Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

■ktidar Nedir 1st Edition Byung Chul

Han
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/iktidar-nedir-1st-edition-byung-chul-han/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

No cosas 1st Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/no-cosas-1st-edition-byung-chul-
han/

La sociedad paliativa Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/la-sociedad-paliativa-byung-chul-
han-2/

La sociedad paliativa Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/la-sociedad-paliativa-byung-chul-
han/

■effafl■k Toplumu 5th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/seffaflik-toplumu-5th-edition-
byung-chul-han/
Yorgunluk Toplumu 5th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/yorgunluk-toplumu-5th-edition-
byung-chul-han/

Güzeli Kurtarmak 3rd Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/guzeli-kurtarmak-3rd-edition-byung-
chul-han/

■iddetin Topolojisi 4th Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/siddetin-topolojisi-4th-edition-
byung-chul-han/

Zen Budizm Felsefesi 1st Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/zen-budizm-felsefesi-1st-edition-
byung-chul-han/

Filosofía del budismo Zen Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/filosofia-del-budismo-zen-byung-
chul-han/
İKTİDAR NEDİR?
insan

İNSAN YAYINLARI : 749


DÜŞÜNCE DİZİSİ : 54

WAS 1ST MACHT?


©PHILIPP RECLAM JUN. VERLAG GMBH. STUTTGART, 2005
© İNSAN YAYINLARI

BİRİNCİ BASKI, EYLÜL 2020

YAYINCI SERTİFİKA NO: 12381


ISBN 978-975-574-947-1

İKTİDAR NEDİR?
BYUNG-CHUL HAN

ÇEVİREN
MUSTAFA ÖZDEMİR

EDİTÖR
MURAT BOZKURT

İÇDÜZEN
MÜRİTTİ BHAN E

KAPAK TASARIMI VE UYGULAMA


MUSTAFA ENES ERDOĞAN

BASKI-CİLT
ER.KAM YAYIN SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
MATBAA SERTİFİKA NO: 19891

İNSAN YAYINLARI
İSTİKLAL CADDESİ NO: 96 BEYOĞLU/İSTANBUL
TEL: 0212-249 55 55 FAKS: 0212-249 55 56
WWW. İNSANYAYİ NLARİ .COM.TR
İ NS AN @ İ NSANYAYİ N LARİ.COM.TR
İKTİDAR NEDİR?

BYUNG-CHUL HAN

Çeviren
Mustafa ÖZDEMİR

i
insan
BYUNG-CHUL HAN

1959’da Güney Kore, Seul’de doğan Han metalürji mü­


hendisliğinden sonra 80’li yıllarda Almanya’da Felsefe
ve Teoloji eğitimi görmüştür. Heidegger’in Kalbi ismiyle
basılan doktora tezinden sonra çeşitli üniversitelerde ça­
lışmıştır. Şu an Berlin Sanat Üniversitesi’nde (UdK) ders
vermektedir.
Felsefe, kültür teorisi, estetik, Budizm, medya teorileri gi­
bi konular üzerinde yoğunlaşan Han, eserlerinde felsefi
bir bakış açısıyla günümüz toplumuna derinlikli eleştiri­
ler sunarak yaklaşmaktadır. Akademinin dışında da felse­
fi düşüncenin mümkün olduğunu ispatlayan ondan faz­
la dile çevrilen yirmiyi aşkın kitabı, tüm dünyada geniş
okur kitleleri tarafından okunmaktadır. Türkçeye de çe­
şitli yayınevlerince eserleri tercüme edilmiştir.

MUSTAFA ÖZDEMİR

Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Batı Dilleri


ve Edebiyatları Bölümünde profesör olan Özdemir aynı
zamanda Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı başkanı
olarak görev yapmaktadır.
GERDER (Türkiye Germanistler Derneği) ve DGFF (Al­
manya Yabancı Dil Araştırmaları Derneği) üyesi olan ya-
zar/çevirmenin edebiyat, mantık ve tarih alanında birçok
kitap ve makale tercümeleri vardır.
İçindekiler

ÖNSÖZ........................................................................................................... 7

İKTİDARIN MANTIĞI.................................................................................. 9

İKTİDARIN SEMANTİĞİ........................................................................... 31

İKTİDARIN METAFİZİĞİ.......................................................................... 53

İKTİDARIN POLİTİKASI............................................................................ 73

İKTİDARIN ETİĞİ....................................................................................... 93

KAYNAKÇA............................................................................................... 115

DİZİN.......................................................................................................... 121
ÖNSÖZ

İktidar kavramı söz konusu olduğunda, teorik kaos hâlâ hü­


küm sürmektedir. Bu fenomenin varlığından şüphe edilemez­
ken, kavram tamamen belirsizdir. Bazısı için baskı demektir; di­
ğeri için iletişimde yapıcı bir unsur. Hukuksal, politik ve sosyo­
lojik iktidar kavramları birbiriyle uzlaşmaz. İktidar bazen özgür­
lükle bazen baskı ile ilişkilendirilir. Bazıları için iktidar ortak ey­
leme dayanır. Diğerleri içinse mücadeleyle ilişkilidir. Bazıları ik­
tidar ve şiddet arasında kes(k)in bir ayrım yapar. Diğerleri için
şiddet, daha uç bir iktidar biçimidir, iktidar bazen hukuk ile ba­
zen ise keyfîlikle ilişkilendirilir.
Teorik karışıklık göz önüne alındığında, bu uzak fikirleri
kendi içinde birleştirebilen esnek bir iktidar kavramı bulunma­
lıdır. Bu nedenle, yapısal unsurlarını değiştirerek, iktidarın or­
taya çıkabileceği farklı formların türetebileceği temel bir güç bi­
çimi formüle edilmelidir. Bu kitap, bu kuramsal yaklaşımı izle­
mektedir. Böylece, gerçekte ne olduğu tam olarak anlaşılmadı­
ğından hareketle, iktidarın en azından sahip olduğu gücün elin­
den alınması hedeflenmektedir.11

1. Bkz., Niklas Luhmann, “Klassische Theorie der Macht. Kritik ihrer Pra-
missen”, Zeitschrift für Politik 2 içinde (1969) S. 149-170, burada s. 149.
İKTİDARIN MANTIĞI

İktidar kavramı altında, genellikle aşağıdaki nedensellik iliş­


kisi anlaşılmaktadır: Ego’nun (öz-benlikm) iktidarı, A/ter’de (öte­
kinde), kendi iradesine rağmen belirli bir davranışı etkileyen ne­
dendir. Bu davranış, Ego’nun, Alter'i dikkate almak zorunda kal­
madan, kararlarını gerçekleştirmesini sağlar. Dolayısıyla Ego’nun
iktidarı, Alter’in özgürlüğünü kısıtlar. Alter, Ego’nun iradesine,
yabancı bir şey olarak zarar verir. Bu genel iktidar fikri, sahip
olduğu karmaşıklığı açıklayamamaktadır. İktidarın oluşması, di­
renci kırmaya ya da itaat etmeye zorlamakla sınırlı değildir. İk­
tidarın, bir baskı biçimi olması gerekmez. Tam tersine karşıt bir
iradenin oluşması ve iktidar sahibine karşı çıkması, özellikle ik­
tidarının ne kadar zayıf olduğunu gösterir. İktidar ne kadar güç­
lüyse, o kadar sessiz ve derinden etki eder. Özellikle kendine işa­
ret etmek zorunda kaldığı yerde, zaten zayıflamıştır.11

1. Ulrich Beck haklı olarak şunu belirtir: “İktidarın doğallığı ve büyük­


lüğü arasında pozitif bir ilişki vardır. Neredeyse şunu söylemek müm­
kün: Hiç kimsenin iktidardan bahsetmediği yerde iktidar tartışmasız­
dır, bu tartışmasızhğı içinde aynı zamanda kesin ve büyüktür. İktidarın,
tartışmalı hâle geldiği yerde çöküşü de başlar.” (U. B., Macht und Ge-
10 • İKTİDAR NEDİR?

İktidar, aynı zamanda “iradenin‘nötrleştirilmesi”nden ibaret


değildir.* 2 Bu, iktidara maruz kalmış olandaki iktidar boşluğu göz
önüne alındığında, kendi iradesini oluşturmaya gerek olmadığı
anlamına gelir, çünkü zaten iktidar sahibinin iradesine itaat et­
mek zorundadır. İktidar sahibi, onu eylem olanaklarının seçimin­
de yönlendirmektedir. Ancak, bu durumun “iradenin nötrleştiril-
mesi”ni aşan iktidar biçimleri mevcuttur. İktidara maruz kalanın
(astın), iktidar sahibinin (üstün) tam olarak ne istediğini kendili­
ğinden istemesi, astın kendi iradesi olarak üstün iradesini yerine
getirmesi ve hatta bunu gönüllü yapması, daha yüksek bir gücün
işaretidir, iktidara maruz kalan kişi, kendiliğinden yapacağı şeyi,
iktidar sahibinin iradesine çıkarabilir ve iktidar sahibine yönelik
bir empatik “evet”le bunu gerçekleştirebilir. Böylece, aynı eylem
içeriği iktidar aracının içinde farklı bir biçim alır, bir bakıma ik­
tidar sahibinin eyleminin, iktidara maruz kalan (ast) tarafından,
kendi yaptığı bir şey gibi kabullenilir veya içselleştirilir. Dolayı­
sıyla iktidar, bir biçimin (formun) fenomenidir (olgusudur). Bu
arada belirleyici olan, bir eylemin nasıl motive edildiğidir. “Za­
ten zorundayım” değil, “istiyorum” şeklinde, mevcut daha yük­
sek bir gücün olduğu ifade edilir. Daha yüksek bir güce yönelik
verilen cevap, içsel bir “hayır” değil, aksine empatik bir “evet”-
tir.3 Nedensellik, aslında bu tür bir iktidarı yeterince tanımlaya-

genmacht imglobalen Zeitalter Neue weltpolitische Ökonomie, Frank­


furt a. M. 2002, s. 105.)
2. Karşılaştırın: Niklas Luhmann, Macht, Stuttgart 1975, s. lif.: “Aslın­
da, [...] bir iktidar farklılığı ve bir güce dayalı özgür kararının varlığı,
iktidara maruz kalan açısından konunun bir irade oluşturmasını an­
lamsız kılar. İktidarın işlevi özellikle burada yatmaktadır: İktidar, iste­
sin ya da istemesin, iktidara maruz kalan kişinin iradesinden bağımsız
olarak olası etki zincirlerini güvence altına alır. İktidarın nedenselliği,
öznenin iradesinin kırılması değil iradenin nötrleştirilmesidir. Bu du­
rum, maruz kalanı, aynı zamanda ve özellikle aynı şekilde hareket et­
mesi gerektiğinde ve daha sonra zaten böyle davranmak zorunda ol­
duğunu öğrendiğinde de etkiler.”
3. Aksine iktidar, zorlama ve baskı ile aynı görüldüğünde, “hayır” deme
yetisiyle yorumlanır. Bu “evef’in aslında daha yüksek bir gücün ifa­
İKTİDARIN MANTIĞI • 11

mamaktadır çünkü güç burada, bir bedeni asıl alanından kolayca


çıkaran mekanik bir tahrik gibi işlememektedir. Aksine, olduğu
gibi özgür hareketlerden oluşan bir alan şeklinde işler.
Baskı modeli, iktidarın karmaşıklığına açıklık getirmemek­
tedir. Baskı olarak iktidar, bir diğerinin iradesine karşı kendi ka­
rarlarınızı gerçekleştirmek demektir. Dolayısıyla çok düşük bir
dolayım/aracılık (Vermittlung) seviyesine sahiptir. Ego ve Alter
birbirine karşı(t) bir tavır içindedir (antagonistiktir). Ego, Al-
ter’in ruhunda özümsenmez. Öte yandan, ötekinin eylem tasla­
ğına karşı değil, aksine ondan yola çıkarak etki eden bir iktidar,
daha fazla dolayım!aracılık içerir. Çünkü ötekinin geleceğini en­
gelleyen değil, geleceğini oluşturan bir iktidar daha üstündür.
Alter'in belirli bir eylemine karşı hareket etmek yerine, A/ier’in
eylem ortamını ya da öncesini; Alter’in, kendiliğinden, aynı za­
manda herhangi bir olumsuz yaptırım olmadan, Ego’nun irade­
sine uygun şeyde karar kılması yönünde etki eder ya da üzerinde
çalışır, iktidar sahibi, herhangi bir şiddet* uygulamadan (Geıval-
tausübung), ötekinin ruhunda yer edinir.
Nedensellik modeli karmaşık ilişkileri tanımlamada yeter­
sizdir. Organik yaşam bile nedensellik ilişkisinden kaçınır. Can­
sız, pasif bir şeyin aksine organizma (canlı), dış nedenin herhan­
gi bir ek etkisi olmaksızın, kendi üzerinde bir etkiye sahip olrna-

desi olduğu fark edilmez. “Evet”in, zayıflık sonucu ortaya çıkması ge­
rekmez. Karşılaştırın: Wolfgang Sofsky und Reiner Paris, Figuratio-
nen sozialer Macht. Autoritât-Stellvertretung-Koalition, Frankfurt a.
M. 1994, s. 9.: “İktidarsız bir toplum, ‘evet’ diyenlerden oluşan bir
toplum olurdu. Bunu ortadan kaldırmak isteyen, herkesi ‘hayır’ deme
yetisinden mahrum etmek zorunda kalırdı. Çünkü birinin eylemi, bir
diğerinin direnişi, bir diğerinin ise vazgeçilmez doğallığı ve bağımsız­
lığı, kendisinden beklenenden başka bir şey yapma özgürlüğü ile so­
na erer, iktidar bunlara karşı harekete geçer. Birinin özgürlüğünü, di­
ğerinin ‘hayır’ını iptal ederek, özgürlüğünü reddederek diğerinin öz­
gürlüğüne karşı genişletir, iktidar, özgürlüğü yok etme özgürlüğüdür.”
Almancadaki “Gewalt” kelimesi, bir otorite, bir tür fiziksel ya da fi­
ziksel olmayan şiddet ya da bir güç anlamına gelir, (çev.n.)
12 • İKTİDAR NEDİR?

sına izin vermez. Aksine bir nedene, bağımsız olarak tepki ve­
rir. Dış şartlara kendiliğinden, bağımsız olarak cevap verme ye­
teneği, canlı olmayı karakterize eder. Buna karşın cansız bir şey
bu duruma cevap vermez. Canlının özelliği, dış nedeni ortadan
kaldırmak, dönüştürmek ve kendisinde yeni bir şeyin oluşması­
na izin vermektir. Örneğin bir canlı, yiyeceğe bağımlıdır, ancak
bu durum yaşamının nedeni değildir. Şayet burada herhangi bir
neden söz konusuysa, o zaman kendi dışsallığının belirli orga­
nik süreçlerini neden hâline getirme gücüne sahip olan canlının
kendisidir.* Dolayısıyla bunlar, iç dünyasında dışa dayalı bir ne­
denin basit bir tekrarı değildir. Daha çok, canlının bizzat ken­
disinin gerçekleştirdiği, kararları ve dışsal olana yönelik olarak
bağımsız tepkileridir. Dışsal neden, canlının kendisinin belirle­
diği birçok olası nedenden sadece biridir ve hiçbir zaman sadece
canlı tarafından pasif olarak deneyimlenmez. Dış neden, içselli-
ğin çabası ya da kararı olmadan asla etki etmez. Kinetik enerjinin
bir vücuttan diğerine aktarılmasında olduğu gibi dışsallığın içsel-
liğe doğru dolaylı bir uzanması söz konusu değildir. Hatta ne­
densellik kategorisi, bilişsel yaşamı tanımlamak için uygun değil­
dir. Bilişsel yaşamın karmaşıklığı, iktidarın neden-sonuç arasın­
daki doğrusal ilişkiye çevrilemeyen karmaşıklığını belirler. Aynı
zamanda iktidarı, basit bir güç ya da güç ve etki nedenselliğinin
elde edilebileceği fiziksel şiddetten ayrıştırır. Karmaşıklığın bu
sınırlandırılışında, muhtemelen fiziksel şiddetin avantajı vardır.
Bununla birlikte karmaşık iktidar süreci, basit bir aritmetik­
le yeterince tanımlanamaz. Daha sınırlı bir karşıt güç, üstün olan
güce ciddi bir şekilde zarar verebilir. Böylece, zayıf bir rakip bile
çok anlamlıdır. Dolayısıyla çok fazla gücü olduğu anlamına gelir.
Bazı politik oluşumlar, zayıf bir partiye ya da ulusa, oldukça güç
katabilir. Ayrıca, karmaşık dayanışmalar gücün karşılıklı oluşu­
munu sağlar. Şayet Ego (öz-benlik), Alter’in (ötekinin) işbirliğine
muhtaçsa, bu durumda Ego’nun, Alter'e bağımlılığı ortaya çıkar.

Almancadaki “die Macht ... zu machen” ifadesi, güç ile yapma, üret­
me, yaratma arasındaki bağlantıyı ima eder, (çev.n.)
İKTİDARIN MANTIĞI • 13

Ego, artık Alter’den bağımsız olarak taleplerini oluşturamaz ve


uygulayamaz çünkü Alter, Ego’yu zor bir duruma sokacak olan
iş birliğini sona erdirerek, Ego’nun baskısına cevap verme seçe­
neğine sahiptir. Böylece Ego’nun Alter’e bağımlılığı, Alter tara­
fından bir güç kaynağı olarak algılanabilir ve kullanılabilir. Çok
zayıf olanlar bile, kültürel normlardan yararlanarak zayıflıkları­
nı güce dönüştürebilirler.
Bunların dışında, iktidarın diyalektiğinin çoklu yapısı dikka­
te alınmalıdır. Gücün basit bir şekilde yukarıdan aşağıya doğru
yayıldığı hiyerarşik iktidar modeli, diyalektik değildir (tek yön­
lüdür). Bir iktidar sahibinin gücü ne kadar fazla olursa, astların
doğal görüşlerine ve iş birliğine o kadar bağımlıdır, iktidar sahi­
bi çok şeyi emredebilir ancak artan karmaşıklık nedeniyle gerçek
iktidar, ona ne emredeceğini söyleyen danışmanlarına geçer. İk­
tidar sahibinin çok yönlü bağımlılıkları, astlar açısından güç kay­
nakları hâline dönüşür. Bu durum, iktidarın yapısal olarak yayıl­
masına (dağılmasına) yol açar.
İktidarın özgürlüğü dışladığı görüşü ısrarla devam etmekte­
dir. Ancak durum böyle değildir. Ego’nun gücü, Alter’ın gönül­
lü olarak iradesine sunduğu oluşumda özellikle maksimum sevi­
yesine ulaşır. Ego, Alter’e dayatmada bulunmaz. Bağımsız bir ik­
tidar bir oksimoron değildir. Aksine şöyle denir: Alter, Ego’yu
özgürlük içinde takip eder. Mutlak iktidara ulaşmak isteyen şid­
detten değil başkalarının özgürlüğünden yararlanmak zorunda
kalacaktır. Bu tür bir iktidar, özgürlük ve teslimiyetin birleştiği
anda elde edilir.
Bu arada, emirler üzerinde tesir eden güç ile özgürlüğe ve
doğallığa dayalı güç, iki karşıt model değildir. Sadece görüntü!
tezahür itibariyle farklıdırlar. Soyut bir düzleme çıkarıldıkların­
da, ortak yapılarını ele verirler, iktidar, Ego’nun, ötekinde ken­
disi olmasına olanak verir. “Kendisi olma”nm bir devamlılığını
yaratır. Ego, kararlarını Alter’de gerçekleştirir, dolayısıyla Ego,
Alter’de devam eder, iktidar Ego’ya, ötekinin varlığına rağmen
kendisi(nde) olabileceği, kendisine ait alanlar sunar, iktidar sa­
14 • İKTİDAR NEDİR?

hibinin de, ötekinde kendisine dönmesini sağlar. Bu süreklilik,


hem baskı hem de özgürlüğün kullanılmasıyla sağlanabilir. Öz­
gürlük içinde gerçekleşen itaat durumunda, Ego’nun sürekliliği
oldukça istikrarlıdır. Bu istikrar (stabilite), Alter aracılığıyla ger­
çekleşir. Buna karşın baskıyla oluşan kendiliğin sürekliliği, dola­
yım eksikliği nedeniyle kırılgandır. Fakat her iki durumda da ik­
tidar, Ego’nun Alter’deki varlığını sürdürmesi ve Alter’de kendin­
de olmasını sağlar. Dolayım sıfırlandığında, iktidar şiddete dö­
nüşür. Saf şiddet, Alter’! aşırı pasiflik ve bağımlılığa iter. Dolayı­
sıyla Ego ve Alter arasında artık içsel bir süreklilik gerçekleşmez.
Aslında pasif bir şey karşısında hiçbir iktidar mümkün değildir.
Dolayısıyla şiddet ve özgürlük iktidar ölçeğinin iki uç noktası­
dır. Dolayım yoğunluğunun artması daha fazla özgürlük ya da
daha fazla özgürlük hissi üretir. Bu nedenle gücün görüntüsü/te-
zahürü, onun içsel dolayım yapısına bağlıdır.
İktidar, bir süreklilik fenomenidir (olgusudur). İktidar, sahi­
bine geniş bir kendilik alanı sağlar. Bu iktidar mantığı, genel ikti­
dar kaybının neden mutlak bir alan kaybı olarak deneyimlendiği-
ni açıklar. Aynı zamanda tüm dünyayı saran iktidar sahibinin be­
deni, aciz bir et parçasına dönüşür. Kral/hükümdar, sadece ölüm­
lü olan doğal bir bedene değil, aynı zamanda imparatorluğu ile
birlikte genişleyen bir politik-teolojik bedene de sahiptir. İktida­
rın kaybolması durumunda, bu küçük, ölümlü bedenine geri atı­
lır.4 Dolayısıyla iktidar kaybı, bir tür ölüm olarak deneyimlenir.
İktidarın, sadece kısıtlayarak ya da yok ederek etki ettiği
inancı yanlıştır. İktidar, sadece bir iletişim aracı olarak bakıldı­
ğında bile, belirli bir yönde hızlı iletişim akışı sağlar. İktidara ma­
ruz kalan kişinin, iktidar sahibinin kararını, yani seçtiği eylem
tarzını benimsemesi sağlanır (ancak ille de buna zorlanmaz). İk­
tidar, “olanaksız seçim kombinasyonları gerçekleştirme olasılı­
ğını artırma”nın bir “fırsatı”dır.5 Bu fırsat, iktidar sahibi ile ik­

4. Karşılaştırın: Ernst H. Kantorowicz, Die zıuei Körper des Königs. Eine


Studie zur politischen Theologie des Mittelalters, München 1990.
5. Luhmann, Macht, s. 12.
İKTİDARIN MANTIĞI • 15

tidara maruz kalanlar arasındaki eylemlerin seçimi ile ilgili ola­


sı tutarsızlıkları ortadan kaldırarak iletişimi belirli bir yöne yön­
lendirir ya da yöneltir. Bu nedenle iktidar, “insan davranışları­
nın belirsiz karmaşıklığının sınırlandırılması” için “eylem seçimi­
nin bir karar noktasından diğerlerine aktarımını gerçekleştirir.”6
İktidarın iletişimsel olarak gerçekleştiriliş!, baskıcı olmak zorun­
da değildir. İktidar, baskıya dayalı değildir. Aksine, bir iletişim
aracı olarak yapıcı bir etkisi vardır. Dolayısıyla Luhmann ikti­
darı, bir katalizör olarak tanımlar. Katalizörler, olayların ortaya
çıkmasını hızlandırır ya da kendileri herhangi bir şekilde değiş­
meden, belirli süreçlerin gelişimini etkilerler. Bu şekilde zaman
kazanırlar, iktidar, bu anlamda da üretken bir şekilde etki eder.
Luhmann iktidarı, iktidara maruz kalanın olası bir “hayır”ı-
nın var olduğu iletişimsel yapıyla sınırlandırır. İletişimsel bir araç
olarak iktidar gereksinimi, seçilen eylem tarzının muhtemel bir
reddi karşısında, yani iletişimsel bir çıkmaz durumunda ortaya
çıkar.7 İktidar, her zaman mümkün olan “hayır”ı, bir “evet”e dö-
nüştürmelidir. Her zaman “hayır” diyen o olumsuz iktidar anla­
yışının aksine, iletişim aracı olarak iktidarın işlevi, “evet” olası­
lığını artırmaya dayanır. İktidara maruz kalanın “evet”i, sevinç
içinde olmak zorunda değildir. Aynı zamanda, mutlaka bir baskı
sonucu da olması gerekmez. “Fırsat” olarak iktidarın pozitifliği
ya da üretkenliği, sevinme ve baskı arasındaki geniş alana uzanır.
İktidarın yıkıcı ya da kısıtlayıcı olduğu izlenimi, yalnızca dola-
yımda/aracılıkta zayıf olan zorlamanın yapısının, dikkati, özellik­
le kendini zorla kabul ettirmeye çalışan iktidara çekmesiyle orta­
ya çıkar. Buna karşın, iktidarın baskı olarak görünmediği yerde,

6. Niklas Luhmann, “Macht und System. Ansâtze zur Analyse von Macht
in der Politikwissenschaft”, Universitas. Zeıtschrift für Wissenschaft,
Kunst und Literatür 5 (1977) içinde, s. 473-482, burada: s. 476.
7. Karşılaştırın: Luhmann, Macht, s. 13: “Sadece şayet ve eğer mallar sı­
nırlıysa, bazıları için bir kişinin eylemsel müdahalesi diğerleri için bir
problem hâline gelir ve bu durum daha sonra bir kişi tarafından seçi­
len eylemin diğerlerinin de deneyimlenmesiyle açığa kavuşturulur ve
kabul edilmesi sağlanır.”
16 • İKTİDAR NEDİR?

neredeyse hiç ya da nadiren bu şekilde algılanır. Bir bakıma, ka­


bullenme içinde unutulup gider. Dolayısıyla iktidara dair olum­
suz yargı, seçici algılamanın bir sonucudur.
Weber, iktidarı şu şekilde tanımlar: “İktidar, sosyal bir iliş­
ki içinde insanın, bir olasılığın dayandığı temele bakılmaksızın
karşılaştığı direnişe rağmen kendi iradesini yerine getirme fırsa­
tıdır.”8 Weber bunun ardından, “iktidar” kavramının sosyolojik
olarak “şekilsiz” (amorf) olduğunu belirtir. “Bir emre itaat edile­
ceğini” garanti eden “tahakküm/hâkimiyet” kavramının ise “da­
ha kesin” olduğunu dile getirir. Bu yaklaşım sorunludur. İktidar,
sosyolojik olarak kesinlikle “şekilsiz” (amorf) değildir. Bu izle­
nim, sadece iktidarı sınırlı bir perspektif içinde algılamaya da­
yanır. Farklılaştırılmış (ausdifferenzierte) bir dünya, dolaylı, ses­
sizce etki eden, daha az belirgin iktidar temelleri üretir. Emirler­
le tahakkümün aksine güç, açıkça görünmez. Karmaşıklıkları ve
dolaylılıkları, iktidarın “şekilsiz” (amorf) olduğu izlenimini ve­
rir. İktidarın gücü, açık bir şekilde “emirler” vermeden, kararla­
rı uygulama ve harekete geçirme kapasitesinden oluşur.
İktidar özgürlüğe karşı değildir. İktidarı şiddetten ya da bas­
kıdan ayıran şey, özellikle özgürlüktür. Bu bağlamda Luhmann
da iktidarı, “her iki tarafın da farklı hareket edebileceği”, belir­
li bir “sosyal ilişki” biçimine bağlar.9 Dolayısıyla baskı altında
gerçekleşen eylemlerde herhangi bir iktidar oluşmaz. İtaat bile,
hâlâ (bir dereceye kadar) bir seçime bağlı olduğu için özgürlük
gerektirir. Buna karşın fiziksel şiddet, itaat etme olasılığını orta­
dan kaldırır. Pasif olarak deneyimlenir. İtaat, şiddetin pasif olarak
deneyimlenmesinden daha fazla aktifliğe ve özgürlüğe sahiptir.
Bu deneyim, her zaman bir alternatifin arka planında gerçekleşir.
Aynı zamanda iktidar sahibi de özgür olmalıdır. Eğer kendisinin
belirli bir durum nedeniyle karar vermek zorunda olduğunu his­

8. Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, 1. Halbband, Tübingen 1976,


s. 28.
9. Niklas Luhmann, Soziologische Aufklarung 4. Beitrage zur funktiona-
len Differenzierung der Gesellschaft, Opladen 1987, s. 117.
İKTİDARIN MANTIĞI • 17

sederse, o zaman iktidara sahip olan kendisi değil, zorlayıcı ol­


gusal durum olurdu. İktidar sahibi, pasif bir şekilde kendini du­
ruma teslim etmiş olurdu ve olayın insafına kalırdı. İktidar sahi­
bi, belirli bir davranışı seçmek ve gerçekleşmesini sağlayabilmek
için özgür olmalıdır. En azından seçimin kendisinin olduğu yanıl­
saması, yani özgür olduğu yanılsaması altında hareket etmelidir.
Her iletişimde, Ego’nun kararının Alter tarafından kabul edi­
lip edilmemesi, ilkesel olarak açıktır. Ancak, Ego’nun iktidarı, Al-
ter’in, Ego’nun aldığı kararlara itaat etme olasılığını artırır. Böy-
lece, Luhmann iktidarı, Alter’in, Ego kararını benimseme olasılı­
ğını artıran bir iletişim aracı olarak algılar. Gerçi bu iktidar mo­
deli, iktidarı özgürlük fikrine bağlar, ancak iktidar ilişkisi burada
(kategorik olarak) her zaman negatif olarak değerlendirilen bir
durumdan kaçınmaya dayandırılır. Luhmann tarafından sunulan
bir örnek bu durumu açıkça ortaya koymaktadır: “A, B’yi, her
ikisi için olumsuz değerlendirilen fiziksel bir mücadele ile tehdit
eder. A’nın gücü, bir mücadeleyi B’den daha az olumsuz olarak
değerlendirmesinden ve her iki taraf için ikisinin de seçebilece­
ği ikinci, daha az negatif bir alternatif kombinasyonunun olma­
sı gerçeğinden oluşur. Bu gibi durumlarda, ötekinin zaten çok
tatsız gördüğü durumları hâlâ kabul edebilmesi açısından, alter­
natifleri daha esnek olanın ne olacağına karar verebilme olasılı­
ğı daha yüksektir.”10
Bu nedenle Luhmann, iktidarı negatif bir yaptırıma bağlar
(örneğin gereksiz hâle getirme ya da diğer dezavantajlarla teh­
dit etme gibi). Ego, güç uygulayabilmek için Alier’i, negatif bir

10. Luhmann, “Macht und System”, s. 476. Karşılaştırın: a.g.y.: “Tehdit,


doğrudan karşı karşıya gelme ya da fiziksel şiddet, bağlamdan bağım­
sız olduğu sürece çok etkili bir iktidar aracıdır. Ancak karmaşık süreç­
lerde çok kabadır. Şiddeti yalnızca bir iktidar aracı olarak bilen bir sis­
tem, farklılaşmalarda zayıftır ve yalnızca çok az üretkenlik yapabilir.
Karmaşık bir sistem ustaca yapılandırılmış yönetim ve güç mekaniz­
malarına bağlıdır. Sadece kas gücü burada çok yardım edemez. Kar­
maşık bir sistemde dolaylı, daha az belirgin iktidar araçlarının şiddet
tehdidinden çok daha verimli olduğu yapılar ortaya çıkar.”
18 • İKTİDAR NEDİR?

yaptırım yoluyla baskı altına alabilme olanağına sahip olmalıdır.


Negatif yaptırım, her iki tarafın, Ego ve Alter'in. kaçınmak iste­
dikleri olası bir hareket şeklidir -ancak Alter bunu Ego’dan da­
ha fazla ister. Örneğin, A/ier’in gereksiz hâle getirilmesi Ego’yu
Alter’den daha fazla etkilerse, Ego tarafından bir güç aracı ola­
rak kullanılamaz. Buna karşın, faaliyetine son verme olasılığı Al­
ter açısından bir güç kaynağı hâline gelecektir. Luhmann’ın söz­
leriyle (bunun anlamı şudur): “Negatif yaptırım, sadece hazırda
duran, -normal şartlar altında iktidarın dayandığı, ancak her iki
tarafın da uygulamaya koymaktan kaçınmayı tercih ettiği- bir al­
ternatiftir. Dolayısıyla iktidar, iktidar sahibinin, yaptırımın uy­
gulanmasını iktidara maruz kalandan daha kolay olduğunu dü­
şünmesinin bir sonucudur. Kullanılmadığı için ve kullanılmadı­
ğı sürece, yaptırım uygulama olasılığı, gücü oluşturur. Dolayısıy­
la güç, kışkırtılabildiğinde sona erer. Fiziksel şiddetin uygulanışı,
bir iktidar uygulaması değil, başarısızlığının bir ifadesidir [,..].”n
Luhmann’ın iktidar teorisi, birçok açıdan sorunludur. Ön­
celikle iktidar eylemi açısından, her iki tarafın da yaptırımların
gerçekleştirilmesinden kaçınmak istemesi mutlaka gerekli bir du­
rum değildir. Örneğin, iktidar sahibi, iktidara maruz kalanı (tâbi
olanı) kolayca değiştirebilme olanağına sahipse, tâbi olana oran­
la yaptırımı gerçekleştirmekten, yani görevden almadan çekin­
memesi gerekir. Dolayısıyla, değinilen iktidar ilişkisinin oluş­
ması için, her iki tarafın, gerçekleşmesinden kaçınmak istedik­
leri alternatiflerin olması gerekmez. Taraflardan sadece birinin
bundan kaçınmak istemesi yeterlidir. Bu asimetri, iktidar sahibi­
nin gücünü mutlak azaltmaz. Hatta daha fazla güç sağlayabilir.
Daha fazla güç, iktidar sahibi için daha fazla özgürlük anlamına
gelir. Daha özgürdür çünkü diğer kişi, eylemleri açısından artık
bir sınır oluşturmaz.
Açıkçası, iktidar ilişkisi, tek taraflı bir kaçınma alternatifi,
yani sadece güce maruz kalanın kaçınmak istediği bir alternatifi
bile şart koşmaz. Alter, Ego’nun kararını kabul ederse, bu kabu-*

11. Luhmann, Soziologische Aufklârung 4, s. 119.


İKTİDARIN MANTIĞI • 19

lün, bir yaptırım karşısındaki korkuya dayandığı anlamına gel­


mez. Alter’in “evet”i, kaçınılma olasılığına dair herhangi bir de­
ğerlendirme olmaksızın, Ego’nun kararını teyit edebilir. Ego’nun
gücü, Alter'in “öyle olsun/nasıl isterseniz” ifadesini içermeyen
“evet”iyle zirveye ulaşır. Luhmann’a göre ise, iktidar uygulama­
sı her zaman “öyle olsun/nasıl isterseniz” ifadesine dayanır. İkti­
dar sahibi, sadece bir rızayı değil, aynı zamanda coşku ve heye­
canı da ortaya koyar.
Luhmann’a göre iktidar/güç, eylem alternatiflerinin yoğun­
luğu ile orantılı olarak artmaktadır: “İktidarın gücü, iktidarın
uygulanması için artan çeşitli karar türlerinden birini seçebildiği
oranda büyüktür ve bunu giderek daha fazla alternatifi olan bir
partnerin karşısına koyabiliyorsa, daha da büyüktür. Güç her iki
taraf açısından, özgürlüklerle birlikte, örneğin herhangi bir top­
lumda, toplumun yarattığı alternatiflere orantılı olarak artar.”12
Ego’nun güce dayalı iletişim için harekete geçebileceği sayısız yo­
lun olması, kesinlikle bir özgürlük ve güç belirtisidir. Ayrıca, ken­
disinin çekici alternatiflere sahip olmasına rağmen, Alter’in Ego
tarafından yapılan seçimi kabullenmesi de Ego’nun gücünün bir
göstergesidir. Ancak Alter’in bu geniş olası eylemler alanı içinde
sahip olduğu özgürlük, Ego’nun gücünü mutlak artırmaz. Hat­
ta zayıflatabilir, iktidara maruz kalan tarafın özgürlük hissi, sa­
hip olduğu alternatiflerin sayısına bağlı değildir. Aksine, belirle­
yici olan, Alter’in Ego'ya sunduğu “evet”in yapısı ya da yoğun­
luğudur. Özgürlük hissi yaratan bu “evet”in coşkulu doğası, ey­
lem alternatiflerinin sayısından bağımsızdır.
Luhmann, “üstlerin astları üzerindeki gücünün ve astların
üstleri üzerindeki gücünün, ilişkinin yoğunlaştırılmasıyla, aynı
anda artırılabileceğini” varsaymaktadır.13 Luhmann burada, hi­
yerarşik etki modeliyle kesintiye uğrayan, işletme yönetiminin

12. Luhmann, Macht, s. 9.


13. Niklas Luhmann, “Klassische Theorie der Macht. Kritik ihrer Prâ-
missen”, Zeitschrift für Politik 2 (1969) içinde, s. 149-170, burada:
s. 163.
20 • İKTİDAR NEDİR?

bir yaklaşımına dayanır: “Çok üretken bölümlerin yöneticileri,


daha az üretken bölümlere göre, daha iyi bir yönetim sistemine
sahiptir. Bu daha iyi olan sistem, astlara nüfuz etmek için daha
fazla olanak sunarak yöneticinin etkinliğini sağlamlaştırır.”14 Bir
karar, astlar tarafından tam olarak kabul edilmediğinde, yöne­
tici çok fazla etki kaybeder, çünkü karar verme üzerindeki etki,
astlar tarafından gerçekte uygulananın etkisi ile örtüşmez. Kuş­
kusuz, otoriter tarzda karar veren bir amirin, icra üzerinde çok
az etkisi olması, olasıdır. Ancak bu, astlar sayesinde, amirlerin
nüfuz sahibi olma kapasitelerinin, daha fazla etkiyi ya da daha
fazla gücü garanti edeceği anlamına gelmez. Üstün, astları işten
çıkarma ya da diğer yaptırımlarla tehdit ederek kararını uygu­
lama girişimi, kesinlikle gücünü arttırmayacaktır çünkü bu, kü­
çük, dolayıma/aracılığa dayalı ve dolayısıyla geçici, kırılgan bir
güç ilişkisi yaratır. Eğer astlar kararı destekleseydi, üst daha faz­
la güç elde edecektir. Ancak üstün/amirin gücü, astlar kendisi­
ni daha fazla etkilediği için artmaz. Karşılıklı etkinin yoğunlaş­
ması, işletmenin üretkenliğini arttırabilir ancak aktörlerin gücü­
nü artırmaz. Dolayısıyla, gücün merkezden uzaklaştırılması, da­
ha fazla üretkenliğe yol açabilir. Ayrıca ilişkiler, daha fazla kar­
şılıklı etki ile daha yoğun hâle gelmez. İlişkilerin yoğunlaştırıl­
ması daha çok karşılıklı güven ya da karşılıklı saygı ile sağlanır.
Aynı zamanda karar süreçleri üzerinde olumlu etkisi olan gü­
ven, karmaşıklığı azaltır. Özellikle iletişimsel bir güven ve saygı
atmosferi üretkenliği artırır, ancak bu, bir iktidar atmosferi ile
aynı değildir. İlişkilerin yoğunlaşması, iktidarın gücünü arttır­
maz. Luhmann’ın, üstlerin ve astların gücünün, aralarındaki yo­
ğun ilişkilerle eşzamanlı olarak arttığı tezi, bu nedenle ikna edici
değildir.
İktidar, etki ile aynı değildir. Etki, iktidar bağlamında nötr
olabilir. Etki içinde, iktidarın tipik özelliği olan, kendiliğin de­
vamlılığını (Kontinuum) oluşturan niyet (Intentionalitaet) yok­

14. Rensis Likert, Neue Ansâtze der Unternehmensführung, Bern/ Stutt­


gart 1972, s. 63.
İKTİDARIN MANTIĞI • 21

tur. Bilgisi nedeniyle karar verme süreci üzerinde çok fazla et­
kisi olan bir ast, mutlaka güçlü olmak durumunda değildir. Etki
etme kapasitesi otomatik olarak bir iktidar ilişkisini beraberin­
de getirmez. İlk önce buna dönüştürülmelidir.
Luhmann, fiziksel şiddete dair ise şöyle yazmaktadır: “Güç
oluşumu, fiziksel şiddet ile belirsiz bir ilişki içindedir. Elbette uy­
gulanmaması koşuluyla hayalî şiddet kullanır. Şiddet sanallaşır
ve olumsuz bir olasılık olarak dengelenir.”15 Gerçi hukuk devle­
ti, bir yasa ihlali durumunda, aktif olan şiddeti kullanma seçe­
neğine sahiptir ancak bu durum hukuk devletinin şiddete ya da
bir diğer negatif yaptırıma dayandığı anlamına gelmez. Negatif
yaptırımların uygulanması ya da şiddetin olası kullanımına yö­
nelik bir karar eğilimi, pozitif iktidar süreçleri için bir koşul de­
ğildir. Her şeyden önce cezalandırma korkusundan ziyade yasal
düzene saygıdan dolayı suçtan kaçınılır; çünkü yasa, benim ira­
dem, kendi yaptığım şey ve özgürlüğümdür. Tabii ki yasaların ar­
kasında, yasanın kılıcı bulunmaktadır.16 Ancak yasa, buna dayan­
maz. Bununla birlikte, sadece negatif yaptırım nedeniyle karar­
larını uygulatan kişinin gücü, zayıftır. Bir kuruluşun elinde çok
az yaptırım olması, gerçekte sahip olduğu gücü hakkında hiçbir
şey söylemez. İktidar mantığı açısından ise, tek bir negatif yaptı­
rımı bile bulunmayan, güçlü bir örgüt olabileceği düşünülebilir.
Luhmann’ın, iktidarı negatif yaptırıma bağlaması, bağımsız ikti­
dar olasılığına olan duyarlılığını ortadan kaldırır.
Bir kuruluştaki karmaşıklığın artması, kuruluşun içinde ha­
reket eden bireylerden tamamen ayrılmasına ve büyük bir ano­
nim yapıya dönüşmesine yol açabilir.17 Kafka’nın çalışmalarında,

15. Luhmann, “Macht und System”, s. 477.


16. Karşılaştırın: Michel Foucault, Der Wille zum Wissen. Sexualitdt und
Wahrheit 1, Frankfurt a.M. 1977, s. 171.
17. Weber’e göre, bir örgütün bürokratikleştirilmesi ve anonimleştiril-
mesi, etkileri herhangi bir “karizma” taşımayan bir iktidar biçimi­
nin gelişmesine yol açar. Weber’e göre, gerçek karizmatik bir otori­
te, herhangi bir makam, memur veya yönetmelik gerektirmez. Yetki-
22 • İKTİDAR NEDİR?

aynı zamanda eyleyen bireylerin yabancılaşmasını beraberinde


getiren, bu sürece yönelik etkili örnekler mevcuttur. Dolayısıyla
Luhmann’ın modern kuruluşlar hakkındaki görüşleri, Kafkaesk
bir etkiye sahiptir: “[...] Örgütlenme mantığına göre, en tuhaf
şeyler istenir ve uygulanır: İşçi olarak saatlerce aynı delikleri aç­
manız gerekir; bir hastanenin hastası olarak, hasta olmanıza rağ­
men sabah altıda uyanmanız ve sıcaklığınızı ölçtürmeniz gerekir;
profesör olarak, neredeyse her zaman alakasız ve sonuçsuz olan
toplantı protokollerini gerçekleştirmeniz gerekir. Bu, örgütlen­
me mekanizması yardımıyla en şaşırtıcı eylem seçimleri (aslın­
da bu eylemlerin kapsamı ve çeşitliliği, güç kullanımı ile motive
edilebileceğinden çok daha fazlası) elde edilebilir.”18
Organizasyon yapısının katılığı, bazı baskıları (Zıaânge) be­
raberinde getirir. Fakat Luhmann şunları yazarken bu zorlama­
ları, güçle karıştırır: “Geçmişin hiçbir tiranı/zorbası, büyük ta­
rihsel imparatorlukları mutlak yöneten hiçbir hükümdarı, başka­
ları tarafından belirlenebilecek kararların sayısı ve çeşitliliği ile
ölçülen, dikkate değer bir güç geliştirememiştir. Terör bile ör­
gütlenmeye eşit değildir.”19 Sorunlu olan şey, bu paragrafta Luh-
mann’ın başkaları tarafından alınan kararlardaki artışı, iktidar­
daki bir artış olarak algılaması, diğer yerlerde ise iktidar/güç ve
özgürlük arasında pozitif bir ilişki olduğunu varsaymasıdır. Luh­
mann şöyle demektedir: “Her iki taraftaki özgürlükle, örneğin
herhangi bir toplumda, özgürlüğün yarattığı alternatiflerle oran­
tılı olarak güç artar.” Luhmann iktidarı, karar ve seçime bağım­
lı kılar. Bir organizasyon ne kadar karmaşık olursa o kadar fazla

lilere veya yetki alanlarına ihtiyaç duymaz. Weber bunları, söylem­


sel olarak analiz edilebilecek kurallara bağlı olan “bürokratik otori­
te” ile yan yana getirir. Karizma, kurallar kendisine yabancı olduğu
için karmaşıklığı radikal bir şekilde azaltılır. Muhtemelen cazibesi de
burada yatmaktadır. Weber’e göre tüm karizmatik iktidarlar için şu
ifade geçerlidir: “Size söylüyorum,...her şey yazılıdır”. Karşılaştırın:
Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, s. 141.
18. Luhmann, “Macht und System”, s. 479.
19. A.g.y., s. 480.
İKTİDARIN MANTIĞI • 23

güce yani daha fazla seçim alternatiflerine ihtiyaç duyar. Bu tez,


seçim yalnızca iktidar temelinde yapılmadığı sürece sorunludur,
iktidar, alınan kararların sayısı ile doğru orantılı olarak artmaz.
Luhmann, modern örgütlenmenin iletişimsel yapıları bağla­
mında şu sonuca varır: “Tüm bunlara rağmen birçok gösterge,
güç mekanizmasının, sosyal evrim yarışında kaybedenlerden bi­
ri olduğuna işaret etmektedir.”20 Modern örgütlenme, “karşılık­
lı olarak beklenen eylem hükümlerinin darboğazından” geçiri-
lemez.21 Luhmann’ın, iktidarın toplumsal evrimin kaybedenleri
arasında olacağı teşhisi, gücü, insandan insana gerçekleşen ey­
lem seçimine sınırlayan iktidar teorisine dayanır. İktidar, “insan­
ların diğer insanlar üzerindeki gücüdür”.22
Luhmann, “seçim süreci” olarak iktidar uygulamasının, “sis­
tematik yapılara bağımlı” olduğunun farkındadır. Sistem, ikti­
dar güdümlü bir iletişimin gerçekleştiği olası eylemlerin belir­
li bir yapısını oluşturur. Dolayısıyla iktidar, “yapıya bağlı bir se­
çimdir”. Seçim sürecinin gerçekleştiği çeşitli olası yapılar, sis­
tem tarafından belirlenir, iktidar güdümlü iletişimdeki aktörler,
kişilerarası güç ilişkileri önceden belirlenmiş ve sistem tarafın­
dan üretilen bir duruma gömülüdür. Bu ön-belirlenim, bir bilinç­
li yaklaşım olarak da gerçekleşebilir. Ancak Luhmann, yansıtıcı
bir ön-yapılandırma olasılığının farkında değildir, çünkü kendi
iktidar teorisine göre, güdümlü iletişim, sadece şeffaf ve bilinç­
li bir eylem seçimi şeklinde gerçekleşir. Luhmann’ın iktidar teo­
risinde, ikisinden herhangi biri bilinçli bir seçim yapmadan ön­
ce Ego ve Alter arasındaki süreklilikte yazılı olan o iktidar biçi­
mi kendine yer bulamaz.
Luhmann iktidarı, esas olarak bireysel aktörler arasındaki
doğrusal iletişim ilişkilerine odaklandırdığından, bir süreklilik,
bir bütünlük şeklinde görünen uzamsal iktidar neredeyse hiç
fark edilmez. Uzam, iletişimin hatlarını, bu hatlar tarafından fark

20. A.g.y.
21. A.g.y., s. 481.
22. A.g.y.
24 • İKTİDAR NEDİR?

edilmeden de etkileyebilir. Mevcut olmayan, genellikle mevcut


olandan daha fazla güce sahiptir. Uzamsal iktidar ayrıca dağınık
güçleri bir şekilde birleştirerek, kendini genel bir düzen oluştu­
ran yerçekimi biçiminde gösterebilir. Etkileri ise çizgisel neden­
sellikle açıklanamaz. Bu durumda iktidar, iktidara maruz kala­
nın gerçekleştirdiği belirli bir eylemi etkileyen bir neden olarak
etki etmez. Aksine, bir eyleme yön veren bir uzam açar, yani ey­
lemin bir anlam kazanmasını, bir bakıma nedensellik ya da ey­
lem zincirinin öncesinde gerçekleşen bir uzam oluşmasını sağlar.
Bu, içinde birinin diğerine göre daha fazla güce sahip olabilece­
ği, yani daha baskın olabileceği bir alandır, iktidar, bireysel güç
ilişkilerinin öncesinde belirlenmiş bir yer oluşturur.
iktidar, farklı süreklilik biçimleri oluşturur. İktidarın,
Ego’nun kendini Alter’de devam ettirmesini, Alter'de kendini (si-
ch selbst) görmesini sağladığına dikkat çekmiştik. İktidar, Ego’ya
kesintisiz kendilik sürekliliği sağlar. İktidar zevki, muhtemelen bu
süreklilik hissine dayanmaktadır.
Her iktidar uzamı, kendini isteyen bir kendiliğin yapısına sa­
hiptir. Devlet gibi aşırı birey-üstü iktidar yapıları, bir bireyin ira­
desine dayanmaz, ancak aynı zamanda kendisini teyit eden bir
benliğin bilincine de sahiptir. Bir devlet başkanı figürü, kendi öz­
nellik yapısını yansıtır. Her iktidar uzamı, öteki karşısında sürek­
liliğini devam ettiren bir kendisi olma durumudur. Süreklilik ve
öznellik, iktidarın tüm tezahürlerinin ortak yapısal unsurlarıdır.
Birey-üstü iktidar yapıları da, farklı dolayım biçimlerine sa­
hiptir. Buna göre, bütünün bireye karşı yaklaşımı değişiklik gös­
terir. Herhangi bir dolayım olmadığında, bütün, bireysel unsur­
ları aşar. Bu durumda iktidar yasaklara ya da emirlere başvurma­
lıdır. Bu bütüncül yapı, yalnızca baskıyla, kendisini bireyde ge­
nişletir. Yoğun dolayım durumunda ise süreklilik, baskı olmadan
gerçekleşir, çünkü bireysel olan unsurlar bütünü, kendi belirleni­
mi olarak deneyimler. Bütün ile olan ilişkisi bağlamında, birey­
sel unsurlara herhangi bir şey dayatılmaz. Dolayısıyla bir hukuk
devletinde bireysel vatandaş, yasal düzeni, dışarıdan uygulanan
İKTİDARIN MANTIĞI • 25

yabancı bir baskı biçimi olarak görmez. Aksine bu yasal düzen,


vatandaşın kendi kaderini tayin hakkını temsil eder. Onu özgür
vatandaşa dönüştüren şey budur. Totaliter bir devlette ise birey,
bütünü, kendisine yabancı bir güç tarafından bir belirlenim ola­
rak deneyimler. Bu dolayım eksikliği, aşırı baskı oluşturur. Bas­
kıyla elde edilen süreklilik kırılgandır.
Dolayım fikri referans noktası olarak kabul edildiğinde, sık
sık karşı karşıya gelen iktidar teorileri, ortak bir teorik model
altında toplanabilir. Baskı olarak iktidar/güç ve özgürlük olarak
iktidar, temelde farklı değildir; sadece dolayım derecesi açısın­
dan farklılık gösterirler. İkisi de bir iktidarın farklı tezahürleri­
dir. Tüm iktidar biçimleri, sürekliliğin oluşturulmasını hedef­
ler ve bir kendiliği şart koşar. Dolayım eksikliği, baskıya neden
olur. Dolayımın en yüksek noktasında güç ve özgürlük çakışır.
Bu noktada iktidar, en istikrarlı durumdadır.
Bir iktidar uzamı, kendi içinde yüksek bir dolayım seviyesi­
ne ulaşsa bile, dışa dönük anlamda, yani diğer iktidar/güç alan­
larına karşı antagonistik (düşmanca) davranabilir. Aşırı dolayım
eksikliği durumunda ise ilişkilerini şiddet belirler. Dolayısıyla de­
mokratik bir devlet bile çıkarlarını savunmak için, başka bir dev­
leti açıkça çatışmayla tehdit edebilir ya da şiddet kullanımına baş­
vurabilir. Birbirine karşı hareket eden güç alanlarının bir bütün
olarak birleştirilmesi ya da dolayımı gerçekleşecekse, kapsamlı
bir iktidar uzamı ve daha yüksek bir dolayım gerekli olacaktır.
Ulus devletler arasındaki çatışmalardan kaçınmak için, ulus­
lar üstü iktidar yapılarının, uluslar üstü bir yasal hukukun,23 bir

23. Paul Tillich de, uluslar üstü bir şekilde hareket eden kapsayıcı bir ik­
tidar uzamı ihtiyacına dikkat çeker. Karşılaştırın: P. T., “Das Problem
der Macht. Versuch einer philosophischen Grundlegung”, Gesam-
melte Werke, Yayımcı/Editör Renate Albrecht, Bd. 2 içinde, Stuttgart
1962, s. 193-208, burada: s. 203: “Sosyal varlıklarını gerçekleştirmek
için iktidar pozisyonları yaratan son kalan kapsamlı gruplar, şu an­
da ana temsilciler olan “güçler”, yani sosyal varlığın en kapsamlı ta­
şıyıcıları olarak nitelendirilen ulus devletlerdir. Egemenlik, artık da­
26 • İKTİDAR NEDİR?

bakıma bireysel ulus devletlerin yalnızlaşmasını aşan iktidarın ve


hukukun küreselleştirilmesine ihtiyaç vardır ki bu durum, iktida­
rın mantığına ait bir şeydir, iktidara, ulus devletin ötesine uza­
nan bir alan verilmelidir. Küreselleşmenin vahşeti, dünya tara­
fından aracılık edilmeyen, yeterince küresel olmadığı, -aşırı asi­
metrik yapılardan dolayı- fırsatların ve kaynakların haksız dağı­
lımlarını ürettiği ve genel bir aracı güç kurumunun bulunmadı­
ğı gerçeğine dayanmaktadır. Pozitif (lehte) ve negatif (aleyhte)
olan arasındaki diyalektik etkileşimden arabulucu bir yapı or­
taya çıkar ve kendini pekiştirir. Dolayısıyla küreselleşme, diya­
lektik bir oluşum sürecinden geçmek zorundadır. Hegel bu bağ­
lamda, küreselleşmenin hâlâ bir kavram olmadığını söyleyebilir­
di. Kavram, dolayım demektir. Bu bağlamda, küresel olarak ak­
tif olan ticari işletmelerin ulus ötesi (uluslararası) yapısı bile, bu
dolayım sürecini destekleyen bir faktör olabilir.
Şimdiye kadar incelediğimiz iktidar biçimlerinin hepsi, ile­
tişimsel bir yapıya sahiptir. Bir başkasını, belirli bir eylemi ger­
çekleştirmeye zorlamak için kullanılan fiziksel şiddet de, bir ey­
lemin seyriyle ilgili olarak, güç kullanılarak yapılsa da, hâlen ile­
tişim sürecinin bir parçasıdır. Bu, öZe&zni bir şeyi yapmaya ya da
bir şeyi yapmaktan kaçınmaya zorlamak için kullanılır. Bununla
birlikte şiddet, herhangi bir iletişimsel bağlamdan koparsa, çıp­
lak (açık şiddet) hâline dönüşür. Şiddetin tekinsizliği ve anlaşıl­
maz derinliği, çıplaklığa dayanır. Örneğin, herhangi bir iletişim­
sel niyet olmadan gerçekleştirilen, ötekine keyfî bir işkence ya da
onu tamamen anlamsız bir şekilde öldürme, bu çıplak, anlam-sız,
evet hatta pornografik şiddet biçimine işaret eder. İletişimi he­

ha kapsamlı bir gruba entegre olmayan bir iktidar grubunun bir özel­
liğidir. Karşılaşma, kalıcı olarak yeni oluşumlara dâhil olan dengesiz
istikrar koşullarında gerçekleşir. Kabul edilen bir iktidar konumu ol­
madığından, keyfî tehdit ve şiddet kullanımı kişinin iktidarım tesis
etmesinin tek yoludur. Bu durum ancak kabul gören ve yasal olarak
bağlayıcı olan kapsamlı bir iktidar konumu yaratarak, yani uluslar üs­
tü bir devlette birlik yaratarak değiştirilebilir. Ancak bu, bireysel ege­
menliğin üstesinden gelebilir.”
İKTİDARIN MANTIĞI • 27

deflemez. Nihayetinde, çıplak şiddet uygulayan kişi için, öteki­


nin ne yaptığı önemli değildir. İtaat de, hâlen iletişimsel bir ey­
lemdir. Ancak gerçekleştirilmeye çalışılan şey, daha çok ötekinin
eylemini, iradesini, hatta özgürlüğünü ve onurunu tamamen or­
tadan kaldırmaktır. Çıplak şiddet, Alteritenin tamamen yok edil­
mesini amaçlamaktadır.24
Canetti’nin tek bir iktidar biçimi olarak tekrar tekrar dile ge­
tirdiği o arkaik iktidar uygulaması da, tamamen iletişimden yok­
sundur: “Pasifik’te, Mana dendiğinde, bir insandan bir diğerine
geçebilen bir tür doğaüstü ve kişiye özgü olmayan bir güç akla
gelir. Bu, çok arzu edilir ve her bireyde artırılması mümkün bir
şeydir. Örneğin cesur bir savaşçı, oldukça yüksek seviye edine­
bilir ancak bunu savaş deneyimine ya da bedensel gücüne borç­
lu değildir, aksine öldürdüğü düşmanın Afana’sı kendisine ak­
tarılır. [...] Zaferin, hayatta kalan üzerindeki etkisi bundan da­
ha net ele alınamaz. Hayatta kalan, öte&ini öldürerek güçlenir
ve Mana'nm eklenmesi ona yeni zaferler kazanma yetisi sağlar.
Düşmanından çekip aldığı şey, bir tür nimettir ancak bunu, sa­
dece bu kişi (yani düşmanı) öldüğünde elde eder. Canlı ya da
ölü, düşmanın fiziksel varlığı kaçınılmazdır. Mücadele edilmiş
ve öldürülmüş olmalıdır; her şey, kişinin öldürme hareketine
bağlıdır. Galip gelenin emin olduğu, sahiplendiği, boynuna as­

24. Toplama kampları terörünün temelinde, kesinlikle bu çıplak şiddet


vardır. Wolfgang Sofsky’nin toplama kamplarının dehşetini karakteri-
ze etmek için kullandığı “mutlak iktidar” terimi isabetli değildir. Mut­
lak iktidar, çıplak şiddette tamamen eksik olan bazı iletişimsel dolayım
gerektirir. Karşılaştırın: W. S., Die Ordnung des Terrors: Das Konzent-
rationslager, Frankfurt a. M. 1997. Hegel’e göre “mutlak iktidar”, te­
rör şiddetinden çok başka bir şeydir: “Mutlak iktidar” yönetmez; yö­
netim esnasında öteki yok olur -burada ise kalır, ancak itaat eder, bir
araç olarak hizmet eder.” Karşılaştırın: Georg Wilhelm Friedrich He­
gel, Vorlesungen Uber die Philosophie der Religion I, G.W. F. H., Wer-
ke in zwanzig Banden, Yayımcı/Editör: Eva Moldenhauer und Karl
Markus Michel, Bd. 16 içinde, Frankfurt a. M. 1970, s. 417. Öteki­
ni tamamen yok eden mutlak iktidar değil, çıplak şiddettir.
28 • İKTİDAR NEDİR?

tığı, cesedin somut uzuvları, kendisine sürekli olarak gücünün


arttığını hatırlatır.”25
Bu arkaik mücadele öncesinde, buna bir iletişimsel karak­
ter kazandıracak bir çıkar çatışmasının gerçekleşmesi gerekmez.
Önemli olan tek şey, öie&znin öldürülmesi ve öldürülenin algı­
lanmasıdır. iktidar duygusu burada, herhangi bir iletişimsel do­
layım olmadan, doğrudan, kendiliğinden ortaya çıkar. Aynı za­
manda galip gelenin gücünün, diğerleri tarafından benimsenme­
sine de dayanmaz. Tıpkı bir büyülü kuvvet gibi güç, öldürülen­
den zafer elde edene geçer.
Görüldüğü kadarıyla arkaik bilinç, iktidarı sahip olunabilir
bir maddeye dönüştürür. Ancak iktidar, bir ilişkidir. Dolayısıy­
la Alter olmadan Ego için de iktidar yoktur. Ötekinin öldürül­
mesi, özellikle iktidar ilişkisini sonlandırır. Körü körüne birbir­
lerine saldıran insanlar arasında bir iktidar oluşmaz. Yalnızca fi­
ziksel gücün farklılıkları söz konusudur, iktidar, ancak taraflar­
dan biri, olası ölüm korkusundan ya da rakibinin fiziksel üstün­
lüğünün farkındalığıyla diğerine teslim olduktan sonra ortaya çı­
kar. Gerçek anlamda iktidarı oluşturan şey, taraflardan birinin
ölümüne mücadelesi değil, bu mücadelenin hiç yaşanmamasıdır.
Canetti’nin, çok sınırlı bir iktidar kavramına sahip olduğu
açıktır. İktidarı, büyük ölçüde zorlama, baskı ve itaat etmeyle ay­
nı görür. Dolayısıyla iktidar ilişkisi, kedi ve fare arasındaki ilişki­
nin ötesine geçmez: “Fare, bir kez yakalandığında kedinin kont­
rolü altındadır. Kedi onu ele geçirmiştir ve öldürecektir. Ancak
onunla oynamaya başlar başlamaz, başka, yeni bir durum işe dâ­
hil olur. Kedi, fareyi bırakır, gitmesine, biraz koşmasına izin ve­
rir. Fare kediye sırtını dönüp koşmaya başladığında, artık kedi­
nin kontrolünde değildir. Ama onu tekrardan ele geçirmek kedi­
nin elindedir. Kedi, farenin tamamen gitmesine izin verirse, onu
kendi iktidar alanından da serbest bırakmış olur. Ancak, kedinin
ulaşılabileceği noktaya kadar, hâlâ onun kontrolü altındadır. Ke­

25. Elias Canetti, Masse und Macht, Hamburg 1960, s. 287.


İKTİDARIN MANTIĞI • 29

dinin hâkim olduğu alan, fareye bıraktığı umut anları, buna rağ­
men her zaman yakından izlemeye devam etmek ve onu yok et­
mek için olan ilgisini ve niyetini asla rehavete bırakmayan tavrı
-uzam, umut, denetim ve yok etme niyeti, bütün bunlar, gerçek
iktidarın somut ya da daha basit anlamda iktidarın kendisi ola­
rak adlandırılabilir.”26
iktidar, şiddetten “daha geniştir”. Ve şiddet, şayet “kendine
daha fazla zaman ayırırsa”, iktidar olur. Böyle bakıldığında ik­
tidar, daha fazla uzam ve zamana dayanır. Ancak, kedi ve fare
oyununda bu uzam, ölümden önce bir bekleme odasıyla sınırlı­
dır (daha fazlası değildir). Gerçi ölüm hücresi/uzamı, kedinin ağ­
zından daha büyüktür, ancak korku ile dolu iktidar uzamı, pozi­
tif bir hareket alanı değildir. Gerçekten “yeni bir şey” ortaya çı­
kabilmesi için bu “oyun”, öldürmeye yönelik bir hazırlıktan da­
ha fazlası olmalıdır. Stratejik fırsatlar sunan, gerçek bir hareket
alanı içermesi gerekir, iktidar aynı zamanda, nihai ölümcül ha­
reketin henüz değil (noch-nicht) durumdan daha fazla bir zaman-
sal uzamı kapsar. Ölüme takıntılı olan Canetti, iktidarın sadece
öldürmediğini, aynı zamanda öncelikle yaşattığını unutmuş gi­
bi görünmektedir. Canetti, iktidarın negatifliğine dair fikrinde,
iktidarın eylemi ve özgürlüğü dışlamadığını, tamamen farklı bir
anlamda zaman ve uzam oluşturduğunu algılayamamaktadır. Ya­
pabilmenin (können) ya da özgürlüğün zamanı ve uzamı, nihaye­
tinde bir yanılsama olabilir. Ancak iktidar bunu yalnızca bir ya­
nılsama biçiminde olsa bile şart koşar.

26. A.g.y., s. 323.


Another random document with
no related content on Scribd:
“The same reason, with another. I attended to that. Every one who
knows this story of Shubar Khan must be reckoned with. I told them
that you must be kept alive—that I could secure your written
confession. They believe that I am at it now.”
Routledge was throwing the whole strength of his concentrated
faculties into the eyes of the old man. Cardinegh’s face was like
death.
“Where did you meet the secret agents?”
“At Naples. They had me on the carpet almost before I left ship.”
“This is the most absorbing tale I have ever encountered, Jerry. I am
to give you a written confession of how I fell in with the Russians and
gave them the documents concerning Shubar Khan, which I had
stolen. Why did you choose me to make this confession—because I
am your best friend?”
“Yes,” Cardinegh answered hoarsely; “because you are my best
friend. Not another man in the world would have carried the burden
for me. They would never have let me reach London.”
Routledge bent forward and spoke with lowered voice: “Then it was
you who fell in with the Russians——”
“Yes.”
Routledge couldn’t help it—the presence of the other put a poisoned
look into his face for an instant. The last fifteen minutes he had
endured every phase of astonishment and horror. The revelation
shook the psychic roots of his being.
“For the love of God, son—don’t look at me that way! Wait till I have
told you all. I thought you were already in London—with Noreen. I
was in Italy, and they never would have let me reach here. I never
could have seen her—or Cheer Street again.”
Pity came to Routledge. He looked down upon the wreck of Jerry
Cardinegh. He caught up his own nerve-ends and bound them
together, smiled, and placed his hand upon the old man’s knee.
“How often I have found it,” he said musingly, “that a day like
yesterday portends great events. I had the queerest sort of a day
yesterday, Jerry. Hour after hour I sat here, neglecting things which
needed doing, thinking, thinking. I have found it so before in my life
—days like yesterday preceding a crisis.... Weren’t any of the other
boys suspected, or any of the soldiers? Why was it that the finger of
the episode pointed to you or me?”
“Since October the whole occult force of the Empire has been upon
the case,” Cardinegh answered. “It was a civilian job on the face of it.
That was incontrovertible. All the other boys fell under the eyes of
the service. They didn’t know it, of course, but each day of the past
four months we have been covered, our pasts balanced. One after
another, the process of elimination vindicated them—all but you and
me. Your infernal habit of campaigning alone was against you, your
being an American, your Brahmin affiliations, your uncanny
knowledge of the Great Inside. Still, they took nothing for granted. At
Naples two agents drew me to cover, demanding what I knew. It was
you or I. They knew it, and I knew it. The bulk of suspicion leaned
your way. I shaped more evidence against you, hinted that I could
secure your confession, if they only let me alone until I could get to
you.”
“Tell me again just why, Jerry.”
“Because I wanted a day—just one day! I hadn’t seen Noreen for
nearly a year. I wanted a day with her. I needed to arrange her
affairs. God help me, Routledge, I wanted her to love the old man—
one more day! I couldn’t cable you. I thought—I thought you would
hold the weight one day—for old sake’s sake!”
“And what do you propose to do, Jerry?”
“I have had my day. I am going to the War Department with the facts
this morning!”
“And then?”
“Vanish.”
“And your daughter—Miss Noreen?”
Cardinegh swallowed with difficulty. His unsteady fingers fumbled at
the place where a man in the field carries a bit of ordnance. The
ghost of a smile shook itself out on his face.
“Don’t think I am sorry,” he said. “I joggled the seats of the mighty. It
was a life’s work. I’ve got my joy for it. It’s not what I expected—but
it’s done. I can’t see the good of it clear as I did—but it’s done. Only I
wanted to look it in the face like the old Jerry Cardinegh might have
done—not sick, shaking, and half-drunk. I should have done it when
the little house in Cheer Street only meant to me a sweet resting-
place between wars. I burned out before the end, my son.”
“But Noreen——”
“In the name of God, don’t drive that home again! She’ll never know
what the forty know. She’s provided for. I have had my day—thanks
to you. They’ll let me clear from England. I’m accustomed to take
short-notice trips, and to stay long. She will hear—as she always
feared some time to hear—oh, typhoid in Madagascar, a junk murder
up the Yangtse—potted somewhere!... Blessed little Noreen. In tears
she told me what had happened to you at the Armory. Think how I
felt, son. She loves you, Routledge. What—what I’ve done doesn’t
affect her value—in your eyes?”
“Jerry, how did you get away with this thing in India?”
“Nobody knows but me. I suppose I’d better tell you. Before my last
short trip home, there was a rumor of fighting in Afghanistan. You
remember, eight or nine British correspondents gathered there,
including you and me. Cantrell and I were rather close; and old
Abduraman, I think, trusted me more than any of the others, on
account of my age and service. He was an insatiable listener, and a
perfect, an improved, double-action pump. I think it was one of the
elements of his greatness—the wily old diplomat.
“Any way, I was closeted with him many times. You would come in at
night after studying the strategic points of that devil’s land; no doubt,
from Kabul to the Pass. For once in my life, I was content with office
work. I mean Abduraman’s court and his thoughts. Then, too, I was
much with Cantrell, who was a sort of secret-service chief in that
district, as you well understand. From time to time the different
agents would come in for a night—the men who do the dirty work for
England.”
Cardinegh’s eyes blazed again. With a few admirable sentences,
Routledge steadied him and regained the continuity....
“It was a still night, hot as hell,” Cardinegh went on. “Kabul can be
hot when the winds die down from the mountains—but you were
there that night. You know. I was in Cantrell’s house. Three of the
Nameless who serve England with their lives, and are satisfied with
a cipher message or a whispered word of praise from some head of
department——”
“I’ve studied the secret service, Jerry,” Routledge ventured mildly. “It
is interesting, but I’m more interested to know what happened.”
“We all proceeded to relax. The devil in me would not be burned by
the fieriest wines. Remember, Cantrell was a weak man, but sincere.
The other three had been studying Afghanistan against towering
odds. They knew more about the inner life of the Buffer State than
any three white men, not excepting Cantrell and yourself, between
Persia and British India. They were sure of Cantrell. As for old Jerry
Cardinegh—why, they took me for granted.
“Presently—it was very late—everybody but old Jerry had the bars
down and soaked. Then I ventured to open the question of Colonel
Hammond. It was an old story to Cantrell and to the three—not a
new story to me, but a strange one. I was fascinated by the inside
talk. Here were men who had kept the secret for years; the men—at
least, two of them—who had helped to scatter the British troops of
Colonel Hammond.
“Suddenly Cantrell arose and staggered to his safe, glancing at the
shut door and the open windows of the office. He fumbled with the
knob for a long time before the big door swung open. Then with
small keys which he found inside he got into the inner compartment
and drew forth a fat envelope.
“‘Speaking of Colonel Hammond,’ Cantrell said, with a drunken
smile, ‘I’ve got the whole documents here. They were never trusted
to the mails, but they trusted me. I’ve never brought them out before
—but we have fallen into the arms of our friends. Isn’t it so?’
“We all acquiesced, and then there was interesting reading.
Routledge, it was the great story I had been looking for—all that I
wanted to know about one of the most damnable military expeditions
ever transacted. I said to myself the world ought to know about this.
That was because I was a newspaper man. Then I said again, ‘The
world ought to know about this,’ and that was the humanitarian end. I
was thinking of Ireland and India.
“Two of the secret-service men were asleep finally. Cantrell moved
about and served on legs of hot wax.
“‘I’m glad you put that back in the safe, Cantrell,’ I said, when the
envelope was safely in my pocket. ‘You could do a lot of damage to
England with that just now.’
“I glanced at the secret agent who was awake, and found that he
was not in on my steal. I should have made a joke of it, if he had
been. The fact is, I did not really have the idea of stealing the papers
until I found that I had done it.... Cantrell locked the safe, and the
world was mine—all in a coat pocket!... You mind, when Cantrell was
killed, or assassinated, the safe was blown open—quite a while
afterward? I had been back to England and to Ireland with Noreen in
the meantime.
“God, how I have whipped the English!... When your name was
spoken last night at the Armory, the faces about me were like a lot of
blood-mad dogs—nostrils dilated and hackles up. I had to love you,
Routledge, to turn loose upon you—the Hate of London!”
“And you had the Hammond papers all the time you were in England
and Ireland?” Routledge inquired.
“Of course. I had only a few weeks in Europe before I was called
back to the Bhurpal skirmish-stuff. You had stayed in India——”
“But when and where did you get the papers to the Russian spies,
Jerry?”
“In Bhurpal—as that affair opened. It was weeks before I met you
that night of the gathering when the two British forces came together.
I stopped at the Rest House in Sarjilid, on the way by train from
Calcutta to the front. It was there I heard a Russian sentence from
an alleged Parsee. I was onto the spy in a moment, but first I want to
tell you why I turned over the papers to him. First, rather, I want a
drink of whiskey. I’m talking thick and fast, and it burns out the
energy.”
Routledge served him. “Why you gave Cantrell’s papers to the first
Russian spy you met in India is what I want to know,” he said
carelessly.
“Listen, then. The idea came to me before I went out to India on that
Bhurpalese mix-up. I told you that Noreen and I took a little trip to
Ireland. I shouldn’t have gone back to Tyrone—where her mother
bloomed—where I was a boy. I shouldn’t have gone back!”
The old man’s voice trembled, but he did not lose his point.
“As it was, my son, the thoughts of Noreen’s mother and Ireland
were burning too deep in memory.... But we went back. The sun was
going down on the little town. It was dirty, shrunken, decayed—that
old stone city—and the blithest place a youth ever met a maiden, or
passed his boyhood.... Ah, the mothers and youths and maidens and
the memories of old Tyrone always sung in my heart—when I could
forget England!”
Routledge lit a cigarette over the lamp and handed it to Cardinegh
without speaking. Jerry did not continue for a moment. Then followed
the impression his birthplace made upon him—the veteran with his
daughter:
“I can’t forget our last look—the old town, shrunken and silent in the
midst of her quarries. I heard the muttering in the doorways, as we
have heard it in India. The best blood had gone to America; the
knitting-works were shut down—the remnant starving. It was like
India in plague and famine, but I could have borne that.... It was the
next morning when I saw the British garrison quartered upon the
town——”
“You know how Colonel Hammond felt when something sprung a
leak in his brain,” Routledge suggested.
“You’ve hit it, boy.... There was the old town, starving at best, with
three hundred British soldiers devouring its substance! It made me
think of a fallen camel—with a red-necked vulture for every bone in
the carcass. And that’s Ireland and that’s India!”
The whiskey was bright in the old man’s eyes. “Look out, Routledge,
when you hear a snap in your brain! You said something to that
effect.... I went back to India, as you know, up from Calcutta to
Sarjilid, where I met the Russo-Parsee. I thought of Noreen and her
mother, and Tyrone, and the service of England, which I know as
well as you. I thought of India.
“What did I find in Sarjilid? There was a famine there, too, and a
garrison of red-necked vultures; sand blowing down from the windy
hills; stench from the huts; voices from the doorways; a salt-tax that
augmented the famine because the people needed but could not buy
their own product; naked brown children, fleshless as empty snake-
skins—but I won’t go on! I must go to the war-office presently.... It
was at Sarjilid that I met the Russian.... It may be that I am another
Colonel Hammond, but I gave the documents away. He was an
enchanting chap—that Russian!”
Cardinegh here whispered the details of his treachery. The politics of
the world would not be cleaned by the dialogue, but the big fact
remains that the documents concerning Colonel Hammond’s
dynamite went into Russian hands—a fire-brand for her to ignite
Afghanistan, the Indian Border, and British mutinies.
“Then I went back into the field to watch. Weeks passed,” he
continued hastily. “We met in Bhurpal, and you told me what you had
discovered. I knew. Each day was a brimming beaker of joy to me
then. I saw British India shudder at the broken vessel of her secrets.
“Routledge, it was as if you struck a viper in the spine. British India
curled up. I had struck her in the spine. She writhed and curled up!”
Cardinegh laughed again. “Ireland will be rid of British garrisons.
They will travel oversea to fight the Afghans and the Russians now.
The red-necks at Sarjilid won’t have to travel so far! There’ll be a
fifty-mile battle-front, as you said—you ‘amateur prophet’! You and
the other boys will campaign—but old Jerry won’t be there. I’ve had
my day—and this is another one. I’m off to lift your load, my son.”
The veteran campaigner arose and donned his coat. Routledge was
pacing up and down the room. Cardinegh reached the door, and,
holding to the knob, spoke again:
“I know what you think, my son. You think that my plan miscarried.
You think that England spoiled my work—that her treaty with Japan
was my answer. You think that England will rub away the rest of the
insulation between Russia and Japan, and that the Bear will fuse into
the Rising-Sun—that all this will pull Russia up from the border of
British India. Ah! ... and you think well. I can’t see it all as clear as I
did once. I can’t feel the thought of failure as I did once. England has
time to strengthen her borders and cover her nakedness if Russia
and Japan fight—but the story of Shubar Khan is told and my work
done! It’s the initial lesion, Routledge, and the veins of British India
are running with the toxin of a disease—sometimes amenable to
heroic treatment—like the Anglo-Japanese Alliance—but always
incurable!”
SEVENTH CHAPTER
ROUTLEDGE BEGS FOR A STIMULANT—THE
STUFF THAT SINGS IN THE VEINS OF KINGS

Rain upon the windows. The atmosphere was heavy in the lodging,
heavy from a sleepless night. Tobacco ash upon the floor; white
embers in the grate; the finer ash of burned emotions in the eyes of
the men. Neither had spoken for several moments.... Whose was to
be the desolation of war? Was North China or China South soon to
rumble with the tramp of foreign armies? Routledge put the question
away among the far concerns of his mind. It was a moment now to
mourn the man before him. There never had been an instant of hate
for Jerry Cardinegh—perhaps, a full sweep of horror, at first, but that
was gone, and in its wake was a pity of permanence.
He mourned his friend who was mad, dead. The years had wrought
a ghastly trick here. Under many constellations, he had heard
Cardinegh whisper his passionate hatred for England and her
relation to Ireland and to India. Not a little of it Routledge himself
shared. He perceived now that this passion had devoured the reason
and sweetness of the old man’s mind. The Cardinegh of old days
looked no longer out of these hunted, red-lit eyes. A pestilence had
deranged the well-loved face. It was evil now in the fire-light—like a
tampered chart. A life of brooding had vanquished the excellent
humor at the last. Oppression had nursed a demon to obsess the
brain and make a shudder of a good name.
“I must go,” Cardinegh said roughly. “It is my last day. This morning
my final arrangements for Noreen. An hour with her—then to the
war-office with the revelation. You’ll stay here, son. Stick to these
walls—until Dartmore and the boys bring your glory back to you.... I
can see them trooping in!... And Noreen—ah, the gladness of her!”
Routledge opened wide the windows and stood by while the morning
swept in, damp, chill, but cleansing.
“Sit down a moment more, Jerry,” he said finally. “I want to ask a
favor of you. It is a hard thing, a delicate thing—harder and more
delicate than the thing you trusted to me, without asking. There is no
other white man whom I would dare ask such a favor.”
“Out with it, son.” Cardinegh watched him wonderingly. Routledge
sat down and leaned forward, a fine light in his big, calm eyes.
“I told you I had passed an interesting night, Jerry. It was more than
that—a wonderful night. Thoughts have come to me that never
squirmed in mortal brain before. I felt this vast moil of London—my
enemy! I felt it gathering about my ears like the Tai Fung in the China
sea. It was rich, incomparably rich, the stimulus of a Cæsar—this
Herod-hate of seven million souls! I’ve been thinking for hours, Jerry
—and I should have been writing—stuff for glory—the great book!
Whiskey wouldn’t bring out such work, nor drugs, nor Yogi
asceticism. I have glimpsed such work in stars, in battle-smoke, in
bivouac fires, in the calm and distances of the monster Himalayas;
perhaps in the eyes of women—but glimpses only, Jerry! To-night it
came like a steady stream of empyrean fire. I want months of it—
months! I would pay half my life to have London and the army hating
me this way until the work is done. It’s the stuff that sings in the veins
of kings. Give it to me—for the book!”
“Wake up! You fool—wake up!”
“Listen, old champion,” Routledge went on passionately: “I have
spent this life gathering the data of experience. I have crossed the
Sahara in the hue and garb of a camel driver; I have lain months a
yellow Mohammedan in the huts of Lahore; as a Sannyasi, I have
trudged up to the roof of the world. And the fighting, Jerry—Pathan,
Zulu, and Burmese; and the revolts—Afghan, Balkan, Manipur,
African, Philippine—all these came back, vivid, splendid last night—
pictures fit to gild and garnish the Romance of the Open. And, Jerry,
I have peered into the mystic lore of India, the World’s Mother—
subtly and enticingly to color it all! I want to do this, Jerry, the Book of
our Tribe! I shall write it in blood, with pillars of fire leaping up for
chapter-heads—if you will only leave this flood of power in my veins
—the Hate of London!”
Cardinegh, gasping, clutched his hand. “One of us—you or I—is mad
——”
“Mad, of course,” laughed Routledge. “A man must be a little mad
with the inspiration of Keats and the punch of Carlyle banging
together in his brain.”
Hope lived wildly now in Cardinegh’s eyes. “And while you are doing
the book,” he muttered, “I am to live out your tinsel and truffles here,
play the grizzled warrior—led about by the child of her mother....
Routledge—Routledge, your brand of stimulus is new and raw.”
“I’m tolerated to ordinary poisons, Jerry. A man immersed in gentle
azure can’t get the other pigments out of his brain.”
Cardinegh arose. “It’s sweet heaven to me,” he murmured strangely,
with quivering lips. “It is a rest such as I have never known. I never
was ready to rest until now, until to-day—when I thought the chance
was burned away. You want to take this?”
“Yes.”
“Months of life—Home, Noreen!... Damme, Routledge—I’m broken!
It’s like you, Routledge—it’s like you——”
“To me it’s a gift of the gods! Hold on, Jerry, until I bring back the
Book—hold on and sit tight!”
Cardinegh left the lodging and Bookstalls, bewildered by his new
possession of days. The strain that had kept him afoot until the end;
that had stiffened his body and faculties for the end itself; carrying
him step by step from the Khyber Hills, through the Bhurpal
campaign (the days in which he had watched the results of the fire
he had started); the strain that had roused his personal craft to baffle
and disarm those men of uncanny keenness at Naples, and pulled
him up for a last rally in London—was lifted now, and with it relaxed
the substance of his brain and body. Doubtless, he would have
preserved his acumen upstanding, and an unsnapped nerve, to bid
Noreen farewell and make his confession at the War-Office to-day—
but there was no need!
The old man walked along mumbling, forgetting the while to hail a
cab. The miracle of it all, though it did not appeal to him, was that he
had lost his ruling, destroying hatred for England. Cheer Street and
Noreen—the blessedness of her hand to help him; her touch so like
her mother’s upon his brow; the eyes of her mother across the table
—months of life, of rest, of Home and Noreen!... These were his
thoughts. There was no room for world-politics, for war, for passion.
Even the thing which Routledge had done hovered in the
background. It was a piece of inhuman valor, almost too big to hold
fast to. Routledge was identified in his brain now with the stirring
braveries of days long gone; with other sunlights in which men met
the shock of things in full manhood; it was of another, of a ruddier,
world to old Jerry’s eyes to-day.... In a remote way, he felt that once
he might have revelled in the hate of London. Perhaps it was one of
the things peculiar to the middle distances of manhood—as far from
the comprehension of the elders as of the children. That there was
an element of sacrifice in the action of Routledge was not entirely
lost to Cardinegh, but he put it away among the misty glories of
memory—days when manhood was in its zenith of light and power. It
was not of the present; it had nothing to do with the numbness and
the swift, painless softening of to-day.
“Noreen!” he called, at the front door in Cheer Street.
A servant told him that Noreen had been away for an hour.... With a
startled look, the servant drew a chair close to the fire for the old
man, poured a grog for him, set his smoking things to hand, and
backed staring out of the room.... Hours afterward, Noreen found him
there—the glass, the pipes, the daily papers untouched. His smile
was like something which the wind had blown awry. His eyes were
depleted of fire, of fury. Even the starry worship which her presence
had reflected in them yesterday was dimmed—as were the mighty
images of the wars in his brain.... He roused at the sight of her,
started to speak of Routledge, halted, reflected, then drank.
“Hold a match to my pipe, child. It was your mother’s way. You’ve
been gone the long while, deere.”
She obeyed. The majesty of pain was upon her face as she hurried
away. Locked in her own room, long afterward, she heard him
humming quaveringly an old Irish folk-song—lost from her brain a
dozen years.
EIGHTH CHAPTER
THE SUPERLATIVE WOMAN EMPTIES HER
HEART OF ITS TREASURES FOR THE OUTCAST,
AND THEY PART AT CHARING CROSS

After taking the hand of Jerry Cardinegh at the stairs, Routledge


returned to his room, smiling a trifle bitterly.
“That was certainly a fragile underpinning to rear a great lie upon,”
he mused. “I couldn’t have made old Jerry swallow that a year ago....
But there’s good humor in the idea—the book of Routledge
energized by the dynamos of British hate—a book of wars from a
man who rather likes to promote the ranking rottenness of war.... But
the name of Cardinegh cannot go down just yet with that of Colonel
Hammond, and the Lotus Expedition; with treachery.... Living God,
how that sweet girl haunts me!... I must put her away—far back
among the cold, closed things. It isn’t fair to use her as a trellis for
thought-vines like mine. She is just psychic enough to know, without
words——”
He thought presently of what Rawder had told him about returning to
India this year; also of Noreen’s amendment—that he was to go very
quickly. How far off it had seemed yesterday!... Routledge was
standing at the window. Though his active mind was filled with
sadder, finer matters, a process of unconscious cerebration was alert
for the White Mustache in the street below. This certain secret agent
was not in sight, but there was not a single individual of the throng
who might not be identified with that silent, fameless department—
the men who had kept the secret of Shubar Khan in spite of Colonel
Hammond’s regiment, which knew all.... London was running with its
sordid morning business—grinding by in the gray morn and the rain.
“London,” he exclaimed softly, marvelling at the great thing which
had befallen him, “the keyboard of the planet! How the Excellent
Operator hungers to turn the full voltage on me now!”
Routledge was hard-hit, and made no pretenses to himself
otherwise. He did not want to go back to India to-day. The thing he
had managed to pray for—the Hate of London—was a crippling
horror. It tore down the inner life of him. He felt already the
encompassing loneliness of an expatriate; worse, he felt against him
the gigantic massed soul of the English. It peopled the shadows of
the room and the street and his brain, filling him with weakness and
faltering. It was not that the idea of death hung to the flanks of his
being. He could laugh at death with a sterling principle. Rather, it
was that all that had bound him to life was dead—work and play and
light. He was chained to a corpse—the hate of London. It was an
infectious corrosion which broke his own spirit, as no physical dread
had ever done; yet, stricken as he was, he felt himself torn in the
counter-attraction of two great passions—between his sweetest
woman and his bravest man.... A light rapping at his inner door
startled him. It was the Bookstalls boy.
“Kin I come out now, Mister?”
With a gasp of relief, Routledge turned to the door; but, on the way,
his eyes fell upon the two worn, fallen-in shoes, set so evenly before
the fire.
“Bless you, lad—just a minute,” he said.
He gathered up all the change his pockets had held, big and little
pieces of silver, and dropped them softly into the shoes, now stiffly
dried,—then opened the door. The small, draggled chap emerged
briskly, took in his host from head to foot with a quick, approving
look, then glanced out of the window to locate himself. It was all
coming back to him apparently.
“I was sleepin’ in yer street-stairs,” he explained, as if to get it
straight in his own mind. “Then I didn’t know nothink till I ’eerd
woices.”
“What’s your name, little soul?”
“Johnny Brodie.”
“Did the voices bother you, Johnny?” Routledge asked.
“Naw. I was too warm. Nothink like woices never bothers when
you’re warm. Is them your stairs? Nobody never come up them stairs
late afore.”
“Have you slept there often, Johnny?”
“Not wery,” the boy said nervously.
He had given Routledge a start for a moment. It was not past the
White Mustache to have used a lad of this size, but, once used, the
lad would never have spoken of “woices.” Besides, he had slept on
the stairs before. Johnny was looking about the walls with covert
appreciation. Guns, saddles, and soldier-pictures appealed to him.
They were proper man-things.
“How long have you been in Bookstalls, and around here?”
“Allus.”
“But haven’t you any place to sleep?”
“Lots.” It wasn’t said with humorous intent. Johnny Brodie was
struggling with his shoes.
Routledge regarded him with joy.
“Lor-gordy,” muttered Johnny, in an awed voice. “Wishermay die if
you ain’t tipped over a bank in me boots!... Mine?”
Routledge nodded.
“Well, I’m chivvied! I ’ont be safe nowheres wit all this.”
“Johnny, are all your places to sleep like my stairs? I mean, haven’t
you any regular place?”
The boy gave him a quick glance and decided that this was not the
time for lies.
“Lor-gordy—them stairs ain’t bad—on’y wen it’s wery cold. Naw, I
ain’t got nothink reg’lar.”
“There’s a bit of a room just your size, Johnny, in the back-hall,” the
man said. “I’m going away again to-day, and these rooms will be
locked up for a long time, but I’ll be back, I think. If I were to fix it with
the good landlady for you to have that little room—and I’ll give you a
regular army blanket like the soldiers have, to curl up in when it’s
cold, and a little cot, and all the things you need—would you use it
every night?”
“Lor’! Say, Mister, honest?”
He nodded. “Run along then, Johnny, and get a good breakfast, and
I’ll have it arranged when you get back.”
Routledge came to an agreement with the woman of the house;
carried from his own rooms blankets, soap, towels, pictures, a pair of
military brushes, an unused pocket-knife, a package of candles, and
many other little things to the wee box of a room in the hall, taking
much pleasure in the outfitting.... He had not yet brought his own
baggage from Charing Cross, and was glad now. London had
become to him like a plague quarantine, a smothering menace. He
would leave London to-day, and Noreen Cardinegh, without daring to
see her again. His every movement, he realized, was watched. Even
to take her hand for a moment would reflect evil upon her. The White
Mustache, or one of his kind, would observe, and a lasting record
would be made. He paced the floor swiftly, murdering the biggest
thing in his life.
... He could go to Rawder. There was healing in that. Perhaps the old
Sannyasi would take him for the chela of his chela. He could hide in
England’s India, which only a few of the secret service knew so well
as he.... Could he put all the wars and illusions of matter away, drink
of the ancient wisdom, wander beneficently until the end, with two
holy men, in the midst of God’s humblest poor? Could he put behind
him all that was supreme and lovely of his life this hour, sink it in the
graveyard of his past with other dead desires?
It was just a rush of vague, vain thoughts. Had he been pure as the
boy, twelve years ago, and wise as the man now, and if he had never
known Noreen Cardinegh, possibly then the old Sannyasi might say,
“Be the disciple of my disciple; and, free from all the illusions of the
flesh, journey with us up into the silence of the goodly mountains.”...
But this life would never know freedom from that thrilling, beautiful
memory. He could sacrifice a union with Noreen Cardinegh, but
never renounce her from the high place of his heart. She was
wedded to the source and centre of his life, and no asceticism could
shrive her from him. He might put half the planet’s curve between,
but the bride the world had formed for him would be the eternal
crying voice in the wilderness; and until they were mated in this or
another life, the Wheel of Births and Deaths would never whirl him
free from love, the loftiest of all illusions. Though he sat in a temple
upon the roof of the world, holding his thoughts among the stars until
the kusa grass beneath him was blown like dust away, and his body
petrified upon the naked rock, the last breath from the ruin would stir
his lips to the name of the world’s bright gift to him—Noreen.
Johnny Brodie returned. Routledge took him by the hand and led him
into the midst of his possessions.... It was quite a happy time, with
the old landlady looking on, and a mysterious fund in her pocket for
Johnny stockings, and Brodie trousers and even dinners, when old
Bookstalls was remiss in her duty. Finally, at the last moment,
Routledge dropped his hand upon the boy’s shoulder. The face was
turned up clear, the eyes unblinking. The man was no longer afraid.
“Johnny,” he said, “the best fellows in this world are those who are
strong enough to hold their tongues at the right time. Nobody must
know about this little room—nobody. To you, I’m just a decent
stranger who has gone away. If anybody asks who or where or how
or why about me—you don’t know. This is all yours. Sleep tight, and
say nothing. If you need anything that you can’t get yourself, go to
the landlady. Be clean about what you do everywhere—I don’t mean
in the room, Johnny, but everywhere, in the street, too. Not clean
about your hands and face—that’s good—but mostly about what you
think. I may come back some time, and I may not, but you’ll be fixed
here as long as you need. Think of it, Johnny Brodie—remember this
well: always if something hits you from inside that a thing isn’t good
to do, don’t hurry about doing it. Think it over. If you wouldn’t do it
when the person you like best in the world is watching, it isn’t a good
thing to do alone.”
Routledge locked his lodgings. With the boy attached to one hand
and his bag in the other, he went down into the street, and just at
that moment a carriage opened at the curb, and Noreen Cardinegh
stepped out. Routledge took the outstretched hand, but there was a
warm flood of pain widening within him, as blood from an opened
wound....
The rain-coat hung about her like a delicate harmony, its hood
covering her hair; and its high-rolling collar, bound with scarlet, thin
as a thread but vivid as an oriflamme, concealed her throat. That
lustrous, perfect oval face in the rain. It was luminous from within like
a pearl, and had its scarlet-edging in the curving, exquisite lips,
strange with inner vividness. Never had she been so wondrous to
him as he felt the superb zest of life beneath the pearl-gray glove
that moment in grimy Bookstalls. A conception of womanhood that
widened the limitations of any man!... He lifted his glance from the
pavement, where it had been held for an instant by the glittering
point of her boot, and found the great eyes upon him—pools of
splendor which held his temple, white as truth, golden sunlight on its
dome; and, far within, a dim, mystic sanctuary where Mother Earth
had built a shrine for him.
“Thank God you have not gone, Routledge-san!” she said in a low
way. “Tell me—ah, but I know—you would have gone without a word
to me.... You think it is right?”
“Yes.”
“Why do you punish me this way, Routledge-san?... Do you think I
mind what London cares or thinks? Do you think London could force
me to believe ill of you?... I must talk with you! May we not go up into
your rooms, out of the crowd and the rain? The little boy may come.”
There was not a window commanding the street which might not
have held the White Mustache that moment; not a single passer-by
who might not have been one of his kind.
“I have turned in my—that is, I have given up my room,” he faltered.
“I must talk with you. Come into my carriage. That will be the better
way. The little boy——”
She caught the look of hostility in the street-waif’s eyes. She was
taking the man away. There was another look, the meaning of which
she did not miss. Routledge bent down to him.
“Good-by, little soul,” he said. “I’ll find you in some doorway again
some time—maybe in the doorway to fame. Be a good little fellow
always. Don’t get tired of being clean, and some time you’ll be
mighty glad.”
The boy watched the carriage move slowly away among the
truckage—until a stranger put a hand upon his shoulder.

For many seconds neither spoke; then it was Noreen.


“What is this big thing you are doing, Routledge-san?”
“I cannot tell—even you.”
“Yes, but you need not have hurt me so. You were going away
without a word to me—and I am so proud to have been for you—
against the others.”
“Noreen, you must believe that it is not good for you to be seen with
me now. Every movement I make is known; everyone in the slightest
communication with me is under suspicion. Your loyalty—I cannot
even speak of steadily, it is so big and dear—and because it is so, I
shudder to drag you into these forlorn fortunes of mine. It is in the
power of these people to make you very miserable while I am gone
—and that is anguish to me, nothing less.”
“You think of me—think of me always, and a little social matter which
concerns me!” she exclaimed. “I care nothing for it—oh, please
believe that. Last night you left the Armory, not knowing what had
befallen you. This morning you know all. Could you have done
unconsciously—anything to turn the Hate of London upon you?... It

You might also like