1491 Kolomb Dan Önce Amerika Amerikan Yerlilerinin Gizlenen Uygarlığı Charles C. Mann Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

1491 Kolomb dan Önce Amerika

Amerikan Yerlilerinin Gizlenen


Uygarl■■■ Charles C. Mann
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/1491-kolomb-dan-once-amerika-amerikan-yerlilerinin-
gizlenen-uygarligi-charles-c-mann/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

1491 Nouvelles révélations sur les Amériques avant


Christophe Colomb 1st Edition Charles C Mann

https://ebookstep.com/product/1491-nouvelles-revelations-sur-les-
ameriques-avant-christophe-colomb-1st-edition-charles-c-mann/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/
L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/

Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st


Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

■■■■■■■■■■ ■■■■ ■■■ ■■■■■■■■■■■ B1 B2 3rd Edition ■


■■■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-29840068/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/

Un giorno diverso A2 B1 Primi Racconti 1st Edition


Marco Dominici

https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/
1491
Charles C. Mann

Çeviren: Cevdet Çiner


Editör: Mehmet Bilgen

Kapak Tasarımı: Neslihan Bilge

ISBN: 978-605-9394-2 1 -5

T&K YAYINLARI No: 22


Birinci Basım: Aralık 20 1 8

© 2006, 20 1 1 , Charles C. Mann


İlk kez 2006'da Vintage Books tarafından ABD'de basılmıştır.

T&K YAYINLARI®
Yönetim Yeri: Menekşeli Sok. No: 16 Levent/İstanbul Tel: (02 1 2) 268 32 94
İnternet: www.tarihvekuram.com e-posta: bilgi@tarihvekuram.com
Baskı ve Cilt: İstiklal Matbaası Yıldız Sanayi Sitesi Kat: 3 No: 1 3 1 Cevizlibağ/İstanbul
Tel: (0212) 48 1 92 57
1491

Charles C. Mann

Çeviren: Cevdet Çiner


İçindekil er

Önsöz .................................................................................................................. . . . 7

Giriş: Holmberg'in Yanılgısı

1 . Yukarıdan Bakış .............................................................................................. . 15

1. Bölüm: Olmayan Yerden Rakamlar

2. Billington Niye Hayatta Kaldı? ....................................................................... .45

3. Dört Parçalı Ülkede ............................ ........................................................... . . . 81


4. Sıkça Sorulan Sorular ........................................ . .
.......................... ............... . 1 17

ll. Bölüm: Ç ok Eski Kemikler

5. Pleistosen Savaşları . .
.......... .. ......................................................................... . 1 59

6. Pamuk (veya hamsi balıklan) ve Darı


(İki Uygarlığın Hikayesi, Bölüm 1) .
...................... ................................. .... . ...... .201

7 . Yazı, Tekerlekler ve Kova Ekibi


(İki Uygarlığın Hikayesi, Bölüm II) .
............................................. ................... . 235

111. Bölüm: Şekillerle Yeryüzü

8. Amerikan Yapımı .
........................................... ............................................ . . . 277
9. Amazonya ..................................................................................................... . 317
1 0. Yapay Bakir Bölgeler ........ . .......... . .... .................................. . . ...................... . 359
6 CHARLES C. MANN
---···-------·-----

Final

1 1 . Büyük Barış Yasası ..................................................... .. .


.................. ........... . 377

Ek A Ağırlık Sahibi Kelimeler ......................................................................... . 3 9 1


Ek B Konuşan Düğün1ler ................................................... ............................... . 397
Ek C Frengi İstisnası ............................................................................... ......... . . 403
Ek D Takvin1 Matematiği ................................................................................ . . . 407

Teşekkürler. .
........................... ............. . ..................... ........................................ .4 1 3
Kaynakça ...................................... .................... .. . 417
............................................. . .

Notlar ................................................................................................................ . 489


Önsöz

u kitabın hazırlık aşaması , NASA'nın atmosferdeki Ozon tabakalarını


B gözlemleme programı hakkında Science dergisinde 1983'te yazdığım
bir makaleye kadar gider. Bu program kapsamında bilgi edinmek için, bir
araştırma ekibiyle atmosferde örnek deneme ve analiz yapmak üzere do­
nanımlı bir NASA uçağında 10.000 metre yükseklikte uçtum. Bir ara ekip,
Meksika'nın Yucatan Yanmadası'ndaki Merida'ya indi. Bir nedenden do­
layı bilim insanları ertesi günü boş bıraktılar, hepimiz eski bir Volkswa­
gen kamyonete doluşup, Chichen Itza'daki Maya harabelerine gittik. Orta
Amerika hakkında hiçbir şey bilmiyordum, hatta Mezoameıika terimine
bile aşina değildim. B u terimle Orta Amerika' dan Panama'ya kadar, Gua­
temala, B elize, El Salvador, Honduras, Kosta Rica ve Nikaragua'nın bazı
bölgelerini, Maya'ların anayurdunu, Olmec'leri ve diğer yerli gruplarını
kapsayan bir bölge kastedilir. Bir süre tırmandıktan sonra kamyonetten in­
diğimde büyülenmiştim.
Kendi başıma, bazen tatil amaçlı, bazen görev icabı, üçü, bir foto mu­
habiri olan arkadaşım Peter Menzel 'le olmak üzere, beş veya altı kez daha
gittim. Bir Alman dergisi için, Peter ve ben (derin çukurlar ve devrilmiş
kütüklerle kaplı) pis bir yolda yirmi dört saatlik bir araba yolculuğundan
sonra, henüz kazı yapılmamış Maya kenti Calakmul'a vardık. Bize, daha
küçük bir kalıntı alanında görevli, kendisi de bir Maya olan Juan de la Cruz
Briceno eşlik ediyordu. Bir chiclero olan Juan yirmi yıldır chicle ağaçla­
rını bulmak için oımanı bir uçtan diğerine arşınlıyordu. Kızılderililer bu
bitkinin yapışkan olan özünü bin yıldır kurutup çiğniyorlardı ve bu madde
19. yüzyılın sonlarından beri çiklet sanayinde temel madde olarak kulla­
nılmakta. Geceleri ateşin başında otururken bize, bilim insanlarının ona
avare avare, düşe kalka dolaştığı asma sarmaşıklarıyla kaplı bu eski şehir­
leri onun atalarının inşa ettiğini söylediklerinde duyduğu şaşkınlığı anlattı.
8 CHARLES c. MANN
----------------·---·- - ·-- -------- -------------,----------------

Kolomb'dan önce Amerika'da yaşayan halklara karşı ilgim 1992'nin


sonbaharında ortaya çıktı. Tesadüfen, bir Pazar günü öğleden sonra kolej
kütüphanesinde Annals of the Association of American Geographers'ın
Kolomb'un 500. yılı özel sayısına denk geldim. Bir koltuğun üzerinde
duran dergiyi aldım ve Wisconsin Üniversitesi'nden coğrafyacı William
Denevan'ın yazdığı makaleyi okumaya başladım. Makale bir soru ile baş­
lıyordu "Kolonıb zamanında Yeni Dünya nasıl bir yerdi?" Evet. diye dü­
şündüm, nasıl bir yer idi? Burada kimler yaşıyordu ve Avrupa yelkenlileri­
ni ufukta ilk gördüklerinde akıllarından ne geçmiş olabilirdi? Denevan'ın
makalesini bitirdikten sonra diğerlerini de okumaya başladım, ta ki kütüp­
hane görevlisi kapanış saatinin geldiğini söyleyene kadar ...
O zamana kadar bilmiyordum fakat Denevan ve pek çok araştırmacı ar­
kadaş meslek hayatlarını bu sorulara cevap vermeye çalışarak geçirmiş­
ti. Ortaya çıkan fotoğraf çoğu Amerikalı ve Avrupalının sandığından çok
farklıdır ve uzman çevrelerin dışında hala az bilinir.
Denevan'ın makalesini okuduktan bir-iki yıl sonra, Amerikan B ilim
Geliştirme Derneği'nin yıllık toplantısı kapsamında bir taı1ışma paneline
katıldım. "Amazon Üzerine Yeni Bakış Açıları" gibi bir adı olan oturum­
da Tulane Üniversitesi'nden William Balee'nin yaptığı konuşma "Antro­
polojik Ormanlar" üzerineydi. Yüzlerce veya binlerce yıl önce Kızılderi­
liler tarafından oluşturulmuş oımanlar ki bu daha önce hiç duymadığım
bir kavramdı. Ayrıca Denevan'ın tartıştığı bir konudan da söz etti: Bugün
birçok araştırmacı, daha öncekileıin, Kolomb'un Amerika'ya ayak bastığı
zamanlardaki Kızılderililerin nüfusunu çok düşük hesapladığına inanıyor.
Balee 'nin dediğine göre, eskiden sanılanın aksine Kızılderili nüfusu çok
daha fazlaydı. Vay canına, birinin bu malzemeyi bir yerde toplaması gere­
kiyordu. Bu, müthiş bir kitap olurdu.
Böyle bir kitabın ortaya çıkması için bekledim. Bu bekleyiş, oğlum oku­
la başlayıp da, geçmişte bana da öğretilen ve fakat benim şimdi epey sor­
guladığım şeyler ona da öğretilince, bayağı sinir bozucu olmaya başladı.
Kimse böyle bir kitap yazmaya teşebbüs etmediğinden, sonunda bunu ken­
dim denemeye karar verdim. Ayrıca daha fazlasını öğrenmeye de hevesliy­
dim. Elinizde tuttuğunuz kitap bunun bir ürünüdür.
Bu kitap, 1492 öncesi Batı Yerküresi'nin kültürel ve sosyal gelişimi­
nin sistematik ve kronolojik bir tarihi değildir. Böyle bir kitap, zaman ve
mekan bakımından çok geniş kapsamlı olacağından yazılamazdı. Yazar ki­
tabın sonuna geldiğinde, yeni bulgulara ulaşılmış ve kitabın başındakiler
geçerliliğini yitirmiş olabilirdi. Beni bu konuda ikna edenler arasında, son
1491 9

birkaç onyılını Kolomb öncesi toplulukların şaşırtıcı karmaşıklığı ile boğu­


şarak. geçiren araştırmacılar da vardı.
Bu kitap, ilk Amerikalılar hakkında çalışmalar yapan antropolog, ekolo­
jist (çevrebilimci), arkeolog, coğrafyacı ve tarihçiler arasındaki son bakış
açısı değişikliklerinin entelektüel bir tarihi değildir. Zaten bu da mümkün
değildir çünkü yeni fikirler değişik yönlerden çağlayıp durmakta olduğun­
dan, bir yazarın bütün bunları tek bir çalışmada birleştirmesi olanak dışıdır.
Onun yerine, bu kitap yeni bulguların üç temel odağı olduğuna inan­
dığım şu alanları araştırır: Kızılderili Demografisi (Bölüm I), Kızılderili
Kökenleri (Bölüm II) ve Kızılderili Ekolojisi (çevreyle olan ilişki) (Bölüm
III). B irçok değişik çevre, bu hususları değişik açılardan tanımladığından
benim çok kapsayıcı olmam söz konusu değildir. Bu yüzden, örneklerimi
en iyi belgelendirilmiş, günümüzde en dikkat çekenler ve en çok merak
uyandıranlar arasından seçtim.
Çelişkili de olsa, Kolomb öncesi yaşam hakkındaki bu kitap, Kolomb
sonrası yaşamı tartışmaya azdan daha fazla zaman harcamıştır. Bunun iki
sebebi vardır: B irçok yerli kültürün yazısı yoktu; dolayısıyla en iyi bilgile­
rin çoğu onları ilk gören Avrupalıların kayıtlarından gelmektedir. Koloni
kayıtları, şüphesiz ki kültürel dar görüşlülükten dolayı tahrif edilmişler­
dir. Fakat yine de başka bir yaşam biçiminin görgü tanığıdırlar. İkinci ve
aynı derecede önemli olarak, Avrupa ve Amerika'nın bu karşılaşması her
iki taraf açısından da dinsel bir anlam taşıyordu. Birçok durumda, bu kar­
şılaşmaların yarattığı gerilim, başka durumlarda, bu toplulukların ortaya
çıkmayacak yönlerinin açığa çıkmasına yol açmıştır. Wampanoag'lar ile
Hacıların karşılaşması (Bölüm II'nin konusu) ve İnka'larla Francisco Pi­
zarro 'nun yönetimindeki İspanyol güçlerinin karşılaşmasının (Bölüm III'ü
teşkil eden başlıca konu) her ikisi de, bu yerli grupların Avnıpalılara nasıl
gözüktüğü ve onların da bir bilinmeyenle karşılaştıklarında nasıl tepki ver­
diklerini göstermektedir.
Bu kitapta, okuyucunun zaten saptadığı gibi, "Kızılderili" terimini Ame­
,
rika'nın ilk sakinleri için kullanıyorum. Şüphesiz, "Hintli' . kafa karıştırıcı
ve tarihsel olarak uygunsuz bir adlandırmadır. Belki de Amerikaların ger­
çek, orijinal, özgün sakinleri için kullanılması gereken en anlaşılır terim
"Amerikalı" olmalıdır. Aslında bunu kullanmak belki de daha fazla karı­
şıklık riski de taşımaktadır. Bu kitapta bu insanlardan kendilerini nasıl ta­
nımlıyorlarsa öyle söz ettim. Kuzey ve Güney Amerika'da tanıştığım yerli
halktan insanların ezici çoğunluğu kendilerini "Indian" olarak tanımlıyor.

*
İngilizcede kullanıldığı üzere lııdiaıı. (Ç.N.)
10
---------·---------- --- ·
CHARLES c. MANN

1980'lerin ortalarında, İngiliz Kolumbiyası 'nın ortalarında Skeena Neh­


ri'nin yukarı kısmındaki Hazelton Köyü'ne gittim. Sakinlerinin çoğu Gitk­
san veya Gitxsan kabilesine mensuptu. Ziyaretim sırasında Gitksan'lar
hem İngiliz Kolumbiyası hem de Kanada hükümetlerine dava açmıştı.
Gitksan'lar eyalet yönetiminden ve halkından, kendilerinin orada uzun
süredir yaşadığını, orayı hiç terk etmediklerini, topraklarını asla kimse­
ye vermediklerini ve dolayısıyla eyaletin üç bin kilometrekare üzerindeki
haklarının tanınmasını talep ediyorlardı. Onlar anlaşmaya çok istekli idi.
Ancak söylediklerine göre onlarla anlaşmak istenilmiyordu.
Bölgenin üzerinde uçarken, Gitksan'ların neden bölgeye bu denli tut­
kuyla bağlandığını görebiliyordum. Uçak Rocher de Boule Dağlarının
karlı muhteşem yamaçlarını yalayarak geçti ve ormanlık iki vadiyi yarıp
geçerek ilerde birleşen iki nehrin üzerinden yoluna devam etti. Sis bölgeye
çökmüştü. Sahilden 265 kilometre uzakta olmalarına rağmen insanlar ne­
hirde balık avlıyorlardı.
Gitksan'lardan olan Gitanmaax topluluğunun merkez bürosu Hazel­
ton'da idi fakat mensuplarının çoğu kasabanın dışında, kendileri için ayrıl­
mış arazideki kampta yaşıyordu. Kampa gittim ve Gitanmaax Konseyi 'nin
başkanı Neil Sterritt bana açtıkları davayı anlattı. Bu doğru sözlü ve dobra
adam hayata maden mühendisi olarak atılmış ve sonra kollarını sıvayıp
uzun bir yasal mücadeleye müsabakasına hazır halde evine dönmüş. Sa­
yısız duruşma ve temyizden sonra Kanada Yüksek Mahkemesi 1997'de,
İngiliz Kolumbiyası'nın arazinin statüsünü Gitksan ile müzakere etmesi
gerektiğine hükmetti. Davanın açılmasının üzerinden yirmi yıl geçmesine
karşın, bugün 2005'te görüşmeler hala süm1ektedir.
Bir süre sonra Sterritt beni, tarihi bir parkın ve 1970'te yapılmış bir sa­
nat okulunun olduğu Ksan'a götürdü. Parkta yeniden canlandırılmış uzun
evler vardı ve dış yüzeyleri Kuzeybatı Sahili Kızılderili sanatına ait son
derece zarif kırmızı-siyah kemerlerle kaplanmıştı. Bu sanat okulunda yerel
Kızılderililere geleneksel motifleri ipek kumaş tabakaların üstüne basarak
aktarmanın eğitimi veriliyordu. Sterritt beni okul binasının arka odala­
rından birinde bırakıp, sağa sola bakınmamı söyledi. Odanın içinde onun
sandığından daha fazlası vardı çünkü bazı muhafaza kutularının içinde bir
sürü eski ve güzel maske buldum.
Onlardan başka, bazıları aynı motifleri taşıyan bir yığın modem baskı da
vardı. Aynca kutular dolusu fotoğraf vardı, yeni gibi ve eski olanlar, çoğu
çok güzel sanat çalışmalarıydı.
Kuzeybatı Sahili sanatında cisimler yassılaştırılmış ve bükülmüştür.
1491 11

Sanki üç boyutludan iki boyutluya indirgenmiş ve sonra da origamide· ol­


duğu gibi katlanmıştır. .. kağıt. Başta bu motifleri anlamakta zorlandım.
Fakat kısa süre sonra satıhtan fırlayacakmış gibi gözükmeye başladılar.
Boşluğu bir anda basit ve karmaşık şekiller oluşturan net çizgilerle kesen,
cisimlerin iç içe girdiği, yaratıkların kendi gözlerine doluştuğu, insanların
yarı hayvan, hayvanların yarı insan olduğu, bir başkalaşma, şekil değiştir­
me ve gerçeküstü bir karışıklıktı hepsi de . ..
Bazı nesneleri bakar bakmaz anladım, birçoğunu ise hiç anlamadım, ba­
zılarını anladığımı sandım ama muhtemelen anlamadım, bazılarını belki
de Gitksan'lar bile anlamamıştı, aynen bugün çoğu Avrupalının, Bizans
sanatının ilk yaratıldığını gördüklerinde onun insanların ruhlarına yaptı­
ğı etkiyi, gerçekte anlayamadığı gibi ... Fakat cesur, canlı çizgilerden zevk
alıyor ve anlayamadığım bir şekilde günümüze bilgi taşıyan ve daha önce
varlığından haberimin olmadığı canlı bir geçmişi izlerken gözlerim kama­
şıyordu. Bir veya iki saat boyunca, hep daha fazlasını görmek için nes­
neden nesneye atladım. Bu kitabı toparlarken ve şimdiye kadar defalarca
duyduğum o heyecanı paylaşmayı umuyorum.

Bu baskı ile ilgili bir not:


1491 okurları, zaman zaman eğer bu kitabı yeniden yazabilseydim her­
hangi bir temel unsuru değiştirip değiştiremeyeceğimi soruyorlar. Bu soru
yanıtlanmak için çok teorik, kimse bana bunu anlayacak fırsatı sunmadı.
1491 'in bu güncellenmiş ve gözden geçirilmiş baskısı, bana bu şansı verdi.
Bu kitabın ilk baskısından beri, araştırmacılar aslında Amerikan tarihinin
ilk on beş bin yılı hakkında göz alıcı keşiflerde bulundular. Fakat bunlar
bu kitabın konusu olan yeni fikirlerle uyum içindeydi. Bu kitabın temel
tezleri olan Kızılderili toplulukların eskiden bilindiğinden daha fazla ve
kalabalık olduğu (Bölüm I), eskiden bilindiğinden daha karmaşık, ileri ve
kültürlü olduğu (Bölüm II) ve çevreye eskiden bilindiğinden daha fazla
etkide bulunduğu (Bölüm III) hususları bana göre bu alanda araştırma
yapan bilim insanlarının büyük çoğunluğunun görüşlerini temsil etmeyi
sürdüımektedir.

Dolayısıyla, 1491'in temel yapısını değiştirmedim, deyim yerindeyse


odaların çoğunda yerleri yeniden parlattım. Bu kitap, kendisi olarak kal­
mış fakat yeni okuyucuların beğenisi için evirilip çevrilmiş, parlatılmış ve
daha şık bir hale sokulmuştur.

*
Origami: Makas ya da zamk kullanmadan kağıt bükerek Japon usulü hayvan şekilleri yapma
sanatı. (Ç.N.)
Giriş
Holmberg'in Yanılgısı
1.
Yukarıdan Bakış

Beni'de

Uçak Orta B olivya için hayli serin sayılabilecek bir günde havalanıp
doğuya, B rezilya sınırına doğru uçtu. Birkaç dakika sonra yollar ve evler
gözden kayboldu ve insan yerleşiminin işareti olarak, yalnızca dondurma
üzerindeki serpintiler gibi savanaya yayılmış sığırlar kaldı. Sonra onlar da
kayboldu. O andan itibaren arkeologlar fotoğraf makinelerini çıkarıp, mut­
lu bir şekilde fotoğraf çekmeye başladılar.
Altımızda Beni uzanıyordu. Illinois ve lndiana'nın toplam büyüklüğün­
de ve onlar gibi düzlük olan bir Bolivya eyaleti . . . Neredeyse yılın yarısı
yağmur ve dağların eriyen karlarının oluşturduğu bir su örtüsü, güneye ve
batıya doğru düzensiz bir biçimde ağır ağır hareket eder ve sonunda aynı
zamanda Amazon'un yukarı beslenme havzası da olan eyaletin kuzey ne­
hirlerinde son bulur.
Yılın geri kalan kısmında su kurur ve uçsuz bucaksız parlak yeşillik,
çölü andıran bir şekle dönüşür. Bu tuhaf, uzak ve çoğunlukla suyla kap­
lı ovanın, araştırmacıların dikkatini çekmesinin sebebi daha önce elinde
fotoğraf makinesi olan Batılıları hiç görmemiş olan insanların yaşaması
değildi.
Arkeologlar, Clark Erickson ve William Balee, önde oturuyorlardı. Pen­
nsylvania Üniversitesi'nden olan Erickson, Bolivyalı bir arkeologla bir­
likte çalışıyordu ve arkeolog o gün başka bir yerde olduğundan uçaktaki
yeri bana kalmıştı. Tulane'den gelen Balee aslında antropologdu. Fakat
bilim insanları geçmişin ve bugünün birbirlerine bilgi aktarma yollarını
değerlendirmek için bir araya geldiklerine göre, artık antropologlar ve ar-
16 CHARLES c. MANN

keologlar arasındaki ayrım iyice bulanıklaştı. Bu iki adam cüsse, huy ve


bilimsel eğilim olarak birbirinden farklı da olsalar, ikisi de yüzlerini uçağın
penceresine aynı merakla dayamışlardı.
Aşağıdaki manzara boyunca, birçoğu neredeyse düzgün daire biçiminde
sayısız orman adaları vardı; sarı bir ot denizindeki yeşil kümeler ... Her bir
ada, bu su ovasının üstünde ağaçların yirmi metreye kadar yükselmesine
izin veriyordu. Aksi takdirde ağaçlar suya direnemezdi. Bu ormanlar birbi­
rine yükseltilmiş toprak yollarla bağlıydı. Bir tüfek mermisi gibi dümdüz
üç mil uzanabiliyorlardı. Erickson 'a göre bu 80 bin kilometrekarelik toprak
yollarla bağlanmış. ada ve tepecikler bin yıldan daha fazla bir zaman önce
kalabalık ve teknolojik olarak gelişmiş bir toplum tarafından inşa edilmiş
olmalıydı. Beni 'yi yeni gören Balee, manzaraya doğru eğilmişse de tes lim
olmaya henüz hazır değildi.
Erickson ve Balee, geçmiş yıllarda Kolomb öncesi B atı Yarımkürenin
nasıl bir yer olduğuna ilişkin geleneksel fikirlere temelden karşı çıkmış
bilim insanlarına mensuptular. Ben 1 970'lerde liseye giderken, Kızılderi­
lilerin Amerika 'ya on üç bin yıl önce Bering B oğazı 'nı geçerek geldikleri,
çoğunlukla tek başına ve küçük gruplar halinde yaşadıkları, çevrelerine
çok az etkide bulundukları ve binlerce yıllık bir yerleşimde bulunmalarına
karşın kıranın neredeyse el değmemiş bir durumda kaldığı öğretildi. Okul­
lar bugün hala aynı fikirleri tekrarlamaktadır.
Erickson ve Balee gibi kişilerin bakış açılarını özetleyecek olursak, bu,
Kızılderililerin yaşamlarına ilişkin bu tablonun neredeyse her açıdan yanlış
olduğu şeklindedir. Bu araştırmacılara göre, Kızılderililer burada eskiden
sanıldığından daha uzun zamandır ve daha fazla sayıda bulunmaktaydı. Ve
arzularını bu coğrafyada gerçekleştirmekte o denli başarıl ıydılar ki, Ko­
lomb 1492'de insanoğlunun tümüyle damgasını vurduğu bir yarı küreye
ayak bastı.
Beyaz topluluklar ve yerli halklar arasındaki ilişkiler bağlamında, Kızıl­
derili tarihi ve kültürü üzerine araştırmalar kaçınılmaz olarak ihtilaflıdır.
Hepsi olmasa da eski kuşak araştırmacılar çoğu bu yeni kuramları, veri­
lerin ve bulguların kasıtlı olarak yanlış yorumlanması ve bir çeşit tersine
politik dürüstlükten kaynaklanan fanteziler şeklinde nitelendirip küçüm­
serler. "Çok sayıda insanın Beni ' de yaşadığına i lişkin hiçbir kanıta rast­
lamadım" diyen Smithsonian Enstitüsü ' nden Betty J. Meggers şöyle de­
vam etti: "Başka türlü olduğunu i leri sürmek yalnızca hüsnükuruntudur".
Smithsonian'ın destek verdiği iki Arjantinli arkeolog da, büyük höyüklerin
çoğunun taşkın ovasının doğal birikintileri olduğunu, toprak bağlantı yol-
1491 17

}arıyla, yükseltilmiş tarlaların da "başlangıçtaki küçük bir nüfusla" inşa


edilebileceğini öne sürüyorlardı.
Pennyslvania Eyalet Üniversitesi'nden Antropolog Dean R. Snow'a
göre benzer eleştiriler, yeni bilimsel Kızılderili iddialarına karşı yapıldı.
Sorun hakkında "Etnohistorik kayıtlardan elde ettiğin yetersiz kanıtlara
istediğini söyletebilirsin" der ve şöyle devam eder: "Kendini kandırmak
kolaydır". Bazılarına göre bu, politik gündemi Avrupa kültürünü itibarsız­
laştırmak olanların değirmenine su taşımak amacını güdüyordu. Çünkü o
zamanki nüfusu yüksek gösterip şişirmek, yerli nüfus kaybını da yüksek
gösterecekti.
Yeni teorilerin bugünün ekolojik savaşlarına bulaştırılmak istendiğine
ilişkin de itirazlar yapılmaktadır. B irçok çevre hareketinin tetikleyicisi,
bilinçli veya değil, William Denevan'ın deyişiyle "saflık efsanesi", yani
1491'de Amerika'nın neredeyse el değmemiş, hatta Cennet gibi bir ülke
olduğu hatta küresel çevre hareketi kurucu belgesi olan 1964 tarihli Bir­
leşik Devletler Vahşi Doğa Yasası'ndaki sözlerle, "insanoğlunun tuzağına
düşmemiş" bir yer olduğu inancıdır. Yeşilci aktivistlere göre, Wisconsin
Üniversitesi'nden William Cronon'un yazdığı gibi, varsayımsal bir doğal
çevre, çok öncelerden gerçekleşmiş olması gerekse de, toplumun ahlaki
olarak yerine getirmesi gereken bir görevdir. Eğer bu yeni bakış açısı doğ­
ruysa ve insanlığın çabası yayılma durumundaysa, doğayı düzeltme, eski
haline döndürme gayretleri bunun neresindedir?
Beni, isabetli bir örnektir. Yollar, ara yollar, kanallar, su yolları, göletler,
höyükler, yükseltilmiş tarımsal araziler ve belki de top sahaları inşa etmek
dışında Erickson'a göre Kolomb'dan önce orada yaşayan Kızılderililer, su
baskını mevsimlerinde otlaklarda balık da avlıyorlardı. Bu avlanma birkaç
yerlinin elinde ağla yaptığı bir şey değildi. Yoğun kalabalıkların, yüzlerce
veya binlerce kişinin katıldığı, bağlantı yolları arasında, toprağa zikzak bi­
çiminde kazılmış dalyanların (balıklan çeviren çitler) oluşturulduğu, tüm
toplumu kapsayan ortak bir çabaydı.
Savanaların çoğu doğal, mevsimsel selleıin sonucuydu. Fakat Kızılderi­
liler büyük arazileri düzenli olarak yakarak otlaklar oluşturdular ve geniş­
lettiler. Yüzyıllarca sürdürülen bu yakma işlemi ateşle uyumlu yeni bitki­
lerden oluşan, yerinden sökülemeyen bir ekosistemde yaşayan yerli bitki
türleri oluşturdu. Beni 'nin şimdiki sakinleri de araziyi yakıyorlar ancak
bu şimdi sığırları otlatmaya dönük yapılıyor. Biz bölgenin üzerinde uçar­
ken kurak mevsim yeni başlamıştı. Fakat millerce uzunlukta ateş çizgileri
görülüyordu. Duman gökyüzüne sütunlar halinde yükseliyordu. Alevlerin
18 CHARLES c. MANN

ardındaki kömürleşmiş bölgelerde karannış sivri ağaç dalları yükseliyor­


du. Çoğunluğu, aktivistlerin Amazon'un diğer bölgelerinde kurtarmaya
çalıştığı türlerdendi.
Beni'nin kuzeyi, Pando'nun bir bölümünü meydana getirir ve az nüfuslu,
ormanı bol bir yerdir. Pando'nun kuzeyi de Brezilya'nın eyaleti Acre'dir.
Burası az nüfusludur fakat sığır çiftliklerine yer açmak için ormanlarının
çoğu tahrip edilmiştir. Yalnızca Brezilya Cevizi ağaçları kalmıştır, onla­
n kesmek yasaktır. (Buna rağmen onlar da ölecektir. Çünkü bu ağaçların
özel bir arı türü tarafından polenlerinin birbirine taşınması gerekmektedir.
Ancak bu arılar yeni oluşturulmuş otlaklarda yaşayamaz. Başka ağaç türle­
rinin filizlenmesini önlemek için, çiftlik uçakları yeni açılan arazilere, sert,
kalın ve keskin saplı bir ot türünün tohumlarını havadan püskürtmektedir.
Bu da toprağı halı gibi, yoğun bir şekilde kaplayıp başka fidelerin çıkma­
sını önlemektedir.)
1990'1ann sonlarına doğru, Beni'yi ilk ziyaret ettiğimde, Acre'deki
geniş çapta ot temizliğinin büyük toprak setleri ortaya çıkardığını çok az
kişi biliyordu. Bunlar, Acre Federal Üniversitesi'nden Alceu Ranzi'nin
"jeoglifler" · diye adlandırdığı birtakım geometrik şekillerdi ... Bugün bir
ucundan bir ucuna 170 metreyi bulan iki yüzden fazla set tanımlanmıştır.
Düzgün daireler, kareler ve dikdörtgenler kazanarak, Amazon toprakların­
da yapılan, yaratılan "jeoglifler"ler, Erickson ve Balee'nin Beni'de uçakta
bana gösterdikleri yükseltilmiş tarlalar ve bağlantı yolları kadar çarpıcıydı.
Acre kabartıları hakkında az şey bilinse de, profesyonel bir dergide ilk ma­
kale ancak 2007'de çıktı (Ranzi de eşyazardı). Beş yıl sonra, arkeologlar
bu kabartıları yapanların nerede yaşamış olduğu gibi temel bir sorunun ya­
nıtından emin değillerdi. Yapılar, yerleşim olduğuna ilişkin bir işaret ver­
miyordu. Beni'de benzer toprak setler bulan Erickson, Kolomb'dan önce,
Batı Amazon'da otların biçilmiş olduğu 1400-1600 kilometre alanda ön­
celeri etraflarındaki doğayı temelinden yeniden biçimlendiren, bilinmeyen
birleşik bir kültür olduğuna inanıyor.
Bu bölgenin geleceği belirsizdir. Beni bölgesi, onun açık arazisine ve
verimli toprağına göz diken çiftlik sahipleri ve soya fasulyesi üreticilerinin
artan ilgisine maruz kalmaktadır. Keresteciler gözlerini Pando'ya dikmiş­
tir. Pasifik'e yapılan yeni otoyol, Acre'ye çok miktarda iş getirmektedir.
Bu arada, doğal kaynakları koruma yanlıları, bu yerleşim olmayan böl­
gede doğayı mümkün olduğunca korumayı tartışıyorlar. Yerel Kızılderili
grupları bu son öneriye şüpheyle yaklaşıyor. Eğer Beni doğanın korunduğu

*
Jeoglif: Yeryüzü kabartısı. (Ç.N.)
1491 19

bir alan haline getirilirse, hangi uluslararası kuruluş onların ovada yangın
çıkarmalarına izin verir? Dışarıdan gelen herhangi bir grup, Amazon'da
böyle büyük ölçekte yangınlara onay verir mi?
Aktivistler, Birleşik Devletlerin güneydoğusundaki bazı yerli grupların
kendileri için ayrılmış bölgelerde nükleer atık depoları kurulmasına izin
verdikleıini, isteksiz de olsa kabul etmek zorunda kaldılar. Ve tabii bütün
bu yakma işlemlerine de ...

Holmberg ' in Yanılgısı

"O ağaca dokunma" dedi Balee.


Donakaldım. Alçak, toprağı hemen kayan bir tepeye tırmanıyordum ve
dengemi korumak için kuru, neredeyse asma kütüğüne benzeyen, yaprak­
ları dışa meyilli bir ağacı tutmak üzereydim. "Tripleris Americana" dedi
Balee, kendisi orman botaniği uzmanıydı. "Ona dikkat etmelisin" dedi.
Tripleris Americana, küçük kırmızı karınca kolonilerine ev sahipliği ya­
par. Aslında onlar olmadan yaşamlarını sürdürmeleri zordur. Karıncalar,
kabuğun hemen altındaki küçük tünellerde bulunur. Sığınağın karşılığında
karıncalar, ağaca dokunan her şeye saldırır; böcek, kuş, gafil yazar ... On­
ların zehirle dolu vahşetleri ve saldırganlıkları, Tripleris Americana'nın
yerel lakabının şeytan ağacı olmasına yol açtı.
Kökleri dışarı çıkmış şeytan ağacının altında terk edilmiş bir hayvan yu­
vası vardı. Balee bıçakla tozları biraz kazıdı ve bana, Erickson'a ve bize
eşlik eden oğlum Newell'e el salladı. Kalıntılar, kalın, kırık çanak çömlek­
lerdi. Tabak kenarları ve çaydanlık ayağına benzer şeyler gördük. Tırnak­
ları boyalı bir insan ayağına benziyordu, Balee yarım düzine kadar kırık
seramik kap ve tabak parçasını, yontulmuş silindirik bir çubuğu ki bu bir
kabın destek ayağı olabilirdi, söktü.
"Hacimsel olarak tepenin sekizde biri bu parçalarla dolu" dedi. "Herhan­
gi bir yeri kazarsanız benzer şeylerle karşılaşacaksınız". Muazzam bir kırık
çanak çömlek yığınına tırmanıyorduk.

Ibibate denilen bu yığın, 18 metre yüksekliği ile Beni'deki ormanlık hö­


yüklerin en yükseği idi. Erickson, seramik parçalarının muhtemelen hem
tepeyi inşa etmek hem de çamurlu toprağı havalandırıp oturtmak ve ta­
rıma uygun hale getirmek için kullanıldığını açıkladı. "Fakat bu tür bir
açıklama mühendislik temelinde bir anlam ifade etse de" dedi, "bu höyük
yapıcılarının çok eskiye dayanan faaliyetlerini daha az gizemli yapmıyor".
20 ------
CHARLES c. MANN
--- --·------· ----

Bu höyükler, çöp ve atığın yan ürünü olamayacak kadar büyük bir alan
kaplıyordu.
Monte Testaccio, Roma'nın güneydoğusundaki kırık çömlekler tepesi,
tüm emperyal kentin çöplüğüydü. Ibibate, Monte Testaccio'dan daha bü­
yüktür fakat benzer höyüklerin yüzlercesinden sadece biridir.
Kuşkusuz Beni, Roma'dan fazla çöp üretmiyordu. Erickson'ın belirtti­
ğine göre, lbibate'deki seramikler, birçoğu usta işçi olan pek çok insanın
uzun süre bu höyüklerin üzerinde yaşadığının ve bu süre içinde bolca yiyip
içtiklerinin göstergesiydi.
Çanak çömlek yığınları oluşturabilecek sayıda çömlekçi, bu emek için
gerekli zaman, çömlekçilere yiyecek ve barınma sağlayacak kadar insan,
büyük ölçekte imha ve bunları gömme ... Bütün bunlar Erickson'ın açık­
lama tarzının, yani arkeolojik araştınnalar sonucu yeni yeni ortaya çıkan
ve Beni'nin bin yıl önce sağlam yapılanmış bir toplumun yaşadığı bir site
·

olduğunun kanıtıdır.
Bize iki Sirion6 yerlisi, Chiro Cuellar ve damadı Rafael eşlik ediyordu.
Bu iki adam sırım gibi, esmer ve neredeyse köseydi. Onların arkasında pa­
tikada yürürken, kulak memelerinde küçük çentikler olduğunu fark ettim.
Rafael, kendini beğenmiş bir coşkuyla, öğleden sonrayı yorumlarıyla süs­
lerken, yerel otorite figürü Chiro, yerli üretim Marlboro içip, ilerleyişimizi
neredeyse kibirli bir neşeyle izliyordu. Onlar bir mil uzakta, uzun, tekerlek
izleriyle dolu ve tozlu bir yolla ulaşılan küçük bir köyde oturuyorlardı.
Oraya günün erken saatlerinde vardık ve yıkılmak üzere olan bir okul ile
eski bir misyoner binasının gölgesine park ettik. Yapılar, eski bir höyük
olan küçük tepenin yakınında toplanmıştı. Newell ve ben kamyonun yanın­
da beklerken, Erickson ve Balee, etrafta dolaşmak için, Chiro ve köy mec­
lisinin diğer üyelerinden izin almak üzere okula girdiler. Bizim aylak aylak
durduğumuzu gören iki Sirion6 çocuğu Newell ve beni kafes içindeki bir
yavru Jaguar'ı görmeye razı etmeye çalışıyor ve bu heyecan karşılığında
onlara para vermemizi istiyorlardı. Birkaç dakika sonra Erickson ve Balee
gerekli izni almışlardı ve yanlarında iki refakatçi ile gelmişlerdi: Chiro ve
Rafael. Şimdi Ibibate'ye tırmanuken Chiro benim şeytan ağacının yanında
durduğumu gördü. Anlamsız bir yüz ifadesiyle ağaca tmnanmamı söyledi.
Yukarıda, lezzetli bir orman meyvesi bulacağımı söyledi. "Daha önce hiç
denemediğin bir şey" olduğu garantisini de verdi.
Ibibate'nin üstünden, bizi çevreleyen savanayı görebiliyorduk. Tahmi­
nen 400 metre uzaklıkta, bel hizasındaki sarı otların uzandığı alanda, ağaç­
ların oluşturduğu düz bir çizgi uzanıyordu. Buranın eskiden kalma yük-
1491 21

seltilmiş bir bağlantı yolu olduğunu söyledi Erickson. Yoksa kır o denli
düzdü ki, her yöne doğru kilometrelerce uzağı görebilirdik, daha doğrusu
bazı taraflarda gökyüzü dumanla kaplı olmasaydı, kilometrelerce ötesini
görebilirdik.
Daha sonra refakatçilerimizin bu bölgeyle olan ilişkilerini merak ettim.
Sirion6'lar, Roma İmparatorluğunun anıtları arasında oturan bugünkü İtal­
yanlar gibi miydi? Geri dönerken yolda bu soruyu Erickson ve Balee'ye
sordum. Yanıtları mevsimsiz, serin bir yağmur altında, kaldığımız yere dö­
nerken akşam boyunca ardı ardına geldi ve sonra yemeğimizi yedik. Benim
Sirion6 '!ar hakkındaki sorumun 1970'1erde çoğu uzman tarafından tek bi­
çimde yanıtlanacağını söylediler. Bugün ise çoğu, başka türlü, değişik bi­
çimde yanıtlar veriyor. Fark, benim bugün geldiğim noktaya bağlı olarak
"Holmberg'in yanılgısı"dır.
Her ne kadar Sirion6'1ar kalabalık yerli Amerikan gruplardan biriyse
de, en fazla bilinenidir. 1940-1942 arası Allan R. Holmberg adlı genç bir
doktora öğrencisi onların arasında yaşadı. Onların yaşamları hakkındaki
yazılarını 1950'de "U:un Yay Göçebeleri" (Nomads of Longbow) adıyla
yayımladı (Kitabın başlığı Sirion6'1arın avlanırken kullandığı 180 santim
uzunluğundaki yaylara göndennedir). Kitap hemen bir klasik olarak ta­
nımlandı. "Nomads" (Göçebeler), kutsal ve etkili bir metin olarak kabul
edildi; sayısız başka bilimsel makale ve popiiler basının da süzgecinden
geçerek, dış dünyadaki Güney Amerika Yerli algısının ana kaynaklarından
biri haline geldi.
Holmberg'in söylediğine göre Sirion6'lar, "dünyanın kültürel bakımdan
en geri kalmış halkları arasındaydı". Sürekli yokluk ve açlık halindeydiler,
elbiseleri, evcil hayvanları, müzik aletleri (çıngırak ve davulları bile), sa­
natları veya tasarımları yoktu (hayvan dişlerinden yapılmış kolyeleri hariç)
ve dinleri neredeyse hiç yoktu ( Evren kavramı kafalarında neredeyse hiç
şekillenmemişti). İnanılmaz biçimde, üçten ileri sayamıyorlardı veya ateş
yakamıyorlardı (ateşi yanar şekilde kamptan kampa taşıyorlardı). Gelişi­
güzel yığılmış palmiye yapraklarından yapılmış, bir yamaca veya ağaca
dayalı, çok zayıf, eğik kulübeleri; yağmura, böcek ve sineğe karşı o kadar
etkisizdi ki kamp mensupları yılın önemli bölümünü geceleri uykusuz ge­
çirirdi. Islak, nemli ve böcekli gecelerde kamp ateşinin etrafına çömelmiş
Sirion6'lar, ilkel insanın canlı örnekleriydi.
"Doğadaki ham, işlenmemiş
durumdaki insamn özü" diye meseleyi ortaya koyan Holmberg'e göre
binlerce yıldır var oldukları çevrede neredeyse hiçbir değişikliğe yol aç­
mamışlar, varlıkları en ufak bir iz bırakmamışlardı. Sonra Avrupalılarla
22 CHARLES c. MANN

karşılaştılar ve tarihleri ilk kez bir akıcı bir öykü haline geldi.

Holmberg, Sirion6'!arın yaşamına ilişkin ayrıntılı gözlemleri bugün hfüa


değerli olan, dikkatli ve şefkatli bir araştırmacıydı. Ve Bolivya'da başkala­
rının pes etmesine sebep olacak zorlukların üstesinden cesurca geldi. Ara­
zide geçirdiği aylar boyunca her zaman imkansızlıklar içinde, genelde aç
ve sıkça da hastaydı. İki gözünün mikrop kapmasından dolayı geçici kör­
lük yaşadı. Bir kliniğe ulaşabilmek için Sirion6 rehberin elinden tutarak,
oımanı günlerce yürüyerek geçti. Tam anlamıyla da sağlığına kavuşamadı.
Döndükten sonra Cornell Üniversitesi Antropoloji bölümünün başına geti­
rildi ve buradan And Dağları bölgesindeki yoksulluğa karşı ünlü mücade­
lesini sürdürdü.
Y ine de Sirion6lar hakkında yanılmıştı. Ve Beni hakkında da, onların
ikamet ettikleri yer konusunda da ders çıkarılacak, hatta ibret alınacak den­
li hatalıydı.
Holmberg'e göre Kolomb'dan önce ne halkın ne de ülkenin gerçek bir
tarihi yoktu. Açıkça öne sürülen bu fikir - Amerika'nın yerli halklarının
1492'ye kadar, gülünç görünebilir, binlerce yıldır hiç değişmeden yaşa­
dıklarıydı. Bakış açılarındaki yanlışlıklar ancak işaret edildiklerinde açığa
çıkar. Bu durumda onları düzeltmek onlarca yıllar alır.

Bolivya hükümetinin istikrarsızlığı, Amerika ve Avrupa karşıtı söylem­


ler yüzünden az sayıda yabancı antropolog Holmberg'i izleyerek Beni'ye
gidebildi. Yalnızca hükümetin düşmanca tavrı değil, bölgenin 1970 ve
80'lerde kokain ticaretinin merkezi olması da tehlikeyi artırıyordu. Bugün
uyuşturucu trafiği daha azdır fakat kaçakçılık faaliyetleri oımanların ücra
yerlerinde hala görülebilmektedir. Bir kaçakçı uçağının enkazı T rinidad
havaalanının biraz ötesinde görülebilir. Arazi tezini burada hazırlayan
Wisconsin'den coğrafyacı ve otlak ekolojisti Robert Langstroth'a göre
uyuşturucu savaşları sırasında Beni, Bolivya standartlarına göre bile ihmal
edilmişti. "Y üzüne bakılmayanların bile yüzüne bakmadığı kadar ilgiden
mahrum bir yerdi". Yavaş yavaş, az sayıda bilim insanı bölgeye gitmeyi
göze aldı. Öğrendikleri, bölge ve halkı hakkındaki anlayışlarını değiştirdi.

Sirion6'lar tam da Holmberg'in düşündüğü gibi, kültürel bakımdan dün­


yada en yoksul, en güçten düşmüş halklarından biriydi. Ancak onlar, in­
sanlığın eski geçmişinin süresi uzatılmış, yok olmaları ertelenmiş, miatları
dolmamış değişmeyen unsurları oldukları için değil, 1920'lerde köylerini
kırıp geçiren çiçek ve grip salgınları yüzünden bu duruma düşmüşlerdi.

Salgınlardan önce en az 3.000, belki de daha fazla Sirion6, Bolivya'nın


doğusunda yaşıyordu. Holmberg'in zamanında yüz elliden az kalmışlardı.
1491 23

Bir kuşağın %95'inden fazlası yok olmuştu. Bu düşüş öyle büyük bir fe­
laketti ki Sirion6'lar genetik bir darboğaz içine düşmüşlerdi. (genetik dar­
boğaz, nüfusun çok azalması sonucu, bireylerin akrabaları ile çiftleşmek
zorunda kalmasının sağlığa zararlı kalıtsal etkilere yol açmasıyla oluşur.)
Darboğazın etkileri, Holmberg'den beri Sirion6'ları 1982'de ziyaret eden
ilk antropolog, Orta Florida Üniversitesi'nden Allyn Stearman tarafından
açıklandı. Stearman, Sirion6'larda, yumru ayakla doğma oranının normal
insanlardan otuz kat fazla olduğunu keşfetti ve neredeyse bütün Sirion6'la­
rın kulak memelerinde daha önce bana patikada eşlik eden iki adamda gör­
düğüm çentiklerden vardı.
Stearman'ın öğrendiğine göre, salgınlar vurduğunda bile, grup bölgeye
el koymak isteyen sığır çiftliği sahibi beyazlara karşı mücadele ediyordu.
Bolivya askerleri bu saldırılara, Sirion6'ları aslında birer esir kampı olan
yerlere atarak yardım etti. Serbest bırakılanlar ceza olarak bir köle gibi bu
çiftliklerde çalışmaya zorlanıyorlardı. Holmberg'in ormanda birlikte yol­
culuk ettiği insanlar, bu zalimlerden saklanıyorlardı. Holmberg bir parça
risk alarak onlara yardım etmeye çalıştı. Fakat o gördüğü bu insanların
Paleolitik Çağın kalıntıları değil, aslında henüz tahrip edilmiş bir kültürün
zulme uğramış hayatta kalanları olduğunu hiçbir zaman kavramadı. O san­
ki bir Nazi toplama kampından kaçan mültecilerle karşılaşmıştı ve onların
her zaman çıplak ayaklı ve açlık çeken bir kültüre ait oldukları sonucuna
vardı.
Taş devrinden arta kalanlarla alakasız olarak onlar Tupf-Guaranf grubu­
na ait, Güney A merika'nın en önemli Kızılderili dil ailesinin Bolivya'da
pek yaygın olmayan bir dilini konuşuyorlardı.

Dil tezi, ilk olarak 1970'lerde antropologlar tarafından tartışıldı ve on­


ların 17. yüzyılda ilk İspanyol yerleşimciler ve misyonerler geldiği zaman
kuzeyden geldikleri öne sürüldü. Diğer bir tez ise birkaç yüzyıl daha önce,
muhtemelen Sirion6'ların da içinde olduğu Tupf-Guaranf dilini konuşan
grupların, 16. yüzyıl başlarında İnka İmparatorluğu saldırılarından kaçarak
gelmiş olabilecekleriydi. Hiç kimse Sirion6'ların neden göç ettiğini bilmi­
yor. Fakat bir neden, o sıralar Beni'nin tenha olmasıydı. Çok geçmeden
önceki sakinlerin toplumu dağıldı.
"Uzun Yay Göçebeleri"ni değerlendirirsek, Holmberg önceki bu kül­
türden haberdar değildi, bağlantı yollarını, höyükleri ve balık dalyanlarını
inşa eden bu kültürden...

O, Sirion6'ların başkaları tarafından biçimlendirilmiş bir kır arazisinde


dolaştıklarını görmedi. Holmberg'den önce birkaç Avrupalı gözlemci top-
CHARLES c. MANN
24
- -- -- ---- --- -
---- -- --·
· · -
- --------
- --··-- -
-

( 1960'/arın başında Do.�ıı Bolirya iistünde ııçarken. şimdi kaybolmıış bir toplımıa ait
yükseltilmiş tarlalarla kaplı man:arayı gören -yanda- genç fotoğrafçı William Denemn
hayran kalmıştı. Yükseltilmiş tarlalarııı arasıııda dii:ensiz biçimde da,�ılıııış, ne işe
yaradığı lılilıl bilinmeyen -sol altta- kale lıendef,i gibi hendekler ıYırd11: Yam başındaki
Brezilya eyaleti Acre' de arkeologlar birkaç yüz diı:giin geometrik jeoglif-sol iistte- hııldıı
re şimdi Batı Amazon' 1111 çoğu bölgesinin büyük ölçt ' kte karmaşık Kızılderili top/11111/arıı 11
barıııdırdığ1111 diişüıınıeye başladılar).

rak setlerin varlığına işaret etmişti, bazıları da bağlantı yolları ve omıan


adalarının insan yapımı olup olmadığı konusunda kararsızdı. Fakat onlar,
William Denevan 1 96 1'de Bolivya'ya gelene kadar bilimsel, sistematik bir
uyarı yapmadılar. Sonra Peru' da işe yeni başlamış acemi ve genç bir gazete
muhabiri olan bir doktora öğrencisi, bölgenin tuhaf arazi yapısından haber­
dar oldu ve tezi için ilginç bir konu olabileceğini düşündü. Oraya varınca
1491 25

bir petrol şirketinin bölgedeki yegane bilim insanları olan jeologlarından


Beni 'nin bilinmeyen bir uygarlığın kalıntılarıyla dolu olduğuna inandıkla­
rını öğrendi.
Yerel bir pilotu, olağan rotasını biraz batıya kaydırmaya ikna eden Dene­
van, Beni 'yi yukarıdan inceledi.
Ben kırk yıl sonra ne gördüysem onu gördü: Ayrı ayrı onnan tepecikleri,
uzun ve yükseltilmiş yollar, kanallar, yükseltilmiş tarlalar, dairesel hen­
dekler ve yekpare zikzaklı höyükler. "Bu DC-3 uçaklarının penceresinden
bakarken, bu küçük uçağın içinde neredeyse çılgınca zıplayacaktım" dedi
bana, "Bu şeylerin doğal yollardan oluşmadığını biliyordum. Doğada bu
tür di.iz çizgiler olmaz". Denevan arazi hakkında bilgi edindikçe, şa�kınlığı
artıyordu . "Burası tümüyle insan eli değmiş bir yerdi." dedi. "Benim için
bu, Amazon ve civarının en heyecan verici yeridir. Bu tüm Güney Ame­
rika'nın en önemli şeyi olabilir diye düşünüyorum. " Henüz pratikte bilim
insanlarının eli değmemiş, arkeologlar toprak setlerin ve kanalların harita­
landırılnıasını bitinnemişlerdi.
En fazla i.iç bin yıl önce, bu eski toplum - Erickson' a göre muhtemelen
şimdi Mojo ve B aure diye bilinen, Arawak lisanı konuşan halkların ataları
tarafından kurulmuştur - gezegenin en büyük, en tuhaf ve ekolojik açı­
dan en zengin çevrelerini yaratmışlardı. Bu insanlar, höyükleri evleri ve
çiftlikleri için inşa etmiş, bağlantı yollan ve kanalları, ulaşım ve iletişim
için yapmış, balık dalyanlarını karınlarını doyurmak için oluşturmuş ve
savanaları ağaçlar kaplamasın diye yakmışlardı. Bin yıl önce toplumları en
yüksek düzeydeydi. Köyleri ve kasabaları geniş ve biçimliydi ve hendek ve
kazıklı çitlerle korunuyordu. Erickson' ın kuramsal geçmiş kurgulamasına
göre, milyonlarca insan uzun pamuklu giysileri, boyunlarından ve bilek­
lerinden sarkan ağır süslemeleri ile Doğu Bolivya'nın bu yolları üstünde
yürümüş olmalıdır.
B ugün bu Arawak kültürü sahneden çekildikten yüzyıllar sonra Ibibate
höyüğünün üstündeki ve çevresindeki om1an çevrecilerin klasik Amazon
rüyalarını çağrıştırır: İnsan kolu kalınlığında sarmaşıklar, 180 santimden
uzun, jileti andıran sarkan yapraklar; düz gövdeli Brezilya cevizi ağaçları;
sıcak et gibi kokan kalın gövdeli çiçekler . . . Tür zenginliği bağlamında,
B olivya'nın orman adaları, Güney Amerika'nın herhangi bir yeriyle kıyas­
lanabilir. Aynı şey, tüm değişik türleriyle birlikte Beni savanası için de ge­
çerlidir. B u bölge ekolojik açıdan bir hazinedir fakat insanoğlu tarafından
tasarlanmış ve oluştuıulmuş bir hazine. Erickson, Beni kırsalını insanoğlu­
nun en büyük hazinesi olarak tanımlar. Yakın zamana kadar neredeyse hiç
26
---
CHARLES c. MANN
---- ·---··----

bilinmeyen bir başyapıt, isim ve yer olarak Bolivya dışından çok az kişinin
bildiği bir başyapıt.

İnsanlığın Yararsız Ferdi ve Eseri

Beni kuralın dışında değildi. Holmberg'in (yerli Amerikalıların ezel­


den beri tarihsiz bir durumda yaşadıkları) yanılgısı neredeyse beş yiiz yıl
boyunca bilimsel çalışmalara egemen oldu ve rüzgarı buradan lise ders
kitaplarına, Hollywood filmleıine, gazete makalelerine, çevreci kampanya­
lara, romantik macera kitaplarına, ipek baskılı t-shirtlerin üstüne kadar her
yöne estirdi. Birçok biçimde hüküm sürdü ve hem Kızılderililerden nefret
edenler hem de onları sevenler tarafından benimsendi. Holmberg'in yanıl­
gısı sömürgecilerin Kızılderililerin çoğuna bakışını iflah olmaz barbarlar
olarak tarif ederken, bunun zıddı olan değerlendirmelerde ise onları tam
anlamıyla temsil eden kavram "soylu vahşi"ler olduklarıdır. Olumlu veya
olumsuz her iki değerlendirmede de Kızılderililerde eksik olan şey, sosyal
bilimcilerin "etkin" olmak dedikleri şeydi. Kendileri oyun kurucu değil
fakat ıiizgar nereye sürüklerse, yollarına hangi felaketler rastlarsa edilgen,
çaresiz şekilde kabulleniyorlardı.
Soylu vahşi terimi, geriye, Amerikan yerli halklarının en kapsamlı ilk
etnografik tanımlanmasına kadar gider. Bartolome de Las Casas 'a ait Apo­
logetica Historia Sumeria 1530'larda yazılmıştır. Las Casas, bir fatih olup,
sonradan yaptıklarından pişman olarak rahip olur ve uzun yaşamının ikin­
ci yarısını, Amerika'da Avrupalıların neden olduğu vahşet ve zulme karşı
mücadele ile geçirir. Onun düşünce tarzına göre Kızılderililer, "dünyada­
ki cennette" sakin inekler gibi yaşayan doğanın yaratıklarıdır. Onlar, ona
göre, bu masum durgunluk içinde bin yıl sessizce, Hıristiyanlığın emirle­
rini beklediler. Las Casas'ın çağdaşı, İtalyan yazar Pietro Martire d'An­
ghiera da bu görüşleri paylaştı: "Kızılderililer yalnızca yazarların çokça
bahsettiği altın bir dünyada yaşıyorlar" ve "yasal zorlamaların olmadığı bir
sadelik ve masumiyette" varlıklarını sürdürüyorlardı.
Günümüzde Kızılderililerin sadelikleri ve masumiyetlerine olan inanç,
onların çevrelerine etki etme konusundaki eksiklikleri varsayımına daya­
nır. Bu inanç en azından Henry David Thoreau'ya kadar uzanır; "Kızılde­
rili bilgeliği"ni araştırmaya büyük zaman ayırmıştır. Ona göre bu, öyle bir
düşünce tarzıydı ki, insanoğlunun doğayı değiştirmesine yol açan ölçme
ve sınıflandırma gibi kötülükleri barındırmıyordu. Thoreau 'nun düşünce­
leri etkili olmayı sürdürdü. 1970'te ilk "Dünya Günü"nde, "Keep America
1491 ---- ----------- - ---- ·--··- ----·- --- ·- ·-- ----·- · - -----
27
- --

Beautiful, ine. (Amerika' mn Güzelliklerini Koruyalım A.Ş.) adlı grup, bil­


lboardlara kirletilmiş bir arazi üstünde sessizce ağlayan bir Kızılderiliyi
gösteren afişler astı. B u kampanya olağanüstü başarılı oldu.
Neredeyse bir onyıl boyu ağlayan Kızılderili resmi dünyayı dolaştı. Bu­
rada Kızılderililer başrolde olduğu için bu reklam hata Holmberg'in ya­
nılgısını somutlaştırıyordu. Çünkü onları yaşadıkları çevrenin özgün vahşi
koşullarında hiçbir değişiklik yapmayan insanlar olarak resmediyordu. Ta­
rih değişiklik anlamına geldiğine göre, onlar tarihsiz insanlardı.
Las Casas'ın İspanyol karşıtı görüşleri o denli acımasız saldırılarla kar­
şılaştı ki vasiyetini yerine getireceklerden Apolegetica Historia adlı kita­
bının ölümünden (1 566) kırk yıl sonra basılmasını istemek zorunda kaldı.
Aslında, kitabın tamamı 1 90 9 'da ortaya çıktı. Gecikmeden de anlaşılacağı
üzere Soylu Vahşi ile ilgili tartışmalar 1 8. ve 1 9. yüzyıllarda pek sempa­
tiyle karşıl anmıyordu. Buna uç bir örnek B irleşik Devletler tarihçisi Geor­
ge B ancroft ' tu ve 1 834'te Avrupalılar gelmeden önce Kuzey Ameıika'nın
"verimsiz bir çorak arazi" olduğunu ileri sünnüştü: "Tek sakinleri güçsüz
barbarlardan oluşan, sağa sola dağılmış az sayıdaki kabilelerdi ve bunlar
da ticaretten ve politik bağlardan yoksundular." Las Casas gibi B ancroft
da Kızılderililerin değişim yaşamayan topluluklar olarak varlıklarını sür­
dürdüklerine inanıyordu. Yalnız Bancroft, bu tarihten yoksun olma halinin
masumiyetin değil, tembelliğin bir göstergesi olduğu görüşündeydi.
B ancroft ' un tanımlaması, değişik biçimlerde gelecek yüzyıla taşındı.
Amerikan antropoloj isinin kurucularından Alfred L. Kroeber'in 1 934'te
yazdığına göre, Kuzey Amerika 'nın doğusundaki Kızılderililer gelişemez­
lerdi - bir tarihe sahip olamazlardı - çünkü yaşamları anlamsız, hiç bit­
meyen, sürekli yıpratıcı savaşlarla geçiyordu. Ona göre bu kısır döngüden
kaçmak "neredeyse imkfuısız"dı. Değerlerini savaştan barışa dönüştürmek
isteyen grup erken bir imhaya uğradı.• Kroeber, Kızılderililerin savaştan
ekin yetiştirmeye de zaman ayırdıklarını kabul eder fakat tarımın Doğu' da
yaşamın temeli değil, yardımcı bir unsur, bir anlamda "lüks" olduğu konu­
sunda ısrarcıdır. Sonuç olarak "Ekilebilecek toprağın yüzde doksan doku­
zu, belki de daha fazlası, el değmemiş halde duruyordu. "
Kırk yıl sonra, iki kez Pulitzer Ödülü kazanmış olan Samuel Eliot Mo-

* Joseph Conrad'a göre, şiddet beslenme tanından kaynaklanıyordu. "Soylıı Kırmı:.ı Adam giiçlii
bir avcıydı" diyen büyük romancı, şöyle devam eder: "Ancak eşleri iyi yemek pişirme sa11at111da
ııstalaşmamışlardı ve sonııçlar acıklıydı. Biiyiik Göller Yöresi çeı·resi11deki Yedi Ulııs ve ol'Glardaki
At Kabileleri geııiş çapta avlaıınıada11 dolayı siirekli hazımsızlık çekiyorlardı. Çii11kii onlar sağlık­
sız pişirilmiş yiyeceklerden kayııaklaııa11 nıara:i asabiyetten malıvolmııştıı." Sürekli kavga etmeye
eğilimliydiler.
28 CHARLES c. MANN

rison, iki ciltlik "Avrupa ' 11111 Amerika'yı Keşfi " (European Discovery of
America) adlı kitabını Kızılderililerin hiçbir kalıcı anıl veya kurum yara­
tamadığı savıyla bitirir. "Onlar kırsala sabit şekilde hapsolmuş, gelecekle
ilgili her türlü umuttan yoksun, kısa ve hayvandan farksız bir yaşamı olan
paganlardı.'' İngiliz tarihçi Hugh Trevor-Roper ' ın (Dacre of Glanton Baro­
nu) 1 965 'te iddia ettiğine göre, yerli halkın, "tarihteki temel işlevi, tarihin
kartı,� ı ge�·mişin giiriintiisiinii giiniimii::e göstermekth: "

Ders kitapları, akademik inançları sadakatle yansıtır. Birleşik Devlet­


ler okul tarih kitaplarına ilişkin bir araştırmada. yazar Frances Fitzgerald
Kızılderilileri sınıflandınnanın ilerlediği sonucuna vardı. "Eğer bir şeyin
istikrarlı bir geri kalmışlığı varsa··. bu 1 840- 1 940 arasıydı. Daha önceki
yazarlar. Kızılderilileri ilkel fakat önemli olarak görmüş fakat daha sonraki
kitaplar onları bir kalıp içinde dondurmuştur: "tembel, çocuksu ve zalim.''
I 940' 1arın önemli bir ders kitabı Kızılderililere yalnızca birkaç paragraf
ayınnıştı: sonuncunun başlığı şöyleydi : "Kızılderililer Geri Kalm ıştır."
Bugün yaşayanların kendilerini geçmişte yaşayanlardan üstün görmeleri
her zaman kolaydır. Texas Üniversitesi tarihçilerinden Alfred W. Crosby,
Holmberg 'in yanılgısını benimseyen araştırmacıların, daha çok Avrupalı
büyük liderlerin olayları sürüklediği ve beyaz toplulukların beyaz olma­
yan toplulukları her yerde ezdiği dönemde etkin olduğunu söyler. Tüm 1 9.
yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın büyük bölümünde, mill iyetçilik baskındı
ve tarihçiler tarihi, kültürler, dinler ve yaşam tarzından çok milletlerle ta­
nımlıyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı Batılılara, Batılı olmayanların da
(bu örnekte Japonlar) hızlı toplumsal değişiklikler yapmaya muktedir ol­
duklarını öğretti. Avrupalı sömürgeci imparatorlukların hızlı çözülüşü de
bu görüşe gölge düşürdü. Crosby bu olayların sosyal bilimciler üzerindeki
etkilerini yıldızlarla Samanyolu arasında görülen belli belirsiz tozların, as­
lında uzak galaksiler olduğunu keşfeden astronomlardaki etkisine benzetti.
Bu arada yeni disiplinler ve yeni teknolojiler, geçmişi araştıracak yeni
yollar yaratıyordu. Demografi (nüfus bil imi), klimatoloji (iklim bilimi),
epidemioloji (salgın hastalık bilimi), ekonomi , botanik (bitki bilimi), pal­
yanoloji (polen analizi), moleküler ve evrimsel biyoloji, karbon- 1 4 ta­
rihlendirme testi, Buzul Çağı örnekleri, uydu fotoğrafları, toprak tahlili,
mikro-uydu tahlili ve 3 boyutlu görüntüleme gibi çok hızlı ortaya çıkan
teknikler, bir havai fişek silsilesi art arda kullanıma giriyordu. Ve bütün
bunlar kullanılmaya başlanınca sadece, dünyadaki kara parçalarının üçte
birinin üstünde yaşayan bu insanların binlerce yılda çok az değişiklik ge­
çirdiği fikrine inanması güç oluyor. Elbette, birtakım araştırmacılar, yeni
1491 - - - - - - - - -- · - - ·---·· -- ... .. - - -- - - -
29

bulgulara büyük bir gayretle hücum ettiler. Coğrafyacı Thomas Vale, alay­
cı bir şekilde şöyle dedi : "Sadece (el değmemiş) doğa efsanesini yenisi
ile değiştirdik": "insanla dolan çayırlar." Fakat birkaç onyıl süren keşif ve
tartışmalar sonrası artık Amerika kıtaları ve gerçek sakinlerine ilişkin yeni
bir tablo oı1aya çıkmaktadır.
Reklamlar hala göçebe, ekolojik olarak has Kızılderilileri, Kuzey Ame­
rika 'nın geniş ovalarında, at üstünde Bizon kovalarken canlandırmakta­
dır fakat Kolomb zamanında Yerli Amerikalıların büyük çoğunluğu Rio
Grande 'nin güneyinde bulunurdu. Göçebe olmadıkları gibi, dünyanın en
büyük ve en zengin kentlerini inşa edip oralarda yaşadılar. Birçoğu büyük
av seferlerine bağımlı olmadan, çiftliklerde yaşıyordu. Diğerleri de balık­
çılık ve istiridye sayesinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Atlara gelince, And
Dağlarındaki lamalar hariç, atlar Avrupa' dandı, Batı yarımküresinde yük
hayvanı yoktu. Başka bir deyişle, Kuzey ve Güney Amerika araştırmacıla­
rın önceleri hayal ettiklerinden çok daha hareketli, çeşitlilik dolu ve kala­
balıktı. Ve eskiydi de.

Diğer Neolitik Devrimler

Geçen yüzyılın arkeologlarının çoğu, Kızılderililerin Amerikalara, son


Buzul Çağı 'nın sonlarında, aşağı yukarı on üç bin yıl önce Bering Boğa­
zı 'nı geçerek geldiklerine inanır. Kutup buz tabakaları, büyük miktarda
suyu çekip muhafaza ettiği için dünyadaki su seviyesi 1 00 metre inmişti.
Sığ Bering B oğazı, Sibirya ve Alaska arasında geniş bir kara köprüsü ol­
muştu. Şim di teorik olarak, söylendiği üzere "eski Kızılderililer", bugün
kıtaları ayıran 55 mili yürüyerek geçtiler. Arizona Üniversitesi'nden arkeo­
log C. Vance Haynes, 1 964' te resmi son fırça darbeleri ile tamamladı: O'na
göre (tam doğru zamanda, yani on üç bin yıl önce) Kuzeydoğu Kanada'da
iki büyük buzul kütlesi, aralarında buzdan arınmış, göreceli ılık bir koridor
bırakarak ayrıldı. B u kanal boyunca eski zaman Kızılderilileri buz kütleleri
üstünde zahmetli yürüyüşler yapmadan, Alaska'dan güneye, daha yaşana­
bilir bölgelere geçmiş olabilirler.
O zamanlarda bu buz kütlesi Bering Boğazı 'ndan güneye doğru iki bin
mil uzunluğunda idi ve neredeyse hiç yaşam yoktu. Haynes'in buzsuz kori­
doru olmadan insanların güneye gidebileceklerini düşünmek zordur.
Kara köprüsü ve buzsuz koridor bileşkesi, son yirmi bin y ılda yalnız
bir kez oldu ve yalnızca birkaç yüzyıl sürdü. Ve bu, adını kanıtlarının ilk
bulunduğu yer olan New Mexico 'daki Clovis kasabasından alan, Ameri-
30 CHARLES c. MANN

ka kıtalarının bilinen en eski kültürünün ortaya çıkmasından hemen önce


meydana gelmiştir.
Haynes 'in yorumu ve sunumu teoriyi o denli sağlam göstermişti ki tü­
müyle ders kitaplarına girdi. Ben bunu liseye giderken öğrendim, otuz yıl
sonra da oğlum.
1 997'de bu teori birdenbire bozuldu. Bu teorinin, Haynes dahil en ateşli
savunucuları, Güney Şili 'deki bir kazıda, on iki bin yıldan daha eskiye
uzanan insan yerleşiminin kanıtlarının bulunduğunu kamuoyu önünde ka­
bullendiler. Ve bu insanlar Bering Boğazı'nın 1 2 bin kilometre güneyinde
yaşadıklarına göre, bu uzaklığı aşmak muhtemelen çok zaman alacağın­
dan oraya kesinlikle buzsuz koridor açılmadan önce varmış olmalıydılar
(Zaten yeni araştııma, koridorun varlığı hakkında şüphe uyandırdı.) Buz
kütlelerini koridor olmadan geçmenin olanaksızlığı, bazı arkeologları, ilk
Amerikalıların yiııni bin yıl önce, buz kütlesi daha küçükken gelmiş olabi­
leceklerini öne sünneye itti. Ve hatta ondan da önce (Şili ' deki alanda bu­
lunan sanat eserleri en az otuz bin yıllıktır). Veya belki de ilk Kızılderililer
teknelerle yolculuk yaptılar, bir kara köprüsüne gereksinim duymadılar.
Veya Güney Kutbu'nu geçerek, Avustralya üzerinden geldiler. Danışman
Arkeolog Stuart Fiedel bana, "Karışık bir durum içindeyiz" demişti. B iraz
da etkili olsun diye eklemişti: "Bugüne kadar bildiğimiz her şey, şimdi
yanlış olmalı ."
B i r fikir birliği oluşmasa da, artan sayıda araştnmacı, Yeni Dünya'nın
Bering Boğazi 'nı geçen küçük bir grup tarafından işgal edildiğini, Alas­
ka tarafında sıkışıp kaldıklarını, Amerika'nın geri kalan bölümlerine ayrı
ayn gruplar halinde yavaş yavaş, çok muhtemelen Pasifik kıyısı boyunca
teknelerle göç ettiklerine inanmaktadır. Araştırmacılar ayrıntılar konusun­
da ayrılmaktadır. Bazı bilim insanları Amerikaların Kolomb 'dan önce, en
erken elli bin yıl önce olmak üzere, beş dalga halinde akına uğradıklarını
teorileştirmektedirler. Bununla birlikte, birçok tanımlama da bugünün Kı­
zılderililerini geç gelen akrabalar olarak görmektedir.
Kızılderili aktivistler bu akıl yüıütme tarzından pek hoşlanmamaktadır.
Bowlder'daki Colorado Üniversitesi 'nden siyaset bilimci Yine Deloria Jr.
bana şöyle dedi: "Sana kaç beyazm bana, 'bilimin' Kızılderililerin bir avuç
başkasının işine burnunu sokan asalak olduğunu söylediğini anlatamam. "
Bunu 2003 'teki ölümünden kısa süre önce bir sohbet sırasında söylemişti.
Deloria, "Kırmızı Dünya, Beyaz Yalanlar" (Red Earth, White Lies) dahil
ana akım arkeoloji eleştirisi olan birçok kitabın yazarıydı. Kitapların ge­
nel içeriği indeksten anlaşılabilir: Genel olarak başlıklar "bilim" le başlar,
ı 491
--- -- ---------- - - - . - · -- - - - - - -- - - - --·- - - - - - - - - --- -- --- -- · - - ·- -
31
· - - - - - --

"fesat ve lı ile ka rli k " , "Kızılderililerin açıklamaları . . . tarafından göz ardı


edilm iştir" , "kanıttan yoksun teoriler" , "falancanın tarafsızlığı efsanesi"
ve "filanca11111 ırkçılığı " şeklindedir. Deloria'ya göre arkeoloji esas olarak
beyazların suçunu aklamak içindir. Kızılderililerin başkalarının yerini işgal
ettiğini söylemek bu planın içine tam olarak oturur. Deloria dedi ki : "Eğer
biz yalnızca topraklarımızı başkalarından çalan hırsızlarsak, o zaman onlar
da şunu demeli; o zaman bizler de öyleyiz. Hepimiz göçmen değil miyiz?"
Hepimiz göçmeniz tezinin ahlaki mantığını anlamlandırmak zordur. Bu,
iki yanlışın bir doğıu yaptığını iddia etmek gibi gözükmektedir. Daha da
ötesi, birinci "yanlış"ın yanlış olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Değişik
eski zaman K ızılderili göç dalgaları arasındaki temas ve ilişki hakkında
bir şey bilinmemektedir. Fakat bugünün yerli Amerikalılarının ilk gelenler
mi yoksa ikinci gelenler mi olduğu, onların kültürel birikimlerinin ve ba­
şarılarının değerlendirilmesi açısından konumuz dışındadır. Hangi senaryo
k.urgulanırsa kurgulansın, onlar Avrasya'yı Neolitik Devrimin ilk ayak ses­
lerinden önce terk ettiler.
Neolitik Devrim, çiftçiliğin, tarımın keşfidir ve önemi asla küçümsene­
meyecek bir olaydır. Ronald Wright'ın yazdığına göre "insamn ilerleyişi
iki höliime ayn lir: Neolitik Devrim ' den önceki her şey ve sonraki her şey" .
Ortadoğu ' da bundan on bin yıl önce, Güney Irak ve İsrail arasından Tür­
kiye ' nin güneyine kadar bir yay şeklinde uzanan "Verimli Hilal" denen
bölgenin batı yarısında başlamıştır. Toplayıcı topluluklar, sabit köylerde
toplandılar ve arazide yabani buğday ve arpa ekip biçmeye başladılar.
Bunu izleyen birkaç bin yılda tekerlek ve madeni aletler aynı bölgede or­
taya çıktı. S ümerler bu buluşları bir araya getirdi, bunlara yazıyı ekledi
ve Milattan Önce üçüncü bin yılda ilk büyük uygarlığı yarattılar. O za­
mandan beri tüm Asyalı ve Avrupalı kültürler, görünüşte ne denli farklı
olsalar da, S ümerlerin gölgesi altında durur. Tarım devriminden çok önce
Asya'yı terk eden Yerli Amerikalılar ikramiyeyi kaçırdılar. Crosby şöyle
dedi : "Her şeyi kendi başlarına yapmak zorunda kaldılaı:" Dikkate değer
bir biçimde başarılı oldular.
Araştırmacılar uzun zamandır, Orta Amerika' da ikinci bağımsız bir Ne­
olitik Devrimin meydana geldiğini biliyorlardı. Kesin tarihi belirsizdir;
arkeologlar tarihini hep geriye doğru itmektedir. Fakat şimdilerde, on bin
yıl önce, yani Ortadoğu ' nun Neolitik Devriminden çok sonra meydana gel­
mediği düşünülmektedir. Bununla birlikte 2003 ' te And Dağlarının etekle­
rinde, Ekvator sahillerinde ekilmiş antik kabak tohumları arkeologlar tara­
fından bulundu. B unlar Orta Amerika'daki diğer tüm tarımsal kalıntılardan
32 CHARLES c. MANN

daha eski olabilird.i: Üçüncü Neolitik Devrim. Muhtemelen bu Neolitik


Devrim, başka şeylerle birlikte Beni'deki kültürlere de yol açtı. Bu iki
Amerikan Neolitiği, Avrasya'daki karşılıklarına göre daha yavaş yayıldı.
Çünkü belki de Kızılderililer birçok yerde gerekli nüfus yoğunluğunu oluş­
turamamıştı ve belki de Kızılderililerin en yaygın ekini olan darının· sıra
dışı doğası buna sebep oldu.
Buğday, pirinç, akdarı ve arpanın ataları, evcilleştirilmiş torunlarını
andım: çünkü her iki tür de yenebilir ve yüksek verimlidir. Dolayısıyla
bunlann besin maddesi olarak ekiminin yapılması fikrinin nasıl oluştuğu
tahmin edilebilir. Darı kendi kendine üreyemez çünkü taneleri başağının
yaprakları tarafından sıkıca sarılmıştır. Bu yüzden Kızılderililer onu başka
türlerden geliştirmiş olmalıdır. Fakat darıya benzeyen başka bir yabani tür
yoktur. Ona en yakın genetik akraba, görüntüsü bir hayli farklı olan teosin­
te adlı bir dağ otudur. Çünkü "başakları" Çin lokantalarında servis edilen
bebek mısırlanndan daha küçüktür. Kimse teosinte yernez çünkü tanele­
ri ekilmeye değmeyecek denli küçüktür. Bu umut vaat etmeyen bitkiden
modern darıyı yaratırken, Kızılderililer, arkeolog ve biyologların bunun
nasıl başarıldığını onyıllarca tartıştıkları o imkansız şeyi başardılar. Ka­
bak, fasulye ve avokado ile çiftleştirilen darı, Oı1a Aınerika'ya dengeli bir
beslenme, Ortadoğu ve Asya'daki türdeşlerinden daha besleyici bir ürün
sağlıyordu (And Dağları yöresindeki tarım patates ve fasulyeye dayanır­
ken, Amazon tarımı manyoka dayanır. Geniş etki alanı vardır fakat k üresel
düzeyde darıdan daha az öneme sahiptirler).
Ortadoğu Neolitik şafağının ilk ışıklarıyla Sümerlerin doğuşunun arasın­
da geçen zaman yedi bin yıldır. Kızılderililer aynı seferi daha kısa zaman­
da tamamlamıştır (istatistik! bilgi eksikliğinden daha net olunamıyor). Bu
yankürede teknolojik anlamda en ileri ve karmaşık olma şerefi Olmec'lere
verilmelidir. MÖ 1 800'lerde, Meksika'nın dar "belinde", tepedeki tapınak
merkezli kent ve kasabalarda ortaya çıkmışlardır. Bölgeye yayılmış eserler
arasında taştan yapılmış büyük erkek başları vardır. Çoğu 1 80 santim veya
daha uzun, miğfere benzer bir başlık takan, her zaman çatık kaşlı, biraz
Afrikalı çehreli olup, bunlar Olmec kültürünün Afrika'dan gelen deniz yol­
cularından esinlendiği yorumlarının çıkmasına yol açmıştır. Olmec'ler bu
çağda Orta Amerika'da ortaya çıkan topluluklardan ilkidir. Birçoğu çağdaş

*
Birleşik Devletlerde ve Avrupa'nın bazı yerlerinde adı "mısır (corıı)"dır. Ben burada "darı " yı
(mai::e) kullandım çünkü Kızılderili dansı çok renklidir ve kurutulup öğütüldükten sonra yenir.
Dik�at çekici biçimde, Kuzey Amerika'da "mısır=corıı" denen tatlı, san ve düzgün taneli değil­
dir. lngiltere'de "conı " , bölgedeki temel tahıl ekini anlamına gelebilir, örneğin İskoçya'da yulaf
da bu biçimde adlandırılabilir.
ölçülere göre karanlık ve cahilce insan kurban etme odaklı dinlere sahipti
fakat ekonomik ve bilimsel başarıları parlaktı. Bir düzine değişik yazı sis­
temi oluşturdular, yaygın bir ticaret ağı kurdular, gezegenlerin yörüngele­
rini izlediler, üç yüz altmış beş günlük bir takvim yarattılar (Avrupa' daki
çağdaşlarından daha doğru) ve tarihlerini incir ağacı kabuğundan yapılmış
kağıtlardan oluşan "akordeon gibi katlanan kitaplara" kaydettiler.
Tartışmasız en büyük entelektüel başarıları sıfırı icat etmeleri idi. Ma­
tematikçi Tobias Dantzig "Sayı Biliminin Dili" (Number: The Language
of Science) adlı klasik eserinde sıfırın keşfinin "insan soyunun" en büyük
başarılarından biri; matematikte, bilimde ve teknolojide bir "dönüm nokta­
sı" olduğunu belirtir. Ortadoğu 'da sıfırın ilk fısıltıları MÖ 60 0 ' de duyuldu.
B abilliler sayıları çeteleyle yazarken, onları sütunlara yerleştirirdi; tıpkı
bugün çocukların öğrendiği gibi. 1 1 ile 1 0 1 ' i ayırt etmek için sayıların
arasına iki üçgen koyuyorlardı: 1 !ı !ı l (Çünkü Babil matematiği 10 üze­
rine değil 60 üzerine dayanırdı, örnek yalnızca prensipte doğrudur). Fakat
tuhaf bir şekilde, bu sembolleri 1 , 1 0 ve l OO'ü ayırt etmek için kullanma­
mışlardır. B abilliler sıfırla ne toplama çıkarma yapmışlar, ne de negatif
(eksili) sayıların alanına girmesine izin vermişlerdir. Sıfırı çağdaş anlamda
ilk olarak Hintli matematikçiler (yer tutan değil, rakam olarak) Milattan
Sonra ilk yüzyıllarda kullanmışlardır. Bugün kullandığımız Arap rakam­
larıyla Avrupa ' ya ancak 12. yüzyılda gelmiştir (dolandırıcılıktan çekin­
dikleri için Avrupa hükümetleri yeni numaraları yasaklamıştır). Bu arada,
Amerika' da kaydedilmiş ilk sıfır MS 357' de bir Maya rölyefine oyulmuş
olarak bulunmuştur, muhtemelen Sanskritlerden• önce. İsa'nın doğuşun­
dan önceki tarihli bazı anıtlarda, sıfırın bizzat olmadığı fakat sıfırın varlı­
ğına dayalı takvim sistemiyle yazılmış bazı tarihlerin nakşedildiği yazıtlara
rastlanmaktadır.
B u ; Mayaların, diyelim ki Avrupa'daki benzerlerinden daha mı ileri ol­
dukları anlamına gelir? Sosyal bilimciler bu sorudan çekinir. İyi bir man­
tıkla, Olmec, Maya ve diğer Orta Amerika toplumları matematik ve astro­
nomide dünya üçüncüsü olacak fakat tekerleği kullanmayacaklardı. Şaşı­
lacak biçimde, tekerleği icat edip onu çocuk oyuncakları dışında, herhangi
bir amaçla kullanmadılar. Kültürel üstünlük öyküsü arayanlar onu s ıfırda
bulabilir, başarısızlık arayanlar ise onu tekerlekte bulabilirler. Her iki tar­
tışma yöntemi de yararsızdır. En önemli olan şey, MS l OOO'den sonra Kı­
zılderililerin Neolitik Devrimlerini yarıküre boyunca değişik uygarlıkları
içine alacak bir örtünün altında toplayan bir uygarlıkla buluşturmalarıydı.

* Hindistan. (Ç.N.)
Another random document with
no related content on Scribd:
“It’s better than the one she’s given you,” he said graciously, “which
ain’t sayin’ much. Sit down, Miss Denbigh. I guess you’ve come out
here same as I have. I’m trying to see Mrs. Carter—Miss Fanchon la
Fare, I guess it is now. This party”—he waved his thumb over his
shoulder—“Mrs. Quantah, she says Mrs. Carter’s sick.”
“So I hear.” Virginia turned her eyes discreetly away. She could not
look at Mr. Bernstein without thinking of his effort to engage her
grandfather, and she wanted to laugh in spite of her errand. “I’m very
sorry; I hope she’ll see me.”
“I hope so.” Mr. Bernstein leaned forward confidentially. “Say, I’ll tell
you what I’ve done. You see, I felt kinder guilty. You know about that
Carter boy? Well, I came out here on purpose to make good. I’m
offering Miss Fanchon one thousand dollars a week for one big
seven-reel feature for the Unlimited Film Company, and, after that,
say, five hundred a week steady as ingenoo in the company.”
Virginia lifted her eyes with difficulty to the kindly red face opposite.
“That seems magnificent, Mr. Bernstein,” she said softly, and then in
spite of herself she giggled.
Mr. Bernstein beamed.
“It’s a good offer, if I do say it! But, see here, Miss Denbigh, it ain’t
often we get a subject like that. She’s just ideal for dances—see?
Now, there’s another thing—coming out here, I made a find!” Mr.
Bernstein raised one fat hand and spoke behind it, watching the
door. “Notice that party—Mrs. Quantah?”
Virginia nodded, her eyes dancing. Mr. Bernstein edged his chair
closer.
“Say! We’re going to do some Dickens pictures. No copyright on
Dickens, you know, an’ it’s easy to get ’em. We’re going to do
‘Nicholas Nickleby.’ Now I ask you, did you ever see a better Miss
Squeers? Look at her—take her all around—them angles an’ that
mouth! Say, I’d give her something neat, believe me I would. I said
so to her, an’ what d’you suppose she said to me? That woman, poor
as Job’s turkey—what d’you suppose she said?”
Virginia was unable to imagine it and said so—with some difficulty,
her lips tremulous.
“I asked her.” Mr. Bernstein leaned back in his chair and shook his
head sadly. “I told her what I wanted an’ what I’d pay, an’ she said,
‘Nothing doin’!’ Now, what d’you know about that?”
He was about to say more, to enlarge on his grievance and on Mrs.
Quantah’s resemblance to Miss Squeers, but there was a sharp
sound. A door opened and shut, and the ideal Miss Squeers entered.
She did not look at Mr. Bernstein, but turned a stony gaze upon
Virginia’s flushed and smiling face.
“She’ll see you,” she said laconically.
Mr. Bernstein leaned farther back in his chair with the air of a martyr
determined to await his turn, if it took all night. Virginia rose hastily
and followed Mrs. Quantah.
A moment before she had had to laugh at Bernstein; now her heart
sank. She felt that Fanchon had never liked her, and now—wasn’t
this an intrusion? Her courage suddenly wavered, and her knees felt
weak under her when the gaunt woman opened a door at the end of
the hall and almost thrust her into the room beyond.
XXVII
The room was small and dim, although the shutters were open, as
Lucas had remarked. There was a frayed and scanty look to
everything, but a big four-poster stood in the corner. Lying across
that, looking as small and helpless as a child, was Fanchon. She
was half dressed, and she lay with her head on her arm, her soft
dark hair tumbled about her shoulders and framing her white profile.
Virginia, who had stopped just inside the door, stood waiting,
hesitating, uncertain what to do. Fanchon did not move, and she
looked so white and limp as she lay there that Virginia thought she
had fainted. She went quickly across the room and stood beside the
bed, looking down at the motionless figure.
Fanchon’s eyes were closed, and the long, thick lashes made
shadows on her white cheeks. There was no sign of makeup now
except a touch of the lips that made her mouth look scarlet, in fearful
contrast to the whiteness of cheeks and brow and throat. One arm
was thrown across the bed and the small hand clasped the crumpled
coverlet convulsively, the blue veins showing through its delicate
whiteness. Half-clad as she was, Virginia saw how thin were
Fanchon’s arms and how slender her neck, delicate and round as
the stem of a flower. How changed she was!
A memory of the daring little figure in white flashed back, and a flood
of pity submerged Virginia’s heart. William’s cry, “I’m done with
her!”—how incredibly cruel it would have seemed here!
Still she did not move or speak, and Virginia touched her gently.
“Fanchon!” she said softly.
Very slowly Fanchon rose on her elbow and looked at the visitor. The
fawn-like eyes were no longer soft; there was a smoldering fire in
them, and the delicate brows came down above them. The small
white face was distorted with an emotion that seemed to shake her
from head to foot.
“Why do you come here?” she asked sharply. “What do you want of
me?”
Virginia’s blush deepened painfully.
“I came because I heard you were ill and in trouble,” she replied
kindly, her voice trembling a little.
Fanchon drew herself up farther into a sitting attitude, her knees
under her chin and her hands clasping them. Her eyes still lowered
at Virginia, and the whiteness of her face against her loose, dark hair
had an almost weird effect.
“Why do you care for that?” she asked slowly. “Why do you want to
see how far I’m down?”
Her tone and her glance alike conveyed almost an insult, and
certainly a defiance; yet she was so weak that the other girl saw her
tremble from head to foot, as if she had an ague. Again Virginia
blushed, but this time she raised her head proudly.
“You don’t know me,” she replied gravely. “You wouldn’t say that to
me if you did. I’m—I’m not like that.”
Fanchon still looked at her steadily, an untamed passion leaping up
in her brown eyes like a flame.
“Ma foi, I know you well enough, I think!” she retorted bitterly. “You’re
the woman my husband loved—and you’ve taken him from me! Oh, I
know—you can look indignant! You righteous people—oh, mon Dieu,
how good you are! But you’ve taken him away, for all that.”
Virginia, who had never had such things said to her before, recoiled.
She drew away, looking at the wild little creature on the bed with a
kind of horror. For a moment all her impulses were beaten down, and
in the rebound she was ready to turn her back, to abandon the
wretched girl to her fate. She felt as if physical blows had been
rained upon her, as if she was no longer the Virginia Denbigh who
had entered that wretched room on an errand of mercy.
“If you say things like that I can’t stay to hear them,” she said
hurriedly, speaking with an effort, hot tears in her eyes. “I came to
help you, if I could—and you insult me.”
Fanchon laughed the shrill laughter of hysterics.
“You don’t like it!” she cried wildly. “Que voulez vous? You want only
nice things said to you—and I can have all the horrid things and all
the insults. That’s all I’ve had since I came here!”
Virginia, who was half-way to the door, stood still. Her quick ear had
caught the wildness of the laughter, and the poor little huddled figure
was sinking weakly forward. She came back.
“Fanchon, I came to help you. I’m telling you the truth—can’t you
believe me? I should like to help you, if I could.”
Fanchon’s face twisted convulsively, and she snatched at the
coverlet and drew it up over her shoulders. To Virginia she looked
like a wild child playing at “tents” under the counterpane.
“Tiens!” she cried fretfully. “I don’t know what you mean. I’ve always
told stories myself, until—until Leigh killed that man. Now, I’m not
telling stories. I suppose I can believe that you meant to do
something—something queer. That’s what they’ve all done to me
since I came. I don’t know why you’re here—I don’t care! C’est fini—
I’m done with you all!”
Virginia started. She remembered William’s words.
“I came because you’re ill. I want to help you, to make you more
comfortable. That’s really all I came for, Fanchon. I’m sorry you feel
so toward us—toward me.”
Fanchon shook back her hair and looked at the other girl curiously,
her eyes darkening and changing wonderfully.
“How pretty she is,” Virginia thought, “and how wretched.”
But Fanchon did not speak. For a while she only studied Virginia. At
last she spoke slowly, twisting the coverlet.
“Were you in court?” she asked.
Virginia shook her head. Fanchon’s eyes held hers, with that fierce,
dark, challenging look.
“But you know my story?”
“Yes, I’ve heard it,” Virginia reluctantly answered.
“My husband told you!” Fanchon sprang out of bed and ran across
the room, seizing Virginia’s arm and looking at her wildly. “William
told you!”
Virginia, who was fatally honest sometimes, said nothing; but her
face confessed that William had told her much. She was horrified.
How could she make this furious little creature understand how
William had told her, and how she had replied? She ought never to
have come here.
For an instant panic seized her and she longed to get away; and
then her inherited and noble fearlessness steadied her. She met
Fanchon’s feverish look calmly and frankly.
“I wish you’d believe me,” she said simply. “I’m not that sort of a
woman, Fanchon. It’s true that William and I were engaged once, but
he broke it off when he married you. And now”—Virginia’s pride
flashed in her eyes—“if he were free to-morrow, Fanchon, it would
make no difference—no difference in the world to me.”
They looked at each other. Fanchon, still holding the other girl’s arm
in her shaking hands, searched Virginia’s face with that wild look of
hers, her lips quivering. Virginia met the look at first proudly and
angrily, and then with such compassion, such tenderness and
honesty, that Fanchon’s lips twisted convulsively again. Suddenly
she dropped Virginia’s arm and turned away. She took an unsteady
step and almost reeled as she flung herself into a chair, hiding her
face in her hands.
“Do you believe me now, Fanchon?” Virginia asked, more gently.
There was no answer for a moment, then she heard the other girl’s
convulsive weeping. Fanchon, who had never controlled an impulse
in her life, was weeping wildly, twisting about in her chair and beating
the air for breath. It startled Virginia; she forgot herself and went to
her. Seizing the frantic little hands, she held them in her cool, firm
ones, as a mother might hold a frantic child’s.
“Hush!” she whispered. “You’re ill, you mustn’t! Don’t cry like this.”
But Fanchon wept on until she lay there almost fainting, white and
limp and broken. Virginia began to suspect what had happened
before she came into the room.
“Dieu, they all hated me!” Fanchon gasped at last. “All but Leigh and
that silly child, Emily.” She laughed wildly, still gasping. “She tried to
paint her face like mine, and they made her wash it off. Quelle drôle
de chose que la vie! And they hated me for that.” She gasped again,
dragging her hands away from Virginia and beating the air with them.
“They made him hate me, too.”
“Oh, no, no!” cried Virginia. “Fanchon, you’re wild—you don’t
understand!”
“Oh, I understand!” she retorted bitterly. “You’re one of them. I don’t
know why you came here—you’re one of them!”
“I came because you’re ill. You’ll be very ill if you don’t stop.”
“You think I’ll die, n’est-ce-pas?” Her red mouth twisted oddly.
“They’d like me to die, so he’d be free. They’re so good—they don’t
like divorces!”
“Hush!” said Virginia steadily. “I wouldn’t stay here if you were not so
ill, Fanchon, you’re trembling and shaking. Let me get a doctor for
you; let me take you out of this wretched place.”
Fanchon laughed again hysterically.
“It’s a fine place, isn’t it? Tiens! The place for Mrs. William Carter.
You see I have no money. Mon Dieu, I wouldn’t take a cent of his—
I’d starve first!”
“I understand.” Virginia laid her hand gently on her shoulder. “I
should feel like that myself. But I’m a woman, Fanchon—let me help
you while you’re so ill.”
Something in her touch, her voice, reached the girl. She stopped
shivering and looked up into Virginia’s face. She looked up steadily,
her own face changing and quivering. Then, suddenly, she sank
back in her chair very pale and quiet, her large eyes fixed not on
Virginia now, but on space.
“He was the only good man who ever loved me,” she said in a low
voice. “I’m not bad—I’ve never been bad—but they thought I was,
and I lied to him. I was afraid that if he knew I was divorced he
wouldn’t care for me—not in that way—and it would have killed me
then.” Her voice broke pitifully. “I—I loved him.”
Her head sank mournfully, she began to tear at the elaborate lace
petticoat she wore.
“You mean William?” said Virginia gently.
She nodded. Then, with a convulsive effort, she went on, more to
herself than to Virginia.
“He was good, and he loved me. He asked me to marry him, and I
lied. I said I’d never been married before. I needn’t have said it, but I
was afraid. I lied. And he hates me.” Her voice wavered again. “He
hates me. I shall never see him again!”
“But you love him still, Fanchon,” Virginia said softly; “and if you love
him you’ll forgive him.”
Fanchon’s face flamed suddenly.
“Never! I don’t want to see him again.” She rose unsteadily. “I’m
going to dress and go out there.” She pointed toward the door,
laughing again and trembling at the same time. “That fat man is out
there. I’m going into his pictures. He’s not afraid to engage me for his
show.”
“You can’t go, Fanchon,” said Virginia quickly. “You’re too ill. I must
help you.” She stopped, and her eyes filled with tears. “Fanchon, I’m
so sorry for you, I hope you understand. Let me help you.”
Fanchon turned, caught at a chair-back, and clung to it, laughing
wildly.
“You’re so sorry for me—and he loves you!”
“No,” said Virginia, “he shan’t! If he did, it would make no difference.
Fanchon, I want you to leave this place and come with me. Let me
take care of you. You’re too ill to stand up.”
“To stand up? Why, I’m going to dance for the pictures. You call me
ill? I can dance. Attendez!”
She let go of the chair to which she had been clinging, and seemed
to listen, her head bent and her brown eyes brilliant, her whole small
figure quivering and tense.
“Mon Dieu—I hear it—the music!”
She swayed slightly, and then softly, easily, she began to dance. She
danced wonderfully, keeping time to the music that she seemed to
hear, swaying with it, stepping back and forth, weaving a dance so
strange, so weird, so silent, that Virginia could not move. She stood
rooted to the spot, watching, fascinated—watching the white face
and the wild hair, the half-bare shoulders and the slender lifted arms.
Fanchon clasped her hands behind her head, twisting her slender
body this way and that. Her small bare feet flashed back and forth,
soft and silent and incredibly swift. She danced across the room,
back and forth, to and fro, and Virginia watched her. Never in her life
had she seen such dancing, never in her life had she seen such a
wretched, quivering, tear-stained face. She thought it would have
touched a heart of stone.
At last she could endure it no longer; it seemed to her like the dance
of death.
“Stop!” she cried. “Oh, Fanchon, stop!”
Virginia’s voice, the sharp sound of her own name, broke the spell.
Fanchon turned her head and looked at her. Something seemed to
snap in her brain; her eyes clouded, she reeled, and, stretching out
groping hands, she staggered blindly and would have fallen had not
the other girl caught her. Virginia held her by main force, almost
lifting her in her strong young arms, for suddenly all the life and
motion had left the small wasted figure, and Fanchon lay white and
senseless against her breast.
Ten minutes later Virginia came out of Fanchon’s room and closed
the door behind her. She was very pale, but her eyes shone. She
ignored the patient Bernstein and spoke directly to the woman.
“Mrs. Quantah, I’m going to take Mrs. Carter home with me. Have
you a telephone?”
Mrs. Quantah stood rigidly.
“I ain’t got no phone, an’ she ain’t a goin’ to take her trunk until she
pays. She owes me two weeks’ board now, and extries.”
“I was just telling the lady,” Mr. Bernstein began, “I’d pay in advance
if—”
“I’ll pay,” said Virginia superbly, sweeping past them, her head up.
“Make out your bill in full, Mrs. Quantah.”
She opened the hall door and called Lucas.
“Drive over for Dr. Barbour, Lucas. Bring him here at once, if you
can. While you’re over there, phone to Plato to get the west room
ready for an invalid—yes, and phone to the colonel that I want him
out here—in a taxi.”
“Yes’m, Miss Jinny.”
Lucas turned the fat horses around with their heads toward the
highroad. Then he looked back at the tall white-clad figure in the
door.
“Hurry!” she called after him.
Lucas whipped up.
“G’long, Billy! Ain’t dat jus’ Miss Jinny? I knowed it, I knowed it—if
she ain’t gwine t’ bring Miz Wilyum Carter home! Ain’t dat Miss Jinny
cl’ar down to de groun’? I declare to goodness if it don’ beat all.”
XXVIII
Sunday morning fell on the first day of September, and it was very
hot—so hot that Mr. Carter refused to go to church. He was sitting in
the shade of his library, in his shirt-sleeves and his stocking feet,
when his wife and Emily returned from service. Emily went up to her
room at once, but Mrs. Carter came into the library, took off her hat,
and sat down to get cool. She was a little flushed and thoughtful.
“The Denbighs were not in church,” she remarked after a moment. “I
don’t know that I ever knew Colonel Denbigh to miss a Sunday,
except when his son died. Do you remember, Johnson?”
Mr. Carter nodded. He had stopped reading the Sunday paper and
was slowly fanning himself with it.
“Sensible man to stay at home,” he grunted.
“People stare so at us!” Mrs. Carter complained. “Emily and I felt like
a circus. I’m so glad we’ve got Leigh off to college at last!”
Mr. Carter made no reply to this, but after an interval he muttered
something about a young donkey. Mrs. Carter sighed.
“Where’s William?” she asked in a whisper.
Mr. Carter, who had become nervous under continued misfortune,
started violently.
“I don’t know. Do you happen to think he’s drowned himself?”
“Johnson!”
“I’m expecting anything,” said Mr. Carter desperately. “There’s only
one sensible person in this family, and that’s Dan.”
“Dan’s out at the Denbighs’—I don’t know what for. He’s been out
there twice since Friday, and he’s worried. I can see it.”
“Of course! He’s in love with that girl now, I reckon, and she won’t
have a cripple.”
“He isn’t a cripple!” cried his mother warmly. “He’s only lame; but it’s
not that; papa—I think it’s something about—” She looked around a
little flushed and added, in a whisper, “about Fanchon.”
Mr. Carter said something short and cryptic and relapsed into
silence.
“I don’t feel that it’s right,” his wife continued bravely. “It’s worrying
me, Johnson. William hasn’t—well, he hasn’t shown any feeling at
all.”
“He’s going to get a divorce.”
William’s mother sighed.
“I hate divorces,” she said at last. “We never had one in the family.”
“That’s because you’re from South Carolina,” retorted her husband
unfeelingly. “Can’t get one there, anyway.”
Mrs. Carter disregarded this.
“I don’t feel right about it. She—she saved Leigh.”
Mr. Carter pursed his lips, moving his feet comfortably about on the
rug. He and his wife had been over this ground before, and it irked
him. He watched his toes moving inside of his coarse white
stockings. There was a silence.
The door-bell rang sharply. Mrs. Carter jumped.
“Oh, Johnson, put on your coat and your shoes,” she cried.
“Miranda’s let some one in.”
Mr. Carter began to jam his hot feet into his shoes, which seemed
incredibly too small to receive them.
“Drat it!” he said.
He had not got to the coat when Miranda’s amiable chocolate face
appeared at the door.
“Col’nel Denbigh, Mist’ Carter,” she said, and withdrew.
The colonel, carrying his wide hat in his hand, came in. He looked
very tall, very thin, and very grave.
“Oh, colonel, is there anything the matter?” Mrs. Carter cried
impulsively, seeing his face.
The colonel stood still, his white head erect and his fine old face
flushing a little.
“I came to see William,” he said. “Is he here?”
Mrs. Carter ran to the door.
“Miranda,” she called after the girl, “go up and tell Mr. William to
come down.”
Meanwhile, Mr. Carter had offered a chair. He was a little startled
and perplexed, but he looked keenly at the colonel.
“Do you want us to go, colonel?” he asked bluntly.
Colonel Denbigh lifted a protesting hand.
“No! I want you all to hear what I have to say, especially William. It
concerns William.”
Mrs. Carter, who had returned to her seat, looked frightened. There
was an awkward pause, the colonel sitting quietly in the high-backed
chair, looking into the crown of his hat.
“It’s—it’s very hot,” ventured Mrs. Carter faintly.
The colonel glanced kindly from one to the other.
“It’s the heat that has made it so bad for—her,” he observed
enigmatically.
Mr. Carter’s mouth tightened and he glanced angrily toward the door.
He heard his son coming down-stairs. William entered, looking pale
and haggard, and Colonel Denbigh rose. The old man was so tall
that he seemed to tower.
“William,” he said grimly, “I came to see you. Virginia sent me. We
wanted Dan to tell you, but Dan doesn’t wish to interfere. Your wife is
at my house—very ill.”
William turned from white to red. For a moment he seemed
nonplused, then he rallied.
“I have no wife, Colonel Denbigh,” he said slowly. “Fanchon left me
weeks ago. I expect to sue her for divorce.”
Colonel Denbigh held up his hand.
“Sit down, please,” he said, “and listen.” He sat down himself,
glancing from one to the other, and finally fixing his eyes on William’s
downcast face. “I hate to butt into other people’s affairs,” he said
simply. “Mr. Carter, I think you know I’m not a meddler?”
Mr. Carter nodded grimly. He, too, was looking at William.
“We all respect and love you, colonel,” cried Mrs. Carter tremulously;
“but—you know William’s had a terrible time.”
“I know it, madam. Far be it from me to belittle it. But the other day
Virginia found Fanchon out at Quantah’s. Do you know the place?”
He glanced again at Mr. Carter. “It’s wretched. William’s wife was
there, ill and penniless. My granddaughter went in to see her, and
while she was there Fanchon went out of her head and fainted in
Jinny’s arms. I think you all know Jinny. She paid the poor girl’s bills
—”
“I offered her money, I’ve tried to send her money,” William broke in
hoarsely. “I didn’t know where she was.”
The colonel nodded.
“I understand that. She told Jinny she wouldn’t take your money. She
told her story—in a way—to Jinny. She admitted that she loved you
still, that she had always loved you. You were the only good man
who had ever loved her, she said. Then she fainted. Jinny sent for
Dr. Barbour. It happened that your brother Dan was over there. He
came back with Lucas. I was out, and he and Jinny brought Fanchon
to our house. He had been looking for Fanchon. He had guessed
that she hadn’t any money, and he wanted to pay Jinny back for the
expenses. He’s shared our watch over Fanchon, but”—the colonel
smiled—“he wouldn’t interfere. That’s what he said. So Jinny sent
me. Fanchon has been out of her head, and all night, sometimes all
day, she’s calling you, William. Her pride, her poor little hurt pride,
took her away, but now she calls and calls.”
The colonel rose quietly and took up his hat. “I think that’s all. I came
to tell you. She’s suffered, and she saved Leigh; but if you feel you
can’t forgive her—”
Mrs. Carter was crying.
“Oh, Johnson, I think we ought to go,” she said.
Mr. Carter said nothing, but glanced silently at William. So did
Colonel Denbigh.
“William,” said the latter gravely, “Jinny said, ‘Tell William that
Fanchon loves him as few women love, and she’s calling him!’ She
lies there, quite out of her head still, William, calling and calling to
her husband.”
Mrs. Carter got up and put on her hat.
“I’m coming with you, colonel,” she sobbed. “I’ve felt it was all wrong.
We were hard on her, poor girl!”
“No, mother, I’ll go,” said William. “It’s my business. I’m going with
you, colonel.”
The colonel straightened himself.
“Thank God!” he said simply.
He was aware that Mr. Carter, red and out of breath, was being
urged into his coat and hat by his wife. He was to take them all, then.
It was lucky he had brought the wagonette instead of the old
rockaway.
The wagonette was waiting outside under the shadow of a tree, the
horses carefully netted, and Lucas wearing a brown linen coat and a
big straw hat. Colonel Denbigh helped Mrs. Carter up the high steps
and they started, the colonel and Mr. Carter on one side and Mrs.
Carter and William on the other.
Facing each other thus, an awkward silence fell, broken only by the
heavy tread of the horses’ hoofs. They were almost half-way out
there before the colonel thought of anything to say.
“The oats came on well this year, Carter,” he remarked at last, with
forced cheerfulness. “Fine crop!”
Mr. Carter, whose feet still felt several sizes too large for his shoes,
let his misery loose.
“I wouldn’t give a cent for the oat-crop,” he said bluntly. “I’m not a
horse.”
The colonel, startled for a moment, exploded into laughter, but Mrs.
Carter was shocked.
“Oh, Johnson!” she gasped, and then, anxious to propitiate the
colonel, she plunged in desperately. “It’s been such a beautiful year,”
she said anxiously. “I don’t think I ever remember a season when
things held so well. Nothing looks rusty yet.”
The colonel rubbed his chin.
“Except old men, madam,” he remarked with a twinkle.
She laughed tremulously, winking back her tears.
“I feel like an old woman, colonel.”
He shook his head, but his eyes were not on her. They had passed
on to her son.
William, flushed and silent, sat with his eyes down. The colonel,
sharply aware of the tension in the air, wondered. Could Jinny make
this lummox see? At the thought of Jinny the old man’s eyes lighted,
and he looked ahead toward his own gates. They stood open, and
he could see the old ginkgo-tree beside the door, already turning
yellow as gold in the sun. The horses turned placidly, the wheel
grated slightly on the stone curb, and they were going up the drive to
the house.
“She’s in the west room,” said the colonel, glancing toward two
windows where the shutters were half-closed. “We got a nurse the
second night. I wasn’t willing to have Jinny wear herself out. She
was up with her for twenty-four hours on a stretch.”
Mrs. Carter made an inarticulate sound, glancing at William in a
frightened way, but no one spoke until the wagonette stopped at the
door. Daniel Carter came down the piazza steps to meet them.
“She’s better,” he said soberly. “Virginia thinks she knows her.”
His mother clung to his hand as he helped her out.
“Oh, Dan, why didn’t you tell us?” she whispered.
He glanced grimly at William.
“I thought it was no use, mother.”
She knew what he meant, and she, too, glanced at William. He was
following Colonel Denbigh up the steps, but his face was set and
hard.
“What is it, Dan? How is she, really?” his mother asked anxiously. “I
felt so ashamed when the colonel told us. We’ve been very unkind to
her, Dan.”
He nodded. They were behind the others, but he saw Virginia on the
stairs.
“Fanchon has been delirious and very ill,” he answered in a low
voice; “but Dr. Barbour says she’ll get well. The Denbighs have been
most noble, most kind to her.”
“You mean Jinny,” his mother murmured.
“I mean both.” His eyes softened. “Virginia is an angel!”
Mrs. Carter, looking at him suddenly, winked back her tears. She
knew now—he loved Virginia! She patted his arm, but she was
looking at the stairs.
Virginia, in a pink morning gown, the short sleeves falling away from
her white arms, came down, bearing a tray. She saw them at the
door, and she blushed, but she put down the tray before she spoke.
“Daniel, please take your mother into the drawing-room and tell her
about Fanchon.” She took a step forward and held out her hand.
“William, I hope you’re coming with me?” she said.
He took her hand, aware that his father and Colonel Denbigh, his
mother and Daniel, were all watching. His blush was deeper than
hers.
“I came because you sent for me, Virginia,” he replied in a hard, level
tone.
Virginia’s hand fell at her side. For a moment she looked at him in
silence; then she turned.
“Come,” she said in a low voice.
William followed her up the wide old stairs, moving slowly, only
aware of the humiliation he felt. After ascending the last flight
Virginia stood before an open door and beckoned. He came to her
side.
“Listen!” she whispered.
“William!”
He started. He knew the voice—it was Fanchon’s.
“William!” she called again, and the light, hurrying voice went on—
sometimes in French, sometimes in English, but always repeating
the cry, “William!”
“It’s like that all day,” said Virginia. “She calls and calls you. It’s pitiful,
William, and it’s beautiful—she loves you so!”
He raised his dull eyes slowly from the floor to Fanchon’s face. What
he saw there made him draw a deep breath of pain.
He stepped into the room. The light was dim, but he saw the face on
the pillow and the soft, dark, wildly disheveled hair. Fanchon lay
there, tossing, moving her hands restlessly, her fawn-like eyes
brilliant and vacant, her small white face tear-stained, and her lips
moving, whether words came or not.
While her husband stood there, his head bowed, just inside the door,
she began to speak again in rambling and broken sentences.
“William! I’m not bad—I’ve never been bad—non, non! You can’t
threaten me—I won’t stand it, I’ll call my husband—William, William!”
She sat up in bed, and tears ran down her cheeks. She seemed to
be looking at Virginia, who still stood in the door.
“I didn’t do wrong—I loved him. You shan’t take him away—I love
him—William!”
William listened, and it seemed to him as if his own heart stopped
beating. The soft, appealing voice, and the white, pitiful face! He felt
a sudden sensation of suffocation.
“Guillaume de mon cœur! He’ll come,” cried Fanchon softly.
William took a quick step forward, hesitated, and then went across
the room. He knelt beside the bed and caught the trembling, groping
little hands in his and held them.
Virginia turned away.
She went quietly out of the room and shut the door behind her.
XXIX
When Virginia came down-stairs she heard the pleasant jingle of ice
in the drawing-room. Plato was serving iced tea, there being no
occasion in life, not even a funeral, when refreshments were not
served; but Mr. Carter and her grandfather were the only tea-
drinkers. Mrs. Carter was sitting in the corner, surreptitiously wiping
her eyes, and Daniel was walking up and down on the rear piazza.
Virginia heard his restless tramp as she crossed the hall and stood
for a moment in the drawing-room door. They all looked up at her,
and Plato discreetly withdrew, bearing his tray.
“How is she, Jinny?” the colonel asked quietly, setting aside his
slender glass of tea.
“I think she knew him,” Virginia answered simply, and then, ignoring
the two men, she went over to Mrs. Carter. “You were good to come,”
she said softly.
“Oh, Virginia!” Mrs. Carter dabbed at her eyes, “I feel as if I’d been
guilty.” She lowered her voice and added in a whisper: “What did
William say?”
Virginia smiled, a beautiful light in her eyes.
“I think he’s forgiven her already,” she replied sweetly. “I’ve been with
her for hours and hours, and I’m fond of her. I can’t help it. She’s like
a child, Mrs. Carter, and she loves William. Besides, she’s suffered
terribly, and don’t you think suffering expiates everything?”
Mrs. Carter pressed her handkerchief against her lips. For a moment
she was silent, aware of her husband’s eyes and Colonel Denbigh’s.
Involuntarily they looked at her. She wavered a little, and then she
spoke, faint-heartedly but sincerely.
“Johnson, I think we ought to go up-stairs, too. We ought to tell
William how we feel—at least, I should. I’m ready to do anything

You might also like