Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Haf■zan■n Toplumsal Çerçeveleri 1st

Edition Maurice Halbwachs


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/hafizanin-toplumsal-cerceveleri-1st-edition-maurice-hal
bwachs/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Haf■zan■n Toplumsal Çerçeveleri 1st Edition Maurice


Halbwachs

https://ebookstep.com/product/hafizanin-toplumsal-
cerceveleri-1st-edition-maurice-halbwachs/

Kolektif Haf■za 1st Edition Maurice Halbwachs

https://ebookstep.com/product/kolektif-hafiza-1st-edition-
maurice-halbwachs/

Reklamlarda Toplumsal Cinsiyet 1st Edition Erving


Goffman

https://ebookstep.com/product/reklamlarda-toplumsal-cinsiyet-1st-
edition-erving-goffman/

Fenomenoloji ve Toplumsal ■li■kiler 1st Edition Alfred


Schütz

https://ebookstep.com/product/fenomenoloji-ve-toplumsal-
iliskiler-1st-edition-alfred-schutz/
Tarihte Toplumsal Cinsiyet 1st Edition Merry E.
Wiesner-Hanks

https://ebookstep.com/product/tarihte-toplumsal-cinsiyet-1st-
edition-merry-e-wiesner-hanks/

Toplumsal Cinsiyet Tarihçili■i Nedir 1st Edition Sonya


O. Rose

https://ebookstep.com/product/toplumsal-cinsiyet-tarihciligi-
nedir-1st-edition-sonya-o-rose/

Un fantôme dans la bibliothèque 1st Edition Maurice


Olender

https://ebookstep.com/product/un-fantome-dans-la-
bibliotheque-1st-edition-maurice-olender/

Phainomena Say■ 3 Maurice Merleau Ponty 1st Edition


Kolektif

https://ebookstep.com/product/phainomena-sayi-3-maurice-merleau-
ponty-1st-edition-kolektif/

De como un rey perdio Francia Serie Los reyes malditos


7 Maurice Druon Druon Maurice

https://ebookstep.com/product/de-como-un-rey-perdio-francia-
serie-los-reyes-malditos-7-maurice-druon-druon-maurice/
Maurice Halbwachs
Hafızanın Toplumsal
Çerçeveleri
Türkçe Söyleyen: Büşra Uçar
mm
Heretik Yayınları: 37 - Sosyoloji Dizisi: 10
ISBN: 978-605-9436-05-2
©2016 Heretik Basın Yayın

Tüm hakları saklıdır. Yayıncı izni olmadan kısmen de olsa fotokopi,


film vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz.

1. Baskı: 2016, Ankara

Yayına Hazırlayan: Mustafa Gültekin


Türkçe Söyleyen: Büşra Uçar
Redaksiyon: Levent Unsaldı
Dizgi: İsmet Erdoğan
Kapak: Ali İmren

Heretik Basın Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi


Kültür Mahallesi, Yüksel Caddesi, 41/2, Kızılay, Çankaya, Ankara
Tel: +90 (312) 418 52 00 • Faks: +90 (312) 418 50 00
İnternet Sitesi: www.heretik.com.tr
E-mail: heredkyayin@gmail.com
Twitter: twitter.com/heretikyayin
Facebook: facebook.com/heretikyayin

Tarcan Matbaacılık Yayın San.


Zübeyde Hanım Mah. Samyeli Sok. No: 15. İskitler-Ankara
Tel: 0312 384 34 35
Maurice Halbwachs

Hafızanın Toplumsal
Çerçeveleri

Les cadres sociaux de la memoire

Türkçe Söyleyen
Büşra Uçar
İçindekiler

Türkçe Baskıya Takdim (Thomas H irsch).....................................9


Ö nsö z..................................................................................................15

B irinci B ölüm : R üyalar ve G örsel A nılar


1. Geçmiş Yaşamımızdan Eksiksiz Sahneleri ya da Ayrıntılı..........
Tabloları Rüyada Canlandıranlayız........................................ 24
2. Uyanık Haldeki Düşünce Çerçeveleri ile Rüya Çerçeveleri.......
Arasındaki Fark......................................................................... 39
3. Hafıza, Geçmişi Yeniden Yaşatmaz, Onu Yeniden İnşa E der. 51
4. İncelemenin Ö zeti........................................................................ 62

İkinci Bölüm: D il ve H aüza


1. Toplumsal Düşüncenin Çerçeveleri Hangi Biçimlerde...............
Rüyaya Nüfuz Eder? Zaman ve M ekân................................. 67
2. Dilin Rüyadaki R olü....................................................................83
3. Afazi ve Zekâ: Afazi Hastalarında Görülen, Uzlaşıma ...............
Dayalı Düşünce Bozuklukları ile İlgili......................................
Olarak Head’in Deneyleri....................................................... 94
4. Ö zet..............................................................................................113

Ü çüncü Bölüm: G eçm işin Yeniden İnşası


1. Yetişkinlerde Çocukluk Anılarının Deformasyonu.................117
2. Çocukta ve Yetişkinde Düşüncenin v e.........................................
Hafızanın Çerçeveleri............................................................. 128
3. Hafızanın Çerçeveleri Anıların Yeniden Oluşmasını..................
Nasıl Sağlar?.............................................................................134
4. Yaşlılarda Hafıza ve Geçmiş Özlemi.........................................140
Dördüncü Bölüm: Anıları Konumlandırmak
1. Anıları Tanımak ve Konumlandırmak: Konumlandırmada......
Muhakemenin Rolü, Ortak işaret Noktaları....................... 153
2. En Yakın Geçmişteki Anıların Canlılığı ve Aşinalığı: N eden.....
Neredeyse Hepsini Hatırlarız................................................169
3. Çağrışım ve Konumlandırma: Farklı Kolektif Grupların..........
Her Biri Kolektif Hafızaların Dayanak Noktasıdır............ 183

Beşinci Bölüm: Ailenin Kolektif Hafızası


1. Kolektif Yaşamın Çerçeveleri ve Aile A nıları........................ 189
2. Aile ve Dinsel Grup, Aile ve Köylü Grubu: Aile Hislerinin
Özel Tabiatı.......................................................................... 198
3. Akrabalık İlişkileri ve Ailenin Tarihi: Kişi isimleri............... 207
4. Yeni Ailelerin Kurulması: Aile ve Diğer G ruplar................. 214

Altıncı Bölüm: Dinsel Kolektif Hafıza


1. Din, Halkların İlksel Tarihinin Efsaneye Dayalı..........................
Yeniden Üretimidir; Eski İnançların Kalıntıları......................
Yeni Dinlerde Yaşar................................................................227
2. Din Başka Hangi Anlamda Geçmişi Anmaktır?..........................
Hıristiyan Dini ve İsa’nın Çilesi, İlkel Hıristiyan Toplum,.....
Kilise ve Dünyevi Yaşam, Din AdamlarıveLaikler............238
3. Kilisenin Dogmatik Geleneği ve Mistik Akım lar.................. 254
4. Ö zet.............................................................................................273

Yedinci Bölüm: Toplumsal Sınıflar ve Gelenekleri


1. Soylu Değerler Sistemi ve Soylu Ailelerin Gelenekleri:...............
Unvanlar ve Görevler, Nesep Soyluluğu ve..............................
Cüppe Soyluluğu................................................................... 279
2. Mesleki Yaşam ve Toplumsal Yaşam: Sınıfsal Gelenekler...........
Toplumsal Bünyenin Hangi Kısmına Aktarılır? Görev ve......
Servet Hafızası, Zenginliğin Toplumsal O larak......................
Kıymetlendirilişi, Geleneksel Burjuva Sınıfı ve........................
İlerici Zenginler......................................................................301
3. Teknik Faaliyet Bölgesi ve Kişisel İlişkiler Bölgesi:.....................
Teknik ve G örev................................................................... 328

Sekizinci Bölüm: Sonuç


1. Algı ve Kolektif Anılar: Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri ..339
2.' Kolektif Anılar Hem Genel Nosyonlar Hem de Olay v e...........
Kişi Temsilleridir................................................................... 347
3. Hafıza ve Akıl: Gelenekler ve Fikirler ....................................358
Takdim

Thomas Hirsch

“Hafıza çalışmalarının m odern babası”1 olarak Maurice Halb-


wachs, son zamanlarda sosyal bilimlerin klasik bir figürü haline
geldi. Yeni baskılar, yorumlar ve çeviriler bu yeni durum a işaret
etmektedir. İlk olarak 1925’te Alcan -felsefeyle ya da beşeri bi­
limlerle ilgilenenler için başvuru kaynağı olabilecek bir Fransız
editördür- tarafından yayınlanan, o zamanlar 2000 nüsha bası­
lan Hafizamrı Toplumsal Çerçevelen ilk olarak Almancaya (1966)
çevrildikten sonra, son yıllarda İngilizcede (1980), İtalyancada
(1997), İspanyolcada (2004), Lehçede (2008) ve hatta Arapçada
(2014) yayınlanmıştır -bu liste elbette eksiktir ve geniş kapsamlı
değildir-.

Kitabın Türkiye’de basılması, 1877 doğumlu, felsefe eğitimi


görmüş, ilk olarak Bergson’la ilgilenmiş, daha sonra François
Simiand ve Emile Durkheim ’in teşviki ve idaresiyle sosyolojiye
geçmiş olan -bu arada sosyalizme yönelmiş ve Yüzbaşı Dreyfus
davasına da katılmıştır- Halbwachs’ı, meslektaşlarından ve arka­
daşlarından biri olan, İstanbul Fransız Arkeoloji Enstitüsü’nün
(Halbvvachs, 1930lu yıllar boyunca pek çok kez, arkadaşını zi­
1 Tarihçi François Hartog’un ifadesidir: Croire en l ’histoire, Paris, Flammari-
on, 2013.
yarete geldiğinde, buranın kütüphanesine giderdi) ilk m üdürü
Albert Gabriel’in yerleştiği ülkeye bağlayan bu özel bağa da ayrı­
ca yansımaktadır. 1942’de, L’Anrıee sociologique in -ilk adımlarını
bu dergide atmış ve bu derginin redaksiyon sekreterliğini yap­
mıştır- mirasçısı Annales sociologiquesvz yayınlanan, İstanbul nü­
fusunun gelişimi hakkındaki çalışmasıyla dikkat çeken bu bağ,
Halbwachs’ın Kolektif Psikoloji derslerinden birinin 1939’da Is
[Revue turque de morale ou de sociologie] dergisinde “L’expression
des emotions dans la societe” adıyla yayınlanmasında olduğu
gibi, hem kişisel hem de entelektüel düzeyde göze çarpmaktadır.
(Ancak en azından Fransa’da, bu ilişkiler çok az belgelenebilmiş-
tir.) N itekim Halbwachs, her ikisi de İstanbul Üniversitesi’nde
öğretim görevlisi olan Ö m er Lütfl Barkan ve Ziyaeddin Fahri
Fındıkoğlu’nu eski öğrencileri olarak tanıtmaktaydı.2

Hafızanın Toplumsal Çerçevelerinin farklı ülkelerdeki art


arda gelen baskıları, ona tek bir yön verme amacı için yapıla­
cak her girişimin önüne geçmektedir. Elbette bu, bir metnin,
farklı okuyucuların nezdinde -1920li yılların Fransız psikologla­
rı, 1960lı yılların Alman sosyologları, 1980li yılların Fransız ya
da Amerikalı tarihçileri ve şimdi de 20101u yılların Türk öğren­
cileri ve araştırmacıları-, onların beklentilerine ve meselelerine
göre dönüşüm geçirebilme ve yenilenme kapasitesidir. Bir esere,
“klasik” statüsünü verebilecek olan şey de bu kapasitedir. Bu an­
lamda her okum a pekâlâ perform atif ve yaratıcı bir edimdir; bu
ise hikâyesini yazabileceğimiz başka bir konudur.

Yine de, ilk kez “Travaux de LAnnee Sociologique' (o zaman­


lar Durkheim ’in yeğeni Marcel Mauss tarafından yönetiliyordu)
derlemesinin ilk sayfasında başlığı atılmış olan bu çalışmanın,
yayınevine ilk gittiği sırada Halbwachs’ın gözünde sahip oldu­
ğu anlamı kavramak imkânsız değil. “Bana göre”, diye yazıyor
Mauss 24 Haziran 1924’te, elyazmasım editöre yolladıktan son­
2 Bkz: M. Halbwachs “La population d ’Istanbul depuis un siecle”, Annales so-
ciologiques, Seri: E, Fasikül: 3-4, 1942, s. 18. M. Halbwachs, “L’expression
des emotions dans la societe”, Is, cilt V, 1939, s. 42-59.
ra, “bu kitap, Durkheim ’in son kitabının ulaştığı sonuçla, yani
Durkheim ’in zekâ ve kategoriler kuramıyla ilgili.”3 Ö te yandan
Halbwachs, Hafizanın Toplumsal Çerçeveleri ile aynı anda Les
Origines du sentiment religieux d ’apres Durkheim isimli kısa bir
eser yayınlıyor. -Bu çalışmada, Durkheim ’in Dinsel Hayatın ilk­
sel Biçimleri başlıklı eserinin (1912) ve burada geliştirilen, dü­
şünce çerçevelerinin toplumsal karakteriyle ilişkili tezin, “şimdi­
den daha geniş bir kitle tarafından tanınmayı ve üzerinde düşü­
nülmeyi” hak eden, “m üm kün olduğu kadar eksiksiz” bir özetini
sunuyor.4 Bu küçük kitabın, Halbwachs’ın yabancı dillere çevri­
len (1927’de İspanyolcaya) ilk m etni olduğunu da göz önünde
bulunduralım . Halbvvachs’ın ünü öncelikle, “Fransız sosyoloji
ekolü” olarak adlandırılan ekolün kurucu düşüncelerini kitlelere
yayan kişi olarak belirmiştir.

Durkheim ’in etnograf W. B. Spencer ve F. J. Gillen’in ça­


lışmalarına dayanan Avustralya’daki dinler ve totem sistemi
hakkındaki monografisinden, Bergson’un metafiziğiyle kelime
kelime mukayeseyle başlayan, hatırlam anın bireysel ve kolektif
koşulları hakkında yazılmış denemeye giden yolda, açıkça söy­
lemek gerekirse ilk bakışta aşikâr olan hiçbir yan yok. Ne var ki
bu iki eser aslında, Hafızanın Toplumsal Çerçevelerinden otuz
yıl önce Sosyolojik Yöntemin Kuralları nın (1895) başlattığı giri­
şimin içinde yer alıyor.

O zamanlar, bir sosyoloji yöntemi bağlamında temel mesele,


bu yeni bilimi, toplumsalı bir gerçeklik ve özerk açıklama düzeni
olarak var ederek titiz bir biçimde kurmaktı. Toplumsal olgula­
rın tanım ını yeniden ele alalım mesela: Davranma, düşünme,
hissetme biçimleri, ancak ve ancak başka, toplumsal olgularla
açıklanır ve dolayısıyla da toplumsal olanın tek bilimine bağlı­
3 Lettre du 24 juin 1924: College de France, fonds Marcel Mauss, MAS
5.70.
4 M. Halbwachs, Les Origines du sentiment religieux d ’apres Durkheim, Paris,
Stock, 1925, s.5-6; E. Durkheim, Les Formes elementaires de la vie religieuse,
Paris, Alcan, 1912.
dırlar; psikolojik ya da fizyolojik değerlendirmelere indirgene­
mezler. Toplumsalı sadece toplumsal olanla açıklamak, toplum ­
salın nüfuzunu mekanik bir biçimde genişletir: Dinsel Hayatın
ilksel Biçimleri, sadece dine dair değil aynı zamanda akıl ve bil­
giye dair sosyolojik bir kuram öne sürerek bu genişlemeye dam ­
gasını vurur. Bizatihi düşünce çerçevelerimiz (zaman, mekân, vs.
kavramları), felsefi dilde “kategoriler”, ait olduğum uz toplum a
bağlıdırlar. Bu şekilde Durkheim, “tümüyle zihinsel yaşama dair
yeni bir anlayış”5, “bir araştırma programı” geliştirir. Bu araş­
tırm a programı şiddetli bir biçimde tartışılsa da Maurice Halb-
wachs 1918’de, bu yolun “takip edilmesi gereken”6 yol olduğunu
not eder.

Birinci D ünya Savaşı’nın bitim inde, psikoloji ve sosyolo­


ji arasındaki tartışmaya geri dönülürken, Hafızanın Toplumsal
Çerçeveleri tam da bu noktada kendini gösterir. Durkheim ’in
İntiharda yaptığı gibi Halbwachs da (ki daha sonra Durkheim ’in
bu temel çalışmasının dikkat çeken bir revizyonunu gerçekleştir­
miştir7), sosyolojinin nüfiız sahasını insanın total bilimi olarak
temellendirmek amacıyla, en bireysel görünebilecek çok önemli
bir deneyim alanını sosyolojik bir biçimde ele alır. İster deney­
sel çalışmalarda tecrübî olsun, isterse de metafiziği yenileme­
nin öncüsü, psikologlara ya da sosyologlara göre hafıza bireyin
kalbini teşkil eder. Bergson “bilinç öncelikle hafıza dem ektir”
derken Henri Pieron, “hafızanın alanı, tümüyle zihinsel yaşa­
m ın alanıdır” diye belirtir.8 Kitabın ilk bölümlerinde Maurice
Halbwachs’ın tüm ispat çabası da, bir rüya analizinden yola çıka­
rak hafızanın, geçmişe ait dönem lerin bireysel olarak muhafazası
5 Filozof Roger Lacombe’un ifadesidir: “La these sociologique en psycholo-
gie”, Revue de metaphysique et de morale, cilt XXXIII, sayı: 3, 1926, s. 364.
6 M. Halbwachs, “La doctrine d’Emile Durkheim", Revuephilosophique, cilt
LXXXV, 1918, s. 383.
7 M. Halbvvachs, Les Causes du suicide, Paris, Alcan, 1930. E. Durkheim, Le
Suicide, Paris, Alcan, 1897.
8 H.Pieron, “La memoire”, Journal depsychologie normale etpathologique, cilt
XV, 1918, s. 242; H . Bergson, L’ğnergie spirituelle, Paris, Alcan, 1919, s. 5.
değil, bunların bir yeniden üretimi olduğudur. Diğer bir ifadeyle
Halbwachs, geçmişin, yaşanan an içerisinde, bireyin ait olduğu
gruplara bağlı toplumsal çerçevelerin yardımıyla yeniden üretil­
diğini ortaya koymayı hedefler. Bu şekilde toplumsal, bireyselliği
oluşturan şeyin kalbine kadar izini bırakır. Daha geniş bir bakış
açısına göre, toplumsal sadece bireylere dayatılan bir kısıtlama
değildir: “İnsanların toplamı bizden daha güçlü bir hakikat, biz­
den tüm bireysel tercihlerimizi kurban etmemizi isteyen bir tür
spritüel Moloch değildir sadece: Burada duygusal yaşamımızın,
deneyimlerimizin ve düşüncelerimizin kaynağını görürüz.”9 Baş­
ka bir deyişle, birey toplum la karşı karşıya değildir, aksine, her
şeyden haberdardır, toplum un bir ifadesidir.

Peki, hafızaların yeniden inşa edilmelerini sağlayan bu


çerçevelerin doğası nedir? Burada, kitabın iki kısmı birbiriy-
le ilişkili: Bu çerçeveler bizzat anılardır, ama şu ya da bu top­
lumsal gruba has kolektif anılardır -“ve bu, basit bir metafor
değildir”. Halbwachs’ı toplumsal grupların çeşitliliği açısından
Durkheim ’den ayıran bu uyarı, onun ilk ve daimi ilgi alanı ola­
rak okunmalıdır. Halbwachs burada, sınıf aidiyetinin; “ihtiyaç­
larımızı”, düşünm e ve harcamalarımızı düzenleme biçimlerimizi
belirleme yolları üzerine yazan bir düşünüre dönüşür. “Verili
olan, eşsiz bir toplum değildir, grupların toplum udur” diye be­
lirtecektir daha sonra.10 Bu şekilde, toplumsala dair düşüncesi
birleşimsel bir biçim alır. Bir yandan her toplum , toplumsal
grupların birleşimidir; diğer yandan her bireyin bireysel özgül­
lüğü, nihai olarak farklı gruplarda eşzamanlı ya da art arda gelen
aidiyetleriyle açıklanır.11 Buradan, her bireyin ortak araçlardan
9 M. Halbwachs, elinizdeki kitap, s. 149.
10 M. Halbwachs, “La loi en sociologie” (1933), Classes sociales et morphologie
içinde, Paris, £ditions de M inuit, 1972, s. 326. Ayrıca bkz.: M. Halbwachs,
La Classe ouvriere et les niveaux de vie. Recherches sur la hierarchie des besoins
dans les societes industrielles contemporaines, Paris, Alcan, 1912.
11 Bireysel özgüllük hakkmdaki bu düşünce, 1925’te yayınlanan kitabında,
bilhassa hafıza hakkında yazdığı ve öldükten sonra yayınlanan kitabında
(M.Halbvvachs, La Memoire collective [1949], Paris, Albin Michel, 1997) ve
-kolektif hafızalardan- aynı payı almadığı sonucu çıkar: Bireysel
hafıza, benzersiz bir birleşimin sonucudur.

Hafızanın toplumsal çerçevelerinin, hafıza dolayımıyla kapsa­


dığı toplumsalın düşüncesi böyledir. Beklendiği gibi, verimli bir
yazar olan Halbwachs bu kitaba asıl kitabı gözüyle bakmakta­
dır; aynı zamanda en çok tartışılmış ve hakkında en çok ihtilafa
düşülmüş kitabı da budur. Yüzyılın ilk yarısının Fransız sosyo­
logları arasında, bireyin toplumsal olarak açıklamasını en ileriye
taşımış kişi odur. Dolayısıyla Pierre Bourdieu’nün Halbwachs’ı
gerçek bir öncül olarak görmesinde şaşılacak bir şey yok.12

Halbwachs’ın kuramsal meselelerinin, ne onun için ne de


Durkheim ’e bağlı diğer sosyologlar için, sadece bilimsel dene­
cek bir yanının olmadığını eklemek uygun düşecektir. İnsanın
toplumsal doğasını anlamak, toplumsal grupların işleyişini, top­
lumla birleşmelerini çözümlemek; toplum u rasyonel olarak ye­
niden oluşturmaya, onu daha çok toplumsal adalete doğru sevk
etmeye koyulmak anlamına geliyordu. İnsan biliminin amacı,
onun deyimiyle, “ekonomin gelişimini, artan zenginliklerin en
iyi şekilde paylaştırılmasıyla uzlaştırmak”, “m utluluk arayışını
toplumsal biçimlerde düzenlemek”ti.13 Aynı tutku, çağdaşı olan
ilk Türk sosyologlarını da cesaretlendiriyordu: Halbwachs’ı, ku­
ramlarını ve görüşlerini gayet iyi biliyorlardı ve onu o zaman­
lar Fransızca okuyorlardı. Bugünkü ardıllarının ise Halbwachs’ı
Türkçe okuyabilecek olmaları ziyadesiyle m utluluk verici.

kolektif psikoloji hakkında yakın zamanda yayınlanmış olan bir dersinde


(M.Halbwachs, La Psychologie collective, Paris, Flammarion, 2015) gelişti­
rilmiştir.
12 Bkz: P. Bourdieu “L’assasinat de Maurice Halbwachs”, La Liberte de l ’esprit,
sayı: 16, 1987, s. 161-168.
13 M. Halbwachs, “Analyse des mobiles dominants qui orientent l’activite des
individus dans la vie sociale”, Analyse des mobiles dominants qui orientent
l ’activite des individus dans la vie sociale içinde, Bruxelles, Institut de socio-
logie Solvay, cilt I, 1938, s.209-210.
Ö nsöz

Geçenlerde Magasin Pittoresque’in eski bir sayısının sayfalarını


karıştırırken tu h af bir hikâye okuduk: 1731’de Châlons yakın­
larında bir orm anda bulunan 9-10 yaşlarındaki bir genç kızın
hikâyesi. Bu kızın ne nerede doğduğu ne de nereden geldiği
biliniyormuş. Çocukluğuna dair hiçbir anısı da yokmuş. H a­
yatının farklı dönemleri hakkında verdiği ayrıntıları birleştire­
rek, Avrupa’nın kuzeyinde, m uhtemelen Eskimoların bulun­
duğu yerde doğmuş olduğu, buradan Antillere ve en sonunda
da Fransa’ya getirildiği sonucuna varılmış. Kız, iki kez büyük
denizlerden geçtiğini tem in ediyormuş ve kendisine Eskimo ül­
kesinden kulübe ve kayık resimleri, fok balıkları, şeker kamışı
ve Amerika adalarına ait diğer şeyleri temsil eden resimler gös­
terildiğinde heyecanlanmış görünüyormuş. O nu çok seven bir
sahibenin kölesi olduğunu, ama hiç sevmeyen sahibinin ise onu
gemiye bindirdiğini çok açık bir biçimde hatırladığına inanıyor-
muş. 14
14 Magasin Pittoresque, 1849, s. 18. Referans olarak yazar diyor ki: “Bu konu
hakkında Mercure de France'm Eylül 173? (son rakam okunmuyor) sayı­
sında bir makale ve bir de 1755’te küçük bir broşür (yazar bize başlığını
söylemiyor) yazılmış -bu hikâyeyi buradan ödünç aldık-.”
Doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve yalnızca ikinci ağız­
dan bilebildiğimiz bu hikâyeyi yeniden ele almamızın sebebi,
hafızanın hangi anlamda toplumsal çevreye dayandığını söyle­
yebilmemize olanak tanımasıdır. 9-10 yaşlarında bir çocuğun
yakın zamana ve hatta daha da eskiye ait pek çok anısı vardır.
Bu çocuk kendine ait olan şeylerden aniden koparılıp, ne kendi
dilinin konuşulduğu ne de insanlar, mekânlar ve gelenekler açı­
sından o ana kadar alışkın olduğu herhangi bir şeyin bulunm a­
dığı bir ülkeye götürülürse aklında ne kalır? Çocuk, bir toplum u
bir diğerine lehine terk etmiş bulunmakta. Bu arada, yeni ikinci
toplum unda yaptığı ve onu etkileyen her şeyi hatırlama kabili­
yetini yitirmiş, ancak daha önceki birinci toplum unda yaptıkla­
rını ise kolaylıkla hatırlıyormuş görünüyor. Bazı muğlâk ve eksik
anılarının onarılması için, şu anda bulunduğu toplum un içinde,
içinden koparılıp terk ettiği grup ve çevreyi en azından bir anlı­
ğına yeniden inşa eden resimler gösterilmesi gerekiyor.

Bu örnek uç bir vakadan ibaret. Ancak bizim kendimizin de


nasıl hatırladığımızı birazcık incelersek, anılarımızın çoğunun,
ana-babamız, arkadaşlarımız ya da başka insanlar bunları bize
hatırlattıkları zaman aklımıza geldiğini teslim edeceğizdir. Hafı­
za konusunun ele alındığı psikoloji kitaplarını okurken, burada
insanın soyut bir varlık olarak ele alınmış olması oldukça şaşır­
tıcıdır. Zihinsel işlemlerimizi anlamak için bireyle yetinmek ve
öncelikle, bireyi, onu benzerlerinden oluşan toplum a bağlayan
tüm bağlarından ayırmak gerekli görülür. Gelgelelim genellik­
le, insan, anılarına toplum içerisinde ulaşır, onları toplum içe­
risinde hatırlar ve belirttiğimiz üzere onları toplum içerisinde
tanıyıp konumlandırır. Bir gün içerisinde, diğer insanlarla do­
laylı ya da dolaysız ilişkilerimiz aracılığıyla canlandırdığımız
anılarımızın sayısını hesaplayalım. Göreceğiz ki ekseriyetle, sa­
dece diğerlerinin sorduğu veya sorabileceğini varsaydığımız ve
öte yandan cevap vermek için kendimizi onların bakış açılarına
yerleştirdiğimiz soruları yanıtlamak maksadıyla bile hafızamıza
başvururuz ve bunu yaparken de bu insanlarla aynı gruba veya
gruplara ait olduğum uzu göz önünde bulundururuz. Peki, anıla­
rımızın büyük çoğu için geçerli olan şey neden hepsi için geçerli
olmasın? Bir şeyi hatırlam am ın sebebi, çoğu zaman başkalarının
beni bunu hatırlamaya teşvik etmesi, onların hafızalarının be­
nim kinin yardımına gelmesi, benim hafızamın ise onlarınkine
dayanmasıdır. En azından bu durumlarda, anıları çağırmanın
esrarengiz denecek bir yanı yoktur. Nerede olduklarını, nerede
saklandıklarını, beynimde mi yoksa ruhum un birkaç küçük oda­
sında mı olduklarını aramaya gerek yoktur çünkü bu anılar bana
dışarıdan gelirler ve ait olduğum gruplar, onlarla ilgilendiğim
ve en azından geçici olarak düşünce biçimlerini benimsediğim
takdirde bana bu anıları yeniden inşa etm enin araçlarını her an
sağlarlar. Peki, neden tüm durum larda böyle olmasın?

Kolektif hafıza ve bu hafızanın toplumsal çerçeveleri bu bağ­


lamda m evcuttur ve bireysel düşüncelerimiz de bu çerçeveler
içine yerleşip bu hafızaya dâhil olduğu ölçüde, hafızanın hatır­
laması m üm kündür. Uyuyan insanın bir süreliğine, en azından
kısmen, herhangi ^ir toplumla iletişimi veya ilişkisi yokmuş gibi
yaşadığı bir durum a benzer bir soyutlanma durum unda olduğu
dikkate alındığında, incelememizin rüya konusuna ayrılmış bir
ve hatta iki bölüm ile başlıyor olması anlaşılacaktır.15 Uyuyan in­
san, o anda artık bu kolektif hafıza çerçevelerine ne dayanabilir
ne de zaten onlara ihtiyacı vardır ve bu çerçevelere ait eylemler
artık gerçekleşmediğinde, bireysel hafızanın neye dönüştüğünün
gözlemlenerek incelenmesi gerekir.

Peki, bir bireyin hafızasını başkalarının hafızalarıyla açıkla­


dığımızda bir kısır döngü içine girmiş olmuyor muyuz? O za­
man esasen başkalarının nasıl hatırladığını açıklamak gerekir -bu
durum da da aynı sorun yine aynı ifadelerle ortaya çıkardı gibi
görünüyor-,
15 Araştırmamızın başlangıç noktasını oluşturan birinci bölüm Revue
philosophique’ın Ocak-Şubat 1923 sayısında, bu kitaptakinin hemen he­
men aynı biçimiyle makale olarak yayımlanmıştır.
Eğer geçmiş tekrar ortaya çıkıyorsa, bu geçmişin benim bi­
lincimde mi yoksa diğerlerinin bilincinde mi ortaya çıktığını
bilmenin pek bir önemi yoktur. Neden tekrar ortaya çıkıyor?
Muhafaza edilmeseydi tekrar ortaya çıkar mıydı? Görünüşe ba­
kılırsa, klasik hafıza kuram ından hareketle anıların hatırlanması­
nı açıklamadan önce, anıları edindikten sonra muhafaza etmeyi
öğrendiğimizin söylenmesi sebepsiz değildir. Anıların muhafaza­
sının zihinsel süreçlerle açıklanması istenmiyorsa (bu açıklama
esasen epey anlaşılmaz olacak ve pek çok itiraza yol açacaktır),
anıları hatırladığımız zaman, onların tekrar bilinç durum una
gelebilmeleri için, psişik durum lar olarak zihinde bilinçaltı va­
ziyette var olmayı sürdürdüklerini kabul etmekten başka alter­
natif yok görünür. Böylece, geçmiş, yalnızca görünüşte yıkılmış
ve ortadan kaybolmuş olur. H er bireysel zihin, ardında anıla­
rın devamını getirir. Dilersek şu an, farklı hafızaların karşılıklı
olarak birbirleriyle yardımlaştıklarını kabul edebiliriz. Lâkin bu
durum da, hafızanın toplumsal çerçeveleri olarak adlandırılan
şey, aynı toplum un çok sayıda üyesinin bireysel anılarının top­
lamından, kom binasyonundan başka bir şey olmayacaktır. Belki
sonrasında anıları daha iyi bir sınıflamaya tabi tutmaya, birinin
anılarını diğerlerininkilerle ilişki içine koymaya yarayacaktır, an­
cak her halükarda, hafızayı doğal olarak varsaydığı için, hafıza­
nın kendisi hakkında hiçbir şey açıklamayacaktır.

Rüya hakkında yaptığımız inceleme, bilinçaltı durum da anı­


ların kalıcılıkları tezine karşı epey ciddi argümanlar sunm uştu
zaten. Ama rüyanın dışında, geçmişin gerçekte yeniden ortaya
çıkmasının değişim geçirmeden olmadığını, muhafaza ediliyor­
muş gibi değil de şu a«dan hareketle yeniden inşa ediliyormuş
gibi göründüğünü göstermek gerekiyordu.16 Ö te yandan da ha­
16 Elbette ki izlenimlerimizin, ortaya çıkışlarından bir süre sonra da ve bazen
de uzunca bir süre varlıklarını sürdürdüklerini hiçbir şekilde inkâr etmiyo­
ruz. Ama izlenimlerin “yankısı”, anıların muhafazası derken genel olarak
kastedilen şeyle karıştırılamaz. Bu yankı şüphesiz, tüm toplumsal etkilerin
ötesinde, türden türe değiştiği gibi bireyden bireye de değişir. Bu konu, sos­
yal psikoloji gibi başlı başına bir alan olan psikofizyolojinin sahası içindedir.
fızanın kolektif çerçevelerinin, ne iş işten geçtikten sonra bireysel
anıların kom binasyonu ile kurulduğunu, ne de dışarıdan gelen
anıların gelip içine yerleştiği içi boş basit formlardan ibaret ol­
duğunu, bilakis, toplumdaki baskın fikirlerle birlikte her döne­
me uyum sağlayan bir geçmiş imgesini yeniden oluşturm ak için,
kolektif hafızanın faydalandığı araçlar olduklarını göstermek
gerekiyordu. Bu kitapta, geçmişin yeniden inşasını ve anıların
konumlandırılmasını ele alan üçüncü ve dördüncü bölümlerde
gösterilmeye çalışılan şey budur.

Hafızanın sosyolojik bir kuram ının temellerini attığımız


bu incelemeden sonra doğrudan ve bizzat kolektif hafızayı dü­
şünmek kalıyordu geriye. Bireylerin hatırlarken sürekli olarak
toplumsal çerçeveleri kullandıklarını göstermek aslında yeterli
değildi. Bu çerçevelerin grubun veya grupların bakış açılarına
yerleşmeleri gerekiyordu. Ö te yandan bu iki sorun birbirlerine
bağlı olmakla kalmıyor, aynı zamanda tek bir sorun teşkil ediyor.
Bireyin, kendisini grubun bakış açısına yerleştirerek hatırladığı
ve grubun hafızasının da bireysel hafızalarda gerçekleşip görü­
nür olduğu da söylenebilir. Bu sebeple, son üç bölüm de kolektif
hafızayı ya da ailenin, dini grupların veya toplumsal sınıfların
geleneklerini ele aldık. Şüphesiz başka tipte toplum lar ve top­
lumsal hafıza biçimleri de vardır. Lâkin kendimizi sınırlamak
durum unda olduğumuzdan, bize en önemli görünenlerle, aynı
zamanda önceki araştırmalarımızdan hareketle bu çalışmada en
iyi şekilde ilerlememizi sağlayacak olanlarla yetiniyoruz. Hiç
kuşku yok ki, toplumsal sınıflarla ilgili olarak kaleme aldığımız
kısım ebat olarak diğerlerini bu yüzden geçiyor. Başka yerlerde
dile getirmiş ya da sezinlemiş olduğumuz bazı fikirleri de burada
yeniden ele aldık ve geliştirmeye çalıştık.
Birinci Bölüm

Rüyalar ve Görsel Anılar

“Ç ok sık bir biçimde”, diyor D urkheim 17, “rüyalarımız geçmişte


yaşadığımız olaylarla ilgilidir; dün, evvelsi gün, gençliğimizde vs.
uyanıkken gördüğüm üz ya da yaptığımız şeyleri bir kez daha gö­
rürüz. Bu tip rüyalar sık görülür ve hayatımızda önemli bir yere
sahiptir.” Devamında da, “geçmişte yaşadığımız olaylarla ilgili
olan rüyalar” derken kastettiği şeyi açıklıyor: “zamanın akışın­
da geriye dönm ek”, “uyurken, üzerinden çok uzun bir zamanın
geçtiği bilinen bir hayatı yeniden yaşadığını düşünm ek”, kısacası
“anıları, gün içerisinde olduğu gibi ama farklı bir yoğunlukta”
canlandırmak. İlk bakışta bu gözlem pek şaşırtıcı değil. Rüya
esnasında en çeşitli, en karmaşık psikolojik durumlar, hatta belli
bir ruhsal enerji harcamayı gerektiren durum lar ortaya çıkabil­
mektedir. Düşüncelere, duygulara, akıl yürütmelere anılar ne­
den karışmasın? Gelgelelim olguları daha yakından incelediği­
miz zaman bu önerme pek aşikâr görünmüyor.

Rüyalarımızdaki yanılsamalar arasında gerçek sandığımız


anıların olup olmadığını kendimize soralım. Bu soru şöyle ya­
nıtlanabilir: Rüyalarımızın tüm malzemesi hafızadan gelir; rüya­
17 Emile Durkheim, Lesformes elementaires de la vie religieuse, s. 79
lar, o an için kavrayamadığımız ama çoğu durum da, uyandıktan
sonra, doğası ve kökeni yeniden bulunması m üm kün olan anı­
lardır. Buna kolaylıkla inanırız. Ama asıl gösterilmesi gereken
(aynı zamanda alıntıladığımız pasajda da ileri sürülen) şey, rüya
içerisinde başka olaylara, başka sahnelere uyan ya da tamamen
kurgusal olan unsurların hiçbir dahli olmaksızın, geçmişimize
ait eksiksiz olay ve sahnelerin tüm özgüllükleriyle birlikte, ol­
dukları şekliyle yeniden üretilmeleridir. Öyle ki uyandıktan
sonra, bu rüya açıklanabilir çünkü ben bunu filanca koşullarda
yaşadım veya gördüm demekle kalmayız; bu rüya büsbütün bir
anı, filanca yerde falanca zamanda yaşadığım veya gördüğüm şe­
yin düpedüz yeniden üretimi deriz. “Zam anın akışında geriye
dönm ek” ve deneyimlerin bir kısmını “yeniden yaşamak” denen
şeyin kastedebileceği anlam yalnızca ve yalnızca budur.

Acaba biraz fazla mı titiz davranıyoruz? Veya bu türden ifa­


delerle sorulmuş bir soru saçma mıdır? Ya da yanıt bu denli
aşikârken bu soru neden? Rüyada anılar bazı şartlara bu derece
bağlıysa, o esnada, rüyadayken onları neden hemencecik tanıya-
mıyoruz? Eğer bunu becerebilseydik yanılsama hemen biter ve
rüya sona ererdi. Peki, geçmişten böyle bir sahnenin, kuşkuya
düşmeyeceğimiz kadar önemli birkaç ufak değişiklikle yeniden
üretildiğini varsayalım. Buradaki anı, som ut ve kesin anıdır;
ama zihnin, bu anıyı biraz değiştirerek kopya etmek için dev­
reye soktuğu gizil bir faaliyeti vardır ve bu faaliyet, uyanmaya
karşı rüyanın bilinçaltı bir savunusu gibidir. Örneğin kendimi
etrafında gençlerin bulunduğu bir masanın önünde görüyorum:
Biri konuşuyor; ama konuşan kişi bir öğrenci değil de orada bu­
lunm ak için hiçbir sebebi olmayan bir akrabam. Bu basit ayrıntı,
bu rüyayı, bir yeniden üretimi olduğu gerçek anıyla ilişkilendir-
memi engellemeye yetiyor. Peki, uyandıktan sonra bu ilişkiyi ku­
racağım zaman, bu rüyanın bir anıdan başka bir şey olmadığını
söylemeye hakkım olmayacak mı?

Bu da yine demek oluyor ki, yanılsamamızı sürdürm ek ama­


cıyla rüyalarımızı farkında olmaksızın değişikliğe uğrattığımız
için, uyurken geçmişimizi onu hatırlamaksızın yeniden yaşaya­
mayız ve aslında her şey, eski anılardan başka bir şey olmayan
veya olmama eğilimi gösteren rüyalarımızdaki geçmişimizi ta-
nıyormuşuz gibi cereyan eder. Lâkin bir anı, çok az tanıdığımız
bir anı bile olsa bizi neden uyandırsın? Rüyaya devam ederken,
rüya olduğu kişi tarafından fark edilen ve hatta az çok uzun ara­
lıklarla uyanılıp tam olarak aynı rüyaya defalarca tekrar dalınan
durum lar gayet mevcut. Öyle ki aynı rüyanın yeniden ortaya
çıktığı durum larda bunun bir tekrardan başka bir şey olmadığı
belli belirsiz bilinir; ama yine de uyanılmaz. Ö te yandan, kendi
bütünlüğü içinde geçmişimizin bir kısmını yeniden üreten, ger­
çek anlamıyla bir anının, biz onu tanım adan canlanması sahiden
tuhaf mıdır? Buradaki mesele, anı ve anıyı tanım a arasında böyle
bir ayrışmanın gerçekten gerçekleşip gerçekleşmediğini bilme
meselesidir. Bu bakım dan rüya “çok önem li” bir deneyim ola­
bilirdi, eğer fark edilmeyen anının, uyku esnasında birkaç kez
ortaya çıktığını bize gösterseydi. Anının tanınmaksızın yeniden
üretilebildiği sonucuna ulaşan en azından bir hafıza kuramı
mevcut. Hafızanın derinliklerinde hiçbir değişiklik ve boşluk ol­
madan geçmişin muhafaza edildiğini, yani hayatımızın herhangi
bir olayını her an yeniden yaşamamızın m üm kün olduğunu var­
sayalım. Bu anılardan yalnızca bazıları uyanıkken yeniden ortaya
çıkacaktır; anıları canlandırdığımız anda, “şu an”ın gerçeklikle­
riyle bağlantı halinde kalacağımızdan geçmişimize ait unsurları
tanımakta güçlük çekmeyiz. Peki, uykudayken bu temas koptu­
ğu sırada anıların bilincimizi istila ettiğini farz edelim. Bunları
anı olarak nasıl tanıyacağız? Anıları karşılaştırabileceğimiz bir
“şimdi” mevcut değil burada. Ç ünkü anılar bir geçmiştir; uzak­
tan yeniden hatırladığımız şekliyle değil, şim dinin gerçekleştiği
sırada vuku bulduğu şekliyle bir geçmiştir. Dolayısıyla anıların,
fark edilmemek için gizlenmeye veya biçim değiştirmeye dahi
ihtiyaç duymaksızın, uyku esnasında üzerimizde sanrılı bir tesir
uygulamalarına kuramsal olarak hiçbir şey karşı değil.
1. G eçm iş Yaşamımızdan Eksiksiz Sahneleri ya da
A yrıntdı Tabloları Rüyada Canlandıranlayız
D ört yıldan biraz fazla bir süredir (tam olarak Ocak 1920’den
bu yana) rüyaları, bizi ilgilendirdiği tarafıyla inceliyoruz, yani
geçmişimize ait eksiksiz sahneler barındırıp barındırmadıklarını
keşfetmek amacıyla. Sonuç, açıkça olumsuz. Rüyamızdan uyan­
dığımız zamanlarda bir düşünceyi, duyguyu, davranışı, bir olaya
ait bir detayı yeniden bulmamız çoğu zaman m üm kün olsa da,
bizzat rüya esnasında bir anıyı hiçbir zaman fark etmeyiz.

Gece düşlerini inceleyen birkaç uzmana başvuralım. Kaplo-


un şöyle yazıyor: “H içbir zaman, yaşanmış bir sahnenin tam am ı­
nı gördüğüm olmadı. Rüyanın kendi içerisinde tutarlı bir sahne
olması sebebiyle rüya esnasındaki eklemelerin ve değişikliklerin
payı, yakın zamanda yaşanmış, gerçekten alınma unsurların pa­
yından ziyadesiyle büyüktür. Ya da gerçeklik, tabiri caizse, rüya­
daki sahneye dâhil olan unsurların çekilip alındığı yerdir.” Hen-
ri Pieron’un bize gönderdiği bir m ektuptan şu pasaja bakalım:
“Bir dönem boyunca sistematik olarak not ettiğim rüyalarımda,
uyanıkken yaşadığım şeyleri birebir olarak yeniden yaşamadım.
Zam an zaman birtakım duyguları, görüntüleri, olayları az çok
değişmiş olarak yeniden gördüm, ama hepsi bu.” Bergson bize
çok fazla rüya gördüğünü ve uyandıktan sonra ise, rüyalarından
herhangi birinde, görsel anı olarak adlandırdığı şeyi ayırt ettiği
hiçbir durum u hatırlamadığını söylüyor. Bununla birlikte, derin
uyku esnasından geçmişine tekrar indiği hissine sahip olduğunu
da ekliyor. Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz.

Sonuç olarak, aradığımız şeyi tam olarak bulmasak da, ya­


pabildiğimiz kadar çok rüya tasviri okuduk. Rüyayla ilgili me­
selelere ilişkin “literatür”18 üzerine kaleme aldığı bölümde şöyle
yazıyor Freud: “Rüyaların yeniden ortaya çıkarttığı, geçmişin
kesitlerinden ibarettir. Bu, genel kuraldır. Gelgelelim istisnalar
da mevcuttur: Bir rüya, bir olayı, uyanık haldeki hafızanın üre­
18 Sigmund Freud, Die Traumdeutung, 1900 s. 13.
tebileceği kadar eksiksiz (vollstandig) olarak yeniden üretebilir.
Delboeuf, üniversitedeki çalışma arkadaşlarından birini (şu an
Viyana’da profesör) anlatıyor: Adam geçirmiş olduğu ve nere­
deyse mucizevî biçimde kurtulduğu tehlikeli bir araba kazası­
nı rüyasında tüm ayrıntılarıyla görmüş. Calkins Hanım efendi
de, uyanıkken yaşadığı bir olayı aynen tekrarlayan iki rüyadan
bahsediyor; ben de, çocukluğumda yaşadığım bir olayın rüya
esnasında eksiksiz olarak tekrarlandığım bildiğim bir örneği an­
latacağım.” Ancak Freud’un kendisi, doğrudan bu tarz bir rüya
deneyimlemiş gibi görünmüyor.

Şu örnekleri bir inceleyelim. Prag Üniversitesi’nde profesör


olan eski çalışma arkadaşı ve dostu, meşhur cerrah Gussenbauer’ın
anlattığı rüyayı D elboeuf’nün nasıl aktardığına bir bakalım.19
“Bir gün, dik bir yokuş ile tehlikeli bir eğimin bulunduğu bir ge­
çitte, isimlerini unuttuğum iki yeri birbirine bağlayan bir yolda
arabayla dolanıyormuş. Arabacı, atları var gücüyle kırbaçlayınca
atlar sinirlenmiş; araba ve yolcular defalarca uçurum a yuvarlan­
m anın ve yolun diğer tarafındaki kayalara çarpm anın kıyısından
dönmüşler. Geçenlerde Gussenbauer, rüyasında aynı yolculuğu
tekrar yaptığını, aynı yere geldiğini görmüş ve az kalsın kurba­
nı olacağı bu kazayı en küçük ayrıntısına kadar hatırlamış.” Bu
m etinden anlaşılıyor ki Freud ya çok yanlış anlamış ya da yanlış
bir anıyı dikkate almış; çünkü hiç şüphe yok ki, mevzubahis pro­
fesör bu rüyayı anlattığında, rüyasında aynı yolculuğu yapıyor
olsa bile (öte yandan arabada mı değil mi, aynı arabada mı değil
mi söylemiyor) aynı kazayı aynı şekilde atlatacağı aynı gezintiyi
yapmış olmuyor. Rüyasında, kazanın gerçekleştiği yere vardığı
anda kazayı hatırlamakla yetiniyor. Oysaki uyanıkken yaşanan
bir olayın rüyasını görmek ile rüyada aynı durum da yeniden bu­
lunmak, uyanıkken yaşanan olayların aynısına tanık olmak ya
da iştirak etmek, tamamen farklı şeyler. Bu ikisini karıştırmak
en azından tuhaf.
19 Joseph Delboeuf, Le sommeilet les reves, Revue philosophique, 1880, s. 640.
Bu örneğin yerine, yine ikinci ağızdan bir hikâye olan, Mar-
cel Foucault’nun aktardığı örneği koyabiliriz20 -öte yandan m uh­
temelen Freud bu örneği bilmiyordu-. Kloroform21 verilemeyen
bir hastanın bacaklarını tutm ak zorunda kaldığı bir ameliyattan
çok etkilendiği için, rüyasında aynı olayı onlarca kez gören bir
doktor varmış: “Tıpkı ameliyat sırasında olduğu gibi, masanın
üzerine yatırılmış bir vücut ve doktorlar vardı”. Uyandıktan son­
ra görüntü hâlâ aklındaymış; hem de hayalî bir biçimde değil,
son derece canlı bir biçimde. Güçbela uyumaya başladığında
yine aynı görüntülerle uyanıyormuş. G ün içerisinde imge zaman
zaman geri geliyormuş, ama o zaman daha cansızmış. Bu hayalî
tablo hep aynıymış ve olayı tastamam bir anı olarak sergiliyor-
muş. Nihayet bu takıntı sona ermiş. Söz konusu olayın meydana
gelmesinden sonra ve ilk kez rüyada görülmesinden önce, belki
kısmen yeniden inşa edilmiş bir imgenin, anının yerine geçe­
cek kadar kişinin düşüncesinde içselleştirilip içselleştirilmediği
sorulabilir. Buradaki imge, anının yerine öyle bir geçer ki, artık
olayın kendisiyle değil de, daha sonra rüyasında bunu yeniden
gören kişinin zaman zaman hayal gücünü besleyebilecek şekilde,
olayın defalarca ardışık olarak yeniden üretilmesiyle alâkamız
olur. Aslında bir anı, defalarca yeniden üretildikten sonra, yal­
nızca bir kez gerçekleşmiş olayların kronolojik dizilişine ait de­
ğildir artık; daha ziyade, bu anının üzerine (anının hafızanın
içerisinde olduğu gibi kaldığını kabul edersek) bir ya da daha
fazla temsil eklenir, ama bu temsiller de artık, yalnızca bir kez
görülen bu olaya denk düşmez. Ç ünkü bu olay düşüncede defa­
larca tekrar tekrar görülmüştür. Bu şekilde, bir insanın belli bir
yer ve zamanda görmüş olduğu anısını, sahip olduğu imgeden
ayırabiliriz; öyle ki bu insanın hayal gücü bu imgeyi yeniden inşa
edebilir (tabii bu anı yeniden hatırlanmadıysa) ya da bu imge
aynı kişinin art arda gelen pek çok anısının sonucudur. Tam
anlamıyla bir anıyı yeniden canlandırdığımızı söyleyemesek de,
böyle bir imge rüyada yeniden ortaya çıkabilir.
20 Marcel Foucault, Le reve, etudes et observations, Paris 1906, s. 210.
21 Türkçe Söyleyen N otu [T.S.N.]: Bir tür anestezik madde.
Bu gözlemi Brierre de Bismont’un, Abercrombie’den aktar­
dığı şu gözleme22 benzetebiliriz: “Glasgow’un önemli banka­
larından birinde veznedar olarak çalışan bir arkadaşıma, diyor
Abercrombie, bürosundayken bir şahıs kendisini tanıtmış ve altı
sterlinlik bir tutar talep etmiş. O ndan önce sırasını bekleyen pek
çok insan varmış ama adam kekemeliği yüzünden o kadar gürül­
tücü ve dayanılmazmış ki asistanlardan biri, adamdan kurtulsun­
lar diye parayı vermesi için veznedara yalvarmış. O da bu isteği
gönülsüzce kabul etmiş ve bunu deftere not etmemiş [cümlenin
bu son kısmında Abercrombie şöyle diyor: Ve bu olay hakkında
daha fazla düşünmemiş]. Yılsonunda, yani sekiz-dokuz ay sonra
kasa açık vermiş; sürekli altı sterlinlik bir açık bulunuyormuş.
Arkadaşım bu açığın sebebini anlamak için boş yere günlerini ve
gecelerini harcamış. Yorgunluktan bitap düşmüş halde eve dön­
müş, yatağa uzanmış ve rüyasında büroda olduğunu, kekemenin
kendisini tanıttığını görmüş ve kısa sürede bu olay tüm ayrıntı­
larıyla tastamam gözünün önüne gelivermiş. Paralarını kontrol
ettikten sonra ise bu m iktarı defterine meğer hiç kaydetmediğini
ve m iktarın bir yanlışa karşılık geldiğini fark etmiş.” İşte böyle
diyor Brierre de Bismont. Gelgelelim Abercrombie’nin m etninin
kendisine gittiğimizde, yazarın bilhassa sıra dışı bulduğu şeyin,
veznedarın o an zihninde hiçbir izlenim bırakmayan ve farkına
bile varmadığı bir detayı rüya sırasında hatırlayabilmiş ve öde­
meyi not etmediğini fark edebilmiş olması olduğunu görüyoruz.
Peki, neler yaşanmış olabilir, bir bakalım. Veznedar, rüyadan ön­
ceki günlerde kendisini şaşırtan bu sahneyi hatırlar: Defalarca
düşündüğü, sıklıkla canlandırılan bu sahneyi basit bir imgeye
dönüşür. Diğer yandan, ödemeyi not etmeyi unuttuğunu var­
sayması gerekir. Kafasını meşgul eden bu imge ile bu varsayımın
rüyada birleşmesi aslında doğaldır. Ama ne biri ne de öteki tam
anlamıyla bir anıdır. Elbette bu durum , rüyada hayali görülen
olayın tam olarak fark edilmesini açıklamıyor. Lâkin daha tuhaf
22 John Abercombie, Inquiries conceming the intellectual pouter 11. Baskı,
Londra 1841 (1. baskı 1830’da çıkmış). Yalnızca 12. baskısına başvurabil­
dik. Aktaran: Brierre de Bismont, Des hallucinations (3. baskı, 1852, s. 259)
tesadüfler de var. Calkins’in gözlemine gelince, bu gözlem bi­
rinci ağızdan anlatılıyor.23 Ama tüm anlattığı şundan ibaret: “C.
(bu tanımlamayı kullanan kendisi), (rüyadan) hem en önce yaşa­
nan bir olayın dosdoğru ayrıntısını rüyasında iki kez gördü. Bu,
mekanik hayal gücünün en basit örneklerinden biri.” Doğrusu­
nu söylemek gerekirse, not olarak şunu ekliyor: “M aury’nin yap­
tığı gibi bunu, “göz ardı edilmiş anı” yahut “bilinçsiz (...) hafıza”
olarak adlandırmak yanlış. Hafıza, olayın bilinçli olarak geçmiş­
le ilişkilendirilmesi ve bana aktarılmış olmasıyla hayal gücünden
ayrılır.” Terim ve tanımları tartışmayalım. Burada önemli olan,
bahsi geçen rüyaların şimdiye kadar boş yere araştırdığımız rü­
yalar olmasıdır. Maalesef ki rüyaların hiçbiri doğrudan anlatıl­
mamış. Bu araştırmanın kısa sürede çok sayıda rüyayı incelemiş
olması da bir o kadar can sıkıcı. Calkins, elli beş gece boyunca,
gece başına aşağı yukarı dört rüya olmak üzere iki yüz beş rüyayı
not almış; ikinci gözlemci S ... ise kırk altı gece boyunca yüz yet­
miş rüya not etmiş -not aldığı rüyalar da bizi ilgilendirecek cins­
ten değil aslında-. Araştırma altı ila sekiz hafta arasında sürmüş.
Tüm bunlar biraz anormal. Ayrıca bir yandan, Calkins’in “bir
olayın dosdoğru ayrıntısı ile” derken neyi kastettiğini, diğer yan­
dan ise, rüyadan önce olan olayın ne olduğunu ve son olarak da
olay ile rüyanın görüldüğü gece arasında gerçekten de herhangi
bir ara bulunup bulunm adığını bilmemiz gerekirdi.

Geriye sadece, Freud’un aktardığı rüya kalıyor. Freud, rü­


yanın anlatıldığı kitabın sayfasını belirtmemiş. Anlattıkları
arasından yalnızca bu rüya, beklentisini aşağı yukarı karşılıyor:
Meslektaşlarından biri, kısa bir süre önce rüyasında eski mü-
rebbiyesini namüsait bir durum içinde gördüğünü anlatmış.
Mürebbiye, hizmetçi kadının yanına uzanmışmış (bu hizmetçi,
rüyayı gören kişi on bir yaşına gelene dek o evdeymiş). Sahnenin
geçtiği yer rüyada görünüyormuş. Rüyayı gören kişinin ağabeyi,
rüyasında gördüklerinin doğruluğunu teyit etmiş. “Ağabeyi o za­
23 Mary W hiton Calkins, The American Journal o f Psychology, 5. sayı, 1893, s.
323, Statistics o f dreams.
man altı yaşında olduğu için olayı çok iyi hatırlıyormuş. Âşıklar,
yaşça büyük bir oğlana bira içirip sarhoş ediyorlarmış ama o za­
manlar üç yaşında olan, hizmetçiyle aynı odada uyuyan küçük
oğlanı -rüyayı gören kişi- engel olarak görmüyorlarmış.”24 Freud,
bu tasvirin belli bir geceye ilişkin mi ya da rüya gören kişinin
yalnızca bir kez şahit olduğu belli bir olaya ilişkin belirli bir anı
mı olduğunu, yoksa daha ziyade genel anlamda bir çağrışım mı
olduğunu bize söylemiyor. Bu kez, sahnenin tüm ayrıntılarıyla
yeniden üretildiğini de söylemiyor. Eğer doğruysa bu olay yine
de ilgi çekici. Başka yazarlardan alınmış aynı türden örnekler de
bu olayla benzerlikler içerebilir.

M aury anlatıyor25: “Çocukluk yıllarımı Meaux’da geçirdim


ve sıklıkla Trilport adındaki komşu köye giderdim.” Babası ora­
da bir köprü inşa ediyormuş. “Bir gece rüyamda, çocukluk yılla­
rıma geri döndüğüm ü gördüm ve Trilport köyünde oyun oynu­
yordum .” Burada üniformalı bir adam görmüş ve adam ismini
söylemiş. Uyandıktan sonra bu isimle alakalı hiçbir şey hatırla-
mıyormuş. Sonra evlerindeki yaşlı hizmetçi kadına sormuş ve
kadın, bu ismin babasının inşa ettiği köprünün bekçisinin ismi
olduğunu söylemiş. Arkadaşlarından biri M aury’ye şöyle bir
hikâye anlatmış: Kişi rüyasında, yirmi beş yıl önce çocukken ya­
şadığı M ontbrison’a dönüş yolunda, şehrin yakınlarında tanım a­
dığı bir adamla karşılaştığını, adamın ona babasının bir arkadaşı
olduğunu ve isminin de T . .. olduğunu söylediğini görmüş. Kişi
bu isimde birini tanıdığını biliyormuş ama yüzünü çıkaramıyor-
muş: Sonrasında gerçekten de bu adamla karşılaşmış; rüyasında
gördüğü haline de benziyormuş, sadece biraz daha yaşlıymış.

Hervey de Saint-Denis26, bir gece rüyasında Brüksel’de, Saint-


Gudule Kilisesi’nin karşısında yaşamakta olduğunu gördüğünü
anlatır. “O ldukça canlı bir sokakta dolanarak sakin sakin gezini­
24 Sigmund Freud, a.g.e, s. 129.
25 L.-F. Alfred Maury, Le sommeil et les reves, 4. Baskı, Paris 1878, s. 92.
26 Hervey de Saint-Denis, Les reves et les moyens de les diriger, Paris, 1867.
yordum , sokakta, yoldan geçenlerin neredeyse üzerine düşecek
alacalı tabelaları olan pek çok dükkân vardı”. Rüyada olduğu­
nun ve daha önce hiç Brüksel’e gitmediğinin farkında olduğun­
dan, daha sonra tekrar hatırlayabilmek için, dükkânlardan birini
büyük bir dikkatle incelemeye koyulmuş. “Bir şapka dükkânıydı
(...) İlk olarak, tabelanın birbirine çapraz duran iki direğini fark
ediyorum; biri kırmızı, biri beyaz, sokağa doğru sarkmışlar ve
çizgili kumaştan devasa bir şapkanın taç kısmı olarak yukarıda
duruyorlar. Aklımda tutabilm ek için dükkânın adını defalarca
okuyorum; evin numarasını ve de tepesi sarmaşık benzeri bir
figürle süslenmiş küçük bir kapının mermi başına benzeyen şek­
lini fark ediyorum.” Rüyayı gören kişi birkaç ay sonra Brüksel’e
gidip “alacalı tabelaların ve hayalî dükkânın bulunduğu soka­
ğı” boş yere arıyor. Aradan yıllar geçiyor. Daha önce “çocuk­
luk yıllarında” gitmiş olduğu Frankfurt’a gidiyor. Judengasse’a
giriyor. “Tüm bulanık anılar hayal meyal zihnimi ele geçirme­
ye başlamıştı. Bu eşsiz duygunun sebebini bulmaya çalışıyor­
dum .” O zaman Brüksel’deki nafile arayışlarını hatırlıyor. Me­
ğer Judengasse’ta bulunduğu sokak rüyasındaki sokakmış: Aynı
yanardöner tabelalar, aynı yazılar, aynı hareketler. Daha sonra
rüyasındaki o evi bulduğunda şöyle diyor: “Rüyamdaki evin o
kadar birebir aynısıydı ki altı yıl öncesine geri dönm üşüm de
daha uykum dan hiç uyanmamışım gibi gelmişti.”

Tüm bu rüyaların ortak bir özelliği var: Rüyada canlandı­


rıldıktan sonra, uyandığımız sırada yeniden kavrayamadığımız,
herhangi bir zamanda kalmış çocukluk hatıraları olmaları ve rü­
yalarımıza karışmış olarak geri dönmeleri. Bu durum da, daha
önceden yaşanmış gerçekliklere tam olarak denk düştüklerini
görmek için ise ya başkalarının hafızalarından yararlanmamız ya
da nesnel bir araştırma ve tetkike yönelmemiz gerekiyor.

Oysa yeniden görünen şeyler eksiksiz sahneler değildir elbet­


te; bir isim, bir yüz, bir sokak tablosu, bir ev tablosu. Yine de
tüm bunlar, aşina olduğum uz deneyimlerimize, rüyalarımızda
kesik kesik karşılaştığımız zaman şaşırmadığımız anılara ait de­
Another random document with
no related content on Scribd:
Harper was a stranger in Cawnpore, but he knew that the numerical
strength of the garrison was ridiculously low, and, knowing this, his
heart sank as he observed unmistakable signs of coming mischief.
During the journey he had been astonished at the large number of
mounted natives he had met speeding along to and from Delhi, and
he had no doubt that these men were spies and agents, passing
backwards and forwards with news; so that he was not surprised
when he found that information of his coming had preceded him to
Cawnpore; and as he passed through the streets he was frequently
met with the ironical question, put by some insolent native, “Holloa!
how fares it with the English in Delhi?”
His companion, too, was also subjected to considerable attention.
Her appearance belied the idea that she belonged to the lower order,
although she was dressed in the commonest of native dresses; but
there was an air of refinement and bearing about her totally out of
keeping with her costume. This did not escape the keen scrutiny of
hundreds of eyes, and many were the ominous whispers that fell
upon the ears of Harper, and he frequently detected the words
—“She is from the Palace. She is one of the King’s slaves.”
He lost no time in proceeding to the English quarters; he found them
deserted; and he soon ascertained that the Europeans were
congregated with General Wheeler behind the earth-works. This
place was some distance from where he then was, and both he and
Haidee were greatly exhausted. But food and shelter were not to be
had, so he set his face boldly towards the fortifications.
It was quite dark now; even the stars were obscured. The travellers
held on their way; no words passed between them, for each was
occupied with his and her thoughts. They drew near to their
destination; they could see the lights in the barrack windows, but
they had yet about a quarter of a mile to go. The road was through
some clustering trees, and past a number of straggling native huts;
these places all seemed deserted—at least, none of the natives
showed themselves. In a little while Harper stopped suddenly, and
drawing Haidee to him, whispered—“I believe that we are being
followed. I am certain that I have discerned figures moving quickly
about, as if dodging us. Do not be alarmed,” as he passed his arm
round her and drew his pistol. “We have not far to go, and if we can
reach the barracks we shall be safe. See,” he exclaimed, in a low
tone, and pointing to a small mound upon which grew two or three
palms, “I am convinced that there are some men there moving about
suspiciously. Do you not see them?”
“Yes, yes,” she murmured, clinging to him—not from fear for herself,
but rather as a mother would cling to her child when she knows that
danger threatened it. “Let us proceed cautiously.”
They went on for a few yards, until they were nearly abreast of the
mound; then Harper stopped again, and he placed himself before
Haidee, for a sound had come to him that was terribly ominous. He
had heard the sharp “click, click,” of a rifle. His soldier’s ear detected
it in a moment.
“Crouch down, Haidee. Crouch down. They are going to fire,” he
said, quickly.
But the words had scarcely left his lips when there rang out on the
still night air a startling report, and a tongue of fire darted from the
clump of trees. Then instantly another report, and another tongue. It
was certain that two rifles had been fired, and one of the bullets had
found its billet. Harper tossed up his arms, and, with a gurgling gasp,
sank to the ground. With a shrill scream Haidee threw herself beside
him. She passed her arm round his neck; she bent over and kissed
him frantically.
“Oh, my beloved!” she moaned, “speak to me. Do not die! Do not
leave Haidee alone in the world! Oh, ye Houris of goodness!” she
prayed, as she turned her eyes up to heaven, “ye who observe
human sorrow from the gates of Paradise, pity me, and spare this
mortal.”
Perhaps her prayer was heard—perhaps some pitying angel did
carry it up, and lay it before the throne of mercy.
The wounded man heard it, and he managed to clutch her hand, and
press it to the left side of his breast. The blood was gushing out—his
warm blood—and it flowed over her hand and arm. In an instant she
had bared his breast; and, tearing off her muslin skirt, she stanched
the wound. He could not speak, but a faint pressure of the hand
gave her hope.
“My beloved, live—live!” she murmured. “Oh, for some assistance!
But you must not lie here; it were death to do so. Oh, that I had a
man’s strength but for a brief half-hour.”
She had passed her arm still further under his neck, and, getting a
firm hold with her other hand round the lower part of his body, she
raised him up. She staggered beneath the load for a moment, but
planting her feet firmly, and drawing a deep breath, she started
forward, bearing the almost lifeless body of the man for whom she
had risked so much. Her burden called for the utmost physical
strength to support; but what will love not do? She struggled along,
resting now and again, but never putting down her precious load,
never for a moment shifting his position, and trying to avoid the
slightest jerk, for she was fearful of the wound bursting out afresh,
and she knew that to let that precious life-current flow was to let the
life, so dear to her, drift away.
Harper was quite unconscious now. His arms hung down powerless.
It almost seemed to her that he was already dead; and she grew
cold with fear as she thought every moment she would find the
beloved form stiffening in her arms.
Word-painting would fail to adequately depict the woman’s feelings
as she staggered along in the darkness. The welcome lights were
before her eyes—would she reach them? Even if the life was not
already gone out of the body she bore so tenderly in her arms, a few
minutes’ delay might prove fatal. Never did shipwrecked mariner,
floating on a solitary plank in the midst of a wild ocean, turn his eyes
more eagerly, imploringly, prayerfully, to the distant sail, as she
turned hers towards those lights. Her heart throbbed wildly, her brain
burned, her muscles quivered with the great exertion; but she would
not be conquered. Love was her motive-power; it kept her up, it lent
her strength, it braced her nerves. And she would have defended the
helpless being in her arms, even as a tigress would defend its
wounded young.
On—step after step—yard after yard—nearer and nearer the goal.
“Who goes there? Stand and answer.”
It was the challenge of an outlying English sentry.
She uttered a cry of joy, for the man was within a few paces of her.
Never did words sound more welcome in human ear than did that
challenge to the devoted Haidee.
“A friend,” she answered quickly, in English. “Help me!—quick—I
bear a wounded officer in my arms.”
The man gave vent to an expression of profound surprise as he
hurried forward to meet her. In a moment he had raised the alarm.
The signal flew from post to post. A few minutes only passed, but it
seemed an age. Then she saw a body of men advancing with
lanterns. Gently and tenderly they took the insensible form of Harper
from Haidee. She walked beside him, or rather staggered, for nature
was thoroughly exhausted, and only strength of will kept her up.
The guard was passed, and the barrack was reached. Harper was
laid upon a mattress on the floor, and two doctors were speedily
bending over him; and while one administered a powerful stimulant,
the other made a critical examination of the wound.
Haidee’s eyes wandered from the one face to the other. She noted
every expression, she tried to read the thoughts of the doctors, but
she did not worry them with useless questioning. But when the
examination was completed and lint had been applied to the wound,
she grasped the arm of the nearest medical man, and whispered—
“Tell me truly—will he live?”
“It is possible,” the doctor answered tenderly.
Hope shone again, and, with the words still ringing in her ears, she
sank down beside the wounded man, and in an instant was steeped
in a death-like sleep.
Then loving hands—women’s hands—raised her tenderly and bore
her to a couch, and the doctors proceeded to make a more minute
examination of their patient’s condition.
CHAPTER XIX.
FROM CAPTIVITY TO CAPTIVITY.

In one of the outbuildings attached to the Rajah of Bhitoor’s dwelling,


four natives are seated. It is night. From a smoke-blackened beam, a
long, rusty chain swings. Attached to this is one of the primitive
cocoa-nut lamps, the sickly light from which scarcely does more than
make the darkness visible. At one end of the apartment is a charcoal
fire, on which a brass lotah, filled with boiling rice, hisses. The men
are sitting, Indian fashion, upon their haunches; they smoke in turns
a hubble-bubble, which they pass from one to another.
It is a weirdly picturesque scene. The blackened mud walls of the
building have a funereal aspect, heightened by the swinging lamp as
at the door of a tomb.
But the four dusky figures seated round the fire, and reddened by the
glow from the charcoal, slightly relieve the sombreness. They would
not inaptly represent spirits of evil, holding counsel at the entrance to
Tartarus. Their eyes are bleared by the opium they smoke, and, as
they converse, the shifting expression of their faces betrays that
there is joy at their hearts. But it is not a good joy. It is rather a
gloating as they think of the sorrow and suffering of those whom they
are pleased to consider their enemies. They are—or so they like to
believe—self-constituted avengers of their country’s wrongs, and
they would, if it were in their power, write “Death” across the “Book of
Life” of every one indiscriminately, whose misfortune it was to have a
white skin.
To destroy the power of the Great White Hand—in other words, to
exterminate the British—is the souls’ desire of these men, as it is
possibly of every, or nearly every, native in India on this eventful
night.
As it is given to man to love, so it is given to man to hate, and the
hate of the human heart is beyond human understanding; it has no
parallel in anything that draws the breath of life. The savage animals
of the forest may rend and tear, but in their nature there can be none
of the deadly poison of resentment and hatred which a man can
cherish.
But in the hearts of these four men there is that which predominates
even over the hatred. There is lust, there is the greed of gain, and
the cringing, fawning servility which ignoble natures ever display
towards those higher in the social scale than themselves, and upon
whom the goddess of wealth has showered her favours lavishly. Two
of the men we have seen before—they are Moghul Singh and Jewan
Bukht. The other two are retainers of the King of Delhi. An hour ago,
when Jewan had come down from Miss Meredith’s chamber up in
the tower, he was surprised, not to say annoyed, to find Moghul
Singh waiting for him.
When the first greetings were passed, Jewan invited his visitor to this
place, although he did not know the errand upon which he had
come. But there was that in Singh’s manner and laugh which told
Jewan that Flora Meredith was in some way, if not the sole cause of
Moghul’s visit to Cawnpore. And this idea was very soon to be
confirmed; for as the men gathered round the fire, and the hubble-
bubble had been filled and passed, Jewan ventured to inquire the
nature of his visitor’s business.
Singh laughed, or rather grinned, and his eyes sparkled maliciously
as the question was put.
“To take back the Feringhee woman of yours, Jewan,” was the
answer, an unpleasant one enough to Jewan; for, apart from the
risks he had run on her account, he bore some sort of feeling for her;
certainly not love, because that is a holy passion, and so, for the
want of a better word, it must be called an infatuation. Well, bearing
this feeling, being dazed by her beauty, and above all, having a
strong desire to subdue her will, he could not reconcile himself to the
thought of parting with her, nor was he altogether prepared to do so.
“If that is the only object that has brought you here, methinks you will
go back again empty handed,” he replied.
Moghul grinned again—grinned with the self-assurance of a man
who knows that he holds the winning trump card, that he can play at
any moment to the discomfiture of his opponent.
“I think not so, Jewan, my faithful one. Come, fill the pipe again; it
need not be put out, even if you do not like my errand. Ah, ah, ah! By
my faith, one would think by the look on your face that you had been
called upon to disgorge a lac of rupees, instead of to give up
possession of a woman that can only cause you a world of trouble.”
“I am not so sure of that. At any rate, having caged the bird, I mean
to keep her. She shall pipe for me alone.”
“Oh, oh!—ah, ah! Pass the pipe; this smoke is comforting. You mean
to keep her, eh? By the Prophet’s beard, Master Jewan, they are big
words. Blow the charcoal, Hadjee,” turning to one of his companions,
“that rice does not boil fast enough, and it is not good to laugh much
on an empty stomach. You mean to keep her? Ah, ah! That is a good
joke. Methinks you will need a strong cage then, and a good keeper.”
“I have both.”
“Have you so? But you forget, my friend, that bars may be broken
and keepers bribed.”
“Neither of which you will dare to do.”
“And why, my faithful Jewan?”
“For two reasons.”
“And they are—”
“That I would denounce you sooner than you should have her, and
kill you if you attempted to take her.”
“Oh, oh! Jewan Bukht, the good days that are coming for us are
making you bold indeed. Have a care, my youth. I have performed
some deeds of daring in my time, and brook not insolence from one
who has passed his days in scribbling for the English dogs.”
“You will find that I can wield something more formidable than a pen
if you taunt me,” returned Jewan, the passion glow rising in his dusky
face.
“May be so,” answered Moghul sarcastically; “but in spite of your
threats I tell you I shall take this woman back.”
“You speak authoritatively. By what right will you take her back?”
“By the King’s command. Ah, ah, ah!—oh, oh! There I have you,
Jewan.”
Jewan’s brows contracted, for he felt that he was beaten, and dare
not disobey that command.
“Come, come,” continued the other; “don’t look as if a jungle cat had
bitten you. After all, you are not called upon to give up much, and
you cannot afford to quarrel with the King. He heard of this woman
almost directly after you left, and he despatched me instantly to bring
her back. So give me the key of your cage, and let me get the work
done, for I don’t like these jobs. Besides, I am anxious to get back to
Delhi, for there are rare times there now, and rupees are plentiful.”
“Well, as there is no help for it,” said Jewan, “I suppose I must. But I
should like to have broken this woman’s spirit, for she has defied
me.”
“Pshaw! there is higher game to fly at than that. Besides, there are
good times dawning for Cawnpore, and you will come in for a share
of the spoil. But let us have our supper, for I am hungered.”
Hadjee had already turned the rice on to a large brass dish, and
added to it the indispensable mess of curry, and having procured
some water from a neighbouring well, the four men seated
themselves round the rice, and commenced to eat.
When the meal was ended, Moghul rose.
At the same moment, a tall, powerful, and savage-looking man
entered; his name was Haffe Beg, and he was employed by Jewan
Bukht, on behalf of Nana Sahib, as a spy.
Jewan rose as the man entered.
“Ah, Haffe! what news? You have been absent for some days.”
“Yes,” answered the man gruffly; “I have had business.”
“Important, I suppose, since it has detained you?” said Jewan.
“Yes; word was brought to me a few days ago that a woman and an
Englishman were travelling from Delhi towards Cawnpore.”
“Indeed!” cried Moghul Singh; “who were they?”
“I don’t know; but evidently fugitives, and of importance. The woman
came from the Palace; she was a Cashmere woman, I believe. The
man was an English officer.”
Moghul Singh’s brow contracted, and he bit his lip. “My prisoner
Harper, by the beard of Allah!” he exclaimed, wrathfully, “and the
woman Haidee, or may my eyes never see daylight again. I have
long suspected her of treachery. But they do not live now!” he added,
significantly.
The man grinned as he replied—
“I am not certain.”
“Not certain!” repeated Bukht, angrily. “By the Prophet! rupee of thy
master’s shall never again find its way to thy pouch if you failed.”
“You do not mean to say they escaped?” added Moghul menacingly.
“Keep your threats for your slaves,” answered Beg, with a defiant air.
“As soon as I heard that these people were on the road, I set out to
meet them; but they evidently did not follow the main road. I learned
that they had entered the city. I returned. They made for the English
quarters, and from there to the defences at the barracks. No
opportunity presented itself until they were near the English guard;
for the night was dark. But, as soon as I could, I sent two bullets after
them, with as true an aim as was possible under the circumstances.”
“And you hit your mark, of course?” chimed in Moghul and Bukht
together.
“One, at least, fell,” answered Beg; “but afraid that the report of the
gun had alarmed the sentries, I retired. Later on I sought the spot;
the bodies were not there, but there was a pool of blood. Whether
the English, guided by the report, had come out and carried the
bodies away, or whether only one of the two fell and the survivor
carried the other off, I don’t know; but I believe one of my bullets for
certain found the woman’s heart.”
“If that is so, I can forgive you for your bungling,” Moghul remarked
between his set teeth. “I would not let her escape for a lac of
rupees.”
“I think you may console yourself, then,” said Beg. “I was guided by
her white dress, and I feel sure she fell.”
“So far that is satisfactory, but take further steps to learn,” replied
Moghul. Then, turning to Bukht, he said—
“I cannot waste more time—I must go.”
“How do you travel?” asked Bukht, moving towards the door.
“By gharry. It stands there in the compound, and I have a pair of
splendid horses, provided for the return journey by the Nana’s head
syce (groom).”
Bukht led the way, followed by Moghul and the other men. The
building in which they had been sitting was about a hundred yards
from the tower. As Jewan reached the foot of the tower he stumbled
over something. It was a woman. He stooped down and looked in
her face, then uttered a cry of surprise. The face was Wanna Ranu’s.
But the woman was stone dead, and there was scarcely a whole
bone in her emaciated body.
“This smacks of treason!” Jewan exclaimed, as he hurried to the
door of the tower.
He had soon gained the top storey. He had a key of the door of the
room in which he had imprisoned Flora. As he entered he gave vent
to an imprecation, for she whom he sought was not there. He hurried
to the balcony. The broken railings told the tale.
“There has been foul play!” he said, as he turned hurriedly to
Moghul, who stood with a look of consternation on his face; for he
could not hope to make the King believe that the girl had escaped,
and, if he returned without her, he knew he would fall into disgrace.
At this moment there came up a cry from Zeemit Mehal—purposely
uttered, for she had heard Jewan’s voice.
“That cry comes from Mehal,” he said, “or I am much mistaken. We
shall soon know how the girl has escaped.”
He hurried down, followed by the others.
“What is the meaning of this?” he asked, as he bent over the
wounded Zeemit.
“Alas! it means that I have well-nigh lost my life in your cause. But
Wanna, where is she?” she suddenly exclaimed, for she was anxious
to know whether her foe lived, and had told Jewan anything.
“The hag is dead,” he answered; “she lies almost pounded to a jelly
at the foot of the tower.”
“That is good,” Zeemit cried, with unfeigned joy. “She deserved it—
she deserved it. Tempted by a heavy bribe offered by the girl, she
was going to set her free; but I interfered to prevent it. We struggled,
and both fell over.”
“But the girl—where is she?”
“Alas, she must have escaped! but I have no recollection of anything
after I fell.”
Jewan bit his lip. He felt that he was foiled, and it galled him almost
beyond endurance.
“How long is it since you saw her?” asked Moghul of Jewan.
“Scarcely two hours.”
“Then she cannot be far off; and we will find her if she has not got to
the English quarters.”
“Thou art a faithful servant,” said Jewan to Zeemit; “and shall have
attention and ample reward. But you must wait until I return, for we
shall have to recapture this woman.”
As they went away Mehal smiled with satisfaction, in spite of the pain
she was enduring; for she scarcely doubted that Flora had by this
time discovered Walter Gordon, and the two were safe within the
British lines. But fate had willed it otherwise. The men scarcely
reached the compound, when the first thing that met their gaze was
the bewildered Flora, flying unconsciously from the devoted lover
who had perilled his life to save her.
A stranger to the place, and almost blinded with terror, she was
rushing frantically about to endeavour to find a way out of the
grounds into the city. But her chance had passed. With a diabolical
cry of glee, Jewan rushed forward, followed by Singh.
Miss Meredith knew that she was pursued, though she was too
confused to tell by whom. She darted away in the direction of some
buildings that seemed to offer her a chance of hiding; but she was
deceived. On she sped again, followed closely by the cowardly
ruffians. She knew not where she was going to, she scarcely cared,
so long as she could escape them. She would have thrown herself
into a well, or dashed her brains out against a wall, if either had been
at hand.
The grounds were extensive, and, to an uninitiated person, little
better than a maze. The farther she went, the more hopelessly
confused she became. Now darting here, now there, until with a wail
of pain she fell upon the grass in a swoon. Nature was merciful, and
came to her relief.
It might have seemed better had she fallen dead. But, in the
mysterious workings of Providence, it was not so ordained. Her
destiny was not fulfilled—her book of life not yet completed, so that
the Angel of Death could write “Finis” on the last page. She must live
to the end, whatever of sorrow, whatever of agony was in reserve for
her.
“We’ve run the cat down,” said Moghul, as, breathless, he stooped
over the prostrate girl, and lifted her in his strong arms.
Jewan laughed—laughed joyously, ferociously; he would gladly yield
her up to the King twenty times over, rather than she should escape.
In a few minutes they had placed her in the gharry, which was driven
through a private entrance, and was soon on the other side of the
Ganges, and speeding along the road to Delhi.
Within a hundred yards of where the unfortunate Flora had fallen,
Walter Gordon slept soundly, and when the sound of the wheels of
the departing vehicle had died out, the silence of the night remained
unbroken.
CHAPTER XX.
AS A BIRD IS ENSNARED.

As the sounds of the wheels died away, Jewan Bukht half-regretted


that he had given his consent for Flora to go with Moghul Singh. He
blamed himself now for being so indiscreet as to take her to Delhi in
the first instance; but there was no help for it. He had lost her, he
believed, beyond all hope of recovery; and if he wished to retain his
position, he was bound to acknowledge the supremacy of the King.
He knew that. And so, consoling himself as best he could, he turned
towards the tower, with the intention of rendering some aid to Zeemit
Mehal.
He found that the old woman had managed to drag herself into the
room. She was terribly shaken, and weakened from loss of blood,
but it was evident that she yet had a good deal of vitality left in her
frame.
“How fares it now?” he asked, as he entered.
“Better,” she answered. “Strength is returning to me. But what of the
Englishwoman?” she added eagerly.
Jewan laughed.
“She is safe. The bird thought to escape me, but her wings were not
strong enough. We brought her down again; and I warrant she will
be caged securely enough now.”
Mehal groaned with sorrow.
“What is the matter?” asked Bukht, quickly taking the exclamation as
an expression of sympathy.
“My wound pains me,” she answered.
“Or have you sympathy with the Feringhee woman?” asked Bukht,
eyeing the other suspiciously.
“Sympathy forsooth!—no. Have I not risked my life in your service?
Why then suspect me of sympathy? But after what I have suffered, I
regret that you have lost possession of her.”
“You do not regret it more than I; but it was the King’s command, and
I could not disobey.”
“But how did the King know that she was here?”
“Some meddling fool, I suppose, in Delhi, informed him.”
“That is bad. You cannot hope to regain her?”
“No.”
“Without she was to escape.”
“Escape! What do you mean?”
“You are dull. Supposing she were to escape, and you to re-capture
her.”
“But how should she escape.”
“If bars and bolts were withdrawn, and doors and gates thrown open,
why could she not walk out?”
“I do not understand you.”
“Supposing somebody was near her, who would offer her liberty.”
“But who dare do this in defiance of the King?”
“I.”
“You!”
“Yes.”
“So, so,” Jewan muttered musingly. “I think I gather your meaning
now. And yet I am not quite clear what you would propose to do,
after she had escaped.”
“The plan is simple. I go to Delhi. I seek out this woman. I pretend to
be touched with some feeling of pity. I offer to aid her in escaping.
She accepts that offer. She walks out of one trap into another. Once
free from Delhi, she can be re-captured by you, and secretly
conveyed away, so that the King shall no more find her.”
“I like your plan,” Jewan added, after a pause; “but there is danger in
it.”
“Danger! How so?”
“If the King were to get to know that I had had a hand in this, it would
be my ruin.”
“But how would he get to know? I should not tell him, and the
Feringhee woman could not.”
“True. If I can depend upon you, the plan might work.”
“If you can! Why can you not? Have I not proved myself faithful?”
“Yes.”
“Then why these suspicions? They are unjust.”
“Because there is so much danger in the plan that extreme caution is
needed.”
“I do not blame you for being cautious; but since you have been to
so much trouble, and risked so much to gain this prize, it is worth
some effort to try and retain her.”
“That is so,” said Jewan, for he saw that the plan was quite possible,
and the chances of once more getting Flora into his power was too
strong a temptation to be resisted. “I think you reason well,” he
continued; “and if you are cautious, we may succeed. At any rate, let
us make the attempt. If you are true to me, I will pay you five
hundred rupees the moment this woman is once more mine; but if
you play me false, your life shall be forfeited.”
“You need not threaten. I have served you well; I will serve you
better. Get me assistance, so that my hurt may be attended to; and,
when I have regained a little strength, I start for Delhi. Time shall
prove how well I will serve you.”
This was said significantly, but Jewan failed to catch its meaning.
The old woman felt that she was leading him into a pitfall, and she
could scarcely restrain the pleasure she experienced. Her love for
Flora was unmistakable, and it was a fact strangely at variance with
the demoniacal-like hatred exhibited by the majority of the natives,
that, during the mutiny, the truest friends to the whites were the
ayahs or nurses. It is certain that many of these women—and there
was one in every house in India, where there were children or ladies
—paid for their fidelity with their lives.
“You know the reward and the penalty which attaches to your
errand,” Jewan remarked. “Death or riches. I depend upon you, and
you shall go. To-morrow we will confer further on the subject. For the
present, good-night.”
When he had gone, Mehal gave utterance to a sigh of relief. She had
made up her mind either to save Flora, or die in the attempt. She
had no doubt that if she could but get near Miss Meredith—and this
she knew would not be difficult—some plan of escape might be
easily arranged, and the young Englishwoman could be restored to
the arms of Walter Gordon. As Mehal thought of him, she felt inclined
to seek him at once, and make known her plans. But she must wait
until somebody had attended to her. She had not to wait long.
Jewan’s first act was to have the mangled corpse of Wanna Ranu
conveyed away, and it was soon floating towards the sea on the
bosom of the Ganges. Then he sought out a native doctor, and
despatched him to render aid to the wounded Mehal. Her wound was
dressed, and a restorative administered; and in a little while she
sank into a deep sleep.
In the meantime, Walter Gordon, refreshed and strengthened by his
long rest, had awoke, and ventured to look out from his hiding-place.
He knew that many hours had passed since he had entered, and he
began to grow exceedingly anxious about the success of Mehal’s
plans. She had promised, if possible, to bring Flora to him.
The reader is already aware how that plan had failed; but little did
Walter dream that the woman for whom he would willingly have died
to serve had been near him, and fled away in alarm, as she
observed his disguise.
It will be remembered that on leaving Meerut he had adopted the
garb of a religious mendicant, and so complete was this disguise that
no wonder Miss Meredith had been deceived. And it had not
occurred to Mehal to tell Flora that her lover would be found dressed
as a native. Thus by an omission, apparently trifling in itself, the
troubles of the lovers had been complicated, and the two were
separated probably never to meet again.
As morning commenced to break, Zeemit Mehal awoke,
considerably strengthened by the medicine she had taken, and the
sleep she had secured. Her first thoughts were of Walter. She must
endeavour to see him and to arrange some plans for their future
guidance.
With difficulty she arose, for she was very ill, and the loss of blood
had been great. Having assured herself that all was quiet, and that
there was no one stirring, she commenced to descend, and soon
gained the compound. This she quickly crossed, and stood in the
shed where Walter waited, burning with anxiety and suspense
almost unbearable. In the uncertain light, he did not recognise for
some moments who his visitor was; but as soon as he discovered it
was Mehal, he sprang towards her, and in a voice, rendered
tremulous by his excessive anxiety, cried—
“What of Miss Meredith—where is she?”
“Hush!” Mehal answered, clutching his arm and leaning upon him, for
she was terribly weak.
Then for the first time, Walter noticed the bandage round the old
woman’s head, and that something was the matter. His heart sank
within him, for Mehal’s appearance in such a plight augured a
disaster—so he thought—that might annihilate his hopes.
“What is the meaning of this?” he asked eagerly, as he led the
woman to the heap of straw.
“Our plans have miscarried,” she said, as she seated herself with
difficulty, and the pain from her wound caused her to utter an
involuntary groan.
The strong man staggered as the words were uttered, for it sounded
like the death-knell of Flora. In an instant he remembered the
promise he had made to Mrs. Harper the night before he had left
Meerut. “I will either save Flora, or perish in the attempt.” That
promise should be fulfilled one way or the other. He mentally
pledged himself again to that.
When he had recovered from the first effects of the startling news,
he said—
“But how is it the plans have miscarried? and where is Miss
Meredith?”
“I liberated her. She must have been near you.”
Gordon uttered a cry of agony, and pressed his hand to his head, as
there flashed through his brain the remembrance of the cry which
had startled him in his sleep, and which he believed to be a delusion,
but he now knew was a reality. He moaned, fairly moaned, with the
unutterable sense of sickness which was at his heart, as he realised
that, by some accident, Flora had been near, without discovering
him.
“Tell me all,” he said, when he was able to speak.
Mehal related the circumstances of her struggle with Wanna, of
Flora’s descent to the balcony, of her starting off for the shed, and
the other particulars which have already been chronicled.

You might also like