Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Yeni Paradigman■n E■i■inde

Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi


Gerçe■i 1st Edition Emrah Cilasun
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/yeni-paradigmanin-esiginde-bediuzzaman-efsanesi-ve
-said-nursi-gercegi-1st-edition-emrah-cilasun/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Dil ve Zihin ■ncelemelerinde Yeni Ufuklar 1st Edition


Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/dil-ve-zihin-incelemelerinde-yeni-
ufuklar-1st-edition-noam-chomsky/

Osmanl■ ■mparatorlu■u ve Dünya Sava■■ 2nd Edition Said


Halim Pa■a

https://ebookstep.com/product/osmanli-imparatorlugu-ve-dunya-
savasi-2nd-edition-said-halim-pasa/

K■r■lgan Sapmalar - Sokak Mukavemetleri ve Yeni


Ba■kald■r■lar 1st Edition Engin Sustam

https://ebookstep.com/product/kirilgan-sapmalar-sokak-
mukavemetleri-ve-yeni-baskaldirilar-1st-edition-engin-sustam/

Psikopolitika Neoliberalizm ve Yeni ■ktidar Teknikleri


3rd Edition Byung Chul Han

https://ebookstep.com/product/psikopolitika-neoliberalizm-ve-
yeni-iktidar-teknikleri-3rd-edition-byung-chul-han/
Çin Yeni Büyük Göç ve De■i■en Dünya Dengeleri 4th
Edition Fatih Oktay

https://ebookstep.com/product/cin-yeni-buyuk-goc-ve-degisen-
dunya-dengeleri-4th-edition-fatih-oktay/

Osmanl■ da Marksizim ve Sosyalizm Yeni Ku■ak


Çal■■malar■ 2nd Edition Y Do■an Çetinkaya

https://ebookstep.com/product/osmanli-da-marksizim-ve-sosyalizm-
yeni-kusak-calismalari-2nd-edition-y-dogan-cetinkaya/

Eski Köye Yeni Roman Köy Roman■n■n Tarihi Kökeni ve


Sonu 1950 1980 1st Edition Erkan Irmak

https://ebookstep.com/product/eski-koye-yeni-roman-koy-romaninin-
tarihi-kokeni-ve-sonu-1950-1980-1st-edition-erkan-irmak/

Alacakaranl■kta Hegel i Dü■ünmek 1st Edition Kurtul


Gülenç Özgür Emrah Gürel

https://ebookstep.com/product/alacakaranlikta-hegel-i-
dusunmek-1st-edition-kurtul-gulenc-ozgur-emrah-gurel/

Yeni Öyküler 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/yeni-oykuler-1st-edition-kolektif/
Yeni Paradigmanın Eşiginde

'BEDİÜZZAMAN' EFSANESİ
ve

SAİD NURSİ GERÇEGİ


-Yabancı Arşiv Bel�eleriyle-

Emrah CiLASUN

.-'
__::z/'-,
PATIKA�ITAq
Patika Kitap: 1 7
Araştırma-İnceleme : 0 7

Yeni Paradigmanın Eşiginde

'BEDİÜZZAMAN' EFSANESİ
ve

SAİD NURSİ GERÇEGİ

Emrah CİLASUN

Birinci Basım: 20 1 5

Kapak Tasarım ve Dizgi


Aras ALADAG

Düzelti
Emel TEMUÇİNER KORKMAZ

ISBN: 9 78-605-64775-7-7
Yayıncı Sertifika no : 26829

Baskı:
Kayhan Matbaacılık
Davutpaşa Cad. Güven San. Sitesi C Blok No : 2 44
Topkapı / İSTANBUL
Tel . : 02 1 2 6 1 2 3 1 85
Matbaa Sertifika No . : 1 2 1 56

Patika Kitap
Osmanağa Mah. Serasker Cad .
Erol Apt. N o : 3 9 Kat: 3 Kadıköy-İstanbul
Tel: 02 1 6 3 3 7 75 04
e-posta: info@patikakitap . com .tr
www . patikakitap . com .tr
Yeni Paradigmanın Eşiginde

'BEDİÜZZAMAN' EFSANESİ
ve

SAİD NURSİ GERÇEGİ


-Yabancı Arsiv Belaelerivle-
, -' y

Emrah CiLASUN

p
·--�
�/"'-,
PATIKA�ITA9
Emrah CİLASUN 1 966'da İstanbul' da doğdu. 1 9 78'de ailesiyle birlikte Almanya'ya ilti­
ca etti. Halen Almanya'da yaşamakta, tarih araştırmacılığı, belgeselcilik ve çevirmenlik
yapmaktadır.

Eserleri:
• Fırtınalı Yıllarda lbrahim Kaypakkaya - Bilinmeyen Yazılar (Belge Yayınları, 1 994).
• İbrahim Kaypakkaya'nın hayatını anlatan belgesel: Kırmızı Gül Buz içinde ( 1 998) (El
Yayınları, 2008).
• Mustafa Suphi'yle Yoldaşlannı Kim ôldürdü? (Agora Kitaplığı, 2 008).
• "Baki ilk Selam" - Çerkes Ethem (Agora Kitaplığı, 2 009).

Çevirileri:
• Helmut Ortner, Suikastçı - Hitler'i Tek Başına ôldürmek isteyen Adam, Georg Elser (Agora
Kitaplığı, 2 0 1 1).
• Helmut Ortner, Sacca ve Vanzetti - Amerika'da iki ltalyan, Bir Hukuk Cinayeti (Agora
Kitaplığı, 2 0 1 2).
• Helmut Ortner, Cellat -Hitler'in Hizmetindeki Katil, Ronald Friesler (Agora Kitaplığı,
2 0 1 3).
• Rafik Schami, Mario Usta'nın Yaramaz Kuklalan, (Kırmızı Kedi, 2 0 1 4).

Kolektif Çalışmaları :
• Resmi Tarih Tartışmalan-2 (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2 006).
• Resmi ideoloji Sözlüğü (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2 007).
. . .

iÇiNDEKiLER

9 Derkenar ve Teşekkür

1. 13 Neden Said Nursi?


14 " Döveni Dövmek Gerek"

15 Dindar Nesilleri Yetiştirmenin Yolu

16 " Din Dersleri Kaldırılmadığı Sürece . . . "

18 " Ben Eşimi Şu Anda Öldürüyorum"

23 " İslamiyet Devrimci v e İlericidir "

24 Suç O rtaklığı

27 " İslam Bayrağı Altında İki Stratej ik Güç "

31 Resmi İdeoloj inin Miadı Dolunca

37 Yeni Bir Resmi İ deoloj iye D oğru

38 Said N ursl'de Mutabık Kalmak

39 • Kemalistler

52 • İslamcılar

53 * Eleştirip sahip çıkan Islamcılar


59 * Eleştirisiz Sahiplenen Islamcılar
64 * Kemalist Islamcılar
77 * Tamamen Karşı Olan Islamcılar
80 • Liberaller

96 • Kürt Milliyetçileri

1 08 Rejimin "Zeitgeist" ı
il. 1 1 1 Said Nursi'nin Biyografisi
111 1 9 . Yüzyıl'ın Sonlarına Doğru Kürdistan

1 15 E fsaneden Gerçeğe . . .

1 17 Köy-Medrese:-Vali Konağı Üçgeninde


Doğuşundan Ilk Gençlik Yıllarına

1 42 Siyasetin Sarkacında . . .

171 Baş Aşağı Gidiş, Panislamizm ve M olla Said

2 04 Yol Ayrımı ve Arayış

230 Sürgün: Bir Tohum Makinesi

2 70 Rejimle Yüzleşme ve İlk Sınav

277 2 . Dünya Savaşı'nın Türkiye'deki İlk Mağlupları

300 Beşinci Şua'nın "Kerameti"

309 "İnsaflı Chp'liler"e Tanınan Son Şans

317 " Üçüncü Said"

326 Ortak Düşman " Komünizm"

333 N ursi - D P İlişkileri ya da Bir Adım İleri İki Adım Geri

344 Kızışmaya Başlayan Çelişkiler

352 Rej imin Bekası, Değişen Dengeler v e Yeni Manevralar

357 Devlet Refleksi v e Nursi'nin Sükut v e İmaları

36 1 " İslam İttifakı"na Doğranan İngiliz "Tiridi"

366 Din, Dp'nin Can Simidi

380 Sonun Başlangıcı

383 Ankara-Paris-Londra'nın Gözünden Nurcular

396 İngilizlerin Ümidi

40 7 Adım Adım Sona Doğru

425 Bazı Belgeler

441 Arşivler - Gazeteler - Dergiler

443 Kaynakça
Bob Avakian 'a...
Derkenar ve Teşehhür

Şayet bundan beş sene evvel yolum Orta Avrupa'da Türkiyeliler'in yoğun
yaşadığı o kasabaya düşmeseydi belki de bu kitabı yazmak aklımın
ucundan dahi geçmezdi. Neden mi? Anlatayım . . . Bir pazar günü
gittiğim o kasabada, arkadaşımın elime tutuşturduğu bir iki sayfalık
yazıyı acilen fotokopi yapmak için açık bir yer aramaya başladım. Her
yer kapalıydı. Çaresizce kaldığım evin yolunu tutmaya başlamıştım ki
bir de ne göreyim? Takriben yüz metre ileride bir binanın giriş katında
ofise benzeyen bir yere insanlar girip çıkmaktaydı. Yaklaştıkça fotokopi
yapma ümidim hem artıyor ama hem de bu ofisin ne olduğunu merak
ediyordum . Adımımı ofisten içeri attığımda, gördüğüm manzara beni
çocukluk yıllarımın İstanbulu'na götürmüştü . Gerçi burası resmiyette
'konut kredisi' ve 'tercümanlık' işleriyle uğraşan bir yerdi. Fakat
fiiliyat da ise şu veya bu nedenden ötürü banka kredisi alamayanlara
elden, yüksek faizle borç paranın verildiği, işsiz olanın fahiş fiyata
çalıştırılacak kaçak bir iş bulduğu , iltica başvuru dilekçesinin yüklü
bir para karşılığında çevrildiği , 7 0'lerden hatırımda kalan emlakçı/
arzuhalci karışımı bir yerdi . Her halinden ofisin sahibi olduğu
anlaşılan kısa boylu , topallayan , kravatlı , takım elbiseli adam ne
istediğimi sordu. Meramımı anlatınca elimdeki kağıtları , fotokopi
çekmesi için sekreter kadına verdi, kendisi de sırada bekleyenlerden
birini odasına alıp kapıyı kapattı . Sekreter fotokopiyle meşgulken ben
de sırtımı duvara yaslamış, etrafı izlemeye koyulmuştum. Girişteki
bekleme odası , yüzlerinin her halinden umudunu yitirdikleri belli
olan insanlarla doluydu . Duvardan indirilmiş bir fotoğraf çerçevesinin
geride bıraktığı iz dikkatimi çekmişti . Acaba ne asılıydı diye kendi
kendime sorarken bir de baktım ki indirilen fotoğraf ayağımın dibinde
ters çevrilmiş, duvara dayanmış vaziyette duruyordu . Ayağımla biraz
itince çerçevenin bir kenarıyla duvar arasında oluşan boşluktan
tepetaklak duran fotoğraf sanki aşağıdan bana doğru bakıyordu . Bu
fotoğraf Mustafa Kemal'in bildik bir portresiydi . Kendi kendime "her
halde yakında tamir var onun için indirmişlerdir" diyecektim ki, bu sefer
de karşımdaki derme çatma bir rafta hepsi birbirinin benzeri 14 adet­
lik bir kitap seti durmaktaydı. Toprak rengindeki ciltlerin üzerinde
gotik karakterli harflerle yazılanları okuyamıyordum. Karşı duvara ,
kitapların olduğu rafa doğru yürüdüm ve setin içinden bir tanesini
elime aldım. Oldum olası sevmediğim, bana her zaman Faşist Nazi
______ 'Bediüzzaman' Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

Almanyası'nı hatırlatan gotik yazısını okumakta zorlanıyordum . Fakat


merakım baskın geliyordu. Nihayetinde harfleri çözmeyi başarmıştım.
Elimdeki kitabın adı Sikke-i Tasdik-i Gaybi, yazarı da "Bediüzzaman
Said Nursi"ydi. Okumakta zorlandığım bu adı bir yerlerden biliyor­
dum. Fakat tüm bilgim NursI'nin bir 'dinci' olduğuydu . Duvardan
indirilen Mustafa Kemal ile derme çatma rafa dizilen Nurs1'nin kitap­
ları arasındaki ilişki ve çelişkiyi, ofis sahibinin nezdinde tüm bir top­
lum ve rej imdeki bu ani 'dönüşümü' düşünmeye dalmıştım . Sekreter
kadının fotokopilerin karşılığında "1 Avro 25 cent" talep etmesi beni,
adeta uykumdan uyandırmıştı. Daha doğrusu , bu çalışmanın 'start'ını
vermişti . . .
Elinizdeki kitabın yazım serüveni tam dört sene yedi ay sürdü . Ve kelime­
nin tam anlamıyla esasen kadınların desteği sayesinde yazılabildi. Her
şeyden evvel annem Rüçhan Tolgay'ın ve bazı dostlarımın mali desteği
olmasaydı, Berlin'den Londra'ya, Freiburg'dan Kostroma'ya, Mosko­
va'dan Paris'e uzanan yolları arşınlayamazdım. Rusya'daki arşiv çalış­
masında bana asistanlık yapan Valeria Ryzhonina'nın desteği olmak­
sızın Nursl'nin Rus arşivlerindeki kayıtlarına ulaşamazdım . Federal
Arşiv/Askeri Arşiv-Freiburg'daki çalışmalarım esnasında, Beatri­
ce Schlee ve sevgili ailesi; Paris'te Dışişleri Bakanlığı'nın arşivindeki
çalışmalarım esnasında , Heidi Knörzer ve sevgili oğlu Milo ve Ayşe­
gül ; Londra'da Public Record O fice'deki çalışmalarım esnasında sev­
gili yoldaşım "Otuz" Hasan bana kapılarını açtılar ve unutulmaz bir
destek sundular. Burada arşiv çalışması sonucu bulduğum belgelerin
çevirisi, traskripsiyonu ve redaksiyonu için bu çalışmaya destek sunan
arkadaşlarıma da mutlaka değinmeliyim. Bunların başında bugüne dek
yazdığım tüm kitapların ön çalışmalarında Fransızcadan yaptığı sözlü
çevirilerle desteğini benden hiçbir zaman esirgemeyen sevgili arkada­
şım Berenice Böhlo gelmektedir. Okuyucu , 'çiçeği bumunda' çevirmen
Ozan Yeşilbaş sayesinde bu kitaptaki Fransızca belgeleri okuyacaktır.
Güliz Yazıcıoğlu'nun desteğiyle Fransızca çeviri metninin kimi yerle­
rinin üzerinden bir kez daha geçilmiştir. Bir başka 'çiçeği burnunda'
çevirmenin, S. Ö . 'nün desteğiyle İngilizce belgeler Türkçeye çevrile­
bilmiştir. Alman arşivlerinde bulduğum kimi el yazması belgeleri , ağır
hastalığını umursamayan değerli dostum Egon Ammann'ın transkrip­
siyonu olmasaydı katiyen okuyamazdım. Kitabın birinci bölümünün
redaksiyonu ise tamamen sevgili arkadaşım Erkan Türkel'in özverisiyle
mümkün olmuştur.
Said Nursl'nin 1 9 l S'te Van'daki faaliyetleriyle alakalı olarak, Van jandar­
ma Kumandanlığı'na tayin edilen Venezüellalı 'paralı asker' Nogles
hakkında, Karakas'daki Simon Bolivar Üniversitesi'nden Sayın Profe-

1 10
Emrah Cilasun

sör Dr. Violeta Roj o hanımefendinin verdiği bilgileri, aramızdaki tüm


yazışmaları İspanyolcadan Türkçeye çeviren Sezgin Devran'a borçlu­
yum . Bu çalışma esnasında mümkün olduğunca bir 'bilen'e danışmaya
çalıştım. Birinci Dünya Savaşı sonrası Said Nursl'nin geldiği İstanbul'u
ve bu şehrin kültür hayatına ilişkin kimi ahret sorularımın cevabını ,
Türk sinema tarihinin önemli eserlerinden biri olan, Paris'ten Pera'ya
Sinema ve Rum Sinemacılar kitabının yazarlarından Sula Bozis hanıme­
fendi sayesinde öğrendim. 'Quantum Fiziği' ile Nurs1 arasında kurul­
mak istenen zoraki bağı anlamamda ise sayın Profesör Dr. Gediz Akde­
niz çok yardımcı oldu . Akdeniz'in verdiği cevaplar ve aramızda geçen
diğer yazışmalar, son derece ufuk açıcıydı .
Yurt dışında yaşayan bir yazarın en büyük sıkıntısı kendi dilindeki kay­
nakları elde etmektir. Gökkuşağı Kitabevi'nin sahibi Metin Ağaçgözü
ve çalışanı Sinan Şimşek'in kararlı angaj manlarıyla bu sıkıntının üze­
rinden gelebildim. İklime Coşkun'un sayesinde ise Risale-i Nur Külliya­
tı'nın -Nursl'nin hayatta olduğu ve onun denetiminde kimi 1 958 bas­
kısı- parçalarına ulaşabildim. Nurcu yazarların ve Said Nurs1 hakkında
yazılmış kitapların, dergilerin çoğunu ise Eylem ve Osman Akınhay
sayesinde elde edebildim.
Nursl'nin sürgün yaşadığı iller hakkında olabildiğince yerel kaynaklara
ulaşmaya çalıştım . "Isparta Halk Evi" nin 3 0'lı yıllarda yayınladığı ÜN
dergisinin hemen hemen tüm sayılarını sevgili arkadaşım Süleyman
Tuncel sayesinde tedarik ettim. Kastamonu hakkında ihtiyacım olan
yerel literatürü ise bu kitaba diger katkılarının yanı sıra sevgili Sezer
Duru'nun sayesinde ulaştım. Yolladığı PDF dosyalarla, haber ve maka­
lelerle Sait Çetinoğlu , çalışmanın başından beri eşsiz destek sundu .
Yukarıda adı geçen dostlarımın sayesinde bu çalışma vücut buldu . Okuyu­
cunun önünde kendilerine bir kez daha teşekkür etmek isterim. Dört
sene yedi ay süren bu macerada neredeyse çalışmanın selameti için
kendisini geriye çeken, beni canla başla destekleyen her zaman ve her
daim yanımda olan eşim Sevtap'a ise hiçbir teşekkür kafi değildir.

5 Şubat 2 0 1 5
Emrah Cilasun

11 1
1.
Neden Said Nursi?

Bugün toplumsal hayatın din tarafından şekillendirildiği bir Türkiye


ile karşı karşıyayız . Günübirlik yaşamın içerisinde başta kadınlar olmak
üzere bütün toplumun baş döndürücü bir süratle din tarafından çembe­
re alındığına şahit olmaktayız. Sanattan bilime , eğitimden siyasete kadar
dinin toplum üzerinde bir üstyapı kurumu olarak oynadığı rol ve bu rolü
perçinleyen, siyaset sahnesinin sağ ve sol aktörleri tarafından dine atfedilen
önem anlaşılmadan, 'Neden Said NursI' sorusuna verilecek bir cevap sathi
kalacaktır.
Hiç şüphesiz , dindar nesillerin yetiştirileceğini ilan etmesinden, "kadın,
iffetli olmalıdır; ulu orta kahkaha atmamalıdır" fetvasına kadar devlet rica­
linin yaptığı konuşmalar okuyucunun bilgisi dahilindedir. Kimilerine
göre burada endişeye kapılıp alarm zillerini çalmanın alemi yoktur. Zira
bu endişe sahiplerinin "bir cami veya dindar gördüğünde 'din devleti geliyor'
gürültüsü koparması " yine o kimilerine göre "sadece komik" olmaktadır. 1
Aşağıda basından aktaracağım farklı tarihlerde , farklı konulara ilişkin
haberler, devlet ricalinin konuşmalannın, günübirlik hayatta nasıl bir kar­
şılık bulduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli hususlan ihtiva
etmektedir. Aynca bu gazete haberleri, dinin ne denli toplumda tayin edici
hale geldiğini göstermesi bakımından sanının bir ipucu verecektir.

1 Yasin Doğan, Yeni Şafak, 6 Haziran 20 1 2


'Bediüzzaman' E fsanesi ve Said Nursi Gerçeği

"Döveni Dövmek Gerek"


Tarih, 7 Ağustos 2 011. Yeni Şafak yazarlarından Hayrettin Karaman,
dinin hoşgörülü olmayacağını son derece yalın bir şekilde ifade ediyor. Bir
Müslümanın farklı olana karşı nasıl davranması gerektiğine ilişkin açıktan
şöyle yazıyor:
"Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna,
nikahsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden) kumarcısına, Müslümanlan
sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına . . . kadar birçok in­
sanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanlann bu insanlara karşı iç
ve dış tavırlan ne olacaktır?
lç tavırdan başlayalım:
Müslüman bu davranış lan asla beğenemez, bu fiillerden nefret eder, imkan
bulsa düzeltme ve engelleme niyetini muhafaza eder.
Dış tavır olarak da dine, ahlaka ve adaba aykın davranışı çekinmeden, gözü­
nün içine baka baka, meydan okurcasına sergileyen insanlara cesaret verecek,
davranışlannı meşrulaştıracak tavırlardan sakınır. Onlar kötü halleri içinde
iken en azından tebessümünü esirger.
Durum böyle olunca çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlar­
la zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla 'hoşgörü' değil, 'tahammül' diyorum. "2

Karaman'ın "tahammül" diye formüle ettiği aba altından sopayı , İslamcı


yazar Atasay Müftüoğlu adıyla sanıyla anıyor.
Tarih, 25 Eylül 2 011. Aynı gazetenin kendisiyle yaptığı mülakatta
yazar şöyle diyor:

"Kime karşı hoşgörü? Sizin bütün bir Islami varlığınıza karşı küresel çapta
sistematik anlamda bir proje yürütülüyor. Sizi temin ederim şu anda yüzlerce
düşünce kuruluşu Türkiye'de faaliyet halindeler. Hoşgörülü bir Islam tanı­
mı için uyanyorlar Müslümanlan. 'Mevlana okuyun, Yunus okuyun. Dövene
elsiz gerek, sövene dilsiz gerek' diye. Halbuki bugün döveni dövmek gerek,
sövene sövmek gerek. " 3

Müftüoğlu'nun bu açık yürekli sözleri aslında dinin kendi dinamiği­


ne dayanmaktadır. Hükümete yakınlığı ile bilinen Karaman'ın, şimdilik
'reel politik' nedenlerden ötürü -ama gene de aba altından sopa göste­
ren- "tahammül" formülü dahi Müftüoğlu'na yeterli gelmemektedir. Fakat
aralarındaki nüans farkına rağmen -Karaman ve Müftüoğlu örneğinde de
olduğu gibi- kendilerini nasıl göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, "din bir

2 Hayrettin Karaman , Yeni Şafak, 7 Ağustos 2 0 1 1

3 Yeni Şafak, 2 5 Eylül 20 1 1

l 14
Emrah Cilasun

kez manevi değerlerin ve politik meş ruluğun temel kaynağı haline getirildi mi, o
zaman Islamcılığın değişik varyasyonlan arasındaki aynm çizgileri de silikleş­
mektedir. " 4
Dindar Nesilleri Yetiştirmenin Yolu
Karaman'ın veya Müftüoğlu'nun bakış açısına sahip olabilmenin yolu
hiç kuşkusuz eğitimden geçmektedir. Dini eğitimde son yıllarda Türki­
ye'de çok ciddi adımların atıldığı; mevcut yönetimin "dindar nesiller yetiş­
tireceğiz" sözleriyle bu adımların bir atağa dönüştüğü bilinmektedir. Peki
bu atak pratiğe nasıl yansımaktadır ya da daha doğrusu İslamcı çevrelere
göre nasıl yansımalıdır?
Tarih, 9 Ağustos 2 011. Ramazan ayında çocuklara nasıl davranılması
gerektiğini Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın'dan okuyalım :

"Çocuklanmıza Ramazan ayında pek çok yönden diğer zamanlardan daha


iyimser ve şefaatli bir ortam sunmak için çabalamalıyız. Bu güzel rahmet
ayında çocuklanmıza karşı asla sinirli, telaşlı, hoşgörüsüz davranmamalıyız.
Aksi durumda ibadetlerin insan üzerinde uyandırdığı yüce, güzel duygu ve dü­
şünceleri onlara kabul ettirmekte hiç şansımız kalmayabilir . . . Okul öncesi
yaşlardaki çocuklara oruç tutturmak uygun değildir. Ancak çocuklar, sahura
kaldınlabilir, 2-3 saatlik veya yanm günlük denemeler yaptınlarak tam gün
tutmuş gibi sevindirilebilir. 7-1 O yaşlanndaki çocuklann sağlık durumlan mü­
saitse hiç olmazsa birkaç gün oruç tutturulabilir. Ôrneğin, çocuğun tuttuğu
yanm günlük orucu, küçük hediyeler karşılığında 'satın alabiliriz '. " 5

Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın'ın bu önerisinin somut halini, Konya'nın


Seydişehir İlçesi'nde faaliyet yürüten Seydişehir Çevre Kültür Gençlik ve
Sosyal Dayanışma Demeği'nin başlattığı bir yarışmada görmek mümkün.
Tarih, 13 Ocak 2 012 . Demek, ilköğretim okulu öğrencilerinin camide
namaz kılması için "Namazını camide kıl, puanını topla, ödülü kap" sloganıy­
la, "Haydi çocuklar camiye" adlı bir yarışma başlatmış. Yarışmanın kuralları
ise şöyle:
"90 gün sürecek yanşmada en çok puana ulaşıp dereceye giren öğrencilere di­
züstü bilgisayar, bisiklet, çeyrek altın, MP3 müzik çalar gibi ödüller verilecek.
Sabah ve yatsı namazının puanı 30, öğle, ikindi ve akşam namazının puanı ise
1 O puan olarak değerlendirilecek. " 6

Tarih, 3 Şubat 2 012 . Tüm bu 'sivil' girişimlerin yanı sıra devletin de

4 Samuel Albert, "Mısır, Tunus ve Arap Ayaklanmaları: Nasıl Açmaza Düştüler ve Bu


Açmazdan Nasıl Çıkabilirler" , www .avakianbob .wordpress . com

5 Zaman, 9 Ağustos 20 1 1 . (abç)


6 Milliyet, 1 3 Ocak 2 0 1 2

ıs ı
______ 'Bediüzzaman' Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

"dindar nesiller" yetiştirmek için stratej iler geliştirdiği medya aracılığıyla


duyuruldu . 5 milyar 44 2 milyon lira tutarındaki rekor bütçesiyle ve 141
bin 298 personeliyle Türkiye'nin önde gelen kurumlarından biri olan Diya­
net İşleri Başkanlığı7 "daha dindar toplum için 4 yıllık yol haritasını hazırladı.
Kurum, özel kadrolarla cami dışına çıkarak toplumun tüm kesimlerine ulaşmayı
hedefliyor. Çocuklar, gençler, kadınlar için cami dışı din hizmetleri artınlacak.
Kurumun 2 0 1 2-201 6 Stratejik Planı'nda yer alan bilgilere göre, gençlerin ahla­
kını korumak amacıyla dini içerikli romanlar yazılacak, yaygın eğitimde kulla­
nılmak üzere ücretsiz yayınlar hazırlanacak. " 8
"Dindar nesillerin" yetiştirilmesi günümüz Türkiyesi'nde adeta bir yarışa
dönüştürülmüş hatta Diyanet İşleri'yle ciddi bir rekabete girilerek, kuru­
mun Kuran kursları üzerindeki tekeli kırılma noktasına gelmiştir.
Tarih, 16 Mayıs 2 012 . Gazetelerde, eğitimi kademeli olarak 12 yıla
çıkartan ve okullara 'seçmeli' Kuran dersi getiren yeni düzenlemenin Mec­
lis'te kabul edilmesinden birkaç gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı ile 197 4'te
Said Nursl'nin talebelerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak tarafından kurulan
Hayrat Vakfı arasında bir protokol imzalandığını okuyoruz . Habere göre ,
"Protokol, Diyanet lşleri Başkanlığı'nın Kuran kurslan üzerindeki tekelini kın­
yor. Vakıf 900 Kuran kursu açacak. " 9
Siviliyle resmisiyle seferber olunan bu dini eğitimin, kaçınılmaz olarak
kör inanca dayalı şeyleri kabul etmeyen ve bir din olmayan bilimi karşısı­
na alması kaçınılmazdır. Baş hedefinde ise Darwin'in Evrim Bilimi bulun­
maktadır. Bu durumun vahameti, bilim insanlarını doğal olarak tedirgin
etmektedir.
Tarih, 2 2 Mayıs 2 012 . ODTÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Aykut Kence'nin
verdiği mülakat son derece uyarıcıdır:

"Türkiye'de kimi kesimlerin ortak hedef belirlemiş gibi, özellikle Evrim Ku­
ramı'na saldırmalan son zamanlarda giderek artmıştır. Bunun amacı da bi­
limsel düşünceyi, bilimi gençlerimiz ve halkımızın zihninden silmek, Türkiye
toplumunu itaatkar insanlardan oluşan bir yapıya dönüştürmektir. Itaatkar
bir toplum çok daha kolay yönetilebilir. Evet. Türkiye yaratılışçılığın resmi bir
devlet politikası olarak, eğitim sisteminde yer aldığı tek laik ülkedir. "10

"Din Dersleri Kaldınlmadığı Sürece . . . "

Kimi İslamcı yazarlar -Profesör Kence'nin dikkat çektiği tehlikenin


hakikaten gerçekleşmesi için- sadece din derslerinin yeterli olmayacağının

7 Bkz. www . diyanet.gov.tr

8 Akşam, 3 Şubat 20 1 2
9 Radikal, 1 6 Mayıs 20 1 2
10 BirGün, 2 2 Mayıs 20 1 2

l 16
Emrah Cıbsun

çoktan farkındadırlar.
Tarih, 24 Şubat 20 1 2 . Onun içindir ki mesela Yeni Şafak yazarlarından
Yusuf Kaplan çok daha iddialı şu öneriyi yapmaktadır:
"Bu ülkede din dersleri kaldırılmadığı ve bütün eğitim sistemi, dinin sunduğu
düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninde çocuklarımıza bir medeniyet fik­
ri, ruhu ve iddiası kazandıracak, çocuklarımızın bu fikri her bakımdan özüm­
seyecekleri, bütün yönle1iyle kıran kırana tartışacakları bir niteliğe ve kimliğe
kavuşturulamadığı sürece, bu ülke, dünyanın en güçlü ülkesi haline bile gelse,
kendine gelemeyecek, dünyaya Müslüman bir ülke olarak bilimde, sanatta ve
düşüncede özgün şeyler veremeyecek, sadece Batılıların ikinci sınıf karikatürü
olarak asalakça yaşamaya ve salakça yapay kavgalarla boğuşmaya devam
edecek ve asla tarih yapacak bir özne konumuna yükselemeyecektir. Nokta. " 11
Yusu f Kaplan'ın arzuladığı "dinin tasavvurundaki sanat" ve ondan talep
ettiği "özgünlüğü" yaklaşık iki seneye yakındır tüm Türkiye , Cuma akşam­
ları Primetime'da popüler bir TV kanalında seyretti .
Tarih , 8 Ocak 20 1 3 . "Huzur Sokağı " adlı TV dizisinde tesettürlü 'Şük­
ran'ı canlandıran Sinem Öztürk'ün sinemadan gelen bir teklifi reddettiğini
öğreniyoruz . Tayfun Atay'a göre , "Öztürk 'ün gerekçesi, günümüzde kurgunun
gerçek hayat üzerindeki yaptırım gücüne de iyi bir örnek . . . Geçen haftaki bir
haber, özelde tesettür ve rol, genelde din ve sahne sanatı ilişkisi üzerine epeydir
yürüttüğümüz tartışmaya bir başka pencereden bakma imkanı verir nitelikte:
'Huzur Sokağı' dizisinde Şükran 'ı canlandıran Sinem Öztürk, Hakan Günday 'ın
'Piç' romanının sinema uyarlaması 'Hiç' için aldığı rol teklifini geri çevirdi. Çün­
kü filmde sevişme sahneleri varmış. Evlilik planlan yapan Öztürk özel hayatı­
nı da düşünerek ama aynı zamanda tesettürlü bir kadını canlandırdığı 'Huzur
Sokağı'na zarar vermemek için bu karan aldığını söylemiş. " 1 2
"Huzur Sokağı " adlı TV dizisi , toplumsal hayata din ekseninde şekil
verme faaliyetinin en 'özgün' örneğidir. Zira dizide kadının topluma ve
kocasına karşı isyankar değil itaatkar; başıboş değil bir erkeğe ait olması
gerektiği en vulger şekilde anlatılmaktadır.
Tarih, 14 Kasım 2 0 1 2 . Bu dizinin esin kaynağı olan ve aynı adı taşıyan
romanın yazarı Şule Yüksel Şenler'in duygularını ve onun hakkında yazı­
lanları gazetenin haberinden okuyoruz:

"Huzur Sokağı adlı romanı dizi ve tiyatroya uyarlanan, özgürlük mücadele­


siyle Müslüman kadınların idolü haline gelen Şule Yüksel Şenler, eserinin bu
kadar rağbet görmesinin nedeninin 'insanların huzura olan ihtiyacı' olduğunu
söyledi. Başbakan Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan 'ın 'Eğer bugün inanç özgür-

11 Yeni Şafah, 24 Şubat 20 1 2


12 Radikal Hayat , 08 Ocak 20 1 3
______ 'Bediüzzaman · Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

lüğü belli standartlara ulaşmışsa, kuşkusuz Şule Hanım'ın mücadelesinin bun­


da katkısı vardır' dediği Şenler, STAR'a konuştu.
"Benim kadar mutlu bir insan tasavvur edemiyorum. Üç çeyrek asır yaşamış
bu aciz, bugünleri gördüğü için Rabbine şükrediyor. 40 sene evvel yazılmış
bir roman. Benim hidayetimden önceki hayatım ve sonraki hayatım için çok
duygulanarak yazdığım bir roman. Huzur Sokağı'nı yazmamdaki gaye Islami
ahlakın o sokağa verdiği huzurun, sadece mahalleye, şehre ya da ülkeye değil,
bütün dünyaya yayılmasını sağlamaktı. Bütün dünyanın aynı şekilde bu de­
ğerlerle yaşantılarını sürdürmesini istedim. " 13

"Ben Eşimi Şu Anda Öldürüyorum"


Yusuf Kaplan'ın önerdiği "dinin sunduğu medeniyet fikri, ruhu ve iddiası"
doğrultusunda bir tarafta Şule Yüksel Şenler'in "Huzur Sokağı" gibi 'özgün'
eserler toplumun gözüne sokulurcasına empoze edilirken, aynı anda ister
başları açık ister kapalı olsun, Türkiye'de kadınların 'huzur' yüzü görme­
dikleri , dövülüp tacize , tecavüze uğrayıp hatta ve hatta katledildikleri kanlı
bir gerçektir.
Türkiye'de , öldürülen kadınların anısına internette hazırlanmış www .
anitsayac. com adındaki sitenin verilerine göre öldürülen kadınların sayısı
yıllara göre şöyledir: 2008'de 6 1 ; 2009'da 1 05 ; 20 1 0'da 1 65; 2 0 l l 'de 1 2 1 ;
2 0 1 2'de 1 40; 20 1 3'te 229 ve 2 0 1 4'ün Temmuz başına kadar kayıt altına
alınan öldürülmüş kadın sayısı 1 1 1 'dir.
İnsanın kanını donduran bu katliam karşısında rej imin gösterdiği
'tepki' , tamamen ve sadece dini refle kslerinden hareketle erkeklere "merha­
met" çağrısı yapmak olmuştur.
Tarih, 24 Mart 2 0 1 1 . Her yıl 1 4-20 Nisan tarihleri arasında kutla­
nan Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin bu yılki ana başlığının "Hz. Pey­
gamber ve Merhamet Eğitimi" olarak belirlendiğini; Diyanet İşleri Başkanı
Mehmet Görmez' in , dün Devlet Bakanı Selma Aliye Kavafı ziyaret edip
Diyanet İşleri Başkanı'nın Kavafa aileye kadar uzanan şiddete karşı atıla­
cak adımların çıkış noktasının "merhamet" olacağını vurguladığını , "merha­
met eğitimi " için iş birliği önerdiğini öğreniyoruz. Haberin devamı kelimesi
kelimesine şöyle : "Hz. Peygamber'in örnek kişiliğinden 'barışçı' yönünün öne
çıkarılmasının çok isabetli olduğunun altını çizen Bahan Kavaf ise, 'Toplumsal
farkmdalığın artması ve şiddeti önleyecek zihinsel dönüşümün sağlanması için
ülke genelinde eğitimci eğitimlerini tamamladık. 2 0 1 5 yılma kadar 1 00 bin din
görevlisinin eğitimi tamamlanacak' dedi. Kavaf, 'Din görevlilerimiz birer kana­
at önderi olarak çok ciddi sorumlululdarı ve görevleri olan kişilerdir. Onların
ailedeki ve toplumdaki şiddetin bitirilmesinde önemli rolleri olduğunu düşünü-

13 Star, 14 Kasım 20 1 2

l 18
Emrah Cilasun

yanım' diye konuştu. " ı-ı


Kendisinden olmayanı ilkin izole edip ona "hoşgörü" gösterilmesini ,
olmadı "tahammül " edilmesini savunan dini ideoloji, kendisinin yarattığı
köleci ilişkiler ağının kaçınılmaz sonucu olan ve birinci dereceden kendi­
sinin sorumluluğunu taşıdığı bu katliamlar karşısında , bu sefer de "merha­
met" önermektedir. Fakat erkekten beklenen "merhamet", Türkiye toplu­
munun kanayan yarasını durduramayınca çare , mağdurun (yani kadının)
devletin kolluk güçlerine başvurmasında bulunmuş olacak, ki bu çare bile
dinen tepkilere neden olmuştur.
Tarih, 4 Ağustos 20 1 1 . "Ozerk Diyanet Vahı] Çalışanlan Birliği Sendikası
(DIN-BIR-SEN) Genel Başkanı Lütfi Şenocah, Aile ve Sosyal Politikalar Bakan­
lığı'nın şiddete uğrayan kadının tek tuşla p.olis çağırmasına ilişkin çalışmasına
tepki gösterdi. Tek tuşla polis çağırma uygulamasının kadının olmadık yere
sürekli kocasına yüklenmesine neden olacağını, kçJCasının da inatlaşıp daha faz­
la şiddete yönelmesini beraberinde getireceğini savunan Şenocak, 'Bu uygulama,
evlilik kurumuna daha fazla zarar velir. Aile içi meseleler aile içinde kalmalı,
dışarıdan müdahale doğru değil. Polis yerine bu işle görevlendirilecek mahalle­
nin imamını, muhtarını, öğretmenini aramak daha doğru ' dedi. " 1 5
Lütfi Şenocak'ın bu tepkisi devlet katında nasıl karşılık buldu bilin­
mez . Ama her halükarda bu katliamlara yön veren ve toplumsal ilişkilerin
merkezinde yer alan ataerkil düşünce yapısıyla yetişen; meşruiyetini din­
den alan erkeklerde bir karşılık bulduğu kesindir. Anlaşılan günümüzde
butona katledilmekte olan kadınlar değil ama onları katleden erkekler bas­
makta ve aynı bakış açısıyla hareket eden kolluk kuvvetlerinin 'serinkanlı­
lığıyla' karşılaşmaktadırlar. İşte kanlı bir örnek:
Tarih, 6 Haziran 20 1 4. Diyarbakır'ın Karapınar İlçesinde 25 Ocak'ta
doğum yapan eşi Mübarek Turan'ı (33) uyurken şakaklarına elektrik vere­
rek öldüren , olay sonrası da cinayeti "cinlerin emriyle yaptığını" iddia eden
Veysi Turan'ın (2 9) cinayet sırasında 1 5 5 polis hattını aradığını bildiren
haberin detayını okuyalım :

"Kent merkezindeki bir lokantada garsonluk yapan Veysi Turan, 9 aylık ha­
mile eşi Mübarek Turan'ı 24 Ocak'ta doğum sancıları artınca hastaneye gö­
türdü. 4 yaşında bir kızı da bulunan Mübarek Turan ikinci kızım sağlıklı
olarak dünyaya getirdi. Ertesi gün Turan, eşini ve bebeğini evlerine götürdü.
Iddiaya göre Veysi Turan, gece eşi ve çocuklarının uyumasını bekledi. Bir süre
sonra evde bulunan üçlü elektrik prizinin kablosunu kesti. Ardından, kablonun
fişini prize takarken, kestiği uçlarını ise uyuyan eşinin şakaklanna tuttu. Mü­
barek Turan akıma kapılıp can çekişmeye başladı. Bu sırada ise Veysi Turan

14 Radikal, 2 4 Mart 20 1 1
15 Radikal, 4 Ağustos 2 O 1 1
·Bediüzzaman' Efsanesi ve Said '.'iursi Gerçeği

' 1 55 Polis imdat' hattını aradı. "


Cinayet sırasında polisi arayan eş katili Veysi Turan ile polis memuru
arasında geçen telefon görüşmesi ise şöyle:

"1 55 Operatör: 1 55 buyurun.


"V. Turan: Birini öldürdüm.
" 1 55 Operatör: Birini mi öldürdün?
"V. Turan: Evet adresi veriyorum.
"155 Operatör: Kimi öldürdün?
"V. Turan: Ben eşimi şu an öldürüyorum.
"1 55 Operatör: ôldürdün mü öldürüyor musun?
"V. Turan: Vallahi daha ölmemiş ama katli bana helalse öldürüyorum.
" 1 55 Operatör: Adres neresi?
"V. Turan: Kanal üstü mahallesi.
"1 55 Operatör: Hangi sohah?
"V. Turan: 1 33 sohah No: 40
"1 55 Operatör: Kaç numara?
"V. Turan: Alt birinci hat.
" 1 55 Operatör: Problem ne eşinle?
"V. Turan: Oooo gelecek misin?
"1 55 Operatör: Geleceğim.
"V. Turan: O zaman gelin de konuşalım.
"1 55 Operatör: Gelince mi konuşalım?
"V. Turan: Ben karımı öldürdüm diyorum sen ne problemi diyorsun.
" 1 55 Operatör: Şimdi birini öldüreceğim diyorsun şu anda öldürdüm diyor­
sun.
"V. Turan: Şu an ağzını kapatmışım can çekişiyor.
" 1 55 Operatör: Tamam bekle ehip gönderiyorum. Tamam mı?
"V. Turan: Tamam.
"1 55 Operatör: Ambulans göndereyim mi?
11•
"V. Turan: Gönder. "
"Katli bana helalse öldürüyorum" düsturuyla yapılan bu katliamların,
bütün bir teorik altyapısı günümüzde , İslamcı kalemşörler tarafından
mütemadiyen işlenmektedir. Bu teorik altyapının amacı, kapitalist
gelişmenin bir yandan eski sosyal ilişkileri parçalayıp kadınlan kamusal
yaşama çekerken diğer yandan da geleneksel değer ve ayrıcalıkların
kendilerini yeniden tahkim etmesi ve zora dayalı olarak pekiştirmesidir.
Nihayetinde kadınların canına mal olan bu katliamların teorik alt yapı­
sı; geleneksel değer ve ayrıcalıkların yeniden tahkimi ; yıllardır "düşünceleri­
ne katılmıyorum ama senin bu düşüncelerini söylemen için kendimi feda etmeye
16 Milliyet, 6 Haziran 20 1 4

"�;jl.· 2 0
Emrah Cilasun

hazınm" ikiyüzlülüğüyle sol liberaller tarafından meşrulaştırılan bir İslamcı


yazar tarafından bakalım nasıl işlenmiş?
"Kadına ilişkin örfün; lslam'ın öngördügü alem tasavvurn, alem tasavvurunun
merkezindeki dünya düzeni, dünya düzeninin merkezindeki ümmet ideali, üm­
met idealinin merkezindeki daru 'l-lslam, daru'l-lslam'ın medeniyet havzalan
hükmündeki şehir hayatı ve şehir hayatının merkezindeki ev ve aile düzeniyle
doğrudan ve zaruri ilişkisi var. Bu geniş perspektiften bakılmadığında, lslam
tarihinde örf zemininde kadının konumunu, 'ataerkil tahakkümcü' kültürün;
dinf nasların erkekler tarafından yorumlanmış aynmcı-cinsiyetçi meşruiyet
fetvalarının ürünü görür ve bunun sonucunda Batı modernizmi, feminizmi ve
küresel piyasa ideolojisi olan liberalizmin dayattığı 'kadınlarla ilgili program
ve projelere birer can simidi' gibi sarılırsınız. " ı-

Bulaç'la devam etmeden evvel İslamcı çevreden geleh bir akademisye­


ne kısaca kulak vermekte fayda var. Prof. Dr. Murat Çizakça'ya göre zaten
"İslam ekonomisi kapitalizmin ta kendisidir, orij inal , etik, çirkinleşmemiş .
halidir. "1 11 Aslında Bulaç da, "Batı modernizmi" ve "küresel piyasa" diye bah­
settiği şeylerin kapitalist üretim ilişkileri olduğunu gayet iyi bilmekte­
dir. Yazar, İslam'ın kapitalizme karşı alternatif bir programının olmadı­
ğının bilincindedir ve hatta kendisi de kapitalizme karşı olmadığı gibi , o
kapitalist üretim ilişkilerden son derece memnun ve o ilişkilerin içerisi­
ne de entegre olmuş vaziyettedir. Zira bizatihi yazarın kendisi , 90 yıllarda
kapitalist ilişkilerin ağında daha da serpilip palazlanan İstanbul Beledi­
yesi gibi bir kurumun yıllarca danışmanlığını yapmış ; şu anda da bün­
yesinde gazeteden, televizyon kanallarına , radyodan bankasına kadar tam
teşekküllü kapitalist bir cemaat holdinginin muteber yazarlığına yük­
selmiştir. Bulaç, hem bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin içerisine
entegre olmuştur ama aynı zamanda da kapitalist üretim ilişkilerinin
tamamlanmamış , bozuk ve parçaları birbirinden ayrılmış halinin, kendi
istek ve arzusundan bağımsız olarak bozduğu ve deforme ettiği geleneksel
değerleri ve ayrıcalıkları yeniden tahkim etmeye çalışmaktadır. Hal böyle
olunca Bulaç'a göre "liberalizmin dayattığı program" tehlikeli olmaktadır.
Bulaç'ın, kadın sorununda kendisine karşı çıkabilecek olanları, aynı anda
"feminizm" ve "liberalizm"le korkutması bir çarpıtmadan daha çok bilgisiz­
liğin olduğu kadar aynı zamanda da gerçek bir çelişkinin ürünüdür.
Halbuki liberalizmin kendisine bayrak edindiği kapitalizmin hüküm
sürdüğü dünyanın her bir köşesinde kadınlar ezilmektedir. "Kapitalizm,
kadınların özgürleşmesini sağlamamıştır. Zaten bunu yapacak hali de yoktur.
Kapitalizm sadece kadınların ezilme biçimlerini değiştirmiş ve bu ezil-

17 Ali Bulaç , Zaman, 1 2 Aralık 2 0 1 1

18 Star, 2 7 Ağustos 20 1 2 . (abç)

21
_______ 'Bediuzzaman' Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

mişliğin yapısal karakterini gizlemiştir. Bunu, kadınlann da erkekler gibi


kendilerini birbirlerinden tecrit halde bireyler olarak görmelerini sağlayarak
yapmıştır. " 1 9 Dolayısıyla liberalizmin ve onun kendisine bayrak edindiği
-bu arada Bulaç'ın da bir parçası olduğu- kapitalizmin kadınlara 'dayattığı
program' , özünde Bulaç'ın 'dayattığı program'dan farklı değildir. Bulaç'ın
yapmak istediği kendisine yabancı olmayan, geleneksel değerlerin ve ayrı­
calıkların egemenliğini korumak ve kollamaktır. Yazarın keskin feminizm
karşıtlığı da. zaten buradan kaynaklandığı için yazarın alıntısına kaldığımız
yerden devam edip yaptığı 'önerinin' ardından bu meseleyi ele almakta
fayda var diye düşünüyorum.
"Islam tasavvurunda kadın pergel gibidir; sağ ayağı -sabitkadem- evindedir,
sol ayağıyla her yere gider, haricf her meşru ve hayırlı maddı, iktisadı, sos­
yal, sivil faaliyete, hadisteki güzel deyimle 'Müslümanların hayırlı meclislerine
katılır. ' Ama önce evi ve ailesi! 'Ev' kadın için hayatı faaliyetlerin merkezi
'ana karargah'tır (33/Ahzab, 33). Toplumsal hayatın da ana merkezi, her biri
mescid hükmünde olan 'ev'dir. Ev kıbleye yönlendirilmeli, mekan kullanımı ve
hayat tarzı buna göre kurulmalıdır. (]O/Yunus, 87) "2 L1
Türkiye toplumunun en keskin fay hatlarından biri olan kadın mese­
lesinde yapılan bu Orta Çağ önerisinin karşılığı, kölelik, baskı ve hatta
yukarıda da gördüğümüz gibi "bana helalse" denilen katliamlardır. Kadın­
ların bu ve bunun gibi önerilere karşı isyan etmeleri tartışılmayacak kadar
meşrudur ve bu meşru isyana Bulaç'ın kararlılıkla karşı geldiği feminizm
de dahildir.21 Burada yazarın koruyup kollamaya çalıştığı ve formüle etti­
ği 'öneri' , günümüzde geçmişten geriye kalan feodal ve diğer kapitalizm
öncesi üretim ilişkilerinin tezahüründen başka bir şey değildir.
İşin ilginç yanı bütün bir toplumun Orta Çağ karanlığına sürüklendiğini
gözler önüne seren yukarıdaki çeşitli örneklere rağmen kendisini sol ve
hatta Marksist olarak nitelendirenlerin var güçleriyle nasıl din savunusuna
girdikleridir. Daha doğrusu Bulaç'ın koruduğu ve kolladığı değer ve

19 A Declaration: Far Women's Liberation and the Emancipation of Ali Humanity , 2009 .
(abç) www . revcom.us

20 Bulaç , agy

21 Her ne kadar feminizm, kadınların eşitlik mücadelesini amaç edinmiş olsa da ; yine
de bu mücadele "hadınlann hurtuluşunun olmazsa olmazlarından biri olmasına rağmen
teh başına yeterli derecede radihal bir talep değildir. Eşitlih mücadelesi hapitalist dünya­
nın dar ufhuyla sınırlandınlacah olursa ve hapitalist sistemin hendisine dohunulmazsa"
-ki feminizm maalese f bu dar u fuklarla kendisini sınırlamaktadır- "hadınlar 'en iyi
durumda bf1e' meta olarah 'hendilerine' ait olacahlardı r. Başha bir olası/ıh da, diğerleri
üzeıinde hontrol sahibi olmah ve onlara gerçehte metalar olarak davranmaktır. Ama bu
durumda onlar sömürücü yapının dar ve kapana kıstıncı sınırlarını kırıp aşamazlar. " (A
Declaration: Far Women 's Liberation and the Emancipation �f Ali Humanity, 2009)

1'.;,i 22
Emrah Cilasun

ayrıcalıklara tersinden nasıl sahip çıktıklarıdır.

"lslamiyet Devrimci ve İlericidir"


Tarih, 3 Eylül 2 006 . Aydınlık gazetesinin kendisiyle yaptığı mülakatta
"Islamiyet tarihte devrimci ve ilerici bir rol oynadı " diyen İşçi Partisi başka­
nı Doğu Perinçek'e göre , "İslamiyet, bir ticaret uygarlığının önünü açtı.
Bedevi toplumdan, kabile toplumundan, özel mülkiyet ve ticarete dayanan,
dolayısıyla zenginliklerin biliktiği ve uygarlığın maddi koşullarının oluştuğu bir
"22
toplum yarattı.
Tarih, Ağustos-Eylül 2009 . İlginçtir, İslamiyet'te devrimci ve ilerici bir
rol arama arzusunu , Doğu Perinçek'in tam zıddıymış gibi görünen Birikim
dergisinin sayfalarında d a buluyoruz. Bahsi geçen derginin 2 009 Ağustos­
Eylül sayısında Dilek Zaptçıoğlu , Perinçek'in "devrimci Islam" saptamasını
günümüze uyarlamakla kalmıyor, aynı zamanda dinin "ezilenler" nezdin­
de ilelebet nasıl kalıcı kılınabileceğine dair öneride bulunuyor. "Tanrı 'ya
aşağıdakilerin penceresinden bakmak" başlıklı makalede şöyle denmekte­
dir: "Solun ve 'direniş ilahiyatı'nın iki farklı değil, tek bir çıkış noktasına sahip
olduğunu düşünüyorum: Dünyaya aşağıdakilerin penceresinden bakmak. Pey­
gamberlerin bu dünyada yoksul, ezilmiş ve yalnız insanların yanında olduğunu,
inancın ancak ezilenlerin insanlaşması için gösterilecek çabada yaşadığını ve bu
çaba hiç bitmeyeceği için de asla yok olmayacağını bilmek. " 23
Tarih, 1 7 Şubat 2 0 1 0 . Taraf gazetesinin Troçkist yazarı Roni Margulies,
Perinçek ve Zaptçıoğlu'ndan daha keskin bir tespitte bulunuyor ve , "Is lam,
Kemalist devletin 'düşman' olarak gösterdiği, işçi sınifını ve her tür muhalefeti
bölmek için kullandığı en temel unsur. Bugün, işçi sınifı da dahil olmak üzere
nüfusun büyük bir kesimi kendini 'şeriatçı' değil ama 'Müslüman' olarak tanım­
larken, tanrı tanımazlığı önkoşul olarak dayatan bir solun küçük kalmaya mah­
kum olduğu açık değil mi?" diye soruyor. 24

Tarih, 9 Nisan 2 0 1 2 . Kamuoyunda ırkçı yazıları ve eylemleriyle nam


salan, Türk Solu adlı nasyonal sosyalist derginin başyazarı Gökçe Fırat ise
adeta troçkist yazardan kopya çekerek şu tespiti yapıyor :
"Dinsizlik bir nevi aydın hastalığıdır, şımank çocuğun babasına isyanı gibi
bir şeydir. Psikolojik bir durumdur. Böyle kabul etmek gerekir. Ve aslında
bir felsefe gibi değil psikolojik vaka gibi ele almak gerekir . . . Allah'ı bile tanı­
mayanlann bir araya geldiği bir yapının başarı şansı yoktur. Başarılar örgüt
işidir, dayanışma işidir, düzen işidir, disiplin işidir, söz dinlemek işidir, emir
dinlemek işidir . . . Solcuda ise bunlann hiçbiri yoktur. Çünkü o Tann 'nın bir

22 Aydınlıh, 3 Eylül 2006


23 Birihi m , sayı: 244/245 , s. 59
24 Taraf, 1 7 Şubat 20 1 0

23 1"*''<
·sediüzzaman' E fsanesi w Said Nursi Gerçeği

hulu değil Tanrıyı bile yaratandır! Ona kimse bir iş yaptıramaz . . " 25 .

Suç Ortaklığı
Bütün bu birbirlerinin karşıtıymış gibi görünen, 'laik' , 'seküler' , hatta
ve hatta 'marksist' olduklarını iddia edenlerin, genel olarak din ve özel ola­
rak İslam hakkında yaptıkları yukarıdaki tespitler ne anlama gelmektedir?
Her şeyden evvel alıntı sahipleri bir 'aydınlatıcı' görevi görmemektedirler.
Sömürü ve baskı düzeninin doğrudan bir üstyapı kurumu olan dini dolay­
sız bir şekilde kutsamaktadırlar. Bu kutsama üç açıdan önemlidir ve alın­
tı sahiplerinin düşün dünyasını ele vermektedir. Birincisi, onların seküler
yaşamlarına müdahale edilmediği müddetçe toplumun geniş kesimlerinin
neye maruz kaldığının hiçbir önemi yoktur. İkincisi , zaten geri bıraktı­
rılmış olan ve dinle kendini avutan yığınların aydınlatılması hem gerekli
hem de mümkün değildir. Üçüncüsü , es kaza kendi dünya görüşleri ikti­
dar olduğu taktirde zaten toplum devrimci tarzda dönüştürülmeyeceği için
geleneksel düşünceler ve ilişkiler berdevam edecektir.
Türkiye'de -Gazi Çağlar'ın gayet isabetli saptamasıyla söyleyecek olur­
sak- "kitleler üzerinde adım adım, hale hale, höşe höşe, cami cami örülmüş Isla­
mi hegemonya"nın2h mevcut olduğu bir ortamda Perinçek, Zaptçıoğlu, Mar­
gulies ve Fırat'ın dine yaptıkları olumlu atıflar, alenen bir suç ortaklığıdır.
Adında işçi ibaresi bulunan ve doğal olarak işçilerin çıkarlarını savun­
ması beklenilen bir parti açısından "Bedevi toplumdan, kabile toplumundan,
özel mülkiyet ve ticarete dayanan bir toplumun yaratılmasının " ne gibi "ilerici
ve devrimci " bir yanı olabilir? "ôzel mülkiyete dayanan bir uygarlık " 1 500
sene evvel de olsa kimin ve neyin uygarlığıdır? Perinçek'in kutsadığı ve aynı
dalga boyutunda Zaptçıoğlu'nun öne sürdüğü "Peygamberlerin bu dünyada
yoksul, ezilmiş ve yalnız insanların yanında olduğu" savı , "kölelik, esas olarak
erkeklerin mülkü olan çocuk ve kadın kavramı, kadının erkeğe tabi olması, ina­
nanların inanmayanlara savaş açma hak ve yükümlülüğü ve kadınlar da dahil
yağmalanan malların savaş ganimeti olarak alınması, farklı olanların diğerleri­
ni sömürüp baskı altına almasını mümkün kılan genel ilişkiler"in2 1 varlığı kar­
şısında nasıl iddia edilebilir ve bunun neresi 'devrimci ve ilerici' olabilir?
Zaptçıoğlu'nun "inancın ancak ezilenlerin insanlaşması için gösterilecek
çabada yaşadığını ve bu çaba hiç bitmeyeceği için de asla yok olmayacağını"
söylemesi , sınıflı toplumun, sömürü ilişkilerinin ve tüm bunların üstyapı
kurumu olan dinin , can-ı gönülden üstlenilip ilelebet sürdürüleceğinin

25 Türh Solu. 360/2012


26 BirGün, 15 Kasım 2010
27 Bob Avakian, Ahlı O;::g ürleşti rmeh ve Dünyayı Köhten Degiştinnch lçin, Tüm Tan rılar­
dan Kurtulun, El Yayınlan , İstanbul , 2014, s. 101

24
Emrah Cilasun

deklare edilmesinden başka bir şey olamaz . Zaptıçıoğlu'nun arzu ettiği bir
toplumda mesela genç kuşakların eğitimi nasıl olacaktır? "İnancın ancak
ezilenlerin insanlaşması için gösterilecek çabada yaşadığı" fikriyle Evrim
Bilimi nasıl bağdaştırılacaktır? Bunun mümkün olmadığını Birikim yazarı
dahi bilmektedir.
Peki ya Zaptçıoğlu'nun, "inancın asla yok olmayacağı" arzusuna ne
demeli? Marx'ın , dini "kalpsiz dünyanın kalbi " diye tanımladığını biliyoruz.
Buradaki "kalpsiz dünya" kapitalist dünyanın tasviriyse , o halde Zaptçıoğ­
lu'nun "asla yok olmayacağını" arzu ettiği sadece din değil aynı zamanda
bütün bir kapitalist dünyadır.
Roni Margulies'in , "Islam, Kemalist devletin 'düşman' olarak gösterdiği,
işçi sınıfını ve her tür muhalefeti bölmek için kullandığı en temel unsur" tespiti
ise tamamen gerçek dışı ve zorlamadır. Bu kitabın ilerleyen sayfalarında
Kemalizm'in dinle olan ilişkisine uzun uzadıya yer verilmiştir. Fakat bura­
da Margulies'in bu gerçek dışı iddiasının aksini ispatlamadan geçmek doğ­
ru olmayacaktır. Zira Mustafa Kemal'in önderliğindeki Ankara hükümeti
başından beri İslam'ı değil ama komünizmi kararlı bir şekilde "düşman ola­
rak göstermiştir" Ankara hükümeti daha ilk yıllarında , Sovyet Rusya'dan
Türkiye'ye gelen Türkiye Komünist Partisi'nin lideri Mustafa Suphi ve yol­
daşlarını , Kars'ta başlayıp Erzurum'da devam eden ve nihayet Trabzon'da
kanlı bir katliamla sonuçlanacak olan sürek avını bölgenin İslamcılarıyla
el ele gerçekleştirmiştir. Erzurum'da Suphi ve yoldaşlarına karşı estirilen
linç ortamı, devlet eliyle kurdurtulan başını Erzurum Delegesi Hoca Raif
Efendi'nin çektiği Muhafaza-ı Mukaddesat Cemiyeti'nce örgütlenmiştir. 2K
Bu katliamla -ve Ethem kuvvetlerinin tasfiyesiyle- , Antant devletlerinin
teveccühünü kazanıp Londra Konferansı'na katılmaya hak kazanan Anka­
ra hükümetinin lideri Mustafa Kemal'in, konferansın başlamasından bir
gün evvel (26 Şubat 1 9 2 1 ) ABD'li gazeteci Streit'e verdiği yazılı demeç son
derece açıktır: "Türkiye'de komünizm yoktur. Bütün cihan bizi milliyetçi ola­
rak bilir ve milletimizin bağımsızlığını, haklannı ve menfaatlerini müdafaa eden
kimseler olarak öyleyiz de. Şayet enternasyonalizm demekle bütün milletlerin
bağımsızlık ve hukukuna saygıyı kastediyorsanız, o zaman evet, biz enternasyo­
nalistiz de. Diğer taraftan biz dinimize de bağlıyız. Milli ve dini ruha aykırı olan
komünizmin bizde nasıl bir tatbikat sahası bulabileceğini de anlamam. Böyle bir
ihtimal ancak Türk milletine karşı girişilen bir suikastın gerçekleşmesi halinde
husule gelebilir. " 2'ı

Margulies'in , "işçi sınıfı da dahil olmak üzere nüfusun büyük bir kesimi
kendini 'şeriatçı ' değil ama 'Müslüman ' olarak tanımlarken, tanrı tanımazlığı
28 Emrah Cilasun , Mustafa Suph(vlc Yoldaşlarını Kim O/dürdü?, Agora Kitaplığı , İstan­
bul, 2008, s. 1 47- 1 50

29 Cilasun , age , s. 1 89

25
______ 'Bediüzzaman' Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

önkoşul olarak dayatan bir solun küçük kalmaya mahkum olduğu açık değil mi"
sorusu ise kendisini solcu olarak tanımlayan birisi açısından son derece
talihsiz bir 'öngörüdür' . Çünkü bu demagoj ik bakış açısı, her şeyden evvel
işe bir işçi fetişizmi yaparak başlamaktadır. Sınıf bilinci almamış işçile­
rin kendilerini herhangi bir din ile tanımlamaları ne zamandan beri tayin
edici olmuştur? Velev ki öyle olmuş olsun. Yarın bir gün işçiler biz 'şeriat
istiyoruz' derseler yazarımız bize ne önerecektir? Fakat şaka bir yana; "lşçi
sınıfı da dahil olmak üzere nüfusun büyük kesiminin kendisini 'Müslüman' ola­
rak tanımlaması" hangi eğitimin, geleneğin ve göreneğin sonucudur? Bu,
kendiliğinden oluşmuş bir durum mudur? Yoksa devletin ve toplumun
tüm kurumlarının zihinlere -yazarın zihni de dahil- yerleştirdiği fikirlerle
bunun arasında bir bağ var mıdır? Marx'ın şu isabetli sözleri sanki yazarı­
mız için yazılmıştır :
"Bu devlet, bu toplum, ters bir dünya bilinci olan dini yaratır, çünkü
onlar ters bir dünyadır. Din, o dünyanın genel teorisi, ansiklopedik icmali,
halka yatkın mantığı, manevi namus meselesi, coşkunluğu, ahlaki onaylanışı,
resmiyete bürünüşü, evrensel avuntu ve haklılık temelidir. Din, insanın özü­
nün hayalde gerçekleşmesidir, çünkü insanın özü somut gerçekliğe kavuşmuş
değildir. Onun için dinle mücadele etmek, dolaylı yoldan o ters dünyayla
-ki din o dünyanın manevi rayihasıdır- savaşmaktır. " (Marx, 1978, 10)
Marx'ın bu saptaması , üstyapının önemine işaret etmektedir. Margu-
lies'de de görüldüğü gibi solun içerisinde bir hayli yaygın olan, her şeyi
sınıf ve ideoloj i arasında doğrudan birebir ilişki kurarak açıklamaya çalışan
kaba ve mekanik bir materyalizm mevcuttur. Hal böyle olunca , İslam'ın
"devri mci" ilan edilmesi ya da "lşçi sınıfının Müslümanlığına" dikkat çekilme­
si, Sol'a son derece mantıki ve pratik gelmektedir. Ama bu kaba ve meka­
nik materyalizmin, Marksizm'e taban tabana zıt olduğu üzerinde ise hiç
durulmamaktadır. Halbuki Engels'in de dikkat çektiği üzere ,
"Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken son kertede,
gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne
Marx ileri sürdü ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir
anlamında bozarsa, böylece onu boş, soyut saçma bir söze dönüştürmüş olur.
lktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli öğeleri: sınıf savaşımının si­
yasal biçimleri ve sonuçları, hukuksal biçimler ve hatta bütün bu gerçek sava­
şımların, bu savaşımlara katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuk­
sal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha
sonraki gelişmele1i de, tarihsel savaşımların gidişi üzerindeki etkilerini gösterir
ve birçok durumda, onların biçimini baskın bir tarzda belirlerler. "'L1
Üstyapının tayin edici oluşunu görmezden gelen Margulies'e dönecek

30 Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c . 3 Sol Yayınlan, İstanbul , 1 9 7 9 , s . 59 1

l 26
Emrah Cilasun

olursak, yazarın, "tanrı tanımazlığı önkoşul olarak dayatan bir solun küçük
kalmaya mahkum olduğu açık değil mi" sorusuna insanın neredeyse keşke
öyle bir "ön koşul dayatan sol" olsa diyeceği geliyor. Margulies , Türkiye'de ,
başından beri serinkanlı bir biçimde dinin bütün bir siyasi, ideoloj ik ve
felsefi boyutlarını gözler önüne seren; onun kapitalist toplumun bir üstya­
pı kurumu olduğunu açıklayan ; bilimden -özellikle de Evrim Bilimi'nden­
kadın sorununa kadar Marksist zaviyeden bakarak tartışan ve aydınlatan
bir 'sol' gösteremez. Fakat bunun yerine maalesef, komünist olduğunu
iddia eden ; Türkiye toplumunda azınlık inancı Aleviliği , Sünni hakimi­
yetine karşı bir alternatifmiş gibi sunan ; tabiri caizse 'Cemevi Sosyalizmi'
yapan bir 'sol'dan bahsetmek mümkündür. Öte yandan Kemalizm'in sos­
yal Darwinist etkisinde kalarak 'dinle mücadele' adı altında Kemalist devlet
doktrinini kutsayan bir 'sol' da gösterilebilir. Bunların büyük ya da küçük
olması ise hem dönemsel ve hem de görecelidir. Tayin edici olan nicelik
değil ; niteliktir. Siyasi çizginin doğru olup olmadığıdır. O yüzden bahsi
Margulies'in zaman zaman yazılarında alıntı vermeyi pek sevdiği Lenin'in
şu sözleriyle tamamlayalım:
"Proletarya burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Partisi bütün orta­
çağ kalıntılarına karşı verilecek savaşın ideolojik öncüsü olmalıdır. Bu kalıntı­
ların içine ise, eski resmi din gibi, onu yenileştirmeye, değiştirmeye, başkalaş­
tırmaya yönelik bütün çabalar da girer. "3 1
Tabii ki kendisini Marksist soldan ayrı tutmaya özen gösteren nasyonal
sosyalist Türk Solu 'nun teorisyeni Gökçe Fırat'ı bu kitaba taşımamın birinci
nedeni, kendilerini Marksist görenlerin din konusunda Türk Solu ile ara­
larındaki benzerliğe dikkat çekmek içindir. İkincisi ve daha da önemlisi,
Kemalist ideolojinin bayraktarlığını yapan bu derginin, a) Kemalizm'in de
dine ihtiyacı olduğunu b) Türkiye'de yeni resmi ideoloj inin din ekseninde
oluşturulmaya başlandığını göstermesidir. "Allah'ı bile tanımayanların bir
araya geldiği bir yapının başarı şansı yoktur. " sözlerinin 2 1 . Yüzyıl Türki­
yesi'ndeki anlamı , Kemalist cephenin bu yeni paradigmayı kabul etme­
ye hazır olduğunun kanıtıdır. Fakat yukarıda göstermeye çalıştığım gibi,
Kemalist cenah bu konuda yalnız değildir. Kendini Marksist görenler de
buna çoktan hazırdır. Peki , sadece onlar mı?

"İslam Bayrağı Altında İki Stratejik Güç"


Hayır. Kürt Milli Meselesi etrafında yürütülen münakaşalar ve uygu­
lanan pratiklerde de güçlü bir İslam vurgusu kendisini belli etmektedir.
Kuşkusuz bunun resmi ideoloj inin kırılma gösterdiği en önemli köşe taş­
larından birini oluşturan Kürt Milli Meselesi'nin reddiyle ve paradigmanın
şimdi de İslam üzerinden tahkim edilmesiyle doğrudan bir ilişkisi vardır.

31 Lenin, Kari Marx ve Doktrini. Sol Yayınları . İstanbul, 1 980, s. 1 28- 1 29


______ 'Bediüzzaman· Efsanesi \'e Said '.'Jursi Gerçeği

Bir yandan bütün bir Ortadoğu coğrafyasında siyasal İslam'ın ilerleme­


si; öte yandan ilk başlarda AKP hükümetinin Fethullah Gülen cemaatiyle
birlikte el ele Kürt Milli Hareketi'ne karşı din üzerinden başlattığı manev­
ra; Kürt Hizbullah hareketinin bölgede , legal kolu HÜDA-PAR üzerinden
süratle kitleselleşmesi; seküler bir gelenekten gelen Kürt milli hareketinin
gittikçe dini motiflere sarılmasını beraberinde getirmiştir. 2 0 1 1 'den iti­
baren Diyanet'in tayin ettiği imamların değil de , Kürt Milli Hareketi'nin
yanında yer alan din adamlarının ardında namaz kılan cemaatlerin oluş­
tuğu "sivil Cuma" namazları, Kürt Milli hareketinin din meselesinde sade­
ce aktifleştiğini değil aynı zamanda , devletle arasına din üzerinden de bir
ayrışım çizgisi çekmeye çalıştığını göstermektedir.
Tarih 29 Mayıs 2 0 1 1 . PKK yöneticilerinden Murat Karayılan'ın, Fırat
Haber Ajansı'na verdiği demeçten, bir süre önce $ex Şebendi ile görüş­
tüğünü ; Nakşibendi tarikatının merkezinin Süleymaniye'de bulunduğunu
ve tarikatın en büyük şeyhinin de Şex $ebendi olduğunu öğreniyoruz. 1 2
Haziran seçimleri öncesine denk gelen bu görüşmeyle PKK'nın, bir yan­
dan tarikatın etkisi altında olan seçmen oylarının AKP'ye gitmesini engel­
lemek istediği , öte yandan da BDP'nin bağımsız adaylarına destek almayı
hedeflendiğini görmek mümkün. Kürt Milli Hareketi'nin, Nakşi şeyhle­
riyle görüşerek veya "sivil Cuma" eylemleri örgütleyerek, din üzerinden
pragmatistçe çekmeye çalıştığı bu ayrışım çizgisi aslında geniş kitlelerin
daha fazla din etrafında örgütlenmesine , düşünmesine ve hareket etmesi­
ne kapıyı aralamaktadır. Devlet de adeta bu 'ayrışım çizgisi'nden duyduğu
memnuniyeti derhal pratikte göstermeye başlamıştır.
Tarih , 1 3 Aralık 20 1 1 . Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ'ın birkaç
gün evvel açıkladığı Diyanet'te 'mele' dönemi proj esinin detayları netleş­
meye başlamaktadır. Diyanet , bölgede etkin olan Nakşibendi , Kadiri ve
Kürt kökenli Nurcu grupların dini önderleri arasında yer alan bazı isim­
lere öncelikli olarak kadro vermeye hazırlanmakta ve Hizbullah'a yakın
isimlerin ise sızma yapmaması için önlem almaktadır. Diyanet'in bölgedeki
yaklaşık 2 bin camisinde kadrosu bulunduğu , kadrosuz camilerin büyük
çoğunluğunda din hizmetlerinin Hizbullah'a yakın din adamlarınca yürü­
tüldüğü bilinmektedir. Hizbullah dışındaki cemaatlerin ise etkin oldukları
kadrosuz cami sayısının 800 civarında olduğu tahmin edilmektedir. ı2

Tarih, 1 6 Aralık 2 0 1 1 . BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diya­


net'in 1 . 000 Mele proj esine dair Twitter hesabından Hükümetin Kürt soru­
nuna bakış açısını eleştirdi . Diyanetin projesini de bu bakış açısının ürü­
nü olduğunu belirten Demirtaş'a göre "Oysa sorun çıkartan devlettir, 1 . 000
mele alınsın, ama bunlar devleti ıslah etsinler, daha sonuç alıcı olur. "ıı

32 Bkz . Hürriyet. 13 Aralık 2 0 1 1

33 http ://www. hinishaber. net/politika/demi rtas-melleler-devleti-islah-etsin . htm

28
Emrah Ci lasun _____ _

Demirtaş'ın , Diyanet'e 1 000 Mele'nin alınmasını desteklemesi , devletin


Meleler tarafından "ıslah " edilmesi talebi \T bunun daha "sonuç alıcı" ola­
cağını duyurması 24 gün sonra, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in
aşağıdaki demecini adeta destekler nitelikteydi .
Tarih, 9 Ocak 20 1 2 . Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'e göre ,
"lnsan fıtratının en temel başvuru kaynağı olarak din, ister Islam olsun ister
diğer dinler olsun katı laiklik uygulamala rı içinde sendeletilmeye çalışılmıştı.
Güney Asyaıdan Doğu Avrupaıya, Amerikaıdan Avustralyaıya kadar hemen her
yerde din kendi varlığıyla canlılık kazanıyor, devlet pratikleri içinde hesaba
katılan kadim bir fenomen olarak öne çıkıyor" du . i�

Diyanet Başkanı'nın bu sözleri , dinin , dedet pratiği içinde ne dere­


ce ciddi bir biçimde hesaba katıldığını göstermesi bakımından önemlidir.
Zira dinin "kadimfenomenliği " en geç "çözüm sürec i "nde , 20 1 3 Newroz'unda
kendisini göstermekteydi .
Tarih, 2 1 Mart 20 1 3 . PKK lideri Abdullah Öcalan'ın , uzun bir süre­
dir devletle yürütülen pazarlıklar sonucu adına "çözüm " denen sürecin
Kürt kitlelerine deklare edilmesini amaçlayan Newroz mesaj ından , Meh­
met Görmez'le aynı dalga boyunda hareket edildiğini gösteren şu satırları
okuyoruz:
"Saygı değer Türkiye halkı,
Bugün kadim Anadolu)u Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürt­
lerle bin yıla yakın İslam bayrağı altında ortak yaşamları kardeşlik ve daya­
nışma hukukuna dayanmaktadır.
Gerçek anlamda bu kardeşlik hukukunda fetih, inkar, red, zorla asimi­
lasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.
. . . Günümüzde artık tmihi ve de kardeşlik hukukuna ters düştüğü iyice açığa
çıkan bu zulüm cenderesinden ortaklaşa çıkış yapmak için hepimizin Orta­
doğu'nun temel _iki stratejik gücü olarak kendi öz kültür ve uygarlıklarına
uygun şekilde demokratik modernitemizi inşa etmeye çağırıyorum . . .
Hz. Musa, Hz. Isa ve Hz. Muhammed'in mesaj larındaki hakikatlerJ bu�ün
yeni müjdelerle hayata geçiyor . . .
Batının çağdaş uygarlık değerlerini inkar etmiyoruz.
Ondaki aydınlanmacı, eşit, özgür ve demokratik değerle1i alıyor kendi varlık
değerlerimizle, evrensel yaşam formlarımıza sentezleyerek yaşamlaştınyo­
ruz. " '"
34 Zaman, 09 Ocak 20 1 2 . (abç)
35 http://www.siirtnews. com/haber-3 7 1 1 -abdullah_ocalanin_newroz_mesaj i .html
'Bediüzzaman' Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği

Öcalan'ın referans gösterdiği "bin yıla yakın Islam bayrağı altında ortak
yaşam", Selçuklu ve Osmanlı hanedanları ve bütün bir devlet ricaliyle ,
Kürt aşiret reislerinin, derebeylerinin, şeyh ve mollaların arasındaki "ortak
yaş am"dır. Kuzey Afrika'dan , Ortadoğu'ya , Balkanlar'dan Kafkasya'ya kadar
uzanan Osmanlı seferleri , 'Jetih, inkar, red, zorla asimilasyon ve imha"dan
başka bir şey değildi. Kuşkusuz bu "ortak yaşamın hukukunda", ortaklığın
dışında kalanlara, yani başta geniş köylü kitleleri olmak üzere , gayri Müs­
limlere, diğer azınlıkta kalan milliyet ve mezheplere 'Jetih, inkar, red, zorla
asimilasyon ve imha" reva görülmüştü . Bugün istila , savaş ve kıyımların,
dünya kapitalizmini besleyecek enerj i hatlarının coğrafyası olan Ortado­
ğu'da, Türkleri ve Kürtleri kasteden "temel iki stratejik güç"den bahsedilme­
sinin nedeni nedir? Buradan yıllardır milli zulme uğramış olan Kürt kitle­
leri ne ümit edebilirler? Bahsi geçen "iki stratejik güç " dışında kalan bütün
diğer ulus ve halkları nasıl bir gelecek beklemektedir?
Öte yandan üzerinde birazdan duracağım din meselesiyle alakalı olduğu
için, Öcalan'ın "demokratik modernite" dediği ve "kapitalist modernite"ye
karşı önerdiği toplum modeline ilişkin -her ne kadar kendi başına bir tar­
tışma konusu olmakla birlikte- kısaca üzerinde belirtilmesi gereken iki
husus vardır. Birincisi , ne tür anlam(lar) atfedilmeye çalışılırsa çalışılsın
modernizm, kapitalizm demektir. O yüzden "Kapitalist modernizm" gibi bir
kavram son derece anlamsız olmakla birlikte , onun karşısına bir alternatif
gibi sunulan "demokratik modernite" kavramı ise son derece anlamlıdır ve
"demokratik kapitalizm" demenin bir başka türüdür. Buradaki "demokrasi"
kavramı da son derece sorunludur. Çünkü her şeyden evvel demokra­
si , meta ideoloj isidir. Bir başka ifadeyle Engels'in, "kapitalizmin tozpembe
şafağı " dediği şeyin ta kendisidir. Toplumu kapitalist üretim ilişkileri üze­
rinden idare eden hakim sınıfların, şişirdikleri balonun patlatılmamasının
hem garantörü hem de illüzyonudur ve katiyen matah değildir. Çünkü
"Derin sınıf farklılıhlarının ve toplumsal eşitsizliğin damga vurduğu bir dünya­
da, sınıfsal yapısına ve hangi sınıfa hizmet ettiğine değinmeksizin 'demohrasi'den
söz etmek anlamsız ve çok yanlıştır. Toplum sınıflara bölünmüş olduğu sürece
'herkes için demokrasi' olması mümkün değildir: Iktidarda şu veya bu sınıf ola­
·cah ve hendi çıkar ve hedeflehne hizmet eden demokrasi türünü savunup yaygın­
laştıracaktır. Sorulması gereken soru, iktidarda hangi sınıfın olduğu ve bu sınıfın
yönetim tarzının ve demokrasi sisteminin, sınıf ayrımlarının ve buna tekabül
eden sömürü, baskı ve eşitsizlik ilişkilerinin devamına mı hizmet edeceği yoksa
bunlara son mu vereceğidir. " >h

Newroz mesaj ının -içerdiği bütün pragmatist vurguya rağmen- , "Hz.


Musa, Hz. Isa ve Hz. Muhammed'in mesajlarındaki hakikatler" diye başlayan
cümlesi, Diyanet İşleri Başkanı Görmez gibi , Kürt Milli Hareketi'nin de

36 Avakian , Aklı Ozgürleştirmek . . . , age , s . 1 93

i 30
Another random document with
no related content on Scribd:
Il Cavalcanti mi parve esitare.
— Se però — osservò con una certa titubanza — lei leva di mano a
un grande scultore il suo scalpello, o chiude in carcere un poeta
senza penna e carta....
— No, non intendo questo.... All’artista che crea, l’arte è lo strumento
della propria bravura: ne ha dunque bisogno, come il banchiere ha
bisogno di denaro e il maestro di equitazione di cavalli.... Io parlo di
chi gode l’arte. Supponga un uomo che sia ammiratore fervidissimo
di Dante e nello stesso tempo arrabbiato fumatore come è, mi pare,
il signor Rosetti; e che sia condannato al carcere per sei mesi con
l’alternativa: o senza sigari o senza Dante.... Che cosa sceglierà?
Ridemmo tutti; e il Rosetti osservò scherzosamente che il fumare era
più che un bisogno, era un vizio!
— Altra prova — continuò l’Alverighi. — Che cosa si giudica in arte:
la qualità o la quantità? Il giudizio estetico è il giudizio qualitativo per
eccellenza: non tiene conto mai della quantità: sempre, dovunque, in
ogni arte una cosa bella avrà più pregio che cento brutte. Ma chi non
sa che l’uomo discerne e gusta meglio le qualità delle cose, a mano
a mano che glie ne scema il bisogno? Più ho fame, e meno fo
differenza tra un rozzo pan di soldato e il più prelibato pasticcino:
anzi vorrò piuttosto un grosso pane di soldato che uno squisito ma
minuscolo pasticcino. Se nell’arte noi giudichiamo solo la qualità, se
non teniamo mai conto della quantità è chiaro che non ne abbiamo
bisogno. L’arte è dunque un piacere senza bisogno: ne gioisco,
quando posso goderne, non soffro se ne son privo. Siamo
d’accordo?
Infervorato nel suo discorso, l’Alverighi non si accorgeva che oltre il
Cavalcanti, solo il Rosetti, impassibile come sempre, stava attento:
gli altri non più, parte perchè un poco affaticati dalla sottigliezza di
queste ultime controversie, parte perchè distratti dai movimenti della
nave e dalla signora Feldmann, che si era di nuovo ridrizzata e sulla
cui faccia si leggeva la stanchezza che precede il sonno. Non
appena quindi il Cavalcanti ebbe assentito, senza badare agli altri,
parlando a lui, subito l’Alverighi continuò:
— Appunto perchè l’arte è un piacere senza bisogno, un piacere
disinteressato e libero, il piacere dell’arte è incerto, vago, nebuloso.
Quando ho fame e mangio, sono sicuro che il mio pane è squisito. Il
piacere che provo quando appago un bisogno è così intenso, che
non dubito di quel che sento. Quanti dubbi invece, quando cerco di
accertare che sorta e qualità di piacere certi oggetti e certe opere
dell’uomo suscitano in me, perchè sarebbero «belle»! A certi
momenti lo sento, quel piacere, a certi altri no, e questo mutamento
non riesco a capire da che dipenda; qualche volta invece dubito se
lo sento o non lo sento; mi par di sì, mi par di no; faccio uno sforzo
per chiarire me a me medesimo e non ci riesco. Non di rado
m’accorgo che non sono d’accordo con i miei simili: talora lo sento io
e i miei amici, no; o viceversa. Lei mi dirà che occorre chiudersi in
sè; intrinsecarsi, come diceva un mio vecchio professore di filosofia;
ma quanti sono gli uomini capaci di ammirar soli una opera d’arte,
disprezzata da tutti gli altri? Urtata dall’altrui disparere, l’opinione mia
vacilla; ho bisogno di puntellarla; e come posso puntellarla, poichè il
sentimento è oscuro, se non ragiono? Ed ecco che l’incertezza del
sentimento mi spinge a cercar di ammirare per ragionamento.
Inquieto e scontento, afferro la lampada della ragione e con quella
scendo nel fondo tenebroso della mia coscienza, per illuminare me
stesso, a sapere se veramente quel che sento è bello!
Disgraziatamente la ragione si burla di me; la sua lampada gira di
continuo e mi confonde gli occhi con un barbaglio saltellante di
ombre e di luci; le sue risposte sono ambigue come quelle della
Sibilla; io non capisco più nulla....
— Mi pare che l’onda si faccia più grossa, — disse a questo punto,
sottovoce, la signora Feldmann all’ammiraglio, aprendo a fatica gli
occhi ormai quasi socchiusi dal sonno.
L’ammiraglio la guardò: le mormorò qualche parola all’orecchio; si
volse a guardare il Cavalcanti.... Avrei detto che stava per levarsi e
interrompere la discussione; quando il Rosetta mosse una breve
domanda:
— Ma quale sarebbe allora, secondo lei, l’ufficio della critica?
— Critica ed estetica? — rispose l’Alverighi. — Ma sono mestieri
buoni per i ciarlatani, i quali hanno la faccia tosta di dare ad
intendere che essi sanno ciò che è bello e ciò che è brutto....
Ma a questo punto l’ammiraglio ruppe gli indugi, perchè la signora
Feldmann cascava dal sonno. Trasse l’orologio e:
— Signori, — disse, — sono le undici e mezzo. Non abusiamo della
pazienza di queste signore. Abbiamo due settimane di tempo per
terminar questa discussione.
Ci levammo tutti; ma l’Alverighi raggiante di gioia. Gli si leggeva in
faccia l’esultanza di aver potuto finalmente sfogarsi, e
vittoriosamente sfogarsi: perchè egli era rimasto, sino all’ultimo,
padrone del terreno. Scendendo infatti la scala dietro l’ammiraglio,
che dava il braccio alla signora Feldmann, lo udii dirle:
— Eppure, pur troppo, è così, signora: in Brasile lei incontra già
qualche giovane che giudica New-York più bella di Parigi. Non sono
molti, no, ancora, ma....
E non aggiunse parola. La signora sbadigliò.

VI.

— Ma perchè doveva nascer proprio in quella testa e a Rosario,


sulle sponde del Paranà, questa idea? — mi chiedevo, poco dopo,
spogliandomi.
E nella piccola cabina rivedevo con gli occhi della mente il magno
fiume fluir lento e giallo, sotto il grande arco azzurro del cielo, nella
pianura solitaria, tra le sponde lontane e basse, verdi e deserte, a
destra e a sinistra. Che l’Alverighi avesse ragionato meco a lungo,
sulle rive del Paranà, delle ricchezze dell’America e del progresso
del mondo, non mi meravigliava: strano invece mi pareva che
avesse ragionato, e non male e originalmente, dell’arte e della
bellezza a bordo del «Cordova». Poichè tra le molte e bizzarre cose
dette da lui quella sera, una verità, risplendeva allora, a ripensarci,
così semplice e così luminosa ai miei occhi, che non potevo
capacitarmi come a nessuno fosse venuta in mente prima che a lui.
Invano infatti frugavo nei ripostigli della memoria, se per caso
qualche gran luminare della filosofia paesana o straniera non
l’avesse già scoperta da un pezzo: no, in nessun libro antico o
moderno mi era accaduto mai di leggere un simile pensiero: eppure
era vero, verissimo, che l’arte è un piacere senza bisogno, di solito
incerto, vago, malsicuro, oscillante: che oggi lo sento, domani no:
che all’uno pare, all’altro non pare: che va e viene misteriosamente:
e gli uomini invano si sforzano di precisarlo, di chiarirlo, di metterlo in
comune con il ragionamento, spiegando e giustificando altrui quel
che sentono e perchè lo sentono. E vero era anche che di ogni
opera d’arte la ragione può dimostrar quel che essa vuole: che non
ci è mezzo alcuno di definire tra due contendenti ostinati nessun
litigio intorno al bello ed al brutto.... Spensi il lume e ripensai a lungo
a queste cose: e a poco a poco, la gloria di tanti capolavori ammirati,
il ricordo del piacere ricevuto da tante opere del genio umano, i
canoni e i principii d’arte professati di solito con prepotente alterigia
parvero sciogliersi in una ondeggiante incertezza, che si distendeva
come una nebbia sulla faccia del mondo, confondendo ogni cosa.
Effetto forse, non dei soli discorsi dell’Alverighi, ma anche, dell’ozio
senza rimorsi che mi ammolliva, e del vino offerto copiosamente dal
Vazquez; chè il vino sembra aver su me lo strano potere di affievolire
la certezza dei pensieri più saldi, di distaccarmi quasi direi dalla
realtà delle cose, di incalzare la mente all’infinito di perchè in perchè
verso l’introvabile ultimo appoggio e sostegno di tutte le cose!
— No, — conchiusi anch’io — noi non possediamo nessun metro
per giudicare la bellezza delle cose: tutte le misure che crediamo di
avere fabbricate sono fallaci, soggettive, illusorie. Bello è quel che
piace. L’arte non contiene altra verità che questo vago, mutevole e
soggettivo piacere senza bisogno.... La formola è ingegnosa, anche
se viene da Rosario....
Il mattino dopo, quando, verso le otto e mezzo, uscii dalla cabina il
mare era calmo e il tempo sereno. L’ammiraglio aveva indovinato.
Ma il ponte era ancora deserto. Il «Cordova» era un vapore piccolo a
paragone dei moderni colossi oceanici: stazzava meno di cinquemila
tonnellate e non poteva ricevere più che settanta passeggeri di
classe, come si dice nel gergo marinaresco; anzi in quel viaggio ne
ospitava soltanto una trentina. Poca brigata, quindi, e vita, se non
beata, tranquilla: scarso il giuoco e poco rumoroso: raramente
protratte oltre le due del mattino le veglie: innocente e languido il
corteggiare. Passeggiai un po’ di tempo, solo, ripensando alle
discussioni del giorno prima, alle mie farneticazioni della sera: poi
entrai nel refettorio dove l’Alverighi faceva colazione, mentre i
camerieri, in giacca di tela bianca, ordinavano la sala.
— L’America si è fatta onore, ieri sera — dissi scherzando. E non
senza una punta di ironia, gli chiesi come, in mezzo alle sua
faccende, a Rosario sul Paranà, nei suoi vagabondaggi attraverso
l’Argentina avesse ancora avuto il tempo e la voglia di meditare sul
bello assoluto, sui bisogni che generano piacere e sui piaceri senza
bisogno....
Sorrise furbescamente; e:
— Io? — disse. — Ma queste cose le ho imaginate tra venerdì sera
e sabato mattina.... Laggiù, non ho tempo.... Ma venerdì sera mi
stizzì di sentirvi tutti a dire che New-York è brutta, brutta, brutta!
Sarebbe poi la fine del mondo, anche se fosse brutta? La mangiamo
noi forse, la bellezza? E ho voluto mettervi tutti nell’impaccio.... Ora
a voi saltarne fuori. Ma quanto è facile fare una teoria filosofica! Se
fosse così facile far dei milioni!
In terra ferma non avrei lasciata passar senza protesta questa
uscita. Ma l’ozio senza rimorsi mi ammolliva: feci vista di non sentire;
e continuai a scherzare: quando a un tratto deviando il discorso:
— A proposito, — disse — sa che quel signor Rosetti è un uomo
intelligente? Abbiamo ragionato ancora un po’ prima di andare a
letto; e mi pare che siamo d’accordo.... Lei lo conosce, credo....
Gli raccontai allora in succinto la vita del Rosetti. Nato a Forlimpopoli
in Romagna, nel 1840, era stato preso nel 1860 dalla prima leva
militare che il governo italiano aveva indetta negli Stati pontifici, e
mandato a servire a Torino, nell’arma del genio, nella vecchia
caserma di via dell’Arcivescovado, dove aveva conosciuto mio
padre, che anch’esso allora serviva. Aveva potuto, pur servendo,
iscriversi nella scuola di applicazione, e, nel 1865, poco dopo essere
stato congedato dall’esercito, si era laureato ingegnere; ma subito
era stato chiamato dal governo argentino che allora cercava in Italia
professori per la sua nuova Scuola Politecnica; e a Buenos-Aires,
per venti anni, dal 1865 al 1885, aveva insegnate le scienze fisico-
matematiche nel Politecnico e la fisica nel Collegio Nazionale;
avendo a scolari quasi tutti gli uomini che oggi governano
l’Argentina, e compiendo importanti lavori di ingegneria. Aveva
dunque potuto accumulare un ragguardevole patrimonio, e a
quarantacinque anni ritornare in Europa, riccamente pensionato
dalla gratitudine del governo argentino; disporre la sua vita con
decorosa e signorile semplicità — una casa a Milano, una bella
villetta a Bellaria, presso Rimini; — e poi darsi liberamente agli studi,
aggiungendo alle matematiche e alle scienze fisiche, la storia,
l’archeologia e la filosofia; leggendo libai di ogni qualità e sopratutto
meditando per conto suo, fuori degli interessi mondani e delle dotte
congreghe, sugli uomini e sulle cose del mondo. Io l’avevo
conosciuto a Milano, nel 1897, — il Rosetti era cognato di Ernesto
Teodoro Moneta: egli mi aveva voluto bene ed io lo avevo ricambiato
di pari affetto, ammirandone la profonda bontà, la dolcezza e
serenità imperturbabili, la incomparabile semplicità e saggezza, e
quel sapere egualmente schivo di fare sfoggio o commercio di sè....
— È uno degli italiani — conchiusi — che hanno fatto maggiormente
amare e rispettare l’Italia laggiù. Ed è un filosofo, ma a modo suo e
d’altra specie che tutti noi uomini di pensiero e di penna. Noi viviamo
ormai sulle nostre idee come il pastore sul suo gregge e dobbiamo
mungerle ogni mattina e tosarle ogni tanti mesi. Egli invece è libero e
disinteressato....
— Quanto è grande la virtù dell’America! — esclamò subito,
pettoruto, l’Alverighi. — Lo vede? Perchè se fosse rimasto in
Europa, sarebbe anche lui, oggi, un animale da soma o da tiro, in
qualche pubblica amministrazione. E poi dicono in Europa.... —
Tacque un momento, e quindi: — Abbiamo ragionato un po’ anche
della discussione di ieri sera, prima di andare a letto. E mi ha dato
ragione.... Anzi sa come mi ha proposto di chiamare i giudizi
estetici? Rovesciabili. Mi ha detto che di ogni opera d’arte si può
dimostrare quel che si vuole, perchè i giudizi estetici sono tutti
rovesciabili. Sicuro. La formola mi piace. Il bello e il brutto si possono
capovolgere l’uno nell’altro come si vuole: ogni pregio può diventare
un vizio ed ogni vizio un pregio, purchè il ragionamento lo rovesci.
Ben trovata, per Bacco!
Mi domandò infine come mai il Rosetti si trovasse sul «Cordova». Gli
spiegai che ritornava in Argentina ogni due o tre anni per certi suoi
interessi; e che questa volta aveva aspettato il «Cordova» per far da
Rio a Genova il viaggio con me.
Lasciato che l’ebbi, e non avendo trovato nessun conoscente, oziai
sino all’ora di colazione per i due ponti, leggicchiando, guardando il
mare, rimuginando questi pensieri, chiacchierando con i passeggeri,
che a poco a poco uscivano dalle cabine, tutti ormai in abiti estivi. Mi
fu dato così di udire il Levi, il mercante di gioie, dir nel vestibolo della
sala da pranzo a tre signore:
— Sicuro, pare che sia proprio la moglie di un miliardario. L’avevo
detto io del resto.... se ne ricorda lei?... venerdì sera. Già noi
gioiellieri.... Dateci le perle o i diamanti di una donna e vi diciamo
subito chi è!
Parlavano della signora Feldmann, naturalmente, e sognavano:
perchè il Feldmann era, sì, un abilissimo finanziere e direttore di una
potentissima, banca di New-York, un uomo denaroso, quindi; ma
non avevo inteso nessuno a New-York assegnargli uno di quei
patrimoni giganteschi del nuovo mondo, che gli uomini del vecchio si
compiacciono di ingrandire ancora in imaginazione, forse per
consolarsi della piccolezza dei propri averi! Ma non mi stupii che la
mia tacita predizione del giorno prima si avverasse. Altre storielle
incominciavano a girare per il vapore; poco prima di colazione, la
moglie del dottore e la bella genovese mi dissero, serie serie, che le
calze che la signora Feldmann portava costavano mille lire il paio!
A colazione così il Cavalcanti come il Rosetti mancavano; e ci
perdemmo in discorsi frivoli. Dopo colazione e prima della siesta,
mentre fumavamo, trassi in disparte l’ammiraglio e gli raccontai quel
che si diceva sul conto della signora Feldmann. Si mise a ridere, e:
— Non le sembrano, tutta questa gente, dei bambini con tanto di
barba che giocano: questa pantofola è un cannone, questa granata
una principessa, questa seggiola un palazzo?
Tacque un istante, poi repentinamente:
— Signor Ferrero, — disse — da venti anni il mondo non gira più sul
suo asse antico; noi non ci raccapezziamo più.... Le ricchezze
dell’America hanno fatto dar di volta ai cervelli.... Turbato tutto nel
mondo: l’equilibrio delle fortune, come l’equilibrio delle idee.... Ha
veduto, ieri sera? Piuttosto di ammettere che New-York è una brutta
città, quell’avvocato è pronto a dar fuoco al mondo intero! Perchè
l’America è ricca, New-York non può essere brutta. Ma io mi guardo
intorno trasecolato. Nessuno dunque si ricorda più che gli uomini
sentono di appartenere a una nazione, perchè parlano la stessa
lingua, leggono nelle scuole gli stessi classici e ammirano gli stessi
grandi uomini? Dove andremo a finire se il primo venuto può dire
che la scultura greca è brutta e New-York bella? C’è forse nazione
senza storia e senza letteratura? I grandi uomini sono i nostri santi,
oggi: chi vuol dare a ogni uomo la libertà di giudicare come gli piace i
capolavori dell’arte e della letteratura, semina l’anarchia!
Mi volsi a guardare il mio interlocutore non senza meraviglia. Come
mai un ammiraglio — e americano e così taciturno di solito, per
giunta — pensava e diceva con tanta semplicità delle cose così
inaspettate e profonde? Erano tutti filosofi, a bordo del «Cordova»,
anche gli ammiragli? Non dissi nulla; ma ripensai a queste gravi
parole cascate come dal cielo, durante la siesta.... E subito caddi in
un dubbio grande e forte.... Come imporre a tutti il giudizio
medesimo, quando manca un criterio universale del bello? Dubbio
così forte che, non potendo scioglierlo, lo esposi verso le cinque al
Cavalcanti sul ponte di passeggiata a babordo. Fremente a perdita
di vista di piccole onde bianche, l’Oceano già deponeva,
all’avvicinarsi della sera, il fulgente velo del pomeriggio, incupendo;
lo splendore del giorno pareva salire in alto, raccogliersi negli spazi
celesti, ripieni di una gioconda serenità, sfolgoranti in ogni parte di
nuvole chiare, rosse, dorate: appoggiati alla ringhiera noi
discorrevamo, a voce bassa, sotto il vento che a intervalli soffiava
vigoroso sui nostri capi, tacendo ogni tanto per guardare, tra quella
luce che s’incielava e quell’ombra che affondava nel mare, la
solitudine delle acque, che defluiva come un fiume alla nostra
sinistra. Il Cavalcanti ascoltò i miei detti; poi:
— Certo — disse — ammirar la bellezza di un’opera d’arte vuol dire
sentirla; e chi la vuol sentire davvero, non deve ragionare troppo.
L’ammiraglio dice bene; e l’avevo detto anche io, ieri sera, con
parole diverse. Tuttavia non posso non riconoscere — per quanto
ieri sera l’abbia combattuto — che anche l’avvocato ha ragione, in
una certa misura. L’uomo è naturalmente trascinato dai suoi infiniti
dispareri intorno al bello a cercare le ragioni di quel che sente: e
allora incominciano i guai. A furia di voler scavare e frugare sotto le
fondamenta della casa in cui viviamo, per vedere se posano sul
solido, noi rischiamo di far cascare la casa: lo so. Ma come si fa?
L’uomo ha bisogno di sapere. E poi frugando e scavando scopre
tanti tesori nascosti....
Il Cavalcanti tranquillava le sue inquietudini con il comodo aforisma
di cui tanto usa ed abusa l’ottimismo moderno: l’universo si
controbilancia! Ma non rassicurò me. Pensai che ci sarebbe stato
tanto ma tanto da ridire su questo argomento! Ma impegnare una
discussione ripugnava alla mia crescente pigrizia: e ci rinunciai! Un
soffio di vento si precipitò tra di noi sibilando, ci assordò, disperse le
nostre parole, sembrò quasi strapparci l’uno dal fianco dell’altro;
sinchè mugolando si perdè sul mare inquieto. Parve allora a noi
come se ci accostassimo di nuovo l’uno all’altro, ma un po’ storditi
dalla raffica non ripigliammo subito il discorso. Il Cavalcanti
contemplava silenzioso il mare; poi facendo con il discorso un salto
repentino:
— Acqua, nuvole, vento! oggi come ieri, come domani, come
sempre — disse accennando l’orizzonte. — Sempre quel circolo
chiuso, eguale a sè medesimo in ogni parte, tutto instabile e mobile!
Non pare anche a lei che l’Oceano impicciolisca in quel circolo?
Curioso fenomeno, però! L’acqua anima tutti i paesaggi terrestri,
perchè è il principio mobile in mezzo alle forme immutabili delle
montagne e delle pianure. Ma nell’Oceano, quando le forme immote
della terra sono uscite dalla vista, questo muoversi incessante delle
onde rassomiglia all’eterna immobilità di un deserto. No: l’Oceano
non è una immensità viva, ma una solitudine morta, perchè muta
sempre e non v’è nulla in esso che resti immutato.
Tacemmo di nuovo: piccoli soffi di vento svolazzavano intorno a noi;
le nuvole si accendevano nell’alto dei cieli di fiamma più viva e il
deserto del mare maggiormente incupiva; dalle terze classi
giungevano dei canti, che il vento poi disperdeva. Mi voltai. Il ponte
era vuoto; un ufficiale lo attraversava frettoloso; poco lungi da noi, un
marinaio lento e senza rumore spennellava di bianco il tetto.
Raccontai allora al Cavalcanti che meraviglia avessi provata a sentir
l’ammiraglio filosofare a quel modo.
— Ma non ne indovina la ragione? — mi chiese, sorridendo, il
Cavalcanti. — Su via, rifletta un poco, lei che è stato a Rio....
L’ammiraglio è un comtista!
Osservammo allora che c’erano a bordo parecchi passeggeri
provvisti di studi e cultura; il che trasse me a parlar del Rosetti e a
ripetere al Cavalcanti ciò che avevo già raccontato la mattina
all’Alverighi. Indi il discorso trapassò agli altri compagni di viaggio. Il
Cavalcanti li teneva tutti d’occhio: nè me ne meravigliai, perchè
l’osservar mosse e figure era per lui che scriveva romanzi un
passatempo gradevole e un buon esercizio. Parlammo dunque dei
mercanti astigiani prima e poi di quella giovane coppia che avevamo
incontrata sul ponte la prima sera, lui grassoccio, piccolo e bruno, lei
magra, alta e bionda. Il Cavalcanti mi raccontò che il giovane era un
argentino di Tucuman, recatosi tre anni prima a studiare ingegneria
nell’Università d’Ithaca....
— Nello Stato di New-York? — interruppi. — E che bisogno aveva di
correre fin lassù per imparare a fabbricar delle case?
— Glielo ho chiesto anche io, ieri. Abbiamo conversato insieme una
mezz’ora, in inglese. E sa che cosa mi ha risposto? Gli Stati Uniti
sono il paese che negli ultimi trenta anni ha trionfato nelle industrie e
negli affari....
Ripensai alla frase dell’ammiraglio: «il mondo da venti anni non gira
più sull’asse antico....», mentre il Cavalcanti continuava a
raccontarmi che il giovane, andato in America a cercare il sapere, ci
aveva intanto trovata una moglie: una giovane, che essa pure
studiava ad Ithaca. Ritornavano allora a Ithaca, dopo aver fatto visita
alla famiglia di lui. Trapassammo infine alla signora Feldmann. Io gli
riassumetti ciò che essa mi aveva raccontato di New-York; e gli dissi
di non poter capacitarmi che fosse maritata da ventidue anni. Egli mi
rispose che, avendola vista solo qualche volta, lei e suo marito, a
Rio, a ricevimenti, poteva dirmi solo che aveva una figlia maritata e
doveva esser più vicina ai quarantacinque che ai quaranta. Quando
ad un tratto:
— Che gatta ci covi, come dite voi Italiani? — esclamò. — Suo
marito è sparito da Rio all’improvviso, tre mesi sono; lei è partita da
un giorno all’altro, come chi scappa.... Se no, non viaggerebbe sul
«Cordova». E poi, per qual ragione ieri la signora le ha fatto tante
domande intorno ai divorzi americani? Non vorrei che lei, senza
saperlo, le avesse suggerito il modo di sciogliere alla chetichella le
catene coniugali....
— Per questo non c’è pericolo — risposi. — Ho esagerato, ieri
sera.... Dei divorzi a quel modo se ne fanno in America, tra gli
immigrati, randagi e mezzo anonimi. Ma una signora appartenente
alle alte classi.... Non credo che potrebbe evadere dalla prigione del
matrimonio per quella via....
— Davvero? — chiese il Cavalcanti. — A ogni modo interrogherò il
Guimarâes. L’ammiraglio deve sapere: è amico intimo della
famiglia....
Così favellavamo sul ponte deserto, chini sul fiume Oceano, tra i
soffi intermittenti del vento che ogni tanto pareva strapparci di bocca
le frasi e i pensieri, per disperderli in furia, simili a foglie, sulle mobili
onde del mare. Ma a questo punto il Cavalcanti si ricordò che a
quell’ora ignorava ancora quanto cammino la nave avesse percorso
il dì precedente. Andammo dunque a tribordo, dove cinque o sei
passeggeri giuocavano, strillando e ridendo, alle piastrelle:
leggemmo sull’apposita carta geografica che in quel giorno, a mezzo
del giorno, eravamo giunti a 16 gradi e 4 minuti di latitudine, cioè
all’altezza di Sant’Elena e a 37 gradi e 22 minuti di longitudine:
facemmo alcuni giri intorno al ponte; e già stavamo per lasciarci,
quando alzando gli occhi verso ponente:
— Guardi, guardi, Cavalcanti, — gridai, — laggiù all’orizzonte! Le
Alpi!
Il vento in quel momento taceva; e a ponente, dolcemente grigia
sotto l’immenso rosseggiare del vespro, sorgeva dalle acque simile
alle Alpi tante volte osservate — unica bellezza! — in Torino al
tramonto dalla piazza d’Armi, una lunga catena di monti, dentata di
punte, di picchi, di cuspidi senza numero, sormontata a sinistra dalla
grande piramide aguzza di una montagna più alta: monti di nebbia e
di fiamma, oscuri e lucenti, levatisi al soffio leggero del vento, per
un’ora, sul confine del dì e della notte; catena sconosciuta, che
nessuno dei piccoli uomini randagi sull’Oceano aveva salutata prima
o saluterebbe dopo di noi; ultima frontiera della solitudine oceanica
ed ultima tappa del sole nel suo viaggio solitario verso i regni della
notte. Sorpresi, abbagliati, quasi commossi da quella sfolgorante
illusione, apparsa all’improvviso sul mare e sul cielo, a ricordarci la
terra, sostammo ammirando. Ed ecco, di nuovo, il vento soffiò sulla
solitudine oceanica, lungo e tristo, e a quel soffio le prime stelle della
sera, picciolette e timidette, palpitarono quasi accendendosi
sull’estremo chiarore del giorno; e nell’ombra che da ogni parte
avanzava, le lontane montagne e gli ultimi splendori del tramonto
sfolgorarono più vivi; e per un momento l’anima mia rabbrividì di un
fremito oscuro come se il vento spirasse, come se le stelle
scintillassero, come se i fuochi del tramonto riverberassero dalle
profondità dell’infinito. Poi il vento di nuovo tacque, di nuovo soffiò: di
nuovo il giorno morente parve riaccendersi al suo soffio per
oscurarsi poi al suo tacere; la catena delle misteriose montagne
avanzarsi nella luce verso di noi e allontanarsi verso la notte, in cui
doveva sparire.
Contemplato a sazietà quel meraviglioso capriccio della luce e del
vento, ci separammo per prepararci al pranzo. Ma uscendo dalla
cabina, dopo essermi ripulito, incontrai finalmente il Rosetti, che non
avevo ancora veduto nella giornata. Discorremmo un po’ della
discussione della sera precedente: e mi confessò che dava ragione
all’Alverighi, perchè tutti i giudizi estetici, il bello e il brutto sono
rovesciabili; si possono capovolgere a piacere. Il che trasse me a
mia volta a ripetere a lui quel che l’ammiraglio mi aveva detto: chi
concede agli uomini la libertà di giudicare i capolavori della
letteratura e dell’arte, semina l’anarchia. Ma il Rosetti mi guardò
sorridendo; e:
— Alla grazia, — disse — che paura! L’anarchia, addirittura! E
perchè no la strage e il saccheggio? Già questi benedetti soldati!
Appena mettono i piedi fuori dall’uscio della caserma....
— Se però i giudizi estetici si possono capovolgere — interruppi —
ogni uomo dotato di intelletto potrà, mi pare, spregiare l’opera che
altri considera un capolavoro, senza che si possa dimostrare chi ha
ragione e chi ha torto. E allora ha ragione l’Alverighi: non vedo come
si possa imporre nemmeno l’ammirazione di Dante o di Raffaello, in
un’epoca che discute tutto liberamente, anche Dio....
— Ma Dio, poveretto, — mi rispose, sempre sorridendo, il Rosetti, —
non dispone più nel mondo moderno nè di baionette nè di una cassa
ben fornita. E senza oro e senza ferro, neppur Dio riesce a
mantenersi in credito in mezzo a questa nostra perversa razza
umana. L’arte invece....
— Ha delle baionette e dell’oro — di nuovo interruppi sorpreso —
per mantenersi in credito? E quali? E dove? E quante?
Ma in quella suonò la prima campana del pranzo.
— Frattanto, — proseguì il Rosetti, — occorre andare a desinare. E
tu sai che a tavola non mi piace di ragionare. Dopo pranzo,
vedremo!
Il pranzo fu queto e tranquillo. Il dottor Montanari si lagnò degli
emigranti: consigliando quanti credono nella bontà del popolo a fare
un viaggio transatlantico in terza classe.... Ci disse, tra altre cose,
che tra quelle povere vittime della iniqua borghesia commesse alle
sue cure «molti ce ne sono che hanno il portafoglio meglio fornito del
mio, che sarei un grasso borghese!» Terminato il pranzo ci
disperdemmo. Una mezz’ora dopo, l’Alverighi ed io passeggiavamo
sul ponte fumando e godendo la notte; ed io gli riferivo le oscure
cose che il Rosetti mi aveva dette prima del pranzo, quando ecco il
Rosetti ci venne incontro. Si mise in mezzo a noi, passeggiando sul
ponte; e fatti pochi passi si volse all’Alverighi.
— Io vorrei — disse — porle un quesito a proposito delle cose dette
da lei ieri sera, se lei me lo permette.... Lei ha dimostrato, ieri sera,
che nè il sentimento nè la ragione non riescono a somministrarci una
misura del bello che valga per tutti, che sia obbligatoria e
universale....; e che quindi — questa conclusione non è sua, è mia
ma spero che lei la approverà — è una prepotenza volere imporre
agli altri il giudizio nostro su questa o quella opera d’arte. E la sua
dimostrazione anche a me è parsa inoppugnabile, pur essendo
semplicissima. Senonchè se, come lei dice giustamente, l’arte è un
piacere senza bisogno, quindi non solo subiettivo, ma vago, poco
sicuro, che va e viene, che si può sentire e non sentire, a seconda
del temperamento, dell’educazione, del secolo, della generazione,
del giorno, dell’ora, e perfino del minuto e dell’accidente, del caffè
bevuto o del pranzo bene o mal digerito, se perciò è una prepotenza
volere imporre agli altri la propria opinione: come spiega lei allora
che ognuno pretenda che quel che sembra bello a lui debba parer
bello a tutti gli altri, e voglia imporre altrui il giudizio che è così poco
sicuro in lui stesso? Perchè, badi, io non voglio dire che così debba
essere, come qualche filosofo dice e sostiene.... Io dico solo che
così è: che, a torto o a ragione, gli uomini hanno anche questa
ubbia. Si guardi dattorno, e se ne convincerà. Quante volte due
persone che discutono intorno ad un’opera d’arte non finiscono di
andar sulle furie? E invece di star ciascuno contento al suo parere,
come sarebbe ragionevole, ognuno vuol che l’altro gli dia ragione, e
lo compiange, lo canzona, lo maltratta, lo ingiuria; e qualche volta
anche si sente pizzicare le mani; e una maledetta voglia di rompergli
il capo, per versarci dentro la sua ammirazione. Della quale poi, se
richiesto, non saprebbe render conto in modo soddisfacente....
L’Alverighi pensò un momento e poi:
— Ma è naturale. I critici e gli esteti hanno tante volte detto o gridato
che chi non ammira e non odia quel che ad essi piace e non piace, è
un imbecille, che il pubblico, poveretto, si è inferocito.
— La spiegazione è ingegnosa, — rispose il Rosetti: — ma un po’
vaga e semplice. Io vorrei, se mi permette, proporgliene un’altra.
— E io son tutte orecchie.
— Ieri sera — riprese il Rosetti — la discussione intorno ad
«Amleto» fu per un momento interrotta da una discussione intorno
alle carni agghiacciate dell’Argentina. Non rammento più chi disse
che queste carni sarebbero cattive; e lei e il signor Vazquez
protestarono. Dunque la stessa persona sosteneva che delle opere
di Dante, di Sofocle o di Shakespeare si può pensare che sono
brutte e belle; ma non voleva poi ammettere che si possano
professare le due opinioni opposte intorno alle braciuole e ai filetti
argentini. Il che, a parlare schietto, mi pare un poco strano. Perchè
io riconosco, sì, che il sentimento del bello è incerto ed oscuro; ma
non per ammettere che siano sicure e chiare le sensazioni del
palato. Le ossa di Emanuele Kant fremerebbero nel sepolcro! Ora
per qual ragione lei mi permette di giudicare a mio talento
Shakespeare, e vuole invece poi impormi la sua opinione sulle
braciuole argentine?
L’Alverighi si mise a ridere.
— La ragione mi par semplice e chiara.... Io ho delle estancias, e
molte azioni di un grande saladero di Buenos-Aires, in minor numero
è vero del Vazquez.... Se tutti nel mondo saranno ghiotti delle carni
dell’Argentina, noi guadagneremo molti quattrini.... Anche per
questo, andiamo in Europa!
— L’interesse dunque — rispose il Rosetti. — E non potrebbe
succedere alcunchè di simile nell’arte?
— Nell’arte! — esclamò stupefatto l’Alverighi.
— Quello a cui io alludo non è forse un interesse solo — rispose il
Rosetti: — ma sono molti e diversi interessi. Vediamo un po’. Innanzi
tutto non c’è forse l’interesse nazionale? Ogni popolo mi sembra
avere bisogno di ammirare un certo numero di scrittori e di artisti, per
inorgoglirsi della propria grandezza. Non sarebbe forse questa la
ragione per cui ogni Stato impone, con le scuole, l’ammirazione di
certi classici? L’ammiraglio ha ragione: non c’è nazione nè patria
senza una letteratura; e non esiste letteratura, senza glorie
canonizzate ufficialmente. Ma non si ammirano, voi mi direte,
soltanto opere d’arte paesane. È vero: ma perchè altri interessi ci
muovono. Ammiriamo gli scrittori e gli artisti dei popoli amici, che ci
possono aiutare; dei più forti, che si fanno temere: oppure
ammiriamo scrittori e artisti forestieri pur di screditare scuole ed arti
nostre più antiche, avversate per una qualche ragione, specialmente
in tempi di guerre civili. La lotta tra il romanticismo e il classicismo, in
Francia e in Italia, ne sarebbe forse una prova... Vi dirò di più: io
credo che nel mondo dell’arte, possono molto anche gli interessi
materiali. Ogni arte nutre molte persone; e queste devono sforzarsi
di mantenere o di far venire in credito, come capolavori, certo opere,
sotto pena di perdere il pane. Per esempio: oggi in tutte le lingue si
traducono opere di tutte le lingue; pare a voi che questo gusto
cosmopolita sia una pianta cresciuta da sè? Io direi che l’hanno
coltivata gli editori, i traduttori e i critici che ne divorano i frutti non
sempre saporiti. Il medesimo si potrebbe dire della musica e della
pittura. I mercanti di quadri, per esempio....
Il Rosetti parlava lucido, semplice, pacato, con quel tono
leggermente ironico che amava usare sopratutto quando parlava sul
serio. E l’Alverighi ascoltava attento e in silenzio.
— Tuttavia — obiettò egli a questo punto — mi par difficile di negare
che noi ammiriamo disinteressatamente almeno certe opere d’arte.
Non si vedono forse dovunque uomini e donne spendere denaro,
tempo, fatica per accreditare uno scultore, un pittore, un musico
ancora oscuro, forestiero, lontano, che non hanno neppure veduto;
per far conoscere autori morti da anni e da secoli? Quale interesse li
moverebbe?
— Un interesse politico o pecuniario, no di certo — rispose il Rosetti.
— Ma tra gli interessi io non sarei alieno dall’annoverare anche i
capricci della vanità. L’arte, la letteratura e in una certa misura anche
la scienza servono oggi ai pochi, come il lusso, le decorazioni e i
titoli di nobiltà, per distinguersi in mezzo alla folla comune degli
umani. Riuscendo a far ammirare uno scrittore o un artista
misconosciuto dagli altri, costoro vogliono proprio che vinca il punto
e la prova l’artista? O non vogliono piuttosto vincerlo essi; per aver la
gioia di credersi e sentirsi più intelligenti dei propri simili? Questa
opinione di solito sembra esser tanto più piacevole, quanto meno è
fondata....
— È certo, per esempio, — osservai io, — che molti applaudiscono
Shakespeare in teatro per rispetto umano e non per convinzione.
Parecchi me l’hanno confessato, specialmente in Francia.
— Sicuro — proseguì il Rosetti. — C’è forse dell’amor proprio in
quantità, in tutte le nostre predilezioni artistiche. Come è, per
esempio, che un’opera d’arte riesce anche oggi ad essere
largamente ammirata? Quando un piccolo numero di ammiratori
influenti se ne innamora; vale a dire impegna il suo amor proprio nel
puntiglio di farla ammirare dagli altri, di sopraffare le eterne esitanze
e incertezze dei più che non sanno giudicare, gridando loro nelle
orecchie che quell’opera è un capolavoro. Naturalmente questo
capriccio della vanità di solito è passeggero: ma gli interessi che
impongono uno scrittore o un artista all’ammirazione del mondo non
sono tutti così precari: anzi in generale io direi che la fama di un
artista o di uno scrittore sarà tanto più duratura quanto più l’interesse
che lo impone è stabile e forte. I grandi uomini fortunati sono quelli
alla cui gloria provvede addirittura lo Stato!
L’Alverighi ascoltava meditabondo; e a questo punto interruppe
come parlando a sè più che all’interlocutore:
— Ammireremmo noi ancora Virgilio e Pindaro, nell’anno di grazia in
cui viviamo, se i professori di greco e di latino, da un capo all’altro
dell’Europa, non fossero stretti in un formidabile sindacato per la
conservazione degli studi classici e del proprio stipendio!
— Insomma, — conchiuse il Rosetti, assentendo con il capo —
chiunque frughi un po’ nelle pieghe della sua coscienza, si accorgerà
che noi ammiriamo le opere d’arte, quasi sempre, per preconcetto;
perchè vogliamo ammirarle; e vogliamo ammirarle perchè siamo
spinti da un interesse, o politico o nazionale o religioso o intellettuale
o professionale o di amor proprio. E allora ci suggestioniamo, ci
arrovelliamo, ci cantaridizziamo quasi direi! Gli interessi però non
possono imporre l’ammirazione, se non dispongono di una forza
sufficiente. Quindi nessuna bellezza artistica o letteraria può reggersi
a lungo sulle altezze della gloria, se non è sostenuta da una delle
grandi forze o autorità che governano il mondo. O da una religione,
che la consacri con la sua santità. O da uno Stato, che la imponga
con le scuole. O da una coterie, da una classe, da un partito, che
con la influenza, il denaro, i sofismi dei critici e degli esteti obblighi la
gente che vorrebbe badare ai fatti suoi ad ammirare. O da un popolo
che abbia persuasi gli altri di essere da più di loro. O da una ondata
di entusiasmo, da un contagio di suggestione che travolga le
menti.... Ma guai all’arte o alla fama, sostenute da un interesse
impotente! Cadrà, perirà, sparirà!
Da un pezzo io mi chiedevo se il Rosetti parlava sul serio o
ironicamente, tanto questi ragionamenti mi parevano strani, pur non
potendo negare che fossero ingegnosi e ben legati. L’Alverighi
invece ascoltava raccolto, attentissimo, impassibile, senza fare un
gesto o un cenno. E a questo punto interruppe:
— Mi persuado, mi persuado: siamo interamente d’accordo: non
occorre che continui. Lei completa, non contradice le cose che ho
dette ieri sera. Perchè lei non vorrà, spero, ammettere che sia eterno
e assoluto quel che è imposto da interessi mondani! Questi sono tutti
momentanei e caduchi. E quindi non ripeterà che l’America è brutta
e perciò barbara, perchè non piace agli esteti e ai critici dell’Europa.
— No, non lo ripeterò io — rispose il Rosetti. — Io sono un mezzo
americano e ho vissuto venti anni in America; e all’America debbo
questi ozi che tanto mi godo.... Io dunque ho interesse a difendere
l’America. Ma quelli che vivono in Europa e non sono pensionati da
uno Stato americano? Se tutti gli uomini sono spinti dall’interesse a
imporre agli altri come bello quello che tale pare — ad essi, allora è
chiaro: bello sarà per tutti quel che vorrà che sia bello il più forte: o il
popolo, o la classe, o la fazione o la cricca mondana o la cabala di
critici o l’interesse commerciale e via dicendo. Il bello ed il brutto
insomma dipenderanno dalla forza. Orbene: se l’Europa e l’America
vengono a disputare intorno al bello ed al brutto, è chiaro dunque
che bello sarà ciò che è proclamato tale tra i due continenti da quello
che può imporre all’altro la sua opinione.... Ora è possibile dubitare
che l’Europa sia oggi armata meglio dell’America, in questo duello?
Vorrei poter affermare l’opposto io, che tanto debbo all’America,
ma.... ma.... Ma l’Europa ha tradizioni, scuole, musei, monumenti,
filosofie.... Lei lo vede del resto: qui a bordo io e lei, che siamo nati e
cresciuti in Europa, siamo quasi d’accordo; ma il Cavalcanti e
l’ammiraglio, che pure sono americani, si scandalizzano addirittura a
sentirci ragionare a questo modo. L’America dunque non si reputa
neppur capace di imporre al mondo un suo qualunque criterio del
bello: si sente obbligata ad accettar quello o quei criteri che l’Europa
si degna somministrarle e di solito piuttosto sgarbatamente. E
allora? Lei ha dimostrato che tutti gli argomenti con cui si vuol
giustificare questa sopraffazione sono dei sofismi: e lei ha ragione:
ma che può questa sua critica, acuta sì e profonda, ma solitaria,
contro il fascio di tanti interessi? Pensi che a mantenere in credito
nei due mondi le diverse arti dell’Europa e i canoni che le informano,
collaborano laggiù gli Stati, — ecco le baionette, Ferrero — le
religioni, le scuole, i musei, la filosofia, i giornali, le riviste, la critica,
un infinito esercito di artisti e di scrittori famelici, un altro esercito non
meno sterminato di pubblici funzionari, nonchè non pochi industriali
e mercanti, dagli editori ai fabbricanti di strumenti musicali e ai
mercanti di quadri. Ed ecco, Ferrero, l’oro!... Presume lei, avvocato,
ragionando a bordo del «Cordova» di poter distruggere questo
formidabile potentato? Dunque zitto e creda a me: bisognerebbe che
a sua volta l’America si muovesse un po’, prendesse animo,
cercasse di imporre al mondo una nuova dottrina del bello:
l’obbligasse a riconoscere che i «gratta-nuvole» sono più belli di
Palazzo Vecchio....
— Questo poi! — esclamai io.
Ma il Rosetti si rivolse subito verso di me; e tranquillo, sorridendo:
— Tu credi dunque che gli uomini non potranno mai, proprio mai,
ammirare i gratta-nuvole? Tu presumi allora assai del tuo gusto. Mio
caro, non c’è cosa che gli uomini non siano capaci d’ammirare,
quando vogliono, purchè vo-glia-no! (e scandì le sillabe). Il vecchio e
il nuovo, la curva e la retta, l’arabesco e il geometrico, il grande e il
piccolo, la regola e il mostro, la proporzione e la sproporzione, il
flebile e l’enfatico, l’equilibrio e lo squilibrio, il classico e il rococò,
l’attico e il barocco, la rosa e l’orchidea, il semplice ed il maestoso, la
maiolica italiana e la ceramica cinese, la montagna selvatica e i
giardini artifiziosi, la tradizione e il futurismo: tutto, tutto può sfiorar di
piacere i nostri nervi, e questo piacevole soffio, se degli interessi se
ne immischiano, essere per qualche tempo almeno imposto come
misura assoluta del bello.... Senonchè rassicurati, tu che alla gloria

You might also like