Fanatizm Bir Fikrin Kullanımları Üzerine 1st Edition Alberto Toscano Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Fanatizm Bir Fikrin Kullan■mlar■

Üzerine 1st Edition Alberto Toscano


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/fanatizm-bir-fikrin-kullanimlari-uzerine-1st-edition-alber
to-toscano/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Forever united 1st Edition Alissa Toscano

https://ebookstep.com/product/forever-united-1st-edition-alissa-
toscano/

Prática Penal Diogo Toscano Geovane Moraes

https://ebookstep.com/product/pratica-penal-diogo-toscano-
geovane-moraes/

Séneca 1st Edition Alberto Monterroso

https://ebookstep.com/product/seneca-1st-edition-alberto-
monterroso/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/
Bir Kedi Bir Adam ■ki Kad■n 1st Edition Jun Ichir■
Tanizaki

https://ebookstep.com/product/bir-kedi-bir-adam-iki-kadin-1st-
edition-jun-ichiro-tanizaki/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Alberto Giacometti Biografia 1st Edition Catherine


Grenier

https://ebookstep.com/product/alberto-giacometti-biografia-1st-
edition-catherine-grenier/

La revolución cuántica 1st Edition Alberto Casas

https://ebookstep.com/product/la-revolucion-cuantica-1st-edition-
alberto-casas/

00 Eserciziario di Excel II edizione 155 esercizi


risolti e commentati Italian Edition Alberto Clerici
Clerici Alberto Alberto Clerici [Clerici

https://ebookstep.com/product/00-eserciziario-di-excel-ii-
edizione-155-esercizi-risolti-e-commentati-italian-edition-
alberto-clerici-clerici-alberto-alberto-clerici-clerici/
Alberto Toscano
Fanatizm
Bir Fikrin Kullanımları Üzerine
Kültür eleştirmeni, sosyal teorisyen, felsefeci ve çevirmen. Bil­
hassa Marksizm, "gerçek soyutlama" teorileri ve kapitalizmde
değer, siyasal öznelik, isyan, devrim ve toplumsal değişim, din
siyaseti ve sosyolojisi, operaismo ve otonomizm, maddi olma­
yan emek, biyopolitika, emperyalizm ve imparatorluk, sanat
politikaları ve iktisat estetiği gibi konularla ilgileniyor. Londra
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak araş­
tırmalarına devam eden Toscano, Marksizmin akademik çev­
relerde yeniden canlanmasında önemli bir rol oynayan Histo­
rical Materialism dergisinin de editörlerinden. Ayrıca Badiou'
nun Le Siecfe (Yüzyıl) ve Logiques des mondes (Dünyaların
Mantığı) gibi kitaplarının ve Antonio Negri' nin Descartes po/i­
tico'sunun (Siyasal Descartes) lngilizceye çevirisiyle tanınıyor.
Çağdaş felsefe, siyaset ve sosyal teori alanında pek çok maka­
lesi olan yazarın, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Fanatizm'in yanı
sıra The Theatre of Produdion (Üretim Tiyatrosu, 2006) adın­
da bir kitabı daha var.
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 10726

Fanatizm
Bir Fikrin Kullanımları Üzerine
Alberto Toscano

lngilizce Basımı: Fanaticism


On the Uses of an idea
Verso, 2010

©Alberto Toscano, 2010


Türkçe Yayım Hakları©Metis Yayınları, 2013
Çeviri Eser©Barış Özkul, 2013

ilk Basım: Kasım 2013

Yayıma Hazırlayan: Özge Çelik

Kapak Resmi:
Donna Ruff, "Spreads of lnfluence"
(Etkinin Yaprakları/Yayılması).
"Fireworks/ Ateş işleri" sergisi.
Fotoğraf: Urmila Mohan.

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No.12/197-203
Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003
Matbaa Sertifika No: 11931

ISBN-13: 978-975-342-909-2
Alberto Toscano

Fanatizm
BİR FİKRİN KULLANIMLARI ÜZERİNE

Çeviren:
Barış Özkul

@ı) metis
Nina için
İçindekiler

Giriş ................................................................................................................................... 11

1 . Aşırılık Figürleri .............................................................................................. 29

2. Modem Siyasetin Binyılcılık Ruhundan Doğuşu ............... 71

3. Akılla Cebelleşmek: Fanatizm ve Aydınlanma .................. 126

4. Doğu'nun Devrimi: İ slam, Hegel ve Psikanaliz ................ 177

5. Soyutlamalar Çatışması: Marx'ın Dinle İ lgili


Görüşlerini Yeniden Değerlendirmek . .
.................. ............ ......... 200

6. Soğuk Savaş ve Mesih: Siyasal Din Ü zerine .


......... ........... 231

Sonuç .
........................................................ .......... ::........................................................ 277

Teşekkür . .
............................. .......... ............................................................................ 283

Kaynakça .
............................................................ ...................................................... 285

Dizin . .
....... ............................................. ....................................................................... 301
Anabaptistlerin tarihini yazan, düşmanları değil de
kimdi?
Richard Overton

İnsanlığın haklarını savundular, fakat bunu vahşi


hayvanlar gibi yaptılar.

Voltaire, Essai sur fes moeurs


(Milletlerin Adabı Üzerine Deneme)

Yalnızca felsefi ve dinsel bir mesele olarak gördük­


leri şey aslında devrim ve siyasetle ilgiliydi.
Robespierre

Akıldışı olan her şeye aptallık deyip geçemeyiz.

Emst Bloch, Heritage of Our Times


(Zamanımızın M irası)
Giriş

"FANATİK", siyasi sözdağarımızdaki en ağır yaftalardan biridir. Hoş­


görü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı olan fanatik, siyasi rasyona­
lite çerçevesinin dışında durur; hiçbir argümana tahammül edeme­
yen ve ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tar­
zı ortadan kalktığında yatışacak olan (bu onu yatıştırmaya yeterse
tabii) azılı bir inancın boyunduruğu altındadır. Winston Churchill'in
bir tarihte iğneleyici bir üslupla dile getirdiği gibi fanatik, "kafasını
değiştiremeyen, konuyu da değiştirmeyecek olan biridir". Fanatik
ayrıca değişmez, uzlaşmaz, iflah olmaz bir öznedir. Fanatizmin un­
surları veya kaynaklarını çeşitli şekillerde açıklamaya çalışanlar ol­
sa da, müzakere alanının dışında yer alan fanatik eylem, toplumsal
ve siyasi davranışlarla ilgili değerlendirmelerimizi yönlendiren ras­
yonalite varsayımına layık görülmez çoğu zaman. Bu mantığa göre,
diyaloğu reddeden kimseler üzerine kafa yormaya değmez. "Empa­
ti kurma gücümüz", "başkalarının yüreğine dokunma yetimiz" "ma­
sumları düpedüz dingin bir hazla öldüren kişilerin donuk bakışları­
na nüfuz edemez." ı
Hegel fanatizm "soyut coşkusu"dur, demiştir. Fanatizmle ilgili
tüm siyasi ve felsefi mülahazaların merkezinde soyutlama meselesi
vardır. Fanatiği delinin birinden ayıran ve fanatizme aşırı tehlikeli
bir şey havası veren unsur, soyutlama ve dolayısıyla evrensellik ya
da eşitlikçiliktir. Fanatizmin aşikar hümanizm karşıtlığı çoğu za­
man bir tür hümanizme, etnik ve toplumsal sınırlan çiğneyen bir si-

1 . Barack Obama, "Preface to the 2004 Edition", Dreamsfor MyFather, New


York: Crown, 2004. Beni bu satırlardan haberdar eden Bart Moore-Gilbert'a te­
şekkür ederim.
12 FANATİZM

yasi evrenselciliğe vesile olur - gerçi böyle bir hümanizm asla in­
sancıl olamaz.2 Her türlü izaha ve diyaloğa kapalı da olsa, fanatizm
çoğu zaman rasyonalitenin yokluğundan ziyade aşırılığıyla özdeş­
leştirilir. Soyutlama meselesine odaklanmak -Marx'ın dinle ilgili
düşüncelerinin bıraktığı en önemli miras budur- fanatizmi yaygın
olarak sekülerleştiği varsayılan bir kamusal alana dinin mütecaviz
bir biçimde girmesinden ibaret sayan o basite kaçan fanatizm anla­
yışını derinleştirmemize olanak sağlar; dahası, fanatizmi siyasal bir
din başlığı altında ele alan, dinin içindeki sökülüp atılamaz bir po­
tansiyel ve komünizm gibi "totaliter" hareketlerin itici gücü olarak
gören fanatizm analizleriyle hesaplaşmamıza da olanak sağlar. Fa­
natizmi bir soyutlama siyaseti başlığı altında ele alarak, bu meflıu­
mu birbirlerinden farklı görünen düşünce disiplinleri, tarihsel dö­
nemler ve coğrafi alanlardaki sayısız değişimle birlikte izleyebili­
riz. Eleştirel ve tarihsel bir fanatizm incelemesini, günümüzde ev­
rensel kurtuluş ile soyut evrensellik arasındaki ilişkiye odaklanan
daha kapsamlı bir tefekküre açabiliriz böylece. Jacques Derrida'nın
şu sorusu söz konusu ilişkiyi iyi özetliyor: " Kişi kendini soyutla­
mayla mı kurtarmalıdır, yoksa soyutlama yapmaktan mı?"3 Fanatiz­
min tarih ve siyasetini yeniden düşünmek, kuşatılmış Batı'yı irras­
yonel düşmanları karşısında savunmaya yönelik manasız çağrılara
karşı çıkmanın bir yolu olduğu gibi, radikal bir özgürleşme ve eşit­
likçilik siyasetinin -yüzyıllardır defalarca fanatizm ithamıyla ka­
ralanan bir siyasetin- ne gibi açmazları olduğunu veya hangi açı­
lardan umut verici olduğunu da görme olanağıdır.
Bu kitap, ödün vermenin reddi ile evrensele yönelik sınırsız bir
dürtünün, esrarengiz ve istikrarsız bir biçimde, fanatizm bayrağı al-

2. Faysal Devji'nin El Kaide'nin kurban etmeye dayalı hümanizmini karşı­


sezgisel bir biçimde ele aldığı etkileyici çalışmasında belirttiği gibi, "günümüzde
pek çok [cihatçı] militan, insanlığı kurbanlıktan çıkarıp aktöre dönüştürmenin,
uyguladıkları şiddeti meşrulaştırmaktan ziyade bu şiddetin içeriğini oluşturduğu
. . . küresel bir insanlığı ön plana çıkardığı kanısındadır". Faysal Devji, The Terro­
rist in Search of Humanity: Militanı lslam and Global Politics, Londra: Hurst,
2008, s. 30, 17.
3. Jacques Derrida, "Faith and Knowledge: The Two Sources of 'Religion' at
the Limits of Reason Alone", Religion içinde, J. Derrida ve G. Vattimo (haz.),
Stanford: Stanford University Press, 1998, s. 6.
GİRİŞ 13

tında birleşmesi üzerinde duruyor. Kimi zaman, fanatizm suçlama­


sı bir kimlik veya toprağı savunurken esnek, hoşgörülü, sağduyulu
bir yaklaşım benimsemeyi reddedenlere yöneltilir. 19. yüzyılda İ n­
gilizler adına Hindistan'ı keşfe çıkan kaşifler, imparatorluğun idare­
cileri ve isyan bastırma uzmanları, Hindistan'dan Sudan'a çeşitli ül­
kelerde karşılaştıkları isyancıları "fanatik" olarak nitelemiş; parti­
zanca cesaretlerinin yanı sıra yerel dayanışmalarının da sağlam ol­
duğunu gönülsüzce de olsa teslim ettikleri bu insanların ortadan kal­
dırılmasını savunmuşlardır. Kimi zaman da, mülksüzleştirilmeye
direnen kimselerden ziyade, evrensel hakları ya da hiyerarşi ve ay­
rıma tabi olmayan evrensel bir insan doğasını kayıtsız şartsız olum­
layan kimseler fanatik addedilmiştir. Edmund Burke, Hippolyte Ta­
ine ve daha nice düşünürün Fransız Devrimi'ne karşı etkili polemik­
leri bu kategoriye girer. Bu düşünürlerin yazıları, Jakobenleri mo­
dem fanatiklerin arketipi haline getirmiştir: Modem fanatik, "fana­
tikliği en aşırı raddeye vardıran bir misyonerlik ruhunun hükmetti­
ği"' dine "keşiş misali" bağnazca saldıran, örf ve adetleri, adabımu­
aşereti hiçe sayan, yeni yasalar dayatan ve toprakları bölen pervasız
bir yenilikçidir - bütün bunları yaparken de soyutlama çılgınlığına
kapılıp insani meselelere, sanki bunları matematiksel teoremler ve­
ya geometrik nesneler gibi ele almak mümkünmüş gibi, "korkunç
bir kurgu" dayatır.4 Burke'ün "siyaset teorisinin zorbalığı"na5 yö­
nelttiği zehir zemberek eleştiriler, radikal eşitlik yanlılarının tümü­
nün tehlikeli fanatikler olarak tanımlanması için bir model oluşturur
- bunun en belirgin örneğini 1 9. yüzyılda ABD'de kölelik karşıtı
harekete yöneltilen saldırılarda görürüz; ayrıca ister sosyalist, ister
anarşist, isterse komünist bir çizgi izlesin, işçi sınıfı hareketinin ta­
rihinde de aynı şeyle karşılaşırız. İ nsan haklarını ve koşulsuz eşitli­
ğe dayalı "siyasal metafiziği"6 yayan felsefi "fanatikler" le ilgili uya­
rılara, köklerinden kopmuş entelektüeller ile dürtülerinin emrindeki

4. Edmund B urke, Rej7ections on the Revolution iıı France, L. G. Mitchell


(haz.), Oxford: Oxford University Press, 1993 [ 1790], s. 1 1 0, 37.
5 . Conor Cruise O'Brien, "Edmund Burke: Prophet Against Tyranny of the
Politics of Theory", Edmund Burke. Refiections ofthe Revo/ution in France için­
de, F. M. Tumer (haz.), New Haven: Yale University Press, 2003 [ 1790].
6. Burke, Refiections on the Revolution in France, s. 58.
14 FANATİZM

fevri güruhlar arasındaki her an patlamaya hazır ittifaka odaklanan


komplocu bir sosyoloji eşlik eder genelde.7
Devrim karşıtı olan fanatizm eleştirisi oldukça kalıcı bir izah ve
polemik modeli geliştirmiş; ateist, soyut ve evrenselleştirici bir
doktrin olarak anlaşılan felsefenin toplumsal olarak uygulanmasını
fanatizmin esası olarak tanımlamıştır. Karşı-Aydınlanma'nın kurucu
jesti olarak görülebilecek bir hamleyle, Aydınlanma dönemi Fransız
entelektüellerinin dinsel fanatizme yönelik eleştirisini, bizzat bu fi­
lozofların temellerini attığı bir siyasete yönelterek şu tür sorular
sormuştur: "Bu dehşet verici fanatizm, dinden kaynaklanan fana­
tizmden bin kat daha tehlikeli değil mi?"8 Burke lafı hiç gevelemez:
Bu filozoflar fanatik; her türlü çıkardan bağımsız olarak (sırf ç ıkar me­
selesinin söz konusu olması bile onları daha yumuşak başlı yapardı) zıva­
nadan çıkmış bir hiddetle her türlü beyhude deneye sürükleniyorlar, o ka­
dar ki en önemsiz deneyleri uğruna bütün insanlığı feda edecek gibi görü­
nüyorlar . . . Mutlak bir metafizikçinin yüreğinden daha katı bir şey düşünü­
lemez. Bu yürek, insanın kırılganlığı ve tutkusundan ziyade, kötücül bir ru­
hun soğuk habasetine yakındır. Tıpkı kötülük ilkesi gibidir; cisimsiz, arın­
dırılmış, arıtılmış, katışıksız, safi kötülük . 9

7. Taine'e göre "Jakobenizm, ideoloji v e toplumsal uyumsuzluğun bileşimin­


den doğan doktriner bir hastalıktan ibarettir; Aydınlanma rasyonalizmi, müvekki­
li olmayan psikopat ve marjinal avukatlar, hastası olmayan doktorlar, bir kıymeti
olmayan diplomaların bir mevkisi olmayan, sahipleri vb.nin çıkarlarıyla kesişme­
seydi, bu kadar etkili olamayacak ütopik bir soyutlamaydı." Bkz. Patrice Higon­
net, "Terror, Trauma and 'Young Marx' Explanation of Jacobin Politics", Past and
Present, 191 (2006), s. 125. Liberal Benjamin Constant'ın kılavuzu Mme de Car­
riere şunu sormuştur: "Jakobenizmin kurucu unsurları nelerdir?" Yanıtı tipiktir:
"Üç beş fanatik ve bir sürü muhteris insanın zengin olmak isteyen yoksulların ha­
setlerini istismar etmesidir" (aktaran Higonnet, s. 1 37). Devrimci entelektüellerin
aktivizmini mali spekülasyonun yıkıcı etkisine bağlayan Burke'ün sosyolojisi ve
siyasal iktisadı için bkz. J. G. A. Pocock, "Edmund Burke and the Redefinition of
Enthusiasm: The Context as Counter-Revolution", F. Furet ve M . Ozouf (haz.),
The French Revolution an the Creation of Modern Political Culture, Vol: 3: The
Transformations of French Political Culture, 1 789-1848 içinde, Oxford: Perga­
mon Press, 1989.
8. Madame de Geniis, aktaran Darrin M. McMahon, Enemies of the Enligh­
tenment: The French Counter-Enlightenment and the Making of Modernity, New
York: Oxford University Press, 200 1 , s. 45. De Maistre ve Rivarol gibi su katılma­
dık gericileri de içeren epey faydalı bir çalışma.
9. Edmund Burke,"A Letter to a Noble Lord", Further Reflections on the Re­
volution in France, D. E. Ritchie (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1992, s. 3 14.
GİRİŞ 15

Soğukluk tam da Herder'in felsefenin tehlikeli fanatizmini ta­


nımlamak için seçtiği yüklemdir; Herder, Luther'in köylü isyanının
teoloj isini eleştirmek için türettiği Schwiirmerei terimini kullanmış­
tır. Ona göre felsefeyle fanatizm eşanlamlı hale gelmiştir: "Çağımı­
zı felsefe çağı olarak adlandıran kişi filozof idiyse şayet, soğuk
Schwiirmerei ve schwiirmender soğukluk çağını kastetmiştir belki
de . . . Schwiirmer en büyük filozof olmayı ister; en büyük filozof da
en büyük Schwiirmerdir."ıo Aydınlanma'yı eleştirenler, sözgelimi
Herder ve Lessing, soyutlama, karışıklık (kaynama) ve kitle davra­
nışı (yine kaynama) arasındaki ilişkiye dikkat çekmiş, filozof ile -
Lessing'in deyimiyle- "insan hakları için schwiirmt" kişi arasında
yakın ve tehlikeli bir ilişki koyutlamıştır. Bu düşünürler "frenlen­
memiş öznelcilik ile kolektif delilik, daha doğrusu, tek bir benliğin
içpatlaması ile kolektif benliğin dış patlaması arasında sapkın bir
diyalektik"11 tespit etmiştir.
Bu kitapta fanatizm başlığı altında incelediğimiz terim ailesinin
dilsel ve etimolojik kaynakları böylece tahrip edilmiştir. Schwiir­
merei kargaşa, gerçekdışılık, tehditkar bir çokluk ve kaynama anla­
mına gelirken,ı2 coşku da (Enthusiasmus, enthousiasme) kaynağı ta

1 0. Johann Gottfried Herder, "Philosophei und Schwiinnerei, zwo Schwes­


tem", aktaran Anthony J. La Vopa, 'The Philosopher and the Schwiirmer: On the
Career of a Gennan Epithet from Luther to Kant', Enthusiasm and Enlightenment
in Europe, 1650-1850, San Marino, CA: Huntington Library, 1998, s. 92. Ayrıca:
"Dini coşkuda olduğu gibi devrimci siyasetin duygusallığında da bireysel içedö­
nüklükle kolektif hezeyan korkutucu bir diyalektik etkileşime girmiştir" (s. 1 05).
Teoriyle siyaset arasındaki ilişkiyi anlamak için kurulan bu şemanın esnekliğine
işaret eden Perry Anderson, "Parizyen irrasyonalizmin moda felsefesi"ni, bu fel­
sefenin temel mefhumu Arzudan hareketle, " 1968'deki toplumsal isyanla beraber
insanların gözünün açılmasını izleyen öznelci bir Schwiirmerei" olarak tanımla­
mıştır. Bkz. Arguments within English Marxism, Londra: New Left Books, 1980,
s. 1 6 1 ; Türkçesi: Marksizmde Tartışmalar, çev. Ahmet Özdemir, İstanbul: Göçe­
be, 1998.
1 1 . La Vopa, 'The Philosopher and the Schwiirmer', s. 98. Esasen bu tartışma­
nın felsefi mirasçılarından genç Schelling'in yazıları hakkında düşünürken fana­
tizm konusuyla ilgilenmeye başladım. Bkz. Alberto Toscano, "Fanaticism and
Production: Schelling's Philosophy of Indifference", Pli: The Warwick Journal of
Philosophy 8 ( 1999).
12. Coleridge unutulmaz bir pasajla Schwiirmerei'ın bilişsel ve kolektif bo­
yutları arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir: "Yaratıcı velinin zayıflığı Ve s'onüklü�
16 FANATİZM

Greklere, Platon ıJ felsefesine kadar uzanan ilahi bir esini çağrıştırır;


fanatizm (Fanatismus,fanatisme) ise kutsal bir mekana atıfta bulu­
nan Latince fanum teriminden türer (fanumun karşıtına profan, fa­
num un itibarını kaybetmesine de profanlaşma denir). ı4 Fanatici,
Roma'da Bellona olarak bilinen Kapadokyalı Tanrıça Komana'nın
müritlerine verilen addı. "Tanrıça'nın bayramını kutlarken kentin
sokaklarında koyu renk elbiselerle uygun adım yürür, korkunç çığ­
lıklar atar, borazan, davul ve zil çalar ve tapınakta bedenlerinde ya­
ralar açıp döktükleri kanı Tanrıçalarına sunarlardı."ı5 Şeceresinden

ğünün zorunlu sonucu olarak duyuların dolaysız izlenimlerine bel bağlanması.


zihni hurafe ve fanatizme yatkın hale getirir. Gereken içsel ve gerçek sıcaklıktan
yoksun kalan bu sınıfın zihinleri, tapınağın çevresindeki kalabalıkta kendi başla­
rına sahip olmadıkları müşterek bir sıcaklık ararlar. Kendi başlarına rutubetli ot
gibi soğuk ve duygusuzken kalabalıklarla hemhal olarak ısınıp coşarlar; bazen de
kalabalıkların artan coşkusuyla tıpkı anlar gibi kıpır kıpır olup hırçınlaşırlar. Al­
mancada fanatizm kelimesinin (en azından özgün anlamının) arıların üşüşüp top­
laşmasından, yani schwiirmen, schwiirmerey'den türemesinin öyküsü budur." Sa­
muel Taylor Coleridge, Biographia Literaria, New York: William Gowans, 1852,
s. 163; Türkçesi: Denemeler, çev. Halit Çakır, İstanbul: YKY, 1993. Schwiirmerei
ve toplaşmanın Freudyen ve Lacancı psikanalize atıfla yapılmış içgörülü ve öz­
gün bir analizi için bkz. Justin Clemens, "Man is a Swarm Animal", The Catastro­
pic lmperative içinde, D. Hoens, S . Jöttkandt ve G. Buelens (haz.), Basingstoke:
Palgrave, 2009.
13. Margot ve Rudolf Wittkower, Bom Under Saturn, New York: New York
Review of Books, 2007, s. 98.
14. Fanatizmin Fanatismus veyafanatisme ve Schwiirmerei olarak Almanca
ve Fransızcadaki tarihi için Wemer Conze ve Helga Reinhart'ın kaleme aldığı
"Fanatismus" başlıklı etkileyici maddeye bkz. Geschichtliche Grundbegrijfe:
Historisches Lexicon zur politisch-sozia/en Sprache in Deutschland, c. 2, O.
Brunner, W. Conze ve R. Koselleck (haz.), Stuttgart: Klett-Cotta, 1975. "Fanatiz­
min" Avrupa dışındaki diller ve düşünce geleneklerine yapılan çevirilerinin izini
sürmek ya da benzer biçimlerde kullanılan otokton kavramları araştırmak çok il­
ginç bir proje olur, fakat böyle bir şey benim yeteneklerimin ötesinde. Fanatizmin
modem Arapçadaki karşılığı olan ta'assubun kabile dayanışmasına ve partizan
hissiyata işaret ettiği gibi İbn-i Haldun'un 14. yüzyılda yazdığı evrensel tarih an­
latısı Mukaddime'de tartışılan asabiyyah teriminden türemesi kayda değerdir. Al­
Afghani, 1 879'da şu satırları yazar: "Aynı dine bağlı ve aynı itikadın ilkelerinde
mutabık kişilerin fanatizmi (ta'assub), topluluğu ilgilendiren meselelerde hakka­
niyetli olmaya özen gösteren sağduyulu bir mutabakatla dışa vurulur, farklı olanı
rencide etmez, onun korunmasını sağlar." Bu tanıma göre "fanatizm" hoşgörünün
karşıtı değildir. Bkz. Biancamaria Scarcia Amoretti, Tolleran:a e guerra santa
nelf/slam, Floransa: Sansoni (Scuola Aperta), 1974.
GİRİŞ 17

kaynaklanan safsatalara hiç girmeden (ileride göreceğimiz gibi fa­


natizmin bu kült modeliyle alakasız bir sürü kullanımı vardır), 16 te­
rimin kökeninde, başlangıçta dinle bir bağlantının yanı sıra, öteki­
nin diniyle (Bellona bir devlet kültü değildir, lejyonerler Anado­
lu'ya yaptıkları seferlerden dönerken bunu da beraberlerinde getir­
mişlerdir) ve kontrolsüz şiddetle iştigal etmenin izlerinin de oldu­
ğunu saptayabiliriz. Canetti'nin Kitle ve İktidar'ındaki Şiilerin Mu­
harrem törenleriyle ilgili anlatılanlardan, Voltaire'in Felsefe Sözlü­
ğü'ndeki kendini teolojiye kaptıranlara dair betimlemelere dek, kar­
şımıza çıkan boyun eğmez dinci "fanatik" portrelerinin pek çoğu­
nun habercisi, Bellona kültünün belli başlı özelliklerinin o dönem­
de yaşayan Romalı bir yazara ait tasviridir: "Bellona'nın aşkıyla
kendinden geçmişken, ne ateşten korkar ne de kamçıdan. Gözünü
bile kırpmadan bigennisle kollarında yaralar açar, tanrıçayı kanla
sular, yine de hiç acı hissetmez. Ayakta, kolları delik deşik bir halde,
kudretli tanrıçadan vahiy gelir ona. " 1 7 Fanatiğin sık kullanılan eşan­
lamlılarından bağnaz kelimesi de Roma İmparatorluğu'nda türetil­
miştir. Bağnaz bilhassa siyasi bir terimdir, kolonyal Roma'nın Filis­
tin'deki sömürgeci varlığına karşı dinsel saiklerle örgütlenen Yahu­
di direnişiyle ortaya çıkmıştır. İki bin yıllık karşı-isyan l iteratürü
çerçevesinde bu Yahudi direnişini aktaran vakanüvis Josephus, as­
keri zayıflığı telafi edecek milliyetçi ve manevi coşkudan, "sayısız

15. William Smith, "Fanum", Dictionary of Greek and Roman Antiquities


içinde, W. Smith, W. Wayte ve G. E. Marindin (haz.), 2. basım, Londra: John Mur­
ray, 1890.
1 6. Sözgelimi, semptomatik bir yanlış anlama sonucunda dini taşkınlığın se­
bebini psikopatolojide arayan modem yazarlar, terimi fantazi mefuumlarıyla iliş­
kilendirerek ona Yunan bir etimoloji icat etmiştir. Civil Society and Fanaticism
adlı eserinde fanatizmin kullanımlarına ilişkin ideolojik bakımdan saldırgan ol­
makla birlikte son derece faydalı bir inceleme sunan Dominique Colas, bu seman­
tik taşmaya işaret eder: "Kalvin.fanatique terimi henüz ortaya çıkmamışken onun
yarı-Yunan ikizi olan plıantastique kelimesini Latince fanaticusun eşdeğeri ola­
rak Anabaptistleri tanımlamak için kullanmıştır. Aslında iki Fransızca terim -
plıantastique (ki ilkin bu ortaya çıkmıştır) ilefanatique-ve iki imla-ph ile/­
arasında ikincisinin tedricen galip geldiği gizli bir rekabet yaşanmıştır." Domini­
que Colas, Civil Society and Fanaticism: Conjoined Histories, İng. çev. A. Ja­
cobs, Stanford: Stanford University Press, 1997, s. 12.
17. Tibullus, akı. Robert Turcan, The Gods of Ancient Rome, Londra: Rout­
ledge, 2001 , s. 1 16.
18 FANATİZM

insanın bile baş edemeyeceği hayvani cesaretten", "tutkularının em­


rinde" savaşan insanlardan bahseder. 18 Bu kitapta siyasal şiddet ve
uzlaşmaz duygular gibi meselelerle de ilgileniyorum elbette, ama
esasen fanatizm fikrinin felsefe ve teori alanındaki çok çeşitli bi­
çimlerine, özellikle de tartışmalı kullanımlarına ve bunların gerek
fanatizm eleştirileri gerekse bu eleştirilere zemin hazırlayan siyasal
tavırlar hakkında ne söylediğine odaklanıyorum.
Felsefe alanında, fanatizme verilen tepkiler belli başlı iki gruba
ayrılır: Kimi düşünürler fanatizmi aklın dışı olarak, patolojik parti­
zanlık veya ruhban sınıfı irrasyonalitesinin arz ettiği sürekli tehdit
olarak görürken, kimileri de ona evrenselleştirici bir rasyonalite ve
özgürleştirici bir siyasetin bünyesindeki koşulsuz ve boyun eğmez
bir soyut tutku addederler. Voltaire'in Lumieres'i ile Kant ve halefle­
rinin Aufkliirung'u (başka bir deyişle devrim-öncesi ve -sonrası Ay­
dınlanma) arasındaki fark kabaca buna dayanır. Voltaire'in temsil
ettiği gelenek felsefeyi fanatizmin düşmanı olarak görürken, Kant­
çı gelenek fanatizmi aklın bünyevi potansiyellerinden biri, siyasi
coşkuyu da rasyonel ve evrenselleştirici bir siyasetin olmazsa olma­
zı sayar. Bu kitapta Kant, Hegel ve Marx'ı -ayrıca Sigmund Freud,
Ernst Bloch ve Alain Badiou'yu- kateden eleştirel ve diyalektik bir
soykütüğü fanatizmin prizmasından yeniden yorumlayarak, ister İ s­
lami militanlık ister Hıristiyan fundamentalizmi kılığında olsun,
bizleri "bütün kepazelikleri ortadan kaldırmaya" * sevk eden, "Ay­
dınlanma il" olarak adlandırabileceğimiz bir şeye yönelik çağrıları
irdeleyeceğiz. "Fanatik" teriminin siyasi bir yakıştırma olarak bu­
günkü durumu, 1 8 . yüzyıl Aydınlanması'na özgü belirli bir imgeye,
özellikle de bu aydınlanmanın siyasal şiddet, toplumsal istikrarsız­
lık ve düşünsel açıdan geri kalmışlığın temel sebebi saydığı dinsel

•Voltaire, "ecraser l'infame. Voltaire'in yapıtlarında, özellikle de özel mek­


tuplarında "kepazelik" (l'infame) kelimesi ve "kepazeliğin ortadan kaldırılması/
başının ezilmesi" (ecraseı /'infame) tabiriyle sık sık karşılaşılır. Voltaire halkı is­
tismar eden kraliyet ve ruhban sınıfından bahsederken; ruhban sınıfının halk ara­
sına ektiği hurafe ve hoşgörüsüzlük tohumlarına değinirken bu tabiri kullanır.
-ç.n.
18. Josephus, The Jewish War, İng. çev. G. A. Williamson, E. M . Smallwood
(haz.), Londra: Penguin, 198 1 , s. 249. Ayrıca bkz. "Bandits, Terrorists, Sicarii and
Zealots" başlıklı ek bölümü, s. 46 1 -2.
GİRİŞ 19

hoşgörüsüzlüğe yönelttiği acımasız eleştiriye v e sloganlarına nos­


taljik bir geri dönüşe bağlanabilir.19 1 8. yüzyıl Aydınlanma entelek­
tüellerinin düşünsel yaratıcılık ve siyasi cesaret gibi bariz özellikle­
rinden yoksun olan bugünün "Aydınlanma rantçıları",20 akıldışılığı
eleştirip güçlü bir sekülarizm talep etmeyi yeterli buluyor - ayrıca
Aydınlanma'ya yöneltilen içkin felsefi ve toplumsal eleştirileri yer­
siz, Aydınlanma'nın sömürgeci ve emperyal amaçlarla kullanımıyla
ilgili tarihsel düşünceleri de önemsiz buluyorlar. Fanatizmi demo­
nik ve yüzeysel bir biçimde ele alma girişimlerinin yaygınlaşması,
geniş anlamda düşünce kültürünün - 19 ve 20. yüzyıl eleştirel siya­
sal ve felsefi düşüncenin bize mirası olan- dalga dalga Aydınlan­
ma eleştirisi, dönüşüm ve yer değiştirmeden çıkarılan dersleri bir
türlü bünyesine dahil edemediğinin de bir göstergesidir. Bu kitabın
siyaset ve felsefe tarihinde çıkacağı uzun yolculuğun bir amacı da
tek boyutlu bir Aydınlanma'ya dayanan bu tembelce ve zararlı yak­
laşımı ve onun bazı kaçınılmaz sonuçlarını temelsizleştirmektir:
özellikle de aşırı veya ödünsüz siyasal davranışın psikopatoloji ala­
nına ötelenmesini ve bununla bağlantılı olarak siyasal fanatizmin
Arap aklının, Asyalı despotizmin, İbrani teokrasisinin, vb. bir teza­
hürü olarak kültürelleştirilmesini. Edward Said'in (günümüzde fa­
natizm bahsini bir mıknatıs gibi çeken) terörizm hususunda söyledi­
ği gibi, bu tür özselleştirici vizyonlar "tarihin reddi ve feshinin ku­
rumsallaştırılması . . . amacına hizmet eder" ve "dehşetin bir tür me­
tafizik saflığı"yla siyasi idraki köreltirler.21 " İ lkel isyancılara savaş

19. Diğerlerinin yanı sıra bkz. Amos üz, How to Cure a Fanatic, Princeton:
Princeton University Press, 2006 (İsrail/Filistin çatışması üzerine); Alain Finki­
elkraut, " Fanatiques sans frontieres", Liberation, 9 Şubat 2006 ve Fernando Sava­
ter, " Fanaticos sans fronteras", El Pais, 1 1 Şubat 2006 (Bu iki yazı da Danimarka'
da Muhammed'in karikatürlerinin yayımlanmasından sonra patlak veren "karika­
tür tartışması"na katılır); Andre Grjebine, La guerre du doute et de la certitude. La
democratie face aux fanatismes, Paris: Berg International, 2008; Walter Laqueur,
The New Terrorism: Fanaticism and tlıe Arms of Mass Destruction, Oxford: Ox­
ford University Press, 1999. Christopher Hitchens ve Richard Dawkins'in eserle­
rindeki ateizm çağrıları da pek çok bakımdan bu modele dayanır.
20. Isabelle Stengers, Au temps de catastrophes. Resister ala barbarie qui vi­
ent, Paris: La Decouverıe, 2009.
2 1 . Edward W. Said, "The Essential Terrorist" ve "Michael Walzer's Exodus
and Revolution: A Canaanite Reading", Blaming the Victims içinde, Edward W.
20 FANATİZM

açan tek çağ bizimkisiyse eğer",22 isyankar ideolojilerin algısına


hükmeden düşünsel ve duygusal çerçeveleri incelemek, başka türlü
anlaşılması mümkün olmayan bir şimdinin kapılarını aralayabilir.
Fanatizmi tarihsel bir perspektiften ele almanın ironik bir tarafı
vardır, zira temel özelliklerinden biri yanıltıcı bir biçimde genellik­
le tarihdışı, hatta tarih-karşıtı bir fenomen olarak sunulmasıdır. B ir
aktörü veya eylemi fanatik addetmek ona tam bir değişmezlik atfet­
mektir. Fanatizmin bir siyasi mecaz olarak kullanılmasının en çar­
pıcı taraflarından biri de analoji, teşbih ve homolojiye duyulan gü­
vendir. İ ster Norman Cohn'un ufuk açıcı eseri The Pursuit of the
Millennium'da (Milenyum Arayışı; Fransızcaya isabetli bir tercihle
Lesfanatiques de l'apocalypse, yani "Kıyametin Fanatikleri" olarak
çevrilmiştir)23 Lenin, Hitler ve Thomas Müntzer arasında kolayca
kurduğu bağlar olsun, ister Michel Foucault'nun İ ran Devrimi'nde
"siyasetin manevileşmesi"yle Cromwell ve Savonarola24 figürleri
arasında kurduğu benzerlikler olsun, isterse Hegel'in Tarih Felsefe­
si nde Muhammed ile Robespierre'i eşleştirmesi olsun, fanatizm
'

söylemi çoğu kez, kayıtsız şartsız inanca dayalı siyaset ve öznelik


söz konusuysa, kronoloji ve coğrafyayı gözardı edebileceğimizi
ima eder gibidir.25 Liberaller, otoriter kimseler ve hatta radikal re­
formcular türlü türlü kılıkta karşımıza çıkar; buna karşılık ne -
inancı diyaloğa kapalı olduğu için- fanatik zamanla değişir, ne de
fanatikler birbirlerinden farklılık gösterir (din savaşları veya iç sa­
vaşlarda birbirlerine düşman olsalar da). Bu nedenle, acımasızlık,

Said ve Christopher Hitchens (haz.), Londra: Verso, 1988, s. 149, 176. Sol libera­
lizmin ve fanatizm karşıtlığının son zamanlardaki emperyalist tasarruflarının
eleştirel ve yol gösterici bir analizi için bkz. Richard Seymour, The Liberal Defen­
ce ofMurder, Londra: Verso, 2008.
22. Gopal Balakrishnan, Antagonistics, Londra: Verso, 2009, s. 7 1 .
23. Norman Cohn, The Pursuit of the Millennium, 2 . basım, Londra: Mercury
Books, 1962, s. 307- 19. Stalinizm ve aşınlıkçı dini tutum arasındaki analojinin sı­
nırlarıyla ilgili bazı ilginç eleştirel yorumlar için bkz. Richard Stoker, "Fanaticism
and Heresy", New International içinde, 14: 1 ( 1 948), s. 31.
24. Michel Foucault, 'Tehran: Faith Against the Shah", lanet Afary ve Kevin
B. Anderson, Foucault and the Iranian Revolution: Gender and the Seductions of
Islamism içinde, Chicago: University of Chicago Press, 2005. Türkçesi: Foucault
ve İran Devrimi: Toplumsal Cinsiyet ve İslam'ın Ayartmaları, çev. Mehmet Do­
ğan. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınlan, 2012.
GİRİŞ 21

hoşgörüsüzlük ve sabit fikir listeleri v e tanımlarına başvuran "fana­


tizm" literatüründe tekrar tekrar karşımıza çıkan -ama pek analiz
edilmeyen veya tanımlanmayan- şey, değişmez bir çekirdek pos­
tulatıdır. Bu "tekdüzelik" sadece bağnazlara değil, bağnazları eleşti­
renlere de "kucak açmıştır". 26 Peki fanatizmin bir tarihi, en azından
suçları ve yanılgılarının bir listesi yok mudur? Bu soruyu "vardır"
diye yanıtlamak bazı sebeplerden ötürü zordur. Rousseau, Kant,
Emerson gibi düşünürlerin de dile getirdiği yaygın bir inanç vardır:
Hakiki bir insani kazanım ve tarihsel edim, basbayağı fanatizmi de­
ğilse de, en azından onun asil kuzeni coşkuyu gerektirir. Dahası,
tedrici değişim veya gelişim olarak anlaşılan tarihin şiddetle ve "fa­
natikçe" reddedilmesi -ki bu ret binyılcı ve mesihçi biçimlere de bü­
rünebilir- tam anlamıyla modem bir zaman deneyiminin, tarihsel
ve siyasal zamanın kopuşlar ve anakronizmalar, süreksizlikler ve
geri dönüşsüzlükler olarak deneyimlenmesinin olmazsa olmazıdır.
Böyle bir kavramsal ve tarihsel araştırmaya girişmenin en belir­
gin saiklerinden biri, fanatizm söyleminin nispeten yakın zamanlar­
daki yükselişidir. Francis Fukuyama'nın teorisi gibi tarihin sonunu
müjdeleyen anlatılar tarih-sonrası bir liberal düzende fanatik dürtü­
leri "tarihin alanlarına" havale etse de, bu meseleyi ele alan pek çok
deneme ve makale -kimi zaman çağdaş dinsel radikalizmin tekno­
lojik araçsallığına işaret ettiği halde- fanatizme tarihselcilik karşı­
tı, anakronistik ve atavistik bir şey muamelesi yapıyor: aşkınlığa
meftun ama tarihsiz halkların küresel modernlikten aldığı intikam.
Ü zerinde duracağım paradokslardan biri de bu: Fanatizmin bozgun-

25. Fanatizmi benimseyen ender siyasi aktörlerle düşünürler için de aynı şey
geçerli olabilir. Joel Olson'ın köleliğin feshini savunan Wendell Phillips hakkında
söylediği gibi: "Phillips, [Toussaint] L'Ouverture'ü Muhammed, Napolyon, Crom­
well ve John Byron gibi büyük tarihsel şahsiyetlerin yanına koyarak L'Ouvertu­
re'ün de "pek çok büyük lider gibi dini fanatizmden beslenen bir tarafı olduğunu"
kabul eder." Daha da önemlisi, Phillips'in bunlar arasında aynın yapmak için kul­
landığı bazı ölçütler vardı: "Fakat L'Ouverture, Cromwell ile Napolyon'dan bü­
yüktür, çünkü bu ikisinin dehaları askeri ganimetlerle sınırlı, ırkçılıkla maluldü."
Bkz. Joel Olson, "Friends and Enemies, Slaves and Masters: Fanaticism, Wendell
Phillips, and the Limits of Democratic Politics", Journal of Politics içinde, 7 1 : 1
(2009), s. 93.
26. William James, The Varieties ofReligious Experience: A Study in Human
Nature, New York: Macmillan, 196 1 [ 1902), s. 278.
22 FANATİZM

cu gücü, bir tedricilik ve dolayım alanı olarak tarihi açıkça reddet­


mesinden, bunun yanı sıra öngörülebilir birleşimlerin doğallaştırıl­
mış bir boyutu olarak tarihe bilfiil sekte vurmasından ileri gelir. Fa­
natizm tarihselcilik karşıtı mıdır, yoksa tarihin aldığı bir intikam
mı? - İ şte bu sorunun iyice içine işlemiş olan belirsizlik, değişime
ve eyleme dair tasavvurlarımızdaki derin gerilimlere işaret eder.
Dolayısıyla gelenek göreneğin ritminden ya da teemmül ve mü­
zakerenin zamanından -ister aklın hilesi, ister amaçların kendi
kendine ortaya çıkması aracılığıyla- şiddetli bir biçimde kopmak,
kaçınılmaz olarak ütopyacı, hatta aşkın bir boyut barındıran bir si­
yaset mefhumunun ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Burada fana­
tizm, hem tarihüstü olan hem de tarihin bir alt kategorisine tekabül
eden bir eylem tipine, dahası siyasal karşıtı ile aşırı siyasal arasında
gidip gelen öznelik biçimlerine işaret eder. Fanatizm suçlaması hem
tedrici hem de ebedi bir liberalizmin normalleştirilmiş veya normal­
leştirici konumundan belli başlı siyasal davranış veya bağlılık bi­
çimlerini hükümsüz kılmak ya da reddetmek için kullanılıyorsa, si­
yasal alandan ayrılmış başka yaşam biçimlerinin siyasalın alanına
tecavüz etmesine konan bir yasak mı söz konusudur (fanatizmin se­
ktiler eleştirisinde olduğu gibi), yoksa asıl mesele siyasetin bir aşı­
rılığı mıdır, işte bunu söylemek zordur.27 Aslında hegemonik bir li­
beralizmin semptomlarını incelerken fanatizm çok işe yarayabilir,
zira liberalizmin siyasetin mekanına ilişkin apolojetik söyleminde­
ki temel bir muğlaklığı açığa vurur. Dolayısıyla fanatizmi incele­
mek hem düşünsel anlamda liberal biri için hem de liberalizmin
muhtemelen fanatik olarak sınıflandıracağı kişiler için yol gösterici
olabilir.

27. Ahlaki ve siyasi tutumlar olarak liberalizmle fanatizm arasındaki özel bir
alternatifin felsefi bir beyanı için bkz. R. M. Hare, Freedom and Reason, Oxford:
Oxford University Press, 1963. Liberalizm çoğulcu ve hoşgörülü bir menfaat ah­
lakını desteklerken, fanatizm ( Nazizm örneğiyle açıklanan, hatta özdeşleştirilen)
ideallerin sadece içeriğiyle ilgilenen ve fanatiğin kendi menfaatlerini dahi aşan
sapkın bir ahlaki yargı biçimini simgeler. "Nazizmin korkunçluğu, estetik bir de­
ğerlendirme biçimini, insanların çoğunun böyle değerlendirmelerin başka insan­
ların menfaatlerine tabi tutulması gerektiğini düşündüğü bir alana doğru genişlet­
mesidir. Naziler kızıl kan yeşil çim üzerinde güzel durduğu için katliam yapan im­
parator Elagabalus'u andırıyordu" (s. 161 ).
GİRİŞ 23

Tekrarlayacak olursak: Kant-sonrası bir eleştirel geleneğin fana­


tizm analizi bakımından üstünlüğü, bu kritik muğlaklık ya da diya­
lektiği keşfetme kararlılığından ileri gelir. Bu sayede siyaset tasav­
vurumuzun potansiyel olarak aşırı siyasal veya siyasal karşıtı mut­
lak inanç mefhumlarından ayrılamayacağını, keza tarih mefhumla­
rımızın fanatik veya binyılcı siyasetin başlıca özelliklerinden olan
süreksizlik ve aşkınlığı ortadan kaldırdıklarında gelişmecilik veya
natüralizme kaydıklarını görürüz. David Hume'un hurafenin aksine
siyasi coşkunun barışçıl bir yönetimin bünyesine dahil edilebileceği
yönündeki görüşü, argümanımıza ilginç ve hiç kuşkusuz liberal bir
sonuç sağlar.28 Her ikisini de dinin yozlaşmış biçimleri olarak gör­
mesine rağmen, Hume için hurafe ile coşku farklı duygulanım kü­
melerine aittir: Hurafe zayıflık, korku, melankoli ve cehaletten ileri
gelirken; yine cehaletten ileri gelen coşkunun diğer kökenleri ümit,
gurur, cüret ve içten bir tahayyüldür. Bu klinik liste, epistemik kusu­
runa rağmen ve hurafeden farklı olarak, Hume'a göre neden coşku­
nun da -tıpkı "sağlam akıl" ve felsefe gibi- "ruhban iktidarına"
antinomiyanist bir direniş gösterdiğini açıklar. Hume "coşkunlar ki­
lisenin boyunduruğundan kurtulmuştur," der. Coşkuyu şiddetli öf­
keyle başlayıp ılımlılığa doğru ilerleyen bir gelişim yayı çizen bir
şey olarak tanımlar. Anabaptistler, Levellerlar ve Quakerları buna
örnek gösterir. "Coşkunun cüretkar karakteri . . . en aşırı kararhhkla­
ra" yol açarak "en korkunç kargaşalara" zemin hazırlar. Ama "onun­
kisi, kısa sürede sönüp giden ve gökyüzünü öncekinden daha dingin
ve berrak hale getiren bir gök gürültüsü ve fırtınanın öfkesi gibidir".
Dinsel öfkeyi yapılandırıp palazlandıracak resmi bir otoritenin red­
di, coşkuyu "yatıştırdığı" gibi -beklenenin aksine- sivil özgürlü­
ğün "dostu" haline de getirir: "Hurafe, papazların tahakkümü altın­
da ezilirken . . . coşku bütün bir kilise iktidarını yok eder . . . Cesur ve
muhteris mizaçların zaafı olan coşkuya bir özgürlük ruhu eşlik eder­
ken, hurafe insanları uysallaştırır, bayağılaştırır ve köleliğe yatkın
hale getirir."29 William James'in "partizan mizaç"30 olarak adlandır­
dığı şeyin erdemlerini böyle kavramak, bugün kendini liberal ilan

28. Bu nedenle Pocock, Hume'un "devrimci diyalektiğin deneyimini bağrına


basan son kişi" olduğunu düşünür. J. G. Pocock, "Enthusiasm: The Antiself of En­
lightenment", Enthusiasm and Enlightenment in Europe içinde, 1650-1850, s. 22.
24 FANATİZM

edenlerin pek çoğuna elbette yabancı bir şeydir; onlar için fanatizm
ilerici bir tarihin olmamasını ve mutabakata dayalı bir siyasete düş­
manlığı temsil eden, ille de bir kanıt gerekiyorsa eğer, sekülarizmi
dayatmanın ve Aydınlanma'yı güvence altına almanın aciliyetini ka­
nıtlayan atavistik bir geri tepmedir.
Hoşgörüsüzlüğün bu başdüşmanlarına göre, uzlaşmaz bir inanç
siyasetinden çoğulcu bir sorumluluk etiğine geçmek için fanatizmin
aforoz edilmesi gerekir. İster kendine özgü bir tarihi olsun isterse ta­
rihsel değişimde bir saik işlevi görsün, fanatizmin olmadığı bir tarih
düşünebilir miyiz peki? Hume'un yazısından yaklaşık yüz yıl sonra
yazılan ve dinsel hissiyatın şiddetiyle özgürleşme siyaseti arasında­
ki ilişkiye odaklanan bir metin, bu sorunun yanıtına dair bazı ipuç­
ları verir. "Hegel'in Hukuk Felsefesi ve Çağımızın Siyaseti" başlığı­
nı taşıyan bu yazı genç Hegelcilerden Amold Ruge tarafından yazıl­
mış ve 1 842'de Ruge ile Marx'ın birlikte çıkardığı muhalif bir dergi
olan Deutsch-Französische Jahrbücher'de yayımlanmıştır. Döne­
min başlıca sorunu olan Kilise ile Devlet arasındaki ilişki üzerine
düşünen Ruge, dinin özgürleşme arzusu (Lust) olarak tezahür etti­
ğini, fanatizmin ise "yoğunlaşmış din''i, daha doğrusu geçmişteki
bir başarısızlıktan, özgürlüğe açılan yolların kapanmasından doğan
bir özgürleşme tutkusunu (Wollust) temsil ettiğini öne sürer. Alman
siyasi ve felsefi düşüncesinin büyük bir bölümünde olduğu gibi,

29. David Hume, "Of Superstition and Enthusiasm", Essays Moral, Political
and Literary içinde, Eugene. F. Miller (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1985,
s. 75-78.
30. James, The Varieties of Religious Experience, s. 272.
3 1 . Amold Ruge, "Hegel's Philosophy of Right and the Politics of OurTimes",
The Young Hegelians: AnAnthology içinde, Lawrence S. Stepelevich (haz.), Cam­
bridge: Cambridge University Press, 1983, s. 326. Ruge daha ileri yaşlarda 20. yüz­
yılın siyasal din teorilerini sezecek ve komünizmi "ruhun diniyle fanatizmi fiilen"
birleştirdiği için kıyasıya eleştirecektir. Bkz. Conze ve Reinhart, "Fanatismus".
32. A.g.y.
33. Liberal demokrasiyi siyasetin yegane meşru ufku addeden önsel bir kabu­
le bel bağlamaması, bu kitabı, tarihselleştirmeye ve teşhise yönelik bazı eserler­
den ayrıştırıyor: Dominique Colas, Civil Society and Fanaticism (fanatizm karşı­
tı söylemin etkinliklerini incelemekten ziyade sürdürür); Josef Rudin, Fanati­
cism: A Psycho/ogical Analysis, İng. çev. E. Reinecke ve P. C. Bailey, Notre Da­
me: University of Notre Dame Press, 1969; Andre Haynal, Miklos Molnar ve Ge­
rard de Puymege, Fanaticism: A Historical and Psychoanalytical Stııdy, New
GİRİŞ 25

Fransız Devrimi ve Terör Dönemi, özgürlüğün önündeki engelleri


kaldırmaya yönelik "çılgınca" ama anlaşılabilir bir girişim olarak
ufukta belirir. Fanatiklerin "pratik pathosu"na ilişkin fenomenoloj i­
sinde, Ruge bize çağdaşımız olduğunu kanıtlar: "İnfilak edecek bir
şey varsa insan da onunla beraber toza dumana karışır, böylece son
kertede ne kendini esirgemiş ne de başkalarını kendi amaçları için
korkunç bir şekilde feda etmiş olur."31 B izim genelde boş konuşan
kanaat önderlerimizin çoğu bu pathosu (ya da patolojiyi) büyük ih­
timalle güdülendiği bağlamdan soyutlayarak yorumlayacaktır, hal­
buki Ruge için bu durum özgürleşme tutkusunu Devlet mekanizma­
larına entegre edememenin bir sonucudur. Bunun için şu iddiada
bulunur: "İnsanların canları pahasına savunacakları cepheler oldu­
ğu sürece fanatizm de olacaktır. "32
Fanatizmin pedagoji ve zorlamanın bir birleşimi sayesinde alt
edilebilecek akıldışı bir sapma olduğu gibi rahatlatıcı bir fikrin aksi­
ne, bu kitap Ruge'ninki gibi fanatizm ile özgürleşme arasındaki bağ­
ların farkında olan bir tavra sadık kalmak istiyor. 33 B u amaçla, siya­
si ve felsefi düşüncenin fanatik figürünün bünyesinde barındırdığı
tehdit, muğlaklık ve muhtemel vaade yoğunlaştığı bazı tarihsel dö­
nem veya konjonktürleri inceliyor. Fanatizm nadiren siyasal olum­
lamanın amacı olur, hatta hiç olmaz;34 hemen her zaman siyasetin

York: Shocken, 1983; Michele Ansart-Dourlen, Le Fanatisme. Terreur politique


et violence psychologique, Paris: L'Harmattan, 2007. Dourlen'in Jakobenlerle il­
gili nispeten ince ayrımlara dayanan yorumu, Sartre'ın "kardeşlik-terör" teorisine
sempatisi ve Reich'taki faşizmin kitle psikolojisine yönelik ilgisi yazarın siyasi
psikolojiye duyduğu aşırı güvene rağmen kitabı önemli bir katkı haline getiriyor.
34. Amerika'daki kölelik karşıtı hareketin pratiğinde ilham verici bir biçimde
kullanılsa da fanatizm terimine pozitif bir siyasal anlam atfedilen en çarpıcı vaka
-Nazizm- terimin erdemlerini vurgulamak için sığ bir muhalif telaşa kapılma­
nın ne kadar yanlış olduğunu gösterir. Lingua Tertii Imperii olarak adlandırdığı
şeyle ilgili enfes ve yürek parçalayıcı filoloji notlarında Victor Klemperer, Nazi
yönetiminde fanatisch ve Fanatismus kelimelerinin "kemanda bulunan notalar ya
da kumsaldaki kum taneleri" kadar sık kullanıldığını belirtmiştir. Klemper, Rous­
seau'nun Emile'deki uygar fanatizm savunusuyla "fanatizmin büsbütün bir erde­
me dönüşmesi"ni gizlemeye çalıştığını buna karşılık Nazi Almanyası'nda fanatiz­
min "Führer'e edilen bütün bağlılık yeminlerinde beliren anahtar bir Nasyonal
Sosyalist terim" haline geldiğini öne sürer. "3. Reich'tan önce kimse 'fanatik' keli­
mesini pozitif anlamda kullanmayı akıl edemeyecekken fanatizm temelinde kuru­
lan ve insanları fanatik yapmak için elinden geleni yapan" Nasyonal Sosyalist dü-
26 FANATİZM

doğru yolunu belirlemek için bir kontrast olarak kullanılır. Akrabası


coşku gibi o da "denetlenmesi zor bir kontrasttır" - çünkü hem eşit­
lik ve özgürleşme gibi " soyutlamalara" bağlı bir inanç siyasetinde
bir imkan olarak var olur, hem de fanatizm karşıtı siyaset genellikle
kendini bir tür karşı-fanatizmi meşrulaştırırken bulur; bu süreçte,
akıl ve Aydınlanma yanlıları, düşmanlarını harekete geçiren virüsü
kendilerine aşılayıp eylemlerini bir karşı-isyan edebiyatıyla meşru­
laştırırlar. En basitinden, Richard Nixon'ın "deli teorisi"ni düşünün:
ABD'nin düşmanları "emrinde olağanüstü yıkıcı bir güç olan, deli ve
sağı solu belli olmayan kimseler olduğumuzu bilirlerse, önümüzde
korkuyla diz çökeceklerdir".35 Fanatizmi yüzeysel biçimde eleştir­
mekten kaçınmamızı sağlayan etkileyici araştırmalar, fanatik olarak
yaftalanan siyasi davranış ile rasyonel ve özgürleştirici siyaset ara­
sında kayda değer, hatta sarsıcı yakınlıklar olduğunu gösterir.
B u kitap, tutkulu bağlılıklarla ilgili mevcut endişeyi fanatizmin
tartışmalı tarihsel bağlamı çerçevesinde ele alarak, inanç veya kanı
ile sorumluluk, hararet ile akla yatkınlık, karar verme ile düşünüp
taşınma arasında sabit karşıtlıklar kuran tartışmaların kavramsal uf­
kunu genişletmeyi amaçlıyor.36 B ir başka amacım da coşkuyu ve
soyutlamayı herhangi bir özgürleşme siyasetinin vazgeçilmez un­
surları olarak bünyesinde barındıran bir siyasal sözdağarı oluştur-

zende "fanatik kelimesi 3. Reich boyunca iltifat belirten bir sıfat olarak kullanıl­
mıştır". Victor Klemperer, "Fanatical'', The Language of the Third Reich: LTI -
Lingua Tertii lmperii: A Philologist's Notebook, çev. M. Brady, Londra: Continu­
um, 2006, s. 52-56. Son bölümler fanatizmin olumlanmasıyla ilgili çetrefil soruna
dair bazı içgörüler sunacaktır: Nazilerin fanatizme itibar kazandırması doğrudan
doğruya Aydınlanma'nın mirasını hedef alan bir hamleyken kölelik karşıtı hareke­
tin Burkeçü, kölelik yanlısı ve büyük ölçüde karşı-Aydınlanmacı bir kamptan ge­
len siyasi bir hakareti temellük ettiğini söyleyebiliriz. Naziler kötücül bir hiyerar­
şiye, kölelik karşıtları ise koşulsuz bir eşitliğe dayalı bir fanatizmi temsil etmiştir.
35. Noam Chomsky, Rogue States, Londra: Pluto, 2000, s. 20. Lee Harris'in
şu çalışmasına Batı liberalizminin radikal İslamcı fanatizmi alt etmek için fana­
tikleşmesi gerektiğini savunan yeni muhafazakar tez temel oluşturur: The Suicide
ofReason: Radical lslam's Threat to the West, New York: Basic Books, 2007.
36. Bu bakımdan siyasette duyguların "tarihdışı içgüdüler olarak değil inanç,
beklenti ve ümitlerin toplumsal tarihiyle eklemlenen tarihsel değişkenler olarak"
düşünülmesi gerektiğini öne süren Sophie Wahnich'e katılıyorum. La longue pa­
tience du peuple 1 792. Naissance de la Republique, Paris: Payot & Rivages, 2008,
s 38.
GİRİŞ 27

mak için, fanatizmle ilgili bazı teorik tartışmalara ve tartışmalı hu­


suslara eleştirel bir yaklaşımla odaklanmak. Dolayısıyla bu kitabın
bütün bölümleri hem fanatizmin kendisini şeytanileştiren bir söy­
lemdeki yerinin eleştirel bir arkeolojisi olarak, hem de bildiğimiz
fanatizm denip geçilemeyecek bir siyasal soyutlama teorisini yeni­
den kurmamıza yardımcı olabilecek kavramsal unsurlara yönelik
bir arayış olarak okunmalıdır.
Ne bir fanatizm tarihi ne de sistematik bir fanatizm teorisi olan
bu kitap, dünün büyük gericilerinin sergilediği derinlik ve içgörü­
den çoğu zaman yoksun bir biçimde, bugün bir kez daha aşağılama
amacıyla ve siyasi hakaret olarak kullanılan fanatizm teriminin ve
fikrinin yaşadığı karanlık serüvenleri yorumlamaya çalışıyor. Ayrı­
ca, muhaliflerinin hiç kuşkusuz soyut ve tehlikeli bir tutku olarak
algılamaya devam edeceği bir eşitlikçi siyaset düşüncesine katkıda
bulunmak için, fanatizmin kıyasıya eleştirildiği farklı dönemleri
anlamaya çalışıyor.
1
Aşırılık Figürleri

John Brown her zaman her yerde eylemin üstünlüğünü vaaz


ediyordu. " Kölelik kötüdür," dedi, "kaldırın."
"Ama bu sorunu araştırmamız gerekiyor. .. "
Kölelik kötüdür- kaldırın!
"Bir toplantı düzenleyeceğiz . . . "
Kölelik kötüdür - kaldırın!
"İyi de müttefiklerimiz . . "
.

Kölelik kötüdür - kaldırın.'


Lerone Bennett Jr.
Tea and Sympathy: Liberals and Other White Hopes
(Çay ve Sempati: Liberaller ve Umut Vadeden Niceleri)

FANATİK, siyasetin ufkuna esrarengiz, uzlaşmaz ve yabancı bir düş­


man olarak girer. Fanatiğin tasfiyesi, onun ortaya çıktığı toplumsal
ve kültürel coğrafyanın yönetimiyle yakından ilgilidir. Bu yüzden,
fanatiğin bir söyleminin olup olmadığı belli değilse de, fanatizm,
fanatizmin sebepleri, kipleri ve çareleri üzerine sayısız söylem var­
dır. Özellikle de emperyal liberalizmin hem alt sınıflar hem de tabi
ırklara karşı mücadelesinin bir hayli yeğinleştiği ve fanatizm mef­
humunun zamanla birtakım yeni kullanım alanlarına kavuştuğu 19.
yüzyılın ikinci yarısı için geçerlidir bu durum. 20. yüzyıl siyasetin­
de, bilhassa da "aşırılık çağı"yla ilgili geçmişe dönük yargılarda aşi­
kar olan fanatik figürüyle -veya tutkulu ve partizan inançla- ilgi­
li teorik tartışmayı incelemek için, bu dönemi daha ayrıntılı ele ala­
lım isterseniz. Çünkü böylece kitabın sonraki bölümlerinde yer ver­
diğimiz fanatizm fikriyle ilgili tarihsel teorik araştırma için daha ge-
30 FANATİZM

niş bir bağlamımız olacak. Kitabın gerek bu ilk bölümünde gerekse


sonraki bölümlerinde, meselemiz, liberal düşüncenin fanatizmi ta­
nımlama ve kendini ondan ayırma kapasitesi olacak.

İmparatorluk Çağında Fanatizm

KÖLELİK YANLILARI FANATİZME K A R Ş I

Az ama azılı olan çağdaş düşmanları, liberalizmi köleliği destekle­


mekle suçlamıştır. İ lk bakışta bireysel negatif özgürlüklerin korun­
ması, sivil toplumun özerkliği, yönetimsel ayrıcalıkların sınırlandı­
rılması ilkelerine dayanan bir doktrin gibi görünen liberalizm, hak
ve özgürlüklerin akla gelebilecek en açık biçimde kısıtlanması kar­
şısında geri adım atmıştır. Fakat güncel eleştirel tarih anlatılarının
altını çizdiği gibi, düşünsel ve siyasal bakımdan en şanlı zamanla­
rında dahi, liberalizmi desteklemekle köleliği bir biçimde mazur
göstermek hep el ele gitmiştir. 1 İ talyan tarihçi ve filozof Domenico
Losurdo'ya göre bu belirgin çelişkinin nötrleştirilmesi, yurttaş öz­
gürlükleriyle ticari özgürlüklerin "kutsal mekanı"nın, bizzat kendi
varlığını borçlu olduğu zulüm, ırkçılık ve emperyalizmin "dindışı
mekanı"ndan ayrıştırılmasına yönelik çeşitli faaliyetler aracılığıyla
mümkün olmuştur. Klasik liberalizm gerek coğrafya gerek ırk vesi­
lesiyle (ki bu ikincisi çoğu zaman toplumsal antagonizmayla birle­
şip "sınıf ırkçılığı"nın değişik türlerine zemin hazırlar) bir üstün ırk
(ya da üstün sınıf) demokrasisi olarak ortaya çıkmıştır; kapitalist li­
beralizm ile işçilerin eşitliğini talep eden toplumsal hareketleri, em­
peryalist liberalizm ile ulusal özgürlük hareketlerini ve sömürgeci­
lik ve ırkçılık karşıtı hareketleri karşı karşıya getiren mücadeleler
sonucunda, bu demokrasi sadece kabuk değiştirmiştir. Bu tez çağ­
daş liberalizmin kendine dair yaygın imgesiyle karşıtlık içinde olsa
da, liberalizmin doktrinleri ile somut tarihsel seyri arasında bağ kur-

1 . Bu paragraftaki yorumlan öncelikle Domenico Losurdo'nun çalışmasına


borçluyum: Controstoria del liberalismo, Bari: Laterza, 2005. Aynca bkz. Ellen
M. Wood, Democracy Against Capitalism, Cambridge: Cambridge University
Press, 1995; Türkçesi: Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İstanbul:
İletişim, 2003.
AŞIRILIK FİGÜRLERİ 31

manın ikna edici v e etkili bir biçimi gibi görünüyor. Ü stelik ş u sığ
tarihselci teze de başvurmuyor: Liberalizm tedricen büyüyüp (önce
mülk sahibi orta sınıfa, ardından alt sınıflara, kadınlara, siyahi vb.
halklara doğru) yayılırken, hiç bozulmamış, özgün bir esini de ko­
rur. Liberalizmle birlikte, liberalizme karşıt olan ve genel geçer libe­
ralizmin ancak sonradan kabul edeceği şeyleri daha o zamanlar ta­
lep eden radikal ve eşitlikçi hareketlerin bulunması bu savı çürütür.
Losurdo'nun yazdığı liberalizmin karşı-tarihinde yer alan başlı­
ca karakterlerden biri - genel kabul gören bilgeliği revize ederken,
yazarı o bariz kölelik yanlısı liberalizm paradoksunu başlıca teması
haline getirmeye sevk eden kişi- ABD'de iki kez devlet başkanı
yardımcılığı yapan Güneyli siyaset düşünürü John C. Calhoun'dur.2
Calhoun'un yazı ve konuşmalarında, özellikle de Şubat 1 837'de ABD
senatosunda köleliği "pozitif iyi" olarak tanımladığı o meşhur ko­
nuşmada, kölelik karşıtı figür tekrar tekrar bir "fanatik" olarak kar­
şımıza çıkar. Calhoun, Kuzeyli nüfusun "fanatik kesimi"nin yol aç­
tığı o uğursuz ve bulaşıcı kölelik karşıtı ajitasyon tehdidi ile hükü­
metin iktidarının sınırlandırılmasından duyulan klasik liberal kaygı
arasında bağ kurar. Kölelik karşıtlığı tekrar tekrar "fitnecilik" olarak
tanımlanır ve ilginç bir şekilde aşağıdan yukarıya işleyen --cahil­
lerle yoksullardan kürsülere ve ardından Beyaz Saray'a uzanan­
bir hareket olarak görülür. Calhoun'a göre kölelik karşıtlığına ivme
kazandıran başlıca unsur merkezi hükümetin iktidarının genişleme­
sidir; bu durum "büyük, ulusal ve pekiştirilmiş bir demokrasi"3 uğ­
runa federalizmin sonuna işaret etmektedir. Kuzeyli kölelik karşıt­
ları devletin harekete geçecek güce sahip olduğunu tahmin ettikleri
için, bu "özel kuruma" son vermenin kesinlikle sorumlulukları ol­
duğu sonucuna varmışlardır. Dolayısıyla, köleliği Güney'in ideal
toplumsal oluşumu olarak sunan, ırksal üstünlüğe esaslı bir bağlılık,
hükümeti sınırlandırma gereği ve ABD'yi oluşturan eyaletlerin ya-

2. Losurdo, Controstoria del liberalismo, s. 3-9. Liberalizmle köleliğin "ikiz


doğumu" gibi daha kapsamlı bir meselenin yanı sıra Amerika ve Britanya libera­
lizmlerinin 1 8 ve 19. yüzyıldaki doğası için Losurdo'nun kitabının 2 ve 4. bölüm­
lerine bkz.
3. Calhoun, Union and Liberty: The Political Philosophy ofJohn C. Calhoun,
R. M. Lence (haz.), lndianapolis: Liberty Fund, 1992, s. 582.
32 FANATİZM

sama alanındaki özerkliğiyle ilgili tam anlamıyla liberal bir argü­


manla birleştirilir. Calhoun'a kulak verirsek: "Bu kör fanatiklerin sa­
vaş açtığı, Güney'deki iki ırk arasındaki mevcut ilişki, özgür ve is­
tikrarlı siyasi kurumların dayanacağı en somut ve sağlam temel­
dir. "4 Calhoun'un siyasi doktrini fanatizmi açıkça krizle bağlantı­
landırır.5 Köle sahibi Güney'in "özgürlüğünün" korunmasına ilişkin
argümana, fanatik "kölelik karşıtlığı ruhu" ile finansal "spekülasyon
ruhu" arasındaki Burkeçü bağ eşlik eder.6 Calhoun'un kölelik kuru­
muna bulduğu mazeret, kapitalist sömürünün toplumsal düzlemde­
ki istikrarsızlaştırıcı etkileri ile ABD'nin kuzeyindeki ve Avrupa'da­
ki sınıf mücadeleleri arasındaki karşıtlık çerçevesinde sunulur ve
"emekle sermaye arasındaki çatışma"yı önlemeyi amaçlar.7 Ama
"kör fanatikler"e yöneltilen nihai suçlama, taleplerinin koşulsuz ol­
masıyla ilgilidir; bu durum, Güney'in dayandığı gelenek-görenekle­
rin toplumsal temelini ve farklılıkların kurumsal düzenini tehdit et­
mektedir. Calhoun'un Senato'da belirttiği gibi:

Eğer kendimizi savunmazsak bizi kimse savunmayacak, eğer karşı


koymazsak bizi daha çok sıkıştıracaklar, eğer boyun eğersek ayaklar altına
alınacağız. Bu fanatiklerin özgürleşmekle yetinmeyecekleri kesin -sonra­
ki adımlan zencileri toplumsal ve siyasal bakımdan beyazlarla eşit hale ge­
tirmek olacak; bunu başardıktan kısa süre sonra da iki ırk arasındaki mev­
cut durumu tersine çevirecekler.s

Bu konuşmanın sonundaki yargıyla pek çok fanatizm eleştiri­


sinde karşılaşmak mümkündür. Bu yargının doğal sonucu da genel­
likle bir tür fanatizm-karşıtı-fanatizm çağrısında bulunmaktır: Kö­
lelik karşıtlığının eşitleyici ve bölücü ruhunu yok etmek isteyen Gü­
neyliler "şevk ve enerjilerini yaklaşan tehlikeleri püskürtmek üzere
birleştirmelidir".9
Calhoun'un "pozitif iyi"ye dair konuşmasından bir yıl önce, The
South Vindicatedfrom the Treason and Fanaticism of the Northern
Aholitionists (Kuzeydeki Kölelik Karşıtlarının İhanetinden ve Fa-

4. A.g.y., s. 474. Trans-atlantik bir radikalizmin doğuşu bağlamında Calhoun'


un fanatizm idrakiyle ilgili yorumlar için bkz. Losurdo, Controstoria del libera­
lismo, s. 162.
5. Calhoun, Union and Liberty, s. 67. 6. A.g.y., s. 466.
7. A.g.y., s. 474-5. 8. A.g.y., s. 475. 9. A.g.y., s. 476.
Another random document with
no related content on Scribd:
Daniel était un peu impressionné par le maître d’hôtel. Chez lui,
c’était une bonne qui faisait le service. Comme on lui enleva sa
fourchette après le poisson, il crut qu’il en serait de même après
chaque plat et, l’entrecôte achevée, laissa sa fourchette sur son
assiette. Mais il eut l’ennui de voir que Mme Voraud avait posé la
sienne sur la nappe. Pour arriver à remettre sa fourchette sur la
nappe, sans que ce geste fût remarqué, il dut le décomposer en
plusieurs autres, dont chacun parut être machinal. Il commença
donc par poser légèrement la main sur sa fourchette, puis la souleva
doucement, comme s’il lui prenait fantaisie de jouer avec elle. Enfin,
comme s’il eût été las de ce jeu, il la posa doucement à côté de son
assiette.
Au poulet sauté, une nouvelle inquiétude le saisit. Un esprit
superficiel, fort des données de l’expérience précédente, eût
simplement posé la fourchette sur la nappe. Mais n’était-ce pas
marquer ainsi, de façon indiscrète, que l’on attendait un autre plat,
alors que le poulet sauté pouvait être le dernier ? Aussi mangea-t-il
avec une lenteur extrême le morceau qu’il s’était choisi, afin d’avoir
fini après Mme Voraud et de régler sa conduite sur la sienne.
Au dessert, Daniel ne s’était pas encore décidé à dire, selon les
instructions de Louise, que ses parents désiraient louer une villa à
Bernainvilliers. Il osait à peine parler à M. et Mme Voraud, et on
voulait qu’il leur mentît déjà ! Louise, regardant le jeune homme en
face, lui dit brusquement :
— Alors, monsieur Henry, vos parents ont l’intention de venir
louer ici cet été ?
— Mais ce serait une idée charmante, dit Mme Voraud.
— Il faut les presser un peu, dit Louise. Et savez-vous ce que
vous devriez faire ? Vous devriez revenir ces jours-ci dans le pays
pour voir des maisons, parce que si vous attendez tard dans la
saison, vous ne trouverez plus rien de bien… Ne venez pas vendredi
ni samedi, je dois aller à Paris… Tenez ! une idée !… Revenez
demain jeudi, nous vous aiderons à chercher.
— C’est ça, revenez demain, dit Berthe doucement, pour ne pas
se compromettre.
— Revenez demain, dit avec malice M. Voraud, puisque ça fait
tant plaisir à Mlle Loison.
— Vous, taisez-vous, vous êtes un méchant, dit Louise Loison.
Après dîner, elle proposa un petit tour sur la route. Mais M.
Voraud, à la consternation d’une partie des assistants, prétendit se
joindre au groupe, pour achever sa digestion. La nuit tombait. Louise
s’approcha de Daniel et lui dit à la dérobée : « Soyez tranquille. On
s’arrangera pour le laisser en route. Et, Berthe et moi, nous vous
reconduirons à la gare. » Puis comme elles montaient toutes deux
mettre leur chapeau, elle dit à voix très haute : « Monsieur Daniel,
venez chercher votre chapeau et vos gants que vous avez laissés à
la maison. » Daniel la suivit, un peu inquiet. Il était heureux qu’on
l’aidât ainsi dans ses amours, mais il trouvait qu’on l’aidait trop
précipitamment et avec trop d’audace.
Ils entrèrent tous les trois dans le cabinet de toilette, où il faisait
sombre. Comme Berthe se coiffait devant la glace, Louise entendit
M. Voraud qui montait l’escalier pour chercher son pardessus.
« Embrassez-la vite », dit-elle à Daniel. Daniel, dans la demi-
obscurité et pressé par le danger, appuya sur la joue de Berthe un
baiser rapide.
Il n’eut pas le temps d’en éprouver aucune émotion. Mais c’était
en somme un baiser de plus ; il y goûta au moins une satisfaction
honorifique.
XI
LE RETOUR

Louise Loison prit le bras de Daniel pour détourner les soupçons.


Elle avait ainsi des accès de prudence, parmi des imprudences
folles. M. Voraud marchait à gauche de Daniel et s’appuyait sur le
bras de sa fille. Tous quatre gagnèrent ainsi, sur le même rang, la
grande route, où le clair de lune méticuleux alignait les ombres des
arbres, en raies obliques et sensiblement parallèles. Une horloge
sonna neuf coups, si lents et si graves, que chacun des promeneurs,
en les comptant dans son for intérieur, fut un peu déçu qu’il n’y en
eût pas douze.
Daniel, comme personne ne parlait, se dévoua et sortit
bravement du silence. Il lisait tous les matins les journaux de sport et
savait que M. Voraud suivait les courses ; il demanda au banquier si
la réunion du dimanche avait été intéressante. La journée se trouvait
avoir été mauvaise pour M. Voraud, qui avait « passé à travers » des
six courses. Il émit néanmoins, sur la valeur des chevaux de l’année,
une opinion assez optimiste. Daniel l’écoutait avec attention.
M. Voraud s’arrêta un instant pour endosser le pardessus qu’il
avait pris sur son bras. Louise Loison pinça le bras de Daniel :
« Croyez-vous qu’il est raseur et assommant avec ses courses ? »
dit-elle tout bas. Daniel hésita, et répondit : « Oui, un peu. »
Louise, à chaque instant, lui pinçait ainsi le bras, pour souligner
certaines paroles du banquier. Ça ne se voyait pas et Daniel n’en
était pas trop gêné. Mais elle coupait parfois brutalement la parole à
M. Voraud pour adresser une question au jeune homme sur
n’importe quel sujet. Daniel lui répondait alors brièvement, et se
tournait vers M. Voraud, en redoublant l’expression d’intérêt que
marquait son visage. Fallait-il être mal élevé avec ce monsieur,
parce qu’on faisait la cour à sa fille ?
Louise Loison n’avait pas de ces scrupules. Semblable à
beaucoup de dames, elle n’usait de tact que pour les êtres aimés :
elle traitait les gêneurs sans merci, sans la moindre nuance
d’égards, et joignait férocement l’impolitesse à la trahison. Il est vrai
que les dames n’ont pas à rendre compte de leurs grossièretés et
qu’en ces occasions elles peuvent mieux que nous se passer de
délicatesse.
Que cette condescendance eût ou non à son origine un
sentiment de crainte, Daniel ne maudissait pas la présence du
banquier : il souhaitait même que la conversation se prolongeât, et
que M. Voraud les accompagnât jusqu’à la gare, d’autant qu’il
désirait ne plus se trouver seul, ce jour-là, avec Louise Loison et sa
bien-aimée. Il n’avait rien à dire à Berthe. Il pourrait bien l’embrasser
encore une fois, mais quoi ? Toujours sur la joue ? On l’accuserait
sans doute de se répéter et de manquer d’audace. D’autre part,
entre le baiser commun, sur la joue, et le baiser sur les lèvres, il y
avait, évidemment, une étape trop importante, qui ne pouvait être
franchie aussi rapidement.
On repassa devant la maison pour que Daniel fît ses adieux.
Louise profita de ce qu’on se retrouvait en présence de Mme Voraud
pour rappeler à Daniel qu’il devait revenir le lendemain. M. Voraud
proposa de les accompagner à la gare. « Nous irons bien toutes
seules ! » dit Louise. « Non, dit Mme Voraud. Pour aller, ce sera bien,
puisque M. Daniel sera avec vous. Mais je ne veux pas que vous
reveniez toutes seules sur la grande route. » Daniel s’était mis à
l’écart. Il n’osait pas ne pas insister pour que M. Voraud se joignît à
eux et n’osait pas, en insistant, s’attirer les reproches de Louise
Loison.
Comme ils arrivaient au bas de la petite montée tournante qui
conduisait au côté du départ, ils entendirent un coup de sifflet.
— Ça doit être 9 h. 52. Voici votre train, dit M. Voraud. Il faut vous
dépêcher.
Daniel s’apprêta à prendre rapidement congé, ravi que la tendre
formalité des adieux fût écourtée. Il avait hâte de quitter ces gens,
pour qui il dépensait tant d’amour, tant d’amitié et tant d’estime.
Pendant que M. Voraud attendait au bas de la montée, les deux
jeunes filles accompagnèrent Daniel en courant jusqu’à la gare, où
un cadran lumineux leur apprit impassiblement qu’il était dix heures
moins vingt. M. Voraud s’était trompé. Il y avait encore un bon quart
d’heure à attendre.
— Il faudrait peut-être que j’aille prévenir monsieur votre père, dit
Daniel à Berthe. S’il ne vous voit pas redescendre tout de suite, il ne
va pas savoir ce que cela veut dire.
— Laissez donc, dit Louise. Est-ce qu’il n’est pas bien en bas ?
S’il s’impatiente, il saura nous retrouver.
Il y avait dans la salle d’attente un voyageur entouré de sacs et
de valises, et dont la présence obligeait les amoureux à une certaine
tenue. Ils s’assirent avec Louise sur le solide canapé de velours vert
qui formait avec quatre fauteuils l’austère ameublement de la salle
des premières. Louise dicta à Daniel ses instructions pour le
lendemain : « Vous arriverez à trois heures. Nous vous attendrons à
la gare. Vous ne viendrez pas tout de suite à la maison, parce qu’on
trouverait moyen de nous coller un chaperon. Nous irons tous les
trois visiter des maisons à louer. Tâchez d’ici demain de décider vos
parents à venir habiter le pays. »
Daniel avait pris la main de Berthe. C’était la seule marque de
tendresse que lui permettait la présence du voyageur importun. Mais
il goûtait assez ces manifestations contenues.
Il regarda Berthe, et lui demanda : « M’aimez-vous ? » Elle ne
baissa pas les yeux, et lui répondit : « Je vous aime ». Ce fut à partir
de ce jour-là le mot d’ordre qu’ils échangèrent, à chacune de leurs
rencontres, ainsi que deux factionnaires bien stylés.
Cependant, neuf heures cinquante-deux entrait en gare. Daniel,
après avoir secoué énergiquement la main de Louise et serré la
main de Berthe d’une longue étreinte, monta dans un compartiment
vide. Quand le train se mit en marche, il tendit son bras hors de la
portière comme un signe sémaphorique, et bien que la nuit fût
sombre, il agita son chapeau pendant plus de trois cents mètres, par
mesure de précaution.
Il s’assit ensuite dans un coin du compartiment. La situation avait
changé depuis l’aller. Il regarda fièrement le coin d’en face, où aurait
pu être M. Voraud.
Daniel avait passé brusquement de la catégorie des déshérités
d’amour dans le clan des privilégiés qui plaisent aux dames.
L’humanité, pour lui, se partageait strictement en ces deux
catégories. Il n’eût pas admis que la faveur d’être distingué par une
belle pût être le prix d’une honnête application. C’était un don du
ciel : on était aimé, ou l’on n’était pas aimé. Il était aimé.
Il situait généralement ses rêves de gloire à la gare du Vésinet,
l’été, à l’arrivée du train de sept heures. C’est là que les dames et
les jeunes filles en villégiature venaient attendre, qui un père dans
les rubans, qui un frère dans les blés, qui un époux dans les pierres
précieuses. Daniel avait toujours passé inaperçu dans cette foule. Il
se voyait maintenant traversant les groupes, avec le prestige de
l’homme aimé, un monocle à l’œil et une cigarette aux doigts. Il ne
portait pas de monocle et ne fumait pas ; il méprisait avec ses amis
les poseurs qui se collent un verre dans l’œil et trouvait que c’était
élégant de ne pas fumer ; mais la cigarette et le monocle n’en
demeuraient pas moins des attributs indispensables pour la belle
attitude de maîtrise et de désinvolture qu’il souhaitait dans la vie.
A l’arrivée du train, il se demanda où il irait passer la soirée. Il lui
fallait une distraction qui lui changeât les idées ; il était las de son
bonheur, comme d’un bel habit neuf, qu’il est si agréable de
remplacer, une fois l’effet produit, par l’habit précédent, fatigué et
commode, et dont les tares et les plis ne vous font plus horreur, du
moment qu’ils ne vous sont plus imposés par la nécessité.
Sa première idée fut d’aller retrouver son ami Julius, et de lui
raconter sa journée. Mais il ne le rencontra ni à la brasserie du
faubourg Montmartre, où il allait tous les soirs, ni au Moulin-Rouge.
Il ne pouvait vraiment pas aller se coucher aussi simplement,
après une journée si importante.
C’est alors qu’après avoir donné à son cocher l’indication d’une
rue, il lui dit un numéro qui n’était pas exactement celui où il voulait
aller. Quand la voiture s’arrêta, il demeura un instant sur le trottoir, et
feignit de chercher des lettres dans ses poches, pour laisser au
cocher le temps de s’éloigner. Puis il remonta à pied jusqu’à une
maison dont le rez-de-chaussée était occupé par une boutique de
teinturerie et par l’entrée d’un couloir obscur. Daniel accéléra le pas
et tourna brusquement dans le couloir. Comme il montait l’escalier, il
aperçut à une dizaine de marches au-dessus de lui, un soldat du
génie qui sonnait timidement à une porte, où Daniel avait déjà lu
plusieurs fois cette carte de visite : « Mme Léontine, modiste. »
Daniel attendit que la porte se fût ouverte et refermée sur le
soldat du génie. Puis, un instant après, il alla sonner à son tour.
Pendant les dix minutes qu’il passa dans cette maison, Daniel ne
prononça pas un mot. Il était parfaitement capable, dans des
réunions d’amis, de s’exprimer avec abondance sur des sujets
littéraires, philosophiques ou obscènes. C’est qu’il y avait en lui deux
personnages distincts : le monsieur qui parlait, et le faible jeune
homme que l’engrenage des circonstances entraînait à agir. Faute
d’avoir reçu une éducation commune, ces deux personnages ne
travaillaient jamais ensemble. Le monsieur qui parlait était un brillant
soliste. Il tenait à dire des choses sincères et définitives. Mais il était
tout à fait nul comme accompagnateur et ne savait pas plaquer des
accords sans prétention sur des sujets inopinés.
Étendu sur un divan de reps, Daniel regardait aller et venir dans
la chambre une personne assez corpulente, que, sans l’extrême
simplicité de son costume, on eût prise pour une diligente femme de
ménage, tant elle mettait de sûreté et de promptitude à remuer des
brocs et des seaux. « Ce n’est pas tout ça, pensait le jeune homme.
Il va falloir retourner demain à Bernainvilliers. Voilà deux jours que je
ne suis pas allé au magasin de papa. Et comment vais-je décider
mes parents à aller louer là-bas ? »
XII
EN FAMILLE

En se réveillant le lendemain dans sa chambre, Daniel ne se


rappela pas tout de suite s’il était heureux ou malheureux.
Trois petits ennuis, trois efforts à faire, l’attristaient. Il aurait à
demander de l’argent à sa mère, puis à couper au magasin sans se
faire attraper par son père, puis à trouver un moyen de décider ses
parents à louer à Bernainvilliers.
Tous ces tracas, décemment, ne devaient pas contrebalancer sa
grande joie d’être aimé de Berthe : il se répéta avec énergie qu’il
fallait être heureux.
Il lui restait sur sa semaine vingt-quatre francs. Il avait besoin de
s’acheter une chemise neuve. Celle qu’il avait portée la veille n’était
pas assez fraîche, et celles de l’armoire avaient toutes des
manchettes et cols éraillés. Mme Henry y veillait avec vigilance. Son
désespoir était que la blanchisseuse les abimât aussi vite. C’était à
croire que les blanchisseuses étaient de connivence avec les
chemisiers. Mme Henry, pour remédier à ce désastre, espaçait le
plus qu’elle pouvait les commandes de chemises neuves. La
sollicitude qu’elle avait pour son fils n’allait pas toujours jusqu’à la
coquetterie maternelle. Et son désir de le voir bien tenu ne
l’emportait pas sur un souci bien naturel de faire durer le linge le plus
longtemps possible.
La chemise coûterait bien dix francs. Le voyage en coûtait sept.
Daniel ne pouvait pas s’en aller à Bernainvilliers avec sept francs
seulement. Il résolut de demander vingt francs à sa mère ; puis,
après réflexion, cinquante francs. Il se dit enfin qu’il faudrait au
moins cent francs afin de parer à l’imprévu. Comme il allait passer
une bonne journée, il sentait le besoin, en bon sybarite, d’être
complètement tranquille et d’avoir sur soi de quoi faire face aux
éventualités les plus chimériques.
Mais cent francs, c’était une telle somme, qu’il n’eut pas le
courage de la demander et qu’il ne demanda rien du tout. Il préféra
aller acheter une chemise à crédit chez son chemisier.
Malheureusement, M. Malus, en fait de chemise toute faite,
n’avait que de la chemise sans col. Daniel aurait voulu une chemise
avec un col droit et très haut. « Attendez, dit M. Malus, attendez
donc… J’ai là quelque chose qui serait peut-être susceptible de faire
votre affaire. Une chemise qui m’a été laissée pour compte parce
qu’elle était trop étroite. »
Daniel passa dans l’arrière-boutique pour essayer cette chemise.
Le col était décidément trop juste. M. Malus parvint à le boutonner,
mais Daniel suffoquait… « Attendez donc, dit encore le chemisier.
J’ai là quelque chose d’autre. Seulement, c’est un col rabattu. Voici,
par le fait, la saison chaude. Vous n’aurez donc pas à vous en
repentir. Et c’est une chemise toute en toile, une chemise de dix-huit
francs, que je vous laisserai à dix francs. »
Il alla chercher une chemise qui, certainement, avait été faite
pour un homme de deux mètres de haut. Daniel était obligé de
remuer le cou comme une autruche, afin de prendre successivement
contact avec tous les points de la circonférence du col. La jupe lui
tombait aux talons. Malgré un pliage minutieux, c’est à peine s’il put
fermer son pantalon sur cet amas de linge. On lui fit un point à
chaque manche pour les raccourcir et il fallut de grands efforts pour
faire passer ses manchettes dans les manches de la jaquette. Le
poignet de Daniel jouait là-dedans comme dans les manchettes
classiques de l’amant d’Amanda ; on lui voyait le bras jusqu’au
coude.
Il profita de ce qu’il était chez le chemisier pour acheter une
garniture en nacre pour son devant de chemise. Entre autres
modifications qu’avait produites dans son âme l’aveu d’amour de
Mlle Voraud, figurait désormais le besoin impérieux d’avoir toutes les
boutonnières de son plastron garnies de boutons.
Tout ceci se passait à neuf heures et demie du matin. Daniel se
fit envoyer la chemise géante à son domicile et se rendit auprès de
son père. M. Henry, dans son bureau, causait avec l’oncle Émile, qui
passait par là ce matin. En apercevant Daniel, M. Henry dit à
l’oncle :
— Permets que je te présente le haut patron, le commanditaire
de la maison, M. Daniel Henry. Monsieur vient de temps en temps
au magasin, pour voir si nous travaillons bien, et si tout va suivant
son idée. Voulez-vous nous faire l’honneur de vous asseoir,
monsieur le comte. On va vous montrer les livres de la maison. Par
quoi voulez-vous que l’on commence ?
Allons ! il n’était pas de trop méchante humeur. Daniel, qui ne
l’avait pas encore vu le matin, l’embrassa sur le front. Puis il s’en alla
du côté de son bureau. En traversant le bureau du comptable, il vit
que M. Fentin n’était pas là. « Daniel ! cria M. Henry. »
Il revint près de son père. « Comme M. Fentin ne vient pas ces
jours-ci, — oui, il a une angine — je vais te donner du travail pour
cet après-midi. Tu vas me faire trois copies de ces listes
d’échantillons et tu me les enverras aux clients dont je te dirai les
noms. »
— C’est que… papa…
— Qu’est-ce qu’il fait, papa ?
— C’est que… papa… j’ai absolument promis à M. Voraud d’aller
aujourd’hui à Bernainvilliers.
— Comment ? Mais tu en sors, de Bernainvilliers. Qu’est-ce que
tu as maintenant avec ces gens-là ?
Daniel rougit. Puis un gracieux petit mensonge lui surgit dans
l’esprit, à point nommé.
— M. Voraud a beaucoup insisté pour que je vienne aujourd’hui,
parce qu’il doit me présenter à un de ses amis, un professeur, qui
me recommandera, au moment des examens.
— C’est tout de même curieux que je ne peux compter sur ce
jeune homme pour aucune chose dont j’ai besoin, dit M. Henry.
Quand est-ce que tu vas un peu songer à te rendre utile à ton père ?
— Si tu veux, je viendrai demain de bonne heure, et je copierai
ces listes.
— Demain, monsieur ? Non. L’année prochaine. Je vous assure
que ça sera grandement temps. Je regrette infiniment, monsieur. On
fera son possible pour s’organiser en se passant de vos estimables
services.
Il s’inclina profondément. Puis il se mit à signer des papiers.
Daniel s’esquiva en douceur, en marchant de côté pour ne pas
élargir l’entre-bâillement de la porte. Il gagna son petit bureau. Il
s’installa sur son fauteuil, devant le vieux bureau recouvert de
moleskine usée, puis, après avoir bâillé deux ou trois fois, il expédia
quelques affaires courantes, telles que l’enfoncement du crin sous la
moleskine, au moyen d’un porte-plume introduit dans un accroc, ou
bien l’agrandissement d’une tache d’encre sur le mufle en cuivre du
lion de l’encrier.
Il prit une feuille de papier à en-tête, où il écrivit : J’aime Berthe,
en anglaise cursive, puis en imitation de ronde.
Il déchira cette feuille compromettante et en prit une autre sur
laquelle il écrivit : « M. et Mme Henry ont l’honneur de vous faire part
du mariage de M. Daniel Henry, avec Mlle Berthe Voraud. » Il ajouta,
à côté de son nom : « Docteur en droit. » Puis il biffa cette indication,
parce que ç’aurait été trop long d’attendre son doctorat.
— Daniel ! On rentre déjeuner !
Daniel froisse précipitamment son projet de faire-part et le jette
dans le panier à papier.
Il retrouve son père au milieu du magasin. M. Henry demande à
un employé : Est-ce qu’on est venu de chez Harduin ?
— Non, monsieur, pas encore.
— Non !… non !… Et alors vous allez attendre tranquillement, en
vous croisant les bras ? Quand est-ce donc que vous aurez pour
deux sous d’initiative ? Vous allez me faire le plaisir de vous y rendre
tout de suite. Vous déjeunerez quand vous pourrez. Et si vous
n’avez pas le temps, vous déjeunerez par cœur. Ça sera une leçon
pour vous pour avoir un peu de tête… et d’initiative, ajoute encore
M. Henry, très content d’avoir trouvé ce mot.
— Bon ! pense Daniel. Je ne suis pas le seul à être engueulé.
Ils sortent tous deux dans la rue Lafayette. Daniel, qui est un peu
plus grand que son père, se voûte légèrement pour ne pas le
dépasser.
— Hé bien ! tu ne nous racontes rien de ta visite à
Bernainvilliers ? dit, quand on s’est mis à table, Mme Henry. Est-ce
qu’ils sont bien installés ?
— Magnifiquement, dit Daniel.
— Il paraît qu’il s’y trouve bien, dit M. Henry, puisqu’il retourne
encore aujourd’hui.
— Je te promets, maman, que c’est un autre pays que le Vésinet.
— Ça doit être plus campagne, dit Mme Henry.
— Et si tu voyais la différence des villas ? Il y a des jardins très
grands, et des arbres, au moins ! Et c’est beaucoup moins cher
comme location qu’au Vésinet. Voilà ce qui s’appelle une
villégiature !
— Tu ne veux pourtant pas, dit Mme Henry que nous quittions le
Vésinet, où nous allons depuis dix-huit ans ?
— Laisse-le donc parler, dit M. Henry. Lui, tu comprends, ça lui
sera complètement égal, si je fais chaque jour une heure en plus de
chemin de fer pour aller au magasin.
— Tu exagères, papa. Ça ne fait jamais une heure en plus.
Combien mets-tu pour aller au Vésinet ? Trente-cinq minutes. Sais-
tu combien mettent les express pour aller à Bernainvilliers ? Trois
quarts d’heure. Et la gare du Nord est bien plus avantageuse pour
toi que la gare Saint-Lazare. C’est à cinq minutes du magasin.
Il s’avance un peu en évaluant le trajet de Paris à Bernainvilliers
à trois quarts d’heure. Tous les trains mettent un peu plus d’une
heure, à l’exception d’un seul, qui fait la distance en quarante-neuf
minutes, un train de luxe qui vient de Lille deux fois par semaine, et
passe à quatre heures du matin à Bernainvilliers, où, dit la note W
de l’indicateur, il descend des voyageurs sans en prendre.
Cependant, Daniel s’enhardit, car la résistance est plus faible
qu’il n’aurait cru.
— Mme Voraud m’a dit qu’elle serait enchantée que vous veniez.
— Est-ce que ce sont des gens à fréquenter pour nous ? dit M.
Henry. Ils sont trop huppés.
— M. Voraud, dit Daniel, m’a répété je ne sais combien de fois
qu’il avait beaucoup de sympathie pour toi et que tu étais un
négociant de premier ordre.
— Je n’ai rien à dire contre lui, affirme énergiquement M. Voraud.
C’est un homme tout ce qu’il y a d’intelligent.
— Enfin, dit Daniel, qu’est-ce que je risque de visiter cet après-
midi quelques villas, puisque je vais là-bas ? Je verrai ce qu’il y a de
bien, et vous n’aurez plus qu’à choisir.
Ils ne répondent rien. Mme Henry ne s’engage pas sans la parole
de M. Henry, et M. Henry ne s’engage pas inutilement. Mais Daniel
sent que l’affaire est en bonne voie.
XIII
MAISON A LOUER

Daniel, pendant que le train l’emmenait à Bernainvilliers, éprouva


vraiment une grande joie à la pensée de revoir Berthe. Il avait besoin
d’elle maintenant, besoin de la voir, de l’entendre parler. Il eut, en
pensant à sa voix, une espèce de vertige, provoqué peut-être en
partie par les émanations de charbon qui s’échappaient de la
locomotive.
Un instant, il pensa aussi à André Bardot. Était-ce vrai qu’elle
avait flirté pendant un an avec André ? D’après Julius, André
prétendait être aimé d’elle. Non, il n’était pas possible qu’elle eût
aimé quelqu’un avant Daniel.
Le bonheur de Daniel était encore trop violent, pas assez
paisible, pour être troublé par de tels soupçons. Son besoin de
tranquillité le poussait à écarter de son esprit les dangers réels. Il ne
commençait à être inquiet que lorsqu’il avait touché la quiétude.
Alors il voyait autour de lui des périls imaginaires qui menaçaient la
cassette de son bonheur parfait.
Il était, ce jour-là, tout à la joie d’aller vers la fiancée de son
choix. Ce n’était plus la force expansive de la vapeur d’eau, mais
l’amour de Daniel qui animait la locomotive et entraînait entre deux
interminables talus les quatorze wagons du direct no 124. Et,
vraiment, avec une telle force motrice, le matériel de la Compagnie
était inexcusable de ne pas rendre davantage.
Quand le train arriva en gare de la seule localité intéressante du
territoire français et du monde, Daniel regarda la barrière. Les deux
jeunes filles n’y étaient pas. Louise Loison lui avait pourtant bien
répété qu’elles seraient à la gare à l’arrivée du train. Il descendit du
wagon, sortit de la gare. Personne sur la place. Est-ce qu’il ne s’était
pas trompé de train ? Louise avait pourtant bien parlé du train de
trois heures. Mais c’était peut-être le train qui arrivait à trois heures,
et non celui qui partait de Paris à cette heure-là. Pourquoi ne s’était-
on pas expliqué mieux ? gémit Daniel. C’est toujours comme ça. On
se quitte hâtivement, on se donne des explications sommaires, et
l’on s’aperçoit qu’elles ne suffisent pas, quand on a perdu contact.
Les femmes sont énervantes avec leur légèreté. L’attente est
insupportable. Il leur montrerait qu’il n’était pas content… Mais il les
aperçut au bout de la rue, et courut, épanoui, à leur rencontre.
Il serra la main de Berthe pendant une demi-minute. Il avait
toujours peur de ne pas en donner assez.
— Eh bien ! dit Louise Loison, avez-vous décidé vos parents à
louer ici ?
— A peu près, dit Daniel.
— Commençons notre tournée, dit Louise. Le plus raisonnable
serait peut-être d’aller chez Beau, à l’agence de locations.
C’était tout à côté, en face la gare. Ils entrèrent dans une petite
boutique où était installé un bureau. Ils virent là une dame maigre,
ornée d’un pince-nez, et dont les coins de bouche tombaient un peu.
Pour corriger l’expression revêche, et bien nuisible au commerce
des locations, que cette conformation donnait à son visage, Mme
Beau avait adopté un continuel sourire affable.
— Dans quel prix voulez-vous mettre ? dit-elle.
Daniel ne répondit rien tout d’abord. Il ne s’était muni chez lui
d’aucune indication, et il n’y avait pas d’homme moins renseigné que
lui sur les prix des villas, chalets, et, d’ailleurs, sur les prix de quoi
que ce fût. Il ne savait pas quand on devait marchander, se hâtait le
plus souvent d’en finir, et était tracassé, une fois le marché conclu,
par la crainte de s’être fait voler.
Ne sachant que dire à Mme Beau, il se raccrocha éperdument à
la vérité, et renonça à l’air assuré et important qu’il avait pris en
entrant dans l’agence.
Il répondit donc humblement : « Ce n’est pas moi qui dois louer.
Ce sont mes parents. Je voudrais voir ce qu’il y a de bien.
J’indiquerai les adresses à mes parents, qui viendront louer
définitivement. »
— Vous savez au moins combien il vous faut de chambres ?
— C’est selon, dit Daniel. Il se pourrait que mon oncle Émile et
ma tante Amélie viennent habiter avec nous. Alors il nous faudra
quatre chambres.
— Beau ? cria Mme Beau.
Une porte s’ouvrit au fond et Beau parut. Il n’était ni beau, ni laid.
Ce n’était donc pas sur son propre visage qu’il fallait chercher
l’origine de son nom patronymique, qu’il ne méritait ni par
acclamation, ni par ironique antiphrase.
— Avons nous les clefs du chalet Pilou ? dit Mme Beau.
— Mais non, dit Beau. Puisqu’il est occupé. Mme Pilou est
revenue d’hier.
— Je vais y conduire ces messieurs et dames.
— Prends toujours les clefs de la villa Mauvesin, puisque c’est
sur le chemin. Tu auras meilleur temps de les y mener d’abord. Ils
pourront comparer avec le chalet Pilou.
Ils passèrent devant la villa des Marguerites, dont le nom
printanier et les balcons en bois séduisaient beaucoup les âmes
juvéniles. Mais elle était humide, paraît-il, mal meublée, et la
propriétaire était folle. Puis, ils visitèrent la villa Mauvesin, que les
propriétaires habitaient toute l’année et louaient pendant trois mois
d’été. Le jardin ne manquait pas d’ombrage. La maison, toute
blanche, avait un aspect un peu triste. « Vous allez voir comme c’est
bien meublé », dit Mme Beau. Elle ouvrit le vestibule, poussa les
volets du salon obscur. Il était encombré de photographies. Les
locataires étaient introduits du jour au lendemain au milieu des
souvenirs tout chauds d’une famille, comme dans un lit dont on n’a
pas changé les draps. Ces gens-là vous louaient pour une saison
leur idéal d’art, avec les gravures qu’ils avaient choisies pour les
panneaux, le culte de leurs parents morts, et même celui de leurs
animaux défunts : un épagneul empaillé et mal épousseté était
couché en rond au pied d’une console, dans la posture qu’il
affectionnait tant.
Ils sonnèrent ensuite au chalet Pilou. Et ce fut Mme Pilou elle-
même qui vint leur ouvrir, Mme Pilou, la miniaturiste, avec sa haute
stature, ses cheveux coupés courts, et qui, malgré ses allures et son
détachement d’artiste, passait pour être inexorablement rapia dans
l’inventaire de la vaisselle. Le chalet Pilou, en briques, leur parut
confortable et convenablement meublé. Le salon était constitué par
l’atelier de la propriétaire. La salle à manger était claire. Il y avait une
bonne place à l’ombre, pour déjeuner dans le jardin, et c’est
l’agrément de la campagne. La cuisine était vaste, avec l’eau de la
ville. Les chambres du haut étaient plaisantes, bien qu’il y eût un peu
trop de rideaux autour des lits. Enfin, Daniel, en examinant à la
dérobée les cabinets, vit, non sans plaisir, qu’ils étaient tapissés
avec des dessins de journaux amusants.
Le chalet Pilou faisait bien l’affaire. Ils redescendirent tous en
conférence dans le salon du bas. Sur la cheminée, Uranie, la muse
bien connue de l’astronomie, siégeait de profil sur un fauteuil doré
qui marquait l’heure, appuyait sa main sur une sphère étoilée, et
feignait de lire sans relâche, pour n’avoir pas l’air de voler son titre,
une belle édition sur bronze d’un traité de cosmographie.
Daniel sentit le besoin d’étonner les jeunes filles par son habileté
commerciale et, devant Pilou, se mit à dénigrer la maison d’une
façon telle, que le parti pris s’y voyait de vingt lieues à la ronde.
« Enfin, acheva-t-il, je dirai à ma mère de venir visiter la villa. Mais je
crains bien qu’elle ne lui plaise pas. »
Comme il était cinq heures à peine, et qu’ils ne voulaient pas
rentrer si tôt, ils allèrent encore visiter une autre maison sur la route
de Beauvais. Daniel, le choix de la villa étant à peu près arrêté,
n’avait plus qu’à penser à sa bien-aimée. Louise Loison et Mme Beau
marchaient devant. Il resta un peu en arrière avec Berthe.
Il lui dit : « Vous êtes contente que je vienne habiter ici ? » Elle
répondit : « Oui, très contente. »
Il était, lui aussi, bien heureux. Il aurait voulu l’embrasser, la
serrer très longtemps dans ses bras. Ils arrivèrent devant la maison
de la route de Beauvais. Louise Loison, toujours avisée, jeta un
regard dégoûté sur le rez-de-chaussée et dit à Daniel : « Je vais
toujours voir les chambres du haut avec Mme Beau. Je vous
appellerai, si ça en vaut la peine. »
Il resta donc seul avec Berthe dans le salon à moitié obscur. Il
s’approcha d’elle et lui prit la main, sa main nue qui tremblait un peu.
Berthe le regarda, les lèvres entr’ouvertes et sans haleine. La
pendule de marbre et de cuivre vibra, sous son globe, de cinq petits
coups glacés. Berthe avait les yeux défaillants, les lèvres tendres et
douloureuses. L’amour qu’il avait pour elle, l’amour qu’elle avait pour
lui, se cherchèrent et se joignirent enfin sur leurs bouches unies.
Ce baiser, enivrant pendant plusieurs secondes, dura très
longtemps. Berthe s’abandonnait, comme épuisée, et Daniel, par
politesse, ne voulait pas s’en aller le premier. Il prit enfin le prétexte
d’un léger bruit à l’étage au-dessus pour relever la tête.
Quand ils furent de nouveau sur la route, ils quittèrent Mme Beau.
On lui promit une prompte réponse pour le chalet Pilou. Puis, ils
rentrèrent chez Mme Voraud, à qui Daniel présenta les compliments
de sa mère.
« C’est bientôt l’heure de mon train, dit Daniel à Berthe, comme
ils se promenaient dans une allée. — Mais vous restez dîner, dit-elle
impérieusement. — Madame votre mère ne m’a rien dit. — Moi, je
vous le dis, répondit-elle. Attendez. »
Elle s’en alla près de sa mère et se mit à causer à voix basse
avec elle. Daniel était très gêné, parce que les négociations se
prolongeaient, et qu’il y avait probablement du tirage. A la fin, Mme
Voraud, tout en continuant de sourire de loin au jeune homme, fit à
Berthe un petit signe d’acquiescement lassé. Berthe revint à Daniel :
« Vous restez dîner. » Il s’inclina. Sa fierté n’était plus en jeu.
L’amour a droit à tous les sacrifices. C’est du moins ce qui est
entendu avec les dames, qui sont, en somme, les juges naturels de
notre dignité.
Le dîner fut sensiblement moins somptueux que celui de la veille.
Le domestique servit à table, en simple gilet de livrée. La grand’mère
était en petite tenue de molleton brun. Il n’y avait qu’un poulet, des
petits pois et le bœuf de la soupe. Mme Voraud s’excusa de leurs
goûts grossiers. « On sert le bouilli, parce que mon mari s’en
régale. » Elle n’ajouta pas que ça faisait un plat de plus.
Un plumcake de renfort, le seul entremets qu’on pût trouver dans
le pays, arriva un peu tard, apporté par le groom, au moment où tout
le monde allait se rattraper sur le fromage.

You might also like