel diye
adlandırdığımız, bize kıyasla başlangıç noktalarına biraz da­
ha yakın bulunmaları sebebiyle daha az gelişmiş kabilelerden
birindeki küçük çocuk arasındaki fark nedir? Her iki durum­
da da söz konusu olan, toplumsal çevresinin henüz tabiabnın
hakimiyetini ele geçirmediği tüm o dönem boyunca, Rudyard
Kipling'in eserindeki küçük insan ile ayru saiklere tabi olan
ayru varlıktır. Eğer toplumun faaliyeti, çocuğun ilk alışkanlık­
larım edindiği ve özellikle de konuşmaya başladığı andan iti­
baren hissedilmemiş olsaydı, kendimizi yabanıl insanlarla
ayru durumda bulurduk ve davranışlarımızın onlarınkinden
başka saiki de olmazdı.
Bu noktada, insanın toplum tarafından ne denli koşullan­
dınldığıru ve Charles Blondel'in de söylediği gibi, özellikle
biyolojik bir bakış açısına sahip olan ve vücut ile yakın ilişki
içindeki psişik yaşamın rolüyle ilgilenen psiko-fizyoloji ile
grupların psikolojisi ya da kolektif psikoloji arasında belirli
bir mesafe olduğunu kavramız gerekir.2 Psiko-fizyoloji bize,

ıHenri Bergson (1932) Les deux sources de la morale et de la religion (Ahlakın ve


dinin iki kaynağı), Paris: Librairie Felix Alcan, s. 169.
2 Charles Blondel (1929) lntroduction a la psychologie collective [Kolektif psikolo­

jiye giriş], Paris: Annand Colin, s. 32 ve 193. Bu hususta şu raporumuza da


bakınız: "La Psychologie collective d'apres Charles Blondel" [Charles Blon-

9
izole durumda ve daha önce bir insan topluluğunun parçası
olduğunu dahi hatırlamayan insanın davranışını, yani dış
dünyanın farklı yönlerine karşı mekanik ve içgüdüsel tepkile­
rini açıklar. Az çok akılcı bir şekilde bir araya getirilen, ereği
ve saikleriyle bağlantılı temsillerin eşlik ettiği düşünülmüş
duygulanımlar ancak, bireyler, genellikle içinde bulunduklan
ve fikren bağlı oldukları gruplar kapsamında ele alınarak in­
celenip, açıklanabilir.
Toplumsal hayatta, bireyleri harekete geçiren, kendilerine
toplum tarafından sunulan, telkin edilen ve hatta çoğunlukla
dayatılan itkiler değilse nedir? Dini eğilimleri inanç topluluk­
lan içinde değilse nerede keşfedebiliriz? Ve ailevi duygular
ailevi topluluk aracılığı olmadan başka bir şekilde ortaya çı­
kıp gelişebilir mi?
.........

Elbette bir grubun farklı bireylere, şahsi doğalarına ve eş


anlı olarak farklı bir topluluğun etkisine maruz kalmalarına
göre eşitsiz bir şekilde etki ettiğini unutmayalım.
Dini bir topluluğu ele alalım. Bu topluluğun ihtiva ettiği
ve topluluğun talimatlarını mümkün olduğunca kabul eden
müminler arasında; ılımlılar ya da kayıtsızlar kitlesi ile daha
fazla şevke ve kendi inancını yayma zihniyetine sahip olanlar
arasında bir aynın yapmak mümkündür. Yakın zamanda
Gabriel Le Bras tarafından,3 Fransa' da.ki dini inanışlar hak-

del'e göre kolektif psikoloji), Revue Philosophique içinde, 1929. Auguste Com­
te'un düşüncesini özetleyen Blondel, şöyle der: "Tek bir psikoloji yoktur, ak­
sine, üç psikoloji türü bulunur. Ö ncelikle, özellikle duyu-motor işlevleri ince­
leyen psiko-fizyoloji vardır. Bu; başka bir düzenin düşüncelerine ve toplum
içinde yaşamın etkisine başvurmaya gerek duyulmaksızın, psişik olguların
anahtarlarını ve mevcudiyet nedenlerini morfolojik ve fizyolojik koşullarında
buldukları, tamamen biyolojik bir bilimdir... Daha sonra, psiko-sosyoloji yani
tarihin ve toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı şekliyle insanın psikolojisi ge­
lir. Bu psikoloji kaynağını sosyolojiden almaktadır ve o olmadan var olamaz.
Topluluğun psikolojisi ya da kolektif psikoloji olmaktan ziyade, türün psiko­
lojisidir çünkü hakikatte bize genel olarak insanın psikolojisini sunar çünkü
yalnızca bir insan doğası vardır ve toplumsal olan biyolojik olanın uzanbsı­
dır. Ve son olarak, tam anlamıyla bireysel bir psikoloji vardır." (a.g.e., s. 32).
Biz ise, ilk türü daha ziyade "tür psikolojisi" olarak adlandıracağız.
3 Gabriel Le Bras (1937) "Les transformations religieuses des campagnes fran­

çaises depuis la fin du XVlle siecle" [17. yüzyılın sonundan itibaren Fran-

10
kında, kilise ve piskoposlukların düzenli olarak güncellenen
ve bir anlamda ruhani nüfus idaresi anlamına gelen rapor ve
verilerine dayanarak gerçekleştirilen son derece önemli ve bü­
tünüyle yeni araşbrma, hayli basit bir çerçeve ortaya koyuyor:
Müminlerin kaçı dini pratikleri yerine getiriyor; her Pazar
gerçekleştirilen kilise ayinlerine, akşam dualarına kablıyor ya
da en azından Paskalya Bayramı'nda ekmek ve şarap ayinine
katılıyor; kaçı dört mevsimin de gözlemcisi, yani doğum, ol­
gunluk çağı, ergenlik ve ölüm gibi hayabn önemli mevsimle­
rinde vaftiz, ilk komünyon, evlilik ve cenaze töreni için kili­
seye gidiyor ve son olarak; kaçı. vaftiz olmuş olmalarına rağ­
men dini tören yapmadan evleniyor veya toprağa veriliyor?
Bu araşbrmanın sonuçlarına tekrar döneceğiz. Ancak bu­
rada, bu tutum farklılığının iki tür nedenle açıklandığını gös­
termekle yetinelim. Bu nedenlerin birincisi, kişinin mizacına,
karakterine ve ruhsal durumuna bağlıdır. Bir kişi, tasavvufa
ya da tefekküre meyilli doğabilirken, bir diğeri ritüellere ve
bir örgütlü kilise yapısına dahil olma ihtiyaa hissedebilir. Bu
bakımdan, inanç gruplarının çerçevelerinin dışına taşan ve
üyelerine, zamansal ya da mekansal olarak birbirlerine en
uzak dinlerde rastladığımız gerçek ruhani aileler vardır. Böy­
lesi insanlar tümüyle dine göre hareket ederler zira mizaç iti­
barıyla bunu kabullenmeye hazırdırlar; uzun zamandır bu
tohumun ekilmesini bekleyen toprak gibidirler. Dini saik bu
kişilerin içine işleyerek, ortaya çıkmaya hazır bir dizi eğilimi
uyandırır ve bireysel bir biçim alır.
Kimileri ise ya daha fazla ruh ve hassasiyet kuraklığından
ötürü ya da aksine daha başka duyusal eğilimlere, heves ve
tutkuların coşkunluğuna maruz kaldıkları için dinin tutuna­
bileceği daha az bir imkan sunarlar. Halihazırda dini bir gru­
bun parçası bir ailede dünyaya geldikleri için, alışkınlık ne­
deniyle ve talimatlara uyar gibi o grubun üyesi olan bu kişi-

sa'run kırsal bölgelerindeki dini dönüşümler], Annales sociologiques, seri E,


cüz 2, s. 12. [Bu araşbrma 1937'den itibaren büyük ölçüde ilerlemiştir. Aynı
zamanda aynı yazann şu eserine bakınız: Introduction a l'etude de la pratique
religieuse en France (Fransa' daki dini pratiklerin incelenmesine giriş), Bibli­
otheque de l'Ecole des Hautes Etudes, section des Se. religieuses, cilt LVII,
1943-45, 2. bölüm ve çok sayıda dergi makalesi] -Editörün notu.

11
ler, akıntıyı izleyen edilgen sürünün içine karışırlar. Onların
dininin dışarıdan geldiğini, onlara dayatıldığını ve onların
gerçekten haricinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Dini saik,
gücünü başkalarının katılımından aldıkça bu gibi müminler,
mecburi hareketleri gerçekleştirir ve gruplarının ismini, bu
etiketi taşımayı kabul ederler. Her şey, etraflarındaki inançla­
rın şiddetine ve aynı zamanda inananların sayısına bağlıdır.
Diğer nedene gelince; bu neden, meslek, ilişkiler çemberi
ve hatta yaşamsal ortam aracılığıyla inanca dayalı saikin teş­
vik edildiği veya engellendiği gruplara olan aidiyettir. Bu, bir
anlamda, bireyin kişiliğinin, kendisinin dini gruba kattığı şey­
lerin dışında kalan tüm kısmıdır.
Diğer pek çok kolektif kontrol unsuru için de aynı şey ge­
çerlidir. Öncelikle, aile ruhunu ele alalım. Besbelli ki, bu ruh,
ailevi grubun üyelerinin her biri için ortaktır. Nadiren bir ba­
ba, anne, oğul kendi ailesinin üyelerinden nefret eder veya
dahası onlar hakkında hiçbir duyguya sahip olmaz. Ailesin­
den uzaklaşmasıyla övünen bir yazar "Aile, senden nefret
ediyorum" demektedir. Bununla beraber, Poil de Carotte'un
yani kendi çocuk halinin çektiği acılara üzülmemizi sağlayan
Jules Renard'ın günlüğünde, babasının ölümünden bahSettiği
satır ve sayfalara baktığımızda şunu görürüz: Yazar samimi,
derin acısını ve dokunaklı pişmanlıklarını saklamaya çalış­
maz; hatta bunları başkalarını düşünmeden, kısıtlanmamış ve
adeta bir karakteri oynamaktan bir süreliğine vazgeçmişçesi­
ne tekrar tekrar aksettirir.
Buna karşılık aile ruhu, kendimizi yuva sıcaklığı ve aile or­
tamı içinde bulmaya bir anlamda meyilli olup olmamamıza
bağlı olarak eşitsiz oranlarda hissedilir. İşte bu nedenle, bir ai­
le içinde daima diğer üyelere kıyasla ailevi geleneklere daha
bağlı, onları anlayan ve devamlılığını sağlayan birini göstere­
biliriz ve bu kişi daima "aile babası", anne ya da büyük oğul
olmak zorunda değildir; bazen yaşlı bir teyze ya da uzak bir
kuzen de olabilir. Ailenin ruhu, bir nevi merkezini oluşturan
o kişinin etrafında farklı yoğunluklarda tezahür eder. Ailenin
pek çok üyesi için bu duygu yalnızca alışkanlığın gücü ile
beslenir ve eğer aile üyeleri birbirlerine yakın durmazlarsa ya
da bir araya gelme fırsatlarını artırmaya gayret etmezlerse,
kısa sürede solarak sönebilir ve dağılabilir.

12
Demek oluyor ki, doğuştan gelen eğilimler dalına etkilidir:
Herkes, aile üyelerini sanki onları kendileri seçmişçesine se­
ver ancak ailevi bağlar bireysel ve neredeyse seçici yakınlık­
larla güçlenir.4 öte yandan bazı kişiler de kendilerini yalnızca
baba, anne, eş, kardeş vb. roller vasıtasıyla tatmin ederler. Ai­
le, adeta doğanın kendisine lütfettiği böyle kişiler tarafından
beslenip canlı tutulmasaydı, tesirsiz kişiler koleksiyonundan
ibaret olurdu.
Son bir örneği de siyaset alanından verecek olursak; son
derece yaygın bulunan, bazı anlarda insanın benliğini tama­
men ele geçiren, ona nasıl konuşacağını ve davranacağını dik­
te eden, onu en iyi arkadaşlarıyla karşı karşıya getiren ama
başka pek çok insan için arka planda kalan, bizi bir siyasi par­
tiye ya da mücadeleye bağlayan duygular hakkında ne söyle­
yebiliriz?
Doğrusunu söylemek gerekirse burada söz konusu olan
geçici ve yüzeysel meşguliyetler değildir. Bir ülkedeki siyasi
kanılar (derinlikleri ne olursa olsun ve pek çok insanın haya­
hndaki konumu ne denli kısıtlı görünürse görünsün) ve dev­
let meseleleri hakkında bizim gibi düşünen insanlara bağlı
hissetmemizi sağlayan duygular, görece hayli istikrarlıdır ve
çok yavaş değişir. Farklı dönemlere ait seçim sonuçlan ara­
sında yapılan bir karşılaşhrma bunu gösterir. Andre Sieg­
fried, Fransa'nın belli bir bölgesindeki siyasi partilerin oy da­
ğılımını uzun bir dönem boyunca incelemiş ve siyasi konum­
ların yanın yüzyıl boyunca bu anlamda ne denli istikrarlı
kaldığının alhru çizmiştir.s
Demek ki siyasal tutumlar bireysel mizacın, ruh halinin,
kişiliğin sonuçlan değildir; aksine, kalıcı ya da çok yavaş dö­
nüşüm geçiren kolektif koşullar ile ilgilidir. Siegfried araşhr­
masında bu koşullan şu şekilde belirtir: Anjou ve Maine böl­
gelerinde, Brötonya'nın, Normandiya'nın ve İhtilal sonrasın­
da bölünmeyen geniş çaplı mülklerin büyük bir kısmında ka-

' Kişiliğin ve ailenin çeşitli üyelerine tekabül eden kişiliklerin rolü için şu ese­
rimize bakııuz: "La memoire collective de la famille", Les cadres sociaux de la
mbnoire, 1925, Paris, s.222. [Türkçede: "Ailenin kolektif hafızası", Hafızanın
toplumsa/ çerçeveleri, Çev.: Büşra Uçar, Ankara: Heretik Yayınlan, 2016]
s Andre Siegfried (1913). Tableau politique de la France de /'Ouest [Bab Fran­

sa'run Siyasi Tablosu], Paris: Armand Colin.

13
halık; geçmiş dönemlerin soylu gruplarının devamı olan (ya
onların isimlerini taşıdık.lan veya onların mülklerinin miras­
çısı olarak kamu nezdinde onların yerlerini aldık.lan için) bü­
yük ailelerin kuvvet ve saygınlığı. Her halükarda bu aileler,
yeni yasalarla uyumlu oldukları ölçüde imtiyazlarını muha­
faza edebilmiştir. Kırsal bölgelerdeki halkı ahlaki olarak ba­
ğunlı kılmaya devam eden eski adetlerin pek çoğunu diri
tubnayı başarmışlardır.
Bu bölgeler kapsamında kalanlar da dahil olmak üzere,
başka yerlerde kıyılarda, büyük nehir kaynaklarında, demir
yollarının kesişim noktalarında yeni bir ruh ortaya çıkmakta­
dır. Halk, geleneklerden uzaklaşmaktadır; artık ona hakim
olan, sınıf temsilleri olarak adlandırabileceğimiz şeydir. İşçi­
ler, fabrika çıkışlarında ve yaşadık.lan semtlerde birbirleriyle
yakınlaşıyorlar, yüzleşiyorlar ve diğer toplumsal grupların
aksine, içinde bulundukları durumun kimliğinin ve menfaat­
lerinin topluluğunun bilincine varıyorlar.
Netice itibarıyla, bu eski zıtlık.lan siyasi yaşamın ve dü­
şüncenin doğduğu dönemde, beşinci ve alhncı yüzyılın Ati­
na' sında da bulabiliyoruz. O dönemde dahi, örneğin Platon
gibi, veraset ilkesine bağlı ve Girit ile Peloponez' de kalınbla­
rına hala rastlanılan kast düzeninin özlemini çeken muhafa­
zakarlar vardı. Ziraatla uğraşılmasını, basit ve sade bir hayab,
zenginliklerin sınırlandırılmasını salık veriyorlardı. Peşi sıra
yeniliklere duyulan zevki taşıdığı için ticarete şüpheyle yak­
laşıyor ve aynı zamanda yabancılarla olan ilişkileri son derece
azalbnaya ve mümkünse tamamen ortadan kaldırmaya gay­
ret ediyorlardı. Öte yanda demokratlar sırtlarını, ihtiyarlar ve
ruhban sınıfının hakim olduğu arkaik bir ülkenin geçerliğini
yitirmiş imgesine dönerek, kendilerini modem yaşamın akı­
şına kapbrmayı tercih ediyorlardı. Tüccarlara her türlü kolay­
lığı sağlıyor, ticari filolarını geliştiriyor, adalarda ve uzak kı­
yılarda yaşayanlarla temasta kalmaya devam ediyor ve ya­
bancılarla kurdukları ilişkiler vasıtasıyla kamusal refahı ar­
brmaya çabalıyorlardı.6

6 Von Wilamowitz Moellendorff (1920) Platon, cilt l, Bertin: Weidmannsche


Buchhandlung.

14
Böylelikle, zaman içinde siyasi eğilimler ile partiler ara­
sında ortaya çıkan ayrımlar, dönemler veya toplumlara göre
karşılaştırılabilir; çünkü bunlar, çeşitli ekonomik ve toplum­
sal durumlara tekabül ederler ve bu çeşitliliğin kendisi de
kentlerin ve milli yaşamın kaha bir niteliğidir.
Bununla birlikte, tıpkı dini inançlar ve aile ruhu için oldu­
ğu gibi, burada da siyasi saiklerin, fikirlere ve yaşam koşulla­
rına farklı derecelerde etki ettiğini görebiliriz.
Bu etki odağına fazla yaklaşanlar, tüın ışınlan alanlar, bu
ışımayı ilk olarak ve en etkin biçimde besleyenler ve bazen
orada kendini tüketenler vardır. Diğerleri ise kendilerini bu
ışımaya kısmi olarak maruz bırakırlar ya da ona sadece uzak­
tan bakarlar ve hatta belki de onunla hiç ilgilenmezler, ona
yaklaşmak için hiçbir çaba göstermezler. Dört mevsim din­
darlarında olduğu gibi, siyasette de konuyla yalnızca uzak
aralıklarla, örneğin belki seçim döneminde ilgilenenler var­
dır.7 Bunların dışında, kayıtsızlar olarak tabir edebileceğimiz
dört yılda bir oy vermeye bile gitmeyenler de bulunur. Bunla­
rın ötesinde, "bilinçli vatandaşlar", açık bir biçimde belli bir
eğilimi yansıtan gazeteleri okuyan ya da haber gazetelerinde
özellikle parlamenter ya da sendikal seçim sütunlannı oku­
yanlar ve hatta bir partiye üye olanlar da vardır. Son olarak,
en uç kısımda ise, siyaseti meslek olarak icra edenlerin yanı
sıra, siyasete karşı büyük bir ilgi duyanlar ve başkalarına kı­
yasla siyasetin uyandırdığı duygu ve heyecanlan yoğun bir
biçimde hisseden kişiler yer alır. Bu örgütçü ve propagandaa­
lar; söylem, gazete ve sohbet aracılığıyla rakiplerini zayıflat­
maya ve bıktırmaya, kararsızlan mücadelelerine katmaya ve
gücü azalanları geri getirmeye çabalarlar. Tüm bu gayretler,
baş koyduklan yolda ve görevde kendilerini güçlendirmek
için de birer fırsattır ayru zamanda.

7 Durkheim'ın araşbnnası [Suicide, ı!tude sociologique (İntihar, Sosyolojik ça­


lışma) (1897, 21. baskı, 1930). Türkçede: İntihar, Çev.: Zühre İlkgelen, İstan­
bul: Pozitif Yayınalık, 2013], seçim yıllarında, seçim döneminin sürdüğü ay­
larda, iradi ölümlerin oranının önemli derece azaldığını ve daha sonra yeni­
den yükseldiğini göstermektedir. Bu konu ile ilgili aynı zamanda şu eserimi­
ze bakınız: Les Causes du suicide [İntiharın nedenleri] (1930), Paris: Librairie

Felix Alcan, ss. 336-349.

15
Modem ve antik dönem tarihine göz atarsak, siyaset ala­
nında baş rolleri oynayanlann, bireysel tabiatlarının bazı hu­
susiyetleri nedeniyle o alana yöneldiklerini görebiliriz. Bun­
lar, açık yürekli ve tutkulu bir mizaç; rekabetçi eğilimler;
Charles Fourier'nin de söylediği gibi entrikaya yatkın bir akıl;
hizipçilik ya da bugünkü tabiriyle partizanlık; hareketlilikleri,
durgunlukları, söylentileri ve bpkı deniz gibi geniş ufuklarıy­
la kamusal hayattan alınan tat ve son olarak; "doğuştan si­
yasi"nin kendisini, düşünce akımlarının mayalandığı ve dö­
nüştüğü, sıklıkla başkalarıyla bir birlik oluşturmanın ya da en
azından onlarla temas ve ilişki içinde olmanın hayalinin ku­
rulduğu küçük ya da büyük topluluklarda evinde hissetme­
sidir.
Kamu işleriyle uğraşanlar da genellikle ait oldukları çevre­
lerin, toplumsal durumlann, ailelerin ve bağlı bulundukları
meslek grubu vasıtasıyla bu meşguliyete hazırlanır ve yatkın­
laşırlar. Bu, iki yönde ve birbirinden bir hayli farklı iki düz­
lemde gerçekleşir.
Örneğin, Cicero'nun Pro Sestio isimli çalışmasında iyimser­
leri, her türlü olumsuz imayı bir kenara bırakarak "iyi düşü­
nenler''i diyelim, nasıl tanımladığını habrlayalım: "Bunlann
arasında Halk Konseyi listesine ilk kaydolanlar (principes con­
cilii publicı) vardır. Onlann ardından senatörler gelir. Bunlar
arasında, toplumsal düzenin en üst sıralannda yer alan ve se­
natoya erişimi olan vatandaşlar, şövalyeler, aşarcılar ve hazi­
ne temsilcileri vardır. Kentlerde ve kırsalda yaşayan vatan­
daşlar (municipales tusticique Romanı) vardır. Sonuç olarak ak­
lıselim, hali vakti yerinde bu insanlar, kamu işlerinin yöneti­
minde, dürüst insanlann görüş, menfaat ve arzulanna körü
körüne bağlı kalırlar''. Siyasi personel olarak adlandırabilece­
ğimiz grubun kaynaklanndan biri de işte burada yatar. Ama
başka bir kaynak daha vardır; daha az saf, hatta Latin hatibin
fikrince çamurlu ve kirlenmiş bir kaynak. Bu grup "(koşullan
itibarıyla) iktidara yaklaşamayan ve hükümeti ele geçirmeyi
isteyen; onlann ahlaki bozukluklarının ve suçlarının bilincin­
de oldukları için siyasi bir dönüşüm ya da devrim olmasını
arzulayan; bir anlamda isyankar bir ruhla doğdukları için si­
vil anlaşmazlıklar ve ihtilaflarla beslenen ya da işlerinin kar-

16
maşık vaziyeti nedeniyle, genel bir yangında ölmeyi sadece
kendilerine dokunan bir yangında ölmeye yeğleyenler"den
oluşur.
Burada tarafgir, iki kanatlı tablo ortaya çıkıyor: Cicero
dostlarını yüceltirken, düşmanlarını karalıyor ve aslında sınıf
farkına ahlaki bir mana yüklüyor. Özellikle yöneticilerin ya
da öyle olmayı arzulayanların bir araya geldikleri toplumsal
ortamlar olduğu gibi, içinden devrimcilerin ya da en azından
muhaliflerin çıkhğı ortamlar olduğu da doğrudur elbette. Bu­
nunla birlikte, tam anlamıyla siyasi bir yaşama ve eyleme son
derece elverişsiz Fransız monarşisinin yönetimi alhnda, siyasi
yaşamın "iki kaynağının" bir hayli açık biçimde ayırt edile­
bildiği kriz dönemleri yaşanmıştır. Örneğin, Eti.erme Mar­
cel'in dönemindeki savaşları, Armagnac ve Bourgogne bölge­
leri arasındaki iç savaşı, on alhna yüzyıldaki belediye ayak­
lanmalarını ele alalım. Daha sonra, ılımlı ve sert "siyasiler" ile
kamu menfaati adına arabuluculuk edenlerin öfkeli yobazlar
ve Katolik Ligi'ninl81 entrikacıları ile karşı karşıya geldikleri
dönemi düşünelim. Bu, siyasi ve dini bir harekettir, siyasete
dinin karışmasından ziyade, dini nedenler siyasi renge bo­
yanmışhr. Ancak bu hareket, siyasi nedenlerin açık bir biçim­
de ön plana geçeceği, birinci sınıf ve doğuştan entrikacı bir
siyasi olan Retz Kardinali'nin kimliğinde mükemmel bir şe­
kilde vücut bulan ve bir nevi geç kalmış bir çalkanb olan
Fronde'ul91 doğurmuştur.
Ancak, yapıcı ve yıkıcı olarak adlandırabileceğimiz iki si­
yasetçi türü, bir buçuk yüzyıl sonra, Fransız İhtilali dönemin­
de daha açık bir şekilde ortaya çıkacakhr. Fakat, bu bir hayli
yoğun siyasi dramın her eyleminde, her aşamasında her iki
türden siyasilere de rastlanmışbr ve aynca, bu görünürde hız­
lı değişimler boyunca, geçmişte yıkıcı olan birinin sonraki

181 Katolig Ligi ya da Kutsal Lig, Reform hareketini müteakip Din Savaşlan sı­
rasında Fransa'da Katolikler tarafından Protestanlığa karşı savaşmak amaay­
la kurulan ve on albno yüzyılın sonlanna kadar uzanan dini ve siyasi hare­
ketin adıdır Türkçeye çevirenin notu.
-

191 La Fronde, 1648-1653 yıllan arasında Anne d'Autriche ile Kardinal Jules
Mazarin'in yönetimi albndaki Fransa'da baş gösteren ayaklanmalar dönemi­
ne verilen isimdir Türkçeye çevirenin notu.
-

17
dönemde bir düzen adamı niteliğine sahip olduğu ve hatta bu
iki zıt mizacın, iki siyasetçi türünden birine ait olan bir kişide
geçici olarak bir arada tezahür ettiği de olmuştur.
Şunu eklemeden geçmeyelim: Yüksek sıruflann içinde aji­
tatörler olduğu gibi, halkın alt kademelerinden de yönetime
istidadı olan ve yapıa bir siyaset güdebilen istisnai kişiler ye­
tişebilir. Böylelikle, bireysel nedenler ile toplumsal koşullar,
farklı oranlarda ve öngörülemez yönlerde olmak üzere, baş­
kalanna kıyasla siyasi saiklerin eylemine daha fazla maruz
kalan ve hatta çoğunlukla bu saiklerin tecessümü ve canlı im­
gesi haline gelen böylesi karakterler ile bireysel akıllar geliş­
tirmeye ve şekillendirmeye yardıma olurlar .
......

Elbette, bireylerin tabii yatkınlıklarını ve aynı grup içinde


olsalar dahi yalnızca bireysel oluşumlardan ileri gelen farklı­
lıkları hesaba katmak gerekir ama bu yatkınlıklar başka bir
"iklimde" - yani eğer birey kendini böyle bir toplumsal ortam
ya da örgütün içinde bulmasaydı- bu şekilde ortaya çıkamaz­
dı ve gelişemezdi.
Gerçekten de bahsettiğimiz çeşitli nedenler, sanki sadece
onlan önceden şekillenmiş biçimde içinde bulabileceğimiz bir
tohumun gelişmeleriymiş gibi, bir insanın ya da diğerinin dü­
şüncesinde oldukları gibi belirmezler. Öyle olsaydı, bir insa­
nın noter katibi, saatçi ya da kimyager olarak dünyaya geldiği
söylenebilirdi.
Doğduğumuz andan itibaren içine girdiğimiz dünyaya,
değişmez dini eğilimleri de beraberimizde götürdüğümüz
fikrini savunabilir miyiz? Öyleyse bu, hangi dine yönelik bir
eğilim olur? Kilisede tahayyül ettiğimiz haliyle, dindarlık ve
hatta azizlik idealini bütünüyle gerçekleştiren, karakterinin
ve kişiliğinin köklü bir gelenekle şekillendiği ateşli bir din
yayıasırun, bir Katolik'in; bir Protestan ya da daha ziyade
Budist veya Müslüman olarak; yahut totemlere inanan ve
barbar ayinleri düzenleyen bir klan ya da kabilenin bir üyesi
olarak dünyaya geldiğini varsayalım. Tüm bu gruplann için­
de ve onların gözünde davranışının, örnek alınacak kadar de­
ğerli olduğuna ve bu denli farklı, hatta zıt tapınma ve ibadet
biçimlerine doğru aynı gayretle yöneldiğini hissettiğine ina-

18
nabilir miyiz? İlk Hristiyanlar, paganlığın en inançlı ortamla­
rının içinden çıkmamışlardır. Tercih yapma şansı olan, yani
bir inanç grubuna giren pek çok insanı belirli bir dine doğru
çeken şey, tam olarak, başka bir dinde bulamadıklandır.
Her türlü dinin din adamlan arasında elbette benzerlikler
ve yakınlıklar bulunur: Tarlalar ya da sürüler için Tann'nm
hayır duasını almak isteyen bir köy papazının faaliyeti, pa­
ganlık döneminde bir aile ya da kent için adak sunulmasını
anımsatır. Günümüz Papa'sı, Antik Roma'nm en büyük rahi­
bini anımsatan bir tutuma ve ayin yapma şekline sahiptir.
Bununla birlikte, Romalılar döneminde rahipliğin genellikle
sadece bir yıl süren bir görev olduğunu ve ibadetin, tıpkı Yu­
nanlarda olduğu gibi, son derece belirgin bir siyasi niteliği
olduğunu da unutmayalırn.ıo
Eğer dış görünüme, hareketlere, sözlere dikkat etmezsek;
çeşitli ibadet biçimlerinin çok farklı içgüdüleri ve duygulan
tatmin etme imkaru sunduğunu ve özellikle de milli mahiyet
ve gelenekler ile ne kadar uyum içinde olduklanru görerek
şaşırabiliriz. Dini örgütlenme ve temelinde yatan inançlar sis­
temi asla, belirli bir sayıdaki insanlar için müşterek tabii eği­
limlerin gelişimi gibi değildir. Dini grup, daha ziyade, kendi­
ne en yakın gördüğü üyelerini seçmeyi, kendine çağırmayı ve
amaçlan doğrultusunda kullanmayı bilir. Bu grup, aynı za­
manda, onlan değiştirir, kendine göre biçimlendirir ve böyle­
ce, başlangıçta aslında hiç de öyle olmayan, belki de başka
yerlerden aldığı ve kendi ruhuyla beslediği unsurlar yardı­
mıyla kendi içinde biçimlendirmek zorunda kaldığı temsilci­
ler meydana getirir.
Şayet tüm hayatına pagan olarak devam etseydi basit bir
asker olarak kalacak Aziz Martin Hristiyanlığı kabul ettiğin­
de, muhtemelen eğilimlerini kısa sürede anladığı Katolik ör­
gütlenmenin ön sıralarında saf tutmuştur. Hristiyanlar da
onun, Hristiyanlık dini adına kötü ruhlan kovabilecek ve
tövbekarlık yolunda diğer insanlara örnek olabilecek kişiler­
den biri olduğunu anlamışlardır. Aziz Martin bu bağlamda

ıoFustel de Coulanges (1864), La Cite Antique [Antik Kent], ve Jules Martha


(1882), Les Sacerdoces athbıiens [Atina papazlar sınıfı].

19
daha yüksek bir seviyeye davet edilmiştir. Ancak, dünya işle­
riyle meşgul olan, rafine bir eğitim ile daha üstün ve tama­
men pagan bir akla sahip, her türlü biçimci ve törensel dine
yabancı bazı kişiler, Hristiyanlığın en kah ve dar yorumları­
na, örneğin Jansenciliğe ilgi duymuşlardır. Ilımlı ve sağ duyu­
lu düşüncelere göre onlar, daha alt bir düzleme inmişlerdir.
Dini grup, kahlımcılanru, toplumsal hiyerarşinin en üst sı­
ralarından olduğu kadar en altlarında yer alanların arasından
ve kültür derecelerine bağlı olarak seçer. Başka toplumsal
grup ve ortamlardan aldığı unsurlarla kendi yapısını inşa
eder, kendine göre yeni modeller ve araçlar üretir. Ve hatta
bu esnada aradığı biçimlere daha iyi uyum sağlayan ve tesa­
düf eseri ilk taslağına sahip olan nitelikli malzemelere rastla­
maktan ötürü sevinç duyar.
Burada türün temeline; yani daha ilkel, daha organik ya
da daha hayvani bir temele temas ediyor gibi görünsek de
aynı şey, aile ruhu yani kökleri keşfedilmeyi bekleyen bu
duygu demeti için de geçerlidir. Bu kökler insan tabiahna ol­
dukları gibi mi nüfuz eder? Bir aile grubunun üyesi, doğuştan
itibaren bu grubu anlamak ve onunla özdeşleşmek için gere­
ken her şeye sahip olarak mı doğarız? Fiilen evet; çünkü her
erkek oğuldur, kocadır, babadır, büyükbabadır: Erkeğin bir­
birini takip eden bu rollere doğal bir biçimde girmesi için yaş
merdivenlerinden yavaş yavaş çıkması yeterlidir. Peki ama
rol, eyleyen için mi tasarlanmışhr yoksa eyleyen mi kendini
rolüne benzetir? Klanlar dönemine ve sınıflandırıcı akrabalık­
lar diye tabir ettiğimiz ilişkilere kadar uzanmadan, tarih bo­
yunca farklı aile türlerinin var olduğunu ve var olmaya de­
vam ettiklerini söyleyebiliriz. Ataerkil geniş aileden, aile ve
çocuklardan oluşan bir gruba dönüşmek üzere küçülme eği­
limi gösteren, tek eşliliğe dayalı aileye doğru uzanan açık bir
evrim yaşanmışhr. Oysa, bu iki tür aile içinde ne baba ne de
çocuk aynı yere sahiptir ve birbirinin yerine tam olarak geçe­
bilir.
Birinci tür ailenin aile ruhu, soy geleneğidir; soy isme dair
gurur ve köklere duyulan bağlılıkhr: Hiçbir şey doğuştan de­
ğildir, tüm bunlar edinilmiş, öğrenilmiş ve aktanlmış şeyler-

20
dir.ıı Bunun gibi duygulann kuvveti doğal içgüdülerin gücü­
nü taklit eder. Bununla birlikte, yoğunluğu, bu grubun uzun
ömrü, üyelerinin sayısı ve aynı zamanda istikrarı ve tutarlılığı
ile açıklanan temsillerde ve duygusal durumlarda içgüdüsel
hiçbir şey bulamayız. Üyelerin her biri, geniş ailenin zaman
ve mekan içindeki toplam bütünlüğüne ve genişliğine karşı
duyarlıdır. Bu topluluklarda babanın saygınlığı o kadar bü­
yüktür ve çocuklann itaati o kadar sarsılmazdır ki, bireyi iş­
levinden ve şahsına özgü niteliklerini ise işlevi yerine getire­
rek elde ettiği niteliklerden ayırt etmek hayli zordur. Ancak
daha önce de söylediğimiz gibi, tüm bu aile üyeleri arasında
daha fazla ön plana çıkanlar, rehber ve örnek görevi görenler
vardır. Aklın yanı sıra tecrübe, daha buyurgan bir karakter ya
da kuvvetli bir irade, kendini gruba daha cömert bir şekilde
sunma, hassasiyet, kendisi için şansı ya da şanssızlığı temsil
eden her şeye karşı daha büyük bir duyarlılık; geniş aile gru­
bu içinde bazı üyelerin diğerlerine göre aile ruhu denilen bu
güdünün etkisine daha fazla maruz kalmalarını açıklayan şey
işte budur. Her halükarda, bu niteliklerin teşekkül etmesi ve
ortaya çıkması için uzun bir eğitim ve ailevi imgelerle dolu
bir ortam gerekmiştir.
Ancak evlilikle kurulan aile, farklı kalıp özellikleri taşır;
farklı bir duygular düzeni meseleye dahil olur.12 Eğer genç bir
erkek kendini büyük ve geleneksel bir ev ortamında, büyük
anne ve babalan, uzak kuzenleri ile birlikteyken baskı altında
hissediyorsa böyle bir ortamda ne iyi bir oğul ne de iyi bir aile
babası olabilir. Ancak bu aileden ayrılıp kendi ailesini kurar­
sa, geniş ailesinin fertlerinden uzakta çocukları ve karısıyla
birlikte yaşarsa, bu yeni ortamda iyi bir eş ve baba olmasının

ıı Geleneksel aile, büyük aile hakkında bakınız: Frederic Le Play (1878) Les

Ouvriers europı!ens [Avrupalı İşçiler), 5 cilt ve özellikle de bakınız: "Popula­


tion stables soumises aux meilleures coutumes de l'Orient et du Nord" [Do­
ğu'nun ve Kuzey'in en iyi geleneklerine tabi istikrarlı topluluklar], aynı eser
içinde 3. cilt.
1 2 Emile Durkheim, "La Famille conjugale" [Evlilik ailesi], Revue philosophique,

Ocak-Şubat 1921. Paris Üniversitesi'nde aile üzerine verdiği bir dersten alıntı.
Aynı zamanda bakınız: Georges Davy (1931) "La Famille et la parente d'apres
Durkheim" [Durkheim'e göre aile ve akrabalık], Sociologues d'hier et d'aujo­
urd'hui, Paris: Librairie Felix Alcan, s. 103.

21
önünde hiçbir engel kalmaz. Bu, daha dar bir yuva olabilir
ama bu yuvanın üyeleri onun etrafında birbirlerine daha çok
yakınlaşırlar, gelenekleri kısa süreli olsa da renkli ve sahici­
dir.
Üstelik, sert çekirdeğini evli çiftin oluşturduğu bu basit ai­
leler tüm benzer küçük gruplar tarafından meydana getirilen
bir ortamın içine girerler. Bu bütünün içinde müşterek bir ha­
yat vardır ve bu hayattan, komşu aileler üzerinde hayli kuv­
vetli bir etkisi olan ve her ailede bir dizi uyum sağlama süreci
ortaya çıkaran eğilimler doğar. Dolayısıyla aile ruhunu bes­
lemek için kendi ailesinin içine kapanmak yeterli değildir.
Geniş bir biçimde, her halükarda sık sık ya da en azından aile
henüz gençken başka ailelere, dış dünyaya doğru açılmak, bi­
raz yayılmak monogamik [tek eşliliğe dayalı] ailenin koşulu­
dur. Babanın ve çocuğun, geniş aile kabileleri dönemine kı­
yasla bu modem ortamda ne denli farklı olduklarını ve aynı
zamanda, onların da rollerini düzgün bir biçimde yerine ge­
tirmek üzere bir dizi toplumsal etki vasıtasıyla şekillendiril­
diklerini görebiliriz. Bir anlamda, bir grup insanın içinden
günümüzün yaşam koşullarına uygun evlilik birliği ve aile
hayah şekilleri üretme ve geliştirme kabiliyetleri çıkarmayı
başaran, modem toplumdur. Bu nitelikler, başka her türlü
medeniyette eylemsiz ve erişime kapalı kalırdı.
Son olarak, insanların toplumsal hayata kanşhklan dö­
nemden bile önce onların doğasında var olduğu söylenen si­
yasi eyleme ve düşünceye yönelik tüm eğilimlerin, birtakım
koşulların dışında gelişebildiklerini düşünebilir miyiz? Bu
eğilimlerin günümüzde sahip oldukları ve bu şekilde düzen­
lenmiş insan doğaların asla tamamına uymayan/insan doğa­
larının yalnızca bir kısmına uyan biçimlerinin; kurumların,
inançların ve grubun ulaşmış olduğu evrim anının sonuçlan
olmadıkları söylenebilir mi?
Fransız Devrimi dönemindeki insanları düşünelim. Birkaç
ay içinde halk kitlesinin, daha doğrusu çok daha sınırlı bir
grup olan küçük burjuvazinin içinden meclislerde, parti şube­
lerinde, komitelerde doğan tüm tutkuları yoğun bir şekilde
hissedebilen o kadar çok insan çıkması ve olayların baskısı al­
tında, tüm bu siyasi gayret, duygu ve düşünceler toplamının

22
bu kadar küçük bir insan topluluğunda yoğunlaşmış olması
dikkate şayandır. Üstelik, başlıca figürleri tek tek incelediği­
mizde, onları bu oyundaki rollerine hazırlayan hiçbir şey ol­
madığı ortaya çıkmaktadır. Bu kişilerin pek çoğu, daha önce
taşra kentlerinde mutedil bir yaşam sürerken kamu işlerinin
işleyişi ile pek az ilgileniyordu. Ancak bu meselelerle çalkala­
nan yerlere gidip kendilerine benzer kişilerle yakınlaşbkla­
rında içlerinden bazılarının başı çekmesi ve diğerleri ile gru­
bun temsilcileri haline gelmesi gerekmiştir.
Ama belki de genelin içinden seçilmelerinin, diğerlerinden
ayrılarak öne çıkmalarının nedeni; inançlarının kuvvetinden
ötürü diğerlerinden farklı olmaları, daha büyük bir kuvvetle
tepki veriyor olmaları, tartışmalara daha özgün bir hava ve
daha şahsi bir ifade kabyor olmalarıdır. Ancak grup onları bu
şekilde öne çıkardıysa bu, grubun kendisini o kişilerde bulu­
yor olmasındandır çünkü onların düşüncesine yön veren ve
onların duygulanımına bu tonu katan yine kendisidir. "Beni
en iyi şekilde temsil edeni takip ederim, onun ardından yürü­
rüm": Kuvvetli bir kolektif tutkuya hakim olan insan toplulu­
ğunun tutumu işte budur. Bu seçimlerde ve siyasi başarılarda
tesadüfün ve şansın da payı vardır ve bundan faydalanan ki­
şinin artık genellikle tek yapması gereken kendini onun akı­
şına kaphrmakbr. Kişiliği, bu tarbşma ve mücadeleler boyun­
ca bambaşka bir ortam ve bambaşka bir zamandaki halinden
çok farklı olarak açığa çıkacakbr.
Çağımızın siyasilerini düşündüğümüzde ise bazen onla­
rın, doğaları itibarıyla onları tanıdığımız halde olduklanru
sanırız; içinde bulunduk.lan ortamlardan ne denli etkilendiği­
ne yeterince dikkat etmeyiz. Oysa; yavaş yavaş ve farkında
olmadan zihniyetini özümsedikleri köy ya da kentlerdeki ye­
rel meclislerden, kendi geleneklerini onlara nüfuz ettirmeyi
ve onlardan çok iyi birer müşterek eğilim ve fikirler sözcüsü
yaratmayı başaran parlamenter komitelere varana kadar, tüm
bu ortamların onlar üzerindeki etkisi büyüktür .
......

Sonuç itibarıyla, bu analizden aklımızda kalması gereken


şey; din, aile ruhu, vatanseverlik, siyasi düşünce gibi davra­
nışlara ilişkin çeşitli genel saiklerin (ve diğer tüm saikler hak-

23
kında da aynı şey söylenebilir), tüın insanlar ve bir grubun
tüın üyeleri üzerinde, ormandaki bütün ağaçların üzerine dü­
şen yağmur darnlalan ya da güneş ışınlan gibi, aynı eylemi
icra etmediğidir ve bu, son derece aşikardır. Ancak aynı za­
manda, tüm toplumlarda müşterek fikir ve duygulara daha
duyarlı olan ve onlan daha iyi ortaya koyan kişilerden, daha
kayıtsız ve bu konularda sarsılması ve onlara ilgi duyması
daha zor kişilere doğru giden bir nevi derecelendirme olması
gerekir. Gruba ayırt edici özelliğini katan eğilimler ile temsil
ettiği ve anladığı insanlara benimsetmeye çabaladığı toplum­
sal saiklerin devamlılığım sağlamayı ve kuvvetini muhafaza
etmenin tek yöntemi, üyeleri arasındaki bu çeşitlilik ve yapı­
sındaki bu farklılaşmadır.
Gerçekten de bu eğilimlerin ve inanışların muhafazası ey­
lemsizlik kuvvetinin ortaya çıkan bir süreci değildir; kendi
kendine gerçekleşmez. Aksine, zaman ilerledikçe inanışlar
zayıflamaya meyleder ve düşünceler belirsizleşir çünkü hayli
edilgen ve doğası itibanyla onlan muhafaza etmek için gere­
ken çabayı göstermeye yatkın olmayan bir topluluk içerisinde
yayılırlar. Dolayısıyla, söz konusu grubun içinde bu fikir ve
inanışların aksine güçlenebilecekleri ve daha açık bir hale bü­
rünebilecekleri bir bölgenin olması gerekir. Ve bu bölgede, bu
fikir ve inanışlan bünyelerinde toplayan birkaç kişinin olma­
sı, o kişilerin de bu fikir ve inanışlan tüm topluluğa yayacak
bir kuvvete sahip olmalan şarttır.
İnanç gruplan, aile ve siyasi parti örneklerinde gördüğü­
müz gibi, bu toplulukların her birinde daima, müşterek eği­
limleri daha belirgin bir biçimde temsil etme ya da en azından
onlan güçlendirme rolünü üstlenen birkaç kişi vardır. İnsan­
ların düşüncesi kendileri gibi -ancak zihinlerinin ve içgüdüle­
rinin tabiab vasıtasıyla kendilerinin çok üstünde hayal ettik­
leri- varlıklarda vücut bulmaya ve bu eğilimleri, sanki onların
sahipleri ve kaynaklan o varlıklarmış gibi, onlarda vücut
buldurmaya ihtiyaç duyar.
Yeni yıla girerken, sarayın ana yönlere bakan odalarında
dolaşan ve hem imparatorluğunu hem de dünyayı yeniden
düzene sokmak ve dengelerini kurmak için sırasıyla kuzeye,

24
doğuya, güneye ve bahya karşı duran Çin İmparatoru'nu,
Göklerin oğlunu düşünelim.13 O anda, tüm toplum imparato­
run varlığında yoğunlaşıyor gibi görünmektedir. Aynı şekil­
de, kilisede inancı, aile grubu içinde aile ruhunu, partiler
içinde ise siyasi inançları ortaya çıkarma rolünün belli birta­
kım kişilere düştüğü farz edilir.
Bu eylem, bireylerden topluluğa ve merkezden kenarlara
doğru şu veya bu biçimde sürekli ifa ediliyorsa da özellikle
tesirli olduğu -devresel ya da değil- dönemler vardır. Öyle
görünüyor ki kolektif bilinç, belirli uzunluklarda aralıklarla
uyandırılmaya, bir anlamda yeniden doldurulmaya ihtiyaç
duymaktadır ve genel saiklerin adeta yeni bir kariyere başla­
mak üzere bireysel düşüncelere yeniden nüfuz edebilmeleri­
nin yegane koşulu budur. Peki toplumsal hayalın içindeki in­
sanlara etki edenler hangi saiklerdir? Bu sorunun yanıhnı
vermek için öncelikle insanların hangi andan itibaren birey
olarak kabul edildiğini bilmek gerekir. İnsanların ikili ya da
üçlü hayatlar sürdüklerini iddia ebniyoruz. Elbette ki, bir bi­
reyin bilincini yahut -sınırlı ancak bir dizi art arda gelen dö­
nemi kapsayabilen bir süre boyunca- ya kendi kendimizi göz­
lemleyerek ya da ifa ettiğimiz eylemleri değerlendirerek ken­
di bilincimizi incelediğimizde üzerimizde etki ebniş ya da
ebneye devam eden saiklerin çeşitliliğini fark edebiliriz. An­
cak elbette bazı anlarda bu saiklerden birinin daha fazla etkisi
allına girildiği ve diğerlerinin eylemlerinin ancak çok zayıf
olarak devam ettiği de doğrudur.
Aksine, bireyin bakış açısından değil ama, üyesi olduğu
farklı grupların bakış açılarından bakarsak ve bu grupları, ko­
lektif hayalın en yoğun olduğu anda incelersek, her grubun
hayatının, dönemlere ya da birbirini takip eden uzunlu kısalı
aşamalara (coşkulu yaşam aşaması, uyanış ve olgunluk aşa­
ması, daha sonra yavaşlayan bir yaşam aşaması, gündelik
meşguliyet ve düşüncelerin monotonluğu içinde duygusuz-

13Marcel Granet (1929), La ciırilisation chinoise. La t•ie publique et la ııie pritıee


[Çin medeniyeti. Kamusal hayat ve özel hayat), Paris: Albin Michel, s. 446.
Ayıu zamanda bakınız: Marcel Granet (1934) LA Pensee chinoise [Çin felsefesi),
Paris: Albin Michel, s. 92.

25
luk ve kayıtsızlık aşaması) göre geliştiğini fark ederiz.14 Dini
tören anlan; evlilik, doğum ya da doğum günü vesilesi ile
gerçekleşen aile toplantıları; siyasi mücadele dönemi ve onları
müteakip yaşanan duyguların ve eylemlerin görece unutul­
ması ve dinlenme zamanı da bu çeşitli dönemler arasında sa­
yılabilir.
Bununla birlikte, şayet kolektif hayat bu şekilde dönemsel
olarak ve sanki bir çevrimi izliyormuşçasına gelişiyorsa bu­
nun nedeni, duygusal ya da fiziki gayretin ancak süreli olarak
gerçekleşebilmesi ve dinlenmek ile yeniden güç toplamak için
zamana ihtiyaç duyulmasıdır. Fakat aslında bunun en önemli
nedeni, daha önce de gördüğümüz üzere, tüm toplumlarda
grubu temsil eden ve diğerlerine kıyasla onun ruhunu daha
fazla özümseyen unsurlar ile daha edilgen, dönem dönem on­
ları ayaklandıran ve sürükleyen düşünce akımları tarafından
şöyle bir dolaşılan ancak kendi kuvvetlerine indirgendikle­
rinde kaybolacak olan unsurlardan oluşan bir ikilik olmasıdır.
İşte bu nedenle en aktif unsurlar onları dönemsel olarak yeni­
lemek ve hatta yeniden yaratmak zorundadır.
Ancak bundan, toplumsal hayattaki davranışlarımızı dü­
zenleyen kuvvetlerin sadece böyle bireyler tarafından icat
edilmiş ve diğerleri tarafından alınıp yayılmış, Gabriel Tar­
de'ınıs savunduğu gibi icatları müteakip taklitlere tekabül
eden bireysel saikler olduğu sonucunu çıkarmayalım. Çünkü
en aktif unsurlara sahip olduğunu düşündüğümüz bireylerin,
grubun yegane aktif üyelerinin grup tarafından kendi imge­
sine uygun bir biçimde şekillendirildiklerini ve; bu bireylerin
tüm özgünlüklerinin ve saygınlıklarının, kolektif temsillerin
daha büyük bir kısmının onların bünyesinde yoğunlaşıyor
olmasından ve onları daha uzun bir süre boyunca muhafaza
edebiliyor olmalarından ileri geldiğini gördük. Elit kesim ile
halk, tekil kişilikler ile anonim gruplar yani şekilsiz ya da şek­
lini yalnızca onu yayanlardan alan madde arasında fazla basit

t4 Maurice Halbwachs (1933), "La loi en sociologie" [Sosyolojide yasa], Science

et Loi. Cinquieme semaine internationale de synthese [Bilim ve Yasa. Beşinci Ulus­


lararası Sentez haftası] içinde, Paris, s. 187
ıs Gabriel Tarde (1895, 4. baskı, 1904) l..es Lois de l'imitation [Taklidin Yasalan],
Paris.

26
bir karşıtlık kurmakla yetinmeyelim. Daha ziyade, herhangi
bir toplumsal grubun ürettiği birey ya da kişilik sayısına, on­
ların niteliklerine ve aynı zamanda grubun tamamındaki bi­
lincin yoğunluğuna ve canlılığına dikkat edelim.
O halde, eğer insanların toplumsal hayatın içinde esinlen­
dikleri başat saikleri gözden geçirmek istersek nasıl bir yol iz­
leyeceğiz? Psikologların adlandırdığı gibi "davranışlarımı­
zın" temel muharrik nedenlerinin listesinden yola çıkmaya­
cağız. Bir psikoloğun hazırlayabileceği böyle bir listeyi pek
çok sosyoloji kitabında da bulabiliriz ama elbette böylesi bir
sunumun didaktik yararlığını sorgularnıyoruz.16 Ancak bu
araşbrmarun izleyeceği yol farklı, hatta bambaşka olmalı. Bu
genel saikler; aile ruhu, hırs, tasarruf, maddi varlık ve seçkin­
lik arayışı, koşullarını iyileştirme arzusu hiçbir yerde, hiçbir
bireyde izole ve soyut bir eğilim ya da yatkınlık niteliği ola­
rak ortaya çıkmaz. Her bir bireyin içinde yer alırlar çünkü bi­
reyin üyesi olduğu grubun içindedirler ve biçimleriyle yo­
ğunlukları gruba özgü koşulların, grubun yapısının ve onun
diğer gruplarla olan ilişkilerinin sonucudur. Bu bağlamda
okuru toplumsal dünyanın içinde bilimsel bir geziye davet
ediyoruz. İnsan türünün, hayvanat bahçesindeki kafeslerin
içindeki yırtıcılar ya da bir akvaryumun camlarının arkasın­
daki bölmelere kapahlmış deniz hayvanları gibi izole birta­
kım temsilcilerini görmeye gitmeyeceğiz. İnsanlar karşımıza
daha ziyade doğal yaşam biçimleriyle çıkacaklar ve bu biçim­
ler, toplumsal bir tabiat olan insan tabiatını tüm içgüdüleri ve
eğilimleriyle birlikte ifşa edecek.
Dikkatimizi farklı beşeri gruplara vermeye, bu topluluklar
içinde hangi kolektif temsillerin hakim olduğunu, kuvvetleri­
nin ve yayılma alanlan ile sınırlarının ne olduğunu anlamaya

t6 William Mac Dougall (1921), An Introduction to Social Psychology [Sosyal

psikolojiye giriş], 1921, Londra ve The Group Mind: a Sketch of the Principles of
Collective Psychology with Some Attempt ta apply them Io the Interpretation of Na­
tional Life and Character [Grup aklı: Kolektif psikolojinin ilkelerine dair bir es­
kiz ve onlan ulusal yaşamın ve karakterin yorumlanmasına tatbik ehne de­
nemesi], 1920, Cambridge. Ayru zamanda bakınız G. Davy (1931), a.g.e. içinde
3. kısım: "La Psychologie sociale de Me Dougall et la Sociologie durkhei­
mienne, ss. 159 ve devamı.

27
gayret edeceğiz. Bu kolektif temsilleri, aynı zamanda içinde
bulundukları ilişkiler bağlamında da inceleyeceğiz ve bunla­
rın, günümüz toplumlarında ardışık dönemlerini yan yana
gördüğümüz toplumsal evrimin farklı aşamalarına tekabül
edip etmediklerini anlamaya çalışacağız ve böyle bir karşılaş­
hrmadan yakın gelecek hakkında ne gibi tahminler çıkarabi­
leceğimizi araşbracağız. Saiklerin kolektif biçimlerine ilişkin
incelememizi, toplumsal sınıflar çerçevesinde -ki bu, toplum
içinde yaşayan insanlara dayatılan çerçeveler içinde en geniş,
en doğal ve en az yapay olandır- sürdüreceğiz. Ancak daha
sonra, hiçbir şeyi atlamamak adına, farklı kategorilere ve fark­
lı topluluk biçimlerine geri dönebiliriz.

28
il
Geleneksel Medeniyet ve Köylü Sınıfları

Zirai Yöntemler ve Toprağa Bağlılık

İstatistikçilerin en yakın tarihli tahminlerine göre, 1932 yı­


lında dünya nüfusu ortalama iki milyar kişiye ulaşacak ve bu
nüfusun yaklaşık olarak yansı Asya'da, çeyreğinden biraz
fazlası (545 milyon) Avrupa'da, 250 milyonu Kuzey ve Güney
Amerika' da ve belki 150 milyonu da Afrika'da toplanacak.!
Dünya çok büyük. Amerika'yı da içine katarak Bah medeni­
yeti diye adlandırabileceğimiz alan, dünya nüfusunun yakla­
şık sekizde üçlük bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Bununla
birlikte, bu alanın, yaklaşık 200 milyonluk bir nüfusa sahip
olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği [SSCB], Güney
Amerika ve hatta Avrupa'nın güneydoğusu gibi çeşitli bölge­
lerindeki gelenekler, kurumlar ve toplumsal örgütlenme hak­
kındaki bilgilerimiz hayli yetersiz. Netice itibarıyla, insan nü­
fusunun ancak dörtte biri hakkında görece emin bir şekilde
konuşabiliriz.
Şüphesiz bu topluluk modem dünya için nicelikten çok
daha fazlasını ifade ediyor. En gelişmiş kültür biçimlerini içe­
riyor; medeniyet ve dünyanın geri kalanı üzerindeki etkisi
daha güçlü ve daha yaygın hale geliyor. Bah medeniyetinin

ı Walter. F. Willcox (1931) "Population of the Earth" [Dünya nüfusu), lnterna­


tional Migrations içinde, 2. cilt, New York: National Bureau of Economic Rese­
arch. - Aynı zamanda bkz: L'Encyclopedie française, 7. cilt: L'Espece humai­
ne [İnsan türü], 3. kısım: Le point de vue du nombre [Sayısal bakış açısı),
1935, ss. 7-78-3, Maurice Halbwachs. - [Birleşmiş Milletler İstatistik Ofisi'nin
sunduğu verilere göre yakın dönemli rakamlar (1950 ortası): Dünya nüfusu, 2
milyar 400 milyon; Asya (SSCB hariç), 1 milyar 272 milyon; Avrupa (SSCB
hariç), 396 milyon; Afrika, 198 milyon; Kuzey Amerika, 216 milyon; Güney
Amerika, 111 milyon; Okyanusya, 12,9 milyon; SSCB (1946 yılına ait rakam­
lar), 193 milyon.) - Editörün notu.

29
bu özelliği, eskilerin bildiği dünyadaki Yunanistan ve Ro­
ma'run durumunu arumsabyor.
Öte yandan -özellikle dikkate almamız gereken de budur;
araşbrmamız sınırlı bir zaman dilimi yani çağdaş dönem
hakkında olsa dahi, yalnızca gözlem vasıtasıyla tanıdığımız
şeyle yetinirsek Bah dünyası bugün bize son derece gelişmiş
toplumsal hayat biçimlerinin yanında, yakın ya da uzak bir
geçmişten kalan çok sayıda biçimi de kapsayan, geniş bir tab­
lo sunar. Çok sayıda ülkede ve bazı ülkelerin kimi bölgele­
rinde hala, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Fransa'sına ve
hatta feodal düzene, Orta Çağ' a tekabül eden üretim yöntem­
leri ile hayat tarzlarına rastlanmaktadır. Bu zıtlıklar, insanlı­
ğın kat ettiği yolu ve bu yolda ilerlerken hangi engellerle kar­
şılaşhğını, evrimin ritmini toplumdaki hangi eylemsizlik
kuvvetlerinin yavaşlatbğını daha iyi anlamamızı sağlar.
Gerçekten de düşünme biçimleri, kavrayışlar ve inanışlar
üzerinde kuvvetli bir şekilde etki eden, tüm yaşam koşulları­
nın sürekli, hızlı ve derin bir dönüşümü ile tanımlayabilece­
ğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Kimi topluluklar çözünür, ge­
lenekleriyle birlikte artık onlara uygun olmayan bir ortamda
hayatta kalma imkaruarını yitirir, gerilediklerini hisseder ve
bazen gözlerimizin önünde ölürken kimileri de yeni doğuyor
ve kaybolmakta olan unsurların bazılarına yavaş yavaş nüfuz
ederek, insanlara yeni bir çevre yaratarak ve onlara yeni fikir­
ler ile hissetme biçimleri benimseterek gelişiyorlar.
Şayet birkaç nesil evvelini, on dokuzuncu yüzyılın ortala­
rını anımsamaya çalışırsak, o dönemden itibaren meydana
gelen değişimlerin, beş ya da alb asır kadar ve hatta daha da
geriye gittiğimizde gözlemlediğimiz değişimlere kıyasla belki
de daha büyük ve belirleyici olduklarını görürüz.
Geçmişteki insanın durumunu diğerlerinden ayıran, her
şeyden önce, geleneklere bağlılığı, istikrar arzusu ile yeni ve
geleneklerin dışında olan her şeye muhalif olmasıydı. Varlı.k­
lan bize pitoresk, muhtelif, doğaya yakın ve ateşliymiş gibi
gelen bu insanlar; eylemlerimize, düşüncelerimize, ihtiyaçla­
rımıza yani her şeye artan bir tek biçimlilik getiren mekanik
yöntemlerin hakim olduğu kentli medeniyetlerirnize o kadar
yabanadırlar ki, onları uzak atalarımız gibi değil, farklı bir
tür gibi görürüz.

30
Oysa; kırsal bölgede ve küçük şehirlerde, orta büyüklük­
teki şehirlerde, eski zamanın koşullanrun çok sayıda kalınb­
sını ve o geçmişten geriye kalan bir hava bulabildiğimizi bili­
yoruz. Öyleyse, dikkatimizi öncelikle genel tekamüle diğer
topluluklara kıyasla çok daha az katkıda bulunan ve içinde,
kentsel bölgelerdekilerden farklı saiklerden esinlenen yaşayış
ve kolektif davranış biçimlerini bulma fırsab yakaladığımız
köylü nüfusuna çevirelim.
......
hk olarak köylülerin genel nüfus içindeki sayısal önemi
hakkında bir fikir edinmemiz gerekiyor çünkü bu konuda,
herhangi bir incelemeye tabi tubnadan kabul edemeyeceği­
miz bazı genel fikirler bulunuyor.
Kuşkusuz, on dokuzuncu yüzyıl boyunca çok sayıda köy­
lü kentlere yerleşerek zirai işlerden endüstriyel mesleklere
geçti ancak, kırsal bölge nüfusu hfila azımsanamayacak ölçü­
de. Fransa'daki erkek zirai nüfusunun toplam aktif nüfusa
oranını hesaplayalım.2 1921 yılında, ortalama olarak her yüz
aktif kişiden otuz dokuzu erkek çiftçiydi.3 Ancak özellikle
Alpler ve Pireneler' deki illerde, orta plato ile civarındaki böl­
gelerde ve hatta Brötonya'run büyük bir kısmında ve doğu
kısmında yer alan bölgelerdeki illerde, bu oranın daha yüksek
olduğunu görebiliyoruz. Söz konusu bölgelerde bu oran yüz­
de elli beş, albnış ve hatta yebniş beş ve üzerine çıkıyor. An­
cak Seine, Nord ve Bouches-du-Rhône illeri çok büyük kentleri
kapsadıklarından, erkek çiftçi/toplam aktif nüfus oranı yüzde
on alhnın alhna düşüyor.4

2 François Simiand, Cours d'economie politique [Siyasi iktisat dersi], 1. yıl, 1930-
1931, s. 351. Zirai nüfusun oranının Fransa, Norveç, İsveç, Çekoslavakya, Da­
nimarka ve Kanada' da aynı seviyede; İngiltere, Belçika, Almanya, Hollanda
ve hatta İsviçre, Avustralya, Amerika Birleşik Devletleri ve Arjantin'de çok
daha düşük ve İtalya, İspanya, Polonya, İrlanda ve bilhassa da Portekiz, Sov­
yetler Birliği, Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Britanya Hindistanı'nda
çok daha yüksek olduğunu ekleyelim.
l(Milli İstatistik Enstitüsü'ne göre güncel rakamlar. 10 Mart 1946 tarihli genel
nüfus sayımı. Nüfus idaresi ve güncel nüfusun mesleki faaliyetleri: toplam
aktif nüfus, 20.520.466; zirai aktif nüfus, 7.290.794; öyleyse bu oran %35,5'tir.)
-Editörün notu.
• Bkz. Centre d'Etudes sociologiques (Sosyolojik Çalışmalar Merkezi) tarafın­
dan düzenlenen İkinci Sosyoloji Haftası çalışmalarının Georges Friedmann

31
Söz konusu oran, 1866 yılından 1921 yılına kadar karmaşık
ve kesintisiz bir biçimde gelişmiş. 1880 yılına kadar önemli
derecede azalmayan bu oran, endüstriyel mesleklerin oranı­
nın artbğı 1881 ve 1901 yıllan arasında net bir düşüş yaşıyor.
Ancak 1901'den 1921 yılına kadar tekrar istikrar kazanıyor.
1921 ile 1926 yıllan arasında küçük bir düşüş yaşanmasının
nedeni ise, savaş sebebiyle yaşanan erkek ölümlerinin zirai
alanda diğer ekonomik alanlara kıyasla daha az telafi edilmiş
olması (çünkü aynı dönem boyunca zirai faaliyetlerle uğraşan
kadın nüfusunda bir azalma yaşanınıyor).5
Genel olarak zirai faaliyetlerin sanılandan daha kü­
çük/düşük oranda azaldığını/sanıldığı kadar azalmadığını
söyleyebiliriz. Elbette on dokuzuncu yüzyıl boyunca göreli
bir azalma yaşanınışhr ancak bu mutlak bir azalma değildir
çünkü toplam nüfus üç çeyrek asır boyunca arhş göstermiştir.
On dokuzuncu yüzyılın tamamı boyunca ve özellikle de
sonlarında, zirai bir meslek sahibi olan ve kırsal bölgede ya­
şayan azımsanamayacak miktarda erkek, büyük şehirlere gi­
derek orada endüstri alanında işçilik yapmaya başlamışhr. Bu
kent çalışanlarının ancak küçük bir bölümü yeniden kırsala
dönmüştür. Onları toprakla ilişkilendiren geleneksel bağlan
koparmaya bu şekilde karar vermiş olmalarının arkasındaki
neden, işçi sınıfının onların gözündeki bazı avantajlarının on­
lara daha cazip gelmesi olmalı. Öte yandan, köylülerin hepsi­
nin aynı yolu izlememiş olması, büyük çoğunluğunun bilinçli
olarak köyde kalmayı tercih etmesi, köylü sınıfının da parçası
oldukları sınıftan aynlınca vazgeçilecek birtakım avantajlara
sahip olduğunu kanıtlamaz mı? Sanayi alanında ihtiyaç du­
yulan iş gücünün temin edildiği bu kırsal nüfus, köylü halkın
ancak zirai varlığın yalnızca en zahmetli yönlerini bilen alt

tarafından derlemesi: Villes et campagnes (Kentler ve taşralar], A. Colin


(1953), ss. 124 ve 125, ziraatla geçinen nüfusun oranını gösteren iki harita. Bu
oranın %12'nin albnda olduğu alb il bulunmaktadır: Seine, Nord, Bouches­
du-Rhône, Sein�-Oise, Meurthe-et-Moselle ve Rhône -Editörün notu.
5 Bkz. Milli İstatistik Enstitüsü'nün 1946 genel nüfus sayımı hakkındaki rapo­

ru, s.750 "1936 ve 1946 yıllan arasında, 14 yaş ve üzerindeki nüfusun içindeki

çiftçi oraru kısmen düşmüştür. Buna karşılık, zirai olmayan mesleklerde çalı­
şan aktif erkeklerin oraru artmışbr." -Editörün notu.

32
kısmını temsil ediyor gibi görünüyor; bu grup özellikle bir iş­
çinin kendini bir köylüden üstün kabul etmesine neden olan
şeye karşı duyarlı olmuştur.
Muhtemelen köylü halk düşündüğümüzden daha büyük
bir birlik hissiyatına sahip olmuştur. Köylülerin soyunun serf­
lere dayandığını ve serflerin de Orta Çağ boyunca ve eski re­
jiminl61 sonuna kadar iyi tarumlanmış bir hukuki sınıfı teşkil
ettiklerini unutmayalım.
Pierre-Joseph Proudhon, köylü ile kentli arasında bir kar­
şılaştırma yapıyordu. Biri (köylü) için mülkiyet her türlü ver­
giden muaf toprak iken diğeri (kentli) için ise yurtluktur.
"Geçmişte olduğu gibi, köylünün ruhu vergiden muaf tam
mülk fikrindedir. İçgüdüsel olarak kent insanından, loncadan,
yargıçlardan ve avukatlardan; feodal haklara sahip efendiler­
den nefret eder gibi nefret eder. Eski hukuki terimdeki ifade­
siyle, aklından çıkaramadığı en büyük derdi, yabancı mülk
sahibini kovmaktır. Toprağının yegane hfil<imi olmak ve bu
ha.kimiyet aracılığıyla kentlerin efendisi olarak kanunları be­
lirlemek ister'' .7
Köylülerin doğdukları, kök saldık.lan ve ailelerinin kendi­
lerine belirsiz gelen bir süredir içinde yaşadık.lan o küçük
yerden ayrılmak istememelerini açıklayan esas muharrik ne­
den ya da saik; toprağa, pays'ye [köye] bağlılık (Fransızcada
"köylülük [paysan]" kelimesi buradan gelir) gibi görünüyor.
Ancak toprağa bağWık ifadesi fazla genel ve aslında birbirin­
den ayırt edilmesi gereken birden fazla kavramı kapsıyor.
Fransız sosyolog Rene Maunier, eski müşterek yaşam tür­
lerini temsil ettiklerini düşündüğü, gerçekten de kırsal çevre­
lerde çok canlı ve dayanıklı bir şekilde var olan, akrabalık bir­
likleri ile mahalli toplulukları sırasıyla incelemiştir. Kırsal

161Ancien Regime [Eski Rejim) Fransa'da, 1. François'nın hükümdarlık döne­


miyle (1515-1547) başladığı kabul edilen ve Fransız Devrimi'ne (17 Haziran
1789'da tnusal Meclis'in ilanı ile 4 Ağustos 1789'da ayncalıkların kaldınlma­
sı) kadar süren dönemi kapsayan siyasal, iktisadi ve toplumsal rejimdir -
Türkçeye çevirenin notu.
7 Proudhon'un yayımlanan son eserlerinden biri olan La Capacite politique des

classes ouvrieres [İşçi sınıflarının siyasi yeterliği], s. 18 [<Euvres completes, Bo­


ugle ve Moysset (ed.), Maxime Leroy'un açıklayıcı notlan ile, s. 67.)

33
Another random document with
no related content on Scribd:
mowing, with a fiddle and a bow under his arm, sprang suddenly out
of the shadows.
"Young ladies!" cried Professor Wisp, gleefully, "this is Master
Portunus, fiddler to his Majesty the Emperor of the Moon, jester-in-
chief to the Lord of Ghosts and Shadows ... though his jests are apt
to be silent ones. And he has come a long long way, young ladies, to
set your feet a dancing. Ho, ho, hoh!"
And the professor sprang up at least three feet in the air, and landed
on the tips of his toes, as light as a ball of thistledown, while Master
Portunus stood rubbing his hands, and chuckling with senile glee.
"What a vulgar young man! Just like a cheap Jack on market-day,"
whispered Viola Vigil to Prunella Chanticleer.
But Prunella, who had been looking at him intently, whispered back,
"I'm sure at one time he was one of our grooms. I only saw him
once, but I'm sure it's he. What can Miss Primrose be thinking of to
engage such low people as teachers?"
Prunella had, of course, not been told any details as to Ranulph's
illness.
Even Miss Primrose seemed somewhat disconcerted. She stood
there, mouthing and blinking, evidently at a loss what to say. Then
she turned to the old man, and, in her best company manner, said
she was delighted to meet another needlework enthusiast; and,
turning to Professor Wisp, added in her most cooing treacley voice,
"I must embroider a pair of slippers for the dear doctor's birthday,
and I want the design to be very original, so perhaps this gentleman
would kindly lend me his sampler."
At this the professor made another wild pirouette, and, clapping his
hands with glee, cried, "Yes, yes, Portunus is your man. Portunus
will set your stitches dancing to his tunes, ho, ho, hoh!"
And he and Portunus dug each other in the ribs and laughed till the
tears ran down their cheeks.
At last, pulling himself together, the Professor bade Portunus tune up
his fiddle, and requested that the young ladies should form up into
two lines for the first dance.
"We'll begin with 'Columbine,'" he said.
"But that's nothing but a country dance for farm servants," pouted
Moonlove Honeysuckle.
And Prunella Chanticleer boldly went up to Miss Primrose, and said,
"Please, mayn't we go on with the jigs and quadrilles we've always
learned? I don't think mother would like me learning new things. And
'Columbine' is so vulgar."
"Vulgar! New!" cried Professor Wisp, shrilly. "Why, my pretty Miss,
'Columbine' was danced in the moonlight when Lud-in-the-Mist was
nothing but a beech wood between two rivers. It is the dance that the
Silent People dance along the Milky Way. It's the dance of laughter
and tears."
"Professor Wisp is going to teach you very old and aristocratic
dances, my dear," said Miss Primrose reprovingly. "Dances such as
were danced at the court of Duke Aubrey, were they not, Professor
Wisp?"
But the queer old fiddler had begun to tune up, and Professor Wisp,
evidently thinking that they had already wasted enough time, ordered
his pupils to stand up and be in readiness to begin.
Very sulkily it was that the Crabapple Blossoms obeyed, for they
were all feeling as cross as two sticks at having such a vulgar
buffoon for their master, and at being forced to learn silly old-
fashioned dances that would be of no use to them when they were
grown-up.
But, surely, there was magic in the bow of that old fiddler! And,
surely, no other tune in the world was so lonely, so light-footed, so
beckoning! Do what one would one must needs up and follow it.
Without quite knowing how it came about, they were soon all tripping
and bobbing and gliding and tossing, with their minds on fire, while
Miss Primrose wagged her head in time to the measure, and
Professor Wisp, shouting directions the while, wound himself in and
out among them, as if they were so many beads, and he the string
on which they were threaded.
Suddenly the music stopped, and flushed, laughing, and fanning
themselves with their pocket-handkerchiefs, the Crabapple
Blossoms flung themselves down on the floor, against a pile of
bulging sacks in one of the corners, indifferent for probably the first
time in their lives to possible damage to their frocks.
But Miss Primrose cried out sharply, "Not there, dears! Not there!"
In some surprise they were about to move, when Professor Wisp
whispered something in her ear, and, with a little meaning nod to
him, she said, "Very well, dears, stay where you are. It was only that
I thought the floor would be dirty for you."
"Well, it wasn't such bad fun after all," said Moonlove Honeysuckle.
"No," admitted Prunella Chanticleer reluctantly. "That old man can
play!"
"I wonder what's in these sacks; it feels too soft for apples," said
Ambrosine Pyepowders, prodding in idle curiosity the one against
which she was leaning.
"There's rather a queer smell coming from them," said Moonlove.
"Horrid!" said Prunella, wrinkling up her little nose.
And then, with a giggle, she whispered, "We've had the goose and
the sage, so perhaps these are the onions!"
At that moment Portunus began to tune his fiddle again, and
Professor Wisp called out to them to form up again in two rows.
"This time, my little misses," he said, "it's to be a sad solemn dance,
so Miss Primrose must foot it with you—'a very aristocratic dance,
such as was danced at the court of Duke Aubrey'!" and he gave
them a roguish wink.
So admirable had been his imitation of Miss Primrose's voice that,
for all he was such a vulgar buffoon, the Crabapple Blossoms could
not help giggling.
"But I'll ask you to listen to the tune before you begin to dance it," he
went on. "Now then, Portunus!"
"Why! It's just 'Columbine' over again...." began Prunella scornfully.
But the words froze on her lips, and she stood spellbound and
frightened.
It was 'Columbine,' but with a difference. For, since they had last
heard it, the tune might have died, and wandered in strange places,
to come back to earth, an angry ghost.
"Now, then, dance!" cried Professor Wisp, in harsh, peremptory
tones.
And it was in sheer self-defence that they obeyed—as if by dancing
they somehow or other escaped from that tune, which seemed to be
themselves.
"Within and out, in and out, round as a ball,
With hither and thither, as straight as a line,
With lily, germander, and sops in wine.
With sweet-brier
And bon-fire
And strawberry-wire
And columbine,"

sang Professor Wisp. And in and out, in and out of a labyrinth of


dreams wound the Crabapple Blossoms.
But now the tune had changed its key. It was getting gay once more
—gay, but strange, and very terrifying.

"Any lass for a Duke, a Duke who wears green,


In lands where the sun and the moon do not shine,
With lily, germander, and sops in wine.
With sweet-brier
And bon-fire
And strawberry-wire
And columbine,"

sang Professor Wisp, and in and out he wound between his pupils—
or, rather, not wound, but dived, darted, flashed, while every moment
his singing grew shriller, his laughter more wild.
And then—whence and how they could not say—a new person had
joined the dance.
He was dressed in green and he wore a black mask. And the curious
thing was that, in spite of all the crossings and recrossings and runs
down the middle, and the endless shuffling in the positions of the
dancers, demanded by the intricate figures of this dance, the
newcomer was never beside you—it was always with somebody else
that he was dancing. You never felt the touch of his hand. This was
the experience of each individual Crabapple Blossom.
But Moonlove Honeysuckle caught a glimpse of his back; and on it
there was a hump.
CHAPTER VII
MASTER AMBROSE CHASES A WILD GOOSE
AND HAS A VISION
Master Ambrose Honeysuckle had finished his midday meal, and
was smoking his churchwarden on his daisy-powdered lawn, under
the branches of a great, cool, yellowing lime; and beside him sat his
stout comfortable wife, Dame Jessamine, placidly fanning herself to
sleep, with her pink-tongued mushroom-coloured pug snoring and
choking in her lap.
Master Ambrose was ruminating on the consignment he was daily
expecting of flowers-in-amber—a golden eastern wine, for the import
of which his house had the monopoly in Dorimare.
But he was suddenly roused from his pleasant reverie by the sound
of loud excited voices proceeding from the house, and turning
heavily in his chair, he saw his daughter, Moonlove, wild-eyed and
dishevelled, rushing towards him across the lawn, followed by a
crowd of servants with scared faces and all chattering at once.
"My dear child, what's this? What's this?" he cried testily.
But her only answer was to look at him in agonized terror, and then
to moan, "The horror of midday!"
Dame Jessamine sat up with a start and rubbing her eyes
exclaimed, "Dear me, I believe I was napping. But ... Moonlove!
Ambrose! What's happening?"
But before Master Ambrose could answer, Moonlove gave three
blood-curdling screams, and shrieked out, "Horror! Horror! The tune
that never stops! Break the fiddle! Break the fiddle! Oh, Father,
quietly, on tiptoe behind him, cut the strings. Cut the strings and let
me out, I want the dark."
For an instant, she stood quite still, head thrown back, eyes alert and
frightened, like a beast at bay. Then, swift as a hare, she tore across
the lawn, with glances over her shoulder as if something were
pursuing her, and, rushing through the garden gate, vanished from
their astonished view.
The servants, who till now had kept at a respectful distance, came
crowding up, their talk a jumble of such exclamations and statements
as "Poor young lady!" "It's a sunstroke, sure as my name's
Fishbones!" "Oh, my! it quite gave me the palpitations to hear her
shriek!"
And the pug yapped with such energy that he nearly burst his
mushroom sides, and Dame Jessamine began to have hysterics.
For a few seconds Master Ambrose stood bewildered, then, setting
his jaw, he pounded across the lawn, with as much speed as was left
him by nearly fifty years of very soft living, out at the garden gate,
down the lane, and into the High Street.
Here he joined the tail of a running crowd that, in obedience to the
law that compels man to give chase to a fugitive, was trying hard to
catch up with Moonlove.
The blood was throbbing violently in Master Ambrose's temples, and
his brains seemed congested. All that he was conscious of, on the
surface of his mind, was a sense of great irritation against Master
Nathaniel Chanticleer for not having had the cobbles on the High
Street recently renewed—they were so damnably slippery.
But, underneath this surface irritation, a nameless anxiety was
buzzing like a hornet.
On he pounded at the tail end of the hunt, blowing, puffing, panting,
slipping on the cobbles, stumbling across the old bridge that
spanned the Dapple. Vaguely, as in delirium, he knew that windows
were flung open, heads stuck out, shrill voices enquiring what was
the matter, and that from mouth to mouth were bandied the words,
"It's little Miss Honeysuckle running away from her papa."
But when they reached the town walls and the west gate, they had to
call a sudden halt, for a funeral procession, that of a neighbouring
farmer, to judge from the appearance of the mourners, was winding
its way into the town, bound for the Fields of Grammary, and the
pursuers had perforce to stand in respectful silence while it passed,
and allow their quarry to disappear down a bend of the high road.
Master Ambrose was too impatient and too much out of breath
consciously to register impressions of what was going on round him.
But in the automatic unquestioning way in which at such moments
the senses do their work, he saw through the windows of the hearse
that a red liquid was trickling from the coffin.
This enforced delay broke the spell of blind purpose that had hitherto
united the pursuers into one. They now ceased to be a pack, and
broke up again into separate individuals, each with his own business
to attend to.
"The little lass is too nimble-heeled for us," they said, grinning
ruefully.
"Yes, she's a wild goose, that's what she is, and I fear she has led us
a wild goose chase," said Master Ambrose with a short embarrassed
laugh.
He was beginning to be acutely conscious of the unseemliness of
the situation—he, an ex-Mayor, a Senator and judge, and, what was
more, head of the ancient and honourable family of Honeysuckle, to
be pounding through the streets of Lud-in-the-Mist at the tail end of a
crowd of 'prentices and artisans, in pursuit of his naughty, crazy wild
goose of a little daughter!
"Pity it isn't Nat instead of me!" he thought to himself. "I believe he'd
rather enjoy it."
Just then, a farmer came along in his gig, and seeing the hot
breathless company standing puffing and mopping their brows, he
asked them if they were seeking a little lass, for, if so, he had passed
her a quarter of an hour ago beyond the turnpike, running like a
hare, and he'd called out to her to stop, but she would not heed him.
By this time Master Ambrose was once more in complete possession
of his wits and his breath.
He noticed one of his own clerks among the late pursuers, and bade
him run back to his stables and order three of his grooms to ride off
instantly in pursuit of his daughter.
Then he himself, his face very stern, started off for the Academy.
It was just as well that he did not hear the remarks of his late
companions as they made their way back to town; for he would have
found them neither sympathetic nor respectful. The Senators were
certainly not loved by the rabble. However, not having heard
Moonlove's eldritch shrieks nor her wild remarks, they supposed that
her father had been bullying her for some mild offence, and that, in
consequence, she had taken to her heels.
"And if all these fat pigs of Senators," they said, "were set running
like that a little oftener, why, then, they'd make better bacon!"
Master Ambrose had to work the knocker of the Academy door very
hard before it was finally opened by Miss Primrose herself.
She looked flustered, and, as it seemed to Master Ambrose, a little
dissipated, her face was so pasty and her eyelids so very red.
"Now, Miss Crabapple!" he cried in a voice of thunder, "What, by the
Harvest of Souls, have you been doing to my daughter, Moonlove?
And if she's been ill, why have we not been told, I should like to
know? I've come here for an explanation, and I mean to get it."
Miss Primrose, mopping and mowing, and garrulously inarticulate,
took the fuming gentleman into the parlour. But he could get nothing
out of her further than disjointed murmurs about the need for cooling
draughts, and the child's being rather headstrong, and a possible
touch of the sun. It was clear that she was scared out of her wits,
and, moreover, there was something she wished to conceal.
Master Ambrose, from his experience on the Bench, soon realized
that this was a type of witness upon whom it was useless to waste
his time; so he said sternly, "You are evidently unable to talk sense
yourself, but perhaps some of your pupils possess that useful
accomplishment. But I warn you if ... if anything happens to my
daughter it is you that will be held responsible. And now, send ... let
me see ... send me down Prunella Chanticleer, she's always been a
sensible girl with a head on her shoulders. She'll be able to tell me
what exactly is the matter with Moonlove—which is more than you
seem able to do."
Miss Primrose, now almost gibbering with terror, stammered out
something about "study hours," and "regularity being so desirable,"
and "dear Prunella's having been a little out of sorts herself recently."
But Master Ambrose repeated in a voice of thunder, "Send me
Prunella Chanticleer, at once."
And standing there, stern and square, he was a rather formidable
figure.
So Miss Primrose could only gibber and blink her acquiescence and
promise him that "dear Prunella" should instantly be sent to him.
When she had left him, Master Ambrose paced impatiently up and
down, frowning heavily, and occasionally shaking his head.
Then he stood stock-still, in deep thought. Absently, he picked up
from the work-table a canvas shoe, in process of being embroidered
with wools of various brilliant shades.
At first, he stared at it with unseeing eyes.
Then, the surface of his mind began to take stock of the object. Its
half finished design consisted of what looked like wild strawberries,
only the berries were purple instead of red.
It was certainly very well done. There was no doubt but that Miss
Primrose was a most accomplished needle-woman.
"But what's the good of needlework? It doesn't teach one common
sense," he muttered impatiently.
"And how like a woman!" he added with a contemptuous little snort,
"Aren't red strawberries good enough for her? Trying to improve on
nature with her stupid fancies and her purple strawberries!"
But he was in no mood for wasting his time and attention on a half-
embroidered slipper, and tossing it impatiently away he was about to
march out of the room and call loudly for Prunella Chanticleer, when
the door opened and in she came.
Had a stranger wanted to see an upper class maiden of Lud-in-the-
Mist, he would have found a typical specimen in Prunella
Chanticleer.
She was fair, and plump, and dimpled; and, as in the case of her
mother, the ruthless common sense of her ancestors of the
revolution had been trivialized, though not softened, into an equally
ruthless sense of humour.
Such had been Prunella Chanticleer.
But, as she now walked into the room, Master Ambrose exclaimed to
himself, "Toasted cheese! How plain the girl has grown!"
But that was a mere matter of taste; some people might have
thought her much prettier than she had ever been before. She was
certainly less plump than she used to be, and paler. But it was the
change in the expression of her eyes that was most noticeable.
Hitherto, they had been as busy and restless (and, in justice to the
charms of Prunella let it be added, as golden brown) as a couple of
bees in summer—darting incessantly from one small object to
another, and distilling from each what it held of least essential, so
that in time they would have fashioned from a thousand trivialities
that inferior honey that is apt to be labeled "feminine wisdom."
But, now, these eyes were idle.
Or, rather, her memory seemed to be providing them with a vision so
absorbing that nothing else could arrest their gaze.
In spite of himself, Master Ambrose felt a little uneasy in her
presence. However, he tried to greet her in the tone of patronizing
banter that he always used when addressing his daughter or her
friends. But his voice had an unnatural sound as he cried, "Well,
Prunella, and what have you all been doing to my Moonlove, eh?
She came running home after dinner, and if it hadn't been broad
daylight, I should have said that she had seen a ghost. And then off
she dashed, up hill and down dale, like a paper chaser without any
paper. What have you all been doing to her, eh?"
"I don't think we've been doing anything to her, Cousin Ambrose,"
Prunella answered in a low, curiously toneless voice.
Ever since the scene with Moonlove that afternoon, Master Ambrose
had had an odd feeling that facts were losing their solidity; and he
had entered this house with the express purpose of bullying and
hectoring that solidity back to them. Instead of which they were
rapidly vanishing, becoming attenuated to a sort of nebulous
atmosphere.
But Master Ambrose had stronger nerves and a more decided mind
than Master Nathaniel. Two facts remained solid, namely that his
daughter had run away, and that for this Miss Crabapple's
establishment was responsible. These he grasped firmly as if they
had been dumb-bells that, by their weight, kept him from floating up
to the ceiling.
"Now, Prunella," he said sternly, "there's something very queer about
all this, and I believe you can explain it. Well? I'm waiting."
Prunella gave a little enigmatical smile.
"What did she say when you saw her?" she asked.
"Say? Why, she was evidently scared out of her wits, and didn't
know what she was saying. She babbled something about the sun
being too hot—though it seems to me very ordinary autumn weather
that we're having. And then she went on about cutting somebody's
fiddle strings ... oh, I don't know what!"
Prunella gave a low cry of horror.
"Cut the fiddle strings!" she repeated incredulously. And then she
added with a triumphant laugh, "she can't do that!"
"Now, young lady," he cried roughly, "no more of this rubbish! Do you
or do you not know what has taken Moonlove?"
For a second or two she gazed at him in silence, and then she said
slowly, "Nobody ever knows what happens to other people. But,
supposing ... supposing she has eaten fairy fruit?" and she gave a
little mocking smile.
Silent with horror, Master Ambrose stared at her.
Then he burst out furiously, "You foul-mouthed little hussy! Do you
dare to insinuate...."
But Prunella's eyes were fixed on the window that opened on to the
garden, and instinctively he looked in that direction too.
For a second he supposed that the portrait of Duke Aubrey that hung
in the Senate Room of the Guildhall had been moved to the wall of
Miss Primrose's parlour. Framed in the window, against the leafy
background of the garden stood, quite motionless, a young man in
antique dress. The face, the auburn ringlets, the suit of green, the
rustic background—everything, down to the hunting horn entwined
with flowers that he held in one hand, and the human skull that he
held in the other, were identical with those depicted in the famous
portrait.
"By the White Ladies of the Fields!" muttered Master Ambrose,
rubbing his eyes.
But when he looked again the figure had vanished.
For a few seconds he stood gaping and bewildered, and Prunella
seized the opportunity of slipping unnoticed from the room.
Then he came to his senses, on a wave of berserk rage. They had
been playing tricks, foul, vulgar tricks, on him, on Ambrose
Honeysuckle, Senator and ex-Mayor. But they should pay for it, by
the Sun, Moon and Stars, they should pay for it! And he shook his
fist at the ivy and squill bedecked walls.
But, in the meantime, it was he himself who was paying for it. An
appalling accusation had been made against his only child; and,
perhaps, the accusation was true.
Well, things must be faced. He was now quite calm, and, with his
stern set face, a much more formidable person than the raging
spluttering creature of a few seconds ago. He was determined to get
to the bottom of this affair, and either to vindicate his daughter from
the foul insinuation made by Prunella Chanticleer, or else, if the
horrible thing were true (and a voice inside him that would not be
silenced kept saying that it was true) to face the situation squarely,
and, for the good of the town, find out who was responsible for what
had happened and bring them to the punishment they merited.
There was probably no one in all Lud-in-the-Mist who would suffer in
the same degree from such a scandal in his family as Master
Ambrose Honeysuckle. And there was something fine in the way he
thus unflinchingly faced the possibility. Not for a moment did he think
of hushing the matter up to shield his daughter's reputation.
No, justice should run its course even if the whole town had to know
that Ambrose Honeysuckle's only child—and she a girl, which
seemed, somehow, to make it more horrible—had eaten fairy fruit.
As to his vision of Duke Aubrey, that he dismissed as an
hallucination due to his excited condition and perhaps, as well, to the
hysterical atmosphere that seemed to lie like a thick fog over the
Academy.
Before he left Miss Primrose's parlour his eyes fell on the half
embroidered slipper he had impatiently tossed away on the entrance
of Prunella Chanticleer.
He smiled grimly; perhaps, after all, it had not been due to mere
foolish feminine fancy that the strawberries were purple instead of
red. She may have had real models for her embroidery.
He put the slipper in his pocket. It might prove of value in the law
courts.
But Master Ambrose was mistaken in supposing that the berries
embroidered on the slipper were fairy fruit.
CHAPTER VIII
ENDYMION LEER LOOKS FRIGHTENED, AND A
BREACH IS MADE IN AN OLD FRIENDSHIP
Master Ambrose fully expected on reaching home to find that one of
the grooms he had despatched after Moonlove had returned with her
in safe custody.
This, however, was not the case, and he was confronted with
another frightful contingency. Moonlove had last been seen running,
at a speed so great and so unflagging as to hint at some sustaining
force that was more than human, due West. What if she were
making for the Debatable Hills? Once across those hills she would
never again be seen in Dorimare.
He must go to Mumchance at once, and give the alarm. Search
parties must immediately be sent to ransack the country from one
end to the other.
On his way out he was stopped by Dame Jessamine in the fretful
complaining condition that he always found so irritating.
"Where have you been, Ambrose?" she cried querulously. "First
Moonlove screaming like a mad cockatoo! And then you rushing off,
just after your dinner too, and leaving me like that in the lurch when I
was so upset that I was on the verge of swooning! Where did you go
to Ambrose?" and her voice grew shrill. "I do wish you would go to
Miss Primrose and tell her she must not let Moonlove be such a tom-
boy and play practical jokes on her parents ... rushing home in the
middle of the day like that and talking such silly nonsense. She really
is a very naughty girl to give us such a fright. I feel half inclined to go
straight off to the Academy and give her a good scolding."
"Stop chattering, Jessamine, and let me go," cried Master Ambrose.
"Moonlove is not at the Academy."
And he found a sort of savage satisfaction in calling back over his
shoulder as he hurried from the room, "I very much fear you will
never see your daughter again, Jessamine."
About half an hour later, he returned home even more depressed
than when he had set out, owing to what he had learned from
Mumchance as to the recent alarming spread in the town of the
consumption of fairy fruit. He found Endymion Leer sitting in the
parlour with his wife.
Her husband's parting words had brought on an attack of violent
hysterics and the alarmed servants, fearing a seizure, had, on their
own responsibility, summoned the only doctor of Lud in whom they
had any faith, Endymion Leer. And, judging from Dame Jessamine's
serene and smiling face, he had succeeded in removing completely
the terrible impression produced by her husband's parting words,
and in restoring to what she was pleased to call her mind its normal
condition, namely that of a kettle that contains just enough water to
simmer comfortably over a low fire.
She greeted Master Ambrose with a smile that for her was quite
eager.
"Oh, Ambrose!" she cried, "I have been having such a pleasant talk
with Dr. Leer. He says girls of her age often get silly and excited,
though I'm sure I never did, and that she's sure to be brought home
before night. But I do think we'd better take her away from Miss
Primrose's. For one thing she has really learned quite enough now—
I know no one who can make prettier groups in butter. So I think we
had better give a ball for her before the winter, so if you will excuse
me, Dr. Leer, I have just a few things to see to...." and off she bustled
to overhaul Moonlove's bridal chest, which, according to the custom
of Dorimarite mothers, she had been storing, ever since her
daughter's birth, with lace and velvets and brocade.
Not without reason, Dame Jessamine was considered the stupidest
woman in Lud-in-the-Mist. And, in addition, the Ludite's lack of
imagination and inability to feel serious emotions, amounted in her to
a sort of affective idiocy.
So Master Ambrose found himself alone with Endymion Leer; and,
though he had never liked the man, he was very glad to have the
chance of consulting him. For, socially, however great his
shortcomings might be, Master Ambrose knew him to be undeniably
the best doctor in the country, and a very clever fellow into the
bargain.
"Leer," he said solemnly, when Dame Jessamine had left the room,
"there are very queer things happening at that Academy ... very
queer things."
"Indeed?" said Endymion Leer, in a tone of surprise. "What sort of
things?"
Master Ambrose gave a short laugh: "Not the sort of things, if my
suspicions are correct, that one cares to talk about—even between
men. But I can tell you, Leer, though I'm not what one could call a
fanciful man, I believe if I'd stayed much longer in that house I
should have gone off my head, the whole place stinks with ... well,
with pernicious nonsense, and I actually found myself, I, Ambrose
Honeysuckle, seeing things—ridiculous things."
Endymion Leer looked interested.
"What sort of things, Master Ambrose?" he asked.
"Oh, it's not worth repeating—except in so far as it shows that the
fancies of silly overwrought women can sometimes be infectious. I
actually imagined that I saw the Senate room portrait of Duke Aubrey
reflected on the window. And if I take to fancying things—well, there
must be something very fishy in the offing."
Endymion Leer's expression was inscrutable.
"Optical delusions have been known before, Master Ambrose," he
said calmly. "Even the eyes of Senators may sometimes play them
tricks. Optical delusions, legal fictions—and so the world wags on."
Master Ambrose grunted. He loathed the fellow's offensive way of
putting things.
But he was sore at heart and terribly anxious, and he felt the need of
having his fears either confirmed or dispelled, so, ignoring the sneer,
he said with a weary sigh: "However, that's a mere trifle. I have grave
reasons for fearing that my daughter has ... has ... well, not to put too
fine a point on things, I'm afraid that my daughter has eaten fairy
fruit."
Endymion Leer flung up his hands in horror, and then he laughed
incredulously.
"Impossible, my dear sir, impossible! Your good lady told me you
were sadly anxious about her, but let me assure you such an idea is
mere morbidness on your part. The thing's impossible."
"Is it?" said Master Ambrose grimly; and producing the slipper from
his pocket he held it out, saying, "What do you say to that? I found it
in Miss Crabapple's parlour. I'm not much of a botanist, but I've never
seen purple strawberries in Dorimare ... toasted cheese! What's
taken the man?"
For Endymion Leer had turned livid, and was staring at the design on
the shoe with eyes as full of horror as if it had been some hideous
goblin.
Master Ambrose interpreted this as corroboration of his own theory.
He gave a sort of groan: "Not so impossible after all, eh?" he said
gloomily. "Yes, that I very much fear is the sort of stuff my poor little
girl has been given to eat."
Then his eyes flashed, and clenching his fist he cried, "But it's not
her I blame. Before I'm many days older I'll smoke out that nest of
wasps! I'll hang that simpering old woman from her own doorpost. By
the Golden Apples of the West I'll...."
Endymion Leer had by this time, at any rate externally, recovered his
equanimity.
"Are you referring to Miss Primrose Crabapple?" he asked in his
usual voice.
"Yes, Miss Primrose Crabapple!" boomed Master Ambrose,
"nonsensical, foul-minded, obscene old...."
"Yes, yes," interrupted Endymion Leer with good-humoured
impatience, "I daresay she's all of that and a great deal more, but, all
the same, I don't believe her capable of having given your daughter
what you think she has. I admit, when you first showed me that
slipper I was frightened. Unlike you, I am a bit of a botanist, and I
certainly have never seen a berry like that in Dorimare. But after all
that does not prove that it grows ... across the hills. There's many a
curious fruit to be found in the Cinnamon Isles, or in the oases of the
Amber Desert ... why, your own ships, Master Ambrose, sometimes
bring such fruit. The ladies of Lud have no lack of exotic fruit and
flowers to copy in their embroidery. No, no, you're a bit unhinged this
evening, Master Ambrose, else you would not allow so much as the
shadow of foul suspicions like these to cross your mind."
Master Ambrose groaned.
And then he said a little stiffly, "I am not given, Dr. Leer, to
harbouring foul suspicions without cause. But a great deal of
mischief is sometimes done by not facing facts. How is one to
explain my daughter's running away, due west, like one possessed?
Besides, Prunella Chanticleer as much as told me she had ... eaten
a certain thing ... and ... and ... I'm old enough to remember the great
drought, so I know the smell, so to speak, of evil, and there is
something very strange going on in that Academy."
"Prunella Chanticleer, did you say?" queried Endymion Leer with an
emphasis on the last word, and with a rather odd expression in his
eyes.
Master Ambrose looked surprised.
"Yes," he said. "Prunella Chanticleer, her school fellow and intimate
friend."
Endymion Leer gave a short laugh.
"The Chanticleers are ... rather curious people," he said drily, "Are
you aware that Ranulph Chanticleer has done the very thing you
suspect your daughter of having done?"
Master Ambrose gaped at him.

You might also like