Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Hitit Hukuku Belleklerdeki Kay■p 3rd

Edition Erdal Do■an


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/hitit-hukuku-belleklerdeki-kayip-3rd-edition-erdal-doga
n/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Absolutamente romântico Clube do livro dos homens 4


1st Edition Lyssa Kay Adams

https://ebookstep.com/product/absolutamente-romantico-clube-do-
livro-dos-homens-4-1st-edition-lyssa-kay-adams/

Kashna Felsefesi 27th Edition Erdal Demirk■ran

https://ebookstep.com/product/kashna-felsefesi-27th-edition-
erdal-demirkiran/

Vechtscheiding 1st Edition Erdal Balci Froukje Santing

https://ebookstep.com/product/vechtscheiding-1st-edition-erdal-
balci-froukje-santing/

Sosyal Güvenlik Hukuku 17th Edition Ali Güzel

https://ebookstep.com/product/sosyal-guvenlik-hukuku-17th-
edition-ali-guzel/
Isto Vai Doer Adam Kay

https://ebookstep.com/product/isto-vai-doer-adam-kay/

Ring Glöckchen ringelingeling German Edition Kay Monroe

https://ebookstep.com/product/ring-glockchen-ringelingeling-
german-edition-kay-monroe/

Nichts als Hokus Pokus 1st Edition Kay Monroe

https://ebookstep.com/product/nichts-als-hokus-pokus-1st-edition-
kay-monroe/

Hellenistische Königreiche 1st Edition Kay Ehling


Gregor Weber

https://ebookstep.com/product/hellenistische-konigreiche-1st-
edition-kay-ehling-gregor-weber-2/

Hellenistische Königreiche 1st Edition Kay Ehling


Gregor Weber

https://ebookstep.com/product/hellenistische-konigreiche-1st-
edition-kay-ehling-gregor-weber/
ERDAL DOGAN
1 973 Erzurum dogumlu olan Erdal Dogan, İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'ni 1 988 yılında bitirdi.
insan Hakları Hukuku'ndaki Yüksek Lisansını 2003-2005 döne­
minde İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde gerçekleştirdi.
2000 yılından beri serbest avukat olarak çalışmaktadır.
GÜNCEL YAYINCILIK: 320
Açık Tarih: 3

ISBN 978-99#84-018-7
Hitit Hukuku

Genel Yayın Yönetmeni: Aysel Akdaş


Kapak: Talip Aktaş
Kapak Resmi: (MÖ 14. yüzyıl) Hauuşa Aşağı Şehir' de bulunmuş
çift başlı ördek.

Birinci Basım: Şubat/l008


Ofset Hazırlık
Güncel Yayınalık Ltd.
Baskı ve Cilt: Kayhan Matbaaalık

C Erdal Doğan 2007


C Güncel Yayıncılık Ltd.Şti.
Tanının için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayınanın yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğalnlamaz.

GÜNCEL YAYINCILIK LID. Şrt.


Çatalçeşme Sok. No:l9 Kat, 3
Cağaloğlu - İstanbul
Tel: O 212 511 22 37, Fax: O 212 522 86 68
e- mail: info@guncelyayincilik.com.tr
www.guncelyayincilik.com.tr
• •

HiTiT HUKUKU
--------------

Belleklerdeki "Kayıp"

ERDAL DOCAN

,...""'GÜNCEL
� YAYINCIUK
TEŞEKKÜR

Nedendir bilmem ama çoğu zaman kitap teşekkürleri bana


yazarın bir formaliteyi yerine getirdiği hissini vermiştir. Bu
nedenle de bu teşekkür yazısını yazarken büyük bir kaygıya
kapıldım. Sakın bu kitabın okuyucuları da bu hisse kapılma­
sın ! Ricam ve kesinlikle de bilinmesini istediğim husus şudur
ki; bu teşekkür yazısında ismi geçen ve her biri çok değerli
olan kişiler olmasa idi bu çalışmayı gerçekleştiremeyecektim.
Öncelikle 4 yıl süren tez ve kitaplaştırılma aşamalarında
danışmanlığımı üstlenen sevgili hocam Prof. Dr. Cemal Bali
Akal 'a teşekkürlerimi ne kadar sunsam azdır. Aynı şekilde hu­
kuk felsefesi dalında Prof. Dr. Niyazi Öktem ile Roma Huku­
ku dalında Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş hocalarıma da ayrı ay­
rı teşekkürlerimi sunmak isterim. Her biri kendi alanında çok
değerli olan bu üç bilim insanının lisans ve yüksek lisans dö­
nemlerinde derslerine girmiş ve danışmanlıklarından yarar­
lanmış olmayı büyük bir şans olarak görmekteyim. Kitaplaş­
tırılma döneminde Hitit başkentlerinden Şapinuva kazı başka­
nı sayın hocam Hititolog Prof. Dr. Aygül Süel 'in değerli da­
nışmanlığı ve manevi desteği, yine sayın Ekonomist Prof. Dr.
Mahfi Eğilmez ile İnsan Hakları Hukuku ve Devletlerarası
Hukuku öğretim üyesi olan hocam Prof. Dr. Turgut Tarhan­
lı 'nın önerileri ve manevi destekleri için çok teşekkürler.
Kitabın tüm aşamalarında Fransızca, İngilizce ve Alman­
ca kaynak metinleri titiz çevirileri ve editöryal çalışmaları ile
sunmuş oldukları unutulmaz katkılarından dolayı Avukat Se­
lina Özuzun 'a, sosyoloji ile yakından ilgili caz müzisyeni Ay­
şe Tütüncü 'ye, hazırlık aşamalarında yine yardımlarını esir­
gemeyen Binnur Çelebi ve Avukat Tevhide Sadi oğlu 'na en iç­
ten teşekkürlerimi sunarım.
BAŞKA BiR DÜNYA HiÇ DE ZOR DEGIL

Adalet arayışı, insanın dünyadaki varlığı kadar eskidir ve


eski olduğu kadar da onun varoluşu ile devam edeceğe ben­
zemektedir. Hukuk eğitimi almışlığım dışında herkes gibi be­
nim de adalet arayışına yönelişim bu nedenle anlaşılır ve ola­
ğandır. Ancak İ stanbul Bilgi Ü niversitesi İ nsan Hakları Hu­
kuku Yüksek Lisans Programı çerçevesinde 2003-2005 yılla­
rında yapmış olduğum yüksek lisans eğitimimde, Hak Kura­
mı başlığı altında Prof. Dr. Cemal Bali Akal ve İ nsan Hakla­
n Aktivizmi başlığı altında Prof. Dr. Turgut Tarhanlı'nın ver­
miş oldukları derslerin sağladığı ufuk açıcı tartışmaların bu
arayışıma farklı bir ivme kazandırdığı söylenebilir.
Günümüzün modem hukuk ve insan hakları mücadelesi­
nin, kendisine milat aldığı yaklaşık 2000 yıllık siyasi, felsefi,
sosyolojik, tarihi ve hukuki birikim üzerinden yaptığı teşhis
ve önermelerin zaman zaman yetersizliği ve sebep olduğu aç­
mazlar, beni ister istemez iyi bildiğimiz bu tarihten daha ön­
ceki zamanlar olan Neolitik, Kalkolitik, Tunç ve Demir Ça­
ğı ' ın kültürel yaşamlarını, hukuk ve adalet kavramlarını araş­
tırmaya yöneltmiştir. Tüm bunların sonucunda ise önce bir
buçuk yıl süren "Hititlerde Hukuk-Modem Hukuk Eleştirisi"
başlığı alunda sunduğum yüksek lisans tezi ve akabinde yine
değerli danışmanlarım eşliğinde süren yaklaşık iki buçuk yıl­
lık ek çalışma ile bu kitap hazırlanmıştır.
Çağımızın belki de en çok özlenen fakat gerçekleşebilirli­
ğine artık karamsarlık duygu ve düşüncesinin eşlik ettiği ada­
let beklentisine bir katkı olması için bu çalışma yapılmıştır.
Etrafımızı yanılsamaları ve açmazlarıyla çevreleyen mevcut
hukuki dokuyu aşabilmek, öncelikle modem hukukun yasa
önünde herkesin eşit olduğuna dair yaptığı aldatmacalı norm
vurgusunun ve kutsadığı mülkiyet anlayişının sorgulanması,
daha sonra da geçmişinden aldığı biricik miras olan kin ve
nefret örülü yansımaları olan idam, hücre, hapis gibi "huku­
ken meşru" araç ve kavramlarının sorgulanması ile mümkün­
dür. Bu sorgulamanın bile tek başında dünyamıza karabasan
gibi çöken karamsar sis bulutunu dağıtabilecek güç ve işlevi
bünyesinde barındırdığı söylenebilir.
Yaklaşık 3500 yıl öncesinin çok az bilinen Hitit Hukuku­
nu incelemek ise onu, adalet arayışına milat veya nostalji
yapmak değil, tam tersine yukarıdaki sorgulamaları zengin­
leştirmek ve kayıp belleği tazelemek açısından çok önemlidir.
Önemli olduğu kadar da farklılıkları kabullenme ve içselleş­
tirmek için dillere pelesenk edilen "empati" vurgusunun so­
mut yaşamda nasıl hayat bulduğunu göstermesi bakımından
da dikkat çekicidir. Kanımca Hitit Hukukunun yaratacağını
umduğum en büyük düşünsel manivelası ise, umut edilen
toplumsal huzur, barış ve özgürlüğün hiç de romantik soyut
bir düşten ibaret olmadığını göstermesidir.
Erdal Doğan
22 Ocak 2008, İstanbul
İÇ İ NDEKİLER

SUNUŞ.................................................................... ...... 11
GİRİŞ ................. ........................................................
. 25
Başlarken ........................................................... . . 25
Roma Hukuku ...... ............. .... ........ .............. . . 27
Roma Hukuk ve Düşüncesinin Edinimi 33
HİTİT ÜLKESİ VE
1-
TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ ................... 53
Hitit Ülkesi ve Tarihi ... . .......... ....... ......................
. . . . 53
Hitit inanç Dünyası ............... ..... ...... ...................
. . 55
Ekonomik ve Sosyal Yaşam...................................... 57
Hitit Siyasi Tarihi ...................... ........................
. 62
D- HİTİT HUKUKU ................................ ... .......... . . 69
Hitit Hukukuna Giriş . ...... ............ ..................... .. ..
. . . 69
Hak Arama Özgürlüğü, Mahkemeler
ve Mahkemelerin Yapılanması 71
Bilinen En Eski Siyasi Vasiyetname,
Anayasa ve Mahkemesi . ................ ...............
. 81
Vasiyetname ... . ...... .... ... .. . .. ....................................
. 81
Telipinu Fermanı ve Tu/ija(s) veya Panku(s) .... .. ... . 90
Suç Kavramı; Gelişim ve Dönüşümü ..... ................. 98
Hitit Yasaları ..... ............................ ................... .. ....
. . . 104
İnsan Yaralama ve Öldürmeye Dair Hükümler....... 104
İnsan İlişkilerine Dair Hukuk (Medeni Hukuk) .. .. .. 116
Ticaret , Borçlar, İş,
İdare ve Ceza Hukukuna Dair Hükümler........ 126
Diğer Devlet ve Halklarla,
Hititler Arasındaki Hukuk ve Diplomasi ......... 139
Hitit Devlet/erarası Hukuku ve Kapsamı ........ .... .... . 139
Antlaşma/ar . . ..... .... ... . ..... .. ....... .. .... ... ..... .... ..... .
. . . 145
Hitit Suç ve Ceza Hukukunun,
Asur ve Sümer Hukukuyla Karşılaştırılması... 164
SONUÇ ......... .... ....... ......... ...........................
.. . . . 193
İlerlemeci Tekçi Tarih ve Hukuksal "Gelişim"....... 193
Modem Avrupa Hukuku . ............ ..... .... .......
.. . . 200
Yeniden Düşünme . ... .... ............ ..... .
. . . . .. ... . . .......... 200
KAYNAKÇA . .. . .
. ....... ..... ... . . ...... . . . .. . . ... ....... ..
. .. . .... . . . .. 225
SUNUŞ

" Bey için iltimas yapmasın, erkek kardeşine, kız kardeşine, arka­
daşına iltimas yapmasın. Hiç kimseden rüşvet almasın. Haklı bir
davayı kaybettirmesin, haksız bir davayı da kazandırmasın. Dog­
ru ne ise onu yap."

Bu sözler süper bir devletin büyük kralı tarafından. söylen­


miştir. Bu süper devlet, günümüzden yaklaşık dört bin sene
önce Anadolu'da ilk siyasi birliği kuran, devlet kavramını ge­
tiren, idari, hukuki, kültürel ve sosyal konularda olduğu gibi,
teknolojide de yaşadıkları çağa damgasını vuran ve çağının en
büyük devletlerinden biri olarak tarihe geçen Hitit Devletidir.
Büyük Kral, verdiği direktiflerle kendisine ait yargı yetki­
sini bölgelerinde kendisini temsil eden görevlilere vererek,
merkezi otoritenin denetiminde olmak koşuluyla, adalet me­
kanizmasının işlemesine kolaylık getirmiştir. Bunun yanı sıra
sağlam bir sosyal bünyenin en önemli dayanağının adalet ol­
duğunu yargı yetkisi olan görevliye yönelttiği bu sözlerle
vurgulamayı da ihmal etmemiştir.
Büyük bir titizlikle ve emekle hazırlanan bu kitap, sizi,
dört bin yıl öncesine götürecek, düşündürecek, hayrete düşü­
recek, bir o kadar da ilginizi çekecek bir yolculuğa çıkaracak­
tır. Bu yolculukta, çok eski olan insanlık tarihi sürecinde, hep
böyle var olduğunu düşündüğümüz kuralların, hak ve huku­
kun, insanlığın gelişimi ile birlikte nasıl aşamalar geçirdiğini,
geliştiğini ve alışageldiğimiz düzenin ne gibi gereksinimlerle
doğduğunun, oluştuğunun bir bölümünü göreceksiniz.
Kendisinin "Adalet arayışı, insanın dünyadaki varlığı ka­
dar eskidir ve eski olduğu kadar da varoluşu ile devam ede­
ceğe benzemektedir. Hukuk eğitimi almışlığım dışında her-
ı2/ Hitit Hukuku

kes gibi benim de adalet arayışına yönelişim bu nedenle an­


laşılır ve olağandır. Günümüzün Modem Hukuk ve insan
hakları mücadelesinin, kendisine milat aldığı yaklaşık 2000
yıllık siyasi, felsefi, sosyolojik, tarihi ve hukuki birikim üze­
rinden yaptığı teşhis ve önermelerin zaman zaman yetersizli­
ği ve sebep olduğu açmazlar, beni ister istemez iyi bildiğimiz
bu tarihten daha önceki zamanlar olan Neolitik, Kalkolitik,
Tunç ve Demir çağlarının kültürel yaşamlarını, hukuk ve ada­
let kavramlarını araştırmaya yöneltmiştir" şeklinde ifade etti­
ği gibi, bu kitap, Erdal Doğan'ın aldığı hukuk eğitimi üzerine
"Hititlerde Hukuk-Modem Hukuk Eleştirisi" başlığı altında
sunduğu akademik bir tez ile serüvene başlayan ve devam
eden çalışmalarının size ulaşmasıdır.
Erdal Doğan kitabında, Roma Hukuku üzerinden Modem
Hukuk eleştirisi yaparken, izlediği yöntemde bir başlangıç
veya milat yaratma amacı taşımadan bir çağın hukukunu, pek
bilinmeyen Hitit Hukukunun önemli bulduğu bölümlerini,
somut bir veri olarak çalışmasına dayanak oluşturmaya çalış­
tığını söylemektedir ve bugünkü Modem Hukukun modemi­
teden kesinlikle bağımsız olmayan yapısı ile bugüne gelişte­
ki başlangıç konağı yapageldiği Roma Hukukunun ilk, orta
ve modem çağı ne yoğunlukta etkilemiş olduğuna da kısaca
değinildikten sonra doğaya, insana daha yabancılaşmamış bir
toplumun (Hitit) yapısının günlük yaşamda kullanmak için
oluşturduğu hukuk müktesebatının ele alındığını ifade etmek­
tedir. Konuyla ilgili bilim insanlarının her türlü görüş ve titiz
çalışmasının incelemeye zenginlik katması ve zaman zaman
da dayanak oluşturması oldukça önemli olmuştur.
Kitabında yazar, Hitit Hukuku müktesabatının bir bölü­
münü, Hitit toplumsal tarihi, ekonomisi, inanç ve kültürel ya­
şamını, Roma Hukuku ve halefi Modem Hukuk ve hak kav­
ramı üzerinden karşılaştırmalı vermektedir. Kendisinin de
ifade ettiği gibi amacı, modem tarihin, hakları-insandan, in­
sanı-haklardan, insanı-doğadan, doğayı-insandan koparış sü­
reç ve gelişiminin, milat olarak kabullenilen Roma Hukuku
Sunuş / 13
üzerinden "hakların rasyonel gelişimi" kalıbında nasıl olup
da tarihlenerek günümüz Modem Hukuk ve insan haklan
kavramına biçimlenip bağlanıverdiğini göstermektir. Diğer
bir amacının da yaklaşık iki bin yıllık montaj, süreç ve yöne­
lişin bilinçli bir ideolojik seçim olduğu savını tüm meraklıla­
rıyla paylaşmak ve bu somut zemin üzerinden yeni düşünme
ve sorgulama pratiklerine kapı aralamak olduğunu ifade et­
mektedir. Kapı aralandıkça, Modem Hukuk ve insan haklan
tarihinin, yüzyıllardır, çoğu zaman bilgiden yoksunca, çoğu
zaman da eksik ya da tahrifatlı olarak aktarılıp oluşturulduğu
gerçeği ile tanışmanın, şaşırtıcı olduğu kadar umut verici ol­
duğunu da vurgulamaktadır. Bu hususta hepimizin yeni dü­
şünme ve sorgulamamızı sağlamasına imkan vermesi çok
önemlidir.
En önemlisi ise, Hitit Hukukunun küçük bir coğrafi alan
içerisine sıkışmış, yerel bir ilkel toplum hukuku değil, altı
yüz yıllık devlet ve imparatorluk ve en az bin yıllık tarihi geç­
mişiyle, döneminin en güçlü yönetimlerinden biri olarak tari­
he damgasını vurmuş tunç çağı toplumunun hukuku olduğu­
nu gözler önüne sermesidir.
Tarihte hak hukuk fikri, medeni toplumların kurulması ile
başlar. Bir toplumu belirli hükümlere bağlamak demek, kuv­
vetlilerin güçsüzleri istismar etmesine mani olmak demektir.
İşte bunun için haklar kanunlaştırılmış ve hukuk meydana
gelmiştir. Hukuk, belirli bir devirde sosyal hayatı düzenleyen
kanunların tümüdür.
Anadolu, Doğu ile Batı dünyasını birleştiren bir köprü de­
ğil, yerleşilen, yurt edinilen, başka kültürlerden etkilenen ve
onları etkileyen bir yerdir; aynca, iklimi, zengin su ve maden
kaynaklan ile Önasya için hep önemli olmuştur. Çok erken
çağlarda kentleşen, tanını ve ticareti başarı ile gerçekleştiren
Anadolu halkını, şehir beyliklerinden organize devlet düzeyi­
ne çıkaran Hititler, büyük bir siyasal güç olarak tarih sahne­
sine çıkmışlar, sahip oldukları güçlü organizasyon fikri saye­
sinde devlet düzenini hızla kurarak, bütün Anadolu 'yu ege-
14/ Hitit Hukuku

menlikleri altına alıp merkezi otoriteyi güçlendirmişlerdir.


Hititlerin devlet kurmadaki başarılan, askeri güçten çok, or­
ganizasyon fikrine sahip olmalarının yanında, devlet gelene­
ğini devam ettirmedeki maharetlerinde aranmalıdır. Devletin
devamı ile ilgili daha sonraki safhada ise en önemli husus hu­
kuktur. Hitit Devletinin devamlılığı, çok iyi bir idari meka­
nizma kurma ile ve esas hukuk kurallarının işlemesiyle aç ık­
lanabilir; hatta denebilinir ki, "Adalet mülkün temelidir" ilke­
sini kavrayan ilk Hititlerdir. Hitit devletinin bir hukuk devle­
ti olması ve bu amaçla da insanların hak ve hukuklarını dü­
zenlendiği kanunlarında, bir tarım toplumu olma özelliği ile
de tarım arazileri ile ayn bir hukuki düzenlemeler yapması da
önemli bir husustur. Hitit toplumu gibi bünyesinde sınıf farkı
bulunan bir toplulukta, hak ve adalet kavramlarının çok sağ­
lam kanuni esaslara bağlanmış olması zaruri idi. Hititler çok
erkenden bu düsturu anlamış bir kavimdiler.
Anadolu 'da altı yüzyıl hüküm süren ve Önasya'nın en
güçlü devletlerinden biri olarak diğer devletlerin yazgısını
elinde tutan bu devletin sürekliliği mutlaka dönemine göre iyi·
örgütlenmiş bir idari yapıya sahip olmasıyla açıklanabilir. Hi­
tit Devleti 'nin idari yapısını Merkez Teşkilatı ve Taşra Teşki­
latı olarak belgelendirebiliriz. Hitit Devleti eski Yakındoğu
devletlerinin çoğunda olduğu gibi hükümdarın idari mekaniz­
masının en üst mevkiinde bulunduğu bir merkezi otorite ile
yönetilmekteydi. Devlet yönetiminin baş sorumlusu kraldı.
Teokratik-monarşik bir yapıya sahip Hitit Devleti ' nde yöne­
timin baş sorumlusu olan büyük kral görevlerini "Ülke"nin
'baş komutanı ' , 'başrahibi ' ve ' başyargıcı ' olarak yerine ge­
tirmektedir. Tabama unvanlı Hitit Büyük Kralı 'nın yanında,
Tavananna (egemen kraliçe) unvanını taşıyan eşinin tüm dev­
let işlerinde bağımsız ve yasal bir yeri vardır. Tavananna'nın
makamı Büyük Kralı ' nkinden bağımsızdır. Kraliçenin kişisel
mühürleri de bulunmaktadır ki, bu da onlann bağımsız mev­
kiilerinin bir kanıtıdır. Kocasından daha uzun yaşamış Tava­
nanna, yetkilerini oğulları döneminde de kullanmaktadır. Bir
Sunuş / 15
kraliçenin görevlilere yönelik direktifler hazırlaması ve mah­
kemelerde kralın yanında yer alması onun, hem idari hem de
hukuki alanlarda etkili olduğunu göstermesi bakımından
önemlidir.
Hititler, tanrıdan aldığı siyasal iktidar gücü ile merkezde
kralın bulunduğu, kraldan aldıkları yetki ile taşrada yüksek
dereceli memurların yer aldığı teokratik-merkeziyetçi bir
devlet sistemi kurmuşlardır. Bir siyasal sistemin niteliğini
oradaki siyasal iktidar ilişkilerinin belirlediğini düşünürsek,
Hitit devlet sisteminde de tanrı ile kral arasındaki ilişki ikti­
darın teokratik yönünü, taşrada bulunan memurların sıkı sıkı­
ya merkezdeki krala bağlı olduğu devlet yapısı ise merkezi­
yetçi özelliğini göstermektedir.
Kralın halkına karşı olan sorumlulukları bir metinde "on­
ların eline ekmek ver, hastalara bak, onlara ekmek ve su ver;
sıcaktan bunalırlarsa onları serine al, soğuk onları rahatsız
ederse sıcağa al, aynca kralın hizmetkarları soğuktan ölme­
sinler, kadın kölelere ve erkek kölelere yapılan cinayetleri ce­
zasız bırakma, açlara ekmek ver, bakımsızlara takdis yağı ver,
çıplakları giydir" şeklinde ifade edilmektedir.
Roma Hukuku ve Modem Hukuktan önce düzenlenmiş
olan, çağında Mezopotamya'da kısasa kısas uygulamaları var
iken, Hitit Hukukunda kısasa kısasın (talion) yer almaması,
hatta adam öldürme suçunda "eli kaza işledi" ifadesi ile ceza­
yı yarıya düşürerek hafifletmesi ve bunu taammüden adam
öldürmeden ayırması, Hititlerin çok ileri bir hukuk düşünce­
sine sahip olduğunu bize göstermektedir.
Hititlerde yazılı kanunların varlığı, Boğazköy'de bulunan
yazılı belgeler arasında bulunan, kanun maddelerini içeren
metinlerin ortaya çıkarılması sonucu anlaşılmıştır. İ ki seri ha­
lindeki tabletlerden birincisi "Eğer bir adam", ikincisi ise
"Eğer bir bağ" sözleriyle başlamaktadır. İlk tablet, bireylerin
hukukunu ve mülkiyetini koruyan ikincisi ise arazi edinme ve
tanın gereçlerine sahip olma ile ilgili suçlan kapsamakt�. �ir
fiyat tarifesi içermekte ve cinsel suçlara ilişkin cezalan say-
16/ Hitit Hukuku

maktadır. Bu kanunlarda bir şart cümlesi ile bir suç tasarlanır,


sonra bu suç için esas cümlede ceza tayin edilir.
Hitit kanun maddeleri, kendi toplumunun hukuk düzenle­
mesini büyük oranda yansıtmaktadır. Yazılı olmayan gele­
neksel hukukun yanında önemli bulunan ve sıkça karşılaşıldı­
ğı düşünülen konularda çıkarılmış bu kanun maddeleri, bu­
günkü Modem Hukuk sınıflandırması ile ceza, iş, borçlar, ti­
caret hukuku, idari, medeni ve yargılama hukuklarının hepsi­
ni içermektedir. Kitapta Hitit Kanunları, Erdal Doğan tarafın­
dan hepsi olmasa da önemli görülen kısımları, doğrudan te­
mel kaynak olarak kabul edilen tabletler dışında başvurulan
nakil temel kaynaklarla karşılaştırmalı olarak aktarılmıştır.
Hitit Kanunları, yalnızca devlet idaresine, kişilere ve mallara
karşı işlenebilecek suçları içeren ceza hukuku ile sınırlı değil­
dir: aynı zamanda kanun maddelerinde çevre suçları, borçlar,
eşya, medeni, iş ve sözleşme hukukuna dair hukuki düzenle­
meler de bulunmaktadır.
Söz konusu kanun belgelerinin yanında, büyük kralların
talimatnameleri, diğer krallıklarla yapılmış devletlerarası ant­
laşmalar, vasiyetnameler, mahkeme tutanakları ve olayların
hemen hepsi Hitit Hukukunun incelenmesinde başvurulacak
birinci dereceden kaynaklardır. Talimatname/direktif metin­
leri kralın belli bir amaca yönelik bir tek görevli ya da bir gö­
revli sınıfı için yayımladıkları emirleri kapsar. Hitit büyük
kralları, yüksek derecedeki idari görevliler ve memurlardan
oluşan çok sayıda sınıf için verdikleri bu direktiflerle hem o
sınıfın görev ve sorumluluklarını saptamışlar hem de o konu­
da genel ya da özel düzenlemeler yapmışlardır. Kanun hük­
münde olan bu belgeler, sadece toplumun hukuk anlayışı hak­
kında bilgi vermekle kalmamakta, aynı Önasya kavimleri
arasında Hitit Hukukunun yerini tayin etmeye yaramaktadır­
lar. Diğer taraftan da MÖ 2. bin Anadolusunun sosyal düzeni
hakkında da bize bilgi aktarmaktadırlar.
Hitit sosyal yaşantısında tanrılara krallara veya beylere
karşı saygısızlık, hizmette kusur, adam öldürme ve yaralama,
Sunuş / 17
büyücülük, hırsızlık, kundakçılık, bir insana veya hayvana te­
cavüz etme, zina ve birinci derecede akrabalar arasında cin­
sel ilişkiler suç sayılmakta ve bu suçlara ölüm cezası, maddi
ve manevi cezalar, kişisel cezaların yanında kolektif cezalar
verilmekte ve bu cezalar gerek fal, gerekse tanrı mahkemesi
yoluyla kat kat kuvvetlendirilmektedir. Çırılçıplak su taşı­
mak, gösteri yaptırmak gibi teşhiri esas alan cezalar ile dışkı
yemek ve idrar içmek gibi aşağılatıcı cezaların da verildiğini
görmekteyiz. Ceza maddeleri suçlunun ve mağdurun sosyal
sınıfına göre tespit edilmiştir. Bir suçun tanrıya, krala, beye
karşı işlenmesi halinde verilen cezalar farklı olduğu gibi, biz­
zat suçlunun sosyal mevkii de verilen cezanın hafif veya ağır
olmasında etkili idi.
Kanun maddelerinde zaman zaman eskiden ve şimdi söz­
cüklerinin kullanılmasından, verilen cezalarda değişiklikler
yapıldığı anlaşılmaktadır. Aynı zamanda bu husus, Hitit Hu­
kukunun pratik oluşu yanında katı değil esnek olduğunu da
göstermektedir. Bu tip maddelerin incelenmesinden Hititlerin
şartlara ve zamana göre kanunlar üzerinde değişiklikler yap­
tıkları anlaşılmaktadır. Bu maddelerde, eskiden ağır olan ce­
zaların hafifletilerek o devre göre insancıl sayılabilecek yu­
muşatmalar getirilmiştir. Özellikle ölüm cezalarının eski dö­
nemlerde yaygın olduğu, şimdi bizce küçük görülen bazı suç­
lara bile ölüm cezası verildiği anlaşılmaktadır. Bir belgede iç­
ki sunanın kralın istediğini değil de başka bir şarabı kralın
adamlarına verdiği için işkence ile öldürüldüğünü öğrenmek­
teyiz. Fakat daha sonra yeni dönemde işkence ile öldürmenin
yerine daha hafif cezalar uygulandığı görülmektedir. Bir ör­
nek verirsek: "Evvelce ekilmiş bir tarlayı bir başkası eğer ye­
niden ekerse, onun ensesine bir saban bağlanır ve sabana bir
çift öküz koşulur. Bir öküzün yüzü bu yana, diğer öküzün yü­
zü öbür yana çevrilir. Adam öldürülür. (Sonra) öküzler de öl­
dürülür ve evvelce tarlayı kim ekmişse, ona yeniden sahip
olur. Eskiden böyle yapılırdı . Şimdi ise adamın yerine bir ko­
yun, öküzlerin yerine bir koyun alınır" . Ancak toplumun ya-
18/ Hitit Hukuku

pısı gereği halkın krala veya tanrılara ve kölelerin beylerine


karşı kulluk görevini yerini getirmeme halinde verilen kol­
lektif ölüm cezası Hititlerin her döneminde değişmeden kal­
mıştır. Altı asır gibi uzun bir zaman hakimiyetini devam etti­
ren bir devlette, gerek toplumun gerekse yönetimin yapısı ge­
reği, krala, tanrıya ve beye karşı işlenen suçlarda cezaların
katı olması da çok doğaldır. Burada özellikle şu konuyu tek­
rar vurgulamak isterim ki, Hitit Kanunları, insancıl, daha çok
tazminata dayalı, yumuşak bir yapıya sahiptirler. Cezalandfr­
ma anlayışı zamanla, zararı, mağdurluğu tazmin etme, zararı
giderme anlayışına çevrilmiştir. Önasya ' nın diğer kanunların­
dan daha insancıl olduğu bir gerçektir.
Erdal Doğan, Hitit Hukuk Felsefesinde varolan, günü­
müzde ceza hukukunun genel ilkesi olarak kabul edilen suç
ve cezada şahsilik ilkesinin, Hitit Hukukunda o yıllarda dü­
zenlenmiş olduğunu vurgulamaktadır. Bu düzenleme ile eski
kabile hukuku terk edilerek daha gelişmiş bir aşama olan ce­
zada şahsilik ilkesinin kanunlarda oldukça dikkatli ve özenle
düzenlendiğinin görüldüğünü belirtmektedir. Hitit Hukukunu
yalnızca bu kanunlar çerçevesinde değil aynı zamanda tarihin
ilk anayasası sayılabilecek olan Telipinu Fermanı ve Hititle­
rin diğer krallıklarla yaptıkları ve ilk kapsamlı uluslararası
antlaşmalar olan antlaşmalardaki düzenlemelerle birlikte ele
aldığımızda karşımıza çok kapsamlı bir hukuk çıkmakta ol­
duğunu görmekteyiz.
Yazar, Hitit Hukuk tarihinin zamanla değişim ve gelişimi
sürekli insandan ve doğadan yana özgürleştirici olduğunu ve
"özgürleştirici" gelişim boyutunun en önemli göstergesinin,
hukuk mevzuatındaki cezai yaptırımların, ölüm cezalan yeri­
ne tazminat cezası verilmesi veya daha önce bazı maddelerde
kraliyet mahkemesine ödenen para cezalarının kalkması ve
mağdura ödenen tazminat cezasının daha hafiflemesi gibi ör­
neklerde olduğu gibi, istikrarlı bir biçimde zamanla daha da
hafiflemesinin olduğunu belirtmektedir. Özgürleştirme boyu­
tunda dikkat çeken bir hususun devletin hukuksal yaptırımla-
Sunuş / 19
nnın infaz ayağında, kişilerin devlete olan yükümlü edim ve
cezalarının zamanla hafiflemesi ya da tümüyle kalkmasının
olduğunu söylemektedir.
Eski Önasya dinlerinin çoğunda olduğu gibi Hititlerde de
tanrılar, insan biçiminde ve karakterinde düşünülmüştür. On­
lara göre tanrıların da insanlar gibi bir ruhu ve bedeni vardır.
Bu kavram, "tanrıların ruhunu ve bedenini teskin edenler
tanrılara hizmet etsinler" ifadesinde çok açık bir biçimde an­
laşılmaktadır. Bu bakımdan Hitit dünyasında, tanrılara göste­
rilecek saygı ve onlara gereken dini görev ve törenlerin yapıl­
ması, tanrıların yeryüzündeki evleri olan tapınakların en iyi
şekilde bakılması ve korunması, temizlik ve diğer görevlerin
gerektirdiği eylemler çok önem taşımaktadır. Görevlilerin va­
zifelerini en iyi bir şekilde yaptıkları zaman tanrıları hoşnut
edecekleri ve ancak o zaman yaşamlarını devam edeceği bir
metinde "Tanrıların isteğine göre hareket ediniz. Ancak o za­
man ekmek yiyecek, su içeceksiniz ve ev kuracaksınız " şeklin­
de özetlenmektedir. Tanrıya karşı yerine getirilecek görevle­
rin daha iyi belirlenmesi ve tarın ile insan arasındaki ilişkile­
rin nasıl olması gerektiği hususuna efendi ile köle arasındaki
ilişkilerden örnek verilerek yani efendi ile tarın , insan ile kö­
le arasındaki benzerlik kurularak konuya açıklık getirilmek­
tedir. Bu örnekleme şöyledir: " İnsanların ve tanrıların ruhen
herhangi bir farkı var mıdır? Asla böyle bir fark yoktur. On­
ların istekleri birdir. Bir köle beyinin huzuruna çıktığı zaman
o yıkanmış ve temiz elbiseler giyinmiştir. Köle beyine ya yiye­
cek ya da içecek verir. Beyi yiyip içtiği için ruhen rahatlar ve
kölesine hoşnutluk duyar ve kölesine ceza vermez. Tanrının
ruhu da herhangi bir şekilde farklı mıdır? Ama kölesi beyini
kızdırırsa, onu ya öldürürler ya da onun burnunu gözlerini
kulaklarını yaralarlar ya da onun karısını çocuklarını soyu­
nu sopunu yakalarlar. Eğer ölüm cezasına çarptırılırsa tek
başına ölmez, soyu da ona katılır. Şu halde, her kim tanrının
ruhunu kızdırırsa tanrı onu her şeyi ile birlikte mahveder.
Tanrının her sözüne karşı saygılı olunuz. " Açıkça anlaşılaca-
20 / Hitit Hukuku

ğı gibi tanrı beydir ve insanlarda onun kölesidir. Bir tanrıyı


kızdırmamanın en önemli yolunun temizlik olduğu, gerek be­
densel gerek ruhsal gerekse mekWısal temizliğin önemi bütün
dini metinlerde, kanunlarda defalarca tekrarlanmaktadır. Tan­
rılar için görevli kişiler, din adamları bir aile yaşantısına sa­
hip de olabilirdi. Akşamlan evlerine gidebilir yer, içer, bir ka­
dınla beraber olabilirdi. Ancak yıkanmadan tapınağa gelir ve
tanrılara kirli olarak hizmet ederse ölüm cezasına çarptırılır­
dı. Verilen bu ceza Hititlerde bedensel temizlik kadar ruhsal
temizliğin de hukukta ne denli önemli olduğunu göstermek­
tedir.
Hititler, Babil Kralı Hammurabi 'nin Ortadoğu ' yu hala et­
kileyen kısas hukukunda büyük bir değişiklik yaparak, günü­
müzden tam 3500 yıl önce Modem Hukuk anlayışının teme­
lini oluşturan tazminat hukukuna geçmeyi başarmışlardır. Bu
adım yalnızca 3500 yıl öncesi için değil, o tarihten binlerce
yıl sonrası için bile çok önemli bir aşamayı göstermektedir.
Bu ilk hukuk devrimidir. Hititler bir hukuk devrimini gerçek­
leştirmiştir. Yazar da bu hususta, "bu devrimi bir tek şeyde
özetlemek mümkün değil ama herhalde böyle bir şey yapma­
ya çalışsak kısas hukukundan tazminat hukukuna geçiş ola­
rak nitelememiz mümkündür" demektedir.
Hitit Medeni Hukukunun en önemli kısmını aile hukuku
teşkil eder. Hitit kadınının evlilik müessesesi ve ailedeki rolü
hakkında bilgiyi kanunlardan öğrenmekteyiz. Hitit sosyal ya­
şamının en küçük birimi olan ailenin reisi erkektir. Buna rağ­
men ailede mutlak hakim değildir. Kadın hakları ve serveti
kanunlarla korunmuştur. Hititlerin dünyasında soylu ve halk
kadınının ataerkil bir aile içerisinde erkeğin yanında yer aldı­
ğı görülmektedir. Hititlerin sosyal yapısında oluşan Tabama­
Tavananna eşitliğinin tüm Hitit kadınlan için geçerli olduğu­
nu söylemek yanlış olmayacaktır. Belgeler ışığında Hitit ka­
dınını kadın haklan bakımından çağının dünyasında çok ileri
bir seviyede olduğunu söyleyebiliriz.
"Tarihin bilinen ilk yazılı hukuklarından birini oluşturan
Sunuş / 21
elimizdeki yazılı kaynakların, standart klasik bilgi dağarcığı­
nı tarumar edici gücü büyüleyici olduğu kadar, yeniden bir­
çok konuyu tekrar düşünmemizi zorunlu kılmaktadır" düşün­
cesiyle Erdal Doğan kitabında farklı bir amaçla yola çıkmış
ve asıl olarak Hitit Hukukundan hareketle bir Modem Hukuk
eleştirisi ortaya koymuştur. Onun için yapıtında Hitit Kanun­
larını medeni hukuk ilişkilerinden ceza hukuku ilişkilerine
kadar ele alıp Modem Hukukla karşılaştırmalı olarak incele­
mekte ve Hitit Hukukunun günümüz hukukuna göre çok da­
ha insancıl olduğu sonucuna varmaktadır.
Kitabı okuduğumda, bir hukukçu gözü ile "Hitit Huku­
ku"na bakmanın ve incelemenin ne kadar yararlı olduğunu
gördüm. Farklı disiplinlerin bakış açısı ile yap ılan bu gibi
akademik çalışmaların Hititoloji araştırmalarına daha başka
bir boyut da kazandırdığı ve zenginleştirdiği açıktır. Bu kitap
ile, her zaman savunduğum çok disiplinli çalışmaların olma­
sı gerektiğine inancım bir kez daha artmış oldu.
Mağaralardaki hayattan günümüze kadar geçen süre zar­
fında yaşananların bize ibret olacak, örnek olacak ve bütün
insanlığın geleceğe dönük düşüncelerini şekillendirecek olan
kalıntıları bu topraklarda incelenmeyi, korunmayı bekleyen
ata mirasıdır. Anadolu'nun her yerine yayılmış binlerce yılın
birikimleri olan bu miras bize atalarımızdan kalmıştır. Atala­
rımızdan bize intikal eden ve tapu senedi hüviyetinde olan ta­
rihimize sahip çıkmak, büyük Atatürk'ün de belirttiği gibi bir
"olmazsa olmaz"dır. Bunun için, Büyük Önder Atatürk'ün bi­
lim insanlarına, Hitit Uygarlığının tarihini, kültürünü ve mil­
letimizle olan miıpasebetlerini araştırma görevini verdiği bi­
linmektedir.
Ben, böyle değerli çalışmaların daha da artm?sını ve dün­
yanın en eski kanunlarından birisini düzenleyip yaşama ge­
çirmiş olan Hititlerin kanunlarını, bir Hitit Hukuku çerçeve­
sinde toparlanıp "Hitit Hukuku" dersleri olarak, hukuk fakül­
telerimizde okutulmasının uygun ve gerekli olduğunu belirt­
mek istiyorum. Bunun halen okutulmakta olan ve Batı Huku-
22 / Hitit Hukuku

kunun temeli olarak gösterilen Roma Hukuku kadar önemli


olduğunu anlatmak gerekmektedir. Gerçekten de tazminat
hukukuna geçmeyi başarmış olan Hititlerin bu çabası çok
önemli bir dönüşümü göstermektedir. Eğer Roma Hukuku
bugünkü hukuk anlayışına geçişin bir aşaması ise, Hitit Hu­
kuku bunun ilk aşamasıdır. Bilim dünyasında bu gerçeği bü­
tün çıplaklığı ile gündeme getirdiği için Erdal Doğan'ın bu
çalışmasının önemi bir kat daha artmaktadır. Bu çalışmalar
ile Eski Önasya hukuk belgelerinin gün yüzüne çıkmış olma­
sı, hukuk tarihinin Roma ile başladığı inancının değişmesine
neden olmuş ve insanoğlunun ondan çok daha önceki devir­
lerde toplum içi adaleti ve barışı sağlamaya yönelik yazılı ka­
nunlara ve oldukça iyi işleyen yargı sistemlerine sahip oldu­
ğu anlaşılmıştır.

- Prof. Dr. Aygül Süel


Şubat 2008/Ankara
/ 23

• .... 'Dünyanın' beni m içi n n e oldugunu biliyor musunuz? O n u size


beni m aynamda göstereyim mi? Bu dünya: Enerjiden ibaret başlan­
gıcı ve son u olmayan bir h i l kat garibesi; büyümeyen ya da küçül­
meyen, kendisini genişletmeyen, ancak dönüştüren katı, merha­
metsiz güçten ibaret bir hacim (magnitude); bir bütün olarak degiş­
tirilemez bir büyüklük, sarfıyatsız ya da kayı psız. fakat aynı şekilde
gelirinde artış ol mayan ya da gel iri bulunmayan bir hane; sınır ola­
rak 'hiçli k' tarafı ndan bir sı nırla ve çepeçevre kuşatılmış bir hane;
sürekli genişleyen bir şey degil, bel irli bir güç olarak bel irli bir uzay­
da konu mlanmış bir şey; şurada burada "boş• olan bir uzayda de­
gil, aksi ne bütünüyle güç olarak, burada artan ve aynı zamanda
orada azalan bir ve çok sayıda bir güçler ve güç dalgaları oyunu
olarak uzayda; sayısız tekerrür yı llarıyla, formlarındaki meddi cezir­
lerle birl i kte bir arada akan ve sel haline gelen, daima degişen, da­
ima tekrar dol u p taşan bir güçler denizi; en basit formlardan en
kompleks formlara, en durgun, en donmuş, en soguk formlardan
en hararetli, en çal kantılı, en kendi kendisiyle çelişki l i formlara dog­
ru sürüklenen ve sonra bu karmaşı klıktan tekrar basite, yuvası na,
çelişkiler oyun u ndan tekrar ahengin sevi ncine dönen, yine de ken­
disi n i hareket tarzlarının ve yı llarının tekbici mlil igiyle tescil eden,
kendisi ni ebediyen dön mesi gereken bir şey, hiçbir doym usl ugu,
hiçbir ti ksi nti, hiçbir bezginlik hissetmeyen bir oluş olarak kutsayan
bir güçler denizi: iste bu beni m ezeli ve ebedi olarak kendi kendisi­
ni yaratan, ezeli ve ebedi olarak kendi kendisi ni yı kan Dionysian
dünyam, şehvet dolu hazlarımın bu gizeml i dünyası, dönüşün se­
vi ncinin kendisi bir amaç olmadıkça amaçsız, "iyi nin ve kötünün
ötesindeki dünyam .... -Bu dünya güç tutkusudur- başka hiçbir sey
degil ! Ve sizi n kendiniz de aynı zamanda güç tutkususunuz - baş­
ka hiçbir şey degi l ! "*

( * ) Nietzsche, (Güç İstenci) The Will To Power, 549, 550.


G i Ri Ş

Basl a rke n

Genel olarak insan h akları alanında uğraş veren aktivist,


teorisyen ve akademisyenlerce, geleceğe dair talepler dillen­
dirilirken izlenen yöntem; öncelikle ' geçmiş' muhasebesi
üzerinden, bugünkü h ak ihlalleri ve hukuki eksikliklerin tes­
pitini yapmak ve nihayetinde belli bir çerçeve ve içerik stan­
dardı oluşturmaya çalışmaktır. Bu orijin üzerinden değerlen­
dirme, tek yöntem olarak benimsenmiştir. Modem dünya ta­
rihi ile aynı geçmişi paylaşan standardizasyon çabalarının,
geleceği .de aynı ortak kaderde belirleyip, paylaşma arzusu
malumunuzdur.
Hal böyle olunca, hukuk eğitimi almış veya almamışların,
insan hakları sahasındaki "hak kuramını"; "uluslararası bildiri­
ler ve sözleşmeler", "ilk anayasalar", "ilk yasalar" gibi kavram
ve kurumlar üzerinden inşa ederek, "inkişafını" bu tarihsel gü­
zergah üzerinden neticelendirmeye çalıştığı da malumdur.
Modem tarih, geçmişi, ucu veya köşeleri belirlenmiş ka­
lıplara, anı da belleğin rahatlıkla kayıtlayacağını düşündüğü,
keskin bir mihenk taşına dönüşecek, o "mucizevi" rakamlara
yüklemleyerek bugüne ve geleceğe dair ideolojik yasalar çı­
karmayı hem çok sever hem de bunu bir görev addeder. "Bir
şeylerin" hep eksik bırakıldığı zemin ve hissi üzerinden tartı­
şılan hukuk ve insan hakları mücadelesi, bu bağlamda geri­
sinde birçok soruyu yanıtlamadan bıraktığı gibi, hukuki tek­
nik bilgiye sahip kişilerin dahi içerisinden çıkamadığı sofisti­
ke bir hukuk felsefesi üzerinden, haklar tarihini, misina ile
kesilmiş peynir kalıbı misalim bir milatlar cetveli ile katego-
26 / Hitit Hukuku

rize edip kuşaklandırarak muhataplarına sunar.


Hayvanların, kendi dünyaları ile doğa güçleri ve türlere
özgü düzene, dışardan hiçbir biçimsel müdahale olmadan,
hiçbir norma gerek duymaksızın varlıklarını güzelce sürdür­
dükleri savına karşılık, insanın karşısına bir başka insan dikil­
diği anda; onların ilişkilerini kurallara bağlayan bir ölçüt bul­
ma zorunluluğunun ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Ayrıca
gelenek ve bilinçaltının referansıyla, insanlar arasında yarış
ve öne çıkma kurallarının birdenbire oluştuğu, hayvanlar
dünyasındaki o uyumlu toplumsal yaşamadan ayrık olarak,
insanların türdeşleriyle sürekli yarışmakta olduğundan bahis­
le (yaratılışı gereği bencil oluşu ve toplumsal uyum gücünden
yoksunluğu nedeniyle), bir dış örgütlenmenin (devletin) ve
bunun sonucu olarak da bir disiplinin (yasaların) zorunlu kı­
lındığı söylenmekte, böylelikle toplumsal yaşamı da yalnızca
bu yasaların olanaklı kıldığına inanılmaktadır.1 2> Mevcut bu
genel hukuk anlayışının hakimiyeti (aynı minvaldeki modem
insancıl hukuk ekolünün de bu anlayışa dahil olması ile) ön­
celikle insanın kendisinden ve sonra da doğadan nasıl ayrışıp
koptuğunu göstermesi bakımından dikk at çekicidir.
Bu çalışmanın amacı, yaratılarak oluşturulan ve Modem
Hukukun başlangıç konaklan olagelen milatların arkasındaki
gerçeği aralayıp sorgulamaktır. Kapı aralandıkça, Modem
Hukuk ve insan haklan tarihinin, yüzyıllardır, çoğu zaman
bilgiden yoksunca, çoğu zaman da eksik ya da tahrifatlı ola­
rak aktarılıp oluşturulduğu gerçeği ile tanışmak, şaşırtıcı ol­
duğu kadar umut da vericidir.
Bu çalışmada, Önasya coğrafyası üzerinde yaklaşık MÖ
·
1 700 ile MÖ 1 200 yıllan arasında varlık gösteren Hitit Hu­
kuk müktesabatının bir bölümünü, Hitit toplumsal tarihi, eko­
nomisi, inanç ve kültürel yaşamını ele alacağız. Roma Huku­
ku ve halefi Modem Hukuk ve hak kavramı üzerinden karşı­
laştıracağız. Burada amaç, kesinlikle eskisinin yerine yeni bir
milat oluşturup ikame etmek değildir. Ama çalışma bizi iki
temel amaca ulaştırıyor:
Birinci amaç; modem tarihin, haklan-insandan, insanı-
Giriş / 27
haklardan, insanı-doğadan, doğayı-insandan koparış süreç ve
gelişiminin, milat olarak kabullenilen Roma Hukuku üzerin­
den "hakların rasyonel gelişimi" kalıbında nasıl olup da tarih­
lenerek günümüz Modem Hukuk ve insan haklan kavramına
biçimlenip bağlanıverdiğini göstermektir.
İkinci amaç; yaklaşık iki bin yıllık montaj süreç ve yöne­
lişin bilinçli bir ideolojik seçim olduğu savını tüm meraklıla­
rıyla paylaşmak ve bu somut zemin üzerinden yeni düşünme
ve sorgulama pratiklerine kapı aralamaktır.
Değerlendirmemizi somutlamak ve görünür kılmak için
de öncelikle, günümüz Modem Hukuk, devlet, sınıf, cins ve
zümrelerin, oluşturageldiği yapı ve zeminin muhafazası ve
devamlılığı açısından halen bulunmaz fırsatlar sağlayan 1 3> se­
lef Roma İmparatorluğu'nun hukuksal dokusunu ele alıp in­
celemekle başlayacağız.

Roma H u ku ku

Roma Hukukunda, İus Gentium ' a göre kölelerin bir hak­


kın konusu olan varlıklar olarak eşya ve mal değerinin ötesin­
de hiçbir değeri yoktu. Başlangıçta kölelerin azat edilmeleri
dahi yasaklanmıştır. Persona alieni iuris (başkasının hukuku­
na tabi) kategorisinde mütalaa edilebilecek olan kölenin ko­
numu ius civile nazarında bir hiçti. Bu nedenle köleler ius ci­
vile'ye göre ne alacaklı, ne borçlu, ne malik, ne davalı ne de
davacı olabilirdi.141
Köleler öldüklerinde dahi, gömülmelerine izin verilmez,
cesetlerinin şehir çöplüğüne atılması yeterli görülürdü. Bu du­
rumu 2. ve 3. yüzyıl Latin ve Yunan mezar yazılarında, köle­
lerin cesetlerinin çöplüklere atılması yerine, usulünce gömül­
mesi ya da kölelerin birbirlerinin mezarlarıyla ilgilenmesine
izin verilmesi konusunun işlenmesinden anlayabilmekteyiz. ısı
Eski Yunan ve Roma'da köleliğin başlıca kaynakları; savaş
esirleriyle korsanlık benzeri yollarla kaçırılan veya yabancı
28 / Hitit Hukuku

ülkelerden getirtilen insan ve kölelerden doğmuş olan çocuk­


lardı. Önceleri, borçlunun borcuna karşılık alacaklısına köle
olma kuralı ve terk edilmiş çocukların kendilerini büyütüp
yetiştirenlerin elinde köle sayılması uygulaması söz konusuy­
ken bu tali kaynak sonradan yasaklanmıştır.
Yaşam şartları son derece elverişsiz olan kölelerin belli bir
döneme kadar kendi aralarında dahi evlenme hakları bulun­
muyordu. Sonraları köleler efendilerinin izniyle hukuki nite­
liği olmayan, fakat fiili sonuçları olan bir evlilik birliği kura­
bilmişlerdir. Köleler arasındaki bu evliliğe conturbernium de­
nir; aile ve akrabalık neticeleri olmayan fiili bir birleşme ola­
rak görülürdü. Azat edilme bile bu durumu değiştirmezdi.
Kölelerin bu tür evlilik veya birleşmelerinden doğan çocuk­
ları ise doğal (tabii) semere (yani bir maldan oluşan ürün)
olarak kabul edilirdi.
Roma İmparatorluğu 'nda vatandaşlık, Roma vatandaşları
(cives Romani) ve yabancılar (plegrini) olarak ayrılmaktaydı.
Ius civile kural olarak Roma vatandaşlarına uygulanan hu­
kuktu. Hürriyet ve vatandaşlık birbirine bağlı sıkı iki status
idi. Roma kanunları sadece Roma vatandaşları için çıkarılır,
seçme ve seçilme hakkı (ius suffragii ve ius comercii), ius ci­
vile 'ye özgü hukuki muameleleri yapmak hakkı(ius commer­
cii), evlenme hakkı (ius conubii) bu kanunların ve vatandaş­
lığın esasını oluşturmaktaydı. Kamu hukukunda ve özel hu­
kukta hak ehliyetine haiz olmanın ikinci şartı Roma vatanda­
şı olabilmekti.
Özel hukuk yönünden hak ehliyeti için en önemli hukuki
durum status familiae idi . Status familiae yönünden Romalı­
lar sui iuris ve alieni iuris olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı­
lar. Yani Romalılar, persona sui iuris ler (kendi hukukuna sa­
'

hip kişiler) ve persona alieni iuris I er (başkasının hukukuna


'

tabi kişiler) şeklinde hukuki olarak konumlandırılırdı.


Persona sui iuris ler (yani hiç kimsenin hakimiyeti altın­
'

da olmayan) erkek ve kadınlardır. Sui uiris olmanın yaşla il­


gisi yoktu . Pater families öldüğü takdirde bir yaşındaki çocu­
ğu bile sui iuris hale gelirdi. Sadece sui iuris lerin hak ehli-
'
Giriş / 29
yeti mevcuttu ve malvarlığı edinebilirlerdi.
Persona alieni iuris' ler ise bir pater families' ın hakimiye­
ti altındaki, erkek ve kız çocukları, karısı (u.xor in manu) ve
torunlarıydı. Köleleri de buraya dahil etmek mümkündü.
Alieni iuris tabiri daha çok erkek çocuklar için kullanılıyor
ve aile evladı olmanın yaşla hiçbir ilgisi bulunmuyordu. Elli
yaşlarındaki Romalının pater families' ı yaşıyorsa o hala fili­
us familias 'tı ve hiçbir hukuki eylemde bulunamuyordu. Ya­
ni bir alieni iuristi. Bu kişi Romalı praetor veya consul gibi
büyük magistra' lıklara gelse bile, aile durumunda değişiklik
olmaz, alieni iuris olarak kalır, bütün a/ieni iuris ler gibi hak
'

ehliyeti, kişisel malvarlığı bulunmazdı.


Roma Hukukunda, ergin olsun ya da olmasın, ister evli is­
ter bekar, her çocuk babasının yetkesi altındaydı . Ancak ba­
banın ölümünden sonra tam anlamıyla Romalı oluyor ve bu
kez kendisi "aile babası" haline geliyordu. Dahası, baba ço­
cuğunun doğal yargıcıydı ve onu özel kararla ölüme bile
mahkum edebiliyordu. Bunun dışında, vasiyet sahibinin yet­
kisi sınırsızdı ve baba, çocuklarını mirastan yoksun bırakabi­
liyordu. Erkek çocuk babasının izni ve desteği olmaksızın se­
natör olamazdı.
Roma Hukukundaki evlat-baba "ilişkisini nihai bir tutsak­
lık ve köleliğe benzehnek yanlış olmaz. Dolayısıyla babanın
ölümü çocuklar için, mirasın habercisi ve bir tür köleliğin so­
nu demekti.<6>
Babanın ölümüne kadar bir kuruş tasarrufta bulunamayan
'. 'erkek ihramına bürünmüş olan ama bala babalarının katı
yetkesi altında yaşayan gençlere" borç para vererek onları
borçlandıran Romalı tefeciler (yani Roma'daki herkes); ba­
banın ölümünden sonra kalan tüm mirasa el koyuyorlardı.
Daha sonra MS 2. yüzyılda 25 yaşına gelmemiş kimselerin
borç para alamayacakları, verenlerin de tal ep eqemeyece"le­
ri yönünde yasalar çıkarılmıştır.
Roma Hulwkunöa, hukuken zorunlu kılınan �vliliğe razı
edilen kız çocuklarının, babalarına itaat etmekten başka yol
bırakmıyordu. !abasının ölfimünden sonta kadın mirasçının
30 / Hitit Hukuku

bir başka yetkenin, amcasının yetkesi altına girmemesi gere­


kiyordu. Roma İmparatorluğu ' ndaki bu hukuki uygulama,
baba katli saplantısı ve baba katlinin görece sıklığını da bera­
berinde getirmiştir.
Çok açıkça görülmektedir ki Romalı demek, "tam anla­
mıyla erkek" demektir. İster yetim ister azatlı olsun, özgür
olan yurttaşlar, evli olsun ya da olmasın "aile babası" ve bir
mirasa sahip olanlardır. Roma da, tıpkı Yunan 'da olduğu gi­
bi, özgürlükleri kendi hukukunda hiçbir zaman kesin güven­
ceye bağlamamıştır. Sevgi ve saygıyı hane halkı ilişkilerinde
ödev ve yükümlülük kapsamında tutmuş, sadakat zorunlulu­
ğuyla birlikte servetle ilgili sorumlulukları ve kişisel statü
farklılıklarını biçimlendirmeyi amaçlamıştır. <7ı
Roma'da özgür insanlar arasındaki evlilik (kölelerin ken­
di aralarında evliliği söz konusu bile olmadığından), özel bir
olgu olarak değerlendirilmiş bir evlilik hukuku ve sözleşme­
si düşünülmemiştir. Eğer evlenecek kadının çeyizi varsa bir
drahoma sözleşmesi yapılırdı . Bir miras anlaşmazlığı sonucu
konu yargıç karşısına gelirse yargıç konuya ilişkin ipuçlarına
göre kararını vermekteydi.
Örneğin bir çeyizin düzenlenmiş olması gibi şüpheye yer
bırakmayan edimlere ya da kan-koca olmak niyetini kanıtla­
yan davranışlar, evlilik törenine tanıklık edebilen kişilerin ta­
nıklıklarına göre: koca olduğu kabul edilen kişi, kendisiyle
birlikte yaşayan kadını her zaman "kansı" olarak niteleyebil­
mekteydi, ama nihayetinde, yalnızca birlikte olan o çift, evli
olup olmadıklarını kendileri bilebilirdi.
Roma'da evlilik daha doğrusu bir çeyizle birlikte evlilik,
zenginleşmenin onurlu yollarından biri olarak kabul ediliyor­
du. Ve bu evlilikten doğan çocuklar meşru kabul edildikleri
içindir ki miras onlara devrediliyordu. Bu çocuklar aynı za­
manda "yurttaş lık mesleğinin" devamcısı ve gelecekte sitenin
ve Roma "toplumsal bedeni"nin kalıcılığını sürdüren kişiler
olarak yurttaşlar çekirdeğini oluşturmuşlardır.
Bu husus Roma'da dikkatlice gözetilen ve üzerinde hassa­
siyet gösterilen bir konu olduğundan, dönemin siyasetçilerin-
Giriş / 31
den Genç Plinius, yurttaşlık çekirdeğini güçlendirmek adına
Roma için kabullenilmesi çok zor olan öneriler ortaya atmak
zorunda kalmıştır. Hak eden bazı köleleri azat ederek onları
bu yoldan yurttaş yapmak gibi.
Roma'da evliliğin işlevi, miras aktarımı ve zenginleşme­
nin bir aracı olmasının yanında "yurttaşlık meslek" statüsünü
sağlamak için de yapılıyordu. Hatta bu amacı Tarsuslu Anti­
patros şöyle özetler: "Evlenmek gerekir, çünkü vatanına yurt­
taşlar vermek gerekir, çünkü insan türünün çoğalması evrenin
ilahı tasarımına uygundur."
Kolonist ve sömürgeci Roma İmparatorluğu ' nda çalışma,
kölelere özgü bir eylem olduğundan, Roma yurttaşı kol gücü­
ne bağlı işlerde çalışmazdı. Bir Romalı yurttaşın çalışması
utanılacak bir edim olarak değerlendirilirdi. Roma'daki fark­
lı statülerin varlığı, bir o kadar da farklı etik anlayışı doğur­
muştu. Dolayısıyla nezaket, özgür bir insan tarafından göste­
rildiğinde rezillik olarak kabul edilmekteydi.181 Azatlı bir kö­
le tarafından efendisine karşı gösterildiğinde haklı bir şükra­
nın sonucu olmaktayken, bir kölenin ise açık seçik görevi ka­
bul edilmekteydi.
Görülüyor ki Roma Hukukunda hak ehliyetine sahip ola­
bilmek hürriyet, vatandaşlık ve aile statülerine sahip olmayı
gerektirmektedir. Kölelerin dışında kişilerle, kadınların va­
tandaşlık statüsü ve konumlandınlışı piramiter, cinsiyetçi ve
feodal yapının karakteristik özellikleriyle biçimlendirilmiştir.
Bu nedenle de Roma' da birden çok vatandaşlık statüsü bu­
lunmaktadır.
Roma Hukukunda etkili olan örf ve adetlerin ve buna bağ­
lı ahlak anlayışının etkisi yadsınamaz. Roma Hukukunun,
kavramsal olmaktan çok biçimsel ve çok daha az tümdenge­
limli (soyut norm) olan teknik yapısı, profesyonellerinin onu
ustaca kullanmalarına olanak veriyordu. Eşit olmayan ve eşit
olunmasını istemeyen, çalışmaya mahkum köle (yanaşma)
örgütlenmesiyle örülmüş bir toplumda, en temel tartışılmaz
hakların bile asla gerçeklik taşımadığı ve güçsüz birinin güç­
lüler karşısında kendisini savunabilecek mekanizma ve gü-
32 / Hitit Hukuku

venceden yoksun olduğu kuşkusuzdur.


Kişinin, hakkı olanı elde edebilmek için, etkin yasal yol­
lara uzaklığını ve kamusal gücün, kişisel kan davasının yeri­
ni alacak yerde, onu nasıl örgütlediğini gösterelim.
Bütün malvarlığı çok sevdiği bir doğa parçası veya atala­
rından kalan küçük bir çiftlikten ibaret olan bir kişinin bu
malvarlığına, yakın civarında güçlü olan bir komşusu tarafın­
dan göz dikildiğini düşünelim. Güçlü komşu silahlı köleleri­
nin başında, direnen mal sahibinin kölelerini öldürerek, o kü­
çük çiftliği ele geçirerek mal sahibini de fena halde hırpala­
yıp kovarak, çiftliği kendi malı gibi sahiplenir.
Bu durumda normal koşullarda mağdur olan kişinin yap­
ması gereken öncelikle; yargıç önünde şikayetçi olmak (litis
denuntiato ), adaletin tecellisini sağlamak ve kamusal yetke
(manu militari) aracılığıyla mallarını geri almaktır. Ama Ro­
ma'da 3. yüzyıla kadar süreç şu şekilde işlemekteydi: Ro­
ma' da konumları güçlü olan kişiler ceza hukukunu ve yaptı­
rımını kendileri uyguluyorlardı. Nitekim bu yüzden de ceza
hukukudan bahsedilemezdi, güçlü komşunun saldın ve gaspı
da tümüyle medeni hukuk kapsamına giren bir suç veya suç­
tan çok hukuki ihlal olarak kabul ediliyordu.
Dolayısıyla da davalı hasmı adamları ve güvenlikçilerinin
arasından çekip alarak yargıç karşısına çıkarmayı sağlamak,
zarar gören davacının kendisine düşmekte, duruşma günü
yargıç karşısına çıkarana kadar da kendi özel hapishanesinde
zincirleyerek hapsetmesi gerekiyordu. Eğer davacı onu zor
kullanarak yargıç karşısına çıkartmayı başaramazsa, davanın
başlaması asla mümkün olamazdı (litis contestatio).
Diyelim ki davacı onu yanaşma olarak kabul eden güçlü
bir kişi sayesinde bu aşamaları başardı ve mahkemeden hak­
lı olduğuna dair bir karar aldı. B undan sonra yapması gereken
imkanı varsa kararı bizzat uygulamaktır. Ama nasıl?
Mahkeme açıklanamaz bir gariplikle, davalıyı, gasp edi­
len, çalınan şeyi davacıya vermeye mahkum etmeyip, gasp
edilen çiftliği kendi kaderine terk ederek, davacının davalı
hasmının bütün mallarına ve topraklarına el koymasına izin
Giriş / 33
veriyor; bunları mezat yoluyla satıp, yargıcın çiftlik için biç­
tiği değere (aestimatio) eşit tutardaki parayı alması, kalanını
davalıya vermesi gerekiyor.1'1
Böyle bir hak arama sürecine kimlerin başvuracağı konu­
su ise, verilen örneğin kendisinde saklıdır zaten.

Roma H u ku k ve D O ş O n cesi n i n E d i n imi

Hukuk sistemleri, bağlı oldukları kurallar silsilesi ve arka


plandaki felsefeleriyle, tabi oldukları rejimi yansıttıkları gibi ,
hitap ettikleri zamanın demokratik anlayış ve kültürünü de bi­
çimlendirirler. Süreç içinde Avrupa kıta coğrafyasında biçim­
lenmeye başlayan devletler de, ideolojik tercihlerini kendile­
rine en yakın ve uygun buldukları Roma Hukuk Sisteminden
yana kullanarak, idari ve hukuk düzenlerini temellendirip,
uyarlamışlardır.°01 Yani seçim bilinçli ve ideolojiktir. İlk çağ­
dan başlayan bu tercihli süreç,1 1 ıı modem tarihin hukuku ve
demokrasisidir. 1 1 21
Bu bilinçli tercihin sonucu olarak; günümüz modem Avru­
pa Hukuku, üzerinde yükseldiği Roma Hukukunun nüfuz ve
düşünce yoğunluğunu kendine özgü üstünlüğüyle devam et­
tirmektedir. 1131
İmparator Justinianus tarafından yürütülen 6. yüzyıldaki
meşhur kanunlaştırma hareketi, cumhuriyet ve imparatorluk
içinde bin yıl süren sürekli bir hukuksal gelişmenin en yük­
sek noktası olmuştur. Justinianus Byzantium 'da kurulu, bas­
kın şekilde Yunanca konuşan Doğu Roma İmparatorluğu ' nda
tahtta çıkmıştır (ki kendisi Latince konuşan son imparator­
dur). Bir zamanlar Roma'dan yönetilen imparatorluğun batı
bölümü, barbaru 4 1 kabilelerce daha önce teslim alındığından,
J ustinianus ' un Corpus J uris 'i hemen yayımlanmasını izleyen
yüzyıllarda Doğu ' da anlaşılmaz ve Batı ' da ulaşılmaz durum­
daydı. Bu düzenleme, Batı Avrupa'da 6. yüzyıldan 1 1 . yüzyı­
la kadar, Barbar Kodları ile birleşmiş Justinianus öncesi hu-
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of The book of
witches
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United
States and most other parts of the world at no cost and with
almost no restrictions whatsoever. You may copy it, give it away
or re-use it under the terms of the Project Gutenberg License
included with this ebook or online at www.gutenberg.org. If you
are not located in the United States, you will have to check the
laws of the country where you are located before using this
eBook.

Title: The book of witches

Author: Oliver Madox Hueffer

Release date: June 18, 2022 [eBook #68341]

Language: English

Original publication: United States: The John McBride Co, 1909

Credits: Brian Coe, Graeme Mackreth and the Online


Distributed Proofreading Team at https://www.pgdp.net
(This book was produced from images made available
by the HathiTrust Digital Library.)

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK THE BOOK


OF WITCHES ***
THE

BOOK OF WITCHES

BY

OLIVER MADOX HUEFFER


_Author of "In Arcady and Out," &c._

With Frontispiece in Colours by W. Heath Robinson

THE JOHN McBRIDE CO

New York

1909

CONTENTS
CHAPTER I.
ON A POSSIBLE
REVIVAL OF 1
WITCHCRAFT
CHAPTER II.
A SABBATH-
19
GENERAL
CHAPTER III.
THE ORIGINS OF
45
THE WITCH
CHAPTER IV.
THE HALF-WAY
61
WORLDS
CHAPTER V.
THE WITCH'S
88
ATTRIBUTES
CHAPTER VI.
SOME
REPRESENTATIVE 114
ENGLISH WITCHES
CHAPTER VII.
THE WITCH OF
127
ANTIQUITY
CHAPTER VIII.
THE WITCH IN
141
GREECE AND ROME
CHAPTER IX.
FROM PAGANISM
163
TO CHRISTIANITY
CHAPTER X.
THE WITCH-BULL
188
AND ITS EFFECTS
CHAPTER XI.
THE LATER
PERSECUTIONS IN 206
ENGLAND
CHAPTER XII.
PERSECUTIONS IN 232
SCOTLAND
CHAPTER XIII.
OTHER
253
PERSECUTIONS
CHAPTER XIV.
PHILTRES, CHARMS
278
AND POTIONS
CHAPTER XV.
THE WITCH IN
298
FICTION
CHAPTER XVI.
SOME WITCHES OF
315
TO-DAY

FOREWORD
Lest any reader should open this volume expecting to read an
exhaustive treatise on witches and witchcraft, treated scientifically,
historically, and so forth, let me disarm him beforehand by telling him
that he will be disappointed. The witch occupies so large a place in
the story of mankind that to include all the detail of her natural history
within the limits of one volume would need the powers of a magician
no less potent than was he who confined the Eastern Djinn in a
bottle. I have attempted nothing so ambitious as a large-scale
Ordnance Map of Witchland; rather I have endeavoured to produce a
picture from which a general impression may be gained. I have
chosen, that is to say, from the enormous mass of material only so
much as seemed necessary for my immediate purpose, and on my
lack of judgment be the blame for any undesirable hiatus. I have
sought, again, to show whence the witch came and why, as well as
what she was and is; to point out, further, how necessary she is and
must be to the happiness of mankind, and how great the
responsibility of those who, disbelieving in her themselves, seek to
infect others with their scepticism. We have few picturesque
excrescences left upon this age of smoothly-running machine-
wheels, certainly we cannot spare one of the most time-honoured
and romantic of any. And if anything I have written about her seem
incompatible with sense or fact, I would plead in extenuation that
neither is essential to the firm believer in witchcraft, and that to be
able to enter thoroughly into the subject it is above all things
necessary to cast aside such nineteenth-century shibboleths.
I would here express my gratitude to the many friends who have
assisted me with material, and especially to Miss Muriel Harris,
whose valuable help has done much to lighten my task.

London, _September, 1908_.

THE BOOK OF WITCHES

CHAPTER I
ON A POSSIBLE REVIVAL OF WITCHCRAFT
To the superficial glance it might seem that he who would urge a
revival of witchcraft is confronted by a task more Herculean than that
of making dry bones live—in that the bones he seeks to revivify have
never existed. The educated class—which, be it remembered,
includes those who have studied in the elementary schools of
whatever nation—is united in declaring that such a person as a witch
never did, never could, and never will exist. It is true that there are
still those—a waning band—who, preserving implicit faith in the
literal exactitude of revealed religion, maintain that witchcraft—along
with Gardens of Eden, giants, and Jewish leaders capable of
influencing the movements of sun and moon—flourished under the
Old Dispensation, even though it has become incredible under the
New. Yet, speaking generally, the witch is as extinct in civilised men's
minds as is the dodo; so that they who accept as gospel the
vaticinations of race-course tipsters or swallow patent medicines with
implicit faith, yet moralise upon the illimitability of human superstition
when they read that witch-doctors still command a following in West
Africa, or that Sicilian peasants are not yet tired of opening their
purses to sham sorcerers.
Were the reality of sorcery dependent upon a referendum of our
universities—or, for that matter, of our elementary school mistresses
—it were at once proclaimed a clamant imposture. Fortunately for
the witch, and incidentally for a picturesque aspect of the human
intellect, the Enlightened, even if we include among them those who
accept their dogma as the New Gospel, are but a small—a
ridiculously small—item of the human race. Compared with the
whole population of the world, their numbers are so insignificant as
to be for all practical purposes nonexistent. There are villages but a
few miles beyond the boundary of the Metropolitan Police District,
where the witch is as firmly enthroned in the imaginations of the
mobility as in those of their ancestors three centuries ago. There are
many British legislators who would refuse to start an electioneering
campaign upon a Friday. I myself have known a man—and know him
still—a Romney Marshlander, who, within the last decade, has
suffered grievously—himself and through his children—at the hands
of witches whose names and whereabout he can detail. And I have
known a woman—she kept a lodging-house in the Kennington Road
—who, if not herself a witch, was yet the daughter of one, and of
acknowledged power. It is true that, if the daughter's tale—told to me
in the small front parlour in intervals between the crashing passage
of electric trams and motor-lorries—may be accepted, her mother's
gifts were put to no worse use than the curing of her Devonshire
neighbours' minor ailments.
There is no need to go fifty, nor five, miles from London to find
material for a revival in Black Magic. Scarcely a week passes but
some old crone is charged before a Metropolitan police magistrate
with having defrauded silly servant-girls on the pretence of telling
them their futures. You cannot pass down Bond Street during the
season without encountering a row of sandwich-men—themselves
preserving very few illusions—earning a meagre wage in the service
of this, that, or the other Society crystal-gazer, palmist, or
clairvoyant. Who has not seen some such advertisement as the
following—quoted from a current journal—proffering information
about the future, "calculated from astrological horoscopes," at the
very moderate charge of half-a-crown. The advertiser—in deference
to modern convention he is described as a "Professor" rather than a
sorcerer—further protests his mastery of Phrenology, Graphology,
Clairvoyance, and Psychometry. And this advertiser is but one of
many, all seeking to gain some humble profit by following in the
footsteps of Diana and Mother Demdyke of Pendle Forest.
Are there not a hundred and one select Societies, each with its band
of earnest adherents—many with official organs, published at more
or less regular intervals and commanding circulations of a sort—
openly furthering "arts" such as would, two centuries ago, have
entailed upon their members the charge of Witchcraft? Is not
spiritualism exalted into an international cult? The very existence of
such a coterie as the "Thirteen Club," with a membership sworn to
exhibit, _hic et ubique_, their contempt of degrading superstitions, is
the strongest testimony to their ubiquitous regard. Most curious fact
of all, it is in America, the New World, home of all that is most
modern and enlightened, that we find superstitions commanding
most implicit faith. It is only necessary to glance through the
advertisement pages of an American popular magazine to realise
how far the New World has outstripped the Old in its blind adherence
to this form of faith. Nowhere has the Hypnotic, the Mesmeric, the
Psychic Quack such unchallenged empire.
In Lady Charlotte Bury's "Memoirs of a Lady in Waiting," we find an
example of the belief in Witchcraft cherished in the most exalted
circle in the nineteenth century. Writing of the unhappy Princess—
later Queen—Caroline, wife of George IV., she says as follows:
—"After dinner her Royal Highness made a wax figure as usual, and
gave it an amiable addition of large horns; then took three pins out of
her garment and stuck them through and through, and put the figure
to roast and melt at the fire.... Lady —— says the Princess indulges
in this amusement whenever there are no strangers at table, and she
thinks her Royal Highness really has a superstitious belief that
destroying the effigy of her husband will bring to pass the destruction
of his Royal Person." We laugh at this instance of Royal credulity;
yet is not the "mascot" a commonplace of our conversation?
Madame de Montespan, it is recorded, had recourse—not without
success—to the Black Mass as a means towards gaining the
affections of Louis XIV. It is but a few years since the attention of the
police was directed towards the practices of those—Society leaders
for the most part—who had revived, in twentieth-century Paris, the
cult of Devil worship. The most widely circulated London newspapers
of the day gravely discuss in "special articles" the respective value of
various mascots for motorists, or insert long descriptive reports of
the vaticinations of this spiritualist or that wise-woman as to the
probable perpetrators of mysterious murders. This is no
exaggeration, as he may prove for himself who has patience to
search the files of the London daily Press for 1907. And, be it
remembered, the self-proclaimed mission of the contemporary Press
is to mirror the public mind as the most obvious way of instructing it.
Under these circumstances it is easy to credit the possibility of a
revival of the belief in witchcraft even in the most civilised countries
of the modern world. What is more, it is far from certain that such a
revival would be altogether deplorable. Granted that oceans of
innocent blood were shed in the name of witchcraft—the same might
be said of Christianity, of patriotism, of liberty, of half a hundred other
altogether unexceptionable ideals. And, as with them, the total
extinction of the witchcraft superstition might, not impossibly, have
results no less disastrous than, for instance, the world-wide adoption
of European fashions in dress. This quite apart from any question of
whether or no witches have ever existed or do still exist. Even if we
grant that superstition is necessarily superstitious in the more
degraded sense of the word, we need not therefore deny it some
share in alleviating the human lot.
A very large—perhaps the greater—share of human happiness is
based upon "make believe."
The world would be dull, miserable, intolerable did we believe only
what our unfeeling stepmother Science would have us believe. It is
already perceptibly less endurable—for those unfortunate enough to
be civilised—since we definitely abandoned judgment by the senses
in favour of algebraical calculations. While it might be too much to
say that the number of suicides has increased in proportion to the
decline of witchcraft, it is at least certain that superstition of whatever
kind has, in the past, played a notable part in making humanity
contented with its lot. The scientist has robbed us of Romance—he
has taken from many of us our hope of Heaven, without giving us
anything to put in its place; he reduces the beauty of Nature to a
formula, so that we may no longer regard a primrose as a primrose
and nothing more; he even denies us the privilege of regarding our
virtues and vices as anything more than the inevitable results of
environment or heredity. Every day he steals away more and more of
our humanity, strips us of yet another of the few poor garments of
phantasy shielding us from the Unbearable. He is indeed the Devil of
modern days, forcing knowledge upon us whether we will or no. And
we, instead of execrating him after the goodly fashion of our
forefathers, offer our happiness upon his altars as though he were
indeed the God he has explained away. And why? Purely on the faith
of his own asseverations.
Why should we accept the scientist more than his grandmother, the
witch? We have no better reason for accepting him than for rejecting
what he tells us are no more than idle dreams. Let him discover what
he will, it does but vouch the more decidedly for the illimitability of
his, and our, ignorance. It is true he can perform apparent miracles;
so could the witch. He pooh-poohs the arts that were so terrible to
former generations; our posterity will laugh at his boasted knowledge
as at a boastful child's. Already there are world-wide signs that
whatever his success in the material world, mankind is ready to
revolt against his tyranny over the Unseen. The innumerable new
religious sects, the thousand and one ethical fads, the renaissance
of so many ancient faiths—the Spiritualist and the Theosophist, the
Christian Scientist and the Cooneyite, the Tolstoyan and the
Salvationist—laugh at them individually who may—are all alike
outward and visible signs of the revolt of man against being
relegated to the insignificance of a scientific incident. And among
such troubled waters witchcraft may well come into its own again.
For it, as much as any, has brought happiness out of misery.
Consider the unsuccessful man. Under the _régime_ of
enlightenment he can find no one to blame for his sorrows, nor
anywhere to look for their solacement. Everything works according to
immutable laws; he is sick, poor, miserable, because the Law of the
Inevitable will have it so; he has no God to whom he can pray for
some capricious alleviation; he cannot buy good fortune from the
Devil even at the price of his soul—there is no God, nor Devil, nor
good fortune nor ill; nothing but the imperturbably grinding cog-
wheels upon whose orbit he is inevitably bound. Were he not a
happier man if he might find an old-time witch whose spells, being
removed, would leave him hope, even though fulfilment never come?
Undoubtedly. We have been told that had there been no God, it
would have been necessary to invent one. Yes, and along with Him a
Devil and good and evil spirits, and good luck and bad, and
superstitions as many as we can cram into our aching pates—
anything, everything that may save us from the horrible conception
of a machine-like Certainty, from which there is no escape, after
which there is no future. Surely it were better that a few thousand old
women be murdered in the name of superstition, a few millions of
human beings butchered in the name of religion, than that all
mankind be doomed to such a fate.
Be it remembered, too, that even the witch has her grievance against
the learned numbskulls who have undone her. For the witch-life was
not without its alleviations. Consider. Without her witchcraft she was
no more than a poor old, starved, shrunken woman, inconsiderable
and unconsidered, ugly, despised, unhappy. With it she became a
Power. She was feared—as all mankind wishes to be—hated
perhaps, but still feared; courted, also, by those who sought her
help. She was again Somebody, a recognisable entity, a human
being distinguished from the common ruck. Surely that more than
outweighed the chances of a fiery death. Nor was the method of her
death without its compensations. Painful indeed it was, though
scarcely more so than slow starvation. But if she knew herself
innocent, she knew as well that her short agony was but the prelude
to the eternal reward of martyrdom. If she believed herself, with that
poor weary brain of hers, sold to the Devil, what a world of
consolation in the thought that he, the Prince of the Powers of
Darkness, scarcely inferior to the Almighty Himself, and to Him
alone, should have singled her out as the one woman whose help he
needed in all the countryside. And this being so, was there not
always the hope that, as he had promised, he might appear even at
the eleventh hour and protect his own. If he failed, the witch had but
little time to realise it and all the Hereafter, full of infinite possibilities,
before her. Few witches, I think, but would have preferred their grim
pre-eminence, with its sporting interest, to being made the butt of
doctors little wiser than themselves in the sight of infinity, held up to
mockery as silly old women, cozening or self-cozened.
If witches do not in fact exist for us, it is because we have killed them
with laughter—as many a good and evil cause has been killed. Had
we laughed at them from the beginning of things it is even possible
that they had never existed. But, as between them and Science, the
whole weight of evidence is in their favour. There is the universal
verdict of history. For untold centuries, as long as mankind has
lorded it over the earth, their active existence was never held in
doubt, down to within the last few generations. The best and wisest
men of their ages have seen them, spoken with them, tested their
powers and suffered under them, tried, sentenced, executed them.
Every nation, every century bears equal testimony to their prowess.
Even to-day, save for a tiny band of over-educated scoffers sprung
for the most part from a race notorious for its wrong-headed
prejudice, the universal world accepts them without any shadow of
doubt. In August of the present year a police-court case was heard
at Witham, an Essex town not fifty miles from London, in which the
defendant stood accused of assaulting another man because his
wife had bewitched him. And it was given in evidence that the
complainant's wife was generally regarded as a witch by the
inhabitants of the Tiptree district. Nor, as I have already pointed out,
does Tiptree stand alone. Dare we, then, accept the opinion of so
few against the experience, the faith, of so many? If so, must we not
throw all history overboard as well? We are told that an Attila, a
Mahomet, an Alexander, or, to come nearer to our own days, a
Napoleon existed and did marvellous deeds impossible to other
men. We read of miracles performed by a Moses, a Saint Peter, a
Buddha. Do we refuse to believe that such persons ever existed
because their recorded deeds are more or less incompatible with the
theories of modern science? The witch carries history and the
supernatural tightly clasped in her skinny arms. Let us beware lest in
turning her from our door she carry them along with her, to leave us
in their place the origin of species, radium, the gramophone, and
some imperfect flying-machines.
Those same flying-machines provide yet another argument in the
witch's favour. Why deny the possibility that she possessed powers
many of which we possess ourselves. The witch flew through the air
upon a broomstick; Mr. Henry Farman and Mr. Wilbur Wright, to
mention two out of many, are doing the same daily as these lines are
written. The vast majority of us have never seen either gentleman;
we take their achievements on trust from the tales told by newspaper
correspondents—a race of men inevitably inclined towards
exaggeration. Yet none of us deny that Mr. Farman exists and can fly
through the air upon a structure only more stable than a broomstick
in degree. Why deny to the witch that faith you extend to the
aeronaut? Or, again, a witch cured diseases, or caused them, by
reciting a charm, compounding a noxious brew in a kettle, making
passes in the air with her hands. A modern physician writes out a
prescription, mixes a few drugs in a bottle—and cures diseases. He
could as easily cause them by letting loose invisible microbes out of
a phial. Is the one feat more credible than the other? The witch sent
murrains upon cattle—and removed them. He were a poor
M.R.C.V.S. who could not do as much. In a story quoted elsewhere
in this volume, a sorcerer of Roman days bewitched his horses and
so won chariot-races. We refuse him the tribute of our belief, but we
none the less warn the modern "doper" off our racecourses. The
witch could cause rain, or stay it. Scarcely a month passes but we
read well attested accounts of how this or that desert has been made
to blossom like the rose by irrigation or other means. But a few
months since we were told that an Italian scientist had discovered a
means whereby London could be relieved of fogs through some
subtle employment of electricity. It is true that since then we have
had our full complement of foggy weather; but does anyone regard
the feat as incredible?
In all the long list of witch-attainments there is not one that would
gain more than a passing newspaper paragraph in the silly season
were it performed in the London of to-day. Why, then, this obstinate
disbelief in the perfectly credible? Largely, perhaps, because the
witch was understood to perform her wonders by the aid of the Devil
rather than of the Dynamo. But must she be therefore branded as an
impostor? Certainly not by those who believe in a personal Spirit of
Evil. I do not know the proportion of professing Christians who to-day
accept the Devil as part of their faith, but it must be considerable;
and the same is the case with many non-Christian beliefs. They who
can swallow a Devil have surely no excuse for refusing a witch. Nor
is the difficulty greater for those who, while rejecting the Devil,
accept the existence of some sort of Evil Principle—recognise, in
fact, that there is such a thing as evil at all. For them the picturesque
incidentals of witch-life, the signing of diabolical contracts, aerial
journeyings to the Sabbath, and so forth, are but allegorical
expression of the fact that the witch did evil and was not ashamed,
are but roundabout ways of expressing a great truth, just as are the
first three chapters of Genesis or the story that Hannibal cut his way
through the Alps by the use of vinegar.
The conscientious agnostic, again, has no greater reason for
disbelieving in witches and all their works than for refusing his belief
to such historical characters as Cleopatra and Joan of Arc—eminent
witches both, if contemporary records may be trusted. I pass over
the great army of heterodox sects, Unitarians, Christian Scientists,
and the like, many of whom unite with the orthodox in accepting the
principle of Evil in some form or other, and with it, as a natural
corollary, the existence of earthly agencies for its better propagation;
while, for the rest, witchcraft stands in no worse position than do the
other portions of revealed religion which they accept or do not
accept, as their inclinations lead them.
It is sometimes held out as an argument for implicit belief in the
Biblical legend of the Deluge that its universality among all races of
mankind from China to Peru can only be accounted for by accepting
Noah and his Ark. How much more forcibly does the same argument
uphold the _bona fides_ of the witch. Not only has she been
accepted by every age and race, but she has everywhere and
always been dowered with the same gifts. We find the witch of
ancient Babylon an adept in the making of those same waxen or clay
images in which, as we have seen, a nineteenth-century Queen of
England placed such fond reliance. Witch-knots, spells, philtres,
divination—the witch has been as conservative as she has been
enduring. Every other profession changes and has changed its
aspects and its methods from century to century. Only the witch has
remained faithful to her original ideals, confident in the perfection of
her art. And for all reward of such unexampled steadfastness we,
creatures of the moment, deny that this one unchanging human type,
this Pyramid of human endeavour, has ever existed at all!
Buttressed, then, upon the Scriptures, to say nothing of the holy
writings of Buddhist, Brahmin, Mahometan, and every other religion
of the first class, countenanced, increasingly though unwittingly, by
the researches of science into the vastness of our ignorance;
acceptable to orthodox and heterodox alike, vouched for by history
and personal testimony of the most convincing, our rejection of the
witch is based but upon the dogmaticisms of one inconsiderable
class, the impenitent atheist, blinded by the imperfection of his
senses into denying everything beyond their feeble comprehension.
To deny our recognition to a long line of women who, however
mistakenly, have yet, in the teeth of prodigious difficulties,
persevered in their self-allotted task with an altruistic enthusiasm
perhaps unrivalled in the history of the world—to relegate those who
have left such enduring marks upon the face of history to an obscure
corner of the nursery, and that upon such feeble and suspect
testimony, were to brand ourselves as materialists indeed. Rather let
us believe—and thus prove our belief in human nature—that long
after the last atheist has departed into the nothingness he claims as
his birthright, the witch, once more raised to her seat of honour, will
continue to regulate the lives and destinies of her devotees as
unquestioned and as unquestionable as she was in the days of Saul
and of Oliver Cromwell. It is to women that we must look chiefly for
the impetus towards this renaissance. Always the more devout, the
more faithful half of humanity, there is yet another peculiar claim
upon her sympathies towards the witch. In days such as ours, when
the whole problem of the rights and wrongs of women is among the
most urgent and immediate with which we have to deal, it were as
anachronistic as unnatural that Woman should allow the high
purpose, the splendid endurance, the noble steadfastness in inquiry,
of a whole great section of her sex—including some of the most
deservedly famous women that ever lived—should allow all this not
only to be forgotten, but to be absolutely discredited and denied.
Persecuted by man-made laws as she has ever been, and as
eternally in revolt against them, there could be no more appropriate
or deserving figure to be chosen as Patroness of the great fight for
freedom than the much-libelled, much-martyrised, long-enduring,
eternally misunderstood Witch.
No. The time has come when we can appreciate the artistic
temperament of Nero; when Bluebeard is revealed to us in the newer
and more kindly aspect of an eccentric Marshal of France; when
many of us are ready to believe that Cæsar Borgia acted from a
mistaken sense of duty; and that Messalina did but display the
qualities natural to a brilliant Society leader. Surely among them all
not one is more deserving of "whitewashing" than that signal
instance of the _femme incomprise_, the Witch. We may not
approve all her actions, we may not accept her as an example to be
generally followed; let us at least so far escape the charge of narrow-
mindedness and lack of imagination as to pay her the tribute, if not of
a tear, at least of respectful credulity.

CHAPTER II
A SABBATH-GENERAL
It is wild weather overhead. All day the wind has been growing more
and more boisterous, blowing up great mountains of grey cloud out
of the East, chasing them helter-skelter across the sky, tearing them
into long ribbons and thrashing them all together into one whirling
tangle, through which the harassed moon can scarcely find her way.
The late traveller has many an airy buffet to withstand ere he can top
the last ascent and see the hamlet outlined in a sudden glint of
watery moonlight at his feet. Those who lie abed are roused by the
moaning in the eaves, to mutter fearfully, "The witches are abroad to-
night!"
The witch lives by herself in a dingle, a hundred yards beyond the
last cottage of the hamlet. The dingle is a wilderness of brush-wood,
through which a twisted pathway leads to the witch's door. Matted
branches overhang her roof-tree, and even when the moon, breaking
for a moment from its net of cloud, sends down a brighter ray than
ordinary, it does but emphasise the secretiveness of the ancient
moss-grown thatch and the ill-omened plants, henbane, purple
nightshade, or white bryony, that cluster round the walls. He were a
bold villager who dared venture anywhere within the Witch's dingle
on such a night as this. The very wind wails among the clashing
branches in a subdued key, very different from its boisterous
carelessness on the open downs beyond.
There is but one room—and that of the barest—in the witch's
cottage. The village children, who whisper of hoarded wealth as old
Mother Hackett passes them in the gloaming, little know how scant is
the fare and small the grace they must look for who have sold
themselves to such a master. She sleeps upon the earthen floor, with
garnered pine-needles for mattress. She has a broken stool to sit on,
and a great iron pot hangs above the slumbering embers on the clay
hearth.
It wants still an hour to midnight, this eve of May Day, when there
comes a stirring among these same embers. They are thrust aside,
and up from beneath them Something heaves its way into the room.
It is the size of a fox, black and hairy, shapeless and with many feet.
From somewhere in its middle two green eyes shed a baleful light
that horribly illuminates the room. It moves across the floor, after the
manner of a great caterpillar, and as it nears her the witch casts a
skinny arm abroad and mutters in her sleep. It reaches the bed, lifts
itself upon it, and mumbles something in her ear. She awakes, rises
upon her elbow, and replies peevishly. She has no fear of the Thing
—it is a familiar visitant. She is angry, and scolds it in a shrill old
voice for disturbing her too soon. Has she not the Devil's marks upon
her—breast and thigh—round, blue marks that are impervious to all
pain from without, but itch and throb when it is time for her to go
about her devilish business? The Thing takes her scoldings lightly,
twitting her with having overslept herself at the last Sabbath—which
she denies. They fall a-jesting; she calls it Tom—Vinegar Tom; and
they laugh together over old exploits and present purposes.
A moonbeam glints through a hole in the thatch. Where the witch
has lain now sits a black cat, larger than any of natural generation—
as large, almost, as a donkey. It talks still with the witch's voice, and
lingers awhile, the two pairs of green eyes watching each other
through the darkness. At last, with a careless greeting, it bounds
across the floor, leaps up the wall to the chimney opening, and is
gone. The shapeless Thing remains upon the bed. Its sides quiver, it
chuckles beneath its breath in a way half-human, yet altogether
inhuman and obscene.
The black cat is hastening towards the hamlet under the shadow of
the brush-wood. When she comes within sight of the end house, she
leaves the path and strikes out into the gorse-clad waste beyond the
pasture, keeping to it until she is opposite the cottage of Dickon the
waggoner. A child has been born, three days back, to Dickon and
Meg his wife. It is not yet baptised, for the priest lives four miles
away, beyond the downs, and Dickon has been too pressed with
work to go for him. To-morrow will be time enough, for it is the
healthiest child, not to say the most beautiful, the gossips have ever
set eyes upon. Perhaps, if Meg had not forgotten in her new-found
happiness how, just after her wedding, when old Mother Hackett
passed her door, she made the sign of the cross and cried out upon
the old dame for a foul witch, she might not be sleeping so easily
now with her first-born on her bosom.
The black cat creeps on under the shadow of a hedge. Old Trusty,
the shepherd's dog, left to guard the flock during the night, sees
where she goes, and, taking her for a lurking fox, charges fiercely
towards the hedge, too eager to give tongue. But at the first flash of
the green eyes as she turns her head, he knows with what he has to
deal, and flies whimpering for shelter in the gorse, his tail between

You might also like