Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Bruno Bauer ve Karl Marx 1st Edition

Zvi Rosen
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/bruno-bauer-ve-karl-marx-1st-edition-zvi-rosen/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Il Capitale Karl Marx

https://ebookstep.com/product/il-capitale-karl-marx/

Fransa da ■ç Sava■ 1st Edition Karl Marx

https://ebookstep.com/product/fransa-da-ic-savas-1st-edition-
karl-marx/

Hece Karl Marx 2 Cilt 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/hece-karl-marx-2-cilt-1st-edition-
kolektif/

Hece Karl Marx 1 Cilt 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/hece-karl-marx-1-cilt-1st-edition-
kolektif/
■■■ 3rd Edition Karl Marx

https://ebookstep.com/download/ebook-54694396/

Lapsus Say■ 4 Yeniden Karl Marx 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/lapsus-sayi-4-yeniden-karl-
marx-1st-edition-kolektif/

Karl Marx Politik in eigener Sache 1st Edition Wolfgang


Schieder

https://ebookstep.com/product/karl-marx-politik-in-eigener-
sache-1st-edition-wolfgang-schieder/

Karl Marx Politik in eigener Sache 1st Edition Wolfgang


Schieder

https://ebookstep.com/product/karl-marx-politik-in-eigener-
sache-1st-edition-wolfgang-schieder-2/

Fransa da S■n■f Mücadeleleri 1848 1850 1st Edition Karl


Marx

https://ebookstep.com/product/fransa-da-sinif-
mucadeleleri-1848-1850-1st-edition-karl-marx/
BRUNOBAUER
ve

KARLMARX
BRUNO BAUER'İN
MARX'IN DÜŞÜNCESİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Zvi Rosen

Çeviren: Doğan Barış Kılınç


NotaBene Yayınlan

BRUNO BAVER ve KARL MARX


Bruno Bauer'in Marx'ın DOşOncesl Üzerindeki Etkisi

Özgün Adı
BRUNO BAUER and KARL MARX:
The lnfluence of Bruno Bauer on Marx 's Thought

Yazar
Zvi Rosen

İngilizce Baskıdan Çeviri:


Bruno Bauer and Kari Marx
by Zvi Rosen
Copyright © 1977 Springer Netherlands
Springer Netherlands, Springer Science+Business Media 'nın bir birimidir.
Tüm haklan saklıdır.

Çeviri: Doğan Barış Kılınç


Kitap Editörü ve Son Okuma: Ersin Vedat Elgür
Çeviri Kontrol: Eyüp Ali Kılıçaslan
Kapak Tasarımı: Canis Döşemeci Başsüllü
Dizgi: Ulaş Akyol

Baskı ve Cilt: Hermes Tanıtım Ofset Baskı Hiz. Kağ. Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cad. No: 105 İskitler I ANKARA Tel: 0.312 384 34 32

1 . Baskı
Ekim 2012
ISBN : 978-605-5513-28-3

www.notabeneyayinlari.com
© Renas Yayıncılık Matbaacılık Filmcilik Reklam Yazılım Donanım Bilişim San. ve Tic. Ltd. Şii.
Bankacı Sok. 1811 Çankaya /Ankara Tel: 312 417 05 44
BRUNOBAUER
ve

KARLMARX
BRUNO BAUER'İN
MARX'IN DÜŞÜNCESİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Zvi Rosen

Çeviren: Doğan Barış Kılınç


Zvi Rosen

( 1 925- ) Tel-Aviv Üniversitesi Felsefe Bölümünde Profesör. Yayımlanmış


bazı eserleri şunlardır:

The Young Hegelians and the lssue of Origin of Christianity ( 1 958)

Kari Marx' lntellectual World ( 1 965)

Kari Marx und Moses Hess. Ein Beitrag zur Entstehung des Marxismus
( 1 983)

Max Horkheimer ( 1 995).


İÇİNDEKİLER
Çevirenin notu 7

Eyüp Ali Kılıçaslan 'm Önsözü: 9

Felsefe: A lacakaranlıkta Minerva Baykuşu 'nun uçuşu mu?


Şafakta Horoz Ötüşü mü? Athena Kartalı 'nın Güneşi Arayışı mı?
ya da Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine

Önsöz 117

Kısaltmalar 119

KISIM 1
BiR GENÇ HEGELCI OLARAK BRUNO BAVER 123

1. Sorun 125

il. Bruno Bauer Ü zerine Literatür 131

111. Strauss ' un Leben Jesu sunun Yayımlanmasına


'
145
Kadarki Bauer'in Yaşamı

iV. Hegelci Okulda Bölünme - Genç Hegelcilerin Doğuşu 151

v. Bir Teolog ve Strauss Eleştirmeni O larak Bruno Bauer 171

V I. İ ncillerin Bauerci Eleştirisi 183

Vll . Hegel Yorumcusu Olarak Bruno Bauer 205

Vll l . Bauer'in Din v e Tarih Düşüncesi 235

IX. Bauer' in Politika Düşüncesi 267


6 1 Brnno Bauer ve Kari Marx

KISIM il
KARL MARX VE BRUNO BAVER 289

1. Bauer ve Marx Arasındaki Kişisel İ l işkiler 291


ve Yazınsal İ şbirliği

il. Marx 'ın Din Düşüncesinde Bauerci Motifler 299

I II. Marx' ın Doktora Tezinde Bauer'in Etkisi 319

iV. Marx' ın Yabancılaşma Düşüncesinde Bauerci Motifler 337

v. Bauerci Fikirlerin Marx' ın İ deoloj i 361


Düşüncesindeki Etkisi

VI. Marx, Feuerbach, Bauer 391

Yii . Marx ve Bauer Arasındaki Polemik 421

Bibliyografya 445

Dizin 467
Çevirenin Notu
Bruno Bauer (1 809-1882) adını genel olarak Kari Marx'ın
eserlerindeki eleştirilerden biliyoruz. Ve Marx ' ın dili oldukça
sert olan ve karikatürize eden bu eleştirileri de çoğu kez -her
ne kadar Bauer' in kendisi de bu karikatürleştirilmeye teşne olsa
da- bir ölçüde, isteyerek ya da istemeyerek, bu eleştirilerin nede­
nini de sorgulatacak şekilde, hedef alınan kişiyi ve düşüncesini
önemsiz göstenne eğilimindedir. Oysa sırf Marx birçok eserinde
eleştinniş olduğu için bile tarihsel açıdan Bauer'in muazzam bir
öneminin olduğu açıktır. Marx ' ın bir dönem hocası ve yakın ar­
kadaşı olan Bauer, Sol-Hegelcilerin en önemli temsilcilerinden
biriydi; kurulu din ve devlete karşı insanın bütüncül özgürlüğü­
nü savunuyor ve bu doğrultuda radikal bir mücadele vennek ge­
rektiğine inanıyordu.

Bauer' i Türkiye'deki okurla daha yakından tanıştırmaya


çalışmanın iki anlamı bulunuyor: Birincisi, Bruno Bauer özel­
l ikle Hıristiyanlığa yönel ik eleştirileriyle ve titiz İ ncil çözüm-
s ı Bruno Bauer ve Kari Marx
lemeleriyle tarihteki en önemli ateist duruş noktalarından birini
temsil etmektedir ve bunu da Hegel ' in felsefesini bir bütün ola­
rak göz önünde bulundurarak ve bu felsefenin içrek anlamının
ateizm olduğunu ilan ederek yapmaktadır. Hegel 'in kendi fel­
sefesiyle Hıristiyanlığı temellendinniş olduğu gibi basmakalıp
lafları duymaya aşina okur için oldukça yadırgatıcı gelebilecek
bu girişim dönemin Almanya 'sında büyük tartışmalara yol aç­
mış ve Hegel 'e yönelik hakim görüşü çatırdatmıştı. Bu anlamda,
Bauer'in düşüncelerini bilmenin hem onun kendi zamanının tar­
tışmalarından haberdar olmak açısından tarihsel, hem Hegel 'in
felsefesini aykırı bir bakış açısından gönnek açısından felsefi,
hem de dinin bir kez daha yükselişe geçtiği kendi zamanımızı
anlamak açısından günce/bir önemi bulunuyor. İ kincisi, Marx ' ın
Bauer'de neyi eleştirdiği kendi eserlerinden hareketle biliniyor,
ama ondan neyi aldığı ya da ondan hangi noktalardan etkilendiği
pek bilinen ve üzerinde durulan bir konu değil. Elinizdeki kitap
bu etkinin izlerini sürüyor ve ayrıca Marx'ın düşüncesinin olu­
şum yıllarındaki kimi tartışmalara -Türkçede eksikliğini hisset­
tiğimiz bir nokta- ışık tutuyor.

Son olarak, Zvi Rosen 'in elinizdeki eserini çevinne konusun­


da beni yüreklendiren ve Türkçe metni orij inaliyle karşılaştır­
mak ve önsözü kaleme almak gibi zahmetli bir işe katlanan sayın
hocam Doç. Dr. Eyüp Ali Kılıçaslan'a ve dinamizmiyle çeviriyi
görece kısa bir sürede tamamlamam konusunda ısrarlı teşvikle­
rini esirgemeyen sevgili dostum Öğr. Gör. Ersin Vedat Elgür'e
teşekkürü bir borç bilirim.

Doğan Barış Kılınç


Diyarbakır/20 1 2
Felsefe:
Alacakaranlıkta Minerva Baykuşu'nun Uçuşu mu?
Şafakta Horoz Ötüşü mü?
Athena Kartalı'nın Güneşi Arayışı mı?
ya da

Hegelci Okul İçindeki


Bölünme Üzerine
Eyüp Ali KILIÇASLAN

Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğretme konusunda . . .


Felsefe sahneye her zaman çok geç çıkar . . . Felsefe
grisini gri üzerine boyadığında, o zaman yaşamın
bir şekli yaşlanmıştır, ve grideki gri ile
gençleştirilemez ama ancak bilinebilir;
Minerva 'nın Baykuşu uçuşuna ilkin
alacakaranlığın çöküşüyle başlar.
(Hegel, Hukuk Felsefesi, "Önsöz")

Minerva Baykuşu yerini yeni bir günün şafağını


bildiren horoz ötüşüne
bırakır.
(Cari Ludwig Michelet,
Jahrbücherfiir wissenschaftliche Kritik, 1 83 1 )

Minerva Baykuşu kendi karanlık köşesinde gizlenmekten hoşlanır,


- ama bizim gelecekteki Athenamız güçlü kanatlarıyla ve
güneşe dayanıklı gözleriyle bir kartala
ihtiyaç duyar. . .
Defol M inerva!
( August von Cieszkowski, Gol/ und Palingenesie)
1O J Bruno Bauer ve Kari Marx
Wolfgang Menzel Die deutsche Literatur(Alman
Edebiyatı)'ün başında Almanlar'dan söz ederken, çok az şey
yaptıklarını; buna karşın çok fazla yazdıklarını belirtir. İ leride
birisi çıkıp da Alman tarihinin yakın zamanlarına göz gezdirdi­
ğinde göreceği şeyin insanlardan çok kitaplar olacağını; kitaplar
içinde uyuduklarını ve rüya gördüklerini; yazıcı bir ulus olduğu­
nu; Almanları kalemin yönettiğini ve hizmet ettiğini, çalıştığını
ve ödediğini, savaştığını ve beslediğini, ödüllendirdiğini ve ce­
zalandırdığını yazar. Almanlar İ talyanlar 'a gökyüzünü ve cenne­
ti, İ spanyollar'a azizlerini, Fransızlar'a eylemlerini, İ ngilizler'e
para çantalarını bırakmışlar, kendileri kitaplarının başına otur­
muşlardır. Bu spekülatif, teorik Alman halkı düşünmesini ve şiir
yazmasını çok sevmekteydi ve her zaman yazmak için yeteri
kadar zaman buluyordu. Matbaayı icat edenlerin de Almanlar
olduğu unutulmamalıydı. Almanlar için yazmak bir çeşit ilaç
gibiydi. Alman' ı n bir elinde ne olursa olsun, diğerinde mutlaka
kalem, kağıt ya da kitap vardır. Çok fazla yazmak ve okumak
Almanların genel bir hastalığıdır. Almanya'da pek çok şey hak­
kında yazılmıştır, ama hiçbir şey yapılmamıştır. Alman ' ın etkin­
liği fazlasıyla yazmaktır. Almanya'da şan ve şöhrete giden yolun
kapısını açacak olan şey yazmaktır. Fransa' da ve İ ngiltere'de bir
devlet adamı olmak nasıl genel bir tutumsa, Almanya'da da bir
entelektüel için yazar olmak o derece anlaşılabilir bir durumdur.
İ şi gücü yoksa da, en azından yazar.

Ancak kendileri eylem olan sözcükler vardır ve Almanlar


bunda oldukça ustalaşmışlardır. Yaşama dair anılar ve idealler
bilginin ve şiirin dünyasında içerilirler, tinin sonsuz etkinliğinde
saflaştırılıp, dönüştürülürler. Almanlar bu dünyada kendilerini
hep evlerinde hissetmişlerdir. Doğa onlara eşsiz bir düşünme ye­
teneği, tinin derinliklerine inmelerini sağlayacak ve onun paha
biçilmez zenginliklerini gözler önüne serecek üstün bir yetenek
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l ı ı
vermiştir. Bu Almanlar ' ın kimliklerinin gerçek büyüklüğüdür.
Bu doğa tarafından onların alınlarına yazılmış bir yazıdır. Te­
ori ve şiir, tinsel yaşam, bu yüzden, en parlak yanını onlarda
gösterir. Tinin olumlu, yaratıcı ve mutlu çahşması sonucu
Almanya'dan doğacak olan düşüncelerin pardtısı dünyayı
aydmlatacaktır, diye de ekler Menzel.

Felsefe söz konusu olduğunda bu Almanlar ancak Hintlilerle


ve daha çok da Greklerle kıyaslanabilecek düzeyde bu alanda
yetkinleşmişlerdi. Başka halklar tarafından da kabul gören bir
düşünceydi bu. Almanlara komşu olan halklar kendilerini eylem
alanında daha iyi görürlerken, Almanları çok fazla düşündükleri
için övüyorlardı. İ şte bu Almanlar Leibniz'le birlikte, kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde, felsefede üstün bir yer işgal etmeye
başlamışlardı. Almanlar Goethe 'nin doğum ve ölüm tarihleri ara­
sındaki dönemi, 1 749- 1 832, onun adıyla anarlar ve Goethezeit
derler. Bir de 1 781- 1 83 1 yıllarını kapsayan elli yıllık bir dönem
vardır, Kant' ın birinci Kritik'ini yayımladığı tarih ve Hegel'in
ölüm tarihi arasında kalan yıllar. Bunu da ldealismuszeit olarak
adlandırabiliriz. İ şte bu Almanlar bu dönemde de, hiçbir şey yap­
masalar da çok fazla felsefe okudular, yaptılar ve yazdılar. Bir
Fransız olan Hyppolite Taine zamanının en önemli düşüncele­
rinin l 78 1 -1 83 1 yıllarında Almanya'da üretildiğini belirtir. Her
şeyden önemlisi, Almanların damarlarında felsefe vardır.

Heinrich Heine de Zur Geschichte der Religion und Philosop­


hie in Deutschland(Almanya'da Dinin ve Felsefenin Tarihi)'da,
Alman halkını harekete geçirmenin, eyleme yöneltmenin kolay
olmadığını; ama bir kez bu yola zorlandığında, bunu en inatçı
azmiyle sonuna kadar götüreceğini yazar. Alman halkının ka­
rakterini dini konularda sergilediğini ve ayrıca felsefede ey­
lemde bulunduğunu bel irten Heine, Alman felsefesinin önemli
12 I Bruno Bauer ve Kari Marx
bir olgu olduğunu; tüm insan soyunu ilgilendirdiğini; ve ilkin
felsefelerini işleyip daha sonra devrimlerini yaptıkları için
övüleceklerine ya da suçlanacaklarına ancak torunlarının karar
verecek durumda olduklarını ileri sürer. Heine'ye göre, Alman
halkı gibi metodik hareket eden bir halkın, önce Reformasyonla
başlayıp, sonra kendisini felsefi sistemler kurma işine vermesi
ve bunları tamamladıktan sonra da politik devrime geçecek ol­
ması çok rasyonel bir tutumdu.

Avrupa 'yı kasıp kavuran 1 830 devrimleri sonrasında


Almanlar'ın geri oldukları düşünülen politikada büyük ilerle­
meler gerçekleştirdikleri görülür. 1 9. yüzyılın başlarında inişli
çıkışlı geçen zamanlardan sonra durgunluğa gömülen Alman
halkında devrim haberleri sarsıcı bir etki yaratmıştı. Heine'nin
kehaneti gerçekleşiyor, Almanya devrimine mi hazırlanıyordu?
Almanya'ya devrim beklenenden daha geç geldi ve l 848'de
gerçekleşti. Almanya'da devrimi hazırlayan unsurlar arasın­
da, 1 830'un devrimci dalgasında, Goethe'nin ölümünden son­
ra edebiyattaki boşluğu doldurma iddiasıyla ortaya çıkan ve
Heine'nin de bir üyesi olduğu "Genç Almanya" edebiyat akımını
ve Hegel'in ölümünden sonra felsefi mirasının gerçek sahibinin
kim olduğu konusundaki tartışmanın sonucunda şekillenen ve
genellikle "Genç Hegelciler" olarak bilinen politik-felsefi oluşu­
mu göstermek yanlış olmayacaktır. Almanya'da 1 848 devrimini
l 830' lar ve 1 840'1ar hazırlamıştı. Tıpkı 1 8. yüzyılda Fransa'da
olduğu gibi, 19. yüzyılda Almanya'da da felsefedeki devri­
me toplumsal-politik bir devrim eşlik etmişti. Beklenti, 1 789
Devrimi'nin askıya alınan vaatlerinin sonunda hayata geçirile­
bileceği yönündeydi . Bu amaçla, Hegel 'in öğrencileri ve izle­
yicileri de Zeitgeist'ı kavramaya ve gereğini yerine getirmeye
çalıştılar.
Hege/ci Okul İçindeki Bölünme Üzerine 1 I 3
Bu yazının konusunu Hegel ' in felsefesi değil, Hegel hayat­
tayken ve ölümünden sonra onun felsefesi üzerinden yapılan tar­
tışmaların sonucunda farklı yorumlardan kaynaklanan Hegelci
okul içindeki bölünme ya da ayrışma oluşturmakta. İ ki bölüm­
den oluşan bu yazıda ilkin okurun ilgisini, ülkemizde pek bi­
l inmeyen Hegelci okulun gelişim tarihine çekmeye çalışacağız.
Böylelikle, elindeki kitapta Bruno Bauer ve Kari Marx arasın­
daki ilişkinin ayrıntıl ı bir incelemesini bulacak olan okur, genç
Hegelciler olarak da bilinen bu filozofların nasıl bir tarihsel or­
·
tam içinde hareket ettikleri konusunda genel bir bilgi edinmiş
olacaktır. İ kinci bölümde, gene ülkemizde haklarında neredeyse
hiç kalem oynatılmamış, Hegelci okul içinde genç Hegelciliğin,
"sol" Hegelciliğin öncüleri konumunda gösterilen Eduard Gans,
August von Cieszkowski, Moses Hess ve Amold Ruge konu edi­
nilecektir. Bununla da amaçlanan, okuru Bauer' i ve Marx'ı ha­
zırlayan entelektüel tartışma ortamında nelerin sorun edinildiği
hakkında bilgilendirmektir.

Hegelci okulun şekillenmesi Hegel'in ölümünden önceki


ve sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Hegelci okulun gerçek an­
lamda bir doğuşu 1 8 1 6 sonrasına denk gelir. Hegel üç üniver­
sitede görev yaptı: Jena, Heidelberg ve Berlin. Hegel'in Jena
döneminde az sayıdaki öğrenci lerinin oluşturduğu bir gruptan
söz etmek mümkün. Ancak gelişmiş anlamda bir ekolleşmenin
Heidelberg'te ve Berlin'de görev yaptığı yıllarda oluşmaya baş­
ladığı söylenebilir.

Aslında, felsefesini çağının nesnel ya da evrensel özbilinci­


nin bir anlatımı olarak gören Hegel, onu akademik bir çevreye ya
da okula sınırlandırmayı istememişti. Hegel felsefi bir okul kur-
14 1 Bruno Bauer ve Kari Marx
maktan çok, politik ve kültürel kurumlarda etkili olacak etkin bir
partiy i eğitmeyi ve hazırlamayı amaçlamıştı. Onun anlayışında,
felsefe eğitiminin ve öğreniminin amacı mevcut tarihsel dene­
yimde aklın varlığını tanımak ve bilmekti. Bir Hegelcinin yap­
ması gereken şey, kendisini toplumdan yalıtarak derin düşünce­
lere dalmak değil, tarihsel-toplumsal insanal deneyimdeki aklın
özbilgisiyle bu dünyaya yeniden girmekti. Hegel'in felsefesinin
amacı kişiyi tarihsel-toplumsal dünyada somut özgürlüğü yaşa­
maya hazırlamaktı, yoksa ona bu dünyadan el etek çektirmek
değil. Bu yüzden, felsefenin değerini eğitici işlevini gerçekleştir­
mesinde gören Hegel, mutlak olanın edimselliği olarak mevcut
olanın felsefi bilgisini sunmaya çalıştı.

Hegel' in Jena Ü niversitesi 'ndeki akademik kariyeri bir tür çı­


raklık aşamasıydı; kendisini tamamıyle ders notları hazırlamaya
vermiş bu işe yeni başlayan birisinin hazırlık yıllarıydı ve felsefi
konumu henüz açıklık kazanma gereksinimi duyuyordu. 1 807 ve
1 8 1 6 yılları arasındaki gazetecilik ve gymnasium öğretmenliği
deneyimleri onun kendi konumuna açıklık getirme ve bunu ile­
tebilme yeteneğini geliştirmesine olanak sağlamıştı. Bu yıllarda
Hegel 'in sınırlı sayıda bir dinleyici kitlesi oldu. Almanya gibi bir
ülkede felsefi bakımdan önemli bir konum elde etmek için geniş
bir dinleyici kitlesine seslenmek ve saygın bir üniversitede bir
kürsü sahibi olmak gerekliydi. Bu yüzden Prusya'nın başkenti
Bertin, Hegel'in amacını gerçekleştirmesi için uygun bir yerdi.

Hegelci olarak tanımlanabilecek i lk öğrenci grubu Hegel' in


Jena'daki son iki yılında oluşmaya başladı. 1 805'in başında, kü­
çük ama çoşkulu Hegelciler takımı filozofun derslerinin sürekli
çekirdek kadrosunu oluşturmuştu. Bu grubun bilinen üyeleri ara­
sında Hermann Suthmeyer ( 1 784- 1 824), Christian G. Zellmann
( 1 785- 1 806), Georg Andreas Gabler ( 1 786- 1 853 ), Peter Gabriel
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l ıs
van Ghert ( 1 782- 1 852), Kari Friedrich Bachmann ( 1 785- 1 855)
ve Christian F. Lange (?)'nin adları sayılabilir. Bremen'li bir
teoloj i öğrencisi olan Suthmeyer'in liderliğinde grup hem bir
dinsel topluluk hem de bir kişilik tapınması karakterine bürün­
müştü. Bu grup Hegel'e adeta peygamber-filozof bir deha gibi
tapınaktaydı. Bu grubun üyeleri Hegel 'in felsefesinde eskisinin
ölümünden doğmakta olan yeni bir yaşamı müjdeleyen tarihsel
bir geçiş çağının yorumunu bulmuşlardı. Hegel'in felsefesi gru­
bun üyelerinin kişisel yaşamlarında bütünsel bir tinsel devrim
başlatmış; onları bilgisizliğin, kuşkunun ve umutsuzluğun gece­
sinden kurtarmış ve evrensel tinle birlik bil incine yükseltmişti.
Hegel felsefesi radikal kolektif toplumsal, politik ve dinsel bir
dönüşümün habercisi olarak yorumlanmıştı.

Nümberg'teki gymnasium öğretmenliği süresince Hegel 'e


sınırlı sayıda candan bağlı öğrenciler olmuştu; ancak bunların
entelektüel bakımdan gelişkin olmayışları yüzünden bu grubu
Hegelciler olarak tanımlamak biraz zorlama olacaktır. Hegelci
felsefeye yeni katılımlar gerçekleşmezken, Jena grubu Hegelci­
liği de, bu gruptan bazılarının erken ölümü, bazılarının da ken­
dilerini felsefeden uzaklaştırmasıyla, bütünüyle ortadan kalkma
tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Gabler yirmi yıldan fazla süren bir
sessizlik döneminden sonra sahne almıştı. Ghert ve Bachmann
1 805 ve 1 8 1 6 yıl ları arasında kendi Hegelci düşüncelerini kamu­
nun dikkatine sunma çabası içine girmişlerdi. 1 8 1 6' da Hegelcilik
Hollanda'da Ghert'in kişiliğinde temsil ediliyordu. Almanya'da
Bachmann ' ın Hegelciliği terk edişinden sonra Hegelci liğin bütü­
nüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı görülür.

1 8 1 6 yılının yazında Hegel Heidelberg, Erlangen ve Berlin


üniversitelerinden davet alır. Heidelberg'ten gelen daveti kabul
eder ve 1 8 1 8 yılına kadar bu üniversitede akademik kariyerini
t 6 1 Bnmo Bauer ve Kari Marx
sürdürür. Bu davetler Hegel'in kişisel bağlantılarının ve genel
kabul görürlüğünün bir sonucu olarak görülebileceği gibi, filo­
zofun üniversite senatolarından ve devlet bürokrasisinde görev
alan bakanlardan da oldukça güçlü bir destek aldığı anlamına
geliyordu. Hegel'in felsefesi ve bunun içerimleri henüz yeterin­
ce ayrıntılı bir şekilde incelenip anlaşılmasa da, farklı duruşnok­
talarında yer alan entelektüeller tarafından da destek görmüştü.
1816 'da geleneksel felsefi öğretinin önemli bir alanı olan mantık
üzerine çalışmasını yayımlayan Hegel, spekülatif bir filozof ola­
rak giderek artan bir ilgi merkezi olmaya başlamıştı.

Heidelberg'teki dönemi süresince Hegel'in adı Kant'ın ve


Fichte'nin eleştirel-transendental idealizminde çözümsüz bıra­
kılan ikiliklerin üstesinden gelen Schelling, Franz von Baader
ve Henrich Steffens gibi spekülatif devrimin liderleriyle birlik­
te anı lıyordu. Bu arada Hegel, Isaak von Sinclair ve Immanuel
N iethammer gibi eleştirel-transendental idealist olarak bilinenler
arasında bile sempatiyle karşılanıyordu. Hegel'in bilimsel yön­
temi ve Romantisizmdeki mistik eğilimleri eleştirisi, onun kendi
kişisel bir özelliği olarak değil de, daha çok felsefesinin özsel bir
özelliği olarak değerlendiriliyordu. Bunlar kendi düşüncelerinin
Hegel' inkilerden ayrıldığı noktaları, onun felsefesinin politik so­
nuçları ya da içerimleri temelinde belirginleştiriyordu. Eleştirel
idealistlere göre, rasyonel olanın ve edimsel olanın birliği etik
bir ideal, ahlaksal çabalamanın bir ereği ve ahlaksal yargı için
bir temel olarak görülmeliydi, yoksa mutlak tinin doğal ve tinsel
dünyada kendini bildirişine ve edimselleşmesine dair özbilgisi
olarak değil .

Heidelberg Ü niversitesi ' nde Hegel'in kendisine bağlı izleyi­


cilerinin, öğrencilerinin sayısı giderek artar. Bu arada Hegelcile­
rin karşıt eğilimdekilerle polemiklerinde açıklık kazanmaya baş-
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine J ı 7
!ayan Hegel 'in ayırdedici felsefi düşünceleri, romantik ve eleş­
tirel-transendental idealist çevrelerden He gel' e sempatik des­
teğin giderek azalmasına neden olur. 1 8 1 6'dan sonra Hegel 'in
Alman kültür dünyasında üst sıralara yükselmesinde, hiç kuşku
yok, zamanın entelektüel akımlarının önemli temsilcilerinin ona
duydukları, gösterdikleri genel ilginin ve saygının büyük katkısı
vardı. Aydınlanma, yeni-klasik hümanizm, eleştirel idealizm ve
romantisizm gibi çağın önemli akımlarının Hegel'in düşünsel
gelişiminde çok büyük payları vardı ve filozof da bunları evre­
ler ya da aşamalar olarak kendi sistemine katmıştı. Ancak özel,
kendine özgü bir Hegelci okulun şekillenmesinin, gelişiminin
temelinde Hegel ' in felsefesini diğer akımlardan ayıran ve onu
diğerlerine karşı bir alternatif olarak öne çıkaran ondaki bazı
öğelerin bilinmesi ve bunların esas alınması vardı. Hegel hayat­
tayken bir okulun ya da bir hareketin teorisi olarak Hegelciliğin
tarihsel oluşumu aşamalı ve karmaşık bir süreç izlemişti.

Hegel'in Heidelberg dönemi ve Berlin'deki ilk yıllarında


önemli sayıdaki akademisyen ve öğrencinin Hegel'in felsefi siste­
minde çağın dinsel ve toplumsal-politik sorunlarına i lişkin değişik
ve inandırıcı, akla yatkın bir yanıt buldukları gözlemlenir. Bun­
ların anlayışında Hegel, devrim-sonrası modem devletin yasala­
rında ve politik kurumlarında törel yaşamın (Sittlichkeit) edim­
selleşmesini keşfetmiş ve estetik görü ya da dinsel inanç yerine
kendi-kendini-kavrayan etkin düşüncenin Tanrıyla barışı ya da
uzlaşmayı sağlayacak tek tatmin edici yol olduğunu göstermişti.

Hegelciliğin gelişme evreleri ve içsel ayrımlaşması salt po­


litik ve teolojik ya da dinsel Hegelcilik arasındaki bir ayrışma
temelinde anlaşılamaz. Tüm Hegelciler politikayı, nesnel tini,
din ve felsefe bağlamında, mutlak tin bağlamında görüyorlardı.
Gene de, bu konuda önemli vurgu, yoğunlaşma ve ilgi farklı-
1s ı Bruno Bauer ve Kari Marx
lıklan olduğu da göz ardı edilemez. Kari Rosenkranz' ın da be­
lirttiği gibi, 1 8 IO' ların ikinci yarısı ve 1 820'lerin ilk yarısının
Hegelciliği, Hegel'in politik düşüncesine çok güçlü bir vurguyla
karakterize edilmişti. Bu dönemin en bağlı ve etkin ilk Hegelci­
leri olarak Johannes Schulze ( 1 786- 1 869), Leopold von Henning
( 1 79 1 - 1 866), Friedrich C. Förster ( 1 79 1 - 1 868), Friedrich Wil­
helm Carove ( 1 789- 1 852), Heinrich Leo ( 1 799- 1 878), Gustav
Asverus ( 1 798- 1 843 ) Eduard Gans ( 1 797- 1 839), Moses Mo­
,

ser ( 1 796- 1 838) ve I mmanuel Wohlwill ( 1 799- 1 84 7) adlarıyla


karşılaşıyoruz. Farklı entelektüel çevrelerden Hegelciliğe geçen
bu kişilerin düşünsel dönüşümlerinde en önemli etken Hegel 'in
düşüncesinin etik, toplumsal, politik ve dinsel kapsamı olduğu
söylenebilir.

1 820' lerin ortalarından başlayarak Hegelci okul içinde ilginin


politikadan sanata, dine ve felsefeye yöneldiği görülür. Hegel'in
derslerinin izleyicisi genç bir nesil ve biraz daha i leri yaştaki öğ­
rencileri toplumsal-politik tartışmadan çok, inanç ve bilgi, Hıris­
tiyan dinsel kültür ve modem bilimsel bilinç arasındaki ilişkiye
çözüm bulma çabası içine girmişlerdi. Bu i lgi ya da yönelim bü­
tünüyle yeni değildi. Aralarında Kari Daub ( 1 765 1 836) ve Phi­
l ipp Konrad Marheineke ( 1 780- 1 846) gibi akademisyen teolog­
ların ve bunların öğrencileri Isaak Rust ( 1 796- 1 862), Hermann
Friedrich Wilhelm H inrichs ( 1 794- 1 86 1 ) ve Christian Kapp' ın
bulunduğu önemli sayıda ilk Hegelciler ilgilerini din-felsefe
i lişkisine yoğunlaştırmışlardı. Burada yeni olan, yeni nesil He­
gelcilerde Hegelci felsefenin tarihsel önemi, değeri, geçerliliği
ve kültürel rolü tanımlanırken başlıca uyuşmazlıkların ve fark­
lılıkların, din ve felsefenin özdeşliği ve ayrımı konusundaki tar­
tışmalar yoluyla dile getirilmesiydi. Hegelcilik içinde bu yeni
ilgi odağının belirmesiyle birlikte okulun gelişiminde bir başka
evreye geçilmiş oluyordu.
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l ı 9
Bu yeni aşamada Hegelcilerin bir yayın organıyla birlikte
akademik bir topluluk olarak örgütlendikleri ve göreli de olsa bir
birlik oluşturduktan göze çarpar. Bertin merkezli bu akademik
topluluğun oluşmasıyla Prusya'lı akademisyenler Hegelci okul
içinde belirgin bir üstünlük sağlıyorlardı. Akademisyen olmayan­
lar, Prusya'lı olmayanlar, hatta Hegelci olmayanlar bile Sozietaet
far wissenschaftliche Kritik( Bilimsel Eleştiri Topluluğu)'e kabul
ediliyordu (yalnızca Hegel 'in en sert muhalifleri kabul edilmiyor­
du). Ancak topluluk ve dergisi Jahrbücher far wissenschaftliche
Kritik(Bilimsel Eleştiri Yıllıkları), Berlin Ü niversitesi'ndeki He­
gelci akademisyenlerin hakimiyeti ve kontrolü altındaydı.

Hegelciliğin Berlin merkezli akademik bir okula gel işimi He­


gelcilik, Prusya kültür bakanl ığı ve Berlin ' l i edebiyat ve kültür
elitleri arasındaki bağlarla da yakından ilgiliydi. Altenstein' ın
ölümüne kadar olan dönem boyunca Hegelciler üniversitelerde
rahat hareket etme olanağı bulmuşlardı. Edebiyat ve sanat çev­
relerinden etki li kişilerin ilgisi ve desteği sayesinde Hegelciliğin
etkisi Berlin 'de üniversiteyle sınırlı olmaktan çıkmış ve Hegel­
cilik edebiyat dünyasında ve genel kültürel ortamda oldukça
önemli bir konum elde etmiştir.

l 820'lerin sonlarında okul örgütlü bir birlik özelliği kazanmış


ve kendisini Berlin'de akademik bir güç olarak kurumsallaştır­
mıştı. Marheineke, Henning ve Schulze'nin görüşlerinde anlatım
bulan Hegelci felsefe ve zamanın mevcut dinsel ve politik düze­
ni, giderek artan bir şekilde "ortodoks" yorum olarak değerlen­
dirilmeye başlandı . Hegel'in kendisi de buna çanak tutmaktaydı .
Filozofun Gabler v e Kari Friedrich Göschel ( 1 784-186 l ) gibi
vasat, bir o kadar da eleştirel olmayan öğrencilerini aşırı övgüsü
ve bunları kendi felsefesinin sözcüleri ve temsilci leri konumuna
yükseltmesi böyle bir yorumun gelişmesini cesaretlendirmişti.
20 1 Brnno Bauer ve Kari Marx
Gene de, Hegel'in akıl ve edimselliği uzlaştırmasını ortodoks
olarak yorumlama girişimi çok sınırlı kalmıştı. 1 830' 1arda He­
gelci okul içindeki karşıt eğilimler su yüzüne çıkmaya başladı.
Hegelci okul daha birleşik ve bütünleşik bir yapı oldukça, Prusya
devletiyle bağlarını güçlendirdikçe ve akademik gücünü ve etki­
sini arttırdıkça, üyelerinin sayısında da ciddi bir artış gözlemleni­
yordu. Ancak bu durum birleşik ve bütünleşik yapıyı tehdit eden
eğilimlerin de oluşumuna zemin hazırlıyordu. Göschel, Kasimir
Conradi ( 1 784- 1 849) ve Johann F. G. Eiselen ( 1 785- 1 865) gibi
okulun yaşlı üyeleri Marheineke ve Schulze'yle çağdaş olan yeni
katılımcı ların yanı sıra, çoğunluğu daha genç olan yeni nesil üye­
ler de okulda söz sahibi olmaya başlıyorlardı. Berlin 'de bu gru­
bun başlıca sözcüleri üniversitedeki genç akademisyenlerdi : Cari
Ludwig Michelet ( 1 80 1 - l 893 ), Heinrich Gustav Hotho ( 1 802-
1 873 ), Heinrich Theodor Rötscher ( 1 802- 1 87 1 ), Kari Friedrich
Werder ( 1 806- 1 893), Ferdinand Benary ( 1 805- 1 880) ve Agathon
Benary ( 1 807- 1 861 ). Gözüpek, önlerine büyük hedefler koyan bu
akademisyen grubun çevresinde Hegelci gymnasium profesörle­
ri, bağımsız entelektüeller ve öğrenciler yer alıyordu. Bunlardan
Johann Eduard Erdmann ( 1 805- 1 892), Max Stimer ( 1 806- 1 856),
Wilhelm Vatke ( 1 806- 1 882) ve Bruno Bauer ( 1 808- 1 882) okulun
gelecekteki tarihinde önemli roller üstleneceklerdi.

Hegelci okul yeni nesil üyelerin katılımıyla birlikte coğrafi


olarak Beri in 'in ve Prusya'nın sınırlarının ötesine genişlemişti.
1 830' 1ardan önce Hegelci lik Beri in ' in dışında Heidelberg'de
Daub, Breslau ve Halle'de H inrichs, Erlangen'de Kapp ve
Bayreuth'ta Gabler tarafından temsil edil mekteydi. Bertin dışın­
da Hegelcilerden oluşan farklı gruplar oluşmaya başlamıştı. Hal­
le, Prusya'da Hegelciliğin merkezi durumuna gelmişti. 1 828'de
Leo, Johann Georg Mussmann ( 1 798- 1 833 ), Eiselen, Kari Ro­
senkranz ( 1 805- 1 879) ve Theodor Echtenneyer ( 1 805- 1 844) et-
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l 2 1
kili bir Hegelci oluşum için bir araya geldiler ve aralarına Amold
Ruge ( 1 802-1880), Friedrich Richter ( 1 807-1 856), Julius Schal­
ler ( l 8 l O- l 868) ve Moritz Beser ( l 806-?) gibi adlan da aldılar.
Güney Almanya Hegelciliğinin başlıca merkezi Tübingen'di.
1 830'a gelindiğinde Tübingen'de, aralarında David Friedrich
Strauss ( 1 807-1874) ve Friedrich Theodor Vischer (1807- 1 887)
gibi öğrencilerin bulunduğu küçük bir grup daha şimdiden He­
gelci okulun güney kolunun temellerini atmaktaydılar.

Ancak Hegelci okulun üyelerinin farklı politik ve kültürel


çevrelerden farklı kuşaklar olmaları sonucunda okul içindeki ge­
rilimler doğal olarak giderek şiddetlenmiş ve yeni ayrılıklar baş
göstermişti. Tartışmalar eninde sonunda geliyor, Hegelciliğin
gerçek özünün ne olduğu sorununda yoğunlaşıyordu.

l 820'1erin Hegelciliği hakkında söylenebilecek en önemli


özellik, okulun üyelerinin kendilerini tinsel bir topluluğun bile­
şenleri olarak görmeleriydi. Mutlak tinin kendi doğal ve tarihsel
gelişim sürecinin felsefi olarak kavranışı tinsel bir varlık konu­
muna bir yükseliş demekti. Sonsuz olanın kavranması, sonsuzlu­
ğun elde edilmesiyle bir ve aynı anlama geliyordu. Bilginin ve
varlığın, aklın ve edimselliğin, mantığın ve metafiziğin birliği
konusundaki Hegelci felsefenin varoluşsal imlemi buydu. He­
gelci felsefi sistem, öyle öğreni lebilecek ve kabul edilebilecek
bir felsefi önermeler bütünü değil , ama daha çok içinde Hegel'in
ve öğrencilerinin elde edilmiş bir ölümsüzlük durumunda
yaşadıkları ebedi gerçekliğin krallığıydı. Hegelci sistemde
içerilen felsefi bilgi kişisel kurtuluşa olanak sağlıyordu. Hegel­
ciler kendilerini, sonlu bireysel benin algılarının, i lgilerinin ve
isteklerinin sonlu duruş noktasının üstüne yükseltmiş, bu ebedi
gerçekliğin tinsel krallığının üyeleri olarak görüyorlardı. Oku­
la katılmak, gerçek bir Hegelci olmak için kişi, gerçek anlamda
22 1 Brnno Bauer ve Kari Marx
varoluşsal bir dönüşüme uğramak ve felsefi olarak yeniden doğ­
mak zorundaydı . Tam da bu felsefi ikinci doğuş ya da felsefeye
yükseliş, bir Hegelci olmanın ne anlama geldiğini tanımlıyordu.
Felsefi bilgiye yükseliş bir anlamda din değiştirmeye benzer bir
süreçti. Hegelci okulun üyeleri sistemde sonlu olandan sonsuza
geçişi keşfetmişlerdi ve ancak sistemin kendisinde tam anlamıy­
la bir kurtuluşun olanaklı olduğu düşüncesini taşıyorlardı. Pha­
enomenologie des Geistes okumaları üzerinden yapılan değer­
lendirmelerde, Hegel 'in bilim sisteminin bir zaman geldiğinde,
Lessing'in önceden haber verdiği Ebedi İncil ' ine anahtar olacak
türden, insanın kurtuluşunun ve özgürleşmesinin temel yapıtı
olarak görüleceğine inanılıyordu.

1 820' 1erin Hegelcilerinin sahip oldukları ortak yücelik ve


çoşkunluk duygusunun temelinde, insanal tinin tanrısal tinden
özde farklı olmadığı, insanın değersiz bir yaratık olarak evre­
nin bir köşesine Tanrı tarafından bırakılmadığı; tersine, göksel
babanın kendi çocuğu ve imgesi olarak bağrına bastığı bilinci
vardı. Dinin ölümden sonraki bir yaşama sürdüğü esenlik duru­
mu "şimdi ve burada" felsefe yoluyla başarılabilirdi. Yalnızca
gündelik yaşamın sonlu görünüşlerinde sonsuzun varlığının far­
kına varma değil, ama kişinin dünyasal yaşamda edimsel ola­
rak sonsuzda yaşama deneyimi en yüce duygunun sarsılmasına
neden olmuştu. Pek çok kişi kendinden geçmiş ve neşeli içten
bir çoşkunluk, sarhoşluk pek çoklarına uğramış ve hayatlarını
yeniden yüceltmişti.

Dünyanın mutlak tinin bir aracı olarak algılanmasını ve de­


neyimlenmesini öğreten Hegelci felsefi yeniden doğuşla, tanrı­
sal olanın İ sa'da bedenleşmesiyle temsil edilen insanın tarihsel
dönüm noktası arasında bir benzerlik kuruluyordu. Hegelci dö­
nüşüm ya da değişim tinsel gelişimin en önemli dönüm noktası,
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l 23
radikal olarak farklı iki varoluş biçimi arasında bir geçiş olarak
değerlendiriliyordu. İ çsel olarak tükenmiş ve ruhsal anlamda öl­
müş, umudunu ve inancını yitirmiş tinler kendilerini felsefenin
kollanna atıyorlar ve onun cömert teselli edici güzelliğiyle kuşatı­
lıyorlardı. Saf göksel bir etkinliğe yükseltilen bu tinler kendilerini
çok geçmeden bütünüyle yeni bir insan olarak keşfediyorlardı.

1820'1erin Hegelcilerinin anlayışında Hegel'in felsefi sis­


teminin kurtarıcı, özgürleştirici gücü onun sonlu varoluşun
sınarh duruş noktasmı aşabilmesine bağlanıyordu. Felsefi
bilme ve kavrama tinsel bir yücelmeye olanak sağlıyordu. He­
gelci felsefi bilim, insanı yüceltmekte ve ona en yüksek görevini
öğretmekteydi, çünkü insanı tanrısal tinle tam bir özdeşlik du­
rumuna yükseltmekteydi . Felsefi bilgilenme etkinliğinde insan
Tanrının bilincini kendi içinde taşımakta ve böylelikle dünyanın
sınırlarının üstüne yükselerek ebedi olarak gerçekliğin ülkesinde
yaşamaktaydı.

Hegelciler açısından, mutlak olanla birliğin başarılması bir


lütuf, insana verilmiş bir şey değil, ama düşünen bir özne ola­
rak insanın kendi özgür etkinliğinin bir sonucuydu. Doğru, sonlu
beni ya da egoyu tanrısal olanın arınmış bir aracına dönüştüren
bu deneyim Hegelciler için biricik deneyim değildi. Hegelcilerin
dönüşüm deneyiminde eşsiz olan, bu dönüşümün gerçekleştiril­
diği biçimdi. Hegel ' in önderliğinde, Hegelciliğin korumasında
ve sancağı altında bilincin mutlak disiplini ve eğitimi kişinin
yüreğini arıtabil ir ve onu düşüncenin sonsuzluğunda ebedi ya­
şamı yaşamaya yöneltebilirdi. Öyleyse, kendi en yüksek göre­
vini arzulayan herkes felsefe çalışmalıydı, çünkü ancak felsefi
bilgilenmede akıl kendi zorunlu gelişiminde tüm varlık olarak
kendinin bilinci olmakta ve kendini mutlak varlığın dirimli bir
üyesi olarak onun deneyimi yoluyla onunla bütünleştirmekteydi.
24 1 Bnıno Bauer ve Kari Marx
Düşünmeyi salt soyut akılyürütmelere indirgemeyen Hegel­
ciler, felsefeyi edimsel olanın sistematik kavranışı ve bilgisi ola­
rak görüyürlardı. Mutlak tinle birliğin esenlikli bilincine yükse­
liş aynı zamanda önceki doğal ve tarihsel yabancı dünya ile bir
uzlaşma ve şimdi bunların içerden, nesnel olarak, aklın edimsel­
) iği olarak bilinmesiydi. Hegelciliğin gerçekleştirdiği dönüşüm
insanı bu dünyanın sonlu ilişkilerinden öte bir dünyanın sonsuz
bir birliğine taşımamakta; daha çok, tinin edimsel olduğu ve
dünyada, şimdide ve burada bulunduğunun tanınmasında son­
lanmaktaydı. Hegelcilerin ortak iddiası, Hegelci felsefeyle bi­
limsel incelemenin, araştırmanın her alanında mutlak gerçekliği
elde etmelerini sağlayacak mutlak bir yönteme sahip olduklarıy­
dı. Herhangi bir inceleme, araştırma alanında empirik bulguları
Hegelci kategorilere göre düzenlemek, bunlara öznel bir anlam
dayatmak demek değil, ama edimsel olanın gerçek, mutlak yapı­
sını ve birliğini ortaya sermek demekti. Hegelci felsefe mutlak,
nesnel bilgiyi sağlayan tek felsefeydi, çünkü bu felsefe yoluyla
sonlu tin kendini mutlak tine yükseltmekte, bilimsel bilgilenme­
de kendisinden sonsuz aklın, gerçekte kendinde ne ise o olduğu
şekliyle konunun tam bir betimlemesini üretmekteydi.

l 820'lerin Hegelcilerinin anlayışında Hegelciliğin özü, bi­


reysel sonlu benin ya da sonlu bilmenin ve varoluşun olumsuz­
lanması, felsefi bilgilenmede mutlak tinle özdeşlik ve doğal ve
tarihsel-toplumsal dünyanın aklın edimselliği olarak tanınmasıy­
dı. Ancak bütün Hegelcilerin Hegel'in felsefesinin dönüştürücü
deneyiminin tarihsel sonuçlan konusunda hemfikir olduklarını
söylemek zordur. Hegelci okul içindeki ayrışmalar, okulun üye­
lerinin aklın edimselleşmesinde içinde bulundukları zamana dair
farklı yorumlarına, aklın ve edimselliğin uzlaşmasının tarihsel
anlamına ilişkin farklı yorumlarına dayanıyordu. Ü yelerin ba­
zılarının değerlendirmelerinde, içinde yaşadıkları zamanın ve
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l 2s
yerin mevcut toplumsal, politik ve dinsel düzeninin aklın ta­
mamlanmış edimselleşmesini gösterdiği konusunda kuşkular
belirmeye başlamıştı. Henüz aklın edimselliği tamamlanmamış
ve akıl ve edimsellik arasında bir karşıtlık söz konusuysa, mev­
cut toplumsal, politik ve dinsel düzende ne çeşit bir değişikliğe
gidilmeliydi? Bunun yolu reform mu olmalıydı, yoksa devrim
mi? İ şte Hegelciler, bu sorulara değişik yanıtlar sundular ve bu­
nun sonucunda da Hegelci okul içindeki bölünme derinleşti ve
şiddetlendi.

Hegel 'in politik felsefesi ve Restorasyon dönemi Prusya


devleti arasındaki i lişkiyi tanımlamak karmaşık ve çok boyutlu
bir niteliktedir. Hegel 'in politik konumu hakkında onun mevcut
otoriteyle uzlaşımcı bir eğilimi benimsediğini i leri sürenler ol­
duğu gibi, politik felsefesinde liberal ve ilerici bir öz olduğunu
savunanlar da olmuştur. l 820'1erin ilk yarısının politik atmosfe­
rinde Hegel' in ünlü "was vernünftig isi, das isi wirklich; und was
wirklich isi, das isi vernünftig," (rasyonel olan edimseldir; edim­
sel olan rasyoneldir) şeklindeki aklın ve edimselliğin özdeşliğini
belirten önermesi yalnızca romantikler ve radikal demokratlar
tarafından değil, Alman entelektüellerinin ı lımlı liberal i lerici
unsurlarının çoğunluğu tarafından da zamanın kurumsallaşmış
politik baskısının felsefi bir aklanışı olarak yorumlanıyordu. Her
ne kadar filozofun Gans, Rosenkranz, Michelet, vb. öğrencileri
bunu Hegel'in metninin yanlış anlaşılmasına ve yorumlanması­
na dayandırsalar da, genel kanı Hegel' in Alman Restorasyonu­
nun resmi filozofu olduğu şeklindeydi.

Hegel Berlin'e Prusya eğitim, din ve kültür işleri bakanı von


Altenstein 'nın daveti üzerine 1 8 1 8 ' in yazında gelmiş ve Bertin
üniversitesinde Fichte'nin ölümünden beri boş kalan kürsünün
başına geçmişti. Hegel'in Berlin'e çağrılması, Prusya devleti
26 1 Bruno Bauer ve Kari Marx
içindeki restorasyon yanlıları i le refonn yanlılarının çekişmesi­
nin bir sonucuydu. Hegel'in atanmasını destekleyenler arasında
Prusya hükümet başkanı von Hardenberg, bakan von Altenstein
ve eğitim bakanlığı yüksek öğretim müdürü Johannes Schulze
vardı. Hegel'in atanmasına karşı çıkanlar arasında veliaht pren­
sin eğitmeni ve bilim ler akademisi üyesi Ancillon, kararlı bir
karşı devrimci K. L. von Haller ve Tarihsel Hukuk Okulu'nun
başı F. K. Yon Savigny vardı.

Hegel' in Berlin'e gelişi Alman bölgelerinde Napolyon'un


iktidardan düşürülüşünü izleyen politik restorasyon dönemine
rastlar. Aynı dönemde Alman Birl iği devletlerine karşı bir muha­
lefet hareketi de gelişir. 1 8 1 5 'te Jena' da kurulan Burschenschaft
(öğrenci birliği), Alman ulusal bilincinin oluşumuna büyük bir
ivme kazandınnıştı . Gelişmeler 1 8 Ekim 1 8 1 7 ' deki Wartburg
Şenliğiyle zirveye ulaştı. Oyun yazarı August Kotzebue'nun te­
oloj i öğrencisi milliyetçi Kari Sand tarafından öldürülmesi, son­
rasında Sand' ın intiharı, Almanya'da "demogog avı"nı başlatan
Carlsbad Kararları 'na yol açmıştı. Giderek ortaçağı ve kilisenin
kurduğu kast düzenini öven ve yücelten bir düşünce egemen ol­
maya başlamıştı.

Hegel ' i restorasyon filozofu, Prusya'nın resmi "devlet filo­


zofu" olarak gören yaklaşımlar konusunda çok dikkatli olunma­
lıdır. Bir kere Hegel restorasyon'un sözcüsü konumundaki von
Haller' i eleştinniş, öğrencileri de Tarihsel Hukuk Okulu'nun Sa­
vigny ve Julius Stahl gibi diğer önde gelen üyeleriyle sert eleş­
tirel polemiklere ginnişlerdi. Özde Hegel' in özel olarak politik
felsefesinin ve genel olarak felsefi sisteminin i lerici ve devrimci
olduğunu düşünenler, Hegel ' in politik felsefesinde ele alınan
devletin devrim sonrası şekillenen devlet olduğunu ve böylelikle
edimselleşmiş aklın modern devleti olarak Hegel'in modelinin
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l 27
Prusya olduğunu belirtiyorlardı. Gene de eğer Hegel Prusya'nın
"devlet filozofu" olarak görülecekse, burada sorulması gereken
soru bunun hangi Prusya olduğudur. Hegel'in politik felsefesin-
de kavranan devlet 1 8 1 9 Carlsbad Kararları ' yla gerici baskıları-
nı artıran Prusya devleti değil, i lerici bir devlet olarak 1 807- 1 8 1 9
Reform Çağı Prusya devleti olabilirdi.

Zamanla Hegel'in politik felsefesinde ilerici ve devrimci bir


yanın varlığı kafaları meşgul etmeye başlamıştı. Hegel'in fel­
sefi sistemindeki nesnel tin ve mutlak tin arasındaki diyalektik
gerilimlerde örtük olarak bulunan devrimci potansiyel genelde
filozofun din anlayışı temel alınarak tanımlanıyordu. Hegel hem
aşkın Tanrının ölümünü hem de insanın tarihsel gelişim süreci­
ne içkin Kutsal Tin olarak onun yeniden doğuşunu kavramıştı.
1 820'1erde Hegelciliğin gelişim seyri, Hegel ' in aklın ve edim­
selliğin özdeşl iği düşüncesinde devrimci boyutu öne çıkaran bir
eğilime tanıklık ediyordu. Bu durum kısmen de olsa 1 830' ların
ve 1 840'1arın radikal Hegelciliğinin de öncüsü olma özelliğini
taşır. 1 830'1arın ve 1 840'1arın radikal sol Hegelciliğinin tohum­
ları bu dönemde atılmaktaydı.

Johannes Schulze, Leopold von Henning, Friedrich Förster,


Eduard Gans, Heinrich Leo ve Friedrich Wilhelm Carove gibi
Hegelciler aracılığıyla 1 820' 1er boyunca politik Hegelciliğin
sahne al ışı ve sonrasında okul içinde giderek artan ayrışma göz­
lemlenebilir. Bunlar özel olarak Hegel'in politik düşüncesinin
can alıcı sorunu üzerinde kafa yordular: Törel toplumun son bi­
çimi olarak modem devletin doğuşu. Hegel'in kendi yazılarının
ve derslerinin yanı sıra bunların çalışmaları restorasyon süresin­
ce politik Hegelciliğin en önemli ve etkili anlatımıydı. Bu arada,
1 824 ve 1 83 1 yılları arasında Hegel 'in hukuk ve devlet felsefesi
üzerine dersler vermediğini; bu iş için Henning'i ve Gans'ı gö-
28 1 Bruno Bauer ve Kari Marx
revlendirdiğini belirtelim. Bu Hegelciler l 820'1er boyunca, hem
Hegelci okulun oluşumunda hem de politik Hegelciliğin anlaşıl­
masında ve yayılmasında kilit roller oynadılar. Ancak l 820'1erin
ikinci yarısından başlayarak bu grubun uyumu giderek bozulma­
ya başlamıştı.

Fransız istilası, kurtuluş savaşı ve refonn çağının olayları­


na tanıklık eden bu Hegelci grup geçmişin politik ve kültürel
dünyasıyla radikal bir kopma noktasına gelmişti. İ çine doğduk­
ları etnik, dinsel ve politik dünyaların, zamanın değişimlerinden
hızla ve köklü bir şekilde etkilenmesi sonucunda geçmişleriyle
kesin tarihsel bir kopuşu deneyimleyen bu grubun üyeleri, ken­
dilerini yeni bir törel yaşamın kuruluşunu savunan görüşlere
bağladılar. Bu Hegelci grup mevcut dinsel ve politik kurumların
kısmi ve sınırlı bir refonnundan çok, içinde kendilerini huzur­
lu ve mutlu, evlerinde hissedecekleri yepyeni bir törel yaşamın,
yeni bir dünyanın kurulması arayışındaydılar. Zamanın belirgin
eğilimlerinden olan romantik toplumsal birlik düşüncesinin ger­
çekleşeceğine olan inançlarının tarihsel realitenin sınavından
geçememesi, bu grubun üyelerinde hayal kırıklığına yol açmıştı.
Yönlerini Hegel'e dönmüşlerdi, çünkü Hegel' in felsefesi onlara
modem tarihsel realitenin tözünü kavramada yardımcı oluyordu.
Ancak her biri farklı tarihsel deneyimlerden ve perspektiflerden
Hegel'e götürüldükleri için, çok geçmeden Hegelci çözümün ta­
rihsel anlamına ve önemine ilişkin yorumlarda farklılıklar belir­
meye başlayacaktı.

Schulze, Henning ve Förster Almanya'da törel yaşamın ye­


niden kurulması konusundaki umutların ı Prusya refonn hare­
ketinin akademik, bürokratik ve askeri liderlerinin çabalarına
bağlamışlardı. Hegel Beri in' e geldiğinde, Prusyalı reformcuların
ulusal kurtuluş savaşının esinlendirdiği özgürlük ve birlik hayal-
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine l 29
)erini gerçekleştirmedeki yeteneksizlikleri bu üçünü hem Prusya
devletiyle ilişkilerini hem de romantik milliyetçilik düşüncesini
yeniden düşünmeye ve değerlendirmeye yöneltmişti. Hayal kı­
rıklığının sonucu olan entelektüel bir kriz Schulze'yi, Henning'i
ve Förster' i Hegel' in derslerini izlemeye ve çok yoğun bir şe­
kilde felsefesini incelemeye ve öğrenmeye zorlamıştı. Aldıkla-
rı ödül, öznel idealler ve nesnel realite arasındaki çelişkilerin
doyurucu ve mantıksal bir çözümünü sağladığı görülen felsefi
bilgilenme düzeyine, saf akl ın göğüne bir yükseliş olmuştu. He­
gelci felsefeye "döndürülme" modem Prusya ve Avrupa politi­
kasının genel gelişiminin olumlu bir değerlendirilmesine olanak
sağlamıştı. 1 820' lerin sonlarında Schulze, Henning ve Förster
Berlin 'deki uzlaşmacı Hegelci oluşumun öncüleri olmuştu. Mo­
dem, merkezileşmiş rasyonel bir devlet görüşünü Prusya'ya gel­
meden önce formüle eden Hegel, böylelikle, 1 820' lerin başında
görüşlerinin Prusya bürokrasisinin ve eğitimli, kültürlü elitinin
önemli bir kesiminde benimsendiğini görmüştü.

Hegelci felsefe ve Prusya yönetimi arasındaki ittifak pürüz­


süz bir gelişme göstermedi ve hiçbir zaman da tam olmadı. Carl­
sbad Kararları 'ndan sonraki gerici ve tutucu tepki yalnızca ro­
mantik milliyetçiliğe değil, Hegel ' in modem, merkezileşmiş ras­
yonel devlet anlayışına da karşıydı. 1 820'1erin ikinci yarısında
Hegel, öğrencisi Schulze ve bakan Altenstein kendi görüşleriyle
Prusya politikasının uyum içinde olduğundan emindiler. Ancak
bu başarı belli bir uzlaşma pahasına elde edilmişti. Bürokratik
reformcular iktidarlarını halk desteğiyle sağlamlaştıramadıkla­
rından, mevcut politik ve toplumsal kesimlerle uzlaşmaya zor­
lanmışlardı. Aynı zamanda modem toplumsal, yasal ve politik
düzenin kurumlarını, toplumsal birlik ve bütünlüğü ya gelenek­
sel ya da romantik bir halk topluluğu anlayışıyla özdeşleştiren
bürokratik ve akademik elitin önemli bir kesimine karşı da sa-
30 1 Bruno Bauer ve Kari Marx
vunmak zorunda kalmışlardı. Modem rasyonel devleti savunan
bu bürokratik reformcuların kararsız egemenliği 1 830'1arda ve
1 840' larda gittikçe zayıfladı ve sonunda yıkıldı. Ancak 1 820' le­
rin ikinci yansında Schulze gibi Hegelci oluşumun üyeleri ara­
sında aklın ve özgürlüğün zamanın Prusya devletinde tarihsel
edimselleşmesine ulaştığı inancı varlığını sürdürdü.

Hegel'in politik felsefesini mevcut düzenin eleştirel olmayan


bir aklanışı olarak yorumlayan bu eğilim, 1 822- 1 823 ve 1 83 1
yılları arasında Hegelci hukuk filozoflarının çoğu tarafından sa­
vunulmuştu. Bu uzlaşmacı duruş noktası en uç ve çoşkulu anla­
tımını Königsberg'li Hegelci Kari Friedrich Ferdinand Sietze'de
bulmuştu. Sietze Prusya devletini dünya korusunu yönetmek için
Tanrının bahçesinde akort edilmiş devasa bir arp olarak betimli­
yor ve Prusya hukuk sistemine Tanrının bin yıllık krallığının po­
litik anayasası olarak tanrısal bir statü veriyordu. Hegelci oluşum
Sietze'nin yaklaşımını sessizlikle karşılamıştı, çünkü Sietze'nin
yaklaşımı oluşumun Prusya mevcut düzenini tinin edimselleşmiş
ülkesiyle eşitlemesinden oldukça farklıydı.

Heinrich Leo ve Eduard Gans Hegelci okul içindeki çağdaş­


larının pek çoğu gibi kendilerini 1 820'1erin Prusya'sının mevcut
düzeniyle tamamıyle uzlaştıracak kişiler olmadılar. Yazılarında
ve çalışmalarında ağırlıklı düşünce, merkezi leşmiş modem ras­
yonel devlette törel yaşamın eksiksiz edimselleşmesi ile mevcut
düzenin politik ve dinsel realiteleri arasında sürüp giden tarihsel
gerilimdi. Onların görüşüne göre, Hegelci sistem gerçekleşmiş
bir barışın ya da uzlaşmanın felsefi bir kavranışı değil, ama daha
çok zamanın diyalektik çatışmalarmm içinden tarihsel yöne­
lime ilişkin eleştirel bir duruş noktası sağlamaktaydı. Leo'nun
ve Gans' ın mevcut düzene muhalefetleri ılımlı, reform yönelimli
ve temelde içtenlikliydi; diğer Hegelcilerle anlaşmazlıklarının,
Hegelci Okul İçindeki Bölünme Üzerine 1 3 1
temelde yatan nedenlerden kaynaklandığını düşünmüyorlardı ve
bu durum 1 830'lara kadar gözle görülür düzeyde bir çatışmaya
evrilmemişti. Ancak Gans ve Leo arasında da bir anlaşmazlık
vardı. l 820' 1erde uzlaşmacı Hegelci l iğe karşı kendi konumları­
nın görünüşteki anlaşmalı durumu yanıltıcıydı ve aslında kısa
sürmüştü. Leo'nun ve Gans'ın Hegelciliğini, Schulze-Henning­
Förster üçlüsünün uzlaşmacı Hegelci liğinden ayırt etmek için
"eleştirel" Hegelcilik olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır.
Eleştirel ve uzlaşmacı Hegelcilik arasındaki ve Leo ve Gans ta­
rafından savunulan eleştirel Hegelciliğin değişik yorumları ara­
sındaki ayrımların restorasyon süresince açık tartışmalara doğru
gelişmemesinin nedeni, Hegelcilerin kendi aralanndaki ayrım­
lardan çok daha fazla, onları Hegelci olmayan çağdaşlarından
ayırt eden önemli ayrımlar üzerinde durmalarıydı. Leo ve Gans
yazılarında 1 820' ler boyunca eleştiri oklarını çokça Hegel 'in
akademik muhaliflerinin tarihsel olarak geri, felsefi olarak ye­
tersiz, tek-yanlı teorilerine yöneltmişlerdi. Bunlar Aydınlanma
geleneğine sadık kalan soyut rasyonalizm, ulusal kurtuluş sa­
vaşında şekillenen Alman milliyetçiliği ve hepsinden önemlisi
Tarihsel Hukuk Okulu'nun muhafazakar, tutucu Romantisizmiy­
di. Gerek Leo gerekse Gans, kendi alanlarında Tarihsel Hukuk
Okulu 'nun önde gelen temsilcileriyle girdikleri tartışmalarda
Hegelci yöntemin mil itan savunucuları olarak 1 820' lerin ortasın­
da akademik çevrelerde tanınmaya başlamışlardı. Yetenekli birer
Hegelci apolojist olmaları ve Tarihsel Hukuk Okulu'nun üyele­
rinin hakimiyetindeki disiplinlerde Hegelci felsefenin önemli
akademik temsilcileri olmaları dolayısıyla Hegel 'in, Schulze
ve Altenstein'nın ilgilerini çekmiş ve desteklerini kazanmışlar­
dı. Ancak Gans'ın ve Leo'nun Hegel savunusunun örtük olarak
Hegel'in aklın tarihteki edimselleşmesine ilişkin öğretisinin özel
ve eleştirel bir yorumu olduğuna dikkat edilmemişti.
32 1 Bruno Bauer ve Kari Marx
Restorasyon döneminde öne çıkan bir diğer tartışmalı başlık,
Hegel 'in felsefesinin dinle ya da Hıristiyanlıkla olan i lişkisiydi.
Hegel, felsefe ve din i lişkisi, Hıristiyanlık ve gerçeğin bilinme­
sinde felsefenin rolü hakkında, Hegelci okul içinde daha sonraki
tartışmalara temel oluşturacak değerlendirmeler yapmıştı. Din
ve felsefe arasındaki ilişki konusunda Hegel, dinin ve felsefenin
içeriğinin aynı olduğunu; ancak bunların biçimde birbirlerinden
ayn olduklarını iddia etmişti. Hegel'in din ve felsefe arasında­
ki i lişkiye dair bu formülasyonu, zamanla okul içinde tartışmalı
başlıklardan biri oldu ve bunun üzerinden Hegelcilerin, Hegel'in
felsefesini yeniden yorumlamaya ya da onu aşmaya yönelik ça­
balarını yoğunlaştırdıktan gözlemlendi.

Hegel ' in felsefi sisteminde gerçekleştirdiği büyük sentezden


önce din ve felsefenin arası açıktı- Aydınlanma'da, Kant'ın fel­
sefesinde ve ortodoks Hıristiyanlıkta durum buydu. Burada He­
gelcilerin daha sonra en çok karşılarına çıkacak olan kesim pi­
etist Hıristiyanlar, tutucu Hıristiyanlardı. Bunların yorumlarına
göre, Hegel'in felsefesinde felsefe, dinden daha yüksek bir ko­
numa getirilmişti ve bu da dinin üstünlüğünü yadsımaktı ve gizl i
ya da açık ateizmdi. Hıristiyan ortodoksluğun Hegel'in felsefe­
sine yönelik suçlaması ateizmle sınırlı kalmamış, onu panteist
bir felsefe olmakla da mahkum etmişti. Bu suçlamalarda içerilen
düşünce, Hegelci felsefenin Hıristiyan inancın temeli olan Tanrı­
nın aşkınlığını ortadan kaldırmasıydı. Ruhun ölümsüzlüğü soru­
nunda, eskatolojik görüş noktasından yapılan saldırıda, Hegel'in
felsefesinde ruhun ölümsüzlüğüne yer olmadığı ileri sürülüyor­
du. Hegel' in kendisi özel olarak ruhun ölümsüzlüğü konusuyla
i lgilenmese de, konuya ilişkin çözümlerini değişik yazılarında
açıklama gereksinimi duymuştu. Sorun aslında tam da ruhun
ölümsüzlüğü değildi. Daha çok, kişisel ölümsüzlük sorunuydu
ve bu noktada da Hegel 'in konu hakkında söylediklerinden yola
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of The X Bar X boys at
Nugget Camp
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United States
and most other parts of the world at no cost and with almost no
restrictions whatsoever. You may copy it, give it away or re-use it
under the terms of the Project Gutenberg License included with this
ebook or online at www.gutenberg.org. If you are not located in the
United States, you will have to check the laws of the country where
you are located before using this eBook.

Title: The X Bar X boys at Nugget Camp

Author: James Cody Ferris

Illustrator: Walter S. Rogers

Release date: April 24, 2024 [eBook #73456]

Language: English

Original publication: New York: Grosset & Dunlap, 1928

Credits: Al Haines, Chuck Greif & the online Distributed Proofreaders


Canada team at https://www.pgdpcanada.net

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK THE X BAR X


BOYS AT NUGGET CAMP ***
“OFF TO NUGGET CAMP!”
The X Bar X Boys at Nugget Camp. (Page 62)

THE X BAR X BOYS


AT NUGGET CAMP
BY
JAMES CODY FERRIS

Author of “The X Bar X Boys on the Ranch,”


“The X Bar X Boys at the Round-Up,” etc.

ILLUSTRATED BY
Walter S. Rogers

NEW YORK
GROSSET & DUNLAP
PUBLISHERS

Made in the United States of America

WESTERN STORIES FOR BOYS


By JAMES CODY FERRIS

THE X BAR X BOYS BOOKS


THE X BAR X BOYS ON THE RANCH
THE X BAR X BOYS IN THUNDER CANYON
THE X BAR X BOYS ON WHIRLPOOL RIVER
THE X BAR X BOYS ON BIG BISON TRAIL
THE X BAR X BOYS AT THE ROUND-UP
THE X BAR X BOYS AT NUGGET CAMP
(OTHER VOLUMES IN PREPARATION.)

———

GROSSET & DUNLAP, PUBLISHERS, NEW YORK

Copyright, 1928, by
GROSSET & DUNLAP, Inc.
——
The X Bar X Boys at Nugget Camp
CONTENTS

CHAPTER PAGE
IA Dangerous Cast 1
IIOut of the Depths 11
IIIMysterious Riders 19
IVThe Old Miner 28
VBelle Ada’s Nerve 37
VIStolen Nuggets 45
VIIThe Gold Rush 54
VIIIPop Lays Down the Law 63
IXRoy Makes a Statement 71
XSilent Packs a Gun 80
XIThe Fight 89
XIIA Crack at Fortune 97
XIIIOff to Nugget Camp 104
XIVSome Shooting 111
XVHorsemen in the Storm 118
XVI His Night to Howl 127
XVIIThe Lucky Shot 136
XVIIIDiscovery 143
XIXThe Stranger 154
XXBuncoed 164
XXI Allen’s Gun 173
XXIIOn the Trail 181
XXIIIGreyhound 190
XXIVReady to Quit 205
XXVOne Eleven Comes Through 211
THE X BAR X BOYS AT NUGGET
CAMP
CHAPTER I

A Dangerous Cast
By the time Roy Manley shortened the stirrup that had loosened and
slipped down two holes, his brother Teddy was nearly out of sight behind
the hunch-backed rise of ground. Roy heard a faint yell as pony and boy
disappeared completely.
“Got lightning grease on his heels,” he grumbled, struggling with the
stirrup. “Belle, why don’t you take Nell in out of this sun? You and Curly
get one on each side of her, and cart her along.”
“Cart me along!” Nell Willis responded indignantly. “Think I’m a bag of
potatoes?”
Belle Ada, the girl Roy Manley had addressed, laughed merrily. She was
Roy’s sister, a dark-haired, dark-eyed daughter of the plains, thirteen years
old, with a gift for practical jokes that was often extremely disconcerting.
Belle Ada, with her two brothers, had been visiting the 8 X 8 ranch,
belonging to Peter Ball, a close friend of the two brothers and of their
father. Some time before Nell Willis and Ethel, or “Curly,” Carew, had
come from the East to see their aunt, Mrs. Ball. Whether it was due to their
liking of Western scenery or to the fact that the X Bar X ranch—where
Teddy and Roy lived—was within riding distance, is a question still to be
determined; but at any rate, they stretched their visit from one month into
many months.
They were rapidly growing to look upon the great spaces of the West as
their real home. But an incident, such as had just occurred, served to show
that they had not quite earned the title of cowgirls.
Nell had been thrown. Her mount stopped suddenly, and the girl had
taken the shortest route to the ground, fortunately lauding free of the horse
and unhurt aside from a severe shaking up. The pony tossed his head, rolled
his eyes significantly, and streaked in the general direction of Chicago,
Teddy hot on his trail. Roy’s stirrup had taken that moment to slip.
“Be good now, Nell,” Roy admonished. “You put an awful dent in
mother earth, you know. Yay—there she is!” He gave the strap a final tug
and then vaulted into the saddle. “If Teddy catches that bronc while his big
brother is playing nursemaid to a horse, I’ll never hear the last of it. Got to
get me a new pair of stirrups. Get in out of the sun, Nell! We’ll have you—”
“Never mind about the sun!” Nell called. “You rope yourself tight to Star
and keep your feet out of the stirrups!”
It is doubtful if Roy heard the remark, however well directed it was, for
he had given his pony a quick jab with his heels and was dashing toward the
hills behind which his brother had disappeared. Seventeen is not an age
which will gracefully admit the superiority of another, even though that
other be a brother. Roy wanted very much to catch Nell’s runaway pony
before Teddy did.
He bent low over Star’s neck and watched the little spurts of dust fly up
as the pony pounded over the dry earth. To his ears came the low murmur of
Rocky Run River, a stream which skirted both the X Bar X and the 8 X 8
ranches. The spring sun was melting the mountain snows, and the river was
at its highest point.
“If Teddy heads him in the right direction, he can corner him,” Roy
muttered. “And that means I’ll arrive just in time to be late. Blame that
stirrup! If it had been Curly’s horse it wouldn’t be so bad. But I ought to
catch Nell’s bronc—instead of Teddy catching him.”
He did not explain this enigmatical statement, even to himself. It just
occurred to him, and re-occurred with added force as the moments passed.
He, and not Teddy, should capture the runaway.
“But what chance have I?” he murmured. “I can’t—Sweet daddy, there
he is! There he is! He must have doubled back!”
In the distance Roy caught a glimpse of a riderless pony, tail straight out
in the wind.
“Here we go, Star!” Roy shouted. “Take him down! Atta baby!”
Star, quick to sense what was wanted of him, swung toward the runaway.
He seemed to feel something of his rider’s anxiety, and his breath came
more swiftly as he settled down to the task.
Now the other pony saw them, and hesitated, head held high, forefeet
straight as poles. Then he bobbed toward the ground as though he were
making a bow and was off like a shot.
It never entered Roy’s head to think what had become of Teddy. He was
too intent on one thing—catching Nell’s pony and bringing it to her.
“All right, Star,” Roy muttered. “A little of the old fight now.”
He sat in the saddle as though he were part of the horse, a centaur come
to life on the plains of the West. As his steed’s feet tapped the ground, to
draw apart and then tap again, the boy’s body moved back and forth with a
rhythm that was beautiful. Not once was the motion interrupted.
“There he goes—straight for the river!”
It was impossible to tell at that distance whether or not Roy was gaining
on the runaway. At times he seemed closer, then a clump of trees would
block the boy’s view, and when he again caught sight of the horse it would
appear as though he had lost ground.
“Somethin’s got to happen pretty quick,” the boy said aloud. “He can’t
go far to the left when he reaches the river on account of the rocks. He’ll
have to take the right trail. That means a good long chase unless he gets
winded soon—and I don’t think he will. Star, old boy, we’ve got to work!”
The horse nodded his head to shake a bit of foam from his lips, and Roy
chuckled. It looked as if Star had understood and agreed.
“So you do know what it’s all about? Well, I won’t talk any more—
might disturb you. Anyway, you don’t have to answer me. Just you go
along, and we’ll have a speech making contest when this thing’s over—you
and me.”
It was characteristic of Roy to think of the unusual even at a moment
like this. The idea of him and his horse standing opposite each other and
discussing the pros and cons of a question struck him as extremely
humorous, and he snickered loudly. Star raised his head inquiringly, and as
he did so the pony in front changed its direction and headed for the left.
Roy was jolted out of his mood. The left! That meant the rocks!
“Is he crazy enough to try to get out that way?” Roy ejaculated. “He’ll
burst his fool head open, if he does! Reckon I have to reach him before he
takes a dive! Be a fine thing for me to tell Nell her pony is waiting to be
made into sausages. Step on it, Star!”
To one who did not know the pony, it would seem that Star had already
done all the “stepping on it” he was able. But now he drew his ears just a
little closer to his head, bunched his muscles a little tighter, and flashed
ahead.
This time it was apparent the pursuers were gaining. The white spot on
the runaway’s flank was plainly visible.
“Now we have it! Now we have it! Now we have it!” Roy grunted, the
words keeping time with the beat of the pony’s feet. “Into the rocks he goes,
and in we go after him. ‘Into the valley of death rode the six hundred!’
‘Mighty is he who wields the sword, but mightier still—’ I forget the rest of
that. Good start, though.” He was talking aloud, not conscious of what he
was saying, finding the effort necessary to pronounce the words a relief to
his pent-up emotions.
Ahead were the rocks, black and forbidding, out of keeping with the
placidness of the rest of the scene—a strange contrast to the gentle sloping
prairie. At some time in the formation of the earth this portion was fated to
retain the characteristics of the early terrain while the surrounding
landscape was calmed by some giant hand. Silhouetted bluntly against the
sky, the rocks were the bane of cattlemen who had to skirt them in a wide
path instead of following the river directly.
Their edges bordered on the water and in storms the river roared sullenly
over their shiny backs. Frequently cows were found dead at their base, who,
coming to drink, had slipped and been drawn into the turmoil.
“Pretty looking sight,” Roy muttered, glancing toward the black mass.
“Just the place a crazy horse would head for. Yep—there he goes!”
The runaway had reached the first of the rocks, and, without stopping a
moment, sprang for the lower ledge. Roy fancied he heard the hoofs scrape
as the steed pulled himself up.
“We’ve got to do that pretty soon,” the boy said. No thought of
abandoning the chase came to him. “Get out the old ground-grippers, Star.”
He came to the ledge, and pulled upward on the reins. With a little
whinny Star tensed his muscles and sprang. The ledge was on a level with
his chest, but it is one thing to clear a barrier, another to mount it. For a
moment it seemed as if the horse and rider must slip back, but, with a
supreme effort, the pony forced himself up and stood trembling on the
rocky shelf.
“That’s the first of them,” the boy breathed. “Watch it, Star! Take it easy.
We can’t rush this.”
As a mountain climber tests the ice before trusting his weight to it, Star
touched each bit of rock before placing his hoof on it. Sharp corners and
jagged points of rock surrounded them. A misstep would mean a painful, if
not fatal, injury.
“And we’re not at the worst part yet,” the boy murmured. “Wait till we
reach the edge. Where in thunder is that horse? If he—”
A sound came to his ears, a sound of breaking rock. He waited, and
heard a splash.
“Missed that one. He’s not far off, at any rate. All right, Star—up we
go!”
He hoped the runaway was standing still, perhaps frightened by the stone
his feet had dislodged and sent into the river. He should come into sight
soon.
The river roared louder with each step Star took, and the boy knew they
were approaching the edge, with a sheer drop to the water below. Higher
and higher Star mounted, and at last stood with his forefeet braced against a
stone, his widened eyes staring into the depths. They had reached the edge.
Not fifty feet from them was the runaway bronco, his head moving from
side to side in bewildered fright, his whole body trembling violently.
Roy whistled softly.
“That way, Star,” he whispered. “Easy, now! Just a little more—”
His hand was on his rope that hung from the saddlehorn. If he could ring
the bronc, the rest would be easy, for the pony was much too frightened to
resist. He could lead the animal down safely.
Pulling the reins ever so slightly, Roy brought Star to a halt. He was near
enough to throw. Carefully he poised the lariat. His knees gripped Star’s
side.
The rope whistled overhead, straightened out like a snake. True was the
throw, and truly the noose landed, full over the pony’s neck.
Then, from below, came a yell of exultation.
“Atta baby, Roy! Great stuff! I knew you’d make it! I waited until—”
The pony, with the rope about his neck, jerked as though he had been
stung with fire. A shrill cry, almost human, burst from him. He leaped
forward.
“Roy! Roy! Cut loose! Don’t let him—Oh-h-h!”
It was too late. Star, trying vainly to keep his balance, toppled outward,
and Roy, in full view of Teddy, hurtled toward the river that hissed over the
waiting rocks below!
CHAPTER II

Out of the Depths


The thoughts that flashed through Teddy Mauley’s brain as he stood
below watching that terrible fall will never be known. If he had not called
out, the runaway would not have jumped and dislodged Roy. He, Teddy,
was responsible. If Roy was killed—
To say that a man’s life whirls through his mind a moment before death
is to state that which has been said many times. It may be that his senses are
sharpened to such an extent that he can appreciate things in one second that
otherwise would take him many minutes to think of. But here Teddy stood
at the base of the mass of rocks. He was in no personal danger. Flash, his
horse, was close beside him, his head tilted to one side, his eyes regarding
his master calmly.
In that tiny space of time, while Roy, hands outstretched, was dropping
toward the river, there came to Teddy in a swift panorama the events of the
last hour—Nell Willis thrown from her pony; Teddy taking up the chase;
his capture of the bronco; the realization that Roy, and not he, was the
logical one to take the horse back; the wait for his brother and the driving
back of the runaway so that Roy would see him and take him to Nell; then
following Roy to this place, watching him mount the rocks and rope the
pony; and finally, the cry that Teddy could not hold in check—the cry that
sent Roy to—
A terrible wave of intense suffering passed through Teddy, shaking him
from head to foot. His brother! Roy!
There was one little ray of hope, and even before Roy struck the water,
Teddy seized on it fiercely. Seven feet from the base of the rocks the water
had hollowed out a deep pool. Not more than five feet across and about ten
feet long—then the rocks again. If Roy hit this, he had a chance. If!
With eyes that burned, Teddy watched his brother’s descent. He was out
from the cliff, far enough out perhaps to reach the deep pool. “Let him be
saved, Lord! Give him a chance!”
Then, with horrible suddenness, boy and horse struck. High in the air
rose the white spray. Through it Teddy could see a dark form and he heard
the shrill scream of the pony; a cry once heard never forgotten.
As a man is awakened from a trance, the sound shocked Teddy into
action. He flung himself into the saddle. His hand flailed the bronco’s side.
Flash, hunching his hind legs, sprang forward.
“Down to him, Flash! Down to him! We’ve got to—”
The horse understood. Oblivious of his own safety, he plunged headlong
toward the rocky beach and toward the boy and horse struggling in the
water. Teddy, in a passing moment, knew that the runaway had, after all,
remained safely on the ledge above.
As the boy neared the spot, he saw with a heartfelt prayer of
thankfulness that Roy had cleared the rocks and had fallen into the deeper
part of the river.
Even before Flash had reached the water’s edge, Teddy had his rope in
readiness. If Roy were conscious, he could grab the end and be pulled
ashore. If not—
Then Teddy saw his brother. The rushing waters calmed for a moment
and disclosed Roy, his hand still clutching the bridle of his pony, lying
inertly on the surface of the pool, kept afloat by that grip alone. His face
was upward, a red streak showing across the forehead.
Teddy uttered not a word. His lips were bloodless and pressed tightly
together. He slid swiftly from the saddle.
Without a single waste motion he uncoiled his rope and tied the loose
end of it about his waist. The other was fastened to the saddlehorn. Between
the shore and Roy was a fierce current, and it was into this that Teddy threw
himself. Flash, his neck craned forward, stood like a rock a little distance
from the turbulent stream.
Everything was fighting Teddy—the stream, the rope about his waist,
and a growing sense of panic, a fear that when he reached his brother it
would be too late. But he kept on, scarcely daring to hope, swimming with a
fierce determination to see it through. Now he could hear the breathing of
Star. Now he saw the drawn, grey face of his brother. Now he could reach
him!
The current released its clinging swirls from his body, and Teddy floated
in the comparative stillness of the pool. His arm encircled Roy’s shoulders.
For one long moment he gazed into the face of him who had been always at
his side, who had shared every danger with him—his brother.
“Roy!”
The pallid lips moved. The eyes opened.
“Teddy, old boy—all right, Teddy—let’s get—”
A great sob forced the breath from Teddy’s lungs.
“Roy! Thank God! Oh, Roy, I was afraid—”
“Not this time, old boy! Still kicking. Only I feel—funny.”
“Now, Roy, let go the bridle. That’s it! All right, kid. Here we go. Don’t
move. I have you. Don’t shake your head. Easy, kid—easy! Let yourself
slide. A-a-a-atta baby! Here we go, now. Star’s all right. He’s just watching
you, that’s all. I have you, kid. Easy, big feller—just a little—”
They were out into the stream. Holding his brother with one hand, Teddy
pulled on the rope with the other. Flash braced his feet and stood firm. The
current drew them down hungrily, but Teddy fought toward the shore.
Closer, closer—he felt the rocks under his feet—and then Roy was laid
gently on the ground and Teddy was bending over him, the tears coursing
unashamed down his cheeks. Roy was safe.
It might be wise for the moment to leave these two alone. We won’t hear
the first words that Roy said to Teddy, nor shall we hear Teddy’s answer.
We sha’n’t watch Teddy’s hand meet his brother’s in a firm grip, nor shall
we see the look that passed between the boys. It is better to leave the curtain
drawn.
We may, instead, say something of these two who have just gone through
such a vivid experience. Teddy, one year younger than his brother, was in
his sixteenth year. His life had been spent mainly on the plains, as had
Roy’s. Their father, Bardwell Manley, was the owner of a large cattle ranch,
the X Bar X, and when he took his sons out of school to help him with the
management of it, they were anything but sorry. They were born to the life
of the cattle rancher and loved it. On the plains they were receiving a better
education than many who attend college.
In the first book of the series, “The X Bar X Boys on the Ranch,” it is
told how Teddy and Roy Manley captured a band of cattle rustlers after
many trials and adventures. The friends they made in those hazardous days
stayed with them through other exciting times, and, in the book just
preceding this, called “The X Bar X Boys at the Round-Up,” they reached
the peak of every cattleman’s desire—first prizes at the rodeo. At the same
time they saved their father from some cattle swindlers, and succeeded in
establishing themselves more strongly than ever in the hearts of the
cowboys at the X Bar X.
Their two friends, Nell Willis and Ethel Carew—officially friends of
their sister, Belle Ada—shared in many of their adventures. It was while
visiting the girls at the 8 X 8 that the runaway, with the consequent disaster,
took place as has been set down.
Now we might steal a quick look at the two boys, who stood on the
banks of Rocky Run River. Star had been rescued—Teddy roped him from
the shore, and Flash drew him from the water. Miraculously, he was unhurt
except for a few minor cuts and scratches. He trembled until Roy, weak, but
standing upright, placed his hand on the pony’s neck.
“Needs some liniment,” Roy said, and laughed a little. After that one
pregnant moment when Roy was brought to the shore the boys studiously
avoided any mention of the incident, so close to tragedy, or of the rescue.
“Reckon he thinks it’s Saturday,” Teddy replied, laughing himself, albeit
somewhat shakily. “Snakes, I’m wet! Good thing my skin doesn’t leak.”
“I’ll tell a maverick,” Roy chuckled. “Take you to think up that one.
Now then! Yep, she’s stopped bleeding.” He put his hand to his head. “Glad
of it—I don’t want to take the pony back to Nell looking like the Spirit of
’76. Say, by the way—”
“Take a look,” Teddy interrupted. He motioned with his hand, and Roy
turned.
Gazing at them calmly from level ground was the runaway pony. His
saddle was still on.
“Well, you big, animated hunk of limburger!” Roy exclaimed. “Think
it’s a joke, do you? Go on, tell a funny story now! Wait a second!” He
walked toward the horse and stopped suddenly. “Say, Teddy, if it’s all the
same to you—”
“You bet,” Teddy answered quickly. “I’ll get him. Better for you to keep
quiet. You can ride him home.”
He started for the pony and led him without resistance to Roy.
“Here’s the creature, Roy, that started the whole thing,” he muttered.
“Want to ride him? I’ll lead Star.”
“You bet I want to ride him!” was the vehement answer. “Say, what
happened to you, Teddy? You had a long start on me.”
“Lost him,” Teddy said laconically. Not for worlds would he have told
his brother that he had captured the horse and turned him loose so that Roy
could have the glory of taking him to Nell. “He got away from me. Come
on, let’s get started. Feel O. K. now?”
“Little damp,” Roy responded, and grinned. He climbed into the saddle.
“Try to act up now, you bronc, and see where it gets you! All right, Teddy.
We’re off!”
CHAPTER III

Mysterious Riders
The two Manley boys rode back slowly, Roy glancing over his shoulder
toward the rocks just before they were lost to sight. Teddy saw the gesture,
and grinned.
“How high is the top of that cliff from the water, Roy?” he asked.
“One hundred feet; maybe less.”
“And how high was it when you were falling?”
“Seventeen and three-quarter miles.”
Teddy nodded. “I believe you have made a great discovery, Roy. Of
course, some one else may have thought of it ahead of you. I seem to
remember a man by the name of Einstein who made a crack about relativity
—”
“That had to do with motion,” Roy answered seriously. “You see, he said
that all motion is relative. For instance, suppose two trains are moving at
the same rate of speed and you’re sitting in one of them. If there were no
stationary objects near, it would be impossible to tell—”
“Oh, the sun shines bright in my old Kentucky ho-o-ome!” Teddy sang
loudly. “ ’Tis summer, the darkies are gay. And the little tots play in the
cabin round the do-o-o-ore! For my old Kentucky ho-o-o-o-o-ome—”
Roy leaned toward him casually, stretched out his arm and caught Teddy
just under the fifth rib with his open hand. The “h-o-o-o-o-ome” was ripped
apart, the pieces being expelled by a vigorous “ooof!”
“And no insurance,” Teddy grunted regretfully. “The home that had
sheltered those people all these years, to be broken up by a careless blow of
a calloused hand! My! My! Here, Flash, cut that out! Roy, hang on to Star
for a second.”
He looked at his brother. Roy’s face was white and his eyes had little
crinkles of pain at the corners.
“What the mischief?” Teddy demanded. “Your head, Roy? That was a
pretty mean sock you got. Here, you tie this handkerchief around it—or let
me. Go on, now, mind, little brother.”

You might also like