Turan Dursun Kur An Ansiklopedisi 5 Cilt 1st Edition Turan Dursun Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 5

Cilt 1st Edition Turan Dursun


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-ansiklopedisi-5-cilt-1st-edition-tur
an-dursun/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 3 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-3-cilt-1st-edition-turan-dursun/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 6 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-6-cilt-1st-edition-turan-dursun/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 8 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-8-cilt-1st-edition-turan-dursun/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 4 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-4-cilt-1st-edition-turan-dursun/
Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 7 Cilt 1st Edition
Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-7-cilt-1st-edition-turan-dursun/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 2 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-2-cilt-1st-edition-turan-dursun/

Turan Dursun Kur an Ansiklopedisi 1 Cilt 1st Edition


Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/turan-dursun-kur-an-
ansiklopedisi-1-cilt-1st-edition-turan-dursun/

■eytan Ayetleri Tart■■mas■ 4th Edition Turan Dursun

https://ebookstep.com/product/seytan-ayetleri-tartismasi-4th-
edition-turan-dursun/

■erafettin Turan Türk Devrim Tarihi 1 Kitap


■mparatorlu■un Çökü■ünden Ulusal Direni■e 1st Edition
■erafettin Turan

https://ebookstep.com/product/serafettin-turan-turk-devrim-
tarihi-1-kitap-imparatorlugun-cokusunden-ulusal-direnise-1st-
edition-serafettin-turan/
Kur'an Ansiklopedisi'nin Yayın Hakları
Analiz Basım Yayın Tasarım Uygulama Ltd. Şti'nindir.

Analiz Basım Yayın Tasarım Uygulama Ltd. Şti. Adına Sahibi


İsmet Öğütücü

Genel Müdür
İlhan Kırıt

Sorumlu Müdür
Zafer Enver Bilgin

Yayın Koordinatörü
Rıza Doğan

Yayma Hazırlayanlar
Asaf Güven. Aksel1. Zafer Enver Bil_gin, Rıza Doğan,
ilhan Kırıt, ismet Oğütücü, Meriç Ozeller

Grafik ve Sayfa Düzeni


Yüksel Atatunç, Semra Karabulut

Bilgi İşlem
Ahmet Aka

Dizgi
Güler Kızılelma

Montaj
Bahri Çakır

Muhasebe Müdürü
Fadile Bölükbaşı

Satış
Şinasi Gökçe, Fetih Kişioğlu, Güven Yurtsever

Abone
İlknur Gürbüz

Baskı: Sistem Ofset

Cilt: Uğur Matbaacılık

Basım: Temmuz 1994

ISBN: 975-343-066-3 (Takım)


975-343-073-6
© 1994
Her hakkı saklıdır. Yazılar izin alınmadan, tümüyle ya da kısmen yayınlanamaz,
kullanılamaz, Süreli yayınlarda (günlük, haftalık, onbeş günlük, gazete ve der­
giler) kısa alıntılar, kaynak gösterilerek kullanılabilir.

ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM UYGULAMA LTD. ŞTİ.


İstiklal Cad. 184/4 80070 Beyoğlu/İstanbul
Tel/Faks: 252 21 56 - 252 21 99
1 1 1

KUR1 AN ANSiKLOPEDiSi

DUA 5HİCRET

KAYNAK�AYINLARI
Bununla birlikte, yağmur duasında, Peygamber'in duada ellerinin içini
aşağıya doğru çevirdiği aktarılır.
Bkz. YAGMUR 5
DUA
Hadis
Saib'in, babası Yezid'den aktardığına göre, Peygamber duada yukarı
kaldırdığı ellerini, dua bitiminde yüzüne sürerdi. (Bkz. Ebu Davud, Kitabu's­
Selat/358, hadis no: 1 492.)
Bu, Hattab Oğlu Ömer'den de aktarılır. (Bkz. Tirmiz1, Kitabu'd-Deavat/ l 1 ,
hadi s no: 3 3 86.)
Konu için bkz. NAMAZ.

5- Duanın Biçimi

a) Düz Dua
Duaların "özl ü " olması, "uyaklı dua"dan da kaçınılması i stenir. Kimi hadiste
"uyaklı (seci 'li:kafiyeli) dua'nın "mekruh" olduğu belirtil ir. (Bkz. B uharı,
Kitabu'd- Deavat/20.)
Bununla birlikte, duaların çoğunun "kafiyeli" olduğu görülür. Yukarıda su­
nulan dualarda da bu görülmekte.

b) Uyaklı ve Şiir Biçimindeki Dua


Kimi duaların şiir olmasa da uyaklı , kimilerininse doğrudan şiir biçiminde
olduğu görülür. Arapça'dan ve Türkçe'den olmak üzere bir-iki örnek sunalım:
Şu dua, kimilerine göre Ebu Hanife'nin, kimilerine göre Ali'nin, kimilerine
göreyse ünlü İslam ta-;a,,ııfçw;ıı (µi1emci) İhrahim İhn Edhem'indir:

tl'l;İ 5J Jl;JI �İJ • (1_,. j \·)=. jııı .:.ı/


t"ly JI .)\_µ)\ ·�u • \_,;� w�:l..I
j }� ;;ti
tı'ı� Y.-.J_ l:.---IJ �� J t>L'I .ü ,� 4.r j�Lf
·

. "' s. , ..

t"ly r.-1 � f
,:J • r;'� .U � � � �IJ

�W\!.l:q_
' ., ,!.
!�. �
,,. , ,.... • , ,

t:'lbS .üj !':".i.'.\IL." l...1,.i! (\;"I '• t


w


'

.!)\.'.\\,, ....
� , .-.,,, '
, ,, ., . ,. , ,, '· .,, . ,
....... , . •., tJ"
•�./. ı�ı - •l; ···- t; \ ••
t:ı .r;, J
. 'b:;" ı.),.\"'.
�:', .)..J v-, . � ı..>,.

Türkçesi
(Tanrı ' m ! ) Senin sevgi n uğrunda tüm halktan uzaklaştım . Seni göreyim diye
ail e birey lerimi öksüz bıraktım. Eğer sen, beni sevginden yoksun kılarsan, gönül
senden başkasına melemez. Sana gelen, seni uman, senin sesini duymak isteyen
bir güçsüzü cezalandırmaktan vazgeç. Koruyucu (Tanrı ) ! O sana karşı gelmiş
olsa da, senden başka Tanrıya tapmamıştır. Tanrı ' m ! Gün ah l ı kulun sana geldi .
Günahlarını boynuna alarak, Sana dua ediyor. Sen onu bağışlarsan, tam sana
göredir bu i ş . (Sen bağı şlamanın ehlisi n . ) Ama onu kovarsan , senden başka kim
6 acıyacak ona? (Bkz. Mehmed Zihni, el Kavlu'l-Ceyyid, İstanbul , 1 304, s. 1 5 8.)
DUA
Yunus Emre'den :
İl3hi Cennet evine- Girenlerden eyle bizi,
Yarın anda Cemalini- Görenlerden eyle bizi.
Mü'minlere rahmet ola- Münafıklar mahrum kala,
Yunus aydür, doğru yola- Gidenlerden eyle bizi.

Mehmet Akif Ersoy'dan:


DUA
Ya İlahi bize tevfikini gönder!..
-Amin!
Doğru yol hangisidir, millete göster! ..
-Amin!
Ruh-u İsl3m'ı şedfüd sıkıyor, öldürecek,
Zulmü te'dib ise maksfid-u mehibin, gerçek,
Nara yansın mı beraber bu kadar mazlfimin,
Bi-günahsız çoğumuz... -Yakma İl3hi!
-Amin!
Boğuyor alem-i İslam'ı bir azgın fitne,
Kıt'alar kaynayarak gitti o girdap içine!
Mahvolan aileler bir sürü ma'sfimundur.
Kalan avarelerin hali de ma"lfimundur.
Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor arşa enin!
Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab!
-Amin!
Müslüman mülkünü yerde fel3ket vurdu ..
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübin;
Hak-i sar eyleme ya Rab, onu olsun
-Amin!
Ve'l-hamdü-li'llahi Rabbi'l-Alemin.

6- Duada Katılım

a) Birlikte Dua
İnsan yalnız başına dua edebildiği gibi, topluca dua da olabi lir. B irlikte
duaya, "ağzı dualı olanların" yani "duası geri çevrilmeyecek ölçüde Tanrı
katında değerli olan" ların "yüzü-suyu hürmetine" herkesinki kabul edilir
i nancıyla çok önem verilir. Çünkü hadi slerde, kimi insanların " dua" larının geri
çevri lmeyip kabul edildiği bildirilir. Özel likle "güçsüz" ve h aksızlığa uğramış
kişilerin duaları. Şu ayet de bu konuda kanıt gösteri lir:
En 'am Suresi,
ayet:52

Anlamı (Diyanet'in)
Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O 'na yalvaranları kovma. Onların
hesabından san a bir sorumluluk yoktur. Senin hesabından da onlara bir so­
rumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın. (En'am Suresi,
ayet:52.)

Açıklama
Kur'an yorumlarında aktarılan odur ki, Peygamber, Kureyş'in i leri ge­
lenlerinin Müslüman olmalarını i stiyordu. Onlar da, Peygamberin bu eğilimini
bilip Peygamber'den: "yanı ndaki yoksul l arı, güçsüzleri kovmasını" istemişler,
onlarla birlikte bulunmanın, onurlarına dokunduğunu söylemişlerdi. Yani do­
laylı olarak, Peygamber, bu isteklerini yerine getirirse, " imana gelecekleri "ni an­
l atmışlardı . Onun üzerine bu ayet geldi . (Bkz. tefsirler, örneğin, Sabun!, Saf­
vetu't-Tefüsir, 1 /392; Kurtubl, 1 1 /374.)

Hadis
"Üç kimse vardır ki, duası geri çevrilmez, kabul edilir: Oruç tutan. Orucunu
bozana dek. Adaletli devlet başkanı (İmam). Bir de 'mazlum'un (haksızlığa
uğramış kişinin) duası geri çevrilmez. Tanrı bu kimselerin dualarını bulutların
üstüne kaldırır-yükseltir; bu dualar için gök kapılarını açar ve şöyle der:
'Gücüme Andolsun ki, bir süre sonra da olsa sana kesinlikle yardım edeceğim ! ' "
(Bkz. Tirmizl, Kitabu'd-Deavat/ 1 29, hadis no: 3598.)

b) Duaya Amin
Duaya katılma, birlikte dua biçiminde olabileceği gibi, dua edenin duasına
"A min" diyerek de olur."Amin"in kendisi de "dua" sayılır. (Bkz. Buhari, Ezan/ 1 1 1 .)

Hadis
"İmam: 'Gayri'l-mağduhi aleyhim ve la'ddallin:(Tann'm!) Ne gazaba
uğramışların, ne de sapmışların yoluna götür bizi !' dediği zaman, siz de, 'ami n ! '
deyin. Eğer b u sözü, meleklerin sözlerine (aminlerine) denk gelen kimsenin geçmiş
günahları bağışlanı r." (Bkz. Buhari, Tefsir/1 /2; Müslim, Selat/7 1 -75, hadis no: 409.)
Konu için bkz. NAMAZ.
Hadis
"Bir hastanın ya da ölünün yanında bulunurken hayır söyleyin (iyilik dileyin,
8 dua edin)! Çünkü melekler, sizin o sıradaki dileğinize, 'amin' diyeceklerdir . . . "
DUA (Bkz. Müslim, Kitabu'l-Ceniiiz/6, hadis no: 9 1 9.)

Hadis
"Kim Kur'an okur, sonra dua ederse; onun duasına, dört bin melek 'amin !'
der" (Bkz. Darimi, Kitabu Fedaili'l-Kur'an/33.)
"Hatim duası" nda, dua edenin duası ve birlikteki " amin"ler bu hadiste
anlatılanın kapsamına girer.

Hadis
"Yahudiler sizin 'selam'ınızı ve 'fimin'inizi kıskandıkları kadar hiçbir şeyinizi
kıskanmazlar. " (Bkz. İbn Mace, Kitabu İkametu's-Selat/ 1 4, hadis no: 856.)

C- Duanın Tanrı'ya Ulaşması (Tanrı' nı n Duayı İşitmesi)


Ali İmran Suresi 'nin 38. ayetinde Zekeriyya Peygamber'in, "Tann'dan çocuk
i sterken " ve bunun için dua ederken, " Kuşku yok ki, Sen, D uayı işitensin ! "
dediği bildirilir.
Bkz. ÇOCUK, ZEKERİYYA.
İbrahim Suresi'nin 39. ayetinde de İbrahim Peygamber'i n şöyle dediğini bildirilir.
" Kocamışken bana İsmail'i ve İshak'ı armağan eden Tanrı'ya hamdolsun.
Kuşkusuz, Tanrı 'm, duayı işitendir."
Bkz.ÇOCUK, ARMAGAN, İBRAHİM, İSHAK, İSMAİL.
Bununla birlikte, kimi hadislere ve Fatır Suresi'nin 1 O. ayetine dayanıl arak,
" dua"nın "Tanrı katı "na ulaşması için "salih (iyi) amel "in (iyi davranış ve iba­
detin) gerekli olduğu savunulur. "Duayı Tanrı katına ulaştıran " şeyin , " salih
amel" olduğu belirtilir.
B kz. AMEL, İMAN, KELİME.

D- Peygamberlerin Duaları
1- Kur'an'da Adı Geçen Peygamberlerin Duaları
Bu dualar için bkz. ADEM, İDRİS, NUH, SALİH, İBRAHİM, LUT, İSMAİL, İSHAK,
YAKUB, YUSUF, EYYÜB, ŞUAYB, MUSA, HARUN, DAVUD, SÜLEYMAN, İLYAS, ZÜ'L-KİFL,
YUNUS, ZEKERİYYA, YAHYA, İSA.

2- İslam Peygamberi'nin (Muhammed) Duası

a) Kendisi ve İnanırlar İçin Duası


Peygamber'in, kendisi için, ailesi için , arkadaşları ve bütün Müslümanlar için
duaları vardır. Çeşitli duaları yukarıda sunuldu. Bunların tümü bir araya ge­
tirilse, başlı başına bir kitap olur.
Peygamber'in i nanırlar için dua etmesi, Kur'an'da da buyurulur ve gerekçesi
açıklanır:
Tevbe S uresi,
ayet: 103

Anlamı (Diyanet'in)
Ey Muhammed ! Mallarının bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sa­
daka olarak al; onlara dua et! Senin duan, onlar için bir güvendir. All ah işitir ve
bilir. (Tevbe Suresi , ayet: 1 03.)

Açıklama
B urada, Peygamber'i n alması buyurulan "sadaka", kimilerine göre, "zekfü"ın
dışındaki bağış, kimilerine göreyse "zekfü"tır. Yorum için bkz. ZEKAT.
B u ayetteki "dua" anlamına gelen " selfü (salat)" , Hafs'ın aktarması ve
Asım'ın "okuyuşu "na ("kıraet"ine) göre "se!at" biçiminde tekilse de, B akı1n'un
'"okuyuşu "na göre çoğuldur ve "selavfü (dualar)" biçimindedir. B akfin, böyle
olması gerektiğine, aynı surenin 99. ayetindeki "Peygamberin duaları" demek
olan "selavati'r-Resfili"yi kanıt olarak göstermektedir. (Bkz. Ebu Zer'a Ab­
durrahman, Huccetu'l-Keraet, Beyrut, s. 322-323; Razi, Tefsir, 1 6/1 80.)

Tevbe S uresi,
ayet: 99

Anlamı (Diyanet'in)
B edevilerden, Allah'a ve Ahiret gününe inanan, sarf ettiğini, Allah katında
ibadet ve Peygamber'i n dualarına nail olmaya vesile sayanlar da vardır. Bilin ki,
verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz
bağışlar ve merhamet eder. ( Tevbe Suresi, ayet: 99.)

b) Peygamber'in İnanmazlar İçin Duasr

t{""/ O /
• > 114. ._- ...
;i
O •O./
• ..
O� O
, . , ="'J
' • o
O O/ �/ ""\�i
'�J'{�· O/.. ..

O
o
O
.
lle�
O/ \
. ..
O
Tevbe S uresi,
ayet: 80
J
• •

vv�
.. , J, ,. ,; J;, ,,
10
DUA

Anlamı (Diyanet'in)
Ey Muhammed ! Onlara i ster bağış(lanma) dile, i ster di leme, birdir. Onlara
yetmiş defa bağı şlama di lesen (yine) Allah onları bağı ş lamayacaktır. Bu,
Allah'ı ve Peygamberi'ni i nkar etmelerinden ötürüdür. Allah fil.sık topluluğu
doğru yola eriştirmez. (Tevbe Suresi, ayet: 80.)
Bkz. DİLEMEK, HİDAYET. DoGRll. MÜNAFIK.

Tevbe S uresi,
ayet: 114

Anlamı (Diyanet'in)
Cehennemlik oldukları anl aşıldıktan sonra akraba bil e olsalar, puta tapan lar
için mağfiret di lemek, Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz. İbrahim'in babası
için mağfiret dilemesi, sadece, ona verdiği bir sözden ötürüydü. Allah'ın
düşmanı olduğu anl aşı l ınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve
yumuşak huyluydu. (Tevbe Suresi, ayet: 1 1 4.)
Bkz. İBRAHİl\I.
Hud Suresi'nin 46. ayetinde de (müslüman olmayan) oğlu için Tanrı'dan di lekte
bulunmuş olan NQh'a, salih amel sahibi olmayan oğlu için böyle bir tutum
göstermemesi gerektiğinin (yani oğlu için dua edemeyeceğinin) bildirildiği anlatılıyor.
Fahruddin Razi, "peygamberliğin ve imanın, putataparlara (kafirlere) dua etmeye
engel olduğu"nun bildirildiğini yazıyor. "Tanrı'nın onlara ceza vereceği yolunda
hükmü, takdiri bulunduğu halde, peygamber ve inanırlar, onların bağışlanmasını is­
terlerse, geri çevrileceği belli olan bir i stekte bulunmuş olurlar. Buysa, peygamberin,
peygamberlik derecesinde bir eksiklik oluşturur. .. " diyor. (Bkz. Razi, 1 6/209.)
Putataparl arın, kafirleri n "bağışlanmaları " için dua etmek başka, onların
"imana gelmeleri" için dua etmek başkadır. Razi de, bunun ikisini ayırıyor.
(Bkz. Razi, Tefsir, 1 6/2 1 0.)
B i r peygamber, bir inanır, herhangi bir kafirin "imana gelmesi" "hi dayete er­
mesi" için dua edebilir mi?
Kam il Miras, "bazıları zaleme (zalimler) ve küffar (kafirler), hürriyet-i dini 11
ayak altına alan mekfüeden (türden) i seler heliikleri ne, değil iseler tevbe lerine DUA
d ua edi lir, demişlerdi . . . " diyor (Bkz. Miras, Sahi h-i, Buhar! Muhtasarı Tecrid-i
Sarih Tercemesi, Ankara 1 966, Diyanet İşleri B aşkanlığı yayın., c. 3, s. 270) ve
aşağıdaki hadisin bu görüşe kanıt gösteril di ği belirtiliyor:

Hadis (Tecrld-i Sari h'ten, Kamil Miras'ın çevirisi.)

TÜRKÇESİ
Ebfı Hüreyre radiyallahü anhten şöyle dediği rivayet olunmuştur: (Mekkede
müslüman olup kabilesini davete memur olan) Devsi Tufeyl İbni Anır (Hayberin fethi
sırasında) bazı arkadaşları ile Nebi salHillahü aleyhi ve sellemi ziyarete gelmişlerdi.
Bunlar (kendi kavminden şikayet ederek):
-Ya ResuHillah! Devs kabilesi halkı Allaha asi oldular ve Tufeylin İslama da­
vetini kabulden imtina ettiler. Binaenaleyh bunların aleyhine dua buyur! Dediler.
Şimdi artık Devsilerin helakine dua olunacak denilirken bir de Resulullah(ın re'fet
ve şefkati tecelli ederek):
-Yaralı, Devs halkına hidayet eyle de onları islam camiamıza getir! diye dua bu­
yurdu.

E- Dua ve İnanır Kişi


1 - İnanırın Kendisi İçin Duası
A'riif Suresi'nin 1 5 1 . ayetinde, Musa Peygamber'in: "Rabbi'ğfirli ve li ahi ve
e'dlıilna fi rahıne tike ve ente erham u'r- Rahimin (Tann'm ! Beni ve kardeşimi
bağışla, bize acı ! Sen acıyanların en acıyanısın ! )" dediği bildirilir. Görülüyor ki,
burada, Musa Peygamber "önce kendisine dua ediyor". İbrahim Peygamber'in de,
İbrahim Suresi'nin 4 1 . ayetinde, "Tanrı'mız! Hesap görülecek günde (Ahirette),
beni, anababamı, i nananları bağışl a ! " anlamında dua ettiği bildiriliyor. Burada da
dua eden, önce kendine dua etmekle başlıyor duaya. B aşka örnekler de verilebilir.
İslam Peygamberi'nin de duaya kendinden başladığı bi ldirilir hadislerde.
Hadis
Übeyy İbn Ka'b anlatıyor:
12 " Peygamber, duaya önce kendinden başlard ı . " (Bkz. Ebu Davud, Kitabu'l-
DUA HurGf ve ' 1-Kıraat/ l , hadis no: 3984.)
Bundan dolayı, inanırın duaya giriştiği zaman, önce kendine d u a etmesi ge­
rektiği savunulur.
İnsanın, herkesten önce kendisine dua etme eği limi doğaldır.
Ne var ki, kendisine duayla kalmaması, başkal arı na da dua etmesi gerektiği
bildirilir.

2- İnanırın Peygamber'e Duası


Bu konuya ilişkin ayet, hadis ve yorumlar için bkz. SELAT.

3- İnanırın İnanır İçin (Başkaları İçin) Duası

Haşr Suresi,
ayet: 1 0

Anlamı
Onlardan sonra gelenler de şöyle derler: "Tanrı 'mız! B izi bağışl a ! Bizden
önce imana ermiş olanları da. Kalplerimizde, i nanmış olanlara bir kin bu­
lundurma. Tanrı'mız! Sen çok esirgeyensin, acıyansın." (Haşr Suresi, ayet: 1 0.)

Açıklama
Ayette sözü edilen "onlardan sonra gelenler"i n kimler olduğu konusunda
değişik yorumlar ileri sürülür. Kimilerine göre "onlar" denirken anlatılmak i s­
tenen, "hicret edenler (muhacirler)", "onlardan sonra gelenler"se "daha sonra hic­
ret edenler"dir. Ki milerine göreyse, Müslümanlar üç kesime ayrılıyor. Birinci
kesim: Ensar (Medineliler). İkinci kesim: "Muhacirler" (Mekkeli göçmenler).
Üçüncü kesimse: Daha sonra gelen ve kıyamete dek gelecek olan, ilkleri izleyen
Müslümanlardır. (Bkz. Razi, 29/288.)
B u ayette,"inanırları n başka inanı rlara duaları " yansıtılıyor.

Hadis
" Müslüman bir kul, (inanır) kardeşi için onun bulunmadığı bir sırada dua
ederse, melek de onun için şöyle dua eder: '(İnanır kardeşin için dua edip di­
lediğin) o şeyin bir katı da sen i n olsun ! ' " (Bkz. Müslim, Kitabu'z-Zikr ve' d­
Dua. /23, hadis no: 2732.)
Hadis
"Müslümanın (bir başka Müslüman) kardeşine, onun bulunmadığı bir sırada
ettiği dua kabul olur. Onun yanı başında bir melek bulunur; o kimse, (Müslüman 13
din) kardeşi için hayır duada bulundukça, melek onunla bitlikte: 'Amin ! Bir o DUA
kadarı da senin olsun !' der." (Bkz. Müslim, Kitabu'z-Zikr ve 'd- Dua. / 88, hadis
no: 2733 . )

4 - İnanırın İnanmaz İçin Duası


Peygamber'in i nanmazlar için duası nasılsa, inanırların da inanmazlar için du­
aları öyledir. (Yukarıda değinilmi şti . )

F- Meleklerin İnanırlar İçin Duaları

Mü'min Suresi,
ayet: 7-9

Anlamı (Diyanet'in)
(Arş'ı yüklenen ve çevresinde bulunan melekler) mü'minler için : "Rabbi'miz!
ilmin ve rahmetin her şeyi içine almı ştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları
bağışla! Onları cehennemin azabından koru ! " diye bağışlanma dilerler.
"Rabbi'mi z ! "Mü'minleri ve babalarından, eşlerinden, soylarından iyi olanları,
kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy ! Şüphesiz Güçlü olan, Hakim olan
ancak, Sensin. Onları kötülüklerden koru ! O gün, kötülüklerden kimi korursan,
ona şüphesiz rahmet etmiş olursun . Bu, büyük kurtuluştur" (derler). (Mü'min
Suresi, ayet: 7-9.)
Yorum ve i lgili hadisler için bkz. CENNET, MELEK.

G- "Dua" ve Önemi İçin Ne Diyorlar?


Duanın anlamı , tanımı, önemi, nasıl olması gerektiği, kabul edilebilirliği,
zaman ve saatleri konusunda, anlamları ve yorumlarıyla birikte ayetler, en
sağlam kabul edi len kaynaklardan hadisler ve en temel kaynakl ardan bi lgiler;
maddenin başlarında sunuldu. Buradaysa ülkemizde, Türkçe yayı mlanmış olan
14 bir-iki incelemeden aktarmalar yapıl acak, özetler sunul acaktır:
DUA
1- Duanın Ne Olduğu Konusunda

Kasım Kufralı'nın incelemesinden :


"Dua: Bir şeyin yapılmasını ya da yapıl mamasın ı , Tanrı'yı överek, kulun
küçülmesini dile getirecek biçimde Tanrı'dan i stemektir." (Bkz. İslam An­
siklopedisi, Dua maddesi )
"Dua: Kulun, tüm umutları kırıldıktan sonra Tanrı'ya sığınıp yal varması ve
O'nu tek yardımcı tanımasıdır. " (Bkz. aynı yer)

Osman Ci lacı'nın incelemesi nden :


"Dua: Küçüğün büyükten, güçsüzün güçlüden i htiyacını i stemesi , di­
lemesidir. " (Bkz. Dua ve İbadet, Diyanet Dergi si, XI /5 s . 285 . Dayandığı kay­
nak:Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İst., 1 935, III/2 1 94.)
Burada "Büyük " ve "Güçlü" denirken anlatılmak i stenen, Tanrı'dır.
"Dua : Bir yardım i steme, bir sevgi i l ahisidir. Manasını bilmediğimiz kelimeleri
kuru kuru söylemekten ibaret değildir." (Bkz. aynı sayı, s. 286. Dayandığı kaynak:
Dr. Alexıs Carrel , Vasiyetname, ter. M. Rahmi B alaban, İst., s. 32.)
"Dua : Tanrıya gösteri len saygı hareketi , tapı nma, tapmı ştır." (Bkz. aynı yer.
Kaynak: Türkçe Sözlük.)
"Dua : Bir bakı ma, ruh kuvvetlerimizin gayeleri tarafından bir gayeye doğru
sevk edilmesi, çekilmesi demektir. " (Bkz. aynı sayı, s. 285.)

Ramazan Asl anbaba'nın i ncelemesinden :


"Dua : Dergah-ı i l ahiden (Tanrı katından), hayır, rahmet, nimet ve hacet di­
lemektir. " (Bkz. Dua, Diyanet Dergisi, IX/ 1 02- 103, s. 4 1 5 .)

2- Duanın Önemi Konusunda


Yukarıdaki i ncelemelerinde varı l an sonuç şöyle özetlenebi lir :
• Dua, başlı başına bir "ibadet" , bir tapınma olduğu i çi n önemlidir.
• Dua, uygar ya da i lkel, hiç kimsenin vazgeçemeyeceği bir "i htiyaç" olduğu
için önemlidir.
• Dua, insana psikolojik olarak rahatlık verdiği için önemlidir.
• Dua, i nsanın ruhunu yücelttiği için önemlidir. (Yukarıdaki i ncelemecilerin
gösterilen yerdeki yazılarına bkz.)

3- Duanın Nasıl Olması Gerektiği Konusunda


Kası m Kufralı, İmam Gazali''ye dayanarak "duanın adabı "nı (on olarak)
sıralıyor:
• Şerefli gün ve vakitleri gözetmek.
• Şerefli ve mubarek durum ( hal ) gözetmek.
• Yüzü kıbleye dönük olarak dua etmek.
• Alçak sesle dua etmek .
• Duanın uyaklı (kafiyeli) olmasına özel çaba harcamamak. 15
• Alçakgönüllüce ve küçülerek dua etmek. DUA
• Duanın kabul edileceğine inanarak, Tanrı'nın yardımına güvenerek dua etmek.
• D i leği di ""rek ve üç kez sunmak.
• Tanrı'nın <ı"·; la başlamak, dileğiyse biraz arkalara bırakmak.
• Ve tevbe ederek, bağı şlanma di leyerek dua etmek.
Bunlardan sonra yazar, "bir de diz üstü çökerek, Peygamber'e veya velilere te­
vessül edip, akıl ve mantığın kabul etmeyeceği dualarda bulunmamak şart ola­
rak zikredil i r" diyor. Daha sonra: "Duaların tertibi nde, peygamberlerin Kur'an'da
zikredilen dualarıyla Peygamber'den rivayet edilen dualara ve nihayet, veli lerin,
şeylerin terkiplerine (dua k alıplarına) itibar edilir. .. " diye yazmakta. Ayrıca:
"Mahiyet itibarıyla da, duanın üç şekli vardır: Allah'ın esma (adları) ve sıfatını
matluba muvafık (dileğe uygun olarak) sıralayan dua, zillet (küçülme) ve zaruret
ifade eden dua ve bütün ihtiyaçları birden arz eden dua. Bu üç mertebeyi birden
ihtiva eden da gayet makbuldür ki, bu hiil Peygamber'in dualarında görülür. "
deyip bitiriyor. (Bkz. İslam Ansiklopedisi, Dua maddesi .)
Osman Cilacı 'nın (daha çok bilgi için bkz. Dua ve İbadet, Diyanet Dergisi XI/
6, s. 359-363.) ve Ramazan Aslanbaba'nın (Dua, Diyanet Dergisi, c. 9, sayı: 1 02-
103, s. 4 1 7-4 1 8 .) yazıl arında da, değişik anlatımlarla da olsa bunlar anlatı lır.
Osman Cilacı, sıralanan koşullara uygun olarak yapı lırsa duada şu üç
özelliğin bulunacağını belirtiyor: Saygı (hürmet), boyun eğme (itaat) ve sevgi.
(Bkz. aynı dergideki yazı, s. 359.)

4- Duanın Kabul Edilmesi İçin Koşullar Konusunda


Duanın kabul edilebilirliği , yukarıda sıralanan "dua adabı"nın yerine ge­
tiril mesine bağlanıyor. (Bkz. Cilacı, aynı dergi , aynı yazı, s. 362, 363.)
Cilacı ayrıca şöyle diyor:
"Kabulü kuvvetle umulan bir duada yerine getirilmesi mutlak nazarı ile bakılan
şartlar şöylece sıralanabilir:
1) Yalnız Allah'a teveccüh etmek.
2) Duada n1hl bir haz duymak.
3) Teslimiyet ve vecd halinde olmak.
4) Dileğini boyun bükerek arz etmek."
(Bkz. Cilacı, aynı dergi, aynı yazı , s. 363.)

5- Duanın Vakitleri
Bu konuda, Osman Cilacı'nın kaynaklardan çıkardığı sonuç şöyle:

Duanın kabul vakitleri:


1) Kadir Gecesi.
2) Arefe günü.
3) Ramazan.
4) Cuma gecesi.
16 5) Cuma günü.
DUA 6) Cuma saati.
7) Gece yarısı.
8) Gecenin ilk yarısı.
9) Gecenin ikinci yarısı.
10) Seher vakti.
11) Namaz için ezan okunduğunda.
12) Ezan ve ikamet arasında.
13) Cephede.
14) Harp esnasında.
15) Namazdan sonra.
16) Kur'an-ı Kerim okunduktan sonra
17) İmamın vele'd- Dallin sözünden sonra.
18) Zemzem suyu içildiğinde.
19) Horoz öttüğünde.
20) Ölüm anında.
21) Müslümanlar zikir için topl andı kları nd a.
22) Yağmur yağmaya başladığında.
(Bkz. Cilacı, aynı dergi , aynı yazı, s. 364.)

H- Dua ve " Kafirler"


Kur'an ayetlerinde, "kafir"lerin, "putatapar"lann da zaman zaman dua ettikleri
ve öbür dünyada edecekleri bildirilir.

1- Kafirlerin B u Dünyada ki Duaları

a) "Tek Tanrı "ya Duaları


Putataparların, "put"larına taparlarken "Biz bunlara, Allah'a yaklaştırsınlar diye
tapınıyoruz. " (Zümer, Suresi, ayet: 3) dedikleri ve korkunç durumlarla karşı
karşıya kaldıklarında da, kurtarılmaları için "Tek Tanrı"ya yalvardıkları bildirilir.
İlgili ayet, hadis ve yorumlar için bkz. ALLAH, DENİZ, GEMİ, KORKU.

Ra 'd Suresi,
ayet: 14
Anlamı (Diyanet'in)
Hakka davet eden ancak O'dur. O'ndan başka çağırdıkları (dua ettikleri) put-
lar, kendilerine hiçbir cevap veremezler. Durumları, suyun ağzına gelmesi için 17
avuçlarını ona açmış adamın durumu gibidir. Hiçbir zaman suya kavuşamaz. DUA
İşte kafi rlerin yalvarışı da böyl e boşunadır. (Ra'd Suresi, ayet: 1 4. )

Açıklama
"Hakka davet eden ancak O'dur", diye çevrilen sözlere, "gerçek anlamıyla dua
edil mesi, sığınılması gereken varlık, O'dur (Tanrı'dır)" diye de (Kur'an yo­
rumlarında) anlam veri lir. Yani "Kulluk da, dua da, yalnızca Tanrı'ya sunulur,
böyle olursa gerçek anlamını bulur." (Bkz. Sabun!, Safvetu't- Tefasir, 2177.)
Ayetteki benzetme de şöyle yorumlanıyor:
"Putların a tapınıp dua eden putataparların durumu öyle susuz bir adamın du­
rumuna benzer ki, susuzluktan ne yapacağını bilmeyen bu kişi, uzaktan
avuçlarını suya açar, suyun ağzına gel mesini umar. Oysa su, o kadar uzaklıktan
ağzına gelmeyecek, onun da o çabası boşa gidecekti r. " (Bkz. Sabun!, aynı yer.)

2- Kafirlerin Öbür Dünyadaki Duaları


Kafirlerin öbür dünyada, "azab " l a karşılaştıklarında, Cehenneme
atıldıklarında ve Cehennemde, Tanrı'nın kurtarması için önce meleklerin
aracılığına başvuracakları, ama bir sonuç alamayacakları bi l dirilir. (Bkz.
Mü'min Suresi, ayeti : 49, 50.)
Konu için bkz. CEHENNEM, BEKÇİ.

İ- İlenç (Beddua)

lsra Suresi,
ayet: 11

Anlamı
İnsan, "iyilik (hayır)" için dua eder olduğu gibi, "kötülük (şerr)" için de dua
eder (ilenir). İnsan, pek "ivecen"dir ("acul "). (İsra Suresi, ayet: 1 1 .)

Açıklama
Bu ayette sözü edilen "şerr (kötülük) için dua" nın ne olduğuna ilişkin çeşitli
yorumlar i leri sürülür.
Kimine göre, Bu, kişinin, sıkıntılı durumlarda "kendi sinin ya <la
çocuklarının- yakınlarının kötülüğü, yok olmaları için dua etmesi"dir. İstemeye
istemeye böyle bir duada bulunmasıdır. İbn Abbas'ın yorumu da böyledir.
(Bkz.Taberi, Tefsir, 1 5/37; Kurtubi, 1 0/225 ; Sabun!, Safvetu't-Tefasir, 21 1 44.)

Fahrud<lin Razi, bu ayetin yorumu üzerinde dururken Peygamberin şöyle


dediğini aktarıyor:
"Ailemden cezalandırılmayı hak etmemiş olanlar hakkındaki bedduamı, rah­
mete çevirmesini Tanrı'dan i stedim . Çünkü, ben de bir i nsanım , siz n asıl
18 öfkelenirseniz benim de öfkeye kapıldığım olur. . " (Bkz. Razi, 20/ 1 62.)
DUA
Müslim'in yer verdiği bir hadi s şöyledir:
" Kendi zararınıza, çocuklarınızın zararına, mallarınızın zararına dua (bed­
dua) etmeyin. Duaların Tanrı katında kabul göreceği bir saate rastlatmış olur­
sunuz ve o dualarınız (bedduanız) kabul edilir. " (Bkz. Müslim, Kitabu'z-Zühd/
74, hadis no: 3009; Riyazu's-Salihin, III/82, hadis no: 1 526.)

Fahruddin Razi, yukarıdaki ayette anlatılan "şerr için dua", yani "beddua
(ilenç)" konusundaki yorumları üç yorumda topluyor:
Birincisi: B urada anlatılan, Hars Oğlu Nadr'ın duasıdır. "Ey Tanrı ! Bu din
(İslam dini) hak ise, bizim cezamızı ver ! " dem işti . Tanrı da onun duasını (kendi
hakkında) kabul etmiş, adamın boynu vurulmuştu (Bedir'de). Adam, Pey­
gamberin yalancı olduğunu düşünerek yöneltmişti duayı.
ikincisi: İnsan, sıkıntı zamanlarında (umutsuzluğa kapılıp) kendisi, ailesi,
çoluğu-çocuğu ve malı-mülkü aleyhine dua (beddua) eder. Anlatılmak istenen
budur.
Üçüncüsü: İnsan kimi zaman, kendi yararına olur düşüncesiyle bir şeyin
gerçekleşmesini çok i ster. Oysa onun iyiliğine değil, kötülüğünedir o şeyin
gerçekleşmesi. Ayette anlatılmak istenen budur. (Bkz. Razi, 20/ 1 62.)

Hadislerde, Peygamberin çeşitli biçimdeki "beddua"ları aktarı lır. Bunlar


arasında "kafirler" hakkındaki "beddua"ları özellik taşımakta. B i r örnek:

Hadis
İbn Mes'ud anlatıyor:
"Peygamber, insanlarda (burada amaçlanan Kureyş'tir), ters tutum (idbar)
görünce şöyle dua etmişti :
'Ey Tanrı ! Bunların başına, Yusuf un yedi kıtlık yılı gibi yedi yıl kıtlık geti r ! '
Haklarında beddua edilenleri öylesine b i r kıtlık y ı l ı yakaladı ki, her şeyi silip
süpürdü. O denli ki, deriler, ölü (leş), kokmuş et yemeye başladılar. . . " (Bkz.
Buhar!, İstiska/2, Tefsir, 1 2/44; Müslim, Kitabu Sıfati'l-Münafıkin/39, hadis no :
2798; Tecrid, hadis no: 535.)
Konuya i lişkin ayrıca bkz. ALLAH, İNSAN, YAGMUR, YAKARIŞ.

III- İSLAM ÖNCESİ ARAPLARDA DUA


Ünlü Arap soybilimci İbnü'l-Kelbi (ö. 8 l 9), " Kitiibu'l-Esniim " (Putlar Kitabı)
adlı kitabında, İslam öncesi Araplarda, Kabe ziyaretinin, " hacc"ın, "umre"nin
" Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfe"nin, "kurbanları sunma'"nın, "hacc ve umre"
sırasında "lebbeyk" (buyruğundayım Ulu Tanrı !) diye çağırmanın ve benzeri
"ibadet" lerin bulunduğunu ve Kuzey Arabistan topluluklarının ataları olan Ni-
zaroğul ları'nın sırasında şöyl e söylediklerini yazar: 19
"Lebbeyk Allalıumnıe lebbeyk! Lebbeyk, la şerike !ek! illa şerikün lıüve !ek! DUA
Temlikulıu ve nıa melek (Buyruğundayım Tanrı 'm! Buyruğundayım. Buyruğun
başım üstüne ! Ortağın yoktur senin. Yalnızca bir ortağın var, o da seni n ! Nesi
varsa hepsi senindir Tanrı'm !) (Bkz. Arapçası, Ahmet Zeki Paşa'nın tahkikiyle, s.
6; Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara, 1 969, İlahiyat Fak. yay., s. 27.)
"Lebbeyk" diyerek söylenen sözler, hem bir " ibadet", hem de bir "dua" ni­
teliğini içerir. Bugün Hace sırasındaki (Tek Tanrı'ya yöneltilen) "Lebbeyk" ler de
öyle ...
(İslam öncesinin benzeri gelenek, görenek ve ibadetleri konusunda ayrıntılı
bilgiler için bkz. Prof. Dr. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye
Çağı, 1 97 1 , Ankara, İlahiyat Fak. Ya., s. 36-38, 1 02- 1 30.)
İslam öncesinin Hıristiyan Arap şairlerinden Adiyy İbn Zeydi'l-İbadl (Ö.
yaklaşık 5 87), i ki dizesinde şöyl e der:
"Rahime 'llahu men beka lif hataya/Küllü bakin fe zenbuhu mağfurun (Tanrı ,
günahları için ağlayana acır. Her ağlayan (günahlarının bağışlanması için
ağlayarak dua eden) herkesin günahı bağışlanmıştı .)" (Bkz. Divanu Adiyy İbn
Zeyd'il-İbadl, B ağdat, 1 965, s. 86.)
Bu şairin birkaç dizesinin anlamı da şöyledir:
"Ululuğumuz var, üstünlük veren Tanrı'mız (Rabb) var bizi m ! İyilik (hayır)
elindedir O'nun. Ne dilerse o olur. Tüm iyilik-üstünlük O'ndan gelir. Katında çok
geniştir-boldur verdikleri . Yitirilenler için O'na başvurulup dilek sunulur.
Yardımcı, Kurtarıcı'dır O. B akar, gözetir bizi . Zorlukları kol ay yapmak O'nun
elindedir. " (Bkz. aynı divan, s. 62.)
İslam öncesinin şairlerinden Ümeyye İbn Ebi 's-Salt'ın (ö. yaklaşık 630) iki
dizesi:
" Ey Tanrı ! (Allahu mme ! ) Eğer Sen bağı şlarsan çok bağışlarsın (herkesi
bağışlarsın). Sana karşı eksiği olmayan ve yönelme gereği duymayan bir kul var
mı?" (Bkz. Ebu'l-Ferec el İsbehanl, Eğanl, 9/1 84.)
Konu için ayrıca bkz. ALLAH, DİN, HANİF.
Kuşku suz Araplardan başka toplumlarda da "dua" önemli . Örneğin
"Mecusilik" de denen Zerdüşt'çül üğün kutsal kitabı olan "Avesta"da, duanın
önemi yansı makta. Bu kitapta, i lginç örneklere tanık olmaktayız.
B kz. MECÜS.

IV- İLKEL TOPLUMLARDA DUA


Bilindiği gibi, "Şamanizm" , Türkleri n en eski dinlerinden sayılmakta. İlkel
sayılan bu dinde de "dua" öneml i bir yer tutuyor. Abdulkadir İnan, "Şaman du­
aları " üzerinde duruyor ve bu dualardan, sayfalar tutan örnekler veriyor. (Bkz.
İnan, Şamanizm, Ankara, 1 972, Türk Tarih Kurumu yay., s. 1 20- 1 46.)
Dr. Muhammed Cabir Abdu'l'al el Hlnf, "Fi'! Akaidi Ve'l-Edyan (İnançlar ve
D inler Üstüne)" adlı kitabında, çeşitli B atı'lı bilim adamı ve araştırmacıların i n-
20 celemelerini kaynak göstererek, birçok i lkel toplumların "ayin" ve " dua"larından
DUA örnekler aktarır.
İşte "Tsui goa" inanırlarının seslenişlerinden (Arapçasından çevrilmiştir.)
"Yalnızca seni yüceltiriz, seni kutsarız !
Sana koşarız yalnızca !
Sen B abalar Babası'sın.
Sensin ey Tanrı !
Sen ey Tsuigoa!"
(Bkz. Dr. Muhammed Cabir Abdu'l'al, Mısır, 1 97 1 , s. 1 2.)
Bir başka seslen i ş :
"Gök alabi ldiğine geni ş, geni ş, geniş
Yer de geniş, geniş, geniş.
Biri öbürünün üstüne yükselmiş.
Alta konmu ş öbürü.
Uzak, çok uzak geçmişler içinde.
Yüce göğün Tanrı'sına dayanır herkes.
Korkmazlar onun için.
Dua tapınıp ederiz sana ! "
(Bkz. aynı kitap, s . 1 4.)
Aynı yazar, Eski Mısır tanrıları ve tapınmaları üzerinde duruyor, i la­
hi lerinden, dualarından örnekler sunuyor. İÖ 1 4 1 2 dolaylarında "Güneş­
Tanrı "ya nasıl tapınıldığını ve ona nasıl seslenildiğini de örnekleriyle yazıyor.
İşte seslenişlerden :
"Sıkıntıda dua edenin duasın ı işiten
Yardım dileyen insana yüreği yumuşak olan
Korkanları azgınlardan kurtarsın
ve kurtaran güçsüzleri güçlülerden.
Ey bilgi tanrı sı .. ! "
(Bkz. aynı kitap, s . 49.)

Prof. Dr. Sedat Veyi s Örnek, ilkellerdeki "dua"yı şöyle anlatır:


"Dua (Alnı. Gebet, Fr. Priere, İng. Prayer). İbadetin kaçınılmaz öğelerindcn
biri olan dua, basit haliyle, yüce kudretlerin yardım ve merhametini kazanmak
için, kişinin içinde bulunduğu duruma göre, o anki seslenişidir. B u nitel i ğiyle bi­
reysel bir belirti olarak görünen dua, dinsel şefler tarafından yönetilen iba­
detlerde, düzenli ve çeşitli amaçlara uygun bir biçim alır. Dua, belli ritüel
i şlemler sırasında da, kurbanla bağlantılıdır. Kimi zaman da, yardımı istenen
Yüce Varlık üzerinde zorlayıcı bir etki yaratmak için dua edildiği görülür. Ki, bu
durumda dua ile büyülü söz özdeştir. Dualar genellikle, yakınma duaları, i stek
duaları ve şükran duaları gruplarında toplanır. " (Bkz. Örnek, Etnoloji Sözlüğü,
s. 70.)
V- ÖZET

21
DUA

Fussilet Suresi,
ayet: 49-51

Anlamı (Diyanet'in)
İnsan iyilik i stemekten usanmaz da, kendisine bir kötülük gelince, umut­
suzluğa düşer, me'yus (umutsuz) olur. B aşına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine
katımızdan bir rahmet tattırsak: "Bu, beni m hakkımdır; Kıyamet'in kopacağını
sanmıyorum. Rabbi'me döndürülürsem, O'nun katında, ant olsun ki benim için
daha güzel şeyler vardır. " der. İnkar edenlere i stediklerini, ant olsun ki bil­
direceğiz. Onlara, ant olsun ki, çetin bir azab tattırıcağız. İnsana ni met
verdiğimiz zaman, yüz çevirerek yan çizer. B aşıma bir kötülük gelirse uzun
uzun yalvarır. (Fussilet Suresi, ayet: 49-5 1 .)
Bu ayetin yorumu için özellikle bkz. İNSAN, RAHMET, KIYAMET.
Bu madde çok kısa olarak şöyle özetlenebi lir:
Dua: Küçükten büyüğe yöneltilen dilek, Tanrı 'ya yalvarıp yakarma.
Kur'an'da ve hadislerde, " ibadet"le iç içedir, kimi zaman da aynı anlamdadır.
İbadetlerin önünde, içinde ve sonunda dua olur. Dualarla çeşitli di lekler sunulur.
Dua edilmesini Tanrı da istediğini (Kur'an ayetleriyle) bildirir. Böbürlenip dua
etmekten kaçınanların "cehenneme atılacakları" açıklanır. Hadislerde de duanın
önemi anl atılır. Peygamber'in de Tanrı'ya çeşitli biçimlerde yakarı şları
olmuştur. B unlar, dualara örnek olsun diye de aktarılır. Bununla birlikte herkes,
kendi isteğine uygun dua biçimini seçip sunar. Ne var ki, dua için "saygı" esastır.
Bir de, " namaz araları, namaz sonraları " , "önemli gün ve geceler" gibi daha
"şerefl i " sayılan "vakitler"i kollamanın, duanın kabul edilmesi için yararlı
ol acağı belirti lir. Tanrı, " ku llarına yakın olduğunu, dua edenin duasını kabul
edeceğini" bildirir. Ne var ki, hadislerde bildiri ldiğine göre, "acele etmemek" ve
"beklemek" gerekir.
>-DÜNYA
"Ahiretin karşıtı, bugünkü yaşam (dünya, ula, h azihi, aci le)" .
22 Dünya yaşamı: B u dünyadaki yaşam (hayatu'd-dünya, acile).
DÜNYA
A- "Dünya Yaşamı"
1- "Dünya Yaşamı Neye Benzer"?

Yunus Suresi,
ayet: 24

Anlamı (Diyanet'in)
Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yi­
yeceği bitkiler yetişip birbirine karışmıştır. Yeryüzünün süslenip bezendiği ve yerin
sahiplerinin bütün bunlara malik olduklarını sandıkları sırada, gece veya gündüz,
buyruğunuz o yere gel miş ve orayı, hiçbir şey bitirmemişe çevirmiştir. Düşünen
millet için ayetleri böylece uzun uzun açıklıyoruz. (Yunus Suresi, ayet: 24.)

Hadid Suresi,
ayet: 20
Anlamı
Bi lesiniz ki , " dünya yaşamı " , şundan başka değil : Bir oyun, eğlence, süs,
aranızda karşılıklı övünme, karşılıklı "mal " ve "evlad" (çocuk) çoğaltma. Sanki 23
bir yağmur. B itirdiği bitkiler, çiftçileri imrendirmekte. Sonra kurur bu bitkiler. DÜNYA
Ve sararmış görürsün. Sonra da çerçöp olur çıkar.
Ahiretteyse katı azab (ceza), Tanrı'nın bağışlaması ve hoşnutluğu var.
Dünya yaşamı , bir aldatma aracından başka deği l . (Aldatmaya yönelik
geçimlik:aldatma aracı, aldatıcı geçim-yaşam: " metau'l-ğurur" . ) (Hadid Suresi,
ayet: 20.)

Kehf Suresi,
ayet: 45

Anlamı
(Ey Muhammed !) Onlara "dünya yaşamı"nı bir örnekle anlat. Sanki gökten
indirdiğimiz bir su (yağmur). Yeryüzünün bitkileri onunla oluşup karışmakta.
Ve yelin alıp savuracağı çerçöpe dönüşmekte o bitkiler. Tanrı, her şeye gücü ye­
tendir. (Kehf Suresi, ayet: 45.)

2- "Dünya Yaşamı, Aldatıcıdır"


Kur'an'da iki yerde, "dünya yaşamı "nın ne olduğu "dünya yaşamı, bir al-
datma metfündan (aldatıcı geçim likten) başka değildi r ! " diye bildiri lir:
Ali İmran Suresi, ayet : 185
Hadid Suresi, ayet : 20
Hadid Suresi'nde, bu anlatımın da yer aldığı ayet, yukarıda, anlamıyla bir­
likte sunuldu.

İki yerde de, insanlara, aynen şu uyarı yöneltil mekte:


Lokman Suresi,
ayet: 33
Fatır Suresi,
ayet: 5
Anlamı
"Dünya yaşam ı " , sakın sizi aldatmasın. Sakın şeytan sizi, Tanrı'yı i leri
sürerek aldatmasın ! (Lokman Suresi, ayet: 3 3 ; Patır Suresi , ayet: 5.)

"Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, ayetleri oyun ve eğlence konusu ya­


panları, dünya yaşamının aldattığı"nı bildiren ayetler:
En'am Suresi, ayet : 70
A'raf Suresi, ayet : 51
24 Casiye Suresi, ayet : 35
DÜNYA
En'am Suresi'nin 1 30. ayetinde de, Kıyamet'te toplanıp görecekleri ce­
zaylakarşı karşıya gelecek olan "insanlar ve cinler''i, "dünya yaşamı"nın al­
dattığı anlatılmakta.
B kz. CİN, KIYAMET.
"Aldatma"yla ilgili öteki ayetler için bkz. ALDATMA.

3- "Dünya Yaşamı", "Sadece Bir Oyun ve Eğlencedir"


"Dünya yaşamı "nın "sadece bir oyun ve eğlence " o lduğu şuayetlerde
anlatı lmakta:
En'am Suresi, ayet : 32
AnkebGt Suresi, ayet : 64
Muhammed Suresi, ayet : 36
Hadid Suresi, ayet : 20

4- "Dünya Yaşamı"yla "Ahiret"in


(Öbür Dünya Yaşamının) Karşılaştırılması

Ankebut Suresi,
ayet: 64

Anlamı
"Bu dünya yaşamı", bir eğlence ve oyundan başka deği l . "Ahiret yurdu "ysa
"asıl yaşam "dır. Ah bir bilebilseler. . . ! (AnkebGt Suresi, ayet: 64.)

En'iim Suresi,
ayet: 32

Anlamı
"Dünya yaşamı", bir oyun ve eğlenceden başka değil. "Ahiret yurdu"ysa, andolsun
ki, Tann'ya karşı gelmekten korkup sakınanlar için çok daha iyidir (hayırlıdır).
Aklınızı kullanmaz mısınız (düşünmez misiniz)? (En'am Suresi, ayet: 32.)
Bu ayetin sonu, A'raf Suresi'nin 169. ve Yusuf Suresi 'nin 1 09. ayetinde de yer
almı ştır. Nah! Suresi'nin 30. ayetinin sonunda da bu anlamda öğüt vardır.

Nalı! Suresi,
ayet: 30

Anlamı
Tanrı'ya karşı gel mekten korkup sakınanlara, "Tanrınız ne i ndirdi?" diye so­
rulunca; onlar: "İyilik ! (Hayr!)" diye karşılık verirler. Bu dünyada (dinsel ölçüler
içinde) iyilik yapanlar için iyilik-güzellik vardır. Ahiret yurduysa, andolsun ki,
çok daha iyidi r. Tanrı'ya karış gelmekten korkup sakınanların yurtl arı ne güzel
yurttur. (Nahl Suresi, ayet: 30.)

Mümin Suresi,
ayet: 39

Anlamı
"Bu dünya yaşam ı " , yalnızca bir "geçi mlik"tir (meta). "Ahiret"se tek
kalınacak yerdir. (Mümin Suresi, ayet: 39.)
Tevbe Suresi'nin 38. ayeti nde, "dünya geçimliği"nin, "Ahiret yanında çok az
bir şey (önemsiz)" olduğu bildiriliyor.
Tevbe Suresi'nin 38. ayetindeki açıklama; anlatım olarak Ra'd Suresi'nin 26.
ayetinde, anl am olarak başka ayetlerde de yer almakta. Tevbe ve Ra'd Su­
resi'ndekiler için aşağıya bakınız.

5- Hangisi Seçiliyor, Hangisi Seçilmeli? "Dünya" mı, "Ahiret" mi?


B u sorunun bir bölümünün karşılığı, yukarıdaki ayetlerde de var. Aşağıdaki
ayetlerdeyse "insanların i radeleri "ni hangi yönde kullandıkları da anlatılarak ko­
nuya değinilmekte.

" Yalnızca dünya yaşamını i steyene; öbür dünyada bir pay yok. Burada da
orada da iyilik güzellik isteyene, iki dünyada da, çabasına göre pay var."

Bakara Suresi,
ayet: 200-202
26
DÜNYA

Anlamı
Kimi insanlar: "Tanrı'mı z ! B ize dünyada ver ! " derler. Böyle diyene Ahirette
bir pay yoktur. Ki mi insan da: "Tanrı'mız ! Bize dünyada güzel-iyiyi ver. Ahirette
de bize güze li-iyiliği ver. Ve bizi ateş cezasından koru ! " der. İşte böyl e diyenler
için, kazandıklarından pay vardır. Tanrı hesabı çabuk görendir. (Bakara Suresi ,
ayet: 200-202.)

A li fmriin Suresi,
ayet: 152

Anlamı
Kiminiz dünyayı ister; kiminiz Ahireti ister. . . (Al i İmran Suresi , ayet: 1 52.)

A li linriin Suresi,
ayet: 145

Anlamı
Dünyalık i steyene, ondan veririz. Ahiret ürününü i steyene de veririz ondan.
Şükredenleri ödüllendireceği z. (Ali İmran Suresi, ayet: 145 .)

Nisa Suresi,
ayet: 134

Anlamı
Kim dünyalık isterse bilsin ki, dünyalık da, Ahiret ürünü de, Tanrı ürünü de
Tanrı katındadır. Tanrı, i şiten ve görendir. (Nisa Suresi, ayet: 1 34.)
Kel�f Suresi,
ayet: 46

Anlamı
Mal ve oğullar, "dünya yaşamı"nın süsüdür. Kalıcı yararlar-iyilikler i se;
senin Tanrı' n katındadır ve ürün olarak da, istenmeye değer olarak da daha
hayırlıdır. (Kehf Suresi , ayet: 46.)
B u ayetin sonundaki anlatım, Meryem Suresi'nin 76. ayetinde de yer alıyor.

Kasas Suresi,
ayet: 77

Anlamı
Tanrı'nın sana verdikleriyle "Ahiret yurdu "nu ara. Dünyadan alman gereken
payını da unutma. Tanrı sana nasıl iyilikte bulunduysa, sen de (başkalarına) iyi­
l ikte bulun. Yeryüzünde bozgun yolu arama. Çünkü Tanrı, bozguncuları sev­
mez. (Kasas Suresi, ayet: 77.)

Ahzab Suresi,
ayet: 28, 29

Anlamı
Ey Peygamber ! Karılarına şöyle de: "Eğer dünya yaşamını ve dünyanın
süsünü i stiyorsanız, gelin size geçimlik vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim
(boşayayım). Yok eğer Tanrı 'yı, O'nun Peygamberi'ni ve Ahiret yurdunu di­
l iyorsanız, bilin ki, Tanrı, içinizden iyilikçi kadınlara, büyük karşılık
28 hazırlamıştı r ! " (Ahzab Suresi, ayet: 28, 29.)
DÜNYA Bkz. KARI, MUHAMMED, PEYGAMBER.

Tevhe Suresi,
ayet: 38

Anlamı
Ey inanırlar! Size ne oldu ki, "Tanrı yolunda fırlayıp savaşın ! " dendiği
zaman; yere çakı lırcasına ağı rlaşıp kaldınız. Ahi reti bı rakıp dünya yaşamına
mı razı oldunuz? Oysa dünya yaşamının geçimliliği , Ahiretin yanında pek az
birşeydir. (Tevbe Suresi, ayet: 3 8 . )
B kz. CİHAD.

Enfal Suresi,
ayet: 6 7

Anlamı (Diyanet'in)
Yeryüzünde savaşırken, düşmanı yere sermeden esir almak, hiçbir pey­
gambere yaraşmaz. Geçici dünya malmı istiyorsunuz. Oysa Allah, Ahireti ka­
zanmanızı ister. Allah güçlüdür, Hakfm'dir. (Enfal Suresi, ayet: 67.)
B kz. CİHAD.

Ra'd Suresi,
ayet: 26
Anlamı
Tanrı, dilediği kimseye "rızk"ı geniş olarak verir. Di lediğineyse dar bir ölçü
içinde verir. "Dünya yaşamı"yla mutlu olup övünmekteler. Oysa dünya yaşam ı, 29
Ahiret yanında yalnızca bir geçimliktir. (Ra'd Suresi , ayet: 26.) DÜNYA

Rüın Suresi,
ayet: 6, 7

Anlamı
Tanrı'nın sözü, Tanrı, sözünden caymaz. Ne var ki, insanların çoğu bilmezler.
On lar, "dünya yaşamı "ndan görünürde olanı bilirler. Ve onl ar, Ahiretten ha­
bersizdirler. (Rum Suresi, ayet: 6, 7.)

Şürfı Suresi,
ayet: 20

Anlamı (Diyanet'in)
Ahiret gelirini i steyenin gelirini artı rırız. Dünya gelirini isteyene de ondan ve­
ririz ama Ahirette bir payı bulunmaz. (Şı1rii Suresi, ayet: 20.)
Bu, B akara Suresi'nin 200. ayetinde de anlatı lmakta. Anlamıyla birlikte
yu karıda geçmi şti .

"İnsanlardan, dünya yaşamını seçip Ahirete yeğ tutanlar" :

Ndzidt Suresi,
ayet: 37-39

Anlamı
Azan ve "dünya yaşamı"nı yeğ (üstün) tutana gelince, kuşkusuz ce­
hennemdir onun varacağı yer. (Naziiit Suresi, ayet: 37-39.)
30
DÜNYA

Nalı! Suresi,
ayet: 107-109

Anlamı (Diyanet'in)
Bu, dünya hayatını Ahirete tercih etmeleri ve Allah'ın da, inkarcı milleti doğru
yola eriştirmemesinden ötürü böyledir. İşte Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve
gözlerini mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır. Ahi rette zarara
uğrayacakların da bunlar olduğuna şüphe yoktur. (Nahl Suresi . ayet: 1 07- 1 09.)

ibrahim Suresi,
ayet: 3

Anlamı
Onlar ki, "dünya yaşamı"nı Ahirete yeğ tutarlar, Tanrı 'nın yolundan
alıkoyarlar ve Tanrı'nın yolunda eğrilik isterler, işte onlardır derin sapıklık
içinde olanlar. (İbrahim Suresi, ayet: 3.)

A 'la Suresi,
ayet: 16, 17

Anlamı
Hayır, siz "dünya yaşamı"nı, (Ahiret'e) yeğ tutuyorsunuz. Oysa Ahi ret, çok
daha iyi ve kalıcıdır. (A'lil. Suresi, ayet: 1 6, 1 7 .)
lsra Suresi,
ayet: 18

Anlamı (Diyanet'in)
Dünyayı i steyene -i stediğimiz kimseye, dilediğimiz kadar- hemen verırız.
Sonra ona cehennemi hazırlarız. Yenilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. (İsra
Suresi, ayet: 1 8 .)

Açıklama
Çevirideki "dünya", ayetteki "acile"nin karşılığı. "Aci le", "ivediyle, ge­
cikmeden elde edileb ilen " demektir. Bu dünyada elde edilenler böyle ni­
telenmekte. Çünkü Ahi rete kalmayan şey, "ivediyle elde edilmiş" sayılıyor.
Yani "ertelenmi ş" görülüyor. Yani, "peşin" elde edi lmiş olduğu düşünülüyor.
" Acile"ye "çabuk geçen" anlamı da verilebilir.
Durum böyle olunca, çevirideki "hemen veriri z ! " , ayetteki "accelna"nın
karşılığı olarak yer alıyorsa da, tam karşılık olmadığı düşünülebil ir. Çünkü,
"peşin isteyenlerden dilediğinize, i stedi ğini peşin olarak veririz ! " anlamı var.
Yani "dünyada i steyene, istediği dünyalığı dünyada verip Ahirete er­
telemeyebi liriz 1" anlamını diisiinnwk daha doğru olabi lir.

�;�> .,..... ,. >,., / "': (' ,.,o(;> �-.... '\:....


S� \;j G����j�
.P-": .,......

\>�,,,.� �J/�) ..�L.\


insan Suresi,
ayet: 27

Anlamı (Diyanet'in)
Doğrusu insan lar, çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de, ağırlığı
çekilmez günü (Ahireti) arkalarında bırakırlar. (İnsan Suresi, ayet: 27.) (Parantez
içindeki "Ahireti " çeviride yok.)

Kıyamet Suresi,
ayet: 20, 21

Anlamı
Öyle değil , siz, çabuk elde edilen (ya da çabuk geçen: "acile") dünyayı se­
versiniz de "Ahi ret"i bırakı rsınız. (Kıyamet Suresi . ayet: 20, 21.)

J.'!�-;;�_.,/ o}..-;,o/\,; _>\>-...t\':"';:\�':'�"':'o'_., Duha Suresi,


3ı.5'fl�) �yJ�J,..ll.J;��O.J';�J ayet: 4, 5

Anlamı
Elbette ki senin için Ahiret, dünyadan daha "hayırlı "dır. Gelecekte Tanrı 'n
sana verecek, sen de hoşnut olacaksın. (Duha Suresi, ayet: 4, 5 . )
Konunun bütünü için bkz. ACITICI AZAB, AÇIKLAMA, AHİRET, AKIBET, AZ­
GINLIK, CEHENNEM, CENNET, CİN, ÇOCUK, DİLEK, DİLEMEK, DİN, EV, GÖK, İBADET,
32 İYİLİK, KORKU, MELEK, NAMAZ, PEYGAMBER, PUT, TANRI, TESBİII, YURT.
DÜNYA
" Ahiret karşı l ığında dünyayı satın alanlar" :
İsrailoğullarından söz edilirken, Bakara Suresi'nin 86. ayetinde şu bildirilmekte:
"İşte bunlar, Ahiret karşılığında, dünyayı satın alan kimselerdir. Bu yüzden
cezaları hafifletilrneyecek. Onlar, yardım da görmeyecekler."
Bkz İSRAİL, İSRAiLO(;uLLARI.
.

Dernek ki, bir yanda "dünya yaşarnı"nı seçenler, öbür yanda "Ahiret
yurdu"nu seçenler var. "Dünya yaşarnı"nı seçenler, "Tanrı'dan almak is­
tedikleri "ni, "Ahiret"i "beklemeden" almayı yeğ tutanlardır. "Ahiret"in "daha
hayırlı" olduğunu ve "kalıcılığı"nı düşünmeden . . . Anlatı l an bu.

B- "Bu Dünyada Kör Olan, Öbür Dünyada da Kör Olur"

fsrfı Suresi,
ayet: 72

Anlamı (Diyanet'in)
Bu dünyada kalbi kör olan, Ahi rette de kör ve daha şaşkı n olur. (İsra Suresi,
ayet: 72.)
Ayette "kalp" anlamına gelen bi r sözcük yok. Ancak, "kör" anlamına gelen
" a'ma" sözcüğü çevirilirken, "kalp gözü kör olan" diye düşünülmüş olmalı. Ki,
Kur'an yorumlarında da bu yorum yer alır.

C- "Dünya da, Ahiret de Tanrı'nın"

Leyi Suresi,
ayet: 13

Anlamı
Kuşkusuz (Tanrı buyuruyor:) Ahiret de, "dünya" da bizimdir. (Leyi Suresi,
ayet: 13.)
Necrn Suresi'nin 25. ayetinde de "Ahiretin de, dünyanın da Tanrı'nın" olduğu
bildiril iyor.
B kz. ÇOCUK, AHİRET.
"Dünya yaşamı"yla i lgili ayetlerin anlattık larının çok kısa özeti şu olabi lir:
"Dünya yaşamı " gelip geçicidir. " Aldatıcı"dır da. Aldanmamak gerek. Asıl
önem veri lmesi gereken yaşam, "Ahiret"te, yani öbür dünyadadır. Çünkü
"kalıcı " bir yaşamdır oradaki. Bununla birlikte "dünyadan alınması gereken
pay "ı da "unutmamak" gerek. Şu da unutulmamalı ki, "dünya yaşamı "nı "Ahiret
yaşamı "na yeğ tutanlar, "cehennem ateşi "yle cezalandırılacaklardır.
"Dünya" sözcüğü, Kur'an'da 1 1 5 kez geçmekte:
B akara Suresi, ayet : 85, 86, 1 14, 1 30, 200, 20 1 , 204, 2 1 2, 2 1 7, 220
Ali imi·an Suresi, ayet : 14, 22, 45, 56, 1 17, 145, 1 48, 1 52, 1 85 33
Nisa Suresi, ayet : 74, 77, 94, 1 09, 1 34 (iki kez) DÜNYA
Nisa Suresi, ayet : 33, 4 1
En'am Suresi, ayet : 29, 32, 70, 1 30
A'raf Suresi, ayet : 32, 5 1 , 1 52, 1 56
Enfal Suresi, ayet : 42, 67
T<>vbe Suresi, ayet : 38 (iki kez), 55, 69, 74, 85
Yunus Suresi , ayet : 7, 23, 24, 64, 70, 88,98
Hud Suresi, ayet : 1 5 , 60
Yusuf Suresi, ayet : 101
Ra'd Suresi, ayet : 26 (iki kez), 34
İbrahim Suresi, ayet :3, 27
Nahl Suresi , ayet : 30, 4 1 , 1 07, 1 22
Kehf Suresi , ayet : 28, 45, 46, 1 04
Taha Sures-i, ayet : 72, 1 3 1
Hace Suresi, ayet :9, 1 1 , 1 5
Mü'minun Suresi , ayet : 32, 37,
Nfir Suresi , ayet : 14, 1 9, 23, 33
Kasas Suresi , ayet : 42, 60, 6 1 , 77, 79
Ankebfit Suresi, ayet : 25, 27, 64
Rum Suresi, ayet :7
Lokman Suresi, ayet : 1 5 , 33
Ahzab Suresi, ayet : 28, 57
Fatır Suresi , ayet :5
Saffat Suresi , ayet :6
Zümer Suresi , ayet : 1 0, 26
Mümin Suresi, ayet : 39, 43, 5 1
Fussilet Suresi, ayet : 1 2, 1 6, 3 1
Şfira Suresi, ayet : 20, 36
Zuhruf Suresi , ayet :32, 35
Casiye Suresi, ayet : 24, 35
Ahkaf Suresi, ayet : 20
Muhammed Suresi, ayet : 36
Necm Suresi, ayet : 29
Hadid Suresi, ayet : 20 (iki kez)
Haşr Suresi , ayet :3
Mülk Suresi, ayet :5
Nazifü Suresi, ayet : 38
A'la Suresi, ayet : 16
Another random document with
no related content on Scribd:
y entrer, comme à la comédie, et quand le père montait se coucher,
il disait : « Bonsoir, mes enfants, je vas à la comédie ! »
— Cette espèce de rideaux n’existe plus, dit Mme Philippe. La
dame du château les a détruits. Elle les achetait pour faire des
tentures.
— Mon père lui a vendu les siens cinquante francs, dit Philippe.
C’est bien payé. Ils n’en valaient pas vingt.
— Nous avons, dit Mme Philippe, encore un lit de cette taille-là
sur le grenier.
— Pourquoi ne l’utilisez-vous pas ? A votre âge, vous seriez
mieux chacun dans votre lit.
— Que Philippe couche, s’il veut, dans un lit à part, répond Mme
Philippe. Moi, je couche dans le mien.
— Dans le tien ! C’est le mien aussi, dit Philippe.
— C’est le lit de nos noces, dit-elle.
— Et vous croyez que vous dormiriez mal dans un autre lit ?
— Je n’y dormirais pas à ma main, dit-elle.
— Et vous, Philippe ?
— Jamais je ne découche.
Il ne s’agit pas d’affection et de fidélité. Ils couchent une première
nuit ensemble et voilà une habitude prise pour la vie. L’un et l’autre
ne quitteront le lit commun qu’à la mort.
Ils ne se servent pas de leurs oreillers. Ils les posent la nuit sur
une chaise, parce que ces oreillers doivent rester le jour sur le lit,
pleins et durs, blancs et frais à l’œil.
— Ça fait joli et il ne faut pas, me dit Mme Philippe, que le monde
les voie fripés.
— Cachez-les sous la couverture, personne ne les verra.
— C’est la mode de les laisser dessus.
— C’est cependant si naturel, quand on a un oreiller de le mettre
sous sa tête !
— On le place sous la tête, dit Philippe, dans le cercueil. Les
héritiers laissent toujours un oreiller au mort.
— Mais ils donnent n’importe lequel, dit Mme Philippe, ils ne sont
pas obligés de faire cadeau du meilleur.
Les Philippe couchent sur une paillasse et un lit de plume. Ils ne
connaissent pas le matelas. La laine et le crin valent trop cher, et ils
ont pour rien la plume de leurs oies.
— J’ai souvent vu, dis-je, sur la route des oies si déplumées
qu’elles faisaient de la peine. Je les croyais malades.
— Elles étaient déplumées exprès, dit Philippe, seulement elles
l’étaient trop. Il ne faut pas ôter les plumes qui maintiennent l’aile,
sans quoi l’aile pend et fatigue la bête.
— Elle doit souffrir et crier, quand on la plume ainsi vivante ?
— On attend, dit Mme Philippe, que la plume soit mûre et se
détache toute seule. C’est le moment de la récolter. On la récolte
trois fois par an.
— Une ménagère habile ne se trompe pas d’époque, dit Philippe,
et elle ne laisse pas perdre une plume. On prétend même qu’une
fille n’est bonne à marier que lorsqu’elle saute sept fois un ruisseau
pour ramasser une plume.
— C’est une gracieuse légende.
— Oh ! répond Philippe, c’est une blague.
Philippe couche sur le bord et Mme Philippe au fond.
— Est-ce que vous mettez une chemise de nuit ?
— Celle du jour n’est donc pas bonne ? dit Philippe.
Elle est tellement bonne qu’elle dure au moins une semaine et
quelquefois deux. Je ne suis pas sûr que Mme Philippe ôte son
jupon. A quoi ça l’avancerait-il de tant se déshabiller ? Il y a belle
heure qu’ils ne se couchent que pour dormir. Ils dorment d’ailleurs
dans le lit de plume comme dans deux nids séparés. Ils y enfoncent
chacun de leur côté. Ils y reposent sans remuer, à l’étouffée ; ils y
soufflent et ils y suent, et le matin, quand ils ouvrent la porte, ça sent
la lessive.
— Rêvez-vous, Philippe ?
— Rarement, dit-il, et je n’aime guère ça, on dort mal.
Il croit qu’on ne peut faire que des rêves désagréables. Quant à
Mme Philippe, elle ne rêve jamais.
— Ou si je rêve, dit-elle, je ne m’en aperçois pas.
— De sorte que vous ne savez pas ce que c’est qu’un rêve ?
— Non.
— Je te l’ai expliqué, dit Philippe.
— Tu m’expliques ce qui se passe dans ta tête, et moi je te
réponds qu’il ne se passe rien de même dans la mienne ; alors ?
En échange, c’est toujours elle qui se lève la première.
— A quelle heure ?
— Ça dépend de la saison.
— L’été ?
— L’été, ce n’est pas l’heure qui me règle, c’est le soleil.
— Malgré les volets ?
— Jamais je ne les ferme, dit-elle, j’aurais peur du tout noir, et
j’aime être réveillée par le soleil. Il habite là-bas juste en face de la
fenêtre, et aussitôt qu’il sort de sa boîte, il vient jouer sur mon nez.

Philippe a fait bâtir une grange près de la maison et la grange


neuve est bien mieux que la vieille maison qui menace ruine.
D’abord on ne voit pas clair à l’intérieur de cette maison. Il faudrait
remplacer la porte pleine par une porte fenêtre ; mais on en parlera
une autre fois. Ce qui presse, c’est le toit de chaume : il s’affaisse et
s’éboulera si on ne change la grosse poutre du milieu.
— Il n’y a plus à reculer, se dit Philippe.
Il achète une poutre et la charroie devant la porte de sa maison,
et c’est tout ce qu’il peut faire pour le moment. Il la mettra sur le toit,
plus tard, quand il aura de quoi payer une couverture de paille. La
poutre reste par terre, à la pluie, au soleil, dans l’herbe, et les
gamins s’amusent à courir dessus, quand ils sortent de classe.

Philippe n’a pas de métier spécial ; il sait seulement tout faire. Il


sait conduire un cheval, panser le bétail, tuer un cochon, faucher,
moissonner, fagoter et mesurer et empiler du bois sur le petit port du
canal, jeter l’épervier, cultiver un jardin. Il sait faire le serrurier, le
couvreur et le maçon. Mais, quelque travail qu’on lui commande, il
ne l’accepte qu’après avoir réfléchi. Je crains toujours un refus.
— Philippe, pourriez-vous réparer cette cheminée qui finira par
tomber sur la tête de quelqu’un ?
Philippe regarde longtemps la cheminée, calcule ce qu’il faudrait
d’échelles, de briques, de mortier, et dit :
— Oh ! ma foi, monsieur, c’est possible.
— Philippe, voulez-vous planter là une pointe ?
Il observe l’endroit du mur que je désigne, la pointe, le marteau.
— Par Dieu ! dit-il, tout de même il y aurait moyen.
Je suis venu au monde avec mes deux bras, dit Philippe.

A leur mariage, ils avaient, sa femme et lui, quatre bras. Chaque


nouvel enfant ajoute les deux siens. Si personne de la famille ne
s’estropie, ils ne manqueront jamais de bras, et ils risquent
seulement d’avoir trop de bouches.

Le jour de son mariage, Philippe rit comme jamais il n’avait ri, et il


mangea de quatorze plats. Il fit danser toutes les femmes du village,
et les plus vieilles même durent virer à son bras, secouées ainsi que
de maigres épouvantails par un temps d’orage.
Au contraire, Mme Philippe, muette et sans appétit, resta assise.
Elle ne comprenait pas les mots plaisants, elle rentrait une
épingle, elle rejetait en arrière sa plante grimpante. Tantôt, les doigts
croisés, elle songeait qu’il faudrait dès demain se mettre à l’ouvrage
et nettoyer ; tantôt elle regardait avec résignation son mari, comme
une bête estropiée tourne les yeux vers le monde.
Enfin, ils se couchèrent. D’abord, tout alla bien. Mme Philippe,
coite, ne bougeait pas, seulement préoccupée de rendre à Philippe,
coup pour coup, les baisers qu’il lui appliquait.
Mais quand elle bêla, sursautante, comme le mouton qu’on avait
saigné hier :
— Ah ! crie si tu veux, mâtine ! lui dit Philippe, il y a trop de jours
que j’attends, je ne peux plus durer.
Tandis qu’il caressait la mariée d’une main légère, d’une main
pesante il lui fermait la bouche.

Qu’avez-vous donc à la main ?


— Je me suis coupé un morceau du poignet, dit Philippe.
Il souffre moins qu’il ne s’étonne. Il a pu jusqu’ici couper avec sa
serpe, sans une égratignure, des arbres durs, gros comme la cuisse.
Or, il veut ce matin couper une mince petite baguette. Il faut croire
qu’il vise mal et qu’il y met trop de force. Il manque la baguette et sa
serpe lui entaille le poignet jusqu’à l’os. La blessure se cicatrisera,
mais elle bâille bien grand. La baguette, restée au bois, l’a échappée
belle.
— Je crois qu’il le fait exprès, dit sa femme. A chaque instant, il
lui arrive des tours pareils.
Et elle raconte qu’une autre fois il vient de nettoyer un coin de la
grange afin d’y battre du blé. Le sol est net comme une table.
Philippe grimpe en haut, par l’échelle, pour descendre une gerbe. Sa
fourche mal piquée cède et il tombe, en arrière, dans la grange. On
le relève avec trois trous à la tête, trois trous qui faisaient une grosse
bosse.
Je vois que Philippe, qui écoute sa femme, s’apprête à rire.
— Oui, monsieur, dit-elle, imaginez-vous qu’il tombe juste à la
place qu’il avait si proprement balayée !
A ces mots, Philippe éclate de rire.
Mais Mme Philippe, qui est une femme courte et ronde, ne rit
pas. Elle agite ses petits bras de lézard et me dit :
— Entendez-moi, monsieur ; après chacune de ses bêtises, il
reste des semaines sans travailler. Il est temps que ça finisse et je
lui promets que, s’il recommence à faire le braque, je lui jette un pot
d’eau bouillante à la figure !

C’était un beau canard à queue bouclée, gras et de riches


couleurs, et qui portait son bec, comme une large barbe, au milieu
du visage. Chacun se réjouissait de le manger, mais personne ne
voulait le tuer. La servante même, qui le tenait par les pattes, faisait
des grimaces. Heureusement, Philippe travaillait non loin de là, au
jardin ; il vit notre embarras et dit :
— Apportez-le-moi.
Je prévoyais la scène. J’avais envie d’aller ailleurs. Je me forçais
à rester. La servante tendit à Philippe le couperet de cuisine. Après
en avoir tâté du doigt le tranchant, il préféra sa serpe. Il appliqua sur
une bûche plate le ventre du canard. La tête dépassait un peu,
ahurie, presque immobile.
— Attachez-lui la tête avec une ficelle, dit la servante. Je tiendrai
le bout, sans quoi il va retirer la tête.
— Il n’aura pas le temps, dit Philippe.
Et d’un seul coup de serpe, tandis que nous fermions les yeux, il
fit voler la tête du canard.
Puis il l’éleva en l’air et le laissa saigner.
Le canard décapité battait de l’aile et, d’un effort spasmodique,
dressait son cou rouge et ruisselant.
Il avait la vie dure.
Et bientôt il rendit par le cou et non par le bec (son bec était là-
bas, au pied du mur), les dernières graines avalées.
— Il démange, dit Philippe retourné à son travail.
Le canard mollissait. Toutefois, ses plumes se gardèrent
longtemps chaudes.
On félicita Philippe.
— C’est à croire, lui dis-je, que vous avez pris des leçons de
Deibler.
Il répondit gravement :
— Jamais personne ne m’a montré.
— Et ça ne vous fait pas quelque petite chose ?
— De tuer un canard, non, dit Philippe. Peut-être que si c’était
une autre bête !… Mais les canards, j’en tuerai tant qu’on voudra.

Philippe et Mme Philippe ne sont jamais venus à Paris et Mme


Philippe n’a pas envie d’y venir.
— Pourquoi ?
— Parce que, dit-elle, si j’avais soif dans les rues, comment donc
que je ferais pour boire un coup d’eau ?
Au contraire, Philippe voudrait bien voir Paris.
Il a même failli le voir. En ce temps-là, il était domestique chez le
fermier Corneille qui lui dit :
— Je ne peux pas m’absenter cette semaine. Tu vas prendre ma
place et accompagner le toucheur qui mène nos bœufs au marché
de la Villette.
Déjà on avait embarqué les bœufs, et Philippe, qui portait une
veste sous sa blouse, montait dans un wagon à bestiaux, à côté du
toucheur. Il était content, il riait, il parlait fort, lorsqu’accourut le
fermier Corneille :
— J’ai réfléchi, dit-il, je peux aller à Paris.
— Alors, moi, dit Philippe, je reste ?
— Naturellement, dit le fermier Corneille. Nous n’avons droit qu’à
deux places dans le wagon à bestiaux. Et d’ailleurs, quand je ne suis
plus à la ferme, personne, excepté toi, n’est capable de la garder.
Philippe s’en retourna, déçu d’une part et flatté de l’autre.

Le ménage Philippe travaille dans le jardin. Philippe relève et


noue les poireaux. Il leur fait, dit-il, les chignons. Mme Philippe, à
genoux, allume en plein air la lessiveuse avec du papier et des
bûchettes et elle écoute si le feu pétille. Elle dit bientôt :
— Je crois qu’il commence à faire la vie.
— Venez, leur dis-je, prendre une tasse de café.
Comme s’ils étaient sourds, il faut que je les appelle une seconde
fois. Ils ont bien entendu et s’observent de loin. Puis, sans que je
sache quel signe les a mis d’accord, ils quittent ensemble leur
ouvrage, et, préoccupés d’arriver ensemble, ils s’approchent d’un
même pas, les yeux baissés.
— Sucrez-vous.
Mme Philippe, la première, pince des doigts un morceau de
sucre qu’elle pose avec précaution dans sa tasse.
— Sucre-moi aussi, dit Philippe.
— N’es-tu pas capable de te sucrer tout seul ? dit Mme Philippe
qui me regarde.
— J’ai les mains trop sales, dit Philippe.
Mme Philippe pince un autre bout de sucre et le met sur la table.
— Le laisses-tu là ? dit Philippe.
— Faut-il donc, dit-elle, que je l’apporte jusque dans ta tasse ?
— On finit ce qu’on commence, dit-il.
Ils font ces manières autant par gêne que pour se taquiner. Et
c’est encore Mme Philippe qui, la première, remue son café et se
brûle les lèvres à la tasse fumante. Non qu’elle soit effrontée, mais
elle veut prouver à Philippe qu’elle a moins peur que lui du monsieur.

Qu’avez-vous mangé, hier, Mme Philippe ?


— Notre reste de lapin maigre.
— Pourquoi maigre ?
— Parce que nous ne l’engraissons pas avant de le tuer. Il
reviendrait trop cher. Depuis trois jours, nous vivons dessus à six
personnes. Je l’avais coupé en dix-huit morceaux. J’en ai fait cuire
six dimanche avec des oignons, six lundi avec des carottes et six
hier avec des pommes de terre.
— Et plus on allait, meilleur c’était, dit Philippe.
— Mais vous en aviez chacun gros comme une noix ?
— Regardez ce goulu-là, dit Mme Philippe ; il s’en donnait mal au
ventre.
Philippe rit selon son habitude. C’est-à-dire qu’il ouvre la bouche
comme s’il riait et que sa peau cuite fait des plis serrés autour de
ses yeux. On n’est pas sûr qu’il rit. Les yeux clairs tranquillisent par
leur gaieté puérile, mais la bouche, qui bâille inutilement, trouble un
peu. Et quand cette bouche se ferme, la figure de Philippe cesse de
vivre. Elle ressemble à une motte de terre dont sa barbe serait
l’herbe sèche.

Les Philippe peuvent s’offrir un lapin maigre par an ; mais il leur


arriva une fois, en 1876, de si bien manger qu’ils ne l’oublieront
jamais. Ils recevaient la visite d’un cousin éloigné, et Mme Philippe
eut l’idée de le fêter par un repas où elle ne ménagerait rien.
Elle alla consulter Mme Loriot, la cuisinière du château.
— Je veux, dit-elle, faire à notre cousin une soupe qui le régale.
Enseignez-moi une soupe.
— Quelle soupe ? dit Mme Loriot.
— Une soupe comme la vôtre, une soupe de riches.
— Oh ! moi, je connais tant d’espèces de soupes, dit Mme Loriot,
que je vous engage à faire un pot-au-feu. C’est ce qu’il y a de
meilleur et de moins difficile.
— Faudra-t-il mettre du pain dedans ? dit Mme Philippe.
— A votre place, dit Mme Loriot, j’y mettrais du vermicelle. C’est
plus distingué.
Mme Philippe courut s’approvisionner, et, rentrée chez elle, vida
un plein sac de vermicelle dans son pot, avec le bœuf et les
légumes.
Et, le soir, elle servit d’abord le bouillon où chacun put déjà
goûter quelques brins de vermicelle qui excitèrent l’appétit.
Puis elle servit les légumes et le gros du vermicelle.
Et elle servit enfin la viande de bœuf et le reste du vermicelle qui
s’y était collé comme par un jour d’orage.

Mme Corneille fut une fermière économe, et il ne lui arriva qu’une


fois dans sa vie d’offrir quelque chose à un de ses domestiques. Il
faisait chaud, chaud, ce jour-là ; jamais peut-être il n’avait fait si
chaud. Inoccupée et à l’ombre sur sa porte, elle regardait Philippe,
alors domestique chez les Corneille, barbouiller de vert une charrue.
Coiffé d’un vieux petit chapeau déteint, sans forme, et qui n’était pas
de paille, il suait, il fondait, il gouttait. La peau de sa figure devenait
rose tendre. Juste sous le soleil, il travaillait tête basse et, observé
par sa maîtresse, il écartait la couleur comme un vrai peintre.
Mme Corneille, quoique dure pour les autres et pour elle, ne put
se retenir.
— Venez boire un coup, Philippe, dit-elle bourrue.
Philippe ne prit pas le temps de s’étonner. Il vint, comme s’il
obéissait à un ordre, et entra derrière Mme Corneille, après avoir
quitté ses sabots. Mme Corneille tira du seau une bouteille qui
rafraîchissait et elle emplit un verre.
— Avalez, dit-elle, à peine moins impérieuse que si elle eût
donné de l’ouvrage.
Philippe but sans cérémonie, comme un trou dans une terre
sèche, et brusquement il ôta de sa bouche le verre encore à moitié
plein. Il frissonnait, les lèvres rétrécies, toussant et sourcillant.
— On croirait que vous grimacez, dit Mme Corneille. N’est-il pas
bon ?
— Si, si, Maîtresse, dit Philippe qui tâchait de rire.
— Vous dites si, comme vous diriez non. Le vin aurait-il un goût ?
— Non, non, Maîtresse.
— Cette fois, vous dites non, comme vous diriez oui, fit Mme
Corneille, du ton qu’elle prenait quand les choses allaient se gâter.
Puisque notre vin n’a pas de goût, il vous déplaît donc ? J’aime
mieux le savoir. J’irai vous en chercher du meilleur.
— Pour ne pas mentir, Maîtresse, il a un petit goût suret, mais
c’est plutôt agréable, dit Philippe mal à l’aise.
Il vida le verre, mit ses sabots et retourna colorier sa charrue au
soleil.
— Et après, dis-je à Philippe qui hésitait, finissez. Pourquoi, en
buvant, faisiez-vous la moue ?
— Parce que, dit Philippe, la maîtresse m’avait versé, au lieu du
vin, du vinaigre.
— Du vinaigre ! Ah ! ah ! mon pauvre vieux Philippe !
— Oui, de ce vinaigre rouge qu’elle fabriquait et qui emportait la
mâchoire.
— Et vous ne disiez rien !
— Je n’osais pas.
— Ce n’était qu’une erreur de Mme Corneille.
— Je ne savais pas.
— Comment ? Supposiez-vous qu’elle vous attrapait ?
— Qu’est-ce que je devais croire ? Aujourd’hui même je me le
demande. J’étais fort embarrassé. Je me disais : « Si la maîtresse
ne le fait pas exprès, faut-il la mortifier, pour une fois qu’elle est
gracieuse avec un domestique ? et si elle le fait exprès, si elle
s’amuse, faut-il l’empêcher de rire ? » Et, dans le doute, je me
taisais.
— Mme Corneille s’est aperçue de la méprise ?
— Elle ne m’en a point parlé.
— Vous pouviez lui raconter l’histoire plus tard. Elle aurait ri.
— Elle ne riait guère, dit Philippe, et elle n’aimait pas avoir tort.
Chaque fois que le mot me venait au bout de la langue, je ravalais
ma langue.
— Ce qui m’étonne, c’est que vous ayez eu le courage de boire
le verre tout entier.
— C’était moins mauvais à la deuxième moitié.
— Cela vous brûlait ?
— Ça piquait un peu l’estomac. Comme la maîtresse regardait
ailleurs, j’ai couru m’éteindre avec un pot d’eau fraîche. Les
gencives m’ont écumé toute la nuit. Mais le vinaigre est sain.
D’abord on est malade, et puis on se trouve fortifié. Je n’y pense
plus.
— Peut-être que votre ancienne maîtresse y pense toujours. A
votre place, je voudrais en avoir le cœur net.
— Un monsieur comme vous peut-il se mettre à la place d’un
domestique ?
— Accordez-moi, Philippe, que vous avez de la bonté de reste !
— Je ne dis pas le contraire.
En semaine, Philippe ne va pas à l’auberge, et le soleil seul cuit
ses joues ; mais chaque dimanche, après vêpres, le vin achève de
les cuire. Non que Philippe se saoule ; il boit avec mesure, pour se
récompenser, et il fait durer le plaisir. Ce n’est que très tard qu’il
éprouve une espèce de joie enfantine et bruyante qu’il connaît bien.
Aussitôt, il s’arrête de boire et quitte l’auberge. Sur la route, il
exagère un peu son ivresse ; il s’amuse à gesticuler, à briser sa ligne
de marche et il ne perd pas la tête quand arrive une voiture. Puis,
dès qu’il aperçoit une maison, il s’inquiète. « Qu’est-ce que le
monsieur dira ? »
Il rentrait heureux et je vais gâter sa journée.
Il devine que je le guette de la terrasse du jardin, où j’ai l’habitude
de respirer l’air du soir, et il faut qu’il passe devant moi, pour
rejoindre sa femme déjà couchée. Il hésite, immobile à la porte du
jardin, et je l’entends souffler.
Enfin, résolu, il pousse la porte : son ombre frôle la mienne ; il
lève son chapeau d’un geste humble et court, à peine visible, et
murmure : « Bonsoir ! » Et il tâche de bien suivre le milieu de l’allée,
de peur d’écraser une fraise.
C’est l’heure où le coucou chante avec sa voix de poterie brute.
Demain matin, Philippe se lèvera encore plus tôt que d’ordinaire,
il travaillera avec repentir, taciturne et le nez bas, comme pour
enterrer l’odeur de vin restée à son haleine.

Le soir, sa soupe mangée chez lui, dans l’obscurité, Philippe


vient souvent respirer le frais à côté de moi. Il apporte sa chaise,
s’installe à califourchon, sort ses pieds lourds de fatigue et les met
sur ses sabots, à l’air. Il bourre à moitié sa pipe et la tend à son petit
garçon, Joseph, qui court l’allumer lui-même au feu de notre cuisine
et qui tire les premières bouffées. C’est ainsi que le petit Joseph
s’apprend à fumer, puis il va s’asseoir dans un coin, et il bâille
jusqu’à ce que le goût du tabac ne lui fasse plus mal au cœur.
Tantôt j’interroge Philippe et il me questionne à son tour, par
exemple, sur les étoiles. Je récite tout ce que je sais d’elles, et il me
dit que le petit Joseph les connaît aussi bien et qu’il a déjà du plaisir
à regarder le ciel.
— Où est-elle, gars, la Grande-Ourse ? lui dit-il. Indique voir au
monsieur ?
Le petit Joseph, sans se lever de son coin, sans ôter les mains
de ses poches, remue à peine la tête, lance au ciel un coup d’œil qui
s’arrête à la visière de sa casquette et dit :
— La Grande-Ourse, elle est droit là.
Tantôt nous préférons nous taire, immobiles et mystérieux. Je ne
distingue presque plus Philippe et le petit Joseph, car la nuit,
profitant de ce qu’on bavardait, s’est glissée entre nous, comme une
chatte, et nos voix, comme des rats peureux, restent dans leurs
cachettes de silence.
Le petit Joseph n’ira plus à l’école, parce qu’il en sait assez long,
et il a profité hier de la grande louée de Lormes pour se louer. Il
gardera les moutons du fermier Corneille. Il est nourri et blanchi. On
lui donne cent francs par an et les sabots.
Il couchera dans la paille, près de ses moutons, et il sera debout
avec eux dès trois heures du matin.
— Je me suis loué du premier coup, dit-il avec fierté.
Il portait un flocon de laine à sa casquette, ce qui signifiait : « Je
me loue comme berger. » Ceux qui veulent se louer comme
moissonneurs ont un épi de blé à la bouche. Les charretiers mettent
un fouet à leur cou. Les autres domestiques se recommandent par
une feuille de chêne, une plume de volaille ou une fleur.
Joseph arrivait à peine sur le champ de foire que le fermier
Corneille l’attrapa :
— Combien, petit ?
Joseph ne dit pas deux prix. Il dit : « Cent francs », et le fermier le
retint. Et comme Joseph oubliait de jeter par terre, la laine de sa
casquette, on l’arrêtait encore. Il se serait loué vingt fois pour une et
chacun voulait l’avoir parce qu’il était doux de figure. Il s’amusait
bien en se promenant. Au retour, il eut de la tristesse, mais son père,
Philippe, le consola :
— Écoute donc, bête, tu seras heureux comme un prince ; tu
auras un chien ; tu partageras avec lui ton pain et ton fromage, et il
ne voudra suivre que toi.
— Oui, dit Joseph, et je l’appellerai Papillon !

Et Joseph connaît maintenant le plaisir d’avoir de l’argent à soi,


dans sa poche. Il ne dépense jamais rien. Un sou de gagné, c’est un
sou d’économisé. Il connaît le plaisir d’avoir un chien docile qui
ramène les moutons lambins, et les serre de près, sans les mordre,
et le plaisir d’avoir un fouet. Il fouaille de bons coups qui cassent les
oreilles et retentissent par le village. La mèche usée, il s’assied au
bord du fossé, quitte un sabot, une chaussette, noue le fouet à son
orteil, et, la jambe raide, il se tresse, les doigts fréquemment
mouillés, une longue mèche de chanvre neuf.

Il se trouve plus heureux que son frère Gabriel qui s’est loué
l’année dernière. Non que les maîtres de Gabriel soient méchants ;
ils ne lui rendent pas exprès la vie dure, mais il faut qu’aux époques
de labour il se lève chaque matin à deux heures. Il va chercher les
bœufs au pré, pour qu’on les attelle à la charrue.
La nuit est noire et le pré loin. Gabriel traverse d’abord avec
assurance le village endormi, mais, aussitôt qu’il a dépassé
l’auberge, la peur le prend. Ses yeux, pleins de sommeil, distinguent
mal, à droite et à gauche, le fossé, les arbres immobiles, le canal
muet, la rivière chuchoteuse et, de temps en temps, une borne sur la
route. Mais ce qui l’impressionne le plus, c’est, quand il arrive au
pré, d’ouvrir la barrière grinçante.
Le voilà seul dans les herbes où son pied tâtonne. Il perd la tête,
il tombe à genoux et demande à Dieu pardon de ses péchés. Sa
prière ardente et brève lui redonne du courage. Il devine que les
bœufs sont cette blancheur là-bas. Il les écoute se dresser et
respirer bruyamment, et il s’approche d’eux, les bras tendus.
— Holà ! Rossignol ! dit-il d’une voix faussée, où es-tu ?
Ce n’est pas Rossignol ! c’est Chauvin qu’il touche le premier. Il
le reconnaît à son poil usé au flanc gauche par le timon. Le poil de
Rossignol s’use au flanc droit. Et Gabriel reconnaît aussi les cornes
de Chauvin. Celles de Rossignol sont égales et Chauvin n’en a
qu’une tout entière ; l’autre est cassée et le bout manque.
Dès que Gabriel tient la plus longue dans sa main, il lui semble
qu’il se réveille, que les ténèbres se dissipent et qu’il n’a jamais eu
peur, et il serre fortement la corne. Chauvin s’ébranle d’un pas de
laboureur ; Rossignol marche derrière avec docilité et les deux
bœufs ramènent Gabriel au village.

A leur âge, me dit Philippe, j’étais loué depuis longtemps. Je me


rappelle que la première fois que j’ai couché avec mes moutons, je
ne savais pas où faire mon lit. J’ai mis une botte de paille dans le
râtelier pour y dormir. Quand je me suis réveillé le matin, les
barreaux tâtaient mes côtes. Il ne restait plus un brin de paille sous
moi. Les moutons m’avaient mangé mon lit. Et je me rappelle que la
nuit suivante, il faisait un gros orage. J’avais peur tout seul. Je me
suis levé pour aller près de mon chien qui dormait sous un chariot
dans la cour : c’était une compagnie.
En ce temps-là, les petits bergers et les petits porchers étaient
traités dur. On ne leur donnait que du pain.
— Rien avec ?
— Rien que l’eau de leur soupe.
— Pas de salé ?
— Ni salé, ni légumes, ni un œuf, ni un morceau de fromage. Je
vous le dis : rien que du pain. Avant d’aller au champ, ils coupaient
au pain commun ce qu’il leur fallait pour la journée et c’était fini.
Demandez aux fermiers Corneille qui se sont retirés et qui vivent de
leurs rentes. Mme Corneille défendait au berger et au porcher de
rester là, quand les autres domestiques se mettaient à table ; on
aurait pu passer en cachette, aux gamins, un peu de fricot !
— Quels avares, que ces Corneille !
— Ils avaient raison, dit Philippe. C’est de cette manière-là qu’ils
sont devenus riches. Aujourd’hui, nos gamins ont de la chance. Ils
se louent mieux que les autres domestiques. On les recherche parce
qu’ils sont commodes. Une ferme a toujours besoin de deux
servantes, d’une forte fille pour les gros ouvrages et d’une plus jeune
pour l’aider. Mais celle-ci, on la remplace avec avantage par un
gamin. Il peut faire tout ce qu’elle fait. Il peut encore porter la soupe
au loin dans les champs, et il ne craint pas les ouvrages malpropres.
Il faut un lit à une fille, à un gamin il ne faut que de la paille. Aussi,
on les paye de plus en plus cher, on les soigne comme des
hommes.

C’est pourquoi la rage de se louer tient le dernier des Philippe à


son tour, le petit Émile, qui n’a pas dix ans. Elle le tenait déjà l’année
passée, et son père a dû le calotter. Elle le reprend plus fort cette
année, mais Philippe refuse.
— Non, lui dit-il, quand je dis non, c’est non.
Quelque espérance reste au cœur d’Émile. Il obtient la
permission d’aller voir, au moins, les autres se louer.
Il ne peut durer ce matin au lit. Enfin, son père se lève ; ils partent
et personne n’arrive avant eux sur la place où se fait la louée. Par
jeu, Émile met à sa bouche une feuille de chêne en signe qu’il est à
louer. Comme son père lui dit de l’ôter, il la mange. Il regarde venir
les voitures pleines de monde et les bandes de domestiques qui
tiennent la largeur d’une route. Tous ne sont pas des environs. Il en
est qui viennent de loin. Émile observe de préférence les gamins de
son âge qui circulent librement à la recherche d’un maître. Il ne fait
pas attention aux colporteurs qui vendent des ceintures, des chaînes
de montre et des porte-monnaies. Les femmes se mêlent, à part,
aux filles qui veulent être servantes. On se dévisage, on attend des
offres, on cause peu ou plutôt, tournant sur pied, on se récrie.
Parfois, un groupe se détache et entre à l’auberge.
Tout à coup, un fermier passe devant Émile et s’arrête.
— Est-il loué, ce petit gars-là, dit-il ?
Émile, malade d’émotion, baisse la tête. Philippe répond pour lui :
— Non, il n’est pas loué et il n’est pas à louer.
Le fermier s’éloigne. Les lèvres d’Émile tremblent, grimacent et il
se met à pleurer. On rit de son chagrin, autour de lui, moi le premier.
— Écoute, lui dis-je, si tu veux, je te loue à mon service.
J’achèterai un cochon, et chaque jour, après la classe, tu viendras le
prendre pour le mener au champ. Tiens, mets dans ton porte-
monnaie tes quarante sous d’arrhes.
Émile croit que je me moque de lui comme les autres. Il se
détourne, chine plus fort et du pied râpe la terre.
Philippe agacé le secoue.
— Si tu ne te tais pas, dit-il, je vas te flanquer une paire de
calottes. Au moins tu sauras pourquoi tu pleures. Et si tu veux rester,
reste, moi je rentre.
Et il fait semblant de le laisser là. Mais à peine a-t-il le dos tourné
qu’Émile le rattrape et se cache dans sa blouse.

Comme j’ai recommandé à Philippe de me prévenir, il me


télégraphie : Tuerai cochon samedi. Le temps de passer douze
heures en chemin de fer, et me voilà chez les Philippe.
— Il va bien ? dis-je.
— Oui, répond Philippe.
— Où est-il ?
— Dans l’écurie, en liberté.
— Calme ?
— Il se repose depuis deux jours ; je ne lui donne pas à manger,
il vaut mieux le tuer à jeun.
— Il est très doux, dit Mme Philippe, je l’ai promené hier dans la
cour. Je n’espérais pas le rentrer toute seule. J’en suis venue à bout
comme d’un mouton.
— Combien pèse-t-il ?
— Deux cent sept livres.
— C’est un poids.
— C’est raisonnable, dit Philippe, et je crois qu’il sera bon. Je l’ai
acheté à un fermier que je connais et qui l’a engraissé avec de
l’orge.
— Pourvu qu’il fasse beau demain !
— Le vent tourne au nord, dit Philippe. Il fera sec, et si nous
avons la chance qu’il gèle cette nuit, ce sera le meilleur temps pour
tuer un cochon.
— Tout est prêt ?
— Oui, j’ai retenu mon voisin Pierre, il n’ira pas travailler au canal
et nous aidera.
— Je vous aiderai aussi.
— La voisine et moi, nous ferons le boudin, dit Mme Philippe.
— A quelle heure le réveillerez-vous ?
— Le cochon ?
— Oui.
— Au lever du soleil.
— Bonsoir, dis-je ; allons dormir et prendre des forces.
— Votre arrivée m’a fait plaisir, me dit Philippe. Je suis content de
le tuer devant vous.
Le lendemain matin, à sept heures, il frappe à ma porte et je
m’habille au clair du soleil qui tombe par la cheminée. Philippe a mis
un tablier propre. Il s’assure que son couteau coupe bien. Il a écarté
de la paille sur le sol. Tandis que les femmes, Mme Philippe et la
voisine, font les effarées, il est grave.
Pierre, les mains dans ses poches, et moi, nous le suivons
jusqu’à l’écurie. Il entre seul avec une corde et nous laisse à la
porte. Nous écoutons.
J’entends Philippe qui cherche le cochon et lui parle. Le cochon
grogne à cette visite, mais il ne marque ni satisfaction ni inquiétude.
Pierre, habitué, m’explique ce qui se passe.
— Philippe, dit-il, va lui prendre la patte avec un nœud coulant.
Oh ! oh ! le cochon se fâche. Cette fois il grogne assez fort pour
que les chiens, là-bas, lui répondent. Je devine qu’il se sauve et que
Philippe l’a manqué.
— Laissez entrer un peu de jour, dit Philippe.
J’ouvre la porte et je la referme vite, parce que j’ai vu
brusquement le nez du cochon. Je dis à Pierre, qui sait mieux que
moi, de la tenir comme il faut. Mais la chasse dure peu : Philippe
accule le cochon dans un coin de l’écurie et, après une courte lutte
corps à corps, le maîtrise.
— Ouvrez ! crie-t-il entre les cris désespérés du cochon.
Tous deux sortent de l’écurie. Le cochon a une patte de derrière
prise dans la corde que Philippe tient d’une main haute et il est joli à
voir, frais et net, comme s’il venait de faire sa toilette. Notre
présence et la lumière du jour l’étonnent. Il se précipitait, il s’arrête et
cesse de crier. Il fait quelques pas dehors et se croit libre. Il souffle, il
flaire déjà des choses. Mais Philippe donne la corde à Pierre, saisit
le cochon par les oreilles et le renverse, gigotant et hurlant, sur la
paille écartée. Les femmes tendent, celle-ci un linge et le couteau à
saigner, celle-là une poêle pour recevoir le sang. Pierre tire la patte
et l’immobilise, et moi je vais à droite et à gauche.
Philippe, son couteau dans les dents, s’affermit, pose un genou
sur le cochon, et lui tâte sa gorge grasse.
Pierre, qui riait, devient sérieux ; les femmes ne bavardent plus ;
le cochon terrassé se débat moins, mais il crie de toutes ses forces

You might also like