Professional Documents
Culture Documents
Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri 2nd Edition Kolektif Full Chapter Download PDF
Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri 2nd Edition Kolektif Full Chapter Download PDF
Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri 2nd Edition Kolektif Full Chapter Download PDF
https://ebookstep.com/product/turkiye-turkcesi-agiz-
arastirmalari-calistayi-bildirileri-2nd-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/olumunun-100-yilinda-armin-vambery-
anma-toplantisi-bildirileri-2nd-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/turk-dilinin-ve-edebiyatinin-
yayilma-alanlari-bilgi-soleni-bildirileri-2nd-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/teknologi-pengelasan-mulyadi-s-t-m-
t-iswanto-s-t-m-t/
Ana Dili Olarak Türkçenin E■itimi ve Ö■retimi Çal■■ma
Toplant■s■ Bildirileri 2nd Edition Kolektif
https://ebookstep.com/product/ana-dili-olarak-turkcenin-egitimi-
ve-ogretimi-calisma-toplantisi-bildirileri-2nd-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/
https://ebookstep.com/product/perencanaan-tambang-buku-ajar-dr-
supandi-s-t-m-t-ir-hidayatullah-sidiq-s-t-m-t-bayurohman-
pangacella-putra-s-t-m-t/
https://ebookstep.com/product/ii-uluslararasi-turkiyat-
arastirmalari-bilgi-soleni-bildirileri-kasgarli-mahmud-ve-
donemi-2nd-edition-kolektif/
https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/
ULUSLARARASI
ESKİ TÜRKİYE TÜRKÇESİ TOPLANTISI
BİLDİRİLERİ
ISBN 978-975-16-2002-6
410.6
Türk Dil Kurumu Yayınları
ULUSLARARASI
ESKİ TÜRKİYE TÜRKÇESİ TOPLANTISI
BİLDİRİLERİ
(03-04 Aralık 1999)
Tıpkıbasım
Ankara, 2022
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Türk Dil Kurumu Yayınları: 915
Christane BULUT
EVLİYA ÇELEBİ'YE GÖRE ESKİ AHLAT TÜRKÇESİ
Christiane BULUT
1655 senesinde meşhur Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi Bitlis'ten Van'a
geçer. O sırada, Van Gölü’nün kuzey sahilinde bulunan eski Ahlat harabeleri
gayet ilgisini çekmiş olmalı ki bu şehrin tarifine Seyahatname’de geniş bir
yer verir (ana nüsha olarak kabul edilen 305 numaralı Bağdat Köşkü el
yazmasında, 4 varak 238b-241b).
Bilindiği gibi, Evliya Çelebi, ziyaret ettiği yerleri Seyahatname'sinde
oldukça şematik bir şekilde tarif eder: Önce söz konusu olan şehrin iç ve dış
kalesini, sonra mitolojisini ve tarihini, zamanın hükümdarlarını, idari
yapısını, yerli halkın özelliklerini ve folklorunu tasvir eder ve birçok yerde
yörenin dil veya lehçesinden örnekler verir. Kendi ifadesine göre, 241bl3f
Heman (14) bu ‘abd-i 2aqir Evliya-yi pür- taq4ir° qırq bir yıl seya2atdè
yüz qırq yedi lisan 4a2ibleri beni Adem ilè on sekiz padşahlıq y'êrdè i0tıla+
êdüp 0 her bir lisandan fe4a2et-ü belaġetleri üzerè luġatlerin ve ebyat-u
eş‘arların ta2rir etmişim. 0 1
Bir Türkçe tercümesini veriyorum:
‘Ben, bu zavallı ve kusurlu Evliya bile 41 yıl seyahat ederek 147 ayrı
lisan konuşan halklar ile 18 devlet dolaştım; ve her bir lisanın lügati ve
edebiyatını kendi gramer ve retoriğine göre tarif ettim.’
Seyahatname'den bazı dil örnekleri çağdaş bilim adamları tarafından
incelendi ve o zamanın şartlarına göre oldukça doğru bulundu. 2 Örneğin
Lăzărescu-Zobian, Seyahatname’nin yedinci cildinde verilen ve 85
kelimeden ibaret olan Rumence sözlüğünün [**Zitat] "konuşma dilinin
son derece otantik yansıttığını" yazıyor. Bunları göz önünde tutarak Evliya
Çelebi’yi 17. yüzyılın bir dil bilimcisi olarak kabul edebiliriz.
1
Schon ich selbst, der armselige und unzulängliche Evliya, habe in den einundvierzig Jahren
unterwegs einhundertsiebenundvierzig Menschenvölker verschiedener Sprache und achtzehn
Königreiche durchstreift und dabei von jeder einzelnen Sprache nach der lexikalischen und
grammatischen Norm und den Gesetzen der Rhetorik Proben des Lexikons und der Dichtung
aufgezeichnet.
2
Eine Untersuchung der Materialien zur Sprache der Eflâks [Der beyan-ı lisan-ı qavm-
ı Eflâk-ı 'aqq 'A Description of the Language of the Rebellious Eflâk Peoples' faβt
M. L»az»arescu-Zobian (Archivum Ottomanicum 1983: 307-330, Zitat: 326) wie folgt
zusammen: "This survey reveals colloquial Rumanian material impressive in its
authenticity. Ali in all, the glossaries with their accurate entries add a linguistic
10
| Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri
Eski Ahlat dilinden Evliya Çelebi iki ayrı örnek sunuyor. Kaynağını da,
Ahlat harabeleri içinde ayakta kalmış olan Emir Qay Camisi’nin kitabeleri
olarak gösteriyor. Zikrettiği Emir Qay'ın kim olduğunu veya hangi zaman
yaşadığını yazarımız net bir şekilde açıklamıyor. Fakat kontekstte, yani
Ahlat materyallerinde bazı ipuçları bulabiliriz.
Doktora tezimde Evliya Çelebi'nin Bitlis'ten Van'a yaptığı seyahati ele
alıp bahsettiği tarihî sahneleri mümkün olduğu kadarıyla anlamaya
çalışmıştım. Anadolu'nun giriş kapısında bulunan Ahlat'ın tarihi oldukça
karışık. Metnin ayrı ayrı yerlerindeki verilen bilgiler özetlenirse yazarın
aktardığı tarih şu şekildedir: Aşağı yukarı onuncu asırda Harezm
hükümdarlarına bağlı bazı Oğuz taifeleri Ahlat'a yerleşmiş; bir kısmı
sonradan Mısır'a göçüp şehri harap olmaya bırakmışlardır. 13. asırda
Ahlat'ın, kimliği hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadığımız Şah Celayir'in
hükmü altına geçip yeniden inşa edildiğini de Evliya Çelebi'den öğreniyoruz.
O zamanlarda yine doğudan akınlar başlar ve Evliya Çelebi'nin ifadesine
göre "Cengiz Tatarlardan" (yani Moğollardan) kaçan bazı Türk oymakları
Ahlat'a yerleşirler. Ahlat'a göçenler arasında Osmanlılar, Danişmendliler,
Çobanlılar, Aqcakoyunlular ve Karakoyunlular vardır. 1402 senesinde Timur
Ahlat'ı basıp şehri tamamen viran eder. Ancak 16. asırda, Osmanlıların eline
geçtikten sonra, Ahlat yeniden inşa edilir.
Evliya Çelebi'nin çizdiği tarih tablosuna göre, Ahlat harabelerindeki
yapılar takriben 1250 ve 1400 arasındaki 150 sene içerisinde bina edilmiştir.
Cami'yi ve üzerinde bulunan kitabeyi vakfeden Emir Qay, büyük bir
olasılıkla 1340'dan sonra Ahlat ve Azerbaycan'da hükümdarlık süren
Çobanlılardan idi. Demek ki, burada bahsedeceğimiz, Eski Ahlat dilini
yansıtan numune, 1350 ve 1400 arasında yazılmıştır.
Tarih boyuncaki istilalar, bölgede yoğun olarak görülen zelzeleler ve
sert hava şartlardan dolayı, Evliya Çelebi'nin tasvir ettiği eski Ahlat
eserlerinin ve yöresel hükümdarların isimleri belki çoktan yok olmuştur.
Daha önce zikredildiği gibi, Seyahatname'de geçen tarihlerde birçok
eksiklik ve yanlışlık olması muhtemeldir. Eseri bugünkü standartlarla
mukayese edip tam bir ilmi çalışma olarak değerlendirmemiz mümkün
değildir; Evliya Çelebi'nin bazı tasvirleri çok abartmalı ve eksantrik yapmış
olabileceği kabul edilmelidir. Bununla birlikte, yazarın dil bilime ve tarihe
büyük bir ilgi duyduğu da bellidir.
importance to the Seyahatname ...". Zum Kurdischen des 17. Jahrhunderts nach Evliya
Çelebi vgl. van Bruinessen (1985).
Christiane BULUT
| 11
Eski Ahlat Türkçesi için elimizde Emir Qay kitabesinden başka kaynak
yok. Meşhur Evliya Çelebi uzmanı Robert Dankoff, bu kitabeyi okuyup
şöyle yorumladı [*Zitat]: "Bu, Türk lehçeleri ve arkaizmlerin ilginç bir
karışımıdır. Evliya'nın taşkın hayal gücünden başka hiçbir şeyi
yansıtmıyor." 3
Bu sert eleştirinin hangi esasa dayandığını açıklamıyor, Prof. Dankoff.
Kitabe, Eski Anadolu Türkçesinin kurallarına aykırı olan özellikleri mi
taşıyor acaba?
Burada, Ahlat materyallerinin iki farklı yerde bulunan kitabelerini,
takdim edip bu kitabelerde geçen formların -mümkün olduğu kadar- bir
analizini yapmak istiyorum. Tabii, kendim bir Osmanlıca uzmanı olmadığım
için sizin yorumlarınızdan faydalanmayı ümit ediyorum.
Evliya Çelebi'ye göre, kitabeler MüstaK4imî hattı ile yazılmıştır, dili de
˝lisan-ı Çaġatayè ve lisan-ı M’oġ’ulà qarib bir lehce-’i ġayr-ı mükerrerdir˝
yaKni ‘Orta Asya Türk dillerini andıran, benzeri olmayan bir lehçe’ dir
(239b34).
Elinizdeki belgede, her iki kitabenin Seyahatname el yazmasındaki
orijinal şeklini, biraz daha okunaklı bir nesih grafiğini ve Latince bir
transkripsiyonunu görmekteyiz.
Ekseriyetle birinci kitabe morfoloji ve sözcük bakımından gayet
ilginçtir. Yazar, orijinali çok daha uzun olan bu kitabenin sadece birkaç
karakteristik yerini seçip kopya ettiğini söylüyor:
"/aqir anı qırat 4 êdüp ‘ala- qadri’l-imkan deryadà qa+rè ve güneşdè
zerrè 5 mıqdarı ta2rir etdim" (239b32 f.).
Türkiye Türkçesiyle: Onu okuyup güç yetiyince denizde bir damla veya
güneşte bir zerre ne ise, ancak o kadar not alabildim.
3
Dankoff (1989: 94) hat diese Stelle wie folgt kommentiert: "This is an remarkable amalgam
of Turkish dialecticisms and archaicisms. It mirrors nothing except Evliya's heated
imagination ..."
4
für: qıra’et ~ qırayet.
5
für: 8errè.
12
| Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri
6
Manzuroğlu, Sultan Veled etc.
Christiane BULUT
| 13
14-17. asırlar arasında, "demek" anlamına gelen ayt- veya eyt- fiili
Osmanlıcada sık sık kullanılıyordu. Her iki şekil de kitabede geçmektedir.
Yani (5) ve (9) numaralı misallere bakınız (-> Clauson: von ayıt-, ettirgen).
Numara (10)'da 4'av'ul'ar° 4'ay°lad'ım ibaresi, Clauson'un zikrettiği ve
"ağıt yakmak" anlamına gelen, 14. asır Anadolusu’nda yoğun olarak geçen
saġu saġmak'ı andırıyor, saġu'daki iki kalın ünlü arasında bulunan -ġ- den -
v- olması çok dikkat çekici değil (bk. soġuk > sowuk). 17. asır okurları için
Evliya Çelebi, bu deyimi "aġlayà qaldım" olarak tercüme eder. Galiba, o
zamanlarda gerçek manası daha pek anlaşılmıyordu.
Tam çözemediğim ibareler arasında (7) numaralı m'en'i s'önoc'è- veya
süncemişdir bulunur. Kumancada, örneğin, sevinç > sövünç şeklinde
mevcuttur. Bu da, bir çatışma (= kontaksyon) sonucu olarak belki sönç- veya
sünç- şeklini almış olabilir. İsimden fiil yapan -a/-e eki ile 'sevindirmek'
anlamına gelen geçişli bir fiil inşa edebilir.
(3) numaralı cümledeki isminin okuması da tam sağlam değil; isminin
kökü güref yani gürem yanı sıra Anadolu ağızlarında kullanılan bir sözcük
olabilir.
(5) numaralı Buġar veya Boġar, büyük bir olasılıkla Orta Asya ve Doğu
Türkistan lehçelerinde birçok varyantta mevcut olan “buġur ~ buġra” veya
“boġra”dır. Manası 'erkek deve' olan bu kelime, birçok Türk lehçesinde bir
erkek ismi olarak kullanılıyordu.
Metnimizdeki zamir ve fiil çekimleri, bazı özellikleri taşıyor.
*Belgenin 3. sayfasında, kitabenin materyalini Eski Anadolu Türkçesinin
grameriyle mukayese ettik; farklı olan formlar, küçük bir yıldız ile
işaretlendi. Onlardan bazılarını, Eski Orta Asya Türk dillerine benzetebiliriz.
İsim çekimi bu küçük örnekte pek bir özellik göstermiyor: Yükleme
hâlini (13. cümlede) henüz eski +nI- formunda görüyoruz. Kitabelerde üç
ayrı yerde yani (3, 9 ve 16) numaralı misallerde iyelik eki ile birleşmiş olan
yaklaşma hâlinin formunda herhangi bir değişiklik yok.
Şahıs zamirlerde meni ve bizim gibi o zamanın Şarki Türkçesini andıran
formlar dikkat çeker. Bununla birlikte, belirsiz zamirin barımız şekli, EA
Türkçesine ait değil. Bu sözcüğe Çağatayca ve bugünkü bazı Orta Asya Türk
dillerinde rastlanır.
Mevcut örneklerdeki fiil çekimine bir bakalım.
14
| Uluslararası Eski Türkiye Türkçesi Toplantısı Bildirileri
ortaya çıkmış bulunması, dilde var olan ve dile yeni giren unsurların
kullanılış alanına çıkarılabilmesi bakımından kaçınılmaz bir gereklilik
sonucunda olmuştur. Böylece Batı kaynaklı kelimelere belirli
durumlarda, sınırlı ölçüler içinde kalınsa bile, o zamanki Türk dilinin ses
yasalarına uyum sağlama özelliği kazandırılmaya çalışılmıştır.
a. b-p karşılıklı ünsüzlerinden yeğlenilenin kullanımı: Batı
kaynaklı kelimelerin gerek ön gerekse iç seslerindeki p'ler en azından
burada verilen örneklerde olduğu gibi Eski Türkiye Türkçesindeki bazı
kullanımlarında sedalılaştırılmış bulunmaktadır.
ë² œ UU babatya (< Yun. papadia).
XLJ beksimet (< Yun. paksimadi).
— UÓdÅ« ıġribar (< Yun. griparion, Ven. griparia).
ë¦ d bereme (< Yun. perama).
— UL* balamar (< Yun. palamari).
b. t-d karşılıklı ünsüzlerinden yeğlenilenin kullanımı: Bu
dönemde kelime yapısında sedalılaştırılarak kullanılan bir başka sedasız
ses de t olmuştur.
ë² œU badya (< Yun. batheia)
” uì b bednus, bedinus, bidnus (< Yun. peteinos).
DEĞERLENDİRMELER
l. Eski Türkiye Türkçesi döneminde Türk diline giren, şu veya bu
sebepten de metin örgüleri içinde yer edindiği için o dönemden kalan el
yazması eserlerde kaydedilmiş durumda bulunan Batı kaynaklı kelimeler,
bu incelemenin iki ana bölümündeki değişik kümelendirmelerinde yer
verilen ve özellikle birbirleriyle karşılaştırılabilinsin diye -yazmalardan
tespit edilebildiği kadarıyla- ortak olan, yani aynı bir kelime çeşidi
durumunda bulunanlardan seçilerek alınan örneklerin özgün imla
kayıtları birer birer gözden geçirilince ortaya çıkan sonuç, bu alanda
belirli bir imla kuralını meydana getirebilecek düzenliliğin, bir imla
geleneği sayılabilecek sürekliliğin henüz oluşmamış bulunduğunu, yani
imlada çok şekilliğin var olduğunu göstermiştir. Mesela, “l. imlada
ünlüleri karşılayan harflerin varlığına göre Batı kaynaklı kelimelerin
sınıflandırılması.” başlıklı bölümün a kümesinde yer alan “haç”
kelimesinin farklı imlası dolayısıyla ayrıca b kümesinde, yine imlası
dolayısıyla a kümesine giren “horata, badya, yalı” gibi kelimelerin aynı
zamanda farklı yazılışları yüzünden c kümesinde de yer aldıkları
görülmektedir. Ayrıca b kümesindeki “beksimet” iki değişik imla içinde
ve “bereme” kelimesi ise bir başka tür yazılışla c kümesine de girmiştir.
Hatta, aynı küme içinde ve aynı kelime için dahi çok imlalılık göze
Prof. Dr. Halil ERSOYLU
| 29
IT was nearly half-past seven when the slow morning train drew up
at the Peak’s Point Station and four solemn, rather frightened little
passengers stepped out upon the platform. They were almost the
only passengers, and as they passed out of the car, both conductor
and brakeman looked after them curiously.
“Now I wonder where them young ones can be off to at this time of
the morning,” the brakeman remarked. “They look as if they were
goin’ somewhere to stay, judgin’ by the parcels they’ve got.”
“They paid their fares all right,” the conductor answered, “and the
biggest one looked pretty well able to take care of herself. She
handed me a five-dollar bill, and to see her countin’ the change,
you’d think she’d been used to it all her life. Bright as a button she is,
and no mistake.” And then the train moved on again, and the two
men soon forgot the episode.
In the meantime the four little Winslows had left the station behind,
and were walking up the village street, in quest of a bakery, for by
this time they were all decidedly hungry. Dulcie was the only one of
them who had ever been to Peak’s Point before, but she assured the
others that she remembered the place very well, and knew just
where the stores were.
“We went to a drug-store,” she said, “and Papa and I had soda-
water. It was very good.”
“I hope we can get something besides soda-water now,” said Molly.
“It’s very nice when you’re hot and thirsty, but I don’t think it would be
at all the thing for breakfast.”
“There’s a baker on the other side of the street,” cried Maud, joyfully.
“There’s some lovely cake in the window. I’m going to have some.”
“Oh, Maudie, not cake for breakfast,” remonstrated Daisy. “I never
heard of such a thing.”
But Maud was firm.
“I always thought I should like cake for breakfast,” she maintained. “It
would be so different, you know.”
Daisy looked grave, but Molly was rather inclined to agree with her
younger sister.
“People do have queer things for breakfast sometimes,” she
reminded them. “Don’t you remember Papa told us about that place
in Maine where he went fishing, and how they gave him pie and
doughnuts every morning at seven o’clock? He said they were rather
good when you were hungry.”
So Daisy’s scruples were silenced, and Dulcie volunteered to make
the necessary purchases.
“I don’t believe we’d better all go,” she advised. “People stare so,
and I suppose we do look a little queer, with all our parcels. I’ll leave
the bag here on the sidewalk, and you can watch it till I come back.”
Nobody had any objections to offer, so Dulcie departed on her
errand, returning in the course of a few minutes with two well-laden
paper bags.
“I bought some rolls,” she announced; “they’re right out of the oven,
the woman said, and I’ve got some nice fruit cake for Maud. I’m sorry
I couldn’t get any butter, but the rolls are so fresh, I don’t believe
we’ll mind eating them dry.”
But though her voice was cheerful, Dulcie’s face was grave and
troubled, and when they had found a seat on the steps of a church,
and the two younger children had begun on their impromptu
breakfast, she drew Daisy aside to whisper anxiously:
“Things do cost a great deal more than I supposed they did. We
shan’t be able to live long on that five dollars of Uncle Stephen’s.”
“How long do you suppose it will take us to find a situation?” inquired
Daisy, with an anxious glance at her two little sisters.
“Oh, not very long, I don’t believe. Of course, we must find
something before to-night. But I’ve been thinking that perhaps it
would be better not to eat all these rolls right away. We might get
hungry again by and by, you know, and it isn’t certain that we shall
find a situation before lunch time.”
Daisy—most unselfish of sisters—agreed, although it cost her
something of an effort to put her second roll back into the paper bag,
for, after all, dry bread is not a very substantial breakfast. Somehow,
nobody felt very well satisfied, and even Maud admitted that cake
really did taste rather queer so early in the morning, and she would
like a glass of milk.
“I thought I hated milk when Grandma made me drink it,” she
admitted, “but things taste so funny when you have to eat them dry.
Let’s buy some milk, Dulcie?”
But Dulcie, mindful of the state of their finances, shook her head.
“Perhaps somebody will give us a drink of water,” she said, “but I
don’t think we’d better buy anything more now. Wouldn’t you like to
live on a farm, Maud? You might learn to milk the cows yourself.”
But this suggestion was not at all to Maud’s taste. “I don’t like cows,”
she protested, indignantly; “I’m afraid of them. Lizzie said a cow
chased her once, when she was a little girl, because she had on a
red dress. She always told us not to go near them. Oh, I don’t want
to go to a place where there are cows.”
Maud—who was beginning to feel both tired and cross—suddenly
burst into tears.
“Oh, Maudie, don’t be silly,” remonstrated Dulcie. “Maybe we won’t
go to a farm at all. I only thought perhaps farmers might be more
likely to take little girls to work for them than rich people would. You
see, rich people generally have other servants, and——”
“But I don’t want to be a servant,” wailed Maud. “Servants have to
eat in the kitchen, and sometimes they don’t have any dessert. I
want to go home, even if we are going to have a stepmother. I don’t
believe stepmothers are as bad as having to be servants, and eat in
the kitchen.”
“Stepmothers are horrid,” declared Molly, with conviction. “Besides,
we don’t want to be burdens any longer. Do stop crying, Maud, and
let’s begin to look for a situation. I think it’s going to be rather good
fun.”
Thus urged, Maud—who was really a cheerful little soul—choked
back a rising sob and dried her eyes. Just then the church clock,
over their heads, boomed forth eight strokes, and Dulcie rose.
“Come along,” she said. “I don’t think we’ll stop at any of these
houses. It will be nicer out in the country.”
The others sighed wearily, but made no objections. It was the
beginning of a very hot day, and already the sun felt uncomfortably
warm.
“If we can’t get any milk, I don’t think soda-water would be so bad,
after all,” remarked Molly, suddenly. “Let’s go back to that drug-
store.” But Daisy—who had decided ideas as to the fitness of things
—would not listen to this suggestion. Cake for breakfast was bad
enough, but soda-water at eight o’clock in the morning—the thing
was unheard of.
“It would make us all sick,” she assured them, “and then what could
we do? Nobody would take sick people to work for them.”
That argument proved unanswerable, and Molly and Maud were
forced to submit to remaining thirsty for the present. A few minutes’
walk brought them to the end of the village street, and they turned
into a shady, grass-grown road, which was much pleasanter.
Instinctively the children’s spirits began to rise.
“There’s a lovely house,” exclaimed Molly, coming to a sudden
standstill beside some iron gates. “Couldn’t we ask there?”
Dulcie hesitated. Truth to tell, now that the moment had arrived for
putting her wonderful scheme into operation, she was beginning to
feel decidedly nervous and uncomfortable.
“I think we’d better go a little farther,” she said. “It’s pretty early to
disturb people; they might not like it.”