Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Baragan ■n Dikenleri 1st Edition Panait

Istrati
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/baragan-in-dikenleri-1st-edition-panait-istrati/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Gothikana 1st Edition Runyx

https://ebookstep.com/product/gothikana-1st-edition-runyx/

■srobbanás 1st Edition Variable

https://ebookstep.com/product/osrobbanas-1st-edition-variable/

Enkheiridion 1st Edition Epiktetos

https://ebookstep.com/product/enkheiridion-1st-edition-epiktetos/

Odysseia 1st Edition Homeros

https://ebookstep.com/product/odysseia-1st-edition-homeros/
Adoniada 1st Edition Adonis

https://ebookstep.com/product/adoniada-1st-edition-adonis/

■■■■■■ 1st Edition ■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-51590108/

Poliedro Matemática 1st Edition

https://ebookstep.com/product/poliedro-matematica-1st-edition/

Poliedro Física 1st Edition

https://ebookstep.com/product/poliedro-fisica-1st-edition/

Fragmanlar 1st Edition Herakleitos

https://ebookstep.com/product/fragmanlar-1st-edition-herakleitos/
PANAIT ISTRATI
BARAGAN'IN DiKENLERi

ÖZGÜN ADI
LES CHARDONS DU BARAGAN

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2020


SERTİFİKA NO: 40077

EDİTÖR
BARIŞZEREN

GôRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

DÜZELTİ
MEHMET CELEP

GRAFİK TASARIM VE UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

TÜRKiYE iŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARl'NDA


1.-2.BASIM
MODERN KLASiKLER DIZISl'NDE 1. BASIM NİSAN 2020, İSTANBUL

ISBN 978-625-7070-42-3

BASKI: UMUT KAGITÇILIK SANAYİ VE TİCARET LTD. ŞTİ.


Keresteciler Sitesi Fatih Caddesi Yüksek Sokak No: 11/1 Merter Güngören/İstanbul
Tel. (0212) 637 04 11 Sertifika No: 45162

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


istiklal Caddesi, Meşelik Sokak No: 2/4 Beyoğlu 34433 İstanbul
Tel. (0212) 252 39 91 Faks (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr

ÇEViREN: BERTAN ONARAN

Haydarpaşa Lisesi'ni, lü Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü


bitirdi. Gide, Sartre, Camus, Mayakovski, Saint-Exupery, Marguerlte Duras,
Albertine Sarrazin, Gilles Martinet'nin eserlerini dilimize kazandırdı. Cervantes'in
başyapıtı Don Quixote'yi ilk kez tam metin olarak çevirdi. Wilhelm Reich'ın
bütün kltaplannı Türkçeleştirdi. Andre Malraux. Emile Zola, Stendhal, Panait
lstrati, Eugtme lonesco, Alain Robbe Grillet, Nathalie Sarraute'dan çeviriler
yapan Onaran'ın 1972'de Beauvoir'dan çevirdil)i Konuk Kıza TDK çeviri ödülü
verildi. 2016 yılında yaşama veda etti.
Modern
Klasikler
Dizisi -149

Panait
lstrati

Baragan'ın
Dikenleri
Fransızca aslından
çeviren: Bertan Onaran

TÜRKiYE $BANKASI
Kültür Yayınları
1

Eflak'ın Tuna boyundaki el değmemiş ovalar, eylül gelin­


ce bir aylığına, binlerce yıllık yaşamına geri döner.
Bu dediğim, tam da Aziz Panteleimon günü başlar. O
gün, muska/ ya da krivatz adını verdiğimiz, Rusya'dan esen
rüzgar buz gibi soluğuyla geniş alanlan silip süpürür, ama
toprak henüz fırın gibi kaynadığından, muskaf ın azıcık dişi
kırılır. Olsun, birkaç gündür düşünceli duran leylek, tüyleri­
ni tersine döndürerek okşayan rüzgara kırmızı gözünü diker,
Moskova yelini sevmediğinden, daha ılıman ülkelere doğru
havalanır.
Köylerimizde sayılan, biraz da ürkülen bu kuşun -yuva­
sını yıkanın kulübesini ateşe verir- Yalomitsa ya da İbrail
halkınca beklenen, yolu gözlenen göçü, Tanrı'ya ayrılmış
topraklarda insanın egemenliğine son verir. Köylü, leyleğin
sonsuzluğa doğru uçuşunu izledikten sonra, külahını kulak­
larına indirir, alışkanlıkla hafifçe öksürür, bacaklarına dola­
nan köpeği ayağıyla kovup evine girer.
-Çocuklar uskaturiı toplamaya başlasınlar!
Bu iç karartıcı sözü işiten kadın ve ufaklıklar da alışkan­
lıkla öksürüp ürperirler:
-Leylek gitti mi?

Kuru ve yakılabilecek her şey. (Yazarın notu; bundan sonra "y.n.")


1
Panait Istrati

-Gitti...
O zaman ipler Baragan'ın eline geçer.

Bunu önce isteksizce yapar, yüzükoyun toprağa uzanan,


artık kalkmak da ölmek de istemeyen bir adam gibi . Bir dev­
dir o!
Dünya kuruldu kurulalı ağlayıp inleyen Yalomitsa ile
homurdanan Tuna arasındaki topraklara yayılmış olan Ba­
ragan, ilkbahar ve yaz boyunca, gezintiye çıkıp avaz avaz
bağırmanın dışında en küçük bir rahatlık vermediği, sev­
mediği çalışkan insanoğluyla gizli gizli savaşır. Bu yüzden,
Romanya'nın her yerinde, halk içinde aşırı özgür davranana
şöyle bağrılır:
-Hop, hop! Baragan'da mı sandın kendini?
Çünkü Baragan bir başına yaşar. Bir tek ağaç yoktur
üstünde! Bir kuyudan öbürüne susuzluktan ölürsünüz . Sizi
açlığa karşı korumak da onun işi değildir. Ama bu iki bo­
ğaz belasına karşı donanımlıysanız ve Tanrı'yla baş başa
kalmak istiyorsanız, hemen Baragan'a gidin: Bir Rumen
rahatça düş kurabilsin diye Tanrı'nın Eflak'a bağışladığı
topraktır bu .
İki dağ sırası arasında uçan bir kuş, insanın yüreğini
sızlatan bir şeydir. Aynı kuş, Baragan'da, yeryüzü ve uzak
ufuklarını yanına alıp götürür. Sırtüstü uzanırsanız, tabak
gibi toprağın havalanıp göğe yükseldiğini duyumsarsınız.
Her şeyden yoksun insanın elde edebileceği en güzel yükse­
lişlerden biridir bu.
Bu yüzden, Yalomitsa'lı adını verdiğimiz Baragan'lı hayli
ciddi bir yaratıktır. Gerektiğinde neşeyle gülmesini bilse de,
daha çok saygıyla dinlemeyi sever. Çünkü yaşamı çetindir
ve Baragan'ından daha iyi verim alabilmeyi öğretecek birini
bekler hep .
Düş, düşünce, göğe yükseliş ve açlık, Baragan'da, yani
suyu erişilmez derinliklerinde saklayan, dikenlerin dışında

2
Baragan'ın Dikenleri

hiçbir şeyin ayak basmadığı bu uçsuz bucaksız topraklarda


doğmuş insanı ciddileştirir.
***

Bunlar mısır gibi boy atan, genç kızlarımızın Aziz Todori


akşamı şarkı söyleyerek kırptıkları kırmızı çiçekli, tüylü de­
vedikenleri değildir:

Koditsele fetelor,
Kat koditsa yepelor/ı

Burada sözü edilen dikenler, kar eriyince, mantara ya da


kuzumantarına benzeyen küçük bir top halinde belirirler.
Bir haftaya kalmadan, her yeri kaplarlar. Baragan'ın sırtında
taşımaya razı olduğu tek şey onlardır. Bir de dikenlere bayı­
lan, onları açgözlüce kemiren kuzulara dayanabilir. A ncak,
kuzular ne kadar yerse, o kadar gelişir dikenler; yine böyle
top gibi büyür, büyümesi bitince ve artık korkunç battığı için
hayvanlar yemez olunca, kocaman bir damacanaya dönü­
şür. Kendini korumayı bilir bu yaban otu . Ayaktakımından
insanlar gibi: Ne kadar işe yaramazsa, kendini savunmayı o
kadar iyi bilir.
Peki ama yararlıyla yararsız arasın�. aki ayrımı açık seçik
biliyor muyuz?
Yalomitsa'lı delice çırpınır, toprağından bir avuç mısır
ya da birkaç patates elde etmeye çalışırken, ilginç değildir
Baragan . Oraya gelmemek gerekir. Partallara bürünmüş
güzel bir kadın gibi, elmaslar takıp takıştırmış bir cadaloz
gibi soysuzdur. Toprak insana yalnız karnını doyursun diye
verilmemiştir. Yeryüzünün kimi köşeleri bir kenara çekilip
düşünmek içindir.
Baragan işte böyle bir köşedir.
İnsanoğlu evine döndüğü, dikenler batmaya, Rusya'dan
kopan rüzgar esmeye başladığı zaman gösterir egemenliğini .
Bu da eylülde olur.

2 Küçük kızların örgülü saçı, I Kısrak kuyruğunu andırmalı! (Çevirmenin


notu; bundan sonra "ç.n. " ) .
3
Panait lstrati

O zaman uzaktan, bir çobanın sırtını kuzeye döndüğü,


sürüsünü otlatırken oyalandığı görülür. Değneğine yaslanıp
kıpırdamadan durur, esen yel, ağaçtanmış gibi onu oynatır,
sallar.
Çevresinde göz alabildiğince, yalnız diken, sayısız diken­
den kurulu bir ordu vardır. Sık mı sık, gür mü gür diken;
yünleri çelikten koyun sürüsü sanki . Her yanları diken ve
tohum . Yeryüzüne dağılacak, diken, yalnız diken üretecek
tohum .
Çoban gibi, onlar da iki yana sallanır; Moskova'dan
esen yel büyük hınçla sımsıkı diken yumağına saldırırken
Baragan dinler, kurşun rengi gök bütün ağırlığıyla toprağa
çöker, ne edeceklerini bilemeyen kuşlar havalanır.
İşte böyle, bir hafta boyunca eser rüzgar. . . Dikenler, topu
topu bir parmak kalınlığındaki saplarına tutturulmuş yuvar­
lak başlarıyla, her yöne eğilip bükülür, direnirler. Biraz daha
direnirler. Ama çoban direnemez! Tanrı'nın hayırsız toprağı­
nı bıiakıp evine döner.
Biz de o zaman: Tsipenye/3 deriz . Budur işte Baragan .
Hey ulu Tanrım, nasıl da güzeldir!
Krivatz, var gücüyle sürer atını diken krallığına, yeri
göğü altüst eder; bulutları toza dumana karıştırır, kuşları
yok eder, işte o zaman dikenler yola koyulur, kötü tohumla­
rını her yana saçmak üzere . . .
İncecik sap, dibinden kırılıp kopar. Dikenli yumakların
binlercesi yuvarlanmaya başlar. Yaşlıların pencerelerinden
bakıp "nereden gelip nereye gittiklerini yalnız Tanrı bilir"
dedikleri dikenlerin büyük yola çıkışıdır bu .
Hepsi birden çıkmaz yola . Rüzgarın ilk kızgın üfleme­
siyle kül renkli ko}ıun çığı gibi tüyenler vardır aralarında .
Kimisi direnmeye çalışır, ama ilk kopanlar onları da katarlar
kesintisiz sürüklenişlerine, alıp götürürler. Krivatz çılgınca
bir üflemeyle darmadağın edene, parçalarını havaya savu-

3 İn cin top oynuyor! (ç.n.)


4
Baragan'ın Dikenleri

rana, onlara çılgın bir halay çektirene, sonra yeniden önüne


katıp sürükleyene dek birbirlerine karışır, düzensiz bir kar­
topu gibi sağa sola uçuşurlar.
Baragan'ı işte o zaman görmek gerekir. Krivatz olanca
öfkesiyle uğuldarken, çılgınca üzerinde yuvarlanan o diken
ordusuna sevindiğini, isterse sırtını, kamburunu çıkardığı­
nı isterse de yamyassı olduğunu sanırsınız. Zaman zaman
rüzgar kesildiğinde, iyi birer arkadaş gibi koşuşan, usulca
çarpışan, eğlenmek üzere birbirlerini geçen, sonra yeniden
sıra halinde dizilen, dirsek dirseğe yürüyen üç dört dikenin
geçişini duyumsamak için sesini soluğunu keser.
Bunalımın sonuna doğru tek başına dikenler yani en se­
vilenler belirir. En çok beklenenler de bunlardır. Sapları daha
başında kopacak kadar kurumadığı, bir talihsizlik sonucu
bir yarığa gömüldükleri ya da yaramaz çocuklar arkalarına
düşüp yollarını kestiği için gecikmiştir zavallılar. Acelesi olan
ufak tefek insancıklar gibi, tek başlarına yuvarlandıklarını,
önümüzden geçip gittiklerini görürüz. Gökyüzü de, bütün
Baragan da onlara bakar: Yalnız dikenlerdir bunlar, en çok
sevilenlerdir.
Sonra, ansızın, bütün yaşam durur. Geniş düzlükler, bir
saray avlusunun taşları gibi silinip süpürülmüştür.
O zaman Baragan beyaz kürküne bürünür, altı ay uyku­
ya yatar.
Peki ya dikenler?
Onlar kendi öykülerini sürdürürler.
il

Bizim Romanya toprağına özgü kimselerin işitmediği bir


öyküdür bu. Ama başından başlamalıyım ...
Tuna'nın, babasıyla boy ölçüşmeye kalkan Borçea kolu
üzerindeki Lateni baltaretz'inden4 olmama karşın, bachtinas
Yalomitsa'lı değilim. İkisi de Oltenya'lı, yoksul mu yoksul
anamla babam, ben iki yaşıma bastığımda, yollara düşmüş­
ler. Daha ne söyleyeyim size? Yirmi ili dolaştıktan sonra hey­
belerini de, çizme boyundaki beni de Borçea nehrine yansı­
. yan bu küçük köye atmışlar.
Size çok garip gelebilir, ama öyle olmuş. Anamla babam,
mezbahaya götürülen hayvanlar gibi, kendilerini zor işlere
koşacak insanlar değillerdi. Şaşkın babam kavalını öttürme­
ye başladı mı açlıktan baygın düşene dek kendinden geçerdi.
Lateni'de en azından balık vardı elimizin altında. Bir bakı­
ma, kendisi atlıyordu tencereye. Dinleyip siz karar verin:
Borçea nehri, ilkbahar ve sonbaharda, sarımsı dalgala­
rıyla sürülmemiş toprakları örterdi; bu uçsuz bucaksız su
örtüsünde öyle çok tumabalığı, sazan, havuz balığı kaynar­
dı ki kediler bile su birikintilerinin kıyısına gidip doya doya
tıkınırlardı. O zaman kazanla6 balık avı başlardı. Tam anla-

4 Bataklık. ( y.n.)
5 Doğuştan. (y.n. )
6 Fransızca metinde "caza n " . (ç.n.)
7
Panait Istrati

mıyla gökten nimet yağardı! Paçalarını sıvamış, torbalarını


boyunlarına asmış kadınlar, erkekler, çocuklar dört bir yana
dağılır, ellerinde dibi çıkarılmış eski kazanları, suyla kaplan­
mış tarlalarda olabildiğince yavaş ilerlerdi. Su hiçbir zaman
dizi geçmezdi. Bata çıka yürürken, balık ayaklarımıza çar­
pardı, ama ufacık şeylerdi bunlar, biz iri balıkları arardık. İri
balığın, uçları suyun dışına çıkan otların kökünü kemirmeye
bayıldığını bilirdik. Hiç kıpırdamadan, bu otlara dikerdik
gözümüzü. Oynadıklarını görür görmez, elimizdeki kazan
pat diye üstüne kapanırdı. Balığın, kazanın çeperlerine vur­
duğunu işitirdik. O zaman yapılacak bütün iş onu alıp boy­
numuzdaki torbaya atmaktı. Bunu başaramamak için iyice
beceriksiz olmak gerekirdi.
Babamsa, bunu bir türlü beceremez, ufaklıkların mas­
karası olurdu. Herkes onunla dalga geçer, alay ederdi. Hiç
aldırmazdı. Çevresindeki kıpırdayan kıpırdamayan bütün
otlara kazanıyla saldırmayı sürdürürdü. Bir saatlik avın so­
nunda, torbalarımız balıkla doldora1, kulübelerimize dö­
nerdik. Babam tek bir kıtıkB bile getirmezdi. Bunu gören
anacığım, tuzlama hazırlığı yapsın, yemek pişirsin, çamaşır
yıkasın ve kavalını çalsın diye ona evde kalmayı öğütlerdi.
Bu durum beni ağlatacak kadar küçük düşürüyordu; er­
kek dediğin çamaşır yıkamaz, çorba kaynatmaz! Ama ba­
bamın erkeklikle ilgisi yoktu, kalın kara bıyıkları, kavalın­
dan ayrılmayan derin baygın bakışlarıyla tatlı bir kadındı;
boğum boğum parmaklarıyla çalgısından, sessiz gecelerde
ta uzaklarda çınlayıp köpekleri ulutan tatlı ezgiler çıkarırdı.
Aslında borç9 çorbası ya da balık pilakisitO pişirdiğinde ya
da çamaşır yıkadığında, en iyi ev kadınları gelip ondan ders
alabilirdi. Bununla birlikte, bir erkeğin kadın işi yapmaması
gerektiğinden, herkes onunla dalga geçerdi.

7 Dopdolu . (ç.n . )
8 Ufak balık. (ç.n.)
9 Fransızca metinde " borche". (ç.n.)
10 Fransızca metinde "plakia". (ç.n.)
8
Baragan'm Dikenleri

Zavallı babacığım hiçbir hakarete karşılık vermediği, her


şeye bilgece katlandığı için bütün köyle savaşmam gerekir­
di. Sivri külahı ensesine eğik, üstünkörü bağlanmış dökülen
şalvarı, yerlerde sürünen opinci'leriıı, uzun boynu ve bu acı­
nası, ama insana hüzün verecek kadar güzel yaşamın öcünü
almasına izin veren harika kavalıylaıı dudaklarında hafif bir
gülümseme, Borçea'ya yollanırdı.
Kimi zaman ardına düşerdim. Kimi zaman ve gizli gizli,
çünkü yalnız kalmayı severdi. Sessizliğin çamur kokusuna
karıştığı ılık akşamlarda, devrilmiş bir söğüt gövdesine otur­
duğunu sezerdim. İnsanın soluğunu kesen yanık bir ezginin
ardından, bizim Olt bölgesine özgü unutulmaz türküyü usul
usul söyleyen kısık sesini işitirdim:

Yeşil yaprak avrameasa,


lla, ila, la!
Ot biçmeye gitti Oltenya'lı erkekler;
Evde kaldı Oltenya'lı kadınlar,
Meyhaneleri doldurmaya. 1 3

Evet, Oltenya'lı erkekler hep "ot biçmeye" ya da bin bir


türlü iş yapmaya gider, gerçeği bütünüyle yansıtmasa da
Oltenya'lı kadınları "meyhaneleri doldurmaya" bırakırlar­
dı; ama babam hiçbir zaman öyle yapmadı, yola çıkarken
Oltenya'lı kansını da, gözünün bebeği beni de yanına aldı.
Bu yüzden anam onu çok ama çok severdi. Bunu bana ba­
lık avında, bacaklarındaki korkunç varislere bakıp neden en
kolay işleri babama bıraktığını sorduğumda söylerdi:
- Çünkü onu seviyorum yavrum... Tanrı onu böyle ya­
ratıp bana koca diye vermiş. Zavallıcık, onun kusuru değil
ki bu!

11 Çarık. ( ç.n.)
12 Fransızca metinde " caval ". (ç.n.)
13 Michel Vulpesco'nun olağanüstü yapıtına bakınız: Les Coutumes
Roumaines Penodiques/ Rumenlerin Mevsimsel Töreleri. (y.n.)

9
Panait lstrati

"'"'"'

İşte böyle yaşıyorduk Lateni'de.


O zaman dokuz yaşındaydım. Bir gün bile yoruldum de­
meyen anamla, ortalığı su basınca yapılan balık avına gidi­
yordum hep - sazan kapımıza dayandığında da, yılın öbür
aylarında Borçea'da tutmak gerektiğinde de.
Borçea'da kazanla tutulmuyordu elbet balık, öbür balık­
çılarla birlikte kipçel,ı4 prostovo/,ıs plassaı 6 ya da varçitiı ?
ile, kimi zaman da navod'la 1 s avlanıyordu.
Bir Oltenya'lı kadının kocasını ne kadar sevdiğini anla­
yabilmek için bu kadının balık avlayışına bakmak gerekirdi!
Özellikle, kolları omuzlarına dek çıplak, eteği belinde, saçla­
rı sıkıca basma 1 9 yemeninin altına toplanmış, dudakları, bu­
run delikleri uçsuz bucaksız bataklığa çevrilmiş, prostovoru
çevresine serperken görmeliydiniz onu - Borçea'daki bütün
balıkları avlayacaktı sanki.
- Helal olsunıo bu kadına! diye bağırırdı balıkçılar ona
bakıp.
Buna karşın başımız dertten kurtulmazdı, bu dünyada
çok uğraşıp didinmeye değmezdi, çalışmak insanı hiçbir yere
götürmezdi çünkü.
Biz balık tutarken -ben de giderdim balık avlamaya- ba­
bam evde, kollarını sıvayıp balık tuzlar, fıçıları doldurur, tuz­
da yeterince yatmış balıkların suyunu alır,. satışa hazırlardı.
Satış ... Tanrı insanı böyle satıştan korusun! Balığın yüz
kilosu beş ya da on leye pazarda açgözlü alıcılara toptan
bırakılırdı. Ucuza gitse de sevinirdik, çünkü onları koyacak
yerimiz yoktu. Tuzlama sırasında bizi ayak bileklerimize dek

14 Balık tutmak için kullanılan özel bir araç. (ç.n . )


ıs Serpme ağ. (ç.n.)
16 Ağ. (ç.n.)
17 Bir tür balık ağı. (ç.n.)
ıs Trol. (ç.n.)
ı9 Fransızca metinde " basma" . (ç.n.)
20 Fransızca metinde "halal". (ç.n.)
10
Baragan'ın Dikenleri

fıçılara gömdükten sonra, olanca ağırlığıyla sırtımıza biner,


çürür, her yeri kokuturdu. Evet, yüz kilosu beş on leye gider­
di! Sizin anlayacağınız, tonlarca tuz almak üzere hep devlete
çalışırdıkı21 Bize bir partal ya da mısır unu alacak para bile
kalmazdı. Ve bir de anacığımın onca yiğitlikle, biraz daha iyi
yaşama umuduyla tuttuğu o balıkların bozulduğunu, götü­
rüp yeniden Borçea'ya atmak gerektiğini düşünün!
Evet, çok yerindeydi halkın şu sözü:

Buna tsara, rea tokmeala


Hat'o'n kur de randoueala/22

Buydu işte. Kötü örgütlenmiş, kötü yönetilen, varlıklı


ülke; anam da bütün Rumen köylüleri gibi çok iyi bilirdi
bunu.
Eflak'ın bir ucundan öbürüne süren uzun göçebelik yıl­
lan boyunca herhangi bir ırmaktan uzak, et alamayacak
kadar yoksul, Tuna nehri ile kollarının, uzantılarının geçtiği
yüzlerce kilometrelik kıyılarda milyonlarca kilo balık yatar­
ken, çürürken, boşa giderken yalnız mamaliga23 ve sebzey­
le yaşayan insancıkların içler acısı yaşamlarını binlerce kez
görmüştü.24 İyi de, ülkenin dörtte üçü binlerce yıl önceki gibi
yollardan mahrumsa, gökten yağan o nimeti nasıl taşıyacak­
sın başka yerlere?
Anamın aklına bir fikir geldi, bize hiç danışmadan bunu
gerçekleştirmeye koyuldu: Gizli gizli para biriktirip, bizi sa­
bah akşam balıkla, ama yalnız balıkla besleyerek -polentayı,
bir lokma ekmeği, kırk yılda bir görüyorduk- bir yıl boyunca

21 Romanya' da devlet tuz tekelini elinde bulundurur. Bu yüzden tuz fiya-


tını da devlet belirler. (y.n.)
22 Güzelim ülke, kötü yönetim I Tanrı'nın cezası yönetmelik! (ç.n.)
23 Mısır unundan yapılan yemek; polenta. (ç.n.)
24 Şimdi hayatta olmayan büyük Rumen eleştirmen ve sosyolog Dobro­
yeann-Gherea'nın değerlendirmelerine göre savaştan hemen önce
köylümüzün günlük besiniydi bunlar - bkz. Neai"obagia. (y. n . )
11
Panait Istrati

yüz ley topladı ve bu parayla uyuz bir beygir, dört tekerleğin­


den ikisi sallanan, dağılmak üzere olan bir araba aldı.
- Alın arabayı, dedi babama; sen ve çocuk köyleri dola­
şıp, tuzlu balık satacaksınız...
- Bu arabayla mı? diye göğüs geçirdi babam, yüzü sap­
sarı; bununla mı geçeceğiz Baragan'ı?
Bir deri bir kemik ata, dağılan arabayaıs baktı küçümse­
yen gözlerle:
- ... Gelmek ister misin benimle, ufaklık? dedi.
Bu ne biçim soruydu! İstemek ne demek, uçardım! Dü­
şünsenize, Baragan'ı görecektim! Bütün çocukların en bü­
yük düşü, o "efendisiz toprağı" görmek! Daha da önemlisi,
en sonunda ben de, arkadaşlarımın öykülerini ballandıra
ballandıra anlattıkları o dikenlerin arkasından koşacak, rüz­
garın önüne düşüp bütün dünyayı dolaşan dikenleri kova­
layacaktım!
- Neden denemeyelim? dedim ciddi bir yüzle, sevincimi
gizleyerek; yitirecek neyimiz var ki?
- Hay dinine yandığımın, önce at, sonra araba, ardın­
dan da kendi canımız! Baragan yutar hepimizi!
Baragan tarafından yutulmak! Ürperdim. Evet, evet, is­
tiyordum bunu!
Ertesi sabah gün ağarırken, gerekli şeyleri, acınacak ka­
dar az üç beş eşyamızı yanımıza alarak yola koyulduk. İyi yü­
rekli mamuka'mız, bizi ölüme gönderiyormuşçasına eli ayağı
titreyerek, iki gözü yaşlı, İbrail'den Ca.Iantşi'ye giden anayo­
lun çok ötesine dek, çölden sakınarak, Borçea kıyısından
ayrılmadan, Baragan'ın sınırına kadar yanımızda yalınayak
yürüyerek geçirdi bizi. Orada ikimize de sarıldı. Yaşı daha
otuz beşe varmamış olsa da kırış kırış yüzü yaşlar içindeydi.
Bir daha yüzünü göremeyeceği atı okşadı, ne kadar dayanık­
sız olduğunu sınamak üzere tekerleklerden birini salladı. Bu
derme çatma arabayı da bir daha göremeyecekti elbet.

25 Fransızca metinde "haraba". (ç.n. )


12
Baragan 'ın Dikenleri

Yağmur yüklü yaz göğünde kargalar uçuşurken, bu kül


renkli, puslu sabah vaktinde, kara gölgelerimiz hemen dibi­
mizdeki çöle vuruyordu. Babam külahını eline aldı, boştaki
eliyle de sıska atın yularına yapışıp haç çıkardı:
- Tanrı bizi korusun!
- Tanrı sizi korusun!
Ve Baragan, bizi hiç ürkütmeden koynuna aldı, babam,
kavalından dökülen yanık ezginin ardından türküsüne baş­
ladı:

Ot biçmeye gitti Oltenya'lı erkekler. ..

İşte böyle ayrıldık bir daha yüzünü göremeyeceğimiz za­


vallı anadan.
III

Arabanın arkasına yığılmış üç yüz kilo balık, balığı tart­


mak üzere koviltir'in26 altına tutturulmuş bir terazi, bir tor­
ba mısır unu, mamaliga pişirmeye yarayacak bir çavunı1,
bir sacayağı, soğan dolu bir torba, iki yorgan, toplanacak
paranın konacağı meşin çanta ve gerekirse onu savunmaya
yarayacak kalın bir sopa; varımız yoğumuz buydu işte.
Deniz üstündeymişiz gibi nerede olduğumuzu bilmeden,
yerle gök arasında yürüyorduk. Beygir öksürerek ardımız­
dan geliyordu.
- Benimle gelmek istemesen, dünyada yola çıkmazdım...
O ıssız çölde, babamın ansızın söylediği bu sözü ölene
dek unutmayacaktım. O günden beri ardımda, yaşadığım
sürece de peşimden ayrılmayacak. Atıldığımız bu serüvenin
sorumlusu, on dört yaşındaki bir oğlan olan bendim demek.
İstemeseydim... İyi ama olanağı var mıydı bunun?
Bunu zaten laf olsun diye söylemiş babama yanıt verme­
den arkaya geçtim; arabanın altından, dingilleri yağlamaya
yarayan pakura dihonitsaıs iki yana sallanırken, atın yaşlı
toynaklarının kumlu toprağa gömüldüğünü, bin bir güçlük­
le havaya kalkıp indiğini görüyordum. Bunları bir an için

26 Örtü. (ç.n.)
27 Çanak. (ç.n.)
28 Katran çanağı. (ç.n.)
15
Panait Istrati

gördüm sonra sanki aniden başka bir dünyaya uçuruluver­


dim, çünkü ansızın beliren güneş, yalnızlığımızın üstüne
bir demet kör edici ışın gönderdi. Binlerce diken morumsu
elmasla kaplandı. Babamla araba arkalarını doğuya verip
uzaklaşırken, güneş ardımda, bunlara parmağımın ucuyla
dokunuyor, dikenleri dilimin ucuyla topluyordum. Tarlafa­
releri, kokarcalar, gelincikler korkuyla kaçışıyorlardı; çekir­
ge sürüsü kadar çoktular. Köpeğimizi getirmediğime yanı­
yordum. Sahipleri gibi balık yemekten bıktığı için, kim bilir
nasıl keyifle mideye indirirdi bu hayvanları! Ayrıca, baba­
ma eşlik eden kavalı gibi, o da bana yoldaş olurdu. Ancak,
mamaliga yediğimizi gördükçe ağzı sulanacak diye köpeği
yanımıza almamamızı salık vermişti anam, üstelik babamın
uykusu çok hafifti, hem zaten Baragan'da ne dolaşan ne de
zarar verecek kimse vardı.
Yine de nasıl özlüyordum bizim Ursu'yu! Yalnızlığa, uzun
yolculuklara susamıştım elbet, ama iyi bir yoldaşla birlikte.
Balık tutmayı bırakıp bir yere gidemeyen ben, yıllardır o gü­
zelim eylül krivatz ve dikenlerine eşlik ederek sağa sola koş­
turan arkadaşlarımın gidişlerine tanıklık ediyordum. Nereye
gidiyorlardı? Neler geliyordu başlarına? Neler görüyorlardı?
Kimisi bir daha eve dönmüyordu. Onların "yitip gittikleri"
söyleniyordu. Kimisi varlıklı bir yakınına ulaşmayı başarmış,
onun koruyucu kanatları altına girmişti. Nasıl oluyordu bu
iş? İnsan nasıl yitip gidiyor ya da koruyucu bir kanat bulu­
yordu acaba? İşte bu yüzden hemen kabul etmiştim babamla
birlikte yola çıkmayı. Büyümüştüm artık, güçlüydüm. Ben de
rüzgarla, dikenlerle birlikte koşmak, kendime koruyucu bir
kanat bulmak ya da yitip gitmek, ama ne olursa olsun yola
çıkmak, koşmak, insanın bacaklarını çürüten o sudan, boş
yere toplanıp yığılan balıklardan kurtulmak istiyordum.
***

Şimdi artık kocaman şimşirler kadar güzel, yıldızlar ka­


dar çok, her yanlarından özsu fışkıran, dolgun, ama hare-

16
Baragan 'ın Dikenleri

ketsiz dikenler burada, ayaklarımın dibindeydi. Hiç yerle­


rinden oynamıyorlardı, çünkü daha ağustos başındaydık.
Bir ay sonra arkalarından koşacak mıydım acaba? Beni alıp
nereye götürdüklerini, nereye gittiklerini bilecek miydim?
Çoğunun, bir sobadaı 9 çatırdayarak yanacağım biliyordum.
Peki ama öbürleri? "Öykü yaratanlar" ne olacaktı? Küçük
bir oğlana hangi ülkeleri gösterirlerdi? Nasıl olup da kimile­
rinin yazgılarını değiştirmeyi başarırlardı?
Hey ulu Tanrım! Bana çılgın öyküler anlatacak, yalan
söyleyecek, ama azıcık gözü pek davranmama, düş kurma­
ma izin verecek biriyle hoşbeş etmeyi ne kadar çok isterdim!
Dikenlerse tepeden tırnağa düş ve gözü peklik demekti, elde­
kini -her şeyin en kötüsü olsa bile- elimize geçecekle değiş­
tirme çağrısıydı, çünkü bütün dünyayı sevenler için kokuş­
muş bir yaşam sürmekten daha kötüsü yoktur.
"Sonsuz" olduğu söylenen Baragan biz çocukların gö­
zünde "bütün dünyaydı". Bir çöldü, verimsizdi, bin bir teh­
likeyle doluydu, elbet bunu biliyorduk, ancak zavallı Bros­
teanu Baba'mn oğlu Matey, günün birinde dikenlerin ardına
takılıp yollara düştüğü için Bükreş'in en büyük hırdavatçıla­
rından biri olabilmişti.
Öyle büyük biri olmaya gözümü dikmediğimi itiraf ede­
yim. Ben yalnızca düş kuruyordum, o kadar. Şu pis kokulu
balık işine, çamurlu bataklıkların uyuşukluğuna, acıklı yaz­
gılarını bana miras bırakacak gibi görünen anamla babama
karşıydım ben. Yedikleri ekmek bile gaz kokan gezgin gaz
satıcılarınınki de dahil, bundan daha acıklı bir yazgı tanımı­
yordum; üstelik onlar bile günde bir kez ekmek yer, bizse an­
cak dört pazardan birinde ekmek yüzü görüyorduk. Borçea
kıyılarına yerleşirlerken, balığın bolluğunu gören anamla
babam mutlu olmuş:
- Burada, en azından balık var! diye bağırmışlardı daha
tarlanın öbür ucundan.

29 Fransızca metinde " soba " . (ç.n.)


17
Panait lstrati

Doğru, balık vardı. Hem de babamla beni oralardan ko­


vacak, sonunda anamın canını alacak kadar çok balık vardı.
.......
. .

Bir haftadır insan yüzü görmemiştik, Baragan'ı dikle­


mesine kesen Marculeşti yolunda ilerlerken babam ansızın
bağırdı:
- Bunca balıkla daha ileri gidemeyiz. Bir bölümünü el­
den çıkarmak gerek.
- Nasıl yani? Atacak mıyız?
- Yok, atmayacağız, ama ona benzer bir şey yapaca-
ğız ... Bu yol çok işlek. Birazını mısır toplamaya gelen köylü­
lere satacağız; elli kilosunu on leye veririz, bu da kar sayılır.
Benim aklımsa anamın hesabındaydı:
- Kilosunu kırk elli santime satarsınız, böylece bu ilk
yolculuğun sonunda, atla arabanın "parasını çıkarır", ayrı­
ca birkaç kuruş kazanırsınız.
Oysa şimdi, atımızın ölgün gözlerine, babamın alabil­
diğine düşmüş yüzüne bakarak, bu ilk ve son yolculuktan
ne "çıkaracağımızı" şimdiden söyleyebilirdim. Arabaya ge­
lince, o da öbür şeylere ayak uyduruyordu; bu cehennem
sıcağı birkaç gün daha sürerse, bir tahta ve demir yığınına
dönecekti. Daha ilk iki günün sonunda, tekerlekleri ancak
bilmem kaç yerinden tutturularak ayakta duruyor, beygir de
yüz adımda bir tökezleyip yere seriliyordu. Kuyruğundan
çekip dört ayak üstüne kaldırıyorduk. Ama Baragan'ı böyle
geçmek babamı gittikçe ürkütücü bir suskunluğa gömüyor,
aklıma yola çıktığımız gün söyledikleri geliyordu.
Bütün bunlardan kurtulmak üzere, her an kaçıp kaybol­
maya hazırdım. Babamın bu suskunluğu, ufku kaplayan
sonsuz tepeciklerinde yuva yapmış çıplak boyunlu akbaba­
larla ak kuyruklu kartalların keskin çığlıklarının böldüğü
Baragan'ın sessizliğine benziyordu. Bu avcı kuşların tepe­
mizde belirişi beni babamdan bir adım bile ayrılmamaya
zorluyordu. İşlek yolların dışına atılmış leşlerle yetinen öd-

18
Baragan'ın Dikenleri

lek akbabalardan korkmuyor, ama koyun sürülerine sal­


dırıp kuzu kaçırdıkları söylenen ak kuyruklu kartallardan
çekiniyordum.
Bu korku hoşuma gitmiyor değildi. Şöyle neşeli, eli tü­
fekli bir yol arkadaşım olsaydı, birtakım tehlikeler ve yiğitçe
yengiler düşleyen bir haydut3o ruhu uyanabilirdi içimde. İyi
ama yaşamın yere serdiği bir adamın yanında -her yanı yi­
ğitlik ve tehlike dolu- şu Baragan'la nasıl boy ölçüşecektim!
Bin bir sıra dışı masalla dolu o uçsuz bucaksız toprak­
larda hemen dibinde yürürken, kavalından başka bir şeyle
ilgilenmeyen bu babanın nasıl biri olduğunu düşünüyordum
sık sık. Bir gün bile anamı öperken görmemiştim onu, beni
de Lateni'ye geldiğimiz günlerde, birkaç kez okşamıştı. Do­
layısıyla onu atımız kadar, belki ondan bile az tanıyordum.
On dört yaşında, "sayısız öykü yaratan" şu diken krallı­
ğında, böyle bir adamla "haydutluğa çıkıyordum" ...

Marculeşti yolunda durduğumuzda vakit öğlendi. Ko­


şumları çözülen at sağa sola yalpalayarak otlamaya gitti,
ama çok susadığından küt diye devrilip kaldı. Yolun ucunda
çatalı gözüken kuyuya dek götürmek üzere ayağa kaldır­
maya çalıştık; ama başaramadık, gidip su getirmek, yattığı
yerde içirmek zorunda kaldık. Sonra," her zamanki gibi ara­
banın gölgesinde yemek yedik: güzel bir mamaliga ile inanıl­
maz derecede tuzlu, değişmez salamura3t.
Babam yemek yerken sürekli ufku kolaçan ediyor, bir
köylü arabasının belirmesini bekliyordu. Yemeğin sonları­
na doğru, bir toz bulutu kaldırarak dörtnala gelen güzel bir
araba belirdi. Poyraları çıngırak gibi çınlıyordu. Süslü püslü
koşumlar takılmış iki güçlü telegari32 büyük bir çalımla çe­
kiyordu arabayı.

30 Fransızca metinde "haidouque" . (ç.n. )


31 Fransızca metinde "saramoura" . (ç.n. )
32 Küheylan. (ç.n. )
19
Panait Istrati

Gelen, bizim gibi cojan'ların33 işlediği verimli toprakları


olan arabacı-demircilerden, prikopsit34 Çingenelerden biriy­
di. Arabayı cambaz3s edasıyla durdurdu. Ürkütücü kılmaya
çalıştığı gözlerini fırıl fırıl döndürerek, süt gibi beyaz dişleri­
ni gösterirken:
-Ho, ho, ho-o! diye gürledi.
Babam bu böbürlenme karşısında alçakgönüllüce başını
eğdi.
- Selam Rumenler! diye bağırdı Çingene. Ne satıyorsu-
nuz arabada? Karpuz mu?
-Hayır; indulcit3 6 balık.
-Ne balığı?
- Orta boy sazan...
-Kurtlu değil ya sazanın?
- Kurtluysa almazsınız...
- Kaça satnğına bağlı! Neden almayacakmışım? Ben mi
yiyeceğim onu? Pöhhh!
Bunu dedikten sonra arabadan indi, dizginleri tekerlek­
lerden birine düğümleyip bizim külüstür arabaya bakmaya
geldi. Balığı evirdi çevirdi, solungaçlarını ayırdı, burnunu
dayayıp kokladı, birini dişledi bile, sonra:
- Sazanların henüz kurtlanmamış, ama uzun süre da-
yanmaz. Ne kadar balığın var?
- Üç yüz kilo.
-Kaça?
- Elden çıksın diye, elli kilosu on ley.
- Peki, yarısını alsam? O zaman biraz daha ucuza verir
misin?
- Tek kuruş aşağı olmaz, dedi düş kırıklığına uğrayan
babam.

33 Köle, köylü, kızan. (ç.n.)


34 Sonradan görme, türedi. (y.n.)
35 Fransızca metinde "geambasch " . (ç.n. )
36 Yarı tuzlu. (ç.n.)
20
Baragan'ın Dikenleri

Bunun üzerine Çingene, yalancı sırmalarla kaplı göğsünü


şişirerek bağırdı:
- Ne aptalsın! Şu arabayla, canı çıkmış beygirle nerede
satacaksın balığını?
Ve bunu derken, hala yerde yatan atın kıçına bir tekme
savurdu çizmesiyle. Babam bu aşağılık davranış karşısında
dişini sıktı, kalın sopayı kaptı, arabasına doğru gerileyen
Çingene'nin üstüne yürüdü:
-Neden vuruyorsun hayvanıma, pis Habeş! Balığımı al
diye yalvardım mı ben sana? Merhaba dedim mi sana? Şim­
di "papazın kutsadığı noktaya indiricem"37 şu kalın sopayı!
Sapsarı kesilen Çingene hemen geri adım attı:
- Evet, evet! Çok haklısın, ahbap; ancak, başka türlü
davransam, ben de Çingene olmazdım; kurnazlık yapma­
ya alışmışız bir kere! Bu moyikia'lığımı3s unut, gel sana bir
cuyka39 içireyim! Sonra, yüz elli kilo sazanı tartarız istediğin
fiyattan.
Babam bir an düşündü, sonra birlikte bir kadeh atma­
yı kabul etti, hatta birkaç kadeh yuvarladı. Ben de payımı
aldım. Ardından, on kere on beş kilo balık tarttık, istenen
kiloya ulaşnk. Otuz ley babamın kesesine nkıldı, yine birer
cuyka yuvarladılar, sonra epey dostça vedalaştılar.
Ve yükünün yarısını boşaltan döküntü araba, ikindi vak­
ti yeniden Baragan'daki görünmez yoluna daldı.

37 Alnının ortasına. (y.n.)


38 Kabalık. (ç.n. )
39 Rakı türü bir içki. (ç.n.)
21
iV

Pek yol alamadık ... Belki bir poşta ...4o Yine güneşe doğ­
ru. Ama araba ve at öyle kötü durumdaydılar ki bu yolu an­
cak iki günde geçebildik. Ve derken, çok yıprandıklarından,
ikisi de bir anda küt diye yere yıkıldı.
Araba dağıldı, tekerleklerinden üçünü yitirdi, yana devri­
lip koviltir'i ezdi. Günbatımı, karman çorman balık yığınını
ve kederli yüzlerimizi altın sarısına boyarken at da küt diye
can verdi. Zavallı hayvan, belki de işin sonuna gelmekten
mutlu, hiç acı çekmeden ruhunu teslim etti. Babam, külahı­
nı41 eline alıp atın cansız bedenine bakarken:
-Tanrı tanığımdır, hiç acı çektirmedim ona, dedi. Ona
su getirmek için üç kurşun atımı yere gittim; otu eksik değil­
di; kamçıya gelince, zaten kullanmam. Elimde can verdiği
için Tanrı beni bağışlasın, ama benim bunda hiç günahım
yok.
Haç çıkardı, umutsuzca, yola çıktığı doğuya yüzünü çe­
virip bir süre düşündü.
Cırcırböceklerinin sinir bozucu neşeli çığlıkları arasında
uyumadan önce, o geceyi uzun süre at ölüsünün başında ko­
nuşmadan geçirdik. Ertesi sabah, daha gün ağarırken, kar­
galar tepemizde korkunç biçimde dönmeye başladılar. Atın

40 Yaklaşık 10 km. (y.n.)


41 Fransızca metinde "caciula" . (ç.n.)
23
Panait lstrati

ölüsünü de geri kalan şeyleri de onlara bırakmak üzere hızla


oradan ayrıldık. Babam yol için koca bir çanak mamaliga
kaynattı, tencereyi balıkla doldurdu, hemen hemen boşalmış
mısır unu torbasıyla su güğümünü birbirine bağlayıp bir hey­
be yaptı. Ben yorganlarla sacayağını yüklendim.
Yola koyulurken babam, tıpkı Lateni'den ayrılışımızdaki
gibi:
-Tanrı bizi korusun! dedi.
Bu kez onu yanıtlayacak ana yoktu, kaval da çalmadı.

O gün öğleye doğru tam Calaraşi yoluna girerken, güney­


doğudan yaman bir rüzgar esmeye başladı:
- Hah işte balataretz42 kopuyor! diye haykırdı babam;
krivatz'ın öncüsüdür bu, yaz bitti demektir! Eğer içinden ge­
lirse, yakında dikenlerin ardından koşmaya başlayabilirsin.
Sonra bir tür çılgınlıkla dikenlere baktığımı görünce ek­
ledi:
- Zaten seni Baragan'ın ağzına atan da buydu sanırım.
Felaket başımıza çöktü artık; birlikte de koşabiliriz arkala­
rından.
- Lateni'ye mi dönüyoruz? diye sordum.
--:-- Önce Calaraşi'ye gidelim; şarkının dediği gibi, orası il
merkezidir:

Negustor, negustoraş,
Hay la tark la Caldraşi/43

Yiğit babamın gergin yüz çizgileri azıcık gevşedi! Sevinçle


elini öptüm, o da yanaklarımı okşadı:
- Felaketi unutalım, ufaklık! .. Bu dünyaya çile çekme­
ye geldik biz; yaşam dediğin budur zaten ... Ama ulu Tanrı
bunu da hesaba katar elbet!

42 Bataklıktan esen, güneydoğu yeli. (ç.n.)


43 Hey satıcı, küçük satıcı / Hadi Calaraşi'ye gidelim! (ç.n.)
24
Baragan'ın Dikenleri

Sonunda kavuştuğumuz düzgün yolda iki gün yürüdük­


ten sonra, Borçea'nın Tuna'yla bozuştuğu, razna44, yüz elli
kilometre gidip Hırşova'da ana kucağına döndüğü yere,
calaraşi'ye ulaştık. Calaraşi'de, kaldırım taşı döşeli yolları,
üst üste oturtulmuş evleri, panayırdaymışçasına itişip kakı­
şan insanlarıyla kent ne demek ömrümde ilk kez anladım.
Zengin avlularda, travers biçiminde yarılmış kocaman gür­
gen ve söğüt yığınları vardı; onları gören babam hemen bir
balta ile testere aldı, kendine bir çatkı yaptı, sonra başla­
dık odun dolu avluların önünde bağırmaya: Taytori4s geldi!
Taytori!
Her yerde iyi karşılandık, götürü olarak, ne verirlerse
ona çalıştık. Varlıklılar Çingene gibi pazarlık eder diyen ba­
bam hep iki katını istiyor, ama sonunda uzlaşılıyordu. Ve
zavallı babacığım, sabahtan akşama ter içinde çalışıyordu.
Ona elimden geldiğince yardım ettiğim için, ben de terliyor­
dum. Böylece, görülmemiş bir şey, günde ortalama on ley
kazanıyorduk.
- Gerekli bu, oğlum, diyordu babam. Baragan'ın orta­
sında yatan yüz leyi götürmeliyiz eve, yoksa anan kahrından
ölür.
Dolayısıyla, peynir ekmek yiyerek, yiğitçe asılıyordum
testereye. Ekmek! Nasıl da mutluydum ekmek yiyebildiğim
için! Bizim Lateni'nin sonu gelmeyen balığına oranla, gerçek
bir çörek gibiydi bu ekmek!
Akşamları, yorgun argın, anamla babamı tanıdığı için
beş para almadan ambarın bir köşesine kıvrılmamıza izin
veren hancının tahıl pazarındaki hanında, güzelim lahana
sarmasıy/a4 6 kendimize ziyafet çekiyorduk. Ama babam,
fazla calik47 gözükmemek için, her yemekte bir litre şarap

44 Yolundan saparak. (ç.n.)


45 Odun yarıcı. (ç.n.)
46 Fransızca metinde " sarmale" . (ç.n.)
47 Eli sıkı. (y.n.)
25
Panait Istrati

alıyordu. Ve bu iş böyle bir hafta sürdü. Önümüzde, çalışa­


cağımız bir hafta daha vardı, ondan sonra anamın parasını
vermek üzere Lateni'ye dönecektik. Bizi alıp Feteşti'ye, belki
daha da öteye götürmeye hazır bir yığın arabalı cojan vardı.
Gerçekten de götürdüler bizi oraya. İkinci çalışma hafta­
sına başlayamadan, sevgili anacığımın yanına dönmek üzere
yola koyulmak zorunda kaldık, çünkü ölmüştü.
......

O akşam her şeyden habersiz handa otururken, Facle­


ni'li Gravila Spann, kamçısı kolunda, üstü başı toz içinde
içeri girdi ve babama her zamanki şakacılığıyla:
-Oo maşallah, Marin! dedi. Sen burada sarmaları atış­
tırırken zavallı Anikacığın ...
-Evet, biliyorum, dedi babam elini sıkarken, biliyorum;
Anika sabırsızlıkla bizi bekliyor. .. Ancak bizim de başımıza
birtakım felaketler geldi o Tanrı'nın cezası Baragan'da. Gel
otur da bize evde olup bitenleri anlat azıcık.
Gravila gelip sağıma oturdu, tam karşısındaki babama
garip garip bakn, külahını çıkarıp tükürdü:
-Bana bir çinzeafuı4s cuyka getir! diye seslendi hancıya.
Ve hiçbir şey demeden ilk bardağı havaya kaldırdı, ko­
lunu uzattı, ilk birkaç damlayı yere döktü49. Onu gören ba­
bam da şarap bardağını havaya kaldırdı, o da toprağı sula­
mak istedi, ama gözü "iyi de, aklından geçen kim?" der gibi
Gravila'ya dikiliydi. Köylü yanıt vermedi, göz ucuyla bana
bakn, bıyığını ısırdı, kaşlarını kaldırarak babama işaret etti­
ğini gördüm.
Anlayıp gözyaşına boğuldum. Bunun üzerine rahatlayan
Gravila, ben ellerimi yüzüme kapanp hıçkırırken kısaca an­
latn:
- Evet, tükenip gitti zavallı kadıncağız ... Balık ayıklar­
ken parmağına batan bir kılçık. .. Hani ne derler, önemsiz bir

48 Çeyrek. (ç.n . )
49 Ortodoks geleneklerine göre, o anda sözü edilen, göçüp gitmiş birini
anmak üzere yapılan davranış. (y.n.)
26
Baragan'ın Dikenleri

şey, küçük bir sgaybaso... Ama sekiz güne kalmadan zehir­


lendi. Bunun üzerine Fkaeni'ye beni görmeye geldi. Ertesi
gün yükümle caJ.araşi'ye gidecektim zaten, karım onu bizim
evde yanrdı, gün ağarırken yola koyulduk. Bir saniye gözü­
nü yummadan yol boyunca bağırdı. Dün akşamdan önce
oraya vardık, doğruca hastanenin kapısına. O gece ruhunu
teslim etti. Dün onu "kesip biçtiler", sonra gömdüler.
Adam bir an sustu, sonra ekledi:
- Anika hakkınızı helal etmenizi istedi, kendi hakkını
da helal etti.
-Tanrı katında helal olsun! dedi babam birkaç damla
şarabı yere saçarken.
- Ee, günün birinde, hepimiz ardından gideceğiz, diye
sözü bağladı Gravila.
Sonra, babamın tabağının yanına kocaman bir yazma
yumağı bırakn, hemen tanıdım, anamın balık avlarken tak­
nğı kırmızı basmaydı bu.
- Paracıkları, dedi, söylediğine göre, on ley kadar bir
şey sanırım...
Babam, dalgın gözleri masaya çevrili, mırıldandı:
-Tanrı'nın cezası Baragan... ve o lanetli balık... Hey ulu
Tanrım ne kadar zor şu çileli yaşamı tamamlamak! ..
- Toprağı bol olsun! dedi Gravila, babamla kadehini
tokuştururken.
Sonra sordu:
-Hangi felaketler geldi diyordun Baragan'da başınıza?
-At geberdi; araba paramparça oldu, bütün balık boşa
gitti...
- Daha ne olsun! Tanrı beterinden korusun! .. Peki ya
(
şimdi?
- Bir haftadır odun kesiyoruz... ve çalışmaktan imanı­
mız gevrediği için lahana sarması yemek bizim de hakkımız
diye düşünmüştük...

50 Berecik. (ç.n.)
27
Panait Istrati

O kederli akşamın ertesi günü, Gravila'yla birlikte yola


koyulduk. O evine dönüyordu, peki ya biz... nereye gidi­
yorduk acaba? Lateni'ye dönmeyi ne ben istiyordum ne de
babam. Bunu birbirimize söylememiştik, ama yüzümüzden
okunuyordu. İçimizde en küçük bir istek kalmadığı halde,
bucak komşumuz davet edince arabasına bindik. Sanırım,
yalnız kalma korkusuyla yaptık bunu.
Yalnız atların aksırıklarının işitildiği uzun molalarla tam
üç gün üç gece yolculuk yaptık. Borçea ile beni çağıran, beni
isteyen, suskunluklarından tiksindiğim Gravila ile babam
olacak adamın yanında bulamayacağım her şeyi bana vaat
eden Baragan'ın kıyısından geçerek üç gün boyunca epey yol
aldık. Onlar önde ben arkadaydım, kamburlaşmış sırtlarını
görüyordum. Zaman zaman bir arabacı geçiyordu yanımız­
dan:
- İyi günler size, diyordu.
- Teşekkür ederiz, diye karşılık veriyordu iki suskun.
Hepsi o kadar. Dingillerin gacırtısı, tekerleklerin tekdüze
gürültüsü, başı, sonu, umudu olmayan yerle gök. Arkamız­
da kalan upuzun bir yol; en az onun kadar uzun, sıkıcı, in­
sanı burnundan yakalayıp sürükleyen cansız bir kurdele gibi
önümüzde bizi bekleyen yol.
Ve yürüyüşün üçüncü günü akşama doğru, arka bacak­
ları üstüne oturmuş, kulaklarını dikmiş, yolun ortasında
umutla bize bakan kocaman bir köpek görüyoruz uzaktan.
Bunun benim Ursu olduğuna eminim; arabadan atlayıp ona
doğru koşuyorum, o da bana doğru fırlıyor; birbirimize çar­
pıp yere yıkılıyor, toz toprak içinde yuvarlanıyoruz, oramı
buramı dişliyor, yüzümü gözümü salyaya boğuyor, çıplak
ayaklarıma işiyor, sonra beni bırakıp babamın sırtına atlıyor,
o da alıp bağrına bastırıyor.
Eve yarım fersahlık yolumuz kalmış. Bunun üzerine ba­
bam Gravila'ya:

28
Baragan'm Dikenleri

-Bana bak, kardeş, diyor, köpek bile istemiyor artık şu


tahta kulübeyi! İçindeki her şeyi al; bir daha gitmiyoruz ora­
ya. Ben, oğlan ve şu köpek kendimizi yollara vuralım. Senin
olsun içinde kadın bulunmayan o gospodaryas ı .
Arabasının üstünde ayakta duran Gravila, bıyığının ucu­
nu kemirerek bir an düşündü:
-Haklısın, Marin, dedi. Karısı, toprağı olmayan adam
bir işe yaramaz. Düş bakalım yollara. Evden çıkaracağım
tahtalara karşılık da al sana otuz ley.
Sonra kamçısıyla beni göstererek ekledi:
-Bana sorarsan bu oğlanın içi kıpır kıpır. Diken zamanı
dikkat et ona... Y üzüstü bırakabilir seni! On sekizine basar
basmaz evlendir; azıcık toprakla bir kadın ver ona, evinin
çevresinde oyalansın.
-Hiçbir şeye karışmam ben! diye bağırdı babam. Tan­
rı'nın dediği olur...
Gravila omuz silkip yola koyuldu.
Bakışlarıyla ne yapacağımızı soran Ursu, pılımız pırtı­
mız, yolun ortasında kalakaldık.
Babam, yere çakılmış direk gibi, tam sekiz yıl balık ayık­
layıp umut beslediği Lateni'nin ufuklarına baktı uzun uzun.
O zaman, Baragan'ın ortasında, bir hakaret gibi sur�tıma
çarptığı sözleri anımsadım: "Benimle gelmek istemesen,
dünyada yola çıkmazdım! .. "

Biz kuzeye, Yalomitsa'ya, daha başka yerlere doğru yola


koyulduğumuzda, uzaktaki bir kilisede ikindi çanları çalı­
nıyordu. Diken okyanusu, batan güneşin örttüğü sırtlarda
hafifçe dalgalanıyor, memeyi andıran tepelerse çıplak ve yu­
varlak doruklarıyla çöle bekçilik ediyordu. Pırıl pırıl gök­
yüzünde turnalarla leylekler, büyük göç öncesi döne döne
veda danslarını yapıyorlardı. Onlara bakmaktan boynum

51 Çiftlik, ev. (ç.n . )


29
Another random document with
no related content on Scribd:
M Y heart is with you, though I am absent. Dear fellow soldiers
under the captain of our salvation, consider your calling, and
approve yourselves men of resolution; be discouraged with no
difficulties of your present warfare. As for human affairs, I would
have you to be as you are, men of peace. I would have you armed,
not for resisting, God forbid; but for suffering only. You should resist,
to the uttermost, striving against sin. Here you must give no quarter!
For if you spare but one Agag, the life of your souls must go for the
life of your sin. God will not smile on that soul that smiles on sin, nor
have any peace with him, that is at peace with his enemy. Other
enemies you must forgive, and love, and pray for; but for these
spiritual enemies, all your affections, and all your prayers must be
engaged against them: yea, you must admit no parley: it is
dangerous to dispute with temptations. *Remember what Eve lost by
parleying with Satan: you must fly from temptations, and put them off
at first with a peremptory denial. If you will but hear the devil’s
arguments, and the flesh’s pleas, it is an hundred to one but you are
insnared. And for this present evil world, the Lord deliver you from it.
Surely you had need watch and be sober, or else this world is like to
undo you. I have often warned you not to build upon an external
happiness; and to promise yourselves nothing but hardship here: Oh
still remember your station; soldiers must not count upon rest, and
fullness, but hunger, and hardness. Labour to get right
apprehensions of the world. Do not think these things necessary.
One thing is needful: you may be happy in the want of all outward
comforts. Do not think yourselves undone, if brought to want or
poverty: study eternity, and you will see it to be little material to you,
whether you are poor or rich: you may have never such an
opportunity for your advantage in all your lives, as when you seem to
run the vessel upon the rocks. Set your enemies one against the
other; death against the world; no such way to get above the world,
as to put yourselves into the possession of death.
*Look often upon the dust that you shall be reduced to, and
imagine you saw your bones tumbled out of your graves, as they are
like shortly to be, and men handling your skulls, and enquiring whose
is this? Tell me, of what account will the world be then? Put
yourselves often into your graves, and look out from thence upon the
world, and see what judgment you have of it. Must not you shortly be
forgot among the dead? Your places will know you no more, and
your memory will be no more among men, and then what will it profit
you to have lived in fashion and repute? One serious walk over a
church-yard, might make a man mortified to the world. Think upon
how many you tread; but ye know them not: no doubt they had their
estates, their friends, their businesses, and kept as much stir in the
world as others do now. But alas, what are they the better for all
this? Know you not that this must be your own case shortly? Oh the
unhappiness of man; how is he bewitched; and befooled, that he
should expend himself for that which he knows shall forever leave
him! Brethren, I beseech you lay no stress upon these perishing
things, but labour to be at a holy indifference about them: is it for one
that is in his wits to sell his God, his soul, for things he is not sure to
keep a day, and which he is sure after a few sleepings and wakings
more, to leave behind him for ever? Go, and talk with dying men,
and see what apprehensions they have of the world? If any should
come to these, and tell them here is such and such preferments for
you; you shall have such titles of honour and delights, if you will now
disown religion, do you think such a motion would be embraced?
Brethren, why should we not be wise in time! Why should we not
now be of the mind, of which we know we shall be all shortly? Woe
to them that will not be wise, till it be to no purpose! Woe to them
whose eyes nothing but death and judgment will open! Woe to them
that though they have been warned by others, and have heard the
world’s greatest darlings in death cry out of its vanity, yet would take
no warning; but must serve themselves too, for warnings to others.
Ah! my beloved, beware there be none among you, that will rather
part with their consciences than with their estates; that have secret
reserves to save themselves whole, when it comes to the pinch; and
not to be of the religion that will undo them in the world. Beware that
none of you have your hearts where your feet should be, and love
your mammon before your Maker.

May the Lord of Hosts be with you, and the God of Jacob your
refuge. Farewell my dear brethren, farewell, and be strong in the
Lord. I am

Your’s to serve you in the gospel,


whether by doing or suffering

JOS. ALLEINE.

From the common gaol at Ivelchester,


August 31, 1663.

L E T T E R VI.
To the beloved friends, the flock of Christ in Taunton,
salvation.

Most dearly beloved and longed for, my joy and crown:


I MUST say of you as David did of Jonathan, Very pleasant have
you been unto me, and your love to me is wonderful. And as I
have formerly taken great content in that my lot was cast among you,
so I rejoice in my present lot, that I am called to approve my love to
you by suffering for you; for you, I say; for you know I have not
sought your’s but you; and that for doing my duty to your souls, I am
here in these bonds, which I chearfully accept through the grace of
God that strengtheneth me: Oh! that your hands might be
strengthened, and your hearts encouraged in the Lord your God by
our sufferings! See to it, that you stand fast in the power of the holy
doctrine, which we have preached from the pulpit, preached at the
bar; preached from the prison: it is a gospel worth suffering for: see
that you follow after holiness, without which no man shall see God!
Oh the madness of the blind world, that they should put from them
the only plank upon which they can escape to heaven! Alas for them!
They know not what they do. What would not these foolish virgins
do, when it is too late, for a little of the oil of the wise! But let not any
of you be wise too late: look diligently, lest any man fail of the grace
of God. Beware that none of you be cheated through the
deceitfulness of your hearts, with counterfeit grace. There is never a
grace but hath its counterfeit; and there is nothing more common,
than to mistake counterfeit grace for true. And remember you are
undone for ever, if you should die in such a mistake. Not that I would
shake the confidence of any sound believer, whose graces are of the
right kind: build your confidence sure: see that you get the certain
marks of salvation, and make sure, by observing your own hearts,
that these marks be in you, and then you cannot be too confident.
But as you love your souls, take heed of a groundless confidence.
Take heed of being confident before you have tried. I would fain have
you all secured against the day of judgment; I would that the state of
your souls were all well settled: Oh how comfortably might you think
of any troubles, if you were but sure of your pardons! I beseech you,
whatever you neglect, look to this: I am afraid there are among you
that have not made your peace with God; that are not yet acquainted
with that great work of conversion: such I charge before the living
God, to speed to Christ, and without any more delay to put away
their iniquities, and deliver up themselves to Jesus Christ, that they
may be saved. It is not your profession or external duties, that will
save you: no, no, you must be converted or condemned. It is not
enough that you have some love to God’s ways and people, and are
willing to venture something for them; all this will not prove you
sound Christians: Have your hearts been changed? Have you been
soundly convinced of your sins? Of your damnable and undone
condition? And your utter inability to lick yourselves whole by your
own duties? Have you been brought to such a sense of sin, that
there is no sin, but you heartily abhor it? Are you brought to such a
sense of the beauty of holiness, and of the laws and ways of God,
that you desire to know the whole mind of God? Would you not
excuse yourselves by ignorance from any duty, and do not you allow
yourselves in the neglect of any thing conscience charges upon you
as a duty? Are your very hearts set upon the glorifying and enjoying
of God, as your greatest happiness? *Had you rather be the holiest
than be the richest and greatest in the world? And is your greatest
delight in the thoughts of your God, and in your conversings with
God in holy exercises! Is Christ more precious than all the world to
you? And are you willing upon the thorough consideration of the
strictness and holiness of his laws, to take them all for the rule of
your thoughts, words and actions, and though religion may be dear,
do you resolve, if God assist you, to go through with it, let the cost be
what it will? Happy the man that is in such a case. This is a Christian
indeed, and whatever you be and do short of this, all is unsound. But
you that bear in your souls the marks above-mentioned, upon you I
lay no other burden, but to hold fast, and make good your ground,
and to press forwards towards the mark. Thankfully acknowledge the
grace of God to your souls; and live rejoicingly in the hopes of the
glory of God; live daily in the praises of your Redeemer; and study
the worthiness, excellency, and glory of his attributes: let your souls
be much taken up in contemplating his glorious perfection, and
blessing yourselves in the goodly portion you have in him: live like
those that have a God, and then be disconsolate if you can: if there
be not more in an infinite God to comfort you, than in a prison, or
poverty or affliction to deject you, our preaching is vain and your faith
is vain. Let the thoughts of God be your daily repast: and never be
satisfied till your hearts run out as freely, naturally, unweariedly after
God, as others do after the world. Farewell my dear brethren, the
Lord God Almighty be a protection to you, and your exceeding great
reward; Farewell in the Lord.

I am,
Your’s in the bowels of the Lord Jesus,

JOS. ALLEINE.

From the common gaol, in Ivelchester,


September 11, 1663.

L E T T E R VII.
[How to shew love to ministers, and to live joyfully.]

To the most loving and dearly beloved, my Christian friends


in Taunton, grace, mercy, and peace from God our Father,
and from the Lord Jesus Christ.

Most endeared brethren,

I HAVE received your moving letter, and could not look over such
tender expressions without some commotion. I may confidently
say, I spent more tears upon those lines, than ever you did ink. Your
deep sense of my labours I cannot but thankfully acknowledge, yet
withal, heartily confessing, that all was but what I owed to your
immortal souls; which God knows was very much short of my duty.
The omissions, imperfections, deadness, that accompanied my
duties I own, and the Lord humble me for them. But all that was of
God (and that was all that was good) be sure that you give to God
alone. To him I humbly ascribe both the will and the deed, to whom
alone be glory for ever.
*My dear brethren, my business as I have often told you, is not to
turn your eyes to me, but to Christ: his spokesman I am, will you give
your hands, your names to him? Will you subscribe to his laws, and
consent to his offices, and be at defiance with all his enemies? This
do, and I have my errand. Who will follow Christ’s colours? Who will
come under his banner? This shall be the man that shall be my
friend; this is he that will oblige me for ever. Do these letters come to
no loose sinner? No ignorant sinner? No unsound professor? Would
they do me a kindness, as I believe they would? Then let them come
away to Christ! O sinner, be no more in love with darkness; stick no
longer in the skirts and outside of religion. Waver no more, halt no
farther, but strike in throughly with Jesus Christ; except nothing,
reserve nothing, but come throughly to the Lord, and follow him fully.
And then happy man thou shalt be, for thou wilt be made for ever;
and joyful man I shall be; for I shall save a soul from death. The
earnest beggings of a poor prisoner, use to move some bowels: hear
O friends, will you do nothing for a minister of Christ? Nothing for a
prisoner of Jesus Christ? Methinks I hear you answer, “Yea, what will
we not do? He shall never want while we have it; he shall need no
office of love, but we will run and ride to do it.” Yea, but this is not it
that I beg of you; will you gratify me indeed? Then come in, bow to
the name of Jesus; yea, let your souls bow, let all your powers do
him homage. Let that sacred name be graven into the substance of
your hearts. Let me freely speak for him, for he is worthy for whom
you shall do this thing; worthy to be beloved of you; worthy to have
your very hearts, worthy to be admired, adored, praised, served,
glorified to the uttermost by you, and every creature; worthy for
whom you should lay down all, leave all: can any thing be too much
for him? Can any thing be too good for him, or too great for him?
Come give up all, resign all, lay it at the feet of Jesus, offer all as a
sacrifice to him, see that you be universally the Lord’s; keep nothing
from him: I know through the goodness of God, that with many of
you this work is not yet to do. But this set solemn resignation to the
Lord is to be done more than once, and to be followed with an
answerable practice when it is done: see that you walk worthy of the
Lord; but how? In the fear of the Lord, and in the comfort of the Holy
Ghost; let these two go together. So shall you adorn the doctrine of
God our Saviour, and experience the heavenly felicity of a Christian
life: cleave fast to Christ, never let go your hold; cling the faster,
because so many are labouring to loosen your hold. Hold fast your
integrity, hold fast the beginning of your confidence stedfast to the
end: If you do but keep your hold, and keep your way; all that the
world can do, and all that the powers of darkness can do, can never
do you harm. Keep your own vineyard with constant care and
watchfulness, and be sure that there be no inroad made upon your
consciences, that the enemy do not get between your souls and
God; and then let what will assail you without, you need not fear! Let
this be your daily exercise, to keep your consciences void of offence:
keep fair weather at home, however it be abroad. I would not only
that you should walk holily, but that you should walk comfortably. I
need say the less to this, because the fear of the Lord and the
comfort of the Holy Ghost, lie together. Oh the provision God hath
made for your continual comfort: dear brethren, do but understand
your own blessedness, happy men that you are, if you did but know
and consider it: who would count himself poor that hath all the
fullness of the Godhead for his. O Christians, live like yourselves,
live worthy of your portion, and your glorious prerogatives. That you
may walk worthy of your glorious hopes, and live answerable to the
mercies you have received, is the great desire of

Your souls fervent well-wisher in bonds.

JOS. ALLEINE.

From the prison at Ivelchester,


September 18, 1663.

L E T T E R VIII.
[Remember Christ crucified; and crucify sin.]
To the faithful and well-beloved people, the servants of
Christ in Taunton, salvation.

Most dear Christians,


I AM by office a remembrancer, the Lord’s remembrancer for you,
and your remembrancer in the behalf of Christ. My business is
with the apostle, to stir up your pure minds by way of remembrance.
And who shall I remember you of, but your intercessor with the
Father, who hath you always in remembrance, appearing in the
presence of God for you? May his memory ever live in your hearts,
though mine should die; Oh, remember his love more than mine;
remember in what a case he found you, and yet nothing could divert
the purpose of his love from you: He loathed not your rags nor your
rottenness: he found you in loathsome filthiness, yet he pitied you.
His bowels were moved, and his compassions were kindled, when
one would have thought his wrath should have boiled and his
indignation have burned down to hell against you: he loathed not, but
loved you, and washed you from your sins in his own blood. Ah
polluted captives! Ah vile and putrid carcases! that ever the Holy
Jesus should his ownself wash you. Methinks I see him weeping
over you; and yet it was a more costly bath by which he cleansed
you. Ah sinners look upon the streaming blood flowing from his
blessed body, to fetch out the ingrained filthiness that you by sin had
contracted. Alas! What a horrid filthiness, that nothing but the blood
of the covenant could wash away! And what a love is Christ’s, that,
when a whole ocean could not wash nor purify us, would open every
vein of his heart to do the work! Look upon your crucified Lord: do
you not see a sacred stream flowing out of every member? Ah, how
those holy hands, those unerring feet do run a stream to purge us!
Alas, how the great drops of blood fall to the ground from his sacred
face in his bitter agony, to wash and beautify ours! How his wounded
heart and side twice pierced, first with love and pity, and then with
the soldier’s cruelty, pour out their healthful and saving floods upon
us? Lord! How do we forget such love as this? Ah monsters of
ingratitude, that can be unmindful of such a friend! Do we thus
requite him? Is this our kindness to such an obliging friend!
Christians, where are your affections? To what use do you put your
faculties? What have you memories for, but to remember him? What
have you the power of loving for, but that you should love him?
Wherefore serves joy or desire, but to long for him? And delightfully
embrace him? May your souls and all their powers be taken up with
him; may all the doors of your souls be set open to him. Here fix your
thoughts, terminate here your desires; here you may kindle your fire
when almost out. Brethren what will you do now for Jesus Christ?
Have you never a sacrifice to lay upon his altar? Come and I will
shew you what you shall do, let your hands be in the blood of your
sins, search them out with diligence, search your hearts and your
houses; whatever iniquities you find there, out with them, put them
far from your tabernacles; if you crucify them not, you are not
Jesus’s friends. *God forbid that there should be a lying tongue, or
any way of deceit in your shops: that his service should give place to
the world in your families. Far be it from any of you, my brethren, that
you should be careful to teach your children and servants the way of
your callings, and neglect to instruct them in the way of life. Is weekly
catechising in every one of your families? The Lord convince any of
you that may be guilty of this neglect: Oh, set up God in your
houses; and see that you be not slovenly in closet performances.
Beware of serving the Lord negligently; serve not the Lord with that
which costs you nothing: look to it that you content not yourselves
with a cheap and easy religion. Put your flesh to it: be well assured
that the religion that costs you nothing, will yield you nothing: Keep
up the life of religion in your family and closet duties. Fear nothing
like a customary and careless performance of God’s service. Judge
your ownselves whether lazy wishes, idle complaints, and yawning
prayers are like to carry you through the mighty difficulties that you
must get through, if ever you come to heaven. When you find
yourselves going on in a listless, heartless course, ask yourselves, is
this to take the kingdom of heaven by violence? See that you
sacrifice yourselves to the Lord, that now you live to Christ himself.
As Christ hath made over his life and death to you, so let it be your
care to live and die to him. Labour to look upon all your enjoyments
as Christ’s goods; upon your time, parts, strength, as his talents:
look upon yourselves only in the quality of servants and stewards,
that are to husband all these for your Lord’s advantage, and as those
that must give an account. And pray for me that I may take the
counsel that I give. I bless the Lord, I want nothing but the
opportunity of being serviceable to you: but I hope the Lord will make
my bonds for you, to be useful to your edification; if I may glorify
God, and serve you best by being here, I shall never wish to come
out. Finally brethren, farewell: be perfect, be of good comfort, be of
one mind, live in peace, and the God of love and peace shall be with
you. I am,

The ready servant of your faith and joy,

JOS. ALLEINE.

From the prison at Ivelchester,


October 14th, 1663.

L E T T E R IX.
[On daily self-examination.]

To the most beloved people, the flock of Christ in Taunton,


salvation.

Most dear brethren,

B RETHREN how stands it with you? Doth the main work go on?
do your souls prosper? This is my care; beware that you flag
not, that you faint not now in the evil day. I understand that your
dangers grow upon you. May your faith and courage grow much
more abundantly!
Some of your enemies, I hear, are in great hopes to satisfy their
desires upon you. Well, be not discouraged my dear brethren, but
bless the Lord, who of his abundant mercy, hath so remarkably
preserved you so long beyond all expectation. Let it not be a strange
thing to you, if the Lord doth now call you to some difficulty: forsake
not the assembling of yourselves together, as the manner of some is.
I plainly see the coal of religion will soon go out, unless it have some
better helps to cherish it, than a carnal ministry, and lifeless
administration. Dear brethren, now is the time for you that fear the
Lord, to speak often one to another: manage your duties with what
prudence you can, but away with that carnal prudence, that will
decline duty to avoid danger.
*I left you some helps for daily examination, I am jealous lest you
should grow slack, or slight, and careless in that duty. Let me ask
you in the name of the Lord, doth never a day pass you, but you
solemnly and seriously call yourselves to an account, what your
carriage hath been to God and men? Speak conscience? Is there
never an one within the hearing of this letter, that is a neglecter of
this duty? Doth every one of your consciences acquit you? Oh that
they did! Tell me, would not some of you be put shrewdly to it, if I
should ask you when you read, or thought over the questions that
were given you for your help? Would you not be put to a blush, to
give me an answer? And will you not be much more ashamed, that
God should find you tardy? Not that I would necessarily bind you up
to that very method; only till you have found a way more profitable, I
would desire you, yea, I cannot but charge you, to make daily use of
that. Awake conscience, and do thou fall upon that soul that thou
findest careless in this work, and never let him be at rest till thou
canst witness for him, that he is a daily and strict observer of himself,
and doth live in the constant practice of this duty. What! Shall neither
God’s charge nor your profit hold you to your work? Yet I may not
doubt, but some of you do daily perform this duty. The Lord
encourage you in it: yet give me leave to ask you what you have
gained? Are you grown more universally conscientious, more strict,
more humble, and more sensible of your many and great defects,
than you were before? If so blessed are you of the Lord; if otherwise,
this duty hath been but slightly performed by you. What can you say
to this question? Doth your care of your ways abate or increase, by
the constant use of this duty? If it abate, remember from whence you
are fallen, and repent; as good not to do it at all, as not to the
purpose.

The Lord God be a sun and a shield to you. My most dear love to
you all; fare you well in the Lord. I am,

Your embassador in bonds,

JOS. ALLEINE.
From the common gaol at Ivelchester,
October 20, 1663.

L E T T E R X.
[Motives and marks of growth.]

To the most loving and best beloved, the servants of Christ


in Taunton, grace and peace.

Most dear and tender friends:

W HOSE I am, and whom under God I desire to serve; to build


you up in holiness, and comfort, hath been through grace
my great ambition. This is that which I laboured for; this is that which
I suffer for: and in short, the end of all my applications to you, and to
God for you. How do your souls prosper? Are they in a thriving
case? What progress do you make in sanctification? Doth the house
of Saul grow weaker and weaker, and the house of David stronger
and stronger? Behold, I am jealous of you with a godly jealousy, lest
any of you should lose ground in these declining times: and therefore
cannot but be often calling upon you to look to your standing, and to
watch and hold fast, that no man take your crown. Ah! How surely
shall you reap in the end, if you faint not! Take heed therefore that
you lose not the things you have wrought, but as you have begun
well, so go on in the strength of Christ, and give diligence to the full
assurance of hope to the end.
Do you need motives? 1. How much are you behind hand? Oh
the fair advantages that we have lost! What time, what sabbaths,
sermons, sacraments, are upon the matter lost? How much work
have we yet to do? Are you sure of heaven yet? Are you fit to die
yet? Surely they that are under so many great wants, had need to
set upon some more thriving courses.

Secondly, Consider what others have gained, whilst we it may be


sit down by the loss: Have we not met many vessels richly laden,
while our souls are empty? Oh, the golden prizes that some have
won? While we have folded the hands to sleep! Have not many of
our own standing in religion, left us far behind them?

*Thirdly, Consider you will all find little enough when you come to
die: The wise among the virgins have no oil to spare, at the coming
of the bridegroom; temptation and death will put all your graces to it.
How much ado have many had at last to put into this harbour! David
cries for respite, till he had recovered a little more strength.

Fourthly, Consider how short your time for gathering in probably


is? The Israelites gathered twice so much manna against the
sabbath as they did at other times, because at that time there was
no manna fell. Brethren, you know not how long you have to lay in
for. Do you ask for marks how you may know your souls to be in a
thriving case?

First, If your appetites be more strong. Do you thirst after God


and after grace, more than heretofore? Do your cares for and
desires after the world abate? And do you hunger and thirst after
righteousness? Whereas you were wont to come with an ill-will to
holy duties, do you come to them as an hungry stomach to its meat?

Secondly, If your pulses beat more even. Are you still off and on,
hot and cold? Or is there a more even spun thread of holiness
through your whole course? Do you make good the ground from
which you were formerly beaten off?
*Thirdly, If you do look more to the carrying on together the duties
of both tables. Do you not only look to the keeping of your own
vineyards, but do you lay out yourselves for the good of others, and
are filled with zealous desires for their conversion and salvation? Do
you manage your talk and your trade, by the rules of religion?

*Do you eat and sleep by rule? Doth religion form and mould, and
direct your carriage towards husband, wife, parents, children,
masters, servants? Do you grow more universally conscientious? Is
piety more diffusive than ever with you? Doth it come more abroad
with you, out of your closets, into your houses, your shops, your
fields? Doth it journey with you, and buy and sell for you? Hath it the
casting voice in all you do?

Fourthly, If the duties of religion be more delightful to you. Do you


take more delight in the word than ever! Are you more in love with
secret prayer, and more abundant in it? Cannot you be content with
your ordinary seasons, but are ever and anon making extraordinary
visits to heaven? And upon all occasions turning aside, to talk with
God in some short ejaculations? Are you often darting up your soul
heavenwards? Is it meat and drink for you, to do the will of God? Do
you come off more freely with God, and answer his calls with more
readiness of mind?

*Fifthly, If you are more abundant in those duties which are most
displeasing to the flesh. Are you more earnest in mortification? Are
you more strict and severe than ever in the duty of daily self-
examination, and holy meditation? Do you hold the reins harder
upon the flesh than ever? Do you keep a stricter watch upon your
appetites? Do you set a stronger guard upon your tongues? Have
you a more jealous eye upon your hearts?

Sixthly, If you grow more vile in your own eyes. Do you grow
more out of love with men’s esteem, set less by it? Are you not
marvellous tender of being slighted? Can you rejoice to see others
preferred before you? Can you heartily value and love them that
think meanly of you?
Seventhly, If you grow more quick of sense, more sensible of
divine influences, or withdrawings. Are you more afraid of sin than
ever? Are your sins a greater pain to you than heretofore? Are your
very infirmities your great afflictions? and the daily workings of
corruption a continual grief of mind to you?

I must conclude abruptly, commending you to God, and can only


tell you that I am,

Your’s in the Lord Jesus,

JOS. ALLEINE.

From the common gaol, in Ivelchester,


October 31, 1663.

L E T T E R XI.
To my dearly beloved, the inhabitants of Taunton, grace,
mercy, and peace from God our Father, and the
Lord Jesus Christ.

Most dearly beloved,


I HAVE been through mercy many years with you, and should be
willingly so many years a prisoner for you, so I might further
your salvation. I must again and again thank you for your abundant
affection to me, which I value as a great mercy, not in order to
myself, but in order to your benefit, that I may thereby be a more
likely instrument of your good. Surely, so much as I value your love,
yet had I rather be forsaken of you all, and buried in oblivion; so that
your eyes and hearts may be fixed on Christ, and sincerely engaged
to him. Brethren, I have not bespoken your affections for myself: O
that I might win your hearts to Christ. O that I might convert you to
him though you were diverted from me. *I should much rather chuse
to be hated of all, so this might be the means to have Christ set up
savingly in the hearts of you all. And indeed there is nothing great
but in order to God; nothing is considerable as it is terminated in us:
it matters not whether we are in riches or poverty, sickness or health,
in honour or disgrace, so Christ may be by us magnified in the
condition we are in. Welcome prison and poverty, welcome scorn
and envy, welcome pain or contempt, if by these God’s glory may be
promoted. What are we for, but for God? What doth the creature
signify separated from his God? Why just so much as the cypher
separated from his figure. We are nothing worth, but in reference to
God and his ends. Better were it that we had never been, than that
we should not be to him. Better that we were dead than we should
live, and not to him. Better that we had no understandings, than that
we should not know him. Better that we were blocks and brutes, than
that we should not use our reason for him. What are our interests,
unless they may be subservient to his interest? Or our reputation,
unless we may hereby glorify him?
Do you love me? I know you do. But who is there, that will leave
his sins for me? With whom shall I prevail to give up himself in
strictness and self denial to the Lord? Who will be intreated by me to
set upon neglected duties, or reform accustomed sins? Oh wherein
may you rejoice me? In this, my brethren; in this you shall befriend
me, if you obey the voice of God by me, if you be prevailed with to
give yourselves up throughly to the Lord. Would you lighten my
burden? Would you make glad my heart? Let me hear of your
owning the ways and servants of the Lord in adversity, of your
patient continuing in the ways of holiness. O that I could but hear
that the prayerless souls, the prayerless families among you, were
now given to prayer! That the profane sinners were awakened, and
induced by the preaching of these bonds, to leave their
drunkenness, their loose company, their deceit and wantonness! Will
you not be made clean? When shall it once be? How long shall the
patience of God wait for you? How long shall the Lord Jesus stretch
out his hands toward you? O sinners, cast yourselves into his arms!
Why should you die? Why will you forsake your own mercy? Will you
perish when mercy woos you? Confess and forsake your sins, and
you shall find mercy. Will you sell your souls to perdition for a little
ease and delight in your flesh? Or a little of the gain of
unrighteousness? Why, these are the things that part between
sinners and Christ.

You might also like