Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

CIA I s kenceleri 1st Edition Alfred

Mccoy
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/cia-i-s-kenceleri-1st-edition-alfred-mccoy/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Bir Zamane C ocug unun I tiraflar■ 1st Edition Alfred


De Musset

https://ebookstep.com/product/bir-zamane-c-ocug-unun-i-
tiraflari-1st-edition-alfred-de-musset/

Inklusivisme Beragama Idealita vs Realita Fahmi Medias


S E I M S I Nasitotul Janah S Ag M S I Eko Kurniasih
Pratiwi S E I M S I

https://ebookstep.com/product/inklusivisme-beragama-idealita-vs-
realita-fahmi-medias-s-e-i-m-s-i-nasitotul-janah-s-ag-m-s-i-eko-
kurniasih-pratiwi-s-e-i-m-s-i/

Fikih Muamalah Kontemporer Muflihatul Bariroh S H I M S


I Dr Kutbuddin Aibak S Ag M H I

https://ebookstep.com/product/fikih-muamalah-kontemporer-
muflihatul-bariroh-s-h-i-m-s-i-dr-kutbuddin-aibak-s-ag-m-h-i/

Les morts d avril Harry McCoy 4 1st Edition Alan Parks

https://ebookstep.com/product/les-morts-d-avril-harry-
mccoy-4-1st-edition-alan-parks/
Marilla de Green Gables Universo Anne Sarah Mccoy

https://ebookstep.com/product/marilla-de-green-gables-universo-
anne-sarah-mccoy/

Ubu rei 1st Edition Alfred Jarry

https://ebookstep.com/product/ubu-rei-1st-edition-alfred-jarry/

Elastisitas Harga dalam Online Marketplace Analisis dan


Antisipasi Eva Andriani S E I M E I Arifatul Ma Ani S
Ag M Pd I Syovinatus Sholicha S Pd I M Pd I Eka Ismaya
Indra Purnamanita S Pd M Pd Bopel Wasianto Lc M Th I
Imam Syaifudin S Pd I M Pd I
https://ebookstep.com/product/elastisitas-harga-dalam-online-
marketplace-analisis-dan-antisipasi-eva-andriani-s-e-i-m-e-i-
arifatul-ma-ani-s-ag-m-pd-i-syovinatus-sholicha-s-pd-i-m-pd-i-
eka-ismaya-indra-purnamanita-s-pd-m-pd-bopel-w/

Pendidikan Agama Islam Kajian Metode dan Strategi


Pembelajaran Dr Muhammad Yusran S Pd I M S I Anjar
Setyawan S Pd I M Pd

https://ebookstep.com/product/pendidikan-agama-islam-kajian-
metode-dan-strategi-pembelajaran-dr-muhammad-yusran-s-pd-i-m-s-i-
anjar-setyawan-s-pd-i-m-pd/

Pengantar Sosiologi Pendidikan Dr I Gede Sedana Suci S


E M Ag Hadion Wijoyo S E S H S Sos S Pd M H M M Ak Ca
Qwp Dr C Irjus Indrawan S Pd I M Pd I

https://ebookstep.com/product/pengantar-sosiologi-pendidikan-dr-
i-gede-sedana-suci-s-e-m-ag-hadion-wijoyo-s-e-s-h-s-sos-s-pd-m-h-
m-m-ak-ca-qwp-dr-c-irjus-indrawan-s-pd-i-m-pd-i/
Pegasus Yayınları : 67
Strateji/Analiz: 14

CIA İŞKENCELERİ
ALFRED W. McCOY

Kitabın Orijinal İsmi : A Question of Torture :


CIA Interrogatıon, From The Cold War To The War On Terror

Yayın Yönetmeni : İbrahim Şener


Editör: Özkan Özdem
İngilizce'den Çeviren: Turan Parlak
Kapak Tasarımı : Derya Yini
Bilgisayar Uygulama: Meral Gök
Film- Grafik: Seval Grafik
Baskı- Cilt: Kilim Matbaası

1 . Baskı : Aralık 2006

ISBN: 9944- 326-46- 1

© PEGASUS YAYINLARI
Türkçe yayın hakkı Aslı Karasuil Telif Haklan
aracılığıyla alınmıştır.

Kısa tanıtım alıntıları dışında yayınevinden


yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz .

PEGASUS YAYINLARI
Gümüşsuyu Mah . Osmanlı Sk. Alara Han
No : 27/9 Taksim / İSTANBUL
Tel : 02 1 2 244 2 3 5 0 ( pbx) Faks: 02 1 2 244 2 3 46
www .pegasusyayinlari .com / info@pegasusyayinlari .com
ALFRED W. McCOY

CIA İŞI<ENCELERİ

Ingilizce'den Çeviren:
TURAN PARLAK

PEGASUS YAYliNLARK
Annem Margarita Piel McCoy ve
onun bize öğretmeye çalıştığı şeylere
ithaf ediyorum.
İÇİNDEKİLER

Giriş . 7

1 . İşkencenin İki Bin Yılı • 11

2 . Beynin Kontrolü • 33

3 . İşkencenin Yayılması • 85

4. Teröre- Karşı Savaş • 149

5 . Amerika'da Ceza Muafiyeti • 209

6. İşkence Sorunu • 261

Kaynakça • 292
Yazar Hakkında

Çalışmalarını Filipinler ve Altın Üçgen eroin ve haşhaş trafi­


ğu üzerine yoğunlaştırmış olan Alfrcd W. McCoy, Universit:y
of Wisconsin-Madison Üniversitesi Güneydoğu Asya Çalışma­
ları Merkezi'nde Tarih Profesörüdür. McCoy son 30 yıldır bu
hareketli bölge hakkında araştırmalar yapıp, yazılar yazıyor.
Güney Asya'daki esrar kaçakçıları ve CIA arasındaki ilişkileri
anlatan The Politicis of Heroin in Southeast Asia ( Güney As­
ya' daki Eroin Siyaseti ) ve Closer Than Brothers ( Kardeşten de
Yakın) ise yazarın eserleri arasında yer alıyor.
GİRİŞ

Bu kitap üzerine olan çalışmam, bir başka ülkede, başka bir


zaman diliminde başladı . 1 9 3 3 yazında, Pierce-Arrow tur araba­
sı lsviçre'nin tarihi Schafthausen kalesini geçip, Almanya'ya ulaş­
tı. 1 2 5 beygir gücündeki bu eşsiz araba, kuzeyi hızla geçip or­
taçağa özgü bir ticaret şehri olan Nuremberg'e vardı . Kromdan
yapılmış ağır ön tamponu, trampet biçimli farları olan ve ok şek­
linde süslenmiş bu araba, Bavyera kırlarını dize getiren Ameri­
kan mühendisliğinin habercisi gibi görünüyordu .
Saatte yüz iki kilometrelik hız sınırını zorlayan bu arabanın sa­
hibi, Rudolf Piel adlı yan Alman, yan Amerikan bir biracıydı . Pi­
el, Brooklyn Biracılık olarak ün yapmış olan aile işindeki son tek­
nolojik gelişmeleri araştırmak için babasının anavatanını ziyaret
ediyordu . Yolcu koltuğundaki karısı Margarita, genellikle kocası­
nın cesurca araba sürüşünü izliyordu. Arka koltukta oturan ve on
yaşında olan kızları Peggy, sürekli bir şeyler okumasının yanı sı-

• 7 .
CIA İŞKENCELERi

ra, geçtikleri çiftlikleri ve tarlaları seyrediyordu. Bir keresinde bir


grup öküz yolu bile tıkamıştı . Peggy'nin yanındaysa, ailenin Al­
man yardımcısı olan Teufel oturuyordu.
Nuremberg surlarına ulaşan ve oldukça büyük olan Ameri­
kan yapımı sedan araba, yönünü parke taşlarıyla döşenmiş dar
sokaklara çevirdi . Arabadakilerin gezintisi, yüksek tavanlı, ahşap
kaplı ve hafif buharlı demir pencerelerin bulunduğu Belediye
Binası'na doğru devam ediyordu . Peggy'nin kılı kırk yaran, cid­
di ve önemli bir şeyler arayan babası, "Lochegefangnisse" de­
nen zindanları gezmede ısrar ediyordu.
Bu küçük aile, Öeraberlerindeki küçük kızlarıyla birlikte ,
kendilerine kılavuzluk edecek olan bir rehberin önderliğinde ,
ortaçağ adaletinin örnekleri olarak ünlenen bu zindanları dolaş­
maya başladılar. Öncelikle küçük hücreleri, taştan ve tahtadan
yapılmış odaları gezdiler; her birisinin içinde dar tahta yataklar
bulunuyordu ve tavanları çok alçaktı . Bu görüntüler, yapılan zi­
yareti bunaltıcı hale getirmeye yetiyordu doğrusu .
Bu karanlık dünyanın içerisinde Peggy, umutsuzluğu çağrış­
tıran yeni ve rahatsız edici duygulan keşfetmeye başladı . Bu taş
yapı yüzyılların temizlenmemiş siyah kirlerini taşıyor gibiydi .
Herhangi bir pencere olmadığı için içerideki hava oldukça ağır
ve hareketsiz durumdaydı . Bu sessiz karanlığı bozan birkaç
elektrik ampülünün solgun ışığıydı ve bu da korkutucuydu.
Yüksek tavanlı bir sorgulama odasına giren aile, ortaçağ yar­
gıçlarının da bir zamanlar gözlemlediği , mahkumlara acı ver­
mesi için tasarlanan bir mekanizmanın parçası olan ve bir pen­
cerenin yarığından sallanan ipi gördüler. Vinçin yakınında,
yontulmuş ve ağır taşlar bulunuyordu; bu taşlar, acıyı artırmak
için ayaklara bağlanıyordu . Peggy, küçük bir çocuk olmasına
rağmen, bu görüntülerin ne anlama geldiğini biliyordu artık.
Bitişikteki odada fiziksel işkenceler için kullanılan çok sayıda
alet bulunmaktaydı : başparmağı sıkmaya yarayan sayısız vidalar,

• 8 .
ALFRED W. McCOY

caliper, zincirler ve sivri uçlu işkence çubukları . Cilalanmış ve


oldukça iyi korunan bu araçların hepsi de ortaçağda yaşanan
vahşetin kanıtları sayılırlardı. Aile, bir kule yakınındaki tünelle­
rin arasında yürürken, Peggy, Nuremberg Demir Bekarı olarak
ünlenen ve demirlerle çevrilmiş tahta bir kutuya benzeyen bir
işkence sistemiyle yüzyüze geldi : Bu sistem, iki yatağın arasına
bağlanan kurbanı ezmeye yarayan, sivri uçlu demir çubuklardan
meydana geliyordu . Kendi korunaklı dünyasından bunları izle­
yen Peggy için, bütün bunlar hayal edilemez bir canavarlıktan
başka bir anlama gelmiyordu. Zindan ziyareti bittiğinde kendi­
sini güneş ışınlarının arasında bulan Peggy, daha sonraları "iş­
kence müzesi" olarak adlandıracağı bu ziyaretten oldukça sar­
sılmış ve şok olmuştu.
Pierce-Arrow kuzeye doğru önce akrabaların bulunduğu
D üsseldorf'a, Dortmund yakınında bulunan eski aile çiftliğine
ve son olarak da ailenin bir yıldır yerleşmiş olduğu başkente
adım adım ulaştı . 1 9 3 3 - 1 9 34 yıl larının Berlin'inde ciddi çal ­
kantılar ve travmatik olaylar yaşanıyordu; b u olaylara tanıklık
eden Peggy'nin gördükleri o kadar güçlü ve büyük olaylardı ki ,
ömürboyu unutması mümkün olmayacaktı .
Şimdinin Berlin'i ile Peggy'nin Nuremberg hatıraları arasın­
da bir benzerlik bulunmamaktadır: Hitler'in üstü açık bir ara­
bayla yoldan geçişini gören sokaktaki kalabalığın yüzlerinde
kendilerinden geçme ifadesi görülmemektedir. Hitler'in radyo­
da konuştuğu sırada şehirdeki bütün yaşamın donduğu izlen­
memektedir; Hitler'in sesiyle donup kalan ya da onu dinlemek
için işini gücünü bırakan garsonlar, yemek yiyenler ve tramvay­
lar bulunmamaktadır. Hitler'in Gençlik Liderleri olan ve
Peggy'nin yaşadığı apartmanı rastgele saatlerde arama bahane­
siyle altüst eden kapıcmın oğlu da görülmemektedir. Hatta
kendisini sokaklarda takip eden ve "Amerikan Yahudisi ! Ame�
rikan Yahudisi ! " diye bağırarak küfür eden ve taş atan ergen ka-

• 9.
CIA İŞKENCELERİ

badayı çetesi de bulunmamaktadır.


Yıl sona erdiğinde , Peggy Piel Amerika'ya geldi; büyüdü;
ikinci Dünya Savaşı sırasında bir askerle evlendi; Almanya'da
gördüklerini ve yaşadıklarını anlatarak iki çocuk büyüttü .
Peggy, bir üniversite hocası olduğunda, kelimeleri büyük bir
özenle seçme ve ince ayrıntıları göz önünde bulundurma alış­
kanlığı kazandığında bile, "işkence sadece büyük bir kötülük­
tür,'' derdi .
O küçük kız, benim annemdir. Onun bizlere öğretmeye ça­
lıştığı şeylerin pek azını öğrendik; bu kitabın her sayfasında
onun deneyimlerinin izleri bulunmaktadır. Fakat doğal olarak
annemin kötülük varsayımından başlayamayacağını. Bir Ameri­
kan politikası uzmanı olarak açık bir soruyla başlamak istiyo­
rum : Bazı kötü ve umutsuz şartlarda işkencenin etkili ve haklı
bulunup bulunmadığını soruyorum . Kısacası, bu kitap ahlak
üzerine bir çalışma değil, politik temelli olup, genel olarak
pragmatik bir bakış açısından ve Amerikan istihbarat servisi
içinde elli yıldan fazla bir süredir bulunan işkencenin gizli tari­
hini incelemek amacıyla yazılmıştır .

• 10 .
1

İŞKENCENİN İKİ BİN YILI

2 004 yılının Nisan ayında, CBS televizyonunun yaptığı ya­


yın Amerikan kamuoyunu şok etmişti: Ebu Garib cezaevinde
yapılan işkencelerin yayınlanan fotoğraflarında, çırılçıplak so­
yulmuş, başlarına kukuleta geçirilmiş ve aşağılayıcı pozisyonlar­
da bekletilen tutukluların yanlarında Amerikan askerleri duru­
yordu ve bu askerler gülümsüyorlardı . Bu skandal dünya çapın­
da manşetlere çıkarken, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld,
"Bu kötü uygulamaların Amerikan ordusundaki az sayıda asker
tarafından gerçekleştirildiğini ," söyleyerek Kongre'ye güvence
vermeye çalışıyordu . Köşe yazarı William Safire ise, bu kişileri
"pislikler" olarak damgalıyordu. Öteki yorumcular da Stanford
Üniversitesi'nde sıradan öğrencilerin gardiyan rolü oynadığı
deneyde, kısa bir sürede vahşileştiklerinin örneğini vererek, iş­
kencenin nedenini aşırı kalabalık cezaevlerinde aşırı gergin olan
Amerikan askerlerinin disiplinsizliğine dayandırıyorlardı .

• ı ı •
CIA İŞKENCELERİ

Fakat bu fotoğraflar basit bir sadizm ya da askeri disiplinin


bozulmasını gösteren enstantaneler değildi . Bu fotoğraflar, elli
yıldan fazla bir süredir Amerikan istihbarat dünyasında bir kan­
ser gibi yayılan ama fark edilmeyen, CIA'in işkence yöntemle­
rini göstermekteydi . Bu fotoğraflara tek tek ve yakından baka­
cak olursak, CIA'in 1 9 5 0 yılından günümüze kadar süren iş­
kence tekniklerinin köklerini görebiliriz. Bu fotoğraflar, teröre
karşı savaşın başlamasından bu yana, CIA'in gizli hapishanele­
rinde uygulanan standart sorgulama yöntemlerini ve uygulama­
larını göstermektedir. Bu fotoğraflar ve sonrasında yapılan so­
ruşturmalar da gösteriyor ki , Afganistan, Guantanamo, Irak ve
Ebu Garib cezaevindeki sistematik işkence uygulamalarına ön­
derlik eden kurum CIA'dir. Ebu Garib cezaevindeki işkence
uygulamaları nedeniyle askeri mahkemeye çıkarılan dokuz as­
ker, sadece verilen emirleri yerine getiriyorlardı . Bu işkencele­
rin sorumluları ve sorumluluğu çok daha yukarıda; emir-komu ­
ta zincirinin en üst seviyesinde bulunuyordu.
Bu oldukça hararetli tartışmada, hepimiz, işkencenin yan­
daşları ve karşıtları olarak, elli yıl önce Soğuk Savaş'ın derinlik­
lerinde yazılan bir senaryoya göre hareket ediyoruz. Ebu Garib
cezaevinde yapılan işkencelerin kökleri, gelişimi ve yayılması
araştırıldığında, bir biçimde bütün toplumu içine alan bir olay­
la karşı karşıya olduğumuz gerçeği ortaya çıkmaktadır: psikolo­
jik araştırmaları yapan parlak bilginler, işkencenin kullanılması­
nı savunan seçkin profesörler, bu kişilere ev sahipliği yapan bü­
yük üniversiteler, fonlara oy veren Ağustos parlementerleri , ses­
sizlikleriyle boyun eğen iyi Amerikalılar. . . Gerek medyada ve
gerekse kongrede kariyerlerini riske atarak işkenceyi eleştiren
kişiler için çok az bir destek bulunmakta olup, genel olarak ses­
siz çoğunluk sürecin devam etmesine izin vermektedir.
Bir gece vardiyasındaki "çürük elmalar" ya da " birkaç sadist
asker" ya da "Maryland- Cumberland'den orman köylüleri"nin

• ı2 .
ALFRED W. McCOY

münferit olayı olarak sunulan bu durum, altı ay içinde dünya­


nın en üstün gücü olan Amerikan'nın görkemini yok eden bü­
yük bir politik skandala dönüştü. Amerikan basını olayı araştı­
rırken ve Washington bürokrasisi belgeleri sızdırırken, Ebu
Garib'deki kötü muameleler dünya çapındaki bütün Amerikan
askeri cezaevlerini kapsayacak şekilde yayılmaya başlıyordu . On
bir askeri soruşturma, on iki kongre oturumu ve skandalı ört­
bas etmeyi amaçlayan kırk Beyaz Saray brifingine rağmen, ya­
pılan işkencelerin sorumluluğu bir avuç cezaevi gardiyanından
Pentagon'a ve nihai olarak başkana kadar tırmanmıştı . Bir gece
vardiyasında, tek kişilik hücrelerin bulunduğu bloktaki kötü
muamelelerin sorgulanmasıyla başlayan süreç, Bush yönetimi­
nin sorgulama politikasının, ulusal güvenlik politikasını yürüten
kurumlar içindeki işlerin, yönetme erkini elinde tutanların üze­
rindeki anayasal sınırlamaların ve sivil özgürlükler kavramları­
nın sorgulanmasına dönüşmüştü . Bütün bu gelişmeler, önem­
siz ve yerel değilse , son dönemlerdeki Amerikan politik skan­
dallarının açığa çıkmasına yardımcı oldu ve bu işlerin içinde
olanların kendilerine çekidüzen vermelerine yol açtı . Ebu Garib
skandalı Watergate skandalıyla karşılaştırıldığında, Watergate
bir kişinin başarısızlığı olarak görünmektedir. İran-kontra skan­
dalıysa, Soğuk Savaş'ın sonlarına doğru yaşanan izole edilmiş
bir olaydı . Manika Lewinsky olayı ise, üzücü, iğrenç ve unutu­
labilir bir şeydi . En azından, yirmi birinci yüzyılın şafağında,
Amerika global bir güç olmasına denk gelen büyük bir krize sa­
hipti ve bu kriz, çağımızın en büyük belirsizliklerinin gündeme
yeniden gelmesini sağlıyordu : güvenlik ve özgürlük arasındaki
gerilim, ahlak ve çıkarcılık, egemenlik ve enternasyonalizm, hu­
kukun eğemenliği ve gizli operasyonlar, yurtta ve dünyada de­
mokrasi. Fakat ironik olarak denilebilir ki, skandalın büyüklüğü
ya da vehameti televizyonların bu konuyu gündemlerinde faz­
la tutmamalarına, derin analizlere girmemelerine yol açtı ve ni-

• n •
CIA İŞKENCELERİ

hai olarak, Ebu Garib'in Amerika'nın ortak hafızasından silin­


mesi bile söz konusudur.
Daha da önemlisi, bu tartışma Soğuk Savaş'ın başlangıcın ­
dan beri Amerika'nın işkenceye yönelik tutarsızlıklarının açık
bir ürünüdür. Birleşmiş Milletler'de ve başka uluslararası fo­
rumlarda, Washington işkenceye karşı çıktı ve insan hakları için
evrensel standartları savundu. Fakat, uluslararası kamuoyu
önünde işkenceye karşı olduğunu uzun yıllar iddia etmesine
rağmen, aynı yıllarda CIA'in işkence uygulamaları da yaygınla­
şıyordu . Birçok bilgin nedenini anlamaksızın, Amerika'nın in­
san hakları konusundaki bu çatışmasını ya da tutarsızlığını çe­
şitli akademik çalışmalarda gündeme getirmişlerdir: özellikle,
işkence tekniklerinin sürekliliği ve bu tekniklerin istihbarat
dünyasındaki kullanım hakkı konularında .
Daha derin düzeyde söyleyecek olursak, Ebu Garib, Guan­
tanamo ve Kabil'deki kötü muameleler, İkinci Dünya Sava­
şı 'ndan beri Amerika'nın geliştirdiği örtülü savaş doktrinin
uzun tarihinin manifestolarıdır. Amerikan dış politikasının mer­
kezi yönünü ortaya çıkan gizli psikoljik işkenceler oluşturmaya
başladı. Bu nedenle, bu kitap tekil olaylara ve hatta Ebu Garib
gibi önemli skandallara odaklanmamakta, daha çok Amerikan
iktidarının bu olayları dünyaya nasıl güçlü ama aynı zamanda
da yanlış bir biçimde sunduğuna yoğunlaşmaktadır.
CIA, 1 9 S O 'den 1 962 yılına kadar beyin kontrolünü hedef­
leyen işkencelerin içinde yer aldı. Psikolojik savaş ve insan bilin­
cine ilişkin gizli araştırmaların yıllık maliyeti bir milyar dolara
ulaştı : Manhattan Projesi . Esrar, elektrik şokları ve duyusal yok­
sunluk deneylerinden sonra, bu araştırmaya devam edildi ve iş­
kenceye karşı yeni bir yaklaşım ortaya çıktı : Fiziksel işkence ye­
rine psikolojik işkence yöntemi benimsendi ve adına da, "do­
kunmadan- işkence " denildi . CIA'nın bu keşfi sezgilere aykırı
bir ilerlemeydi; üç yüzyıldan fazla bir süredir uygulanan zalima-

• 14 .
ALFRED W. McCOY

ne acı biliminde gerçek bir devrim söz konusuydu. CIA, keşfet­


tiği işkence yöntemini test ettikten sonra, öncelikle kendi kuru­
mu içinde uygulamaya başladı ve daha sonra da, önde gelen
Amerikan kurumlarıyla işbirliği yapmaya başladı . Bu kurumlar
arasında üniversiteler, hastahaneler, Uluslararası Gelişme İçin
Amerikan Ajansı ve silahlı kuwetler bulunuyordu . Büyük ulusla­
rarası istihbarat dünyasının lideri olan CIA, amacına ulaşmak ve
sorumluluğunu azaltmak için uzun süredir askeri ve sivil kaynak­
lan kullanıyordu. Dahası, bu gizli programlan yöneticilerden ve
kanun koyuculardan gizlemek için, CIA'in kendi hükümetini de
yanıltıcı bilgilendirme teknikleri kullanarak manüpüle etmesi ve
kendilerini suçlayabilecek belgeleri yok etmesi gerekiyordu .
CIA'in psikolojik işkence keşfi, her ne kadar kendisine bağ­
lı olan gizli ve güvenli evlerin dışındaki dünyada fark edilmese
ve duyulmasa da, bilimsel açıdan önemli bir dönüm noktasıydı .
İki bin yıldan fazla olan işkence tarihinde sorgucular, aşırı ol­
masına ve sık sık direnişi arttırmaya yarasa da, sadece fiziksel iş­
kence yöntemini uyguluyorlardı . Buna karşın, CIA'in psikolo­
jik paradigmasında iki yöntem birbiriyle kaynaştırılmış olarak
uygulanıyordu : "duyusal oryantasyon" ve "kendi kendine acı
çektirmek. " Bu birleştirilmiş işkence yönteminde kurbanlar acı
çekmesinden kendisini sorumlu hissetmekte ve işkencecilerine
kolaylıkla teslim olmaktadırlar. "Duyusal bozukluk," her ne ka­
dar yumuşak bir tanımlama gibi görünse de, CIA'in dilinde ya
da kullanımında oldukça saldırgan bir anlama gelmektedir. İn­
san doğasındaki psikolojik ve fiziksel kırılganlıkları tespit etmek
amacıyla yapılan araştırmalarda, CIA'in "duyusal yoksunluk"
adlı yöntemi bütünüyle duyulara ve duyarlılıklara bir saldırıya
dönüştü: işitsel , görsel , dokunma, zaman kavramı, vücut ısısı,
ayakta kalma, seksüel ve kültürel . Yılların deneyimleriyle süzü­
le süzüle ortaya çıkarılan bu yöntem, aslında oldukça basit ve
hatta banal prosedürlere dayanmaktadır: yalnızlaştırma; ayakta

• ı5 •
CIA iŞKENCELERİ

tutma; sıcağa ve soğuğa, ışığa ve karanlığa, gürültüye ve sessiz­


liğe maruz bırakma. Bunların toplamı , insanın bütün duyuları­
na sistematik bir saldırı anlamına gelmektedir. Duyusal bozuk­
luk ve kendi kendine acı çektirme yöntemlerinin birleştirilmesi,
psikolojik ve fiziksel travmalar aracılığıyla bir sinerji yaratmakta
ve toplamda kişiliği oluşturan temel unsurları parçalayan bir
durum ortaya çıkmaktadır.
Irak'ta bir kutunun üzerinde başına kukuleta geçirilmiş, kol­
larını yanlara doğru boşlukta tutan ve ellerinde kablolar olan o
ünlü tutuklunun fotoğrafı işte bu gizli yöntemi sergiliyor. Ku­
kuleta duyusal yoksunluk için, kolların yanlara doğru uzatılarak
boşlukta tutmaya zorlanması ise kendi kendine acı çektirmek
için. Skandalın ortaya çıkmasından bir hafta sonra, Amerika'nın
Irak'taki cezaevi sorumlusu olan general, iki aşamalı bu işken­
ceyi şöyle özetliyordu: " Bundan böyle hiçbir şart altında tutuk­
luların başına kukuleta geçirmeyeceğiz ve sorgulamalarımızda
fiziksel olarak acı veren pozisyonlarda tutmayacağı z . "
Fiziksel yöntemlere göre daha az vahşice görünmesine rağ­
men, dokunmadan işkence yöntemi gerek kurbanda ve gerekse
sorgucuda derin psikolojik travmalar bırakmaktadır. Kuzey İr­
landa'da bu yöntemin uygulanışını gözlemleyen bir İngiliz ga­
zeteci , duyusal yoksunluk adlı yöntemi "işkencenin en kötü bi­
çimi" olarak adlandırıyordu : Çünkü, "bu yöntem geleneksel iş­
kence yöntemlerine nazaran daha çok endişeye neden oluyor;
görünürde bir yara izi bırakmadığı için de kanıtlanması nere­
deyse imkansız hale geliyor ve sorgulamaya maruz kalan kişiler­
de uzun süreli etkiler yaratıyordu . " Bu yönteme maruz kalan
işkence kurbanları, fiziksel işkence tedavisinden çok daha de­
taylı ve geniş bir tedaviye ihtiyaç duymaktadırlar. İşkence suç­
luları, tehlikeli ego şişkinliğinden dolayı acı çekebilir, bu da on­
ların vahşeti artırmalarına ve uzun süren duygusal bozukluklar
yaşamalarına neden olabilir. Herhangi bir sıradan kadın ya da

• ı6 .
Al�l<tU W. IVICL.VT

erkek işkence yapmak için eğitilebilir olmasına rağmen, her iş�


kence merkezinin sadistce içgüdüleri olan birkaç tane ustası bu­
lunmaktadır. İşkence gören kurbanlar bu kişilerden tiksinirken,
üstleri bu kişilere değer verirler. 1 963 yılından sonraki saha
operasyonlarındaki baskı altında uygulanan psikolojik işkence
yöntemleri, inanılmaz vahşetlere, fiziksel ve seksüel işkencelere
yol açmıştır. Özellikle bireysel suçlular ve onların insan kapasi ­
tesinin vahşete dayanma sınırlarını zorlayan doğaçlama yön­
temleri gerçekten de korkutucuydu .
Herhangi birisi şu soruyu sorabilir: Psikolojik işkence neden
fiziksel işkencenin en kötü biçiminden daha uzun süre etkili ve
perişan edicidir? General Augusto Pinochet rejimi altında iş­
kence gördükten sonra tedavi edilen işkence mağdurlarıyla ilgi­
li veriler, bu karmaşık soruya bir giriş yapılmasına olanak sağlı­
yor. Psikoterapist Otto Doerr- Zegers, işkence kurbanlarının,
"paranoya sınırında bir güvensi zlik taşıdıklarını ve endişe rahat­
sızlıklarında gözlenen birçok şeyi geride bırakan ilgi kaybı yaşa­
dıklarını," söylüyor. Kurban , "sadece günlerin, haftaların ve ay­
ların yorgunluğuyla işkenceye tepki vermiyor; fakat aynı za­
manda yorgun, göreceli olarak ilgisiz ve konsantrasyon güçlü­
ğü çeken bir insan olarak kalıyor. " Bu bu lgular onu şu aydınla­
tıcı soruya yöneltti : Neden işkence insan doğasında ruhsal bo­
zukluk ya da delilik süreçlerine benzerlikler taşıyan değişimler
yapmaktadır? Doerr- Zegers'e göre bu sorunun yanıtı fiziksel
alanda değil, psikolojik alanda, yani "işkence durumlarının fe ­
nomenolojisinde" yatmaktadır: güç asimetrisi ; işkencecinin
kimliğinin kurban tarafından bilinememesi; direnmek ya da
başkalarına ihanet etmek; asılsız ve uydurma suçlamalar, zekice
hazırlanmış hileler ve "sahte infaz senaryoları . " ; "yer değişikli­
ği, tuzağa düşürülme, darlık ve yıkım" anlamına gelen farklı
yerlere hapsetme; "öngörülemezlik ve sonu olmayan bir sirkü­
lasyon" anlamına gelen geçicilik. Bütün bu uygulamaların ya-

• 17 .
CIA İŞKENCELERİ

rattığı acıların çoğunluğu, fiziksel değil, psikolojik işkence yön ­


temleri kapsamında yer almakta ve böylece işkence kurbanları -
nın kendi yaşamları üzerinde herhangi bir güç ve belirleyicilik
kurmalarına izin verilmemektedir. Özetlemek gerekirse işken ­
ceci, "bütün tehdit araçlarını kullanarak, kurbanını aşağılamaya
ve onun iradesini devreden çıkartmaya . . . kurbanının olası bü­
tün varoluş platformlarını elinden almaya," çabalamaktadır. Bu
asimetri aracı lığıyla işkenceci kurbanının üzerinde "tam bir
otoritı"' :,urmakta ve onu neredeyse "bütünüyle savunmasız"
duruma düşürmektedir.
Doerr- Zegers'in tanımladığı gibi , işkencenin psikolojik bile­
şenleri bir anlamda teatral bir havaya bürünmekte , yalanlardan
ve saldırılardan oluşan bir gerçekdışılık oluşturulmakta, kurba­

nın kendi kendine ihanet etmesiyle ve yıkımıyla sona eren acı -


masız bir tuzağa ya da komploya dönüşmektedir. İşkenceciler,
sahte suçlamalarını , uydurma haberlerini ve sahte infaz senar­
yolarını ikna edici kılmak için çoğunlukla birer tiyatro oyuncu -
su gibi davranmaktadırlar. İşte bu yüzden işkence odası da ti­
yatro sahnesinin özelliklerini taşımaktadı r: özel ışıklandırma,
ses efektleri, aksesuarlar, zemin. Bütün bunlar işkence kurbanı­
nı korkutmak için yazılmış senaryonun ürünleridir. Sahne de,
hücre de geçicilik arz etmektedir. Oyun devam ederken ve se­
yirciler sonucu beklerken, cezaevindeki zaman kavramı yok edi ­
lir ve daha sonra da kurban tuzağa düşürülür. işkenceci şartla­
rı "en üst düzeyde karıştırarak," yönlendirme yapmakta, kur­
ban da "kendisi ve dünya hakkındaki önceki planları gözünün
ÖPJne getirmekte ve paramparça olmaktadır. " Böylece iş­
�encecinin oluşturduğu gerçekliğin alıcısı olmaya başlamakta­
dır. Özel psikolojik işkence koşulları altında olan kurban, baş­
kalarından yalıtılır ve "işkencecileriyle duygusal bağ kurarak"
hem oyuncusu hem seyircisi, hem öznesi hem de nesnesi ol ­
dukları sapkınca oyuna daha olumlu tepki vermeye başlarlar.

• 18 .
ALFRED W. McCOY

Bu senaryo, işkence kurbanlarına duygusal ve psikolojik açıdan


zarar vermekte ve bazı durumlarda bu zarar ömür boyu devam
etmektedir. CIA, dokunmadan-işkence araştırmalarını tamam­
ladıktan sonra, yöntemin uygulanmasını 1 963 yılındaki el ki­
tapçığında garip bir biçimde adlandırdı : Kubark Karşı Casusluk
Sorgulaması . CIA, yeni uygulamaları dünya çapında yaymaya
başladı : U . S . AID's Office of Public Safety'den başlayarak, As­
ya ve Latin Amerika'daki polis departmanlarına ve 1 975 yılın­
dan sonra da, l 980 'li yıllarda Merkezi Amerika içinde aktif
olan Amerikan Ordusu Gezici Eğitim Ekipleri'nde bu yöntem­
ler kullanı lmaya başlandı . Amerika, komünizmle savaşta en na­
hoş uygulamaları benimsedi : Yurtdışında yıkma ve çökertme ;
Aınerika'da d a baskı v e işkence .
İşkence basit gibi görünse de, yarattığı vahşet de o kadar ba­
nal ve açık dummdadır. Fakat işkencenin bir soyağacı var ve bu
sayede, kurumlar ve bürokrasiler aracılığıyla zaman içindeki de­
ğişimlerini ve kıtalar arasındaki farklı yöntemlerini izlememize
olanak sağlıyor. Latin Amerika ve Asya ülkelerindeki otoriter yö­
netimlerin uyguladığı işkence yöntemlerinin Amerika Birleşik
Devletleri'nde yaratıldığı görülüyor. Bu bölgelerdeki diktatör­
lükler hiç şüphesiz işkenceyi kendi adlarına yapmaktadırlar. Fakat
Amerika bu diktatörlüklere gelişmiş teknikler içeren eğitim prog­
ramlan, güncel ekipmanlar ve işkence uygulamasının ahlaki meş­
ruluğuna destek sağlamaktadır. Bu durum, Aıneıika'nın Soğuk
Savaş politikasıyla, otoriter çağın aşın deYiet şiddeti politikası ara­
sında açık bir benzeşmeyi göstermektedir. Daha da önemlisi, iş­
kence , Üçüncü Dünya ülkelerinde bu eğitim programlarıyla yay­
gınlaşmış olup, Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte , Amerika
kararlı bir biçimde bu uygulamalara karşı çıkmış ve bu program­
lar geri çekilmiştir. Kırk yıldır dünya çapında işkencecileri takip
etmekte olan Uluslararası Af Örgütü, bir anlamda kesi nlikle
CIA 'i n program ve deneylerini de izlemektedir .

• 19 •
CIA İŞKENCELERİ

Amerika'nın işkence ve insanlık dışı uygulamalara karşı dün­


ya çapındaki liderliğinde yükselişler ve düşüşler yaşanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Cenevre Anlaşması'nın
mahkumlara nasıl muamele edileceği ile ilgili bölümünün hazır­
lık aşamasında, ( bu belgeler prensip ve pratikte işkenceyi yasak­
lıyor) Amerikalı diplomatlar kilit bir rol oynamışlardır. Bununla
birlikte , Amerika Soğuk Savaş süresince uluslararası insan hakla­
rına verdiği aktif desteği geri çekti ve birçok önemli anlaşmayı ya
reddetti ya da umursamadı. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte,
Amerika yeniden evrensel ilkeleri savunmaya başladı ve 1 993 yı­
lında Viyana'da yapılan Dünya İnsan Hakları Konferansı'na ka­
tıldı; bir yıl sonra da İşkenceye Karşı BM Anlaşması 'nı onayladı.
Aynı dönemde CIA'in ayaklanmalara karşı faaliyetlerinde bir
azalma oldu ve kurum, göreli olarak kısıtlı sorgulamalarını iş­
kence nedeniyle kötü üne sahip müttefiklerine hedefler gönder­
mek suretiyle devam ettirdi. Böylelikle Amerika, Soğuk Savaş'ın
sonunda prensipleri ile pratiği arasındaki gerilimi görünürde
çözmüş görünüyordu. Fakat Amerika, kendi uygulamalarını kı­
nayan BM'nin anlaşmasını kabul etmesine rağmen CIA'in iş­
kenceyi yayma politikasını durdurmayı başaramamıştır. Ameri­
ka, kara mayınlarında olduğu gibi bu sorunu da gömmeyi tercih
etmiş; fakat on yıldan daha kısa bir süre sonra, Ebu Garib skan­
dalıyla olağanüstü bir sarsılma yaşamıştır. Teröre karşı savaşın
başlamasından bu yana, CIA'in önderlik ettiği istihbarat dünya­
sı işkence uygulamasını yeniden başlatmış ve Washington'a silah
seçimi yaptırmıştır. Aslında, Soğuk Savaş'ın doruğa çıktığı ve ka­
rışıklıkların hakim olduğu süreçte geliştirilen CIA teknikleri, Be­
yaz Saray için 2003 Irak ve 1 968 yılında Güney Vietnam'da ol­
duğu gibi olağanüstü kriz zamanlarında uygulamaya sokacağı
gizli sorgulama kapasitesi yaratmıştır.
CIA'in işkence paradigmasının her tarafa yayılan etkisi ve ay-

• 20 .
ALFRED W. McCOY

nı tekniklerin yeniden kullanılmaya başlanması, Amerika ve


müttefik güvenlik birimlerinin l 960'lı yılların Vietnam'ında,
l 980'li yılların Merkezi Amerikası 'nda ve 200 1 yılından beri
Afganistan ve Irak'ta görülebilir durumdadır. Kırk yıl süresince
ve üç kıtada uygulanan teknikler ile Amerika'nın işkence tek­
nikleri arasında çarpıcı bir benzerlik bulunmaktadır. CIA'in
orijinal Kubark sorgulama el kitabından, 1 9 8 3 yılındaki Hon­
duras eğitim el kitabına ve General Ricardo Sanches'in 2003 yı­
lında Irak'taki sorgulama emirlerinde bu benzerlikler görülebi­
lir. B u üç önemli belgede göreceğimiz gibi, kavramsal tasarım­
lar ve özgün teknikler hemen hemen benzer durumdadırlar.
Fakat Amerikan halkı ya da Amerikan kamuoyunun, CIA'in
yoğun olarak uyguladığı beyin kontrolü projesinin ölçeği ya da
büyüklüğü konusunda muğlak bir kavrayışı vardır. Hemen he­
men her erişkin Amerikalı bu geçmişin kırıklarını ya da parçaları­
nı taşımaktadır: LSD ilaç deneyleri, Vietnam'daki Phoenix Prog­
ramı ve elbetteki Ebu Garib fotoğrafları . Fakat çok az Amerikalı
bu kırıkları ya da parçaları bir araya getirmeye isteklidir. Postoto­
riter toplumlarda bu hassas konuyu örtbas etmek isteyen sessiz­
liğe benzer bir biçimde, Amerikalılar da bu belalı konuya karşı
görmezden gelme yaklaşımı sergilemektedirler. Ebu Garip tartış­
masıyla birlikte, olayların yalıtılması daha bir önem kazanmakta­
dır. Bu olaylar, hükümetini yönlendiren, vatandaşlarını aldatan
ve yeni işkence biçimini Üçüncü Dünya'ya yaymaya çalışan, açık
bir gizli istihbarat örgütü mozaiğini oluşturmaktadır.
Modern devlet uygulamaları arasında en az anlaşılabilen, iş­
kencedir. Bu durum, güç ve hakimiyet fantezileriyle işkence uy­
gulayıcılarını alt ya da üst düzeyde cezbetmektedir. Ameri­
ka'nın elli yıldan fazla bir süreyi kapsayan gizli işkence tarihini
araştırırken, tarihsel araçları kullanacağız ve onun sapkın psiko­
lojisinin birbirine geçmiş olan beş görünümünü ele alacağız.
Birincisi, işkence, insan bilincinin gerilemesine ya da durak-

• 21 •
CIA İŞKENCELERİ

lamasına neden olmakta; her şeye gücünün yeteceği yanılsama­


sı yaratmakta ve ölçülemez vahşet kapasitesini serbest bırak­
maktadır. İşkence bir kez başladığında, acının ve zevkin, üreti­
min ve yıkımın aynı noktaya ulaştığı bir sürece girilmekte ; iş­
kence suçluları da üstünlük, kontrol ve çılgınlık potansiyelleri
tarafından kendilerinden geçmektedirler. Sorgucular çoğun­
lukla hakimiyet kurma duygusu tarafindan belirlenirler ve üst­
leri de aynı duyguyu yaşarlar; hatta bunu en yüksek düzeyde
hissederler ve işkencenin en güçlü silah olduğu fantazilerine da­
yanamazlar. İşkencecileri anormal ve iğrenç bulan çağdaş dü­
şünce, kriz zamanlarında bunun her tarafa yayılan bir Batı uy­
gulaması olduğunu umursamamaktadır. 1 1 Eylül saldırıları
sonrasındaki Beyaz Saray için geçerli olabilecek Sovyctler'e ait
bir CIA çözümlemesinde şu görüşlere yer veriliyordu : "İktida­
rı elinde tutanlarda güvensizlik duygusu gelişmeye başladığın­
da, giderek şüpheci olmaya başlıyorlar ve gizli polise büyük
baskılarda bulunarak tutuklamalarda bulunmasını ve itiraflar el­
de etmesini istiyorlar. Böylesi zamanlarda polis yetkilileri hızlı
"itiraflar" sağlayan her şeye göz yummaya eğilimlidirler; bu sa­
yede vahşilik çok yaygın bir hale gelebilir. "
İkincisi, işkenceye onay veren devletler genellikle seçilmiş
birkaç hedefin çok ötesinde, sayısız şüpheli düşmana da işkence
yapılmasına izin verirler. Amerikan liderleri kimliği belirsiz düş­
manlarıyla savaşmak için işkenceyi kullandıklarında, komünist ya
da terörist, bu uygulama hemen hemen kontrol edilemez biçim­
de artmaktadır. CIA'in bir avuç karşı casusluk hedefi için kullan­
mayı tasarladığı elkitabını 1 963 yılında derlemesinden sadece
dört yıl sonra, CIA ajanları, Güney Vietnam' da kırk adet sorgu­
lama merkezi işletiyordu . Bu merkezlerde yirmi binden fazla
şüpheli öldürüldü ve binlercesine de işkence yapıldı . CIA'in
"yüksek değerde hedef' olarak tanımladığı az sayıdaki El Kaide
şüphelisinin üzerinde tekniklerini denemesinden sadece birkaç

• 22 .
ALFRED W. McCOY

ay sonra, bu teknikler yüzlerce Afganlı ve binlerce Iraklı üzerin­


de uygulanmaya başlandı. Sınırlı düzeyde işkence uygulaması
yapan modern devletler bile , işkencenin giderek yükselen bir
çizgide ve gelişigüzel uygulanması riski taşımaktadırlar.
Üçüncüsü, işkence bilgi almak için öylesine ikna edici bir
görünüme sahip ve işkence suçluları da işkence yapmaya kendi ­
lerini öylesine adıyorlar ki, işkencenin sınırlı faydasına ve yük­
sek politik maliyetlerine ait kanıtları doğrulamayı reddediyor­
lar. İster ortaçağ, ister modern , isterse hükümdarlık altında yö­
netilen herhangi bir toplumda, gizli ya da görünmeyen düş­
manlarının kanını akıtarak ayakta durduğundan , işkencenin sa­
kıncalarını örten bir ego şişkinliği içinde yaşamaktadırlar. So­
ğuk Savaş süresince en az iki kez, CIA'in işkence eğitimi Ame­
rika'nın kilit müttefiklerinden bazılarının istikrarsızlığına ve
meşruluğunu kaybetmesine katkıda bulunmuştur: Filipinler
Devlet Başkanı Ferdinand Marcos ve İran Şahı Rıza Pehlevi .
Fakat CIA savunmayı tasarladığı rejimleri kendi doktriniyle yok
ettiğini göremiyordu. CIA'in psikolojik işkence yönteminin en
büyük mirası, fiziksel işkence vahşetinden kaçınma ve bilimsel
açıdan parlak bir görünüme s:ıhip olmasına rağmen, istihbarat
dünyasında işkencenin korun ması ve kabul edilebilir olmasına
dair bir bahane yaratmıştır.
Dördüncüsü , işkenceciler kamuoyu önünde deşifre edildik­
lerinde korkuya, büyük bir meraka, çekim merkezi olmaya ve
tiksinmemeye neden olmaktadırlar; fakat işledikleri suçlar için
çok nadiren yargılanmaktadırlar. İşkenceciler bizlerin arasında
etkili-yetkili korkutucu olarak dolaşırlarken, eşzamanlı olarak
onlardan hem korkuyor hem de onlara karşı büyük bir merak
duyuyoruz. Hatta şunu söylemeye de cesaret edelim : Erotik
açıdan çekici fakat aynı zamanda bir o kadar da tehlikeliler. Fa­
kat, aynı işkenceciler bir biçimde işlerinden atıldıklarında, ya da
devre dışı bırakıldıklarında, eğer hapse atılmamışlarsa, bunları

• 2} •
CIA İŞKENCELERi

küçümsüyor ve hatta bunlarla alay ediyoruz. İşte kamuoyunda­


ki bu büyük belirsizlik ya da birden çok anlama gelen tanımla­
malar içerisinde, işkenceciler sayısız yollarla adaleti atlatıyor; za­
yıf devletlerle demokratik geçiş için görüşmelerde bulunuyor;
hükümet yapılarını güçlü bir biçimde yönlendiriyorlar ve poli­
tik bilim adamlarının tanımladığı gibi, cezadan m uaf kalıyorlar.
Son olarak, Fransa'nın l 950'li yıllardaki Cezayir savaşından
ve İngiltere'nin Kuzey İrlanda'daki çatışmasından biliyoruz ki ,
kendi demokratik ilkelerine meydan okuyarak işkence uygula­
yan bir devlet, korkunç bir bedel ödemektedir. Yaklaşık iki bin
yıldır, işkence uygulaması tiranlarla ve imparatorluklarla özdeş­
leştirilmiştir. Son iki yüzyıldır ise, işkencenin reddedilmesi Ay­
dınlanma ve demokrasiye ait insanlık idealleriyle eşanlamlı hale
gelmiştir. Bir devlet, çok az sayıda kurbana işkence yaptığında
bile, bu utanç verici uygulamanın etkisi o devletin görkemini
gölgelemekte ve birliğini-bütünlüğünü bozmaktadır. Bu devle­
tin yetkilileri bu tip durumlarda her zamankinden daha büyük
bir yalanlar ağı örmek zorunda kalırlar ve en sonunda da, de­
mokrasinin olmazsa olmaz koşullarından olan hukukun ege­
menliği ve güven ilişkisini zayıflatırlar. Dahası, müttefikler ve
düşmanlar kollektif bir tiksinme için tutuın alırlar.
Washington, Soğuk Savaş'ın baskısı altında, geçerliliği İkin­
ci Dünya Savaşı 'nda faşizme karşı verdiği savaşta gösterilmiş
olan birçok insani kuralı ya da ilkeyi gözardı etti . Bu ilkelerden
taviz vermeye hazır olan Amerika, bir zamanlar uluslararası in­
san haklarının güçlü bir savunucusu olmuştu. 1 948 yılında
New York'daki toplantıda, eski fırst lady Eleanor Roosevelt'in
önderliğindeki Amerika'nın Birleşmiş Milletler delegeleri, İn­
san Hakları Evrensel Bildirgesini kabul ettiler. Bu bildirge, Bir­
leşmiş Milletler'in daha sonradan uygulamaya sokacağı insani
anlaşmaların temelini oluşturmuştur. Bu bildirgenin birçok
idealist koşulu arasında bulunan S 'inci maddede şunlar yazılı-

• 24 .
ALFl�ED W. McCOY

dır: "Hiç kimse işkenceye, zalimce davranışa, insanlık dışı ve al­


çaltıcı muameleye tabi tutulamaz. " Fakat, bu bildirgenin için­
de yazılanları uygulama mekanizması olmadığı için çok az etki­
li olabilmiştir.
B undan bir yıl sonra Amerika, Cenevre Anlaşması'nın Savaş
Tutsaklarına Yönelik Uygulamalarını da onayladı . Cenevre An­
laşması'nın bu maddesi işkenceyi güçlü bir biçimde yasaklıyor­
du . 1 3 . maddede şunlar yazılıdır: Savaş tutsaklarına her zaman
insani ölçütler içinde davranma zorunluluğu bulunmaktadır.
8 7 maddede ise şu yasaklamalar yer almaktadır: "bedensel ce­
za ya da dayak, gün ışığı olmayan yerlere hapsetme ve genel
olarak işkence ya da vahşetin herhangi bir biçimini uygula­
mak . " 89. maddede ise sert uygulamaları kesinlikle yasaklamak­
tadır: "Disiplin cezaları hiçbir şart altında insanlık dışı, vahşice
ve savaş tutsağının sağlığını tehlikeye atacak tarzda olmayacak­
tır. " Amerika, benzer bir biçimde Cenevre Anlaşması'nın Savaş
Zamanında Sivillerin Korunması maddesini de kabul etmiştir.
Bu maddede, "Sivillerden ya da üçüncü şahıslardan bilgi sağla­
mak için fiziksel ve moral baskı uygulanmayacaktır," denil­
mektedir. Amerika bu maddelerin altına imza atarak, ister sa­
vaşta olsun isterse barışta, kendisini insan hakları konusunda
yeni ve katı standartlara bağlamış ya da bu maddelere uyacağı
sözünü vermiştir.
Fakat l 9 5 0 'li yılların ortalarından itibaren, açıktan ve el al­
tından yapılan baskılar Washington'ın insan hakları ilkelerine
verdiği desteği askıya almasına neden oldu . Birleşmiş Millet­
ler'in kuruluşu, Amerikalı muhafazakarlar için "dünya hükü­
metini" tehdit eden bir hayalet anlamına geliyordu . Bu durum,
Kongre'de yurtdışı olaylarında yürütme yetkisini sınırlayan ve
Bricker Düzenlemesi olarak adlandırılan hareketin doğmasına
ilham verdi . Eisenhowcr yönetimi böyle bir tehdidi, B M'de in­
san haklarına verdiği desteği azaltarak yenebilmişti . Daha az

• 2� •
CIA İŞKENCELERİ

göıiinür biçi mde, CIA'in yoğun beyin kontrolü projesi Was­


hington 'ın değişen pozisyonunu etkileyen dahili bir ortam ya­
rattı ve müttefiklerinin işkenceyi bir devlet aracı olarak benim­
semelerine yol açtı . Böylece, Avrupa'da ve Batı 'da uzun ve so­
runlu bir tarihi olan işkence uygulamaları yeniden canlandırıl­
mış oluyordu .
İşkencenin hukuki sorgulamalarda kullanılması, Avrupa'nın
adli sisteminde iki bin yıldan fazla bir süre boyunca merkezi bir
rol oynamıştır. Eski Atinalılar, kölelerden kanıt toplamak ve bil ­
gi almak için sınırlı düzeyde işkence uygularken, Roma İmpa­
ratorluğu bu uygulamayı köle olmayanlar üzerinde hem kanıt
toplamak hem de cezalandırmak amacıyla genişletme yoluna
gitmiştir. Milattan sonra üçüncü yüzyıldaki imparatorluk hu­
kukçusu olan Ulpian , "İşkenceden kastımız, gerçeği açığa çı­
kartmak için bedenin acı çekmesidir," diyordu . Fakat aynı za­
manda, işkenceyi "hassas, tehlikeli ve aldatıcı bir şey," olarak
gördüğünü ve tartışmalı kanıt ürettiğini ileri sürüyordu : Ulpi­
an, "Bazıları acıya karşı o kadar duyarlıdırlar ki, işkence görme­
mek için her türlü yalanı söyleyebilirken, güçlü bir bedene ve
ruha sahip olan birçok insan, çok az acı hissetmekte ve bu du ­
rumda onlardan bilgi almak mümkün olmamaktadır," diyordu .
Hıristiyan Avrupa 'nın yükselişiyle birlikte , işkencenin hukuk
sisteminde kullanılması birkaç yüzyıl devam etmiştir. İşkence
İsa'nın öğretilerine karşıtlık oluşturduğundan , 866 yılında Papa
I. Nicolas işkence uygulamasına yasak getirdi . Fakat bir kilise
konseyinin 1 2 1 5 yılında bu yasağı delmesiyle birlikte , Avru­
pa'daki sivil mahkemeler itiraflar sağlamak için işkenceye güve­
nen Roma hukukunu yeniden uygulamaya geçirdi ve bu uygu­
lamasında gelecekteki beş yüzyıl süresince ısrar etti . Engizisyo­
nun yükselişine paralel olarak, kilise sorgulayıcıları hem itiraf al­
mak hem de cezalandırma amacıyla işkenceyi kullandılar ve bu
uygulama, 1 2 52 yılında Papa iV Innocent tarafından resmileşti-

• 26 .
ALFRED W. McCOY

rildi. On dördüncü yüzyıldan itibaren, İtalyan Engizisyonu tara­


fından kullanılan, kurbanın ellerinin iplerle arkadan bağlanarak
havaya kaldırılması, boşlukta bırakılması şeklindeki beş aşamalı
mekanizma ve kurbana büyük acılar çektirilmesi anlamına gelen
"üçüncü derece," modern bilinçte sert polis sorgulaması anlamı­
na gelmektedir. Bu yönteme Filistin Askısı da denmektedir.
Avrupa kültüründeki hukuki işkencenin etkisi zindanların ve
İsa'nın yaşamından ölümüne kadar üzerinde durduğu ve vur­
guladığı teolojik inceliklerle çatışma halindeydi . Resim ve hey­
kel sanatının kimi eserlerinde çarmıha gerilen, kırbaçlanan ve
işkence edilen !sa'nın bedenine ait sunumlar bir değişimi yan­
sıtıyordu . Incil'de !sa'nın acılarına ilişkin sınırlı ayrıntılar bu­
lunmakla bi rlikte, ortaçağ sanatçısı bir bilgin bu konuda şunla­
rı söylemektedir: "Yanılmaz bir pataloğun gözüyle bu tüyler
ürpertici şiddet," halka açık infazların ve işkencenin giderek ya -
sallaşmasına yol açmıştır. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda,
mutlakiyetçi rejimler işkencenin bu biçimine kucak açtılar ve
daha da geliştirdiler. Alec Mellor, on altıncı yüzyıl devletlerin­
deki işkencelere dair şunları yazıyordu: "Ordulardaki işkence
çok büyüktü; dini işkence düzenli hale gelmişti; hukuki sistem­
deki işkence de günlük çeşitlemelerle zenginleştirilmişti . "
Fakat on sekizinci yüzyılda, kanıt toplamanın yeterliliği, iti­
rafa zorlamayla yer değiştirdi . Birkaç yüzyıldır, kıtasal hukukçu­
lar arasında işkenceyle sağlanan delillerin yeterliliğine ilişkin
olarak, giderek büyüyen bir endişe bulunmaktaydı . On altıncı
yüzyıldaki bir ceza kitabında belirtildiği gibi bu işkenceler,
"acıya ve eziyete dayanamayan kurbanların, asla yapmadıkları
şeyleri itiraf etmelerine neden ol uyordu . " Almanya-Bam­
berg'dc belediye başkanı olan Johannes Julius, büyücülük suç­
lamasıyla infazını beklediği zindandan kızına şunları yazıyordu :
" Hepsi sahte ve uydurma suçlamalar, Tanrı yardımcım olsun.. .
Birisi bir şey diyene kadar, işkenceye ara vermediler." On ye-

• 27 .
CIA İŞKENCELERİ

dinci yüzyıldaki bu kan dökücü ortaçağ işkencelerinin modern


hapsetme yoluna doğru yavaş yavaş evrilmesi, işkencenin yasak­
lanmasının temelini oluşturmaktadır. Prusya Kralı II Frederick,
1 740 yılındaki taç giyme töreninden sonra sıradan hale gelen iş­
kenceyi yasakladı ve işkenceyi, "vahşi olduğu kadar da faydasız,"
olarak adlandırdı . Frederick'in arkadaşı olan Voltaire, olağan
sorgulama ve olağanüstü sorgulama adlı polemiklerde, hukuki
sistemde kullanılan işkenceyi kımyordu . Bu durum, 1 800'lü yıl­
ların başındaki Avrupa Aydınlanması süresince işkencenin kaldı­
rılmasına yol açan hareketin doğmasına yol açtı . İngiltere' de ise,
gerek jüri sistemi ve gerekse geleneklere bağlı bulunan bir hu­
kuk sistemi olması nedeniyle, işkence uygulamasımn temeli bu­
lunmuyordu. Bu konudaki tek deneyim, Tudor-Stuart yönetimi
altında vatana ihanet suçlamasına maruz kalan kişilere uygula­
nan, seksen bir işkence gerekçesi söz konusuydu. Fakat bu du­
rum, geleneklere bağlı İngiliz hukuk sisteminde işkence için
herhangi bir temel bırakmamıştır. Bu istisnai uygulamaya kay­
naklık edense, hükümdarın dokunulmazlığı öğretisiydi .
On dokuzuncu yüzyıl boyunca, Avrupa devletleri işkence
sembollerini ( the Tower of London, Bastille ve halka açık in­
fazlar) adım adım polis, mahkeme ve cezaevi gibi bilimsel kri­
monolojinin unsurlarıyla yer değiştirtti . Victor Hugo 1 8 74 yı­
lında, "İşkenceye şimdilik ara verildi," değerlendirmesinde bu­
lunuyordu . Fakat işkenceye ara verilmesi çok uzun ömürlü ol­
madı : Birinci Dünya Savaşı'm takip eden yıllarda, birbirine düş­
man olan Hitler'in Üçüncü Reich'i ve Stalin'in Sovyetler Birli­
ği, işkence uygulamalarını yeniden canlandırdılar. Her iki dev­
let de, fiziksel acının yoğunluğunu ve çeşitliliğini artırmak için
modern yöntemler uyguluyorlardı.
İşkence, l 92 0'li yıllarda Avrupa' da yeniden ortaya çıktı . Ün­
lü bir İngiliz hukukçusu, işkenceyi "Hukukun değil, devletin bir
mekanizması," olarak tanımlıyordu. Benito Mussolini, 1 922 yı-

• 28 .
ALFRED W. McCOY

lında iktidara geldikten sonra, "insan hiçbir şeydir," dedi ve düş­


manlarına işkence yapmak için gizli polisi OVRA'yı kullandı .
Benzer bir biçimde, Hitler'in Gestaposu da rejimin ilk yılların­
da sınırlı ve gizli olarak işkence yapmaya başladı : Gestapo da ya­
lıtmaya, kaba dayağa ve aşağılamaya güveniyordu . Hitler'in po­
litik muhalifleri, komünistler, Çingeneler, Katolikler ve Yahudi­
ler işkence kurbanlarıydılar. Daha sonra, 1 942 yılında SS şefi
Heinrich Himmler, sorguculara üçüncü derece dayak, tecrit et­
me ve uykusuz bırakma yöntemlerini kullanmalarını emretti .
1 9 30'lu yılların sonunda Dachau toplama kampında, Kurt Plot­
ner yönetimi altındaki SS doktorları, kaktüs bitkisinden elde
edilen Meskalin adlı uyuşturucuyu Yahudiler ve Çingeneler üze­
rinde test etmeye başladılar: Test sonuçlarına göre bu uyuşturu ­
cu, sorgulananların "en gizli sırlarını" açığa çıkartmaya neden
oluyordu. Fakat Gestapo, "Fiziksel sorgu yöntemlerinin yerine
bu yeni yöntemi kullanmayı kabul etmeye hazır değildi . " Ame­
rika, savaşın sonunda "Nazi doktorlarını" Nuremberg'de yargı­
ladı ve Nuremberg Yasası olarak bilinen yasanın Dördüncü
Maddesinde, tıbbi deneylerin "gereksiz fiziksel ve zihinsel acı­
dan kaçınılacak tarzda yapılması gerektiği," ifadesi yazıldı.
Üçüncü Reich 1 945 yılında yenilmesine rağmen, onun bı­
raktığı miras işgal altındaki topraklarda ve özellikle de Fran­
sa'nın sömürgesi olan Cezayir'deki Fransız görevlileri arasında
varlığını sürdürmeye devam etti . İkinci Dünya Savaşı'nda Al­
manya 'ya karşı savaşan partizanlar, Nazi işkencelerine maruz
kalmalarına rağmen, kendilerine yapılan işkencelerden kazan­
dıkları deneyimleri, ne yazık ki başkaları üzerinde uyguladılar.
Fransa, ulusal bir devrimi ezmek için, l 954'den l 962 'ye kad ar
yoğun bir pasifleştirme harekatı başlattı; iki milyon Cezayirli
zor kullanılarak yerlerinden edildi; 300 bin kişiden fazlası öldü
ve isyancı ya da sempatizan olduğundan şüphelenilen yüzbin ­
lerce insana işkence yapıldı . Gerillaları "haydutlar" olarak dam-

• 29 .
CIA İŞKENCELERİ

galayan ve savaş tutsaklarına Cenevre Anlaşması 'ndaki madde­


leri uygulamayı reddeden Fransa, yedi yıl süren savaş içinde
vahşeti meşru bir araçmış gibi kullanmaya devam etti . Bu aşırı
uygulamalardan dolayı oluşan politik zararı kontrol altına al­
mak için hükümet, Wuillaume Raporu olarak bilinen bir rapor
hazırlattı . Fakat ordunun kullandığı sistematik işkence şu ifade­
lerle mazur görülüyordu : "Su ve elektrik yöntemlerinin, dik­
katli kullanıldığında, fiziksel olmaktan çok psikolojik bir şok ya­
rattığı söylenmektedir. Bu nedenle aşırı şiddet oluşturmamak­
tadır." Kurbanda boğulma hissi yaratmak için boğazından aşa­
ğı su boşaltılması, Fransı z ordusunun kullandığı bir teknikti ve
daha sonraları CIA tarafından da kullanılacaktı . Raporu hazır­
layan Wuillaume, "Belirli tıp uzmanlarının görüşlerine göre, su
borusu yöntemi, kurbanın sağlığı için bir tehlike oluşturma­
maktadır," diye yazarak, yöntemin kabul edilebilir olduğunda
ısrar ediyordu.
Cezayir'de Ulusal Kurtuluş Cephesi ( FLN ) 1 9 5 6- 5 7 arasın ­
da şehirlerde ayaklanma başlattığında, Albay Jacques Massu yö­
netimi altındaki Onuncu Paraşüt Birliği , Casbah'daki direniş
altyapısını kırmak için acımasız işkence yöntemleri kullanmaya
başladı . Sorgunun ve işkencenin kaçınılmazlığını iyi bilen FLN
yönetimi, yakalanan üyelerinden sadece ilk yirmi dört saat ko­
nuşmamalarını istiyordu . Fakat Fransızların su borusu , elektrik
şoku, kaba dayak ve yakmadan oluşan birleşik işkence yöntem­
leri, Casbah'ın dar sokaklarındaki gerillaları izlemesi için yeter­
li istihbaratı toplamasına olanak sağlıyordu. Gece karanlığında
ordunun güvenli evlerinde işkenceye alınan şüpheliler, şafakta
ölmüş oluyor ve şehrin dışındaki sığ mezarlara atılıyorlardı . Bu
"hızlı infazlar," bir Fransız yetkilisinin sözlerine göre, "Kamı­
nu ve düzeni koruma işiyle ilgili ve ondan ayrılamayacak biçi m ­
d e görevin bir parçasıydı . " Fakat b u infazlar o kadar acımasız­
dı ki, gözaltına alınan 3 . 024 Cezayirli kayboldu ve bu da

• �o .
ALFRED W. McCOY

FLN'nin hızlı büyümesine ve üye sayısında büyük bir patlama


yaşanmasına neden oldu .
Fransız ordusunun Cezayirlilerle yaptığı savaşı kazanmasına
rağmen, direnişi kırmak için giriştiği harekat isyanın yayılmasına,
FLN 'nin küçük hücrelerden büyük bir kitle partisine dönüşme­
sine ve Fransızların direniş karşısında moral ve ekipman olarak
büyük zayiat vermesine yol açmış ve Fransa geri çekilmek zo­
runda kalmıştır. Bir Cezayir gazetesinin editörü ve aynı zaman­
da savaş sürecinde Onuncu Paraşüt Birliği tarafından işkenceden
geçirilmiş olan Henry Allcg, oldukça etkileyici olan anılarını
yazdığı eserinin adını, Voltaire'i selamlarcasına Sorgu koyuyor
ve Fransız ordusunun kullandığı su borusu yönteminin etkileri­
ni şu sözlerle anlatıyordu: "Olabildiğince az su yutabilmek için
boğazımı kasmaya ve boğulma hissine direnebilmek için de,
elimden geldiğince ciğerlerimde hava tutmaya çalıştım. Fakat
bunu çok kısa bir süre yapabildim . Boğulma hissi ve ölümün
bizzat kendisi olan korkunç bir acı beni esir almaya başladı . " J e­
an- Paul Sartre'ın öfkeli girişiyle başlayan Alleg'in kitabı 1 9 5 8 yı­
lında basıldı; fakat Fransız hükümetinin kitabı yasaklaması onu
bir anda gündeme taşıdı ve Paris'te el altından satılan en çok sa­
tanlar listesine girdi . Bu durum, kitabın İngilizce ve Almanca
çevirilerinin yapılmasını da beraberinde getirdi .
Cezayir savaşının seçkin Fransız tarihçisi Benjamin Stora,
"Fransız ordusu tartışmasız bir askeri zafer kazandı; fakat poli­
tik zaferi kazanmaktan çok uzaktır; çü nkü işkencenin kullanıl­
ması Fransız kamuoyunda hassasiyet ve karşı duruş sergilenme­
sine yol açmıştır. Fransız toplumu çok ciddi ahlaki bir kriz ya­
şamaktadır," diyordu. Savaş bir sonuca bağlanmadan durakla­
mışken, Fransız basını da ordunun işkencelerine yoğunlaşmaya
başlamıştı . Savaşa destek çabaları da sonuç vermedi ve Fransız­
lar, 1 30 yıl süren egemenliklerini 1 962 yılında bırakarak, Ceza­
yi r' den ayrılmak zorunda kaldılar. Savaşın acı verici sonuçları,

• }1 •
CIA İŞKENCELERİ

Pierre Vidal-Naquet'in lşkence: Demokrasinin Kanseri adlı ese­


rinde ileri sürdüğü gibi, demokratik bir ülkede bile, halkın ül­
ke dışındaki işkencelere kayıtsız kalması uzun vadede yurtiçin­
deki sivil özgürlüklerin aşınmasında etkili olmaktadır.
Amerika, Avrupalı bu işkence deneyimlerinin çoğunu miras
almış ve Aydınlanma döneminin etkisiyle de, vahşi ve olağandı­
şı cezalandırmaları Anayasası 'nın yasakları arasına koymuştur.
Avrupa'nın Almanya ve Cezayir'deki işkence tarihi, meşruluk
kaybının politik maliyetleri bağlamında can alıcı dersler sağla­
mıştır. Eski CIA direktörü William Colby, hafızasındaki Ceza­
yir anılarıyla l 960'lı yıllarda Güney Vietnam'a gitti . "Bir Fran­
sız gazetecinin, Fransız Ordusu'nun gerilla karşıtı savaşta işken­
ceyi kabul edilebilir bir yöntem olarak benimsediği suçlaması,
Fransa'nın zaferinin altını oymuştur. " İster mutlakiyetçi isterse
otoriter olsun, Avrupalı rejimlerin sık sık işkenceye başvurması,
Washington'ın Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliği ve son
Avrupa diktatörlüklerine karşı gizlice kullanacağı çekici örnek­
lerin ve özgün tekniklerin yaratılmasına neden olmuştur .

• }2 .
2

BEYİN KONTROLÜ

1 948 yılında Avrupa çapında Demir Perde ülkeleri yayılır­


ken, insan aklı Soğuk Savaş'ın savaş alanı ya da meydanı haline
geliyordu. Savaş Bakanlığı İkinci D ünya Savaşı süresince radar
ve atom silahları geliştirmek için fizikçileri seferber ederken,
CIA'de insan aklını kontrol edecek araçları keşfetmeleri için,
psikologları işe almaya başlıyordu . Nükleer fizik göreceli olarak
1 94 1 yılında gelişmiş sayılırdı; fakat Soğuk Savaş 'ın başlangı­
cında insan psikolojisinin bilimsel anlayışı, askeri bir araştırma­
cının gözlemlediği gibi, "henüz çok ilkel" durumdaydı . Sovyet
bilim adamları insan bilincinin kodlarını çözmek için yoğun bir
çaba başlatırken, CIA de davranış bilimi alanında yürüttüğü sı­
kı bir programla, bu alandaki emekleme çabalarına liderlik yap­
maya başladı .
Amerika, işkenceyi ilk olarak kendi muhaliflerine ve şu anda
adı sistematik işkenceyle eşanlamlı hale gelen iki rejime karşı
kullanmıştır. İkinci Dünya Savaşı süresince, Washington Strate-

• n •
Another random document with
no related content on Scribd:
We went on the trail of fires, where we poked among the fallen
timbers for half-burnt sticks. There were skirmishes in the vicinity of
coal-yards, at the rear of the sheds, where, through breaks and
large, yawning cracks, pieces of coal sometimes dropped through.
We scouted on the trail of coal wagons through cobbled, jolt streets,
and managed to pick up what they lost. We adventured on
dangerous spurs of railroad track, on marshy cinder dumps outside
mill fences, and to the city dumping-grounds for loads of cinders,
coal, and wood.
After a washing rainstorm, in the night, my aunt would say, “Now, Al,
there’s been a good rain, and it must have washed the dust off the
clinkers and cinders so that you might get a good bagful of cinders.
You’d best go before someone else gets ahead of you.” True
enough, I would find them in the ash heaps, as black as seeds in a
watermelon, the half-burnt coals, which I loaded in my bushel bag
and carried home in my wagon at five cents a load. If I returned with
my bag empty, there was always some drastic form of punishment
given me.
Pat and Tim Led Me to the Charles Street Dumping Ground
—Which
Was the Neighborhood Gehenna
Life on the city dumping-grounds was generally a return to the
survival of the fittest. There was exemplified poverty in its ugliest
aspect. The Charles street dumps were miniature Alps of dusty
rubbish rising out of the slimy ooze of a pestiferous and stagnant
swamp, in which slinking, monstrous rats burrowed, where clammy
bullfrogs gulped, over which poisonous flies hummed on summer
days, and from which arose an overpowering, gassy nauseation. On
a windy day, the air was filled by a whirling, odorous dust of ashes. It
stirred every heap of rubbish into a pungent mass of rot. When the
Irishmen brought the two-horse dump-carts, and swung their load on
the heap, every dump-picker was sure to be smothered in a cloud of
choking dust, as sticks, hoes, rakes, and fingers, in mad competition,
sought whatever prize of rag, bottle, wood, or cinder came in sight.
This was the neighborhood Gehenna, in which the Portuguese, Irish,
and Polish dwellers thereabouts flung all that was filthy, spoiled, and
odorous, whether empty cans, ancient fruit and vegetables, rats from
traps, or the corpses of pet animals or birds.
Pat, Tim, and I, in our search for fuel, met quite a cosmopolitan life
on those ash-hills. There they were, up to their knees in filth, digging
in desperation and competition, with hungry looks and hoarse,
selfish growls, like a wolf pack rooting in a carcass: the old Jew, with
his hand-cart, the Frenchwoman, with her two-year old girl; the
Portuguese girls and the Irish lads, the English and the American
pickers, all in strife, clannish, jealous, pugilistic, and never free from
the strain of tragedy. Pat and Tim could hold their own, as they were
well-trained street fighters.
“Git on yer own side, Sheeny,” Tim used to scream to the venerable
Israelite; “I’ll punch yer in the plexus!” and without a word, but with a
cowed look of the eyes, the old man would retreat from the property
he had been cunningly encroaching upon. Then Tim’s commanding
voice could be heard, “Say, Geeser, hand over that copper-bottomed
boiler to yer uncle, will yer, or I’ll smash yer phiz in!” But when
“Wallop” Smitz brought his rowdy crowd to the dump, it was like an
invasion of the “Huns.” We were driven from the dump in dismay,
often with our clothes torn and our wagons battered.
And oh, what prizes of the dump! Cracked plates, cups and saucers,
tinware, bric-à-brac, footwear, clothing, nursing-bottles and nipples,
bottles with the dregs of flavoring extracts, cod-liver oil, perfumes,
emulsions, tonics, poisons, antiseptics, cordials, decayed fruit, and
faded flowers! These were seized in triumph, taken home in glee,
and no doubt used in faith. There is little philosophy in poverty, and
questions of sanitation and prudence come in the stage beyond it.
“Only bring me coal and wood,” commanded my aunt, in regard to
my visits to the dumps, but I managed to save rubbers, rags, and
metal, as a side product, and get money for them from the old Jew
junk-man.
Chapter VI. The Luxurious
Possibilities of the Dollar-Down-
Dollar-a-Week
System of Housekeeping
Chapter VI. The Luxurious
Possibilities of the Dollar-Down-Dollar-a-Week
System of Housekeeping
DURING the remainder of the school year, from March to June, no
public-school officer came to demand my attendance at school.
“Aren’t we lucky?” commented Aunt Millie. “It gives you such a
chance to help out. The instalment men must be paid, and we need
every cent. It’s such a mercy that the long holiday’s on. It gives you a
good chance.”
By this time I had added to my activities that of carrying my uncle’s
dinner to the mill. My aunt always considered this a waste of time. “It
takes Al away from his own work,” she would remonstrate with my
uncle. “If he has to carry your dinner, I wish he would take it in his
wagon so that he can bring back what coal and wood he finds on the
street.” When that combination was in effect, she was mollified, for I
managed to secure a load of fuel almost every day in my journey
from the mill to the house.
This was the first cotton-mill I ever entered. Every part of it, inside,
seemed to be as orderly as were the rows of bricks in its walls. It
was a new mill. Its walls were red and white, as were the iron posts
that reached down in triple rows through the length of it. There was
the odor of paint everywhere. The machinery seemed set for display,
it shone and worked so smoothly. The floor of the mule-room, where
uncle worked, was white and smooth. The long alleys at the ends of
the mules were like the decks of a ship. The whirling, lapping belts
had the pungent odor of new leather about them, and reminded me
of the smell of a new pair of shoes. The pulleys and shaftings
gleamed under their high polish. Altogether it was a wonderful sight
to my eyes, which, for some time, had only seen dismal tenements,
dirty streets, and drifting ash heaps.
The mill was trebly attractive on chilly, rainy days, when it was so
miserable a task outside to finger among soggy ash piles for coals
and to go splashing barefooted through muddy streets. At such times
it was always a relief to feel the warm, greasy boards of the mill
underneath my feet, and to have my body warmed by the great heat.
No matter how it rained outside with the rain-drops splashing
lonesomely against the windows, it did not change the atmosphere
of the mill one jot. The men shouted and swore as much as ever, the
doffers rode like whirlwinds on their trucks, the mules creaked on the
change, the belts hummed and flapped as regularly as ever.
It was very natural, then, that I should grow to like the mill and hate
the coal picking. My uncle gave me little chores to do while he ate
his dinner. He taught me how to start and stop a mule; how to clean
and take out rollers; how to piece broken threads, and lift up small
cops. When the doffers came to take the cops off the spindles, I
learned to put new tubes on and to press them in place at the bottom
of the spindles. I found it easy to use an oil can, to clean the cotton
from the polished doors of the mules, to take out empty bobbins of
cotton rope, and put in full ones to give a new supply for the thread
which was spun.
I became so valuable a helper during the noon hour that my uncle
persuaded my aunt to put in some dinner for me, also, so that I could
eat it with him. He did this simply because he wanted me to have
some reward for my work besides the fifteen cents a week he gave
me. So I used to sit with him, and he would divide a meat-pie with
me, let me drink some coffee from the top of the dinner pail, and
share a piece of pudding. There was always a bright gleam in his
eyes as he watched me eat, a gleam that said as plainly as words,
“It’s good to see you have a good time, Al, lad!”
By the end of the summer I was so familiar with the mill that I wanted
to spend my whole time in it. I had watched the mill-boys, some of
them not much older than myself—and I was only eleven—and I
wanted to swagger up and down the alleys like them. They were
lightly clad in undershirt and overalls, so that in their bared feet they
could run without slipping on the hot floor. They were working for
wages, too, and took home a pay envelope every Saturday. Just
think of going home every Saturday, and throwing an envelope on
the table with three dollars in it, and saying, nonchalantly, “Aunt,
there’s my wages. Just fork over my thirty cents spending money. I’m
going to see the matinee this afternoon at the theater. It’s ‘Michael
Strogroff,’ and they say there’s a real fight in the second act and
eight changes of scenery, for ten cents. They’ve got specialties
between the acts, too!”
Other temporal considerations entered into this desire to go into the
mill. I wanted to have a dinner pail of my own, with a whole meat-pie
in it, or a half-pound of round steak with its gravy dripping over a
middle of mashed potatoes with milk and butter in them! Then there
were apple dumplings to consider, and freedom from coal picking
and the dirty life on the dumps. All in all, I knew it would be an
excellent exchange, if possible. I spoke to my uncle about it one
noon-hour.
“Why can’t I work in the mill, too?” I asked.
“Wouldn’t you rather get some learning, Al?” he asked. “You know
men can’t do much in the world without learning. It’s brains, not
hands, that makes the world really go ahead. I wish you could get a
lot of schooling and perhaps go to college. It’s what I always wanted
and never got, and see where I am to-day. I’m a failure, Al, that’s
what I am!”
“But aunt says that I’ve got to go in the mill as soon as I can, uncle.”
His face grew sad at that, and he said, “Yes, through our drinking
and getting in debt! That’s what it’s all leading to! It’s a pity, a sad
pity!” and he grew so gloomy that I spoke no more about the matter
that day.
It was one of the paradoxes of my home, that being heavily in debt
for our steamship tickets and household furnishings, and both giving
a large amount of patronage to the saloons, my aunt and uncle
involved themselves more inextricably in debt by buying clothes and
ornaments on the “Dollar-Down-Dollar-a-Week” plan. There was no
economy, no recession of tastes, no limit of desire to save us. Every
penny that I secured was spent as soon as earned. I learned this
from my foster parents. Uncle had his chalk-mark at the saloon, and
aunt received regular thrice-a-week visits from the beer pedler. On
gala days, when there was a cheap excursion down the bay, aunt
could make a splendid appearance on the street in a princess dress,
gold bracelets, a pair of earrings, and gloves (Dollar-Down-Dollar-a-
Week plan). When Mrs. Terence O’Boyle, and Mrs. Hannigan,
daughter to Mrs. O’Boyle, and Mrs. Redden, the loom fixer’s wife
with her little baby, came to our house, after the breakfast had been
cleared away, and the men were hard at work, Aunt Millie would
exclaim, “Now, friends, the beer man’s just brought a dozen lagers
and a bottle of port wine. Sit right up, and make a merry morning of
it. You must be tired, Mrs. Hannigan. Won’t your babby take a little
sup of port for warming his stomach?” Of course, Mrs. O’Boyle
returned these parties, as did her daughter and Mrs. Redden.
My uncle dared not say too much about the visits of the beer-wagon,
because he had his own score at the saloon, and his appetite for
drink was transcendant. Aunt had little ways of her own for pacifying
him in the matter. She would save a half dozen bottles till night, and
then, when he came home, she would say, “Now, Stanwood, after
tea, let’s be comfortable. I’ve six bottles in for you, and we’ll take our
comfort grand!”
By Friday morning the financial fret began. My aunt, as financier of
the house, had the disposal of her husband’s fifteen dollars in
charge. In the disposal of this amount, she indulged in a weird,
incomprehensible arithmetical calculation, certainly original if not
unique. In place of numerals and dollar signs, she dotted a paper
with pencil points, and did some mysterious but logical ruminating in
her head. Her reasoning always followed this line, however:
“Fifteen dollars with a day out, that leaves—let me see—oh, say in
round numbers, thirteen, maybe a few cents out. Well, now, let me
see, out of that comes, first of all, forty cents for union money, if he
pays it this week; two and a half for rent, only we owe fifty cents from
last week, which we must pay this, or else we’ll be thrown out. Then
there’s fifteen cents for that dude of an insurance man—he says he’ll
lapse us if we let it run on like we have. Let him do it, the old cheat! I
don’t believe they’d plan to pay us if any of us should die. They’re
nothing but robbers, anyhow. Where was I, Al? Let me see, there’s
owing a dollar for the furniture—WHEN will we have it paid for?—
and there’s two dollars that should be paid the Jew, only we’ll have
to satisfy him with fifty cents this week, because there’s a day out.”
(The Jew was the man who kept the “New England Clothing and
Furnishing Company,” from whom we had bought our clothes, a set
of furs, and the gold bracelets on instalments.) “This week’s bill for
groceries is five dollars and sixty-three cents, the baker has owing
him about seventy-five, the meat man let me have them two ham
bones and that shank end, and I owe him for that; there’s some
white shirts and collars at the Chinaman’s, but I want to say right
here that your uncle will have to pay for those out of his own
spending money. That’s too much of a luxury, that is; we can’t go on
with such gentlemanly notions in this house and ever get ahead. Oh,
these debts, when will they be paid! That is all I think of except the
beer man. He won’t wait, whatever comes or goes. There, that
reckons up to—why, how in the name of God are we going to face
the world this way? I’m getting clean worn out with this figuring every
week!”
After finding that she would not have money enough to go around to
satisfy all the clamorants, she would proceed with a process of
elimination, putting off first the tradesman who received explanations
with the most graciousness. The insurance man she did not care for,
so he had to be put off, but, with his own interests in mind, he would
carry us out of his own pocket until some grand week when aunt
would feel kindly towards him, and she would generously make up
all back payments. Aunt always went to the uttermost limit of credit
possibility, arranging her numerous creditors like checkers on a
board to be moved backwards and forwards week by week. The
beer man got his pay every week. He did not allow his bills to grow
old. In arranging for that payment, aunt used to say, as if protesting
to her own conscience, “Well, suppose some others do have to wait!
I want to have a case of lager in over Sunday. We’re not going to
scrimp and slave without some enjoyment!”
Week after week this same exasperating allotment of uncle’s wage
took place, with but minor variations. Time after time the insurance
would drop behind and would be taken up again. Time after time the
Jew would threaten to put the lawyers on us. Time after time the
grocer would withhold credit until we paid our bill, yet the beer-
wagon stopped regularly at our door, and Mrs. O’Boyle, her
daughter, and Mrs. Redden would exchange courtesies and bottles.
And Aunt was always consoling her sister women on such occasions
with this philosophy: “The rich have carriages and fine horses and
grand mansions for enjoyment; we poor folks, not having such, must
get what comfort we can out of a stimulating sup!”
And Mrs. Redden would reply, “Yes, Mrs. Brindin, you’re right for
sure. Just warm a bit of that ale with a bit of sugar stirred in, will you,
please? It will warm the baby’s belly. I forgot to bring his milk bottle,
like the absent-minded I am.”
Chapter VII. I am given the
Privilege of Choosing my
own Birthday
Chapter VII. I am given the
Privilege of Choosing my
own Birthday
THE reopening of the public-schools in the fall found Aunt Millie
stubbornly refusing to allow me to enter. “I shall never know
anything,” I protested. But she replied, with confidence, “All
knowledge and wisdom isn’t in schools. There’s as much common
sense needed in getting a living. I’ll keep you out just as long as the
truant officer keeps away. Mind, now, and not run blind into him
when you’re on the street. If you do—why, you’ll know a thing or two,
young man!”
Uncle pleaded with her in my behalf, but she answered him
virulently, “Stop that, you boozer, you! We must get out of debt and
never mind making a gentleman, which you seem set on. I’d be
ashamed if I was you. Let him only earn a few dollars, and we’d be
relieved. Goodness knows when you’re going to drop out, the way
you’re guzzling things down. It wouldn’t surprise me to see you on
your back any day, and I want to be ready.”
But some days later, my uncle came back home from work with
much to say. “Look here, Millie, it might be good for us to send Al to
school right away. If he must go in the mill, as it seems he must as
soon as he can, then it’s to our advantage to get him in right away!”
“What do you mean?”
“I mean that he can’t go into the mill, according to law, until thirty
weeks after he’s thirteen, and can show his school-certificate.”
“But he’s only just turned eleven,” protested my aunt, “that would
keep him in the school practically three years. Three years!”
“Normally, it would,” agreed Uncle Stanwood, “but it don’t need to
take that long, if we don’t care to have it so.”
“I’d like to know why!”
“Well, Millie,” explained uncle, “Al’s not been to school in America,
yet. All we have to do is to put his age forward when he does go in—
make him a year or two older than he actually is. They won’t ask for
birth certificates or school papers from England. They will take our
word for it. Then it won’t be long before we can have him working.
Harry Henshaw tells me the trick’s common enough. Then when Al’s
worked a while, and we get out of debt, he can go on with his
schooling. It’s the only way to keep ahead, though I do hate to have
him leave school, God knows!”
“None of that cant,” snapped aunt; “if it wasn’t for your drinking he
wouldn’t have to go in the mill, and you know it.”
“Yes,” agreed uncle, sadly, “I know it!”
“Then,” said aunt, once more referring to the immediate subject of
the conference, “it’s all decided that we get him in as soon as
possible.”
“Yes,” agreed uncle, “we can put him any age we want, and lie about
it like many are doing. What age shall we make him, Millie?”
“Better push his age forward as near to thirteen as possible,” said
aunt. “He’s big for eleven, as big as some lads two years older. Lets
call him twelve and a half!”
“Twelve, going on thirteen,” answered my uncle.
“Yes,” mused his wife, “but nearly thirteen, say thirteen about
Christmas time, that would give him thirty weeks to go to school, and
he would be in the mill a year from now. That will be all right.”
“If we get caught at it,” warned uncle, “it means prison for us,
according to law.”
“Never mind, let’s take our chances like the rest,” answered aunt
with great decision. “You tell me there aren’t any ever get caught!”
“Oh,” sighed uncle, “it’s safe enough for that matter, though it’s hard
and goes against the grain to take Al from school.”
“Stop that cant!” thundered Aunt Millie. “I won’t have it. You want him
to go into the mill just as bad as I do, you old hypocrite!”
“Don’t flare up so,” retorted uncle, doggedly. “You wag too sharp a
tongue. It’s no use having a row over the matter. Let’s dispose of the
thing before bedtime.”
“What else is there to settle?” asked my aunt.
“Al’s got to have a new birthday.” Aunt Millie laughed at the notion,
and said, addressing me, “Now, Al, here’s a great chance for you.
What day would you like for your birthday?”
“June would do,” I said.
“June won’t do,” she corrected, “the birthday has got to come in
winter, near Christmas; no other time of the year is suitable. Now
what part of November would you like it? We’ll give you that much
choice.”
I thought it over for some time, for I seriously entered into the spirit of
this unique opportunity of choosing my own birthday. “The twentieth
of November will do, I think,” I concluded.
“The twentieth of November, then, it is,” answered my aunt. “You will
be thirteen, thirteen, next twentieth of November, mind you. You are
twelve, going on thirteen! Don’t forget that for a minute; if you do, it
might get us all in jail for per-jury! Now, suppose that a man meets
you on the streets to-morrow and asks you what your age is, what
will you tell him?”
“I’m thirteen, going on——no, I mean twelve, going on thirteen, and
will be thirteen the twentieth of November!”
“Say it half a dozen times to get it fixed in your mind,” said aunt, and
I rehearsed it intermittently till bedtime, so that I had it indelibly fixed
in my mind that, henceforth, I must go into the world and swear to a
lie, abetted by my foster parents, all because I wanted to go into the
mill and because my foster parents wanted me in the mill. Thus
ended the night when I dropped nearly two years bodily out of my
life, a most novel experience indeed and one that surely appeals to
the imagination if not to the sympathy.
The following week, a few days before I was sent to the public-
school, we removed to a part of the city where there were not so
many mill tenements, into the first floor of a double tenement. There
were only two of these houses in the same yard with a grass space
between them facing the highway. In this space, during the early fall,
the landlord dumped two bushels of apples every Monday morning
at half-past eight. It was definitely understood that only the children
of the tenants should be entitled to gather the fruit. No one was
allowed to be out of the house until the landlord himself gave the
signal that all was ready, so we could be found, peering from the
back and front doors, a quick-eyed, competitive set of youngsters,
armed with pillow-slips and baskets, leaping out at the signal, falling
on the heap of apples, elbowing one another until every apple was
picked, when the parents would run out, settle whatever fights had
started up, note with jealous eyes how much of the fruit their
respective representatives had secured, all the while the amused
landlord stood near his carriage shouting, “Your Harry did unusually
well to-day, Mrs. Burns. He beat them all. What a pillow-slipful he
got, to be sure!”
Finally I found myself in an American school. I do not know what
grade I entered, but I do know that my teacher, a white-haired
woman with a saintly face, showed me much attention. It was she
who kept me after school to find out more about me. It was she who
inquired about my moral and spiritual welfare, and when she found
that I did not go to a church, mainly on account of poor clothes, she
took me to the shopping district one afternoon, and with money
furnished her by a Woman’s Circle, fitted me out with a brand new
suit, new shoes and hat, and sent me home with the promise that I
would go with her to church the following Sunday morning. In
passing down a very quiet street on my solitary way to church, the
next Sabbath, I came to that high picket fence behind which grew
some luscious blue grapes. I clambered over the fence, picked a
pocketful of the fruit, and then went on to meet my teacher at the
doors of the sombre city church, where the big bell clamored high in
the air, and where the carpet was thick, like a bedspread, so that
people walked down the aisles silent like ghosts and as sober. It was
a strange, hushed, and very thrilling place, and when the massive
organ filled the place with whispering chords, I went back to my old
childish faith, that angels sat in the colored pipes and sang.
My days in the school-yard were very, very strenuous, for I had
always to be protecting England and the English from assault. I
found the Americans only too eager to reproduce the Revolution on
a miniature scale, with Bunker Hill in mind, always.
My attendance at this school had only a temporary aspect to it.
When my teacher spoke to me of going to the grammar school, I
replied, “Oh, I’m going in the mill in a year, please. I want to go into
the mill and earn money. It’s better than books, ma’am.” I had the mill
in mind always. Every day finished in school was one day nearer to
the mill. I judged my fellows, on the school-ground, by their plans of
either going or not going into the mill as early as I.
This desire to enter the mill was more and more strengthened as the
winter wore on, for then I was kept much at home and sent on the
streets after wood and coal. It was impossible to pick cinders with
mittens on, and especially the sort of mittens I wore—old stocking
feet, doubled to allow one piece to hide the holes in its fellow. On a
cold day, my fingers would get very blue, and my wrists, protruding
far out of my coat-sleeves, would be frozen into numbness. Any lad
who had once been in a mill would prefer it to such experiences.
My aunt kept me at home so often that she had to invent a most
formidable array of excuses to send to my teacher, excuses which I
had to write and carry. We never had any note-paper in the house,
as there were so few letters ever written. When there was an excuse
to write, I would take a crumpled paper bag, in which had been
onions or sugar, or, when there were no paper bags, and the school
bell was ringing, requiring haste, I would tear off a slip of the paper in
which salt pork or butter had been wrapped, and on it write some
such note as this:
“Dear Miss A: This is to say that Al had to stay home yesterday for
not being very well. I hope you will excuse it. Very truly yours,” and
my aunt would scribble her name to it, to make it authoritative.
It must have been the sameness of the notes, and their frequency,
that brought the white-haired teacher to remonstrate with my aunt for
keeping me away from school so much.
“He can never learn at his best,” complained the teacher. “He is
really getting more and more behind the others.”
My aunt listened humbly enough to this complaint and then
unburdened herself of her thoughts: “What do I care what he learns
from books! There is coal and wood that’s needed and he is the one
to help out. I only let him go to school because the law makes me. If
it wasn’t for the law you’d not see him there, wasting his time. It’s
only gentlemen’s sons that have time for learning from books. He’s
only a poor boy and ought to be earning his own living. Coal and
wood is more to the point in this house than books and play. Let
them play that has time and go to school that has the money. All you
hear in these days is, ‘School, school, school!’ Now, I have got
through all these years without schooling, and others of my class
and kind can. Why, Missis, do you know, I had to go into the mill
when I was a slip of a girl, when I was only seven, there in England. I
had to walk five miles to work every morning, before beginning the
hard work of the day, and after working all day I had to carry my own
dinner-box back that distance, and then, on top of that, there was
duties to do at home when I got there. No one ever had mercy on
me, and it isn’t likely that I’ll go having mercy on others. Who ever
spoke to me about schooling, I’d like to know! It’s only people of
quality who ought to go to get learning, for its only the rich that is
ever called upon to use schooling above reading. If I got along with
it, can’t this lad, I’d like to know?”
And with this argument my teacher had to be content, but she
reported my absences to the truant officer, who came and so
troubled my aunt, with his authority, that she sent me oftener to
school after that.
About this time, at the latter end of winter, uncle removed to the
region of the mill tenements again. I changed my school, also. This
time I found myself enrolled in what was termed the Mill School.
As I recall it, the Mill School was a department of the common
schools, in which were placed all boys and girls who had reached
thirteen and were planning to enter the mill as soon as the law
permitted. If you please, it was my “finishing school.” I have always
considered it as the last desperate effort of the school authorities to
polish us off as well as they could before we slipped out of their care
forever. I am not aware of any other reason for the existence of the
Mill School, as I knew it.
However, it was a very appropriate and suggestive name. It coupled
the mill with the school very definitely. It made me fix my mind more
than ever on the mill. Everybody in it was planning for the mill. We
talked mill on the play-ground, drew pictures of mills at our desks,
dreamed of it when we should have been studying why one half of a
quarter is one fourth, or some similar exercise. We had a recess of
our own, after the other floors had gone back into their classrooms,
and we had every reason to feel a trifle more dignified than the usual
run of thirteen-year-old pupils who plan to go through the grammar,
the high, and the technical schools! After school, when we mixed
with our less fortunate companions, who had years and years of
school before them, we could not avoid having a supercilious twang
in our speech when we said, “Ah, don’t you wish you could go into
the mill in a few months and earn money like we’re going to do, eh?”
or, “Just think, Herb, I’m going to wear overalls rolled up to the knees
and go barefooted all day!”
If the thumbscrew of the Inquisition were placed on me, I could not
state the exact curriculum I passed through during the few months in
the Mill School. I did not take it very seriously, because my whole
mind was taken up with anticipations of working in the mill. But the
coming of June roses brought to an end my stay there. The teacher
gave me a card which certified that I had fulfilled the requirements of
the law in regard to final school attendance. I went home that
afternoon with a consciousness that I had grown aged suddenly.
When my aunt saw the card, her enjoyment knew no bounds.
“Good for you, Al!” she exclaimed, “We’ll make short work of having
you in the mill now.”
As I attempt to visualize myself to myself at the time of my
“graduation” from the common school, I see a lad, twelve years of
age and growing rapidly in stature, with unsettled, brown hair which
would neither part nor be smoothed, a front tooth missing, having
been knocked out by a stone inadvertently thrown while he was in
swimming, a lean, lank, uncouth, awkward lad at the awkward age,
with a mental furnishing which permitted him to tell with authority
when America was discovered, able to draw a half of an apple on
drawing-paper, just in common fractions, able to distinguish between
nouns and verbs, and a very good reader of most fearsome dime
novels. The law said that I was “fitted” now to leave school and take
my place among the world’s workers!
But now that I was ready to enter the mill, with my school-certificate
in my possession, Uncle Stanwood raised his scruples again, saying
regretfully enough, “Oh, Al mustn’t leave the school. He might never
get back again, Millie.” My aunt laughed cynically, and handed two
letters to her husband.
“Read them, and see what you think!” she said. Uncle read the two
letters, and turned very pale, for they were lawyer’s letters,
threatening to strip our house of the furniture and to sue us at law, if
we did not bring up the back payments we owed on our clothing and
our furniture! “You see, canter,” scoffed aunt, “he’s got to go in.
There’s no other help, is there!” Uncle, crushed, said, “No, there
isn’t. Would to God there was!” And so the matter was decided.
“In the morning you must take Al to the school-committee and get his
mill-papers,” said my aunt, before we went to bed.
“I’ll ask off from work, then,” replied my uncle.
I always enjoyed being in the company of Uncle Stanwood. He was
always trying to make me happy when it was in his power to do so. I
knew his heart—that despite the weakness of his character, burned
with great love for me. He was not, like Aunt Millie, buffeting me
about, as if I were a pawn in the way. He had the kind word for me,
and the desirable plan. On our walk to the school-committee’s office,
in the heart of the city, we grew very confidential when we found
ourselves beyond the keen, jealous hearing of Aunt Millie.
“That woman,” he said, “stops me from being a better man, Al. You
don’t know, lad, how often I try to tone up, and she always does
something to prevent my carrying it out. I suppose it’s partly because

You might also like