Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Tarih i Taberî I 1st Edition Ebû Câfer

Muhammed Bin Cerîrü T Taberî


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/tarih-i-taberi-i-1st-edition-ebu-cafer-muhammed-bin-ce
riru-t-taberi/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Tarih i Taberî II 1st Edition Ebû Câfer Muhammed Bin


Cerîrü T Taberî

https://ebookstep.com/product/tarih-i-taberi-ii-1st-edition-ebu-
cafer-muhammed-bin-ceriru-t-taberi/

Tarih i Taberî III 1st Edition Ebû Câfer Muhammed Bin


Cerîrü T Taberî

https://ebookstep.com/product/tarih-i-taberi-iii-1st-edition-ebu-
cafer-muhammed-bin-ceriru-t-taberi/

Tarih i Taberî IV 1st Edition Ebû Câfer Muhammed Bin


Cerîrü T Taberî

https://ebookstep.com/product/tarih-i-taberi-iv-1st-edition-ebu-
cafer-muhammed-bin-ceriru-t-taberi/

Teori dan Teknik Penyelesaian Kasus Rangkaian Listrik


dengan Matlab dan Simulink II Dr Ir I Ketut Wirjayati S
T M T Ipu Asean Eng I Nyoman Wahyu Satiawan S T M Sc Ph
D I Made Ari Nrartha S T M T Ni Made Seniari S T M T
https://ebookstep.com/product/teori-dan-teknik-penyelesaian-
kasus-rangkaian-listrik-dengan-matlab-dan-simulink-ii-dr-ir-i-
ketut-wirjayati-s-t-m-t-ipu-asean-eng-i-nyoman-wahyu-satiawan-s-
Bir Zamane C ocug unun I tiraflar■ 1st Edition Alfred
De Musset

https://ebookstep.com/product/bir-zamane-c-ocug-unun-i-
tiraflari-1st-edition-alfred-de-musset/

Rus Edebiyat■nda Ayd■nlanma C ag ■ 2nd Edition Emine I


Nan■r

https://ebookstep.com/product/rus-edebiyatinda-aydinlanma-c-
ag-i-2nd-edition-emine-i-nanir/

Dark Stranger La révélation Les enfants des Dieux 2 1st


Edition I T Lucas

https://ebookstep.com/product/dark-stranger-la-revelation-les-
enfants-des-dieux-2-1st-edition-i-t-lucas-2/

Dark Stranger La révélation Les enfants des Dieux 2 1st


Edition I T Lucas

https://ebookstep.com/product/dark-stranger-la-revelation-les-
enfants-des-dieux-2-1st-edition-i-t-lucas/

I sommersi e i salvati 1st Edition Primo Levi

https://ebookstep.com/product/i-sommersi-e-i-salvati-1st-edition-
primo-levi/
EBÜ CAFER MUHAMMED BiN
CERIR'ÜT-TABERi
TARİH·İ TABERİ
1
Her hakkı Sağlam Yayıncvi'nc aittir.
EBÜ CA'FER MUHAMMED BİN CERİR'ÜT-TABERİ

• lıii ~

TARIH-1 TABERi
1

Tercüme
M. Faruk Gürtunca

SAGLAM YA YINEVİ
Prof. Kazım İsmail Gürkan Caddesi
Üretmen Han 29/16 Cağaloğlu - İST
Tel: (0212) 527 52 79 - 513 67 70
Dizgi: Saray Ajans
ONSOZ

Bu Taberi Tarihi'ni Türkçeye Çeviren Kimdir?

İslam Tarihi 'nin büyük eserlerinden olan Tarih-i Taberi hicri


üçüncü asırda Arap dili ile yazılmıştır. Yazarı, Taberistan'ın
Amül
şehrinde 224 hicri yılında doğanve 310 yılında Bağdat'ta ölen EbG
Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi Hazretleri 'dir. Kendisi zamanın
ünlü tarihçilerindendi . Tefsir, Hadis, Fıkıh ve başka ilim ve fen saha-
larında büyük fikir sahibi olup zamanın önde gelenlerinden sayılmıştı.
Ebu İshak-ı Şiraz! de, fıkıh hakkında yazdığı bir kitapta müctehitler
arasında saym ı ş tır. Meşhur EbG Bekr-i Harizm! ablasının oğluydu.
EbG Cafer Muhammed'in ilimlerle ilgili kitapları olup, en meşhuru
dünyanın yaradılışından ke ndi zamanına kadar ol;.:ın hadiseleri ihtiva
eden elinizdeki bu tarih kitabıdır. Ayrıca büyük bir de tefsiri vardır.
Bu Tarih-i Taberi 'nin eski kütüphanelerimizde ve konaklarımızda
yazma nü s haları pek çoktu. İki defa da, 1292 ve 1327 hicri yıllarında
eski harflerle basılmıştır.

Kitabı,Türkçeye Tercüme Eden


Hüsameddin Çelebi Kimdir?

Bu yolda bize ışık veren, Topkapı Sarayı müzesi kütüphanesinin


Türkçe yazma kataloğudur. 471 sıra numarası ve E.H. Kitaplığı'nın
1391 sırasında kayıtlı Tercüme Taberi bilgisinde şunlar yazılıdır:
Sizlere takdim etmekte olduğumuz bu eser, meşhur tarihçi Ebu
Ca'fer Muhammed b. Cerir et-Taberi'nin Tarihi'nin Hüsameddin Çe-
lebi tarafından 710 hicri (1310-1311 miladi) tarihinde yapı lan Türkçe
tercümesidir.
Kataloğu hazırlayan Fehmi Ertem Karatay'ın açıklaması ile Tabe-
6 Tarih-i Taberi

ri tarihini Türkçe'ye çeviren -eskilerin dc~ diği gibi- kendini gizlemiş


değildir. Ama bu Hüsameddin Hangi Hürnıneddin'dir. Bizim kanaatı­
ınıza göre Sultan Osınan'ın Osmanlı Devleti'ni kurduğu 699-700 tari-
hinden 10 sene sonra Türk dili bu kadar sade Türkçe değildi ve Taberi
çevirisindeki kadar işlenmiş ve s adeleştirilmiş bir Türkçe'ye sahip ol-
mamıştı. O halde kimdi bu Hüsameddin Çelebi?

Topkapı Sarayı Kütüphanesi'ndeki


Tarih-i Taberi Tercümeleri

Topkapı Müzesi Kütüphanesi ' nde Hüsameddin Çelebi tarafınd an


yapılan tercümede iki yazma nüsha vardır. Müze kataloğunda bu iki
kitap hakkında 471 ve 472 s ıra numarasında şu bilgiler verilmektedir:
l. T-crcüme:
Tercüıne- i Tarih-i Taberi
Umumi sıra numara s ı : 471. E. H. Kitaplığı.
Özel Sıra numarası : 1391
Ebu Cafer Muhammed bin Cerir e t-Taberi tarihinin Hüsameddin
Çelebi tarafından 710 hic ri , l 3lO-13 l l miladi tarihinde yapılan Türk-
çe tercümesidir.
472. A kitaplığı , No : 3108
1391 sıra numarasındaki eserin ayrı bir kopyes i
Bu yazına nüsha , Sultan İkinci Abdülhaınid'in sarayından Topka-
pı Sarayı kütüphanesine gelmiş bir eserdir. Çok kıym e tlidir ve büyük
· boydur. Kütüphane kataloğunda şu açıklamayı görüyoruz:
Aharlı kağıt,420 mm boyunda , 290 mm. eninde, 690 yaprak. Her
sahifede harekeli nesih yazı ile 230 mm . uzunlukta 31 satır. İlk iki sa-
hifenin kenarları tez hipli , cetveller yaldızlıdır. Cilt: tarçlnl: deri .
(Bizim bu kitabımız o yazına nüshanın sadele~tirilıniş şeklidir.)

2. Tercüme:
Tercüıne-i
Tarih-i Taberi
Umumi numara: 463, Hazine kitaplığı.
Sıra numarası: 1360
Tarih- i Taberi 7

Türkçeye çevrilmiş olan ikinci bir eserdir. Ebu Cafer Muhammed


bin Cerir et-Taberi Tarih el-Ümem vel-Mü!Uk adlı umumi İslam Tari-
hinin baştan 1.-3. cildinin tercümesidir. Ahmet Paşa'nm emri ile Fars-
ça 'da n tercüme edilmiştir.
Bu ikinci tercümenin ayrıca R. Kitaplığı'nda 1367, 1369 numara-
larda ve B kitaplığında 283 numarasında ve E kitaplığının 896 numa-
rasında 4 el yazması kopyesi vardır.

3. Tercüme:
(Umumi s ıra numara s ı : 468 R kitaplığı ,
Özel sıra numarası: 1366)
Katalokta ş u açıklamalar vardır:
el-Ci ldü ' l-Evvel min Tarihi't-Taberl
Taberl'nin bu tercümesi; Hüseyin bin Sultan Ahmed Celayir tara-
fından Sasanl dev leti bakanlarından EbG Ali Muhammed bin Bel 'ami-
ye (ö lümü 352 hicri, 963 miladı) yazdırılan Farsça tercümes inden
Türkçe'ye çevr ilmi şt ir.
Bu eseri n ayrıca iki yazması daha vardır ki; biri R. kitaplığının
1368, diğeri, R 1370 numaralarında olmak üzere iki kopya s ı vardır.
Bunlardan başka, aynı kitaplıklarda yarım kalmış bir kaç Taberi
tercümesi bulunmaktadır.
Sen bil ki yıldızlara bakanlar ve kalem ehli, AristotalesO ) Bukrat
(Hipokrat),(2) ve geri kalan usturlap bilginleri(3) şöyle demişlerdi;
- Hak Sübhanehu ve Tealii Ay ' ı , Güneş'i ve geri kalan yıldızları
yoktan var etti . Bunların her birisi şu derecede oldu ki, gökbilginleri
şimdiki zamanda o makamdaki yıldızları onların şereflerine bağlamış­
lardır.

Şöyle ki:
1- Zuhal (Satürn) gezen yıldızı (seyyaresi); Mizan (terazi) yıldız
kümesindeydi ve 27'nci derecesindeydi.

(1) Aristotalis: Eski Yun::ın feylesofu.


(2) 13ukrat: Doktorluğun babası say ıl a n eski Yunanlı hekim .
(3) Usturlap: Yerle göğün birlqtiği yerin li zeri nık, ufukta yıldızların yerlerini bulmak ve
yliksd<liklerini ö lçmek için kull::ınılan fı let.
8 Tarih-i Taberi

2 - Müşteri gezegeni; Seretan (Yengeç) yıldız kümesinin onbeşin­


ci derecesindeydi.
3 - Merih gezegeni; Cediy (Oğlak) yıldız kümesinin yirmi seki-
zinci derecesindeydi.
4 - Güneş te Hamel (Kuzu) yıldız kümesinin ondokuzuncu dere-
cesindeydi.
5 - Zühre<*) gezegeni de (HGt) yani (Büyük Balık) burcunun Yıl­
dız kümesinin 27'inci derecesindeydi.
6 - Utarit gezegeni (merkür veya Hermes) de Sünbüle (Başak)
yıldız kümesinin 15 . derecesindeydi .

7 - Kamer (Ay) de, Sevr (Öküz) yıldız - kümesinin üçüncü derece-


sindeydi.
Rivayet ediciler şöyle derler:
- O varlıkta bu yıldızlar adını andığımız yıldız kümelerinde
(burçlarda) Hak Sübhfınehu Tefılfı 'dan güneşin çevresinde dolaşmağa ,
seyretmeğe emrolununca, bu usul üze re karar kıldılar. Böyle bir sey -
redişe emir geldiğinden beri de onlar bu dolaşışa başladılar. Öyle ki o
vakte kadar bu tertip yolunda dolaşmalarına hiç bir kez ne bir uyuş ­
ma, ne de bir ittifak ortaya çıkmamıştı.
İdris peygamber (sallfıllahu ale yhi ve sellem)'den yıldızlar için
şöyle rivayet edilir ki, Allahü TeJlii iki şahıs yarattı. Kuzu , Sığır (Bo -
ğa) - Bitişik Kardeşler (Cevza) hükümlerinde bütün afetlerden, musi-
betlerden korudu, muhafaza etti ve bundan sonra o kişiler yere indiler.
3000 yıl dünyada yaşadılar. Hiç bir zamanda bir hastalık ve bir afet
görmediler. Bu 3.000 yıl Yengeç (Seretan) ve Arslan (Esed), ve Başak
sünbile yıldız kümeleriyle ilgiliydi. Yakta ki senenin talii Mizan (Te-
razi) burcuna düştü, olaylar ve belalar meydana geldi. Üzüntüler,
gamlar, kuruntular arttı. En sonunda bu şahıslar yok oldu. Ondan son-
ra KeyGmers belirdi, zahir oldu.
Rivayete göre KeyGmers Adem ( a.s.)'dı. Yeryüzü'nde nebatların
madenlerin ve suların padişahı oldu. Bu şundan ötürüydü ki, ortada
bunlardan başka bir şey yoktu. Bu zamandan otuz yıl önce Güneş ile

(*) Zühre' yç lı ::ı lk di lindc, çoban veya k ..: rv aıı y ıldı z ı d ..: ııir.
Tarih-i Taberi 9

Mü ş te ri y ıldızı Hamel (Kuzu) burcundaydı ve AY <.la akrep burcunda


bulunuyordu. Zuhal (Satürn) gezegeni de M1zan (terazi ) burcundaydı.
Merih (Mars) ise Cediy (Oğlak) Burc unday<.lı. Zühre (Çoban yıldızı )
il e Utarit (Merkür) Büyük Balık de<.li ğ imiz Hut burcund aydı. Bu yıl­
<.lızl a rın hepsi şe re fte ydi , ünlüydü . Şimdi ş eref derecesinden çıkmış ­
l a rdı.

Nitekim anlatıldı. Hiç kimse bilmez ki anlattığımız yerler<.le bir


<.l aha ne zaman sakin olurlar ve hepsi ne vakit bir kere ol sun şerefleri
derecesine gelirler. Bu, Allahü Tefil a' nın h e rşeyi çevirip kaplayan bil-
gisine bırakılmı ş tır.
Nitekim Yüce Kur 'an 'da şöy l e buyurulur:
"Göklerde ve Yerde Gayb ' ı Allah'tan başka kimse bilmez."
(Neml sures i, 5.yet: 65)
İbni Mukaffi ile Firdevs-i tusi Ş e hn a me's in<.le ş öyle buyurur:
- Auem (a.s.) dün yaya ge ldi ğ ind e n ta bizim peyga mberimi z
aleyhi sselatü vesellem za m a nın a kadar 6003 yıl geç mi ş tir (kimileri de
geçen zaman 5900 yı ldır , derl er.) Ri vayet olunur ki , ilk önce dün yaya
gele n ki ş i Adem (a.s . )' dı O ' na Keyumers <.l edil er. Muhammed bin
Cehm-i Bermekl ve İbn - i Yerdi ve İbn- i Sahavi böyl e derler ve Beh-
ran bin Ş e hrfib- ı İs fah fı nl ve Ha ş im ve Kas ım - ı İsfahanl de kitapl a rın­
da böyle derler.
Sfisfi nilerde n Mu sa bin İ s fi-i Hüsrevi ve Parsani ya, Fars kitapla-
rında ş öyl e de mişl erdir :

-Yezt.l -i Cerd ' in Mubetleri(*) ve Şabud ' un mube tleri, o din


bilginle ri ve bunlardan sonra gelecekl erin hepsi söz birliği etmi ş l e rdir
ki , Adem (a.s.) bu zamana gelinceye kadar geçen zaman zikrettiğimiz
kadardır ki, zikretmekteyiz. Bu anlattı ğ ımız tarihleri Dihkanlar 'dan
ö ğrenm ekteyiz. Çünkü pat.li ş ahlık önceleri onların elindeydi. Yılların
artığını, ek s iğini onlar bilirlerdi ? Çünkü o zamanlar millet ve din ehli-
nin adet ve ayini o kadar be lirl e nmi ş , karar altına alınmamıştı ve bir
peygamber ile bir peygamber ve bir padişah ile bir padişah arasında
geçen zaman uzun olurdu. Nitekim Adem (a .s.) <.lan Nuh (a.s.)'a ve
Nuh 'tan İbrahim (a.s.)' a varın caya dek ve ondan Mı1 sa'ya , Musa'dan

(*) İra nlı hü k iinı tl:ır. M fı bed: A te~e t :ı pa n ları ıı ba~ka n ı, fi lozofu .
10 Tarih-i Taberi

İsa'ya ve İsa'dan Muhammed Mustafa (s.a.v.)'e kadar herbirisi önce


şeriat hükümlerini ortadan kaldırıp ayrı bir şeriat gösterdiler. Bu tarih
ilminin yararı, faydası şudur ki her devrin sahibinin zamanının ne ka-
dar sürdüğü, devam ettiği bilinmiştir. Kimileri:
- Dünya vardı, Adem yoktu! derler.
Kimileri:
- Adem vardı, p;:ıdişah yoktu . KeyGmers 'ten sonra, 170 yıl bu ci-
hana padişah gelmedi . Padişahlar meydana çıkıp meşhur olmazlardı.
İlk padişahlık Pistat l arındı. Lakin dört kez ellerinden gitti. Kimse on-
ların zamamn sayısını bilmez.

Kimileri de şöyle demişlerdir :

- Allahü Teala 'nın yarnttığı ilk kim se, bir kişi ve bir sığırdı.
KeyGmers demenin manası, anlamı Ja: (Hayy canlı-diri) söyleyici ve
ölücü) demektir. Ona Key-kCıh (*) da denilirdi. Dünya o zaman onun
elindeydi . Key-kGh, o zamanlar bir dağ mağarasında yaşıyordu. Key-
Şah demektir. Key-kGh da d;:ı ğ padişahı demektir. Key-kGh dünyada
otuz yıl yalnız başına yaşadı. Ondan so nra öldü. Arkasından nice nice
katre su yer yarığına döküldü . O s u 40 yıl o yerde kaldı. Ondan sonra
iki şey birden Adem şeklinde çıktı. Onlarda büyüdüler. Ta elli yıla ka-
dar insan şeklinde ve biçiminde iki ağaç oldular. Biri erkek, biri dişi
idi. Biribiri ile birleştiler, bir araya geldiler. Onlardan evlat ve torunlar
üredi. Onlar meşi ve meşaya, mü slümanlarsa Adem ve Havva dediler.
Bütün bu dünya halkı onların çocuklarıdır! dediler.
Kimileri:
- Bu dünyanın geçireceği zaman, ta kıyamete kadar Allahü
Teala'nın biçtiği vade 9.000 yıldır demişlerdir. Kimileri de:
- Adem (a.s.) ile Havva Uçmak'ta (Cennet'te) 3000 yıl oturdu-
lar. Ondan sonra Yer'e indiler. Üzerlerinden 3000 yıl daha geçti. On-
lara hiç bir elem ve afet erişmedi. Bundan so nra rüzgarların şiddeti ve
Ehremen(*J Adem oğullarında tesirli oldu.

(*) Kl.!y-klılı: Yüce hakan, büyük şalı dl.!nwktir. l'adi ~a lıbr padi şah ı mana s ındadır. İranın
Kl.!iiniyan hükümdarlarından olanların p ;ıyl.! VI.! Unvanıdır. Kl.!y- Illisrl.!v, Kl.!y -k ubad, Kl.!y-
kiivus g ibi.
(*) Ehrl.!nıl.!n: Ateşi.! tapanların in;ıııdık l arı klitüllik kay n:.ı ğı Şl.!y tan iblis.
Tarih-i Taberi 11

Yahudiler Tevrat'ta şöyle derler:


-Adem (a.s.) zamanından ta Hazret-i Muhammed'in Mekke'den
hicretine, göçüne kadar 4040 yıl ve üç ay geçmiştir.
Nasraniler de İncil' l erinde şu rivayette bulunurlar:
-Ade m (a .s.) zamanından ta Muhammed (s.a.v.)'in doğmasına
kadar 5172 yıl geçti.
Abdullah bin Abbas'tan (Allah ondan razı olsun) şöyle rivayet et-
miştir:

- Adem (a.s.).'dan ta Nuh 'a kadar 2256 yıl idi . Tufandan İb.rahim
peygember (a.s.) zamanıııa kadar da 1079 yıl geçmişti. İbrahim pey-
gamber (a.s.) 'dan Musa (a .s.) çağına kadarki zaman 565 yıldı ve
Musa (a.s.)'dan ta Süleyman (a.s.)'ın Beytü'l-Mukaddesi bina eyledi-
ği zamana kadar da 536 yıl geçti. Davud (a.s.)'dan Zülkarneyn zama-
nına gelinceye kadar 796 yıl geçti. İskender-i Zulkarneynden İsa (a.s .)
zamanına kadar geçen zaman ise 369 yıldı ve İsa (a.s.) zamanından
Hazret- i Muhammed (s .a.v.) zamanına gelinceye kadar da 551 yıl
geçti .
Ye halkın avam kı s mı da :
- İsa (a.s.) ile bizim peygamberimiz arasında hiçbir peygamber
ge lmedi derlersede bu söz doğru değildir. Doğru söz şudur ki, Hak
Teala Kur'an-ı Kerim 'de şöy l e buyurmuştur:
"Biz o zaman (İsa'dan sonra) iki elçi (peygamber) gtindermiş­
tik de onlar bunları yalanlamışlardı. Üçüncü bir elçi ile de onları
güçlendirmiştik." (Yas in suresi, ayet:l 9)

Bu iki peygamber, Cercis peygamber ve Yunus bin Metta idi ki


kıssalarını -İnşaallahü teala- yerinde anlatacağız. Peygamber olmadı-
·' ğı müdde t içinde bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)
zamanına gelinceye kadar 434 yıl geçti. Bu devreye (Fetret zamanı)
denilir ve (Allahü Teala bu dünyanın ömrünü 7000 yıl takdir buyur-
muştur) denilir. Bu arada söylenti lerde, ayrı lık , gayrılık çıkmıştır.
12 Tarih-i Taberi

CİN VE ŞEYTANLARIN YARATILIŞ HALLERİ

Vehb.bin Münebbih (Allah ondan razı olsun) şöyle demiştir:


- Ben Peygamber (s .a.v.)'den işittim ki şöyle buyurdu: Yaratık­
lardan Allahü Teata'nın ilk yarattığı şey devlerdi ki onlara Cann der-
ler. Kumların sayısı kadardırlar. Onların oturduğu yer havada oldu.
Hak Teiila onları 7000 yıl bu ci hana hakim ve sahip kıldı. Bundan
sonra Hak Tefila Can'dan Cin'i yarattı ki iblis onlardandır. Leyya
bint-i Ravhan ve selsayil, C5ıın oğludur. İblis'in adı Süryani dilince
Azazil ve Arab dilinde Haris idi. İblis (Al lah 'ın laneti onun üzerine
olsun) evlendi. Bu evlenişten karınca, örümcek ve çekirge, kuş biçi-
minde sayısız ve hesap s ız ev lat doğdu. Bunlar, kırlarda ve dağlarda ki
koğuklarda, ormanlarda yollarda, viranelerde, fırınlarda, kuyularda,
küllüklerde, su yollarında otururdu . Sonra Cin kavmini Hak Teala
gökte oturttu . Onlara itaat etmeyi, ibad et ey lemeyi emir buyurdu ve
Hak Teaıa gökteki meleklere:
- Ben, diye buyurdu , iki konak, iki ev halkettim . Biri rahmetim-
dendir, biri s i de gazab ımdan , kızgınlığımdandır. İki sine de bakın.
O zaman m e lek ler de Ceh e nn e m 'e baktılar. Orada türlü türlü
azapları gördüler:

- Ya ilahi! diyerek so rdular. Bu evi se n kimler için yaptın? Kim-


ler için yarattın'?
O zam a n Hak Teala ' nın izni ile Cehennem cevap verdi ben , şu
inatçıkafirler için ki , Allahü Teala ' nın peygamberlerini ve kitaplarını
yalanlarlar! Melekler sonra Cennet'e baktılar. Oranın türlü sefalarını
gördüler. O zaman:
- Yarabbi! dediler. Bunları kimler için yarattın?

Hak Tefil5 meleklere cevap versin diye, Cennet 'e emirde bulun-
du . Sonra Cennet meleklere şu karşılığı verdi:
"Mü'minlcr felahı, kurtuluşu mutlaka bulmuşlardır. O
mü'minlcr ki, namazda huşu içindedirler." (Mü'minun suresi,
ayet: 1-2)
Sonra bu Mü'minlın s üres inin dokuzuncu ayetini sonuna kadar
okudu ki , bu ayetler mü ' minle ri vasfetmekteydi:
Tarih-i Taber 13
"O mü'minler ki, boş sözlerden yararsız şeylerden uzaktırlar.
Onlar zekatlarını verirler. Onlar şehvetlerini korurlar. Ancak eş­
lerine, sahip oldukları cariyelerine karşı olan ilişkileri bundan
uzaktır. Çünkü bu şeylerden kınanmazlar. O mü'minler emanet-
lerine ve sözlerine saygı gösterirler. Onlar namazlarını eksiksiz
sürdürürler." (Mü'mi nun suresi, ayet: 3-9)
Kur'an-ı Kerim bu mü'minler için şu müjdeyi vermiştir:
"İşte bu vasıfları olanlar mü' minlerin varisleri ki, onlar Fir-
devs Cennet'inin mirascısı olacaklar ve orada ebedi olarak kala-
caklardır." (Mü'minun suresi, ayet: 10-11)

Bundan sonra melekler, Hak Tealil.'nın bu yeni konaklama yerleri


için bir başka yaratık yaratacağını ve o güne kadar yaratılmış olanlar-
dan daha faziletli kılıp melekleri ona secde ettireceğini anladılar.
Vehb bin Münebbih der ki:
- Gökler; Yeryüzü 'ne karşı iftihar duyup:
- "Rabbiıniz, bizi senin üzerine üstün, yüce kıldı. Bizi meleklere
mesken eyledi. Arşı Kürsü'yü, Güne ş'i ve Ay'ı, yıldızları rahmet ha-
zinelerini bizde oturttu. Onları kudreti ile bizden indirdi." dediler.
Gök böyle söyleyince Yer de şöyle dedi :
- Ya İlahi! Beni suyun üstüne döşedin. Ağaçların, bitkilerin, ır­
makların damarlarını bende yarattın. Sırtımda dağları karar ettirdin,
yerli yerine koydun. O dağlarda türlü türlü bitkileri yarattın. Bunları
kimler için halkettin ki gök benim üstüme ululanıyor?
Yer, böyle deyince Hak Teala şöyle buyurdu :
- Ey yer! Sen sakin ol. Şikayet etme. Ben Halikim! Yaratıcı­
yım. Senin derinin üstünde, onun dış yüzünde eşi, benzeri olma-
yan, güzel bir suret yaratsam gerek. Ona akıl, anlayış gücü ve dil
verip her şeyin isim bilgisini, adını öğreteyim. Sözlerimi onlara
bildireyim. Senin içini, dışını onlarla doldurayım. Ey Arz! Ey
Yer! Sen de bununla Gök'ün üzerine göğsünü kabart.
Bundan sonra Can kavmi de Yeryüzüne inmeği Hak TeaJa'dan di-
leyip şöyle dediler:
- Yarabbi! Bizi Yeryüzüne indir.
14 Tarih-i Taberi

Hak Teilla da izin verdi. İbadet etmelerini buyurdu. Bunlardan ant


aldı.Cann 'lar bu ant gereğince Hakk'ın buyruklarına aykırı hareket
etmiyeceklerdi. Sonra yer toparlağına indiler. 70.000 kabile, boy ola-
rak nice müddet Cenab-ı Hak'ka ibadet ey lediler. Fakat bundan sonra
Hak yolundan ayrıldılar. Günaha girmeğe başladılar. İş böyle olunca
yer (Arz) bunlardan şikayetci oldu ve
- Yarabbi, dedi , benim üstümde bunlar gibi asiler olmaktansa
üstümü bomboş kılsan daha iyi, olur! dedi.
O zaman Hak Teala da Yer 'e vahiy yolu ile:
- Ey Yer! (Ey arz!) Sen saki n ol. Bunlardan peygamber göndere-
yim! diye buyurdu.
Kaab (Allah ondan razı olsun) der ki:
- En önceki nebi -ki Cann kavminden gönderilmişti- onun adı
Amir bin İmran 'dı. Onu öldürdüler. Sonra Saik bin Bfük peygambe r
gönderildi. Onu da öldürdüler. Bunlardan 800 nebi gönderildi. Sekiz
yüz yıl içinde de hep sini öldürdüler. Onlar vaktaki ResGllerini yalan-
ladılar. Hak Teala Cin oğullarına -ki İblis onlardandı- ş u buyruğu
verdi:
- Yeryüzüne inin , bu günahkarlarla savaş ın , kavga edip yeryü-
zünden bunları atınız, gideriniz! dedi. Günahkarları bir araya topladı.
Üstlerine Yüce Allah ateş gönderdi. Hepsini yaktı. İblis te Cin kavmi
ile yeryüzünde oturup Cenab-ı Hak 'ka ibadet eyledi. İblis'in ibadeti
bütün Cin kavminden fazlaydı. Bundan ötürü Hak Teala İblis'i dünya-
nın göğüne kaldırdı. İbadetinin çokluğundan dolayı da onu ikinci gö-
ğe yükseltti. İblis, orada da nice ibadetlerde bulundu. Bu ibadetinden
ötürü de ta yedinci göğe kaldırıldı. Ondan sonra, İblis, 3000 yıl Cen-
netin hazini yani muhafızı, bekçisi oldu. Fakat cin tayfası da Allahü
Tefüa'ya isyan etti. Allahü Tefüfı'da onları azledip, Arz'ın yüzünü pe-
rilere verdi. Onlarda 5.000 yıl cihana hükmettiler, egemenlik yaptılar:
Onlarda azledildi . Yeryüzü meleklere verildi. Onlarda 5.000 yıl
hükmettiler. Onların ulusu Cann'dı. Sonra Cann kavınide sürüldü. İb­
lis oraya gönderildi . Allahü Teala onları fesattan yasaklasın diye İb­
lis'i onlara ulu kıldı. İblis, Cann kavmini sürünce, kendisi bu cihana
padişah oldu. Gönlüne kendisini beğenmişlik geldi ve:
Tarih-i Taber 15

- Benim gibi kim ola bilir ki dilersem Gökte, dilersem Yerde


olurum! Hemde bunca melekler benim hükmüm altındadır! dedi. Fa-
kat, Allahü Teala onun gönlünde olanı biliyordu. Adem (a.s.)'ı yarattı.
Bu dünyayı Adem (a.s.)'a ve evlatlarına sundu. İblis'e de lanet kıldı.
Onu dergahından sürdü, koğdu.
Ve yine Vehb bin münebbih (Allah ondan razı olsun) şöyle haber
vermiştir:

- Davud (a.s.)'a sordular. (Bize haber ver, kıyamet ne zaman ko-


par? dediler. Davud (a.s.) da:
- Bunu Allahü Teala bilir! ondan başkası bilmez! dedi. Yahudi-
ler çok ısrar ettiler, diremliler.
O zaman Davud (a.s.):
- Allahü Tefila bir şe hir yaratmıştır. On iki kez on iki fersah
uzunluğu vardır. O şehirde 12.000 köşk ve saray vardır. Her bir köşk­
te 12.000 ev saray vardır. Her bir köşkte 12.000 ev vardır. Hardal ta-
nesi ile <lop doludur. Hak Tea la bir kuş yaratmıştır. O kuşa da bu har-
dal tanelerini rızık etmiştir. Şöyle de takdir buyurmuştur ki, o kuş her
gün bir tane hardal yiyecektir. Bu taneler ne zaman biterse kıyamet b
zaman kopacaktır. Ama bu hardal tanelerinin ne zaman biteceğini Al-
lahü Teiila 'dan ba ş ka kimse bilemez. Eğer bir kişinin bilmesi gerekir-
se bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ın bilmesi ge-
rekti. Çünkü varlıkların, yaratıkların en kusursuzu, en üstünü odur.
Ben bu sözleri halk bilsin diye açıkladım. Ancak gerçeğini Allahü
Teala ' dan başka kimse bilmez.

Tarih-i Taberi'yi Farsça'dan Türkçe'ye Çeviren


Hüsameddin Çelcbi'nin Önsözü

O yüce Allah'a şükürler olsun ki, bu yaratıkları, yoktan var eyledi


ve bu zayıf kullarını iman ehli kıldı ve ibadete, taate yararlı eyledi.
Hem de salat ve selam o yaratılanların seyyidi, efendisi olan
ResUlümüz üzerine olsun ki hak dini, doğru ve gerçek dini açıkladı ve
hem de salat ve selam O'nun sahabeleri üzerine olsun ki onun aşkına,
O'nun yoluna can ve mallarını dağıtıp saçtılar.
16 Tarih-i Taberi

Ve sonra, bu fakir derimki:


- O din bilginleri o alemlerin öncüsü, fazıl kişilerin büyüğü,
ulukişisi Ebfı cafcr Muhammed bin Cerir et-Taberi ki.

Hak Teala onu rahmetinin denizinde yıkasın ki Büyük tefsirin sa-


hibidir. Taberi Tarihi demekle şöhret bulan kitabı yazdı ve bu dere-
cede güzel, garip olayları orada yazdı. Fakat Arapça dil ile yazıldığın­
dan ve halkın çoğu ondan yararlanamadığından ötürü, onu bir aziz
Farsça'ya çevirmiştir. Bu fakirde- Arapça ve acemce bilmeyenlere ko-
laylık olsun diye, Allahü Tealfi'nın fadl ve inayetiyle Türkçeye çevir-
dim. Elden geldikçe de zikrolunan Ayetleri ve Hadis-i Şerlfleri açıkla­
dım. Ümidim şudur ki, bu kitaptan faydalanan aziz kişiler bu fakiri
hayr ile anarlar. Allahü Teala okuyanlara yardım etsin ve muratlarına
erdirsin. Amin .. .
Hüsameddin Çelebi
Tarih-i Taberi 17

ALLAHÜ TEALA
BU KAİNA Ti NİÇİN YARATTI?

Bu söz, Hak Sübhfinehu Tefila'nın, ihtiyacı yok iken, bu kainatı


niçin yarattığının beyanındadır. Sen bil (Gil) ki Allahü Teaıa, bu ya-
rattıklarının, kendisine ibadet etmelerini buyurmuş, onları denemek,
sınamak için yaratmıştır. Onların ellerine (Cüz'i ihtiyar), küçük birse-
çim hakkı vermiştir. Bunlardan:
- Kim ibadet eder? kim etmez?
- Kimden ibadet, kimden isyan gelir? Bunların hepsini kadim il-
miyle bilirdi. Lakin Allah'ın hikmeti, bunlar, gayb aleminden sedet
alemine, görünen dünyaya getirmesi, kudretinin kemalini göstermesi
iktiza etti. Bunlardan zahir olan, görünen şeyler kadim ilminde mev-
cuttu. Nitekim Hak Teaıa Kur'an-ı Ker'im'inde şöyle buyurmaktadır:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye ya-
rattım. Ne buyurursam onu işlesinler. Ben onlardan rızık ummu-
yorum. Onlara rızık veren benim. Güç ve kuvvet sahibi olan
Allahtır." (Zariat suresi, ayet: 55-57)

Ve yine Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

- Onların taat ve ibadetinden benim mülkümden hiç birşey


artmaz. Eğer onları ben yaratmasaydım, bana hiç ziyan yoktu ve
şimdi ki yarattığım, eğer ibadet etmeyip, buyruğumu tutmazlarsa
bana hiç bir ziyan erişmez. Eğer itaatlı olurlarsa benim saltana-
tıından hiç birşey artmaz, fazlalaşmaz.

Ve bir ayette Allahü Tefila şöy le buyurdu:


11
Eğer
inkar ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnidir. Kul-
ların ın inkarından hoşnud olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoş­
nud olur. 11 (Zümer suresi, ayet: 7)
Eğer Allahü Teala bu cihanı yaratmasayd~. O'na yararsızlığı, ziya-
nı yoktu ve şimdi ki yarattıklarından O'na hiçbir fayda gelmez. O'nun
mülkünde ve padişahlığında hiçbir şey artmaz. Allahü Teiila, önceci-
han, sonra da cihan halkını yarattı. Yaratılanlar, O'nun ibretlerini ve
kudretlerini görsün diye onlara göz verdi. İlmini, hikmetini de işitsin­
ler diye kulak verdi. Yine Allahü Teala buyuruyor ki:
18 Tarih-i Taberi

- İşte biz bu alametleri, nişanleri (ayetleri) gösteriyoruz. O


kişiler ki benden başka hiç kimsenin elinden bunları yaratmak
gelmediğini bilirler.

Allahü Teala bu nimetler ve halkı yarattıktan sonra o nimeti yarat-


tıklarına verdi. Onlara şükretmeyi buyurdu. Şöyle dedi:

"Ben size büyük nimetler verdim. Eğer şükrederseniz (onları)


artırırım. Eğer şükretmezseniz ve nankürlük ederseniz, benim
hışmım ve azabım şükretmeyenlere, küfran edenlere son derecede
şiddetlidir." (İbrahim suresi, ayet: 7)

Bilinmeli ki , her kim nimet hakkını bilir ve şükürde bulunursa ,


Allahü Tealii bu dünyada o kişinin nimetini artırır. Bu dünyadan gö-
çünce de öteki cihanın nimetleri ne ula ş tırır. O kişiyi, her zaman, ni-
met içinde tutar. Fakat kim ki şükrünü yerine getirmezse, nankörlük
ederse bu cihanda onu nimette, ama kıyamette o kişiyi , azaba uğratır.
Allah bizi bu azaptan korusun .
Ben bu kitapda beyan ederim ki, Allahü Teala bu cihanı yarattığı
zaman önce kimi ve neyi yarattı ve ben i şte bu kitapta Adem (a.s.)'ın
zamanından bu vakte kadar herbir peygamberi ve her ümmeti, her pa-
dişahı, herbirinin devrini , siyret ve ahlakının ne yolda olduğunu anlat-
maktayım. Bunlardan kim Allahü Tealii'ya ş ükretti, kim nankörlük et-
ti, Allahü Teala da kafirlere ne yaptı, onları ne yolda ortadan kaldm.lı,
şükredenlere ne mükfifaat verdi , açıklamakta, bildirmekteyim. Sen de
bilmelisin ki, Allahü Tealii her ne yaptı ise adaletle yaptı. O zulümden
ırak ve münezzehtir. Hemde bilmelisin ki, bu cihan ve mahlukatı, sa-
lih kişileri zalim kişilerden ve iyi kişileri kötülerden seçile ve her biri-
sine cezasını vere. İyilik edene iyi lik ve kötülük edene kötülük eder.
Nitekim Kur 'fin'da şöyle buyurulur:
"Gökte ve Yer'cle bulunanların hepsi Allah'ınclır. Allah, kötü-
lük yapan kişilere kötülüğünün karşılığını verir. İyi davranıp ta
kötülükten uzaklaşan kişilere ele daha daha güzeliyle mükafat ve-
recektir." (Necm suresi, ayet: 31)
Tarih-i Taberi 19

BU DÜNYANIN KADERİ NE KADARDIR?


Bu söz, bu dünyamn öncesi ne kadar, sonrası ne kadardır? kaderi-
ni miktarını bildirir.
Sen bil ki, Allahü Teala bu dünyanın kaderini, nasibini 7.000 yıl
koymuştur. Dünyaya temel kurulduğu zaman şu düzen üzerine kurul-
du ki, dünya yine harap olacak, Kıyamet 'e kadar aralığı 7.000 yıl ola-
ca ktır.

Bizim peygamberimiz Muhammed Mu stafa (s.a.v.) dünyaya gel-


diği zaman bu cihanın kurulmasından altı bin yıl ile birkaç yıl geçmiş­
ti. Bu rivayete göre Kıyam etin kopmasına 1000 yıldan kısa bir zaman
kalmıştır. Ama ne kadar kaldığını da gerçeğiyle bilip din bilginlerin-
den hiç kimse haber vermedi. O demlerde bu zamanın ne kadarı
geçmişti, ne kadarı kalmıştı, belli olarak bilinmedi. Her kişi bu yolda
bir çok haber verdi. Yahudiler dediler ki:
- Biz Tevrat'ta görmüşüzdür ki, Hazret-i Muhammed (s.a.v.)
dünyaya geldiği zama n bu dünyada 6200 yılı birkaç y ıl geçmiş ti . Nas-
ranilerse şöyle demektedirler:
- Muhammed (s.a.v.) dünyaya geldiği vakit, bu ci handa geçen
zaman, 6300 y ıldan bir kaç yıl fazlaydı.
Feylesof Sokrat ve başka es ki Yunan bilginleri şöy le demi ş l erdir.

- Dünyanın çarkı dönmeğe başlayalıdan beri ve kendi zama-


mımza gelinceye kadar 500.000 (Beşyüzbin) yıldan bir kaç sene
geçmişti.(*)

Bu anlaşmazlıklar bilginler arasında olmuştur ve kıyamet günü bi-


linmediğinden ötürü ortaya çıkmıştır. Eğer kıyametin kopacağı günü
bilmiş olsalardı, Muhammed (s.a.v.) dünyaya geldiği vakitte de ciha-
nın kaçyıl geçmiş, ve kaç yılı kalmıştır muhakkak bilirlerdi. Ama
Kıyamet 'i n ne gün kopacağını Hak Teala kimseye bildirmemiştir.
Çünkü beş türlü şey vardır ki din bilgileri arasında ona (Mugayye batı
hamse) yani B eş gaip şey denir. O beş şey beş duygu ile belli olmaz.
Onları Allahü Teala kendi hazinesinde saklamış, gizlemiştir veliler-

(*) Ş imdiki jeologlar (yer ilmi bilginkri) bu rak::ı ını milyonlar üstüne çıkarmaktadırlar.
20 Tarih-i Taberi

den kimseye bildirmemi ş tir. O beş gizliliğin birincisi Kıyamet Gü-


nü'dür.
Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim de şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru


O indirir. Rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarm ne kazanaca-
ğını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz
bilendir. Ner şeyden haberdardır." (Lokman suresi, ayet: 34)
Bunların hepsinin bilgi si Allahü Teaıa katındadır. Allahtan başka
kimse bu beş türlü sırra vakıf değildir.
Haberde şöyle gelmiştir ki , Ahir Zaman Peygamberi (s.a.v.)
kendisine peygamberlik eriştiği zaman Mekke halkını İslam dinine
çağırdı ve:

- Ben Hak Teal5.'mn peygamberiyim! Bana Kur'an indi . O, Hak


Teala'nın sözüdür. Bilin ki sizin dininiz batıldır. Benim dinime dö-
nün. Kur'an'a inanın ve benim p eyga mberliğime iman getirin! dedi .
Bu söz Mekke kafirlerinin çok gücüne gitti. Dinlerine Batıl denilme-
sinden arlandılar. Elbirliği edip Hazre t-i Muhammed (s.a.v.)'in üzeri-
ne yürüdüler ve şöyle dediler:
- Haşa! ey Muhammed! Sen yalancı bir kişi s in. Bu Kur'an diye-
rek okuduğun da kendi sözündür. Sen bunları kendiliğinden söylüyor-
sun. Bu Allah sözü değildir.
Hazret-i Muhammed (s .a.v.) de:
- Ey kafirler, dedi . Ben sizin aranızda büyüdüm. Kimseden oku-
ma öğrenmedim . Bu söz eğer benim sözüm ise, sizde buna benzer söz
getirin, görelim. Eğer getiremezseniz Allah' ın gazabından, kızgınlı­
ğından korkunuz. Eğer getirirseniz Allah 'ın hışmından korkmak ge-
reksiz, Kur'an'a inanmak gereksiz ve bana iman getirmek gereksizdir!
dedi. Kureyş kafirleri, Mekke'nin kfifirleriyle söz birliği edip bir araya
geldiler, ne kadar çalıştılarsa da Kur 'an 'a benzer bir söz söylemeğe
aciz-yoksun kaldılar .
Nitekim Kur'an'da şöyle bu y urulmuştur :

"Eğer, bizim kulumuzun üzerine indirdiğimiz Kur'an'dan


şüphe ederseniz, siz de ona benzer bir sure getirin. Eğer bu sözü-
nüzde gerçek olursanız varın, Allahü Tcata'yı bırakıp tanrı diye
taptığınız putlardan yardım isteyin." (Bakara suresi ayet: 23)
Tarih-i Taberi 21

V akta ki Mekkeli kafirler bu sözden aciz kalınca Mekke eşrafın­


dan Ebucehil ve Velid bin Muğiyre gayrete düştüler. Çünkü önceler-
den bizim Peygamberimiz ile Ebu Cehl arasında bir şey vardı. Bundan
ötürü kafirler bir araya geldiler. Biri birlerine danışıp konuştular ve:
- Mademki Muh ammed bizimle tartışmaya girdi, bahse tutuştu ,
M edi ne ulularına adam gönderelim. Çünkü orada yahudiler çoktur.
Tevratın içinden zor sorular çıkaralım, Muhammed 'e soralım. Biz de
onu cevap vermekte aciz hale getirelim! Kavgasından vaz geçirelim!
dediler. Bu söz birliği ile Velid ve Ebu Cehil (Aleyhillane) yerlerin-
den kalktılar. Nice adamları kendilerine uydurdular. Medine'ye gelen
kafirlere Muhammed'in halini bildirdiler. Onu peygamberlik davası
edip, kuranla kendilerini zebun ettiğini söylediler. Hayberli yahudilere
ve Kurayza kabilesi Yahudilerine ve Yadiy'ül-Kura Yahudilerine de
elçiler gönderdiler. Onları topladılar, bir araya getirdiler. Ebu Cehil
onlara şöyle dedi:
- İçimizden biri ç1ktı. Adına Muhammed diyorlar. Peyga mberlik
davası ediyor. "Benim dinimden başka dinler batıldır!" diyerek bi-
zi kendi dinine çağırıyor ve kendi tanrısının sözleridir, diyerek acayıp
sözler söylüyor.Bizi onlara benzer söz söy l emed iğimizden ötürü acze
düşürdü. İşte bundan ötürü size baş vurduk! Size gökten kitap inmiş­
tir. bize inmemiştir. O kitabınıza bakın, Muhammedin sorularından
daha zor sorular çıkarın. Bize öğretin. Biz de varalım . O soruları Mu-
hammed'e sora lım . Biz de onu aciz kılalım ve kendisini o davasından
vaz geçirtelim! dediler.
Böylece o yahudi bilginleri bir araya geldiler. Tevrat'ı baştan başa
karıştırdılar,
okudular. Tevrat'ın içerisinden yirmi sekiz mesele çıkar­
dılar. Ebu Cehil 'eve yanındaki kafirlere o soruları öğrettiler. sonra:

- Yarın, bu soruları ben peygamberim diyen kimseye sorun! de-


diler. Eğer karşılık verebilirse, sözüne inanın ki Hak Peygamber'dir.
Çünkü peygamber olmayan hiç bir kişi bu sorulara cevap veremez.
Çünkü cevap vermezse rüsvay olur. O sözlerinden vaz geçer. Siz de
artık tekin olabilirsiniz :

Ebu Cehil:
- Hoş söylediniz! Ama bu sorulara hiç kimse cevap verecek du-
rumda değildir. Fakat bizim bir zorluğumuz var, dedi yahudiler:
22 Tarih-i Taberi

- Nedir O? diye sordular.


EbG Cehil de:
- O Muhammed dediğimiz kişi her sözün kolayı:ıı bilen kişidir.
Eğer kendi aklına göre, kendi zannına göre bir cevap vermek isterse,
biz Tevrat'taki soruların cevabının ne olduğunu bilmeyiz.
- Cevap bu değildir! diye onu nasıl bileceğiz? Yapılacak iş şudur
ki,bizim yanımıza son derecede iyi bilgili kişilerinizden bir kaç kişi
verinki Muhammed cevap vermek isteyince:
- Cevap, bu değildir. Yalan söyledin! diyerek gülüp gürültü çı­
karalım. Muhammed ' i bu suretle s usturalım! dediler. Ebu Cehil'in bu
sözünü çok güzel buldular. Yahudilerin bilgili kişilerinden beş kişi
seçtiler ki, o zamanda Yahudilerin içinde o beş kişiden daha bilgin
kimse yoktu. Birinin adına Eş'ab oğlu Malik derlerdi . İkincisinin adı,
Hafi oğlu Kaab ' dı. Üçüncüsünün aduıa Saad oğlu Esves denirdi .
Dördüncüsü: Enap adında biriydi ve beşincisi de onun oğlu Kuds'tü.
Yahudiler bu be ş kişiyi seçtikten so nra :
- Aramızda bunlardan daha bi lgili kimse yokt ur! Y a rın , so rul a rı ­
nızı sorun. Cevap verdiğinde , eğer yanlış cevap verirse;

- Cevap bu değildir! desinler ve eğer cevap verebilirse:


- O gerçek peygamberdir, inanın ve o 28 sorun un Birincisi ş u -
dur : dediler, sorun o Muhammed'e ki (Ben O'nun peygamberiyim.)
dediği Allah 'ın s ıfatı nicedir?

- İkinci soruyu Muhammed'den soru n ki, Allah ne iştedir? Ne iş


yapar?
- Üçüncü soruyu sorun ki , Allahü Teala bu cihanı kaç günde ya-
ratmıştır? Ye ne kadar zaman geçince harap olacaktır?

Eğer bu sorulara cevap verirse ona şu Dürdüncü soruyu sorun:


- Bu göklerin adedi kaçtır? Ye Hak Teala Arş 'ı, Ki.irsi 'yi Levh 'i
ve Kalem'i neden yarattı? Bu yı ldızl arın sayısı kaçtır? Yürüyenin, yü-
rümeyip duranı kaçtır? Ve her yıldız hangi Felek'tedir? Yürüyüşleri
nicedir? Onlardan ademoğluna ne gibi şey meydana gelir. Duran yıl­
dızların işleri ne<lir? Ye yürüyenlerin işl e ri nedir?

- Ona ş u Beşinci soruyu sorun ki Hak Teala bu Ay'ı, bu Güne ş'i


Tarih-i Taberi 23

ve yıldızları ne gibi bir nesneden yaratmıştır? Sonra bunları nereye


götürür hem bunlar ki dolanırlar, nereye giderler? Duracak yerleri ne-
rededir? Ve yine ne yolda doğarlar?
Ona Altıncı
soruyu da sorun ki, Kıyamet ne zaman kopacaktır?
Bu Cihanın ne kadar vakti geçmiştir ve ne kadar vakti kalmıştır. Ye-
dinci soruyu da şöyle sorun ki, Kafdağı nice bir dağdır ve nerededir?
Hak Tefila o dağı niçin yaratmıştır?
Sekizinci soruyu da sorun ki Ceblesa ve Cebleka ne nesnedir? ve
nerededir? Orada olan yaratıkların sıfatları nedir? Bunlar ne din tutar-
lar? Yedikleri, içtikleri nedir? Kendilerinin halleri ve dirlikleri nasıl­
dır? Dokuzuncu soruyu da ona sorun ki şudur

- Ye'cüc ve Me'cüc ne gibi kişilerdir? Nerede otururlar? Ne din


tutarlar? Ne vakit çıkarlar? Bunlar ne yerler, ne içerler? Sıfatları ve
dirlikleri, yaşayışları nasıldır? O seddi ki İskender-i Zülkarneyn yap-
mıştır? Onunla Ademoğlu 'nun aralığı ne kadardır? O Zülkarneyn 'in
dedikleri nedir? ve onun işi ne idi? ve o ne zamanda gelmiştir?
Onuncu soruyu sorun ona ki, Ashab-ı Kehf kimlerdir? Onlar kaç
kişidir?Ye ne zamanda gelmişlerdir? Ne dinde idiler?
Onbirinci soruyu da sorun ki, Ashab-il UhdGt (yerden çıkan As-
hab) kimlerdir? Bunların dini ne dindir? ve ne zaman gelmişlerdir?
Onikinci soruyu ona sorun ki, Ruh nedir? Ruhun yaratılması na-
sıldır?

On üçüncü soru budur ki, Hak Tefüa 'nın yeryüzüne gelen Pey-
gamberi kaçtır? Onların gönderilmişleri ne kadardır? ve kaç peygam-
berle Allahü Tefila ölüyü diri kılmıştır? O dirilenler de kimdir?
Ondördüncü soruyu da sorun ki demir kimin e linde hamur gibi
yumuşak bir hale gelirdi? ne dilerse ondan yapardı?

Onbeşinci soruyu ona sorun ki, RGy-ı Revan Çeşmesi hangi kişi­
nindir? Yani erimiş tunç ki su gibi akardı. O kişi o akar tunçtan bir
şehristan yaptı ki o şehristan nerededir ve kimin elindedir? Onda olan
acaiplik ne gibi şeydir?
Onaltıncı soru da şudur: Bu Cihanda Hak Teala ile ortaklık dava-
sı eden kimdir? ve o kişi yüce Allah'ın Uçmağına (Cennetine) benzer
ı.:r:mak yapmıştır. O nasıldır? ve nerededir? ..
24 Tarih-i Taberi

Onyedinci soru: O Muhammed'e sorun ki, bir yüzük taşına yazı­


lan on söz nedir? Hak Tealii o yüzüğü Dfivud peygambere göndermiş­
ti. Oğullarından bu on söze hangisi cevap verebilirse, o, mürsel, gön-
derilmiş peygamberdir! diye haber verdi! Ve

- Yeryüzün'de ne kadar kişi varsa onu buyruğuna baş eğecektir!


dedi bu sorulara on çocuğundan Süleyman 'a (Peygamber) cevap ver-
mişti. Ondan ötürü de dünyaya padişah olmuştu. O on söz ne sözler-
di?
Onsekizinci yi de sorun ona ki Davud oğlu Süleyman (a.s.)'ın
kabri nerededir? Ye Adem oğullarından onun çağına yetişen kimdir?
Ondokuzuncu soru da şudur: Yeryüzünde ilk yapılan ev nedir?
Nerededir?
Yirminci soru:Dünyada ilk kan akıtan kimdir? Ye ilk günah işle­
yen kimdir?
Yirmi birinci soru: Ona sorun ki yeryüzünde, ateşe ilk tapmanın
temelini kim attı?

Yirmi ikinci soru: Puta tapmak kimden kaldı? yeryüzünde puta


ilk tapan kimdi?
Yirmi üçüncü soru: Şarabı yeryüzünde ilk kim meydana getirdi?
Şarap içmek, çalgı çalmak, kumar gibi buna benzer şeyler kimden
kaldı?

Yirmi dördüncü soru: Yeryüzün'de ilk önce kimin sakalına ak


düştü?

Yirmi beşinci soru: Bütün dünya gün doğusundan günün dolandı­


ğı yere varıncaya kadar kimin hükmünde, egemenliğinde oldu? Ye o
kişinin adı nedir?
Yirmi altıncı
soru: Harut ve Marut kimlerdir? Ne günah işlemiş­
lerdir ki, Hak Tealii onlara dünyada azap kıldı. Şimdi onlar nerde
bulunuyorlar? Ademoğulları onlardan ne gibi şey öğreniyorlar?
Yirmi yedinci soru: Ona sorun bakalım ki, Adem (a.s.)'dan önce
dünya kimin hükmü, eğemenliği altındaydı?

Yirmi sekizinci soru: Sorun ona ki Allahü Teiila Adem (a.s.)'ı ne


için yarattı ve nasıl, ne yolda yarattı?
Tarih-i Taberi 25
Bu soruları
bu biçimde işitince Kureyşli Hişam oğlu Ebu Cehil ve
Muğiyre oğlu Velid ve Mekkeli kafirler son derece sevindiler. O say-
gılı itibarlı beş yahudi bilginini yanlarına alıp Mekke şehrine geldiler.
Kureyş kavminin çoğu biraraya toplandılar. Bir kişiyi gönderip Mu-
hammed Mu stafa (s. a.v .)'i getirttiler. Bu yirmi sekiz soruyu sordular.
Peygamberimiz (s .a.v .) bu sorulara vereceği karşılığı bilmiyordu. Hiç-
bi rini de işitmiş değildi .
Ama Kureyşli kafirl ere:
- Y arın bu s orularınız a cevap vereyim! dedi . Lakin (İnşaallah)
de m e mi ş ti . Cebrail (a.s.)' ın g e leceğini ve bu soruların cevabını ona
öğre teceğ ini , bundan sonra kafirl ere cevap vereceğini umut ediyordu.
Cebrail (a.s.) o gün gelmedi . Ertes i gün de gelmedi. Hazret-i pey-
gamberin mübarek h a tırl a rı , Ce brail (a. s.)' ın gelmemesine çok üzüldü.
Karma karı ş ık oldu . O Medine Yahudileri , bundan çok sevindiler:
- Muhammed 'e Rabbi kızdı , bu so rul a rın k a r ş ılı ğ ını bildirmedi!
(Haş a ) o Kur 'an deyip o kudu ğu kitabı kendisi sö ylüyormu ş de liymi ş.
D oğr u yo ld an az mı ş tır ! dediler. Böy lece o nbe ş gün geçti . Cebrail
(a.s.) hala ge lmedi . O on beş gün geçince Cebrail (a.s.) geldi . Hak
Teal a Hazre tinden se15.m .~e tirdi . Bu s orul arın ce vapl a rını Aayet-i
Kerime ile bir bir bildirdi! ünce ş u ayeti okudu :
"Gün eş nuru hakkı için ve gecenin karanlığı hakkı için, ya
Muhammed, Rabbin sana hiç bir zaman kızmadı. Senden vazgeç-
medi!" (Duha sures i, ayet: 1-3)
A ş a ğıd aki ayetlerle Ce niib-ı Hak yine şöyl e buyurdu :
"Dolanan yıldızlar hakkı için ant olsun ki, arkadaşınız azma-
dı. ( Batıllığa dü ş medi) kendi isteğine göre de konuşmuyor. Kur'an
Allah'ın vahyine dayanan bir kitaptır." (Necm suresi, ayet: 1-4)
Çünkü kafirler (Haşa ) : Muhammed azdı, babasının ve dedesinin
dinini bıraktı , doğru yoldan çıktı demişlerdi. Bu Ayet-i Kerime o söz-
lere cevaptır :
- Yolda ş ınız azmadı. Atası İbrahim (a . s . )'ın dinini terketmedi .
Hem de söylediği sözleri kendi sinden söylemez. Onun sözü Vahiy'dir
ki onu ona Cebrfül (a.s.) öğretir! demektir. Sonra da şu ayeti okudu :
"Ey Muhammed! Bir şeyin yapılması yolunda sakın «Ben onu
işlerim!» deme. Ancak İnşaallah de." (Kehf suresi, ayet: 23-24)
26 Tarih-i Taberi

Evet bu Ayet-i Kerime yapılacak i şde: Allah isterse (inşaallah)


kelimesinin gerektiği bildiriliyordu. Demek ki Cebrail (a.s.)'ın gel-
memesi, İnşaallah sözü nün söylenilmemesiydi. Böylece Hazret-i Mu-
hammed sorulanların hep sinin karşılığını verdi. Biz de bu soruların
cevabını başından sonuna kadar zikredelim.

Vakta ki Cebrail (a.s.) geldi ve bu soruların karşılığını Muham-


med (s.a.v.)'e bildirdi, peygamberimizin hatırı hoş oldu. Ferahlandı.
O kafirleri katına çağırdı:
- Ey kafirler, dedi, istediğini z sorulara birer birer cevap ve-
reyim.
İlk sorunuz şu idi ki : Allahü Teala'nın s ıfatı nedir? Açıkla dedi-
niz. Siz bilmelisiniz ki , Allahü Teala'yı vasfeylemek ve O'nu birşeye
benzetmek olur bir iş değildir. Bundan başka, Allahü Teala kendi ken-
disini anlatm ı ştır! diye buyurdu . Sonra ş u sureyi okudu:
"Kul hüvallahü Ehad. Allahü's-Samed. Lem yclid ve lem
yfıled ve lem yekün lehfı küfüven Ehad." (İ hla s suresi ayet: 1-4)
Ve şöyle buyurdu:
Kul hüvallahü ehad ' in m a n ası şu dur :

- Ey Muhammed! De ki ; O Allah ki bir'dir, ortağı yoktur.


- Allahü's-samed - O , yemez, içmez.
- Lem yelid - O kimseyi doğurmadı ki mülkünü mirasyiye!
- Ve lem yfıled - Hem de kimseden doğmadı ki babası olup ona
miras kala.
- Ve lem yckün lchfı küfüven ehad - Ona benzer kimse yoktur
ki ululukta, üstün gelebilsin.
Ali bin Ebi Talib (Allah ondan razı olsun) şöyle der:
- Bir kişi, sabah namazından sonra onbir kez İhlas suresini okur-
sa şeytan ne kadar uğraşsa , o gün o kişiye günah işlettiremez.
Enes bin Malik (Allah o kişiden razı olsun) de şöyle demiştir :

- Allah 'ın Resulü (s.a. v.) şöy l e buyurdu ki;


- "Her biriniz Kur'an 'ı hatmedip yatağa yatmak elinizden gel-
mez mi?" Ashab-kiram :
Tarih-i Taberi 27

"Kur'an'ı bir gecede hatmetmek kimin elinden gelir?" dediler.


O zaman Resul Ekrem:
- "Bir kişiki üç kere Kulhü vallahü ehad suresini okursa Kur'an'ı
tamam hatmetmiş olur!"diye buyurdu.
ResGI-i Ekrem o cevapları verince, Ebu Cehil Yahudilerin yüzüne
baktı. Cevabın bu olmadığını söyleyeceklerini umuyordu. Yahudiler
bir ağızdan:
- Gerçektir ya Muhammed! dediler. Tevrat'ta da cevap budur.
Ebu Cehil bu cevabı işitince perişan oldu.
İkinci sorunun cevabı: Şudur: Yahudiler:
- Ya Muhammed: dediler. Bize söyle ki senin Rabbin ne iştedir?

Cebrail (a.s.) şu ayeti okudu:


"Ey Muhammed! Sen de ki, benim Allahım mülkün sahibidir.
Kime dilerse mülk verir ve kimden dilerse ondan alır. Kimi diler-
se aziz eyler. Kimi dilerse hor ve zelil eyler. Hayır (İşi) senin clin-
dendir. Doğrusu Sen'in her şeye gücün yeter." (Ali İmran suresi,
ayet: 26)
Üçüncü sorunun cevabı şudur: Yahudiler sordu:
- Hak Teala bu cihanı kaç günde yarattı?

Resul-i Ekrem şu cevabı verdi.


- Allahü Teala, bu cihanı altı günde yarattı.

Nitekim Kur'an 'da şöyle buyuruiur:


"Biz gökleri ve yerleri ve dahi Yer ile Gök 'ün arasında neler
varsa, hepsini, altı günde yarattık." (Kaf suresi, ayet: 38)
O altı gün bu cihanın altı bin yılı kadardır.

Nitekim Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur:

"Bir gün senin Rabbinin katında, ey Muhammed, şimdi saydı­


ğınız günlerin bin yılıncadır."

Din bilginlerinden şöyle rivayet edilmiştir ki Hak Sübhanehu


Tefila o Kalemi, ondan sonra Levhi yarattı.
28 Tarih-i Taberi

Kalem'e:
- Yaz Kalem! Diye buyurdu. Bunun üzerine Kalem yazmağa
başladı. Sonra, yerleri, gökleri ve yıldızları, ayı, güneş'i yarattı. Sonra
da felek dönmeğe başladı.Bunun üzerine altı gün geçti, eğer dileseydi,
Hak Teala bu varlığı bu kainatı bir gün içinde yaratırdı. Ama zamanla
yarattığı şundan ötürüdür ki , kullarının hakim olan kimseye münasip
olan işin düşünceyle, fikirle işlenmesini bilmeleridir, acele edilmeme-
lidir.
Nitekim hadis-i şerifte şöyle gelmiştir:

"Yani tezlik, ivmek (acele etmek) Şeytan işidir. Ağır durmak


rahman işidir."

Bunun manası, acele işi şeytan yaratır ve akıllıca hareketi Rahman


yaratırdemek değildir , ta kafirler mezhebi olursa böyledir. Ama ma-
nası şudur ki

Şeytanaceleyi sever, ve i şi ağır almak ta şudur ki Allahü Tefüa


kararlıhareketi sever. Bu şu hal gibidir ki, Musa (a.s.) hikayesinde, O,
Kıbti'yi öldürdüğü. vakit:

- Bu bir Şeytan işidir! demişti. Oysa, o iş Musa (a.s.)' ın dı. Bun-


daki mana:
- Bu şeytanın sevdiği ve dilediği işlerdendir! demektir. Şeytan
böyle işle sevinir, şad olur. Şeytanın elinden bir iş geleceği yolunda
anlama.
Peygamberimiz:
- İvmeli (Acele) iş mubah değildir. Ancak dört şeyde tez iş mu-
bahtır :

1- Kızı ere vermekte,


2- Ölüyü gömmekte
3- Konuğa yemek vermekte,
4- Biri de tevbe etmektedir.
Peygamber (s.a.v.) Yahudilerin üçüncü sorusunu şöyle tamamla-
dı:

- Allahü Teala pazar gününü yarattı ki bu yolda ta Cuma günü-


nün son saatine kadar günleri yarattı. Böylece yerle göğün arasında
yaratılanlar tamamlanmış, bütünlenmiş oldu.
Tarih-i Taberi 29
O zaman yahudiler, şu soruyu sordular:
- Bu altı günün içinde Hak Teala ne yarattı? ve her günde ne gi-
bi şey i yarattı?

Peygamber (a .s.):
- Pazar ve pazartesi günlerinde Allahü Teala yerleri ve onda
olan yararlı, yararsız şeyleri yarattı. Salı günü ise dağları ve dağlarda
olan faydalı, faydasız şeyleri yarattı. Çarşamba günü ağaçları ve sulan
ve geri kalan bitkileri (Nebatları) yarattı. Bu dört günün ikisinde bü-
tün Yer 'i ve öteki ikisinde Yer'de ne gibi şeyler varsa yarattı. Böylece
bunlar tamam oldu. Hak Tefüa Kur 'i.i n'da şöyle buyurdu:
"Ey Muhammed! De ki, bu Yeri iki günde yaratanı siz
inkarını ediyor, gerçekten kafir mi oluyorsunuz? ve O'na eşler mi
koşuyorsunuz? O, bütün alemlerin, evrenlerin sahibi ve Rabbi-
dir .11 (Fussilet suresi, ayet: 9)
Yine şöyle buyurdu:
- Sizin tapındığımz sanem lerinizin (putlarınızın) ellerinden
O'nun kudretinde olan şey l er gelmez:
Ve, O, yerlerin üzerinde yüksek dağlar yarattı, ta ki yer sağ­
11

lam ola. O dağlarda bereket koydu, bitkiler çıkarttı, ta ki o bitki-


lerden halka yarar gelsin diye! Bu ya ratıkları ve bu rızıkları dört
günde meydana getirdi. Allah 'tan rızık isteyenler istemeyenleri
hepsini beraber kıldı .. 11
Tefsir sahibi Mukaatil bin Süleyman Ra'ad suresindeki şu ayette:
"Allah, dilediğini ortadan kaldırır, mahveder, dileğini geri bırakır.
Ana kitap (Levh'i mahfuz'un) altındadır."
Ayetinin tefsirinde Resı1l (s.a.v.)'den şu haberi bildirmiştir.
- "Allahü Teala dilediğini mahveder, dilediğini bırakır, am-
ma dört şey bunun dışındadır. Bu dört ne değiştirilir, ne de baş­
kalaştırılır. Bunlar da;

1) Rızık,

2) Ecel,
3) Saadet ve
30 Tarih-i Taberi

4) Saadctsizlik, talihsizliktir.
Yahudiler:
- Doğru , gerçek söy ledin , Ya Muhammed! dediler. Tevrat'ta da
sen ne diyorsan öyle yazılmıştır! dediler.
Yahudi bilginleri yine dördüncü sorularını sordular:
- Perşembe ve Cuma günleri, Allah, hangi şeyleri yarattı?.

Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi:


- Perşembe günü. Allahü Teala gökleri, Arşı, kürsiyi yarattı. Cu-
ma gününün öncesinde ta üçüncü saat tamamlanıncaya kadar. ay ve
güneşi ve melekleri yarattı. Dördüncü ve beşinci saatte hiç bir şey ya-
ratmadı ve bu iki saatte bu cihan Meleklerin elindeydi. Altıncı saatte
-ki o günün yarısıydı- ta Cuma gününün son saatine kadar, Allah,
Adem peygamberi yarattı ve Meleklere Adem'e secde edin, buyruğu­
nu verdi: Meleklerde o na secde ettiler. Adem (a.s.) Cennet'e girdi.
Cuma gününün son saat ı geçince de Cennetten çıktı. Bu, onun i ş l ed i ği
günahtan ötürü olmuştu.
Yahudiler bu cevaba da:
- Doğrudur, Tevratta da böyledir dediler.
Yahudiler so nra:
- Cumartesi günü, Allah, ne yarattı? Diye sord ular. Peygamber
(a.s.)'da:
- O gün hiç bir şey yaratmadı. Dünyanın halkı o gün tamam ol-
duydu! dedi. Yahudiler de:
-Tevrat'ta da böyledir. Cumartesi Yaradan dinlendi! Rahat ol-
du! dediler.
Peygamber (s.a.v.) bu sözleri işitince kızdı:

- Yalan söylüyorsunuz, dedi. Allahü Tefıla'ya yorulma ve din-


lenme diye bir şey yoktur. Yüce Yaradan yorulma ve aciz olmaktan
beridir
Allahü Teala şu ayeti gönderdi dedi ve:
Tarih-i Taberi 31
"Biz gökleri ve yerleri ve bunlarda olan her şeyi altı günde ya-
rattık! Ve bize ne yorgunluk, ne de uyuşukluk arız oldu." (Kaf
suresi, ayet: 38)
Yine Allahü Teala bir ayette şöyle buyurmuştur:

"Allahü Teaıa her vakitte yaratır ve icat eder." (Rahman


suresi ayet: 39)
Ye sözlerine şunları ekledi:
-- Yüce Yaradan, kimi kişiyi ana karnından bu aleme getirir, ki-
mini öldürür, bu dünyadan Yer'in karnına yollar. Kimini aziz eder, ki-
misini zelil eder. Kimini bay, kimini fakir eder ve hiç bir kez yaratma-
maktan ve icat etmekten geri kalmaz. Çünkü, Allahü Teala 'ya yorul-
mak ve usanmak gelmez.
Din bilginleri dünyanın yaratılışında fikir ayrılığına düşmüşlerdir.

Kimileri:
- Önce Yer yarat:ldı, sonra Gök yaratıldı! demişlerdir.
Şundan ötürü ki Kur'an-1 Kerim 'de buna işaret vardır .

Nitekim Hak Sübhanehu Teala şöy l e buyurdu:


"Sizi yaratmam mı zorcadır, yoksa bu gökleri yaratmak mı?
onu ancak Allah inşa etmiştir. Bu gökleri ki yaratılanlar üzerine
gölgelik kıldı ve yüceltti ve doğru getirdi, öyleki doğudan batıya
dek baksan onda hiç iniş ve yokuş, yükseklik ve alçak şey bula-
mazsın. Göğün kara gecesini yarattı, o kara geceden aydınlık gün-
düz çıkarttı." (Nazifit sures i, ayet: 27, 28, 29)
Ondan sonra da şöy l e buyurdu:
"Allah yeri göğün altında döşedi." (Nfiziat suresi, ayet: 30)
İşte bu ayet onların sözlerine de lildir ki , Allahü Teala göğü yer-
den önce yarattı. Yine derl er ki , Yüce Allah Hazretleri Kalem ' i yarat-
tı , ki o bir cevherdir, uzunluğu 500 yıllık yoldur, onun başı Arş'a bağ­
lıdır. İçi mücevver, boştur. İçinde n nur çıkar. Olmuş , olacak şeyler ,
olay lar ise Levh 'te yazılıdır. Her harfinin büyüklüğü kaf dağı kadar
vardır. Levh ' ın büyüklüğü hele bir ölçsün. Allahü Teala Levh 'i yarat
tı ğı zaman onu ak inciden , çevresini kızıl yak uttan , yarattı. O, gözün
32 Tarih-i Taberi

alabildiği kadar sonsuz bir sahradır. Vasfını Allahü Teala'dan başka


kimse bilmez. Hergün 360 türlü renge girer.
ResGl (s.a. v.) 'den gelen bir habere göre, Kıyamet Gününde Allahü
Teala şöyle buyuracaktır :
- Bu mahlukların amel defterlerini Levh-ı Mahfuz'da yazılanla
karşılaştırınız. Bir zerre denlü artık ve eksik gelmesini ve hiç bir şey
yoktur ki Allahü Teala onu bilmemiş olsun! Hem nasıl bilmesin ki
onu kendisi yaratmıştır. Sonra Arş 'ı yeşil bir cevherden yarattı. Onun
altı kerre 100.000 ayağı ve 6 kez 100.000 perdesi vardır ve her biri de
yerlerden ve göklerden büyüktür. Rüzgarlarda peyda olduğu zaman
Hak Teala onları topladı , suyu yelin üzerine koydu. Suyun üstüne de
Arşı koydu. Şimdi arş, su üstündedir Arş ta bu kadar uzunluğuna gu-
rur duydu:
- Hak Tealii benden ulu birşey yaratmadı! dedi: Hak Tefila bir
yılan yarattıki başı inciden, gövdesi kızıl altından, gözleri yakuttandı.
Ona buyurdu. Oda Arş' ı yedi kere dolandı. Henüz yarısı aşağı asılı
durur. o yılanın dört başı vardır. Her başında 700.000 yüzü vardır ve
her yüzünde 1000 ağızı vardır. Her ağzında da 1000 tane dili vardır. O
dillerle Allahü Teala 'yı türlü lisanla tesbih eyler. O tesbihten bu dün-
ya kadar bir cev her yaratılır. O cev herin parçaları ki kimi yakut, kimi
zümrüttür, bunlar Cennet'in içine saçılır ve Cennet'in bütün cevherle-
ri o yılanın tesbihindendir ve gözlerin nuru, o tesbihin nurudur. O yı­
lan Ademoğulları 'nın korktuğu , nefret duyduğu dünya yı lanlarına be-
zemez. Bu yılanın 80.000 boynuzu vard ı r. Onların uzunluk ve kalınlı­
ğını Allahü Teala bilir. Bu kadar azamet ile Arş onun ortasında görün-
mez olm uştur. Eğer yüce Allah emretseydi, O, Arş'ı, Kürsü'yü,
Levh'i, Kalem'i ve yedi kat gökleri hepsini aslanın sineği yutması gi-
bi yutardı ve Arş'ın altında 100.000 kandil asılmıştır.
Eğer yerleri ve gökleri o kandilin yerine koysalar Bahr-i Um-
man'a bir yüzük bırakılmış kadar olmazdı ve Arş'ın 360.000 ayağı
v ardır. Her ayağının arasında 360.000 alem vardır. Her alemin içi me-
lekle doludur. Onlarda istiğfar edip sevabın Ciharıyar-ı Güzin olan
dört halifeye bağışlarlar. Onları sevmiyenlere lfinet ederler. O Kürsi
hem de Iatif bir cevherdir ki yedi kat yerler ve gökler Kürsi katınada
bir ulu sahrada (kın.la) bir halka kadardır. Kürsi de kend isini büyük
gördü. Hak Teaıa da onu bir kandil gibi Arş'a astı. Allah arşın altında
Another random document with
no related content on Scribd:
fel. Minden körnek megvan nagy embere. Mint mai időben a kávé,
úgy legalább egy nagy férfiú minden társaságnak első szükségeihez
tartozik; s valamint kávé hiányában surrogatumokhoz nyulunk, mi,
ha hozzá szoktunk, ép annyi élvezetet nyujt és nem oly drága, mint a
valóságos kávé, így szokott lenni a nagy emberekre nézve is. Azon
hadsereg, hol csak egy vezér és csupa közlegények volnának,
hivatásának rosszul felelne meg; s így szükséges az életben is, hogy
azon legmagasabb helyeken kívül, melynek elérését kevesen
reménylhetik, számos fokozatok létezzenek, melyekre emelkedni
valószínűbb; csak így reménylhető, hogy mindenki,
nagyravágyásának tárgyat lelve, lelkesedéssel teljesítendi
kötelességeit. Ha csak örök hír reménye buzdítaná a katonát
bátorságra, az első lövésnél nem sok maradna a harczmezőn. Arra,
hogy a vezér csatáját megnyerje, szükség, hogy alatta sokan
káplárságot vagy őrmesterséget reményljenek. S így van az egész
világon, hol, bármit beszéljenek, a legnagyobb tettek nem egyes
nagy, hanem számtalan középszerű egyediségek által vitettek
véghez.
Mi a világ minden részében igaz, kétszer az nálunk, hol ötvenkét
megye mindannyi kis hazaként áll egymás mellett; s ha Réty
Taksony egy részétől bálványoztatott és a másiktól minden
alávalóság mintájának hirdettetett, megnyugtathatjuk olvasóinkat,
hogy a hazában legalább ötvenkét ember él hasonló körülmények
között, s hogy az, kivel most találkozunk, sem az egyik, sem a másik
ítéletnek nem felel meg egészen.
Réty azon férfiak közé tartozott, kiket legjobban ildomosoknak
nevezhetünk, s kik – habár a szó, mely e tulajdon megnevezésére
szolgál, csak rövid idő óta jött ismét gyakorlatba – alispánaink közt,
hála az égnek, soha nem hiányzottak.
Tudván, hogy valamint alispánságra emelkedni jobb mód nincs,
mint ha valamely párthoz csatlakozunk, úgy hivatalát megtartani
vagy magasabbra emelkedni nincs rosszabb: Réty mióta személye a
megye többsége által zászlónak tüzetett ki, mely körül pártok
csoportoztak, kötelességének tartá más zászlókként jól ügyelni, vagy
mint ellenei mondák, forogni a szél után. Réty a juste milieu embere
volt; nem azon értelemben, melyben e szó Európában használtatik,
s mely szerint e politikai színezettől is külön elvek fölállítása
kivántatván, könnyen két pad közé juthatunk, hanem úgy, mint
Magyarország középelvű emberei lenni szoktak: egyszer egyik,
másszor a másik pártnak adva szavazatát – okos játszóként, ki
egyszerre vörösre s feketére is tesz, hogy semmi esetre vesztenie
ne lehessen. Az idő, úgy hiszik legalább sokan, politikában
kétkedéshez vezet, s magam is ismertem több becsületes embert, ki
húsz éves korában, ha kivántatnék, egy nap alatt a lehető
legtökéletesebb alkotmányt szerkesztette volna honunk számára s
később egy kis törvény egyes szavai fölött egész napokig
elgondolkozott; háziurunknál azonban ép ennek ellenkezője vala
észrevehető. Mennyivel tovább élt, annál tisztábban látta, hogy
alispáni állásában minden lehető meggyőződések között a
leghelyesebb az, melyet a megyében legtöbben védenek; ehhez
tartva magát, azon ritka szerencsében részesült, hogy a többséget
soha önmeggyőződése ellen kimondani nem kényteleníttetett.
Voltak, kik meggyőződésének ezen hajlékonyságát rosszalák,
mondatott, hogy mindig elől menni nem nagy dicsőség, s hogy az kit
valamely korcsmából kitaszítanak, noha közönségesen ő jön ki első
annak ajtaján, azért még vezérnek nem mondható, s több ily rossz
elmésség, de miután Réty ellenei, mint mondám, mindig
kisebbségben voltak, s azok is, kik ilyeneket hirdettek, mihelyt
egyszer többséghez jutottak, az alispánt legbuzgóbb pártolóik között
találták, s ily esetekben a nagylelkű magyar szokás szerint annak, kit
előbb leginkább ócsároltak, legnagyobb lelkesedéssel éljeneztek:
Réty mindent összevéve, jól érzé magát taktikája mellett, s mi
Taksony-megyében hallatlannak látszik, már kilencz éven át, azaz
három tisztújítás alatt tartá meg hivatalát.
Egy idő óta a szép viszony, mely közte s a megye között létezett,
azonban megzavartatott. Ne gondolja senki, hogy az alispán ily
hosszú hivataloskodás után talán elbizá magát; sőt emberemlékezet
óta arcza soha nem mosolygott oly nyájasan, soka karjai annyi
táblabirót nem öleltek még; háza nyitott s vendégszerető vala, mint
azelőtt, s új szakácsa, ki úgy főzött, hogy minden étel azon magyar
félelem allegoriájának látszott, hogy önzsirunkban fulunk meg, a
legnagyobb concessio volt, melyet a közvéleménynek tehetett. A
bajnak egyedüli oka abban kereshető, hogy a taksonyi alispán egy
idő óta bizonyos elvekhez kezde ragaszkodni, mit a többség, mely őt
leginkább azért ajándékozá meg bizalmával, mert e hibát benne
eddig nem tapasztalá, nyugodtan nem tűrhetett el. Réty beszédei
eddig a parlamentalis szónoklat mintáinak tartattak. – Nem szólok én
erről, T. KK. és RR.! – így folyt előadása közönségesen, – nem
szólok én arról s távol legyen tőlem, hogy ezen másik kérdés
megvitatásába ereszkedjem, mely minket a czéltól elvezetne, vagy
oly tárgyak eldöntésére kényszerítene, melyekről most határozni
még nem tanácsos; az egész dolog csak attól függ: ezt vagy amazt
akarják-e a T. RK.? S itt következtek általános s szebbnél szebb
nézetek a magyar nép nemes jelleméről, vérrel szerzett
szabadságunkról s más ily új s nagyszerű tárgyakról; mire a szónok
sokszor félbeszakasztatva harsogó éljenek által, azon tagadhatlan
axiomával végzé beszédét, hogy a nép szava Isten szava, s hogy a
tettes KK. RR. a haza javára legjobban önmagok fogják eldönthetni
a kérdést. – Így szólt Taksony-megye Demosthenese egykor.
Beszéde – hogy egészen új hasonlatossággal éljek – tiszta
folyóként, melynek sima fölszinét semmi sziklaként kiálló elv vagy
meggyőződés nem zavará, s melyben az egész táblabirói kar
mintegy tükörben önmeggyőződéseit láthatá, futott végig a
tárgyakon. De egy idő óta beszédein bizonyos fonal vonula át,
gyönge még, de már is észrevehető, s a megye egy része
igaztalanul apostasiáról kezde szólani, noha esküt tehetnénk reá,
hogy Réty ötven éves korában, most először életében látszik
valamiről meggyőződni.
Mint a bűvész műtétei előtt, bár százszor látta is a közönség,
mindig csudálva tátja száját: úgy mindenki bámult az alispán
változásán; nehogy azonban olvasóim, mint a megye közönsége is,
hasztalan keressék az indokokat, mint jámbor történetiró, elmondom.
Nagy embereknek közönségesen megvan nagyravágyásuk s ez jó,
mert csak ez az közönségesen, mi őket nagy tettekre vezeti; nagy
embereknek megvan sokszor feleségök is, s ez megint jó, mert egy
barátom szerint, kinek nevét keresztyén szeretetből elhallgatom,
csak így gyakorolhatják magokat azon második tulajdonban, mely a
valódi nagyság eléréséhez nagy tetteknél nem kevésbbé szükséges:
nagyokat tűrni panasz nélkül; de hogy nagy férfiak nőinek szinte
megvan néha nagyravágyásuk, s hogy az sokszor ép ellenkező
irányban működik, mint férjeiknél: – itt fekszik a baj, melynek sok
dicső név lett már áldozatává. Ez vala az eset Rétynél is, s kérdem:
a szilárd jellemű alispánnak, ki egész életén át mindig a
szótöbbségnek hódolt, lehet-e rossz néven vennünk, hogy házában
azt teszi, mihez közgyűléseken szokott? Az elégületlen lelkiismeret
után a földi bajok legnagyobbika oly nő, ki férje tetteivel meg nem
elégszik, s ki ne iparkodnék, hogy ettől szabaduljon? Szálljatok
magatokba olvasóim s mondjátok meg, nem tettetek-e soha semmit
meggyőződéstök ellen, csakhogy azon Jánustemplom ajtai, melyek
a házi életben nőitek rózsaajkai által képviseltetnek, bezáródjanak s
béke legyen birodalmatokban? S most nyájas asszonyi olvasóimhoz
fordulok, kik ha nem is magok, legalább nemök iránt mindig
legszigorúbbak, s kérem őket, legyenek hasonló engedékenységgel
Rétyné iránt is. Asszonyok a történetben ritkán számolhatnak helyre,
sőt még országgyűlési iratainkban is, azon özvegyeket kivéve, kik az
alsó táblához eddig követeket küldtek, kevés asszonyi nevekre
találunk; nem természetes-e, hogy Rétyné tudva ezt, minden hozzá
irt levél föliratában saját szemeivel látni, tulajdon füleivel hallani
akará azon nagy- vagy méltóságos, sőt talán kegyelmes czímet,
mely, tagadni nem lehet, főkép a pompás magyar nyelvben oly
szépen hangzik? Azonkívül midőn más angyalok is nem azért
ereszkednek le a purgatóriumba, hogy ott maradjanak, hanem hogy
az elitélteket magokkal fölhozzák, ki rosszalhatja, hogy angyal lévén
ő is, ki született báró, azaz méltóságos kisasszony volt, ugyanezt
akará tenni férjével? Az alispáni hivatal azon határ, melyen túl
bizonyos pályán nem haladhatunk, s bámulhatjuk-e, ha egy asszony
e Rubiconnál megállni nem tud, midőn Cæsar maga nem birt elég
jellemmel, hogy ezt tegye? Mindezen okok együtt nem
magyarázzák-e meg teljesen Rétyné vágyát, mely őt nappal s éjjel
nyugodni nem hagyá: hogy férje báró legyen?
Réty maga, ki sokáig ellentállt, most is ugyan középutat javasolt,
s inkább a kamaráskulcs mellett szavazott, mi által báróság nélkül is
szert tehet a méltóságos czímre, szebbnek tartván, ha csak miután
állásában hátulról támadtatott meg, enged a körülményeknek;
bizonyos azonban, hogy mióta e gondolata támadt, mintha szemeiről
fátyol hullt volna le, mindent egészen más világban látott, s kettős
erővel fáradt, hogy alispáni helyzetét megtartsa.
Az alispán talán épen ezen rendkívüli helyzetéről, melyen e haza
sok alispána rendesen egyszer életében átmegy, gondolkozott; a
többiek hallgatva, egy fokkal alantabb, valószínűleg hasonló
tárgyakról ábrándozának, – hisz tisztviselők, s azok, kik hivatal után
vágyódnak, szívesen foglalkoznak a közdolgok azon legszebb
részével, mely a hivatalok czélszerű betöltésében áll – midőn a
csend távoli, de hatalmas éljen által félbeszakadván, a tekintetes
társaság, mely a tornáczon állt, egyszerre mozgásba jött.
– Éljen Réty! éljen Nyúzó! éljen a magyar szabadság! Haj rá! – S
más ehhez hasonló fölkiáltások, melyek közé néha egy kis
káromkodás s egyes pisztolylövések vegyültek, tölték a falut. E zaj
felett a tisztválasztásoknál nem hiányozható:

Virágzik a tulipán,
Réty lesz a viczespán;

e minden alkalomra egyaránt illő dal, melynek ríme állandóbb, mint


azon népszerűség, mely azt majd egy, majd más alispánra
alkalmazza, mint gyönyörű karének uralkodott. Képzeljünk hozzá
egy egész szekeret teli czigányokkal, kik a Rákóczit húzzák s a falu
valamennyi kutyáinak vonítását s oly hangászi élvezetünk lesz,
melynél, hogy Shakespearerel szóljak, angyalok sírhatnának.
– Ez lelkesedés! ez már népszerűség! – szóla végre Karvaly, ki
bajszát pödörve látszó gyönyörrel hallgatá a hangokat. – Bizony
szép dolog, ha az ember a közbizodalmat úgy birja, mint a teins úr.
Szegény legény vagyok, de vigyen el az ördög, követem alássan,
nem adnám ötven forintért, ha nekem csak egyszer így ordítanának
e világon.
– Csak ne gyujtsanak föl semmit – sóhajta közbe a szegény
rokonok egyike, ki a mult tisztújításról nem beszélt annyi zöldeket,
mint mások, de annyival több zöldet, kéket, sárgát, s mit tudom én
mit nem tapasztalt öntestén, hogy szinte haja borzadt, ha
bátyjaurának közelgő feldicsőítésére gondolt, melyhez, mint ezelőtt
három évvel, talán ismét hátán fognak tapsolni.
– Felgyujtani? hát teringettét, kiről szólsz nyúlszívű teremtés? –
dörgött közbe a várnagy, – nem tudod-e, hogy nemesekről szólsz,
hogy Sz.-Vilmosnak háromszáz voksa van, s hogy ha az egész falut
fölgyujtják is, miután a teins úr assecurálva van, még örülnöd
kellene, hogy idejöttek s nem az ellenfél tanyájára?
– Karvalynak igaza van – szóla halavány öcscséhez fordulva
Réty, – hogy merészelsz így szólni vendégeimről? Én a sz.-
vilmosiakat ismerem.
– Igen, én is, – szakítá félbe Karvaly – a raboknak egy tized
része közülök való, nem láttam soha derekabb ficzkókat; ki honn
legtöbbet lop, verekedik s gyilkol, az háborúban s restauratiónál
mindig első ember.
– Talán vannak kivételek – szólt közbe éles hangjával Sáskay, –
mint hallám, a sz.-vilmosiak az 1809-iki insurrectiónál…
Minden jelenlévők s főkép Sáskay szerencséjére a kortesek
azalatt egész a kapuig jöttek, s a roppant éljen, melylyel az első
kocsi beköszöntött, minden további vitatkozást lehetetlenné tett;
máskép Karvaly bizonyos cassát felhozva, mivel az 1809-iki
insurrectiót fizetni szokta, a beszélgetésnek oly fordulatot ad,
melynél bizonyos actiók elkerülhetlenül szükségeseknek tartatnak, s
melynél, mint a tapasztalás már többször mutatta, Sáskay
közönségesen megveretett.
Az egész nemes sereg mintegy harmincz szekeren jött, melyek a
sz.-vilmosi és a szomszéd falu parasztaitól requiráltatva, mint
hallám, közmunkába tudattak be, azon igen törvényes oknál fogva,
minthogy ennyi kocsi az úton talált rögöket széttörvén, valóban
útjavításra szolgált. Az első s utolsó kocsin sárga zászlók s rajtok e
hazafiúi fölirások láthatok, az egyik oldalon:
Utat, töltést nem csinálunk,
Réty lesz a viczespánunk.

A másikon:

Nem adózni, nem fizetni,


Hidon, vámon átmehetni,
Be nem állni katonának,
Törvényt szabni a hazának,
Mondani, hogy a só drága:
Ez a nemes szabadsága.

Minden nemesnek süvege vagy kalapja mellett félig zöld, félig


sárga toll vala látható, mi a párt reményeit s az ellenfél irigységét
ábrázolá, s azon kívül azon practikus haszonra is szolgált, hogy Réty
hívei tévedésből valamely oly koponyát ne törjenek be, mely alatt
kedvező eszmék uralkodnak.
Az alispán a nemesség éljenei s számtalan bókok között lelépe a
tornácz első lépcsőjére, s miután a vendégek nagy kört képezve
hatalmas «Halljuk!»-kal megkezdék az ünnepélyt, s a nemesek
hadnagya elmondá, hogy minden jelenlevőnek s főkép tulajdon
érzelmeit szokás szerint szép magyarságban a jegyző fogja előadni:
a fölszólított ekkép kezdé beszédét:
Dicső alispán!
Nagy hazafi!
Halhatatlan férfiú!
Tekintetes uram!
Ha Hellas vagy Róma a múzsáktól sugalt isteni szónoklatának
roppant árjával birnék, ha mint Orpheusról mondják, városokat
építhetnék szavammal, vagy fölzúgva a tehetlenség gyáva álmába
merült világ fölött, melyet annyi szent akarat felkölteni képes még
nem volt, mely a szabadság vérszínű hajnalában úszva, még mindig
tovább szendereg, mint egy Cato, O’Conell, Cicero vagy Mirabeau,
hatalmas szavammal a tespedő népeket tettre serkenthetném: ki
volna, ki neked, nagy férfiú, ennyi tiszta kebelnek, mely Sz.-
Vilmoson nyugodtan dobogva nevednél, a polgári kötelességek
legszentebbikét, mely nagy férfiainak fölmagasztalt tiszteletében áll,
szerény hívséggel teljesiti, érzelmeit szebben kimondhatná.
De mi vagyok én, hogy e roppant föladat: előtted kitárni annyi
forró sz.-vilmosi kebel érzetét, nekem juthatott? Alig élve át a játszi
gyermekkort, hol a szív ártatlanságának magasztos érzetében, mint
tavaszkor magas fán az illatos virágok, az emberiség terebély ágai
között föltárá kelyhét, nem tudva még, hogy ha majdan a zordon ősz
zúgó szele eljön, lehullva tövéről, melyen édes gyümölcscsé vált, a
földön rothadni fog, hogy belőle új fák s egész erdő nőjön – alig
lépve a nyilvános élet tekervényes pályájára, melyen szívének
mágnestűjét követve, a hazafiság tiszta csillagának sugarainál, mely
egén ragyog, száz vészektől környékezve, az igéret földéhez evez: a
sz.-vilmosi nemes tanács által szószólónak választva, hová forduljak
annyi érdemeid között nagy férfiú! tekintetes alispán! melyekről
szólani tisztemden áll stb. –
Az egész beszéd egyike vala azon remekműveknek, melyeknek
gazdag képgyűjteményéről csak annak lehet fogalma, ki Hafiz
költeményeit, vagy a némely megyegyűléseken tartani szokott
financziális beszédeket ismeri, s melyeknél azon meggyőződés tölti
el lelkeinket, hogy e nagy világon minden, tenger és száraz föld,
pyramis s templomtorony, Cæsar s a megbuktatandó alispán
hasonlók egymáshoz.
Miután a szónok egy ideig csillagát, s később Mózes tűzoszlopát
követve, Réty érdemein s a hazán és végre a sz.-vilmosi nemesség
buzgóságán tévelygett; miután a Duna torkolatai s Magyarországnak
Nagy Lajos alatti határainál egy perczig megállt, s innen a sz.-vilmosi
határokra s az irántok folyó metalis perre áttért, oly dolgok,
melyeknek elintézése csak Réty alispán és a sz.-vilmosi nemesség
lelkességétől reménylhető, a szónok még egyszer elmondá
küldőinek roppant ragaszkodását, s a rómaival e szavakban végzé
beszédét: «Si fractus illabatur orbis, impavidum ferient ruinæ.» Azaz,
mint a nemes hadnagy kezeit összecsapva híven fordítá:
Virágzik a tulipán,
Réty lesz a viczespán!

A szónoklatnak roppant hatása volt; s noha a szónok mindazon


helyeknél, hol a polgárokról vagy erényekről vagy ehhez hasonló
tárgyakról szólt, a nemes tanács parancsolatára sz.-vilmosiakról, sz.-
vilmosi erényekről s érzelmekről kényteleníttetett beszélni, s az
említett metalis eset felhozását is olyannak tartá, mi a
közlelkesedésnek árthatni fog: soha szónok inkább nem éljeneztetett
meg, mint ő. A nemes hadnagy példája után minden tizedik szavánál
háromszoros éljen szakítá félbe beszédét, úgy hogy – mi nálunk
ritkaság – szinte sokallá a tetszést.
Az alispán, kit e megtiszteltetés, mint ily esetekben mindig, egész
váratlanul lepett meg, s ki, mi ismét mindennapi eset, alig talála szót
érzelmei kifejezésére, meglepetett ember létére szintén igen szépen
szólt. Elmondá: mennyire fáradt s mennyire vágyódik azon nyugodt
házi boldogság után, melyet családi körében élvez, s melyből őt
semmi ki nem ragadhatná, ha csak a sz.-vilmosiak hazafiúi bizalma
nem szólítja fel őt még egyszer azon pályára, melyen annyi
keserűségek között haladott mindeddig, de melyen a megtámadott
nemesi szabadság védelme gyenge erejének egész használatát
talán megkívánja.
E beszéd, mint az elébbi, ismét éljenekkel fogadtatott, s miután a
nemes hadnagy kinyilatkoztatta, hogy a nemesek a nagyságos
asszony kézcsókolására kívánnak menni, az egész csapat ismét
éljenek közt a házba tolult, hol őket most egy ideig magokra hagyjuk.
VIII.

Nincs fontosabb pillanat életünkben, mint ebédeink; életnézetünk


s gondolataink legnagyobb része, sőt nem ritkán azon érzemények,
melyek emberi természetünket leginkább nemesítik, gyomrunk
állapotától függnek, s ki májbajban szenved – mint mi irók
közönségesen – átlátja Pythagoras és a braminok egész
bölcsességét: midőn erkölcsi philosophiájukat a konyhán kezdik.
Csudálhatni, hogy annyi történetbuvár között, kik korunkban inkább
új rendszerek fölállításán, mint a régi állapotok leirásában
remekelnek, még nem találkozott senki, ki a különböző korok s
nemzetek élelemszereiben kereste volna nemünk nagy tetteinek
okát, – talán ez úton nagyobb eredményekhez jutnának, mint azok,
kik mindent az éghajlat- s fajkülönbségre vezetnek vissza. Én, ki
sem ez új történetirói iskola megkezdésére, sem Homér vagy Scott
utánzására erőt nem érzek magamban, az alispáni ebéd részletes
leirása helyett, mely olvasóim étvágyát ébresztené, csak azt
mondom, hogy a lakoma, melyben e napon az urak az alispán
termeiben, s a nemesség a nagy pajtában részesült, egyike vala a
legfényesebb s legmagyarabbaknak, melyeket képzelhetünk. Fenn
az uraknál huszonnégy tál, melyeknél a mártások annyira nem
kiméltettek, hogy a négy becsinált mindegyikénél egy-egy táblabiró
öntetett le, s a szolgálattevő huszárok hüvelykujja mindannyiszor
megfürdött; magyar pezsgő, tokaji, fagylalt, szóval lucullusi lakoma.
Lenn a nemeseknél: gulyás és pörkölthús, tarhonya, káposzta, turós
csusza, gombóczok, pecsenyék, bor, pálinka, szóval egész
lakodalom. Az utolsó czigányig nem volt egy, ki – a mennyiben t. i.
fölkelhetett – nem jó kedvvel kelt volna fel az asztaltól.
Az ebéd végével, mihelyt a kávé szétosztatott, Etelka, ki az
egész idő alatt lehető nyájassággal teljesíté a házi kisasszony
kötelességeit, főfájás ürügye alatt visszavonult; Rétyné néhány
előkelőbb táblabiróval s lelkészszel beszélgetett, a többi urak részint
a tornáczon, részint a ház előtt pipáztak; s ha a nagyreményű sz.-
vilmosi jegyzőt – ki magát ebéd fölött sok czikornyás felköszöntés
által kitünteté – nem látjuk a többiek között, annak hihetőkép oka az,
mert Etelka szobaleánya, Rózsi, a ház másik oldalán lakik.
Ákos Kálmánnal a kert távolabb részén sétált.
Ákos és Kálmán majdnem egykorúak levén, mint szomszéd
gyermekek éltöket első éveik óta együtt tölték; barátságukat tehát
alig szükség említenem, mely az egész megyében szinte
közmondássá vált. Legalább szomszédok között ember-
emlékezetére ilyes még nem létezett. Huszonkét éves korában ki
nem talál barátokat, ki nem ismer legalább egy lényt, kihez szive
egész erejével ragaszkodik, úgy hogy nem is képzelheti, miként
élhetne, ha ettől elszakíttatik? Mint az első szerelem, úgy az első
barátság ott áll éltünk legszebb emlékei között s bár az emlék néha
egyszersmind éltünk legkínosabb csalódását juttatja eszünkbe,
multunkban nincs semmi, miért a tudás fájának gyümölcsét, melyet
ajkaink megizleltek, oly keserűen átkoznók, minthogy ettől fosztott
meg. Azonban, noha ifjú barátaink éltöknek egy részét együtt töltve,
valamint korukban, úgy érzelmeikben egymáshoz közel álltak, a házi
kör, melyben neveltettek, sokkal inkább különbözött, minthogy azon
hasonlóság mellett, mely minden nemesebb jellemű ifjak között
létezik, – mert hisz valamint a lomb tavaszkor egyenlő zöldben függ
ágain, úgy az ember is leginkább őszi napjaiban változtatja szinét, –
nem sokkal több különbség lett volna közöttük is.
Vannak, kik a nevelés befolyását tagadják s ha ezalatt csak az
értetik: hogy az ember jellemét kényünk szerint képezni nem lehet,
nincs senki erről inkább meggyőződve, mint én, ki azon vastag
kötetekben, melyek a nevelésről irattak, általános rendszerek helyett
csak oly szabályokat látok, melyek bizonyos jellemű egyedekre
alkalmazva sikerhez vezethetnek, de ép azért másoknál a
lehetőségig czéliránytalanok. De valamint azon befolyás, melyet az
egyes nevelő növendékére gyakorol, csekély; s valamint nem ritka
példa, hogy nevelők fáradozásai oly gyermekeknél, kiknek keblében
a szabadság utáni vágy hatalmasabb, ép az ellenkező
eredményekhez vezetnek, mint melyekre irányozva valának: úgy
azon kör, melyben gyermekekből ifjakká nőttünk, természetes
hajlamaink szerint különböző, de mindig ellentállhatlan befolyást
gyakorol jövőnkre; s ha visszatekintünk, nincs köztünk senki, ki ne
érzené, hogy sajátságainak nagy részét azon nevelésnek köszöni,
melyet nem egyes embertől, hanem a társaságtól, nem bizonyos
terv szerint, hanem a körülmények által kapott.
Ez vala oka azon különbségnek is, mely annyi érintkezési pont
mellett Ákos és Kálmán között létezett. Az öreg Kislaky t. i., kiben
Kálmán atyját, a megye volt alispánját s egyszersmind egyik
legbecsületesebb emberét tisztelé, nejével együtt a magyar
nemesség azon részéhez tartozott, mely, fájdalom! napjainkban
mindinkább kihal s minden hibái s gyöngeségei mellett legalább
azért érdemli meg tiszteletünket, mert elődeink szokásait s
nemzetiségét tisztán fentartá: az ősök miveletlenségét, de
egyszersmind a hajdankor jószivű egyszerűségét, sok, napjainkban
szinte nevetségesnek látszó előítéletét, de velük azon hitet, mely
nélkül nemzetiségünk nehéz harczai között soha föl nem tarthatta
volna magát: hogy a magyar soha eltünni nem fog e világról. Hogy
ezen néposztály érdemei nemzetiségünk föltartására nézve
fölszámíthatlanok s hogy a jövő gyalázatos hálátlanságot követne el,
ha valaha elfelejtené, miként azon nemesebb művelődés ágai,
melyeknek gyümölcseit élvezi, csak az erős törzs nedvéből vonták
termékenységüket, a melybe oltattak, minden kétségen kívül van; de
ép oly bizonyos az is, hogy mint minden, úgy a magyar nemesi
házak a história távolában sokkal nagyszerűebbek- s szebbeknek
látszanak, mintha azokat közelről tekintjük.
Ha például olvasóim közül valamelyik Kislaky Bálint urat
meglátogatná s a kaputlan kerítésen behajtva a házba lépne,
melynek kéménye csupa vendégszeretetből, mint ura unalomból,
mindig füstöl, hol a kuvaszokon kívül, melyek minden közelgőt
majdnem széttépnek, senki kötelességét nem teljesíti s kivevén a
mezei gazdaságot, sehol a rendnek nyoma sem található: úgy
hiszem a gazda szivessége, Borbála asszony szüntelen kínálásai,
sőt a pulyka pecsenye mellett is, mely számára süttetett, nem igen
jól érzené magát. Taksony-megyében a háztartások e neme
közönségesebb vala, semhogy a kislaki kastély ezen fogyatkozásai
feltüntek volna s miután a legtöbb s legtartósabb ismeretségek a
száj által történnek s pedig nem azért, mert vele beszélünk, hanem
mert vele eszünk: nem bámulhatja senki, hogy a vendégszerető
háznak sohasem hiányzottak vendégei s hogy az öreg Kislakynak
kevéssé elavult történetei, segítve a velük egykorú bor által, mely
mellett előadattak, mindig jókedvű hallgatókra találtak. E körben nőtt
fel Kálmán, irigyeltetve az egész vidéktől, szerettetve szüléi,
dicsértetve a vendégek, tiszteltetve a cselédek, magasztaltatva a
lelkész s rector, bámultatva az ispán s tiszttartó, imádtatva a vén
gazdasszony által; s ha e házban, hol közelítésénél minden kutya
ugrándozott örömében s minden ember szeretettel jött elébe, magát
honosnak érezé, ha szokásaival azonosult; csak az bámulhatná, ki
őt több vagy kevesebbnek tartja, mint jószivű, de közönséges fiatal
embernek.
A régi magyar ház egyetlen fiától ki kívánna mást, minthogy
belőle magyar úrfi váljék. De Kálmán ismeré a világot is; Pest, hol
iskoláit végezé s életének azon legboldogabb évét töltötte, melyre a
magyar hetvenéves koráig vágyódva emlékezik, értem a
juratuskodást s Ákossal való barátsága, mely által a gazdag fiú
akaratja ellen is magasb körökbe vonatott, nem maradhatának
befolyás nélkül nézeteire s az öreg Bálint úr s Borbála asszony
egész órákig elsóhajtozának néha kedves fiúknak finnyás szokásain
s az új divatú elveken, melyeket a városból hozott magával, noha a
polgárisodás korántsem terjeszté annyira rontó befolyását, mint a
jámbor szülők szivök szomorúságában gondolák. Való, hogy Kálmán
Pesten megváltozott s a parlagi úrfi, ki bécsi ruhákba öltözködve,
mióta szülei házát elhagyá, inkább magát, mint felebarátja
teremtését mívelé, sokat vesztett azon régi jó szokásokból, melyek
az ifjúság között egykor nemzetiség neve alatt divatoztak s egy-egy
kocsmai szolga megverése, ablakok s palaczkok összetörése s néha
egy jól muzsikált czigány dicső megjutalmazása által emlékezteték e
hon polgárait a régi alkotmány épségére; de «legyőzve bár,
megtörve nem» – mint koszorús költőnk mondá – Kálmán keblében
a betyár szunnyadott, de még élt egész épségében; csak alkalom
kelle, egy kis parlagi társaság, hozzá egy kis zene, valamivel több
bor s a régi legény feltámadt hosszú álmából; s pesti barátnéi, kik
szerénységét magasztalák, a zajgó úrfiban, ki nem ugyan törökkel
szájában, de palaczkkal kezében Kinizsi szép tánczát járá széles
jókedvében, alig ismertek volna kedves tánczosukra.
Ákos e tekintetben lényegesen különbözött tőle, sőt barátjának
mintegy ellentéte vala. A Réty-család gazdagsága s számos
összeköttetései által, melyekben főrendi házakkal állt, azok közé
tartozott, melyek a nemesség által közönségesen «fertály
mágnások»-nak csúfoltatnak; s mi a büszkeséget, nagyravágyást,
szóval azon hibákat illeti, melyek mágnásainknak, reménylem csak
kajánságból, tulajdoníttatnak, sokkal több joggal «ötfertály
mágnásoknak» neveztethetnének, miután a Zrinyiek, Frangepánok,
Thurzók s Czudarok soha e tulajdonokban annyira nem haladtak. A
fertálymágnás Magyarországban egy egészen kivételi, hogy úgy
mondjam amphibialis lény. Helyzete által a nemesi, vágyai s
hajlandóságai által a mágnási renddel összekötve, hely nincs,
melyet elemének ne tartana s ismét nincs hely, melyben magát
egészen otthonosnak érzené. Sértve büszkeség által, ha felsőbbek
társaságába lép, kikkel magát hasonlónak inkább láttatja, mint érezi;
megbántva minden inas által, ki őt tekintetesnek czímezi: az
érintkezés, melyet felsőbb osztályokkal szüntelen keres, csak a
keserűséget neveli, melyet irántuk gyermeksége óta kebelében
hordoz. – Mily nevetséges gőg – így szól, ha ön lakába övéi közé
visszatér, – mily utálatos büszkeség, mintha hazánkban minden
nemes nem volna egyenlő, mintha a báró vagy grófi czím egy kis
szócskánál egyéb volna, mely számtalan névhez csak azért
ragasztatott, mert magában nem hangzott úgy, hogy tiszteletet
vívhatna ki magának. – De ha a teins alispán vagy méltóságos
kamarás ekkép kiadta mérgét s az egyenlőség fentartására
inasainak még valamivel hosszabb vállzsinórokat csináltatott, mint
minőket szomszédjánál, a grófnál látott; te ki nemes vagy, de kinek
családjából senki még alispán nem volt, kamarás pedig épen nem is
lehetne, vagy kinek évenkint egy forint harminczhat krajczárral
kevesebb jövedelme van, valahogy ne gondold azt, hogy ezen szép
egyenlőségi elvek reád is kiterjedhetnének. A világon mindennek
megvannak határai s az egyenlőség kiterjesztésére nézve tévedések
elkerülésére mindenki közönségesen önmagát választja azon
határpontnak, melyen túl a nivellatiót veszély nélkül terjeszteni nem
lehet. Ha gyűléseken pártolás, vagy tisztujításnál szavazat kell,
nemességed el fog ismertetni, az első rész kilenczedik czíme, a
magyarok ezredes alkotmánya, a pusztaszeri vér, mely a nagy
áldomásnál összekevertetett, itt nem feledtettek még el s mihelyt
valakinek szüksége van reád, nem látsz senkit magad mellett, ki
magát egyenlőnek ne vallaná. De menj csak egyszer szabadelvű
nemes társad lakához, nyujtsd neki inasai előtt tisztválasztáskor
annyiszor szorítgatott jobbodat, mert szeretni vagy nőül választani
leányát: s ha ezt megpróbáltad, majd alkotmányos egyenlőségedről
szólunk ismét s meg foglak kérdezni, mit tartasz felőle? A magyar
nemesség vérrel szerzé hazáját, vérrel vívá ki szabadságát, vérrel
oltalmazza közös birtokát, ha az valaha megtámadtatnék, – így szól
a törvény – s ha vér helyébe pénzt teszesz, mi úgy is minden értéket
képvisel, az egész való maradt még napjainkban is, azon kis
különbséggel, hogy mivel vérből mindenikünknek majdnem hasonló,
pénzből pedig igen különböző mennyiség jutott, az egyenlőség, mely
a régi theoriából mintegy önkényt következett, újabb időkben a
történetek legtávolabbikai közé számíttatik.
Minden ember, ki többnek akarna látszani, mint a minek önmagát
érezi, azon iparkodás által, melylyel kitűzött ideáljait akarja elérni,
nevetségessé válik; s a félénk, ki asszonyok közt párviadalairól
beszél; a szegény, ki másodkézből összeszedett rongyokkal
fényüzést utánoz, mely alatt mindenünnen szükség tekint ki; a pór, ki
hogy nemesnek tartassék, magas ösmeretségeivel kérkedik s kőbe
faragva, szinekkel mázolva s lenyomva minden kanálon új czimerét
koptatja, gúny s megvetés tárgyává válnék, bármik lennének is
egyébiránt érdemei. A társaság, mely még azon érdemeket is,
melyeket valóban birunk, csak ritkán ismeri el, nem bocsát meg
annak, ki tőle még ennél többet kíván s majdnem úgy bánik vele,
mint uzsorásokkal bánni szoktak, vagy jobban mondva, bánni
kellene: kit, mert törvényes kamataival megelégedni nem akar,
megfosztanak tőkéjétől is. Egészen ily helyzetben valának a Rétyek
is. Régi nemesség, szép vagyon, alispánság és szép fiok, kinek még
neje sem vala s ki e szerint házasodhatott, – mi kelle még, hogy
magoknak kellemes társasági állást szerezzenek? De
büszkeségüknek más táplálék kelle. Valamint nagy Fridrik verseiben,
Voltaire diplomatiai ügyességében, Richelieu drámáiban, Byron
lovaglásában keresé dicsőségét, úgy Réty alispán úr azon fáradott,
hogy valamivel többnek láttassék, mint mivé született; s a százados
nemes, ősei számtalansága mellett, a parvenu minden nevetséges
oldalaival álla előtted s nénjéről, a bárónéról szólt s távol rokonáról,
a német grófról s hogy ezzel s ezzel a herczeg hadnagygyal igen
szoros viszonyban áll s ma báró F. vagy gróf X.-től levelet kapott,
stb.
Ákos, kit szüléi jókor Pestre küldének s ki nénje, báró Andorfyné
házánál a legjobb társaságban tölté napjait, sokkal több észszel birt,
minthogy szüléi gyöngéit át ne látta volna; s mi az életben többször
történik, ép annak ellenkezőjévé vált, mit naponként maga körül
látott. Ákos betyárrá lett, vagy jobban mondva, iparkodott, hogy
annak tartassék s ezért főkép a megye ifjúsága között határtalan
népszerűséget szerzett magának; mint oly ember, ki az által, hogy
ámbár angolul és francziául tudott s a félvilágot beutazta, mégis a
mennyire tőle kitelt, betyárkodásaikat utánozta, másoknak mintegy
igazolásul szolgált. Szép népszerűnek lenni s főkép ifjú korunkban
nincs talán semmi, mi után szivünk annyira vágyódnék. Később,
miután tudjuk, hogy azon szeretethez, mely oly roppantnak látszik,
az egyes szivek mi keveset adnak, örömünket elvesztjük e birtokon,
melyet talán még többen vesztenek, mint nyertek minden érdem
nélkül. De hogy Ákost e népszerűség nem kissé erősítette meg
erőltetett betyárságában, azt tagadni nem akarjuk, annyival
kevesebbé, miután az ifjú Réty ezen erőlködése vala az, mi közte s
Kálmán között néha a legnevetségesebb ellentéteket idézte elő.
Valamint t. i. Ákos a betyárságban, úgy Kálmán a míveltségben
helyezvén büszkeségét, a két ifjú egymásnak mintegy példányul
szolgált.
Ha téli napokban a megyei nemesség a megyeház teremében
összegyült – hol minden tánczmulatságok hihetőleg azért szoktak
tartatni, hogy az adózó nép, mely e termeket homloka izzadásában
építé, lássa, miként izzad ugyane helyen a nemesség is, – vagy ha
valamely előkelő táblabiró nevenapjának ünneplésére valahol
nagyobb társaság találkozott: kérdésen kívül a leglármásabb Ákos
volt és senki divatszerűebben nem lépett föl, mint Kislaky Kálmán;
de ha poharak vagy társalkodás közt mindenki magáról, vagy
helyesebben mondva arról, minek látszani akart, megfeledkezett: a
szerepek megváltoztak s Ákos helyett, ki reggel fűnek-fának
beszélé, hányszor részegedett meg életében, este Kálmán szemei
jártak keresztben, noha talán senki sem ellenezte állhatatosabban
Ákos ivó theoriáit délelőtt, mint ő. Ne kárhoztassa senki a
fiatalemberek e szeszélyét; éltünk azon korában, melyben az
emberek ítéletét még oly valaminek tartjuk, mi után fáradni érdemes,
mindnyájan affectálunk.
Ákos, ki erőt véve magán, az ebéd kezdetén szokása szerint
betyároskodott, minél több való vígságot láta maga körül, annál
szótalanabbá vált s az ebéd vége felé egészen azon szomorú
gondolatoknak engedé át magát, melyekkel reménytelen szerelme
szivét tölté. Kálmán, kit ez alkalommal Etelka szomszédsága s a
nyájas mód, melyben iránta viseltetett, rendkívül fölvidított, – mert a
bor leghamarabb száll fejünkbe, ha víg gondolatok társaságát találja
benne, – az udvariasság helyett, melylyel az első ételeknél magát
kitünteté, mindinkább a parlagi úrfi hangján kezde beszélni: míg
Etelka komoly tekintete s rövid feleletei hibáját eszébe juttatták s az
ebéd vége felé ő is, mint barátja, szomorúan ült helyén, alig merve
szólni szép szomszédjához.
Mihelyt az ebéd véget ért, Kálmán maga után a kertbe voná
barátját, hogy neki egész szerencsétlenségét elpanaszolja.
– Barátom – szólt padra vetve magát, – én a világ
legboldogtalanabb embere vagyok. Láttad ma testvéredet? ő nem
szeret, utál, megvet.
– Magadon kívül vagy – mondá Ákos, melegen szorítva kezét, –
esztelenségeket beszélsz.
– Nem, nem – én jól tudok mindent; Etelka nem szeret, nem fog
szeretni soha s jól teszi, ily ember, mint én, nem érdemes reá, – én
lemondok – én – –
– Ne igyál bort soha Kálmánom; úgy látszik, elszomorít.
– Hát te is észrevetted? Hát csakugyan igaz? hát
megbecstelenítve álljak előtte? nem, soha! Holnap szabadságot
kérek apámtól s utazni megyek, elmegyek oly helyre, hol senki sem
ismer, hol angyali testvérednek alkalmatlankodni nem fogok soha,
hol –
Ákos ismét félbeszakasztá s boldogtalansága okát kérdé, mire a
másik, mindazon részletességgel, melyre csak szerető képes,
elmondá, mi nyájas volt Etelka iránta az ebéd kezdetén; hogy ő,
becsületére, alig ivott pár pohárral, de hogy a mint látszik, a bor
inkább hatott reá s hogy talán valami illetlent mondott, miután az
ebéd vége felé Etelka rá se nézett. Hogy mindennek vége van, hogy
ily utálatos teremtés, mint ő, ily angyal után nem vágyódhatik, hogy ő
örülni fog, ha Etelka más karjaiban fogja föltalálni mindazon
boldogságot, melyet tőle elfogadni nem akart, de hogy ha e
szerencse oly valakinek jut, kit ő ismer, annak kitekeri nyakát s több
effélék. Mint minden destillatiónál a retorta felső részén számos
csöppek látszanak, úgy az érmelléki víz-részei tiszta könyekben
peregtek le Kálmán arczain s Ákos, noha jól tudá «honnan e
könyek», eléggé szereté barátját, hogy fájdalmánál szintoly
részvéttel viseltessék, mintha annak okát csakugyan nagyon
fontosnak gondolná. Mondá, hogy asszonyok ugyan nem szivesen
látják, ha fiatalember más valamitől részegül, mint bájaiktól, de, mint
a jó pezsgő hatása hamar eltünik s főfájást nem hagy maga után,
úgy az ily haragé is. Biztossá tevé barátját Etelka szerelméről s mi
több, hogy testvére a rút grófot megveti, szóval oly ügyesen járt el
vigasztalásaiban, hogy Kálmán lassankint fölvidulva, végre
szenvedélyesen szorítá karjai közé barátját s azon esküvéssel, hogy
soha többé borhoz nem nyúl, örömében kisirá azon végső
cseppeket, melyek az ebéd alatt könyzsákjaiban összegyültek. Az
ifjú kor legszebb kiváltsága, hogy öröm s fájdalom oly közel
feküsznek egymáshoz; később talán ép annyi, sőt több okunk volna
örömre, de lelkünk elveszti rugékonyságát s ha egyszer
elszomorodánk, annyi kell vigasztalásunkra, hogy közönségesen
ismét új baj ér, még mielőtt a régit felejtettük.
Kálmán, ki csakugyan inkább szerelem, mint bortól részegedett
meg, a levegő, a járás és könyei után csaknem egészen kijózanodott
s a két fiatalember ismét a ház felé indult, hogy Etelkát fölkeresve,
mint Ákos mondá, az új békekötés nagy ünnepélye minél előbb
véghez menjen; de ki az köztünk halandók között, ki az életben csak
a jövő perczre is biztosan számolhatna? Ki az, főkép tisztujítások
alkalmával, hol a sorson s végzetünkön kívül még kortesek
határoznak jövőnk felett?
Míg a fiatal barátok a kertben tartózkodtak, addig az öreg Kislaky,
ki szive jókedvében egy, sőt talán két pohárral is többet ivott, mint
szomjúsága enyhítésére szükséges vala, más dolgokon törte fejét.
Az öreg úr rég kedves Kálmánjának szánta Etelkát. Nem mondom,
hogy épen csak a leány vagyona hozá őt e gondolatra, de miután a
két család birtoka határos vala s pedig igen valószinűleg a teremtés
első napjától mostanig s miután a Rétyek jószága majdnem egészen
leányágat is illetvén, egy részének Etelkára kelle szállni, az öreg
Kislaky joggal mondhatá, hogy a gyermekek egymásnak teremtettek.
Nagy hizelgő a bor, mindenkit megerősít kívánataiban s az öreg
Kislaky, kinek szemei egész ebéd alatt fián függtek s ki jobb- és
balszomszédját talán harminczszor is kérdé: ha láttak-e valaha két
fiatal teremtést, kik jobban illenének egymáshoz? meg vala
győződve reményei teljesültéről, ámbár forma szerinti kérésére,
melyet ebéd után az öreg Rétyhez intézett, csak azon választ nyeré,
hogy leánya érzelmeit nem ismeri; Rétynétől pedig, hogy ily fontos
dologról jobb tisztujítás után szólani.
Az öreg örömében kezeit dörzsölve járdalt az udvaron.
Képzetében már Kálmán s Etelka egész ivadéka ugrándozott
körülötte s a jámbor apa szive hatalmasan földobogott ez ábrándok
között, midőn a pajtából fölhangzó zaj gondolatainak más irányt
adott. A kortesek, kik nagy művészek módjára hosszú gyakorlatokkal
készülnek a nagy előadáshoz, melynek főszerepét ők játszák, a
pajtában most másodszor ismétlék próbatétüket s e pillanatban ép
az albirákhoz jutván, midőn a kasznár, ki mint elnök, itt a főispán
helyét pótolá, a sz.-vilmosi járás első albiráját említé, háromszáz
hanggal «Éljen Kislaky Kálmán»-t kiáltanak. Az öreg úr, mert mely
apa maradna nyugodtan, ha fia dicsőségének fültanúja lehet,
szédelgett gyönyörködésében s midőn épen ispánját látá a pajta felé
menni, jó vagy rossz nemtője ez eszmét sugá fülébe: mennyire kár,
hogy fiának diadala náddal födött pajtában hangzik el s mi jó volna,
ha Etelka ennyi dicsőségnek tanuja lehetne! Magához szólítá tehát
az ispánt s elbeszélé neki a nagy családi titkot, melyet annyival
inkább bizhatott reá, mert nyelve most nehezebben mozgott s nem
vala hihető, hogy e bizalommal visszaél s kérdé: nem volna-e jó, ha
a kortesek Kálmánt, ki a kertben van, fölkeresnék s diadallal Etelka
szobájába hoznák? Az ispán ura nézeteit egészen helyeslé s mihelyt
a pajtába ért s félnegyedig «Halljuk!»-ot ordítva csendet eszközölt,
oly remekül szónokolt, hogy az egész tömeg azonnal útnak indult.
Igaz, hogy Kislaky követének a titokról szint azon fogalma vala, mint
sok más embernek, ki alatta csak oly valamit ért, mit önmagunk
elbeszélni pirulnánk, vagy nem merünk s azért más valaki által
akarunk tudatni a világgal s hogy ennélfogva Etelka s Kálmán
lakodalma mindjárt beszéde elején kihirdettetett s megéljeneztetett.
Azonban annyi bizonyos, hogy a sz.-vilmosi háromszáz nemes,
kikről csak negyed óra előtt megesküdhettünk volna, hogy mint a
háromszáz spártai Thermopylaeknél, helyeiken fekve fognak
találtatni, irtóztató éljenek között gyenesen a kertnek vette útját s
hogy Kislaky, ki előttök szintén a kertbe futott, könytelt szemekkel
mormogá fogai között: Hejh mégis szép dolog a népszerűség!
Ne vessék meg olvasóim a jámbor öreget e vallomásaért s habár
sokan volnának közöttük, kik a nép kegyeit szivökből megvetik s
ellene szintúgy zúgolódnak, mint kedveseik ellen azok, kik őket
kérlelhetetlenek- vagy hivteleneknek találják: gondolják meg, hogy
Kislaky azok közé tartozott, kik e népszerűségben nem eszközt,
hanem sok ember szeretetét látják; s mert egyedüli fortélyuk,
melylyel e kincset kivívák, szivök jósága volt, nem is tapasztalák
annyiszor ingékonyságát. Úgy is Helenán kívül nincs, mi annyira
ócsároltatott, mint a népszerűség s mégis kevés ember van, ki
miután tíz évig ostromlá a várat, melyben a hívtelen mással
tartózkodott, azt mint Menelaus ne fogadná szivesen vissza
házához.
Kálmán s Ákos már a házhoz közelegtek, midőn az öreg
Kislakyval s mindjárt utána az egész korteshaddal találkoztak, mely

You might also like