Sefalet Emine Semiye Kitaplığı 1 1st Edition Emine Semiye Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Sefalet Emine Semiye Kitapl■■■ 1 1st

Edition Emine Semiye


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/sefalet-emine-semiye-kitapligi-1-1st-edition-emine-sem
iye/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Sefalet 1st Edition Emine Semiye

https://ebookstep.com/product/sefalet-1st-edition-emine-semiye/

Tren Kitab■ 1st Edition Emine Gürsoy Naskali

https://ebookstep.com/product/tren-kitabi-1st-edition-emine-
gursoy-naskali/

La nuova Prova orale 1 A1 B1 1st Edition Telis Marin

https://ebookstep.com/product/la-nuova-prova-orale-1-a1-b1-1st-
edition-telis-marin/

Rus Edebiyat■nda Ayd■nlanma C ag ■ 2nd Edition Emine I


Nan■r

https://ebookstep.com/product/rus-edebiyatinda-aydinlanma-c-
ag-i-2nd-edition-emine-i-nanir/
Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/

Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st


Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/
EMİNE SEMİYE HANIM KİTAPLIGI - 1

SEFALET

EMİNE SEMİYE HANIM


VakıfBank Kültür Yayınları: 0067 VakıfBank Kültür Yayınlan
Edebiyat: 021 Büyükdere Caddesi
No: 97- Kat 4
EMİNE SEMİYE HANIM KİTAPLIGI - ı Şişli 34394 İstanbul
SEFALET Telefon: o 212 354 5730
EMİNE SEMİYE HANIM www.vbky.com.tr - info@vbky.com.tr
Sertifika No: 40141
Yayına Hazırlayan
Tuğba Sivri ©Vakıf Pazarlama San. ve Tic. A.Ş., 2020

Genel Yayın Yönetmeni


Dr. Hüseyin Yorulmaz
Kitabın tüm yayııı hakları VakıfBank
Yayın Müdürü Kültür Yayınlarına aittir. Tanıtım
Dr. Hasan Aksakal amacıyla, kaynak qöstermek şartıyla
yapılacak sıııırlı alıntılar dışında,
Tasarım ve Yayın Kimliği yayıncının yazılı izni olmaksızın
Bülent Erkmen hiçbir elektronik veya mekanik araçla
çoğaltılamaz. Eser sahiplerinin manevi ve
Kapak Görseli ve Sayfa Uygulama mali hakları saklıdır.
FarukÖzcan
Baskı
Kitap Editörü Ofset Yapımevi
Dr. Şaban Bıyıklı Şair Sokak No: 4, Çağlayan Mahallesi,
34403 Kağıthane, İstanbul
Son Okuma Telefon: o 212 295 86 01
Emre Güler Sertifika No: 45354

ı. Baskı: Eylül 2020


• •

EMiNE SEMiYE
HANIM
I<İTAPLIG I 1 -

SEFALET
EMİNE SEMİYE HANIM

HAZIRLAYAN

TUGBA SİVRİ
EMİNE SEMİYE HANIM TUGBA SİVRİ
Emine Semiye, Meşrutiyet dönemi Tuğba Sivri, 1990 İstanbul doğumlu.
önemli kadın yazarlarındandır. Osmanlı Bahçeşehir Üniversitesi Halkla
Kadın Hareketinin öncü isimlerinden ilişkiler lisans eğitiminin ardından
olan Emine Semiye, Osmanlı'nın çeşitli Galatasaray Üniversitesinde Medya ve
bölgelerinde öğretmenlik yapmış, sadece İletişim Çalışmaları yüksek lisansını,
yazar olarak değil, sosyal ve siyasal Türkiye'de Muhafazakar Kadınların
eylemleriyle de özellikle kadınların Siyasal Hareketliliği üzerine yazdığı
hayatlarının iyileştirilmesiyle ilgili tezle tamamladı. Site editörlüğü,
mücadele vermiştir. Romanları, kurumsal dergi editörlüğü yaptı. Şu
dönemin toplumsal yapısına dair anda Yıldız Teknik Üniversitesi Türk
fikir vermekle birlikte özellikle Dili ve Edebiyatı Ana Bilimdalında,
köle, alt sınıf ya da fuhşa zorlanmış popüler muhafazakar romanlarda
kadınların sorunlarını dile getirmesi toplumsal cinsiyet üzerine doktora tezini
açısından oldukça önemlidir. Tarihçi tamamlamak üzere. Çift danışmanlı
devlet adamı Ahmet Cevdet Paşanın yürüttüğü tezi, edebiyat, sosyoloji ve
kızı olmasına ve hayatını edebiyat siyaset bilimi alanlarında disiplinlerarası
ve siyaset faaliyetleriyle geçirmesine bir perspektife dayanıyor. Popüler
karşın ablası Fatma Aliye kadar ilgi kültür, Türkiye'de 1980 sonrası kadın
görememiş, uzun yıllar boyu eserleri edebiyatı, popüler romanslarda erkeklik
tefrika olarak gazetelerde kalmıştır. kurguları konularında, hakemli
Kurduğu çeşitli derneklerle kadın ve akademik dergilerde yayınlanmış
çocukların eğitim, barınma, geçinme makaleleri mevcuttur. Aynı zamanda
gibi temel ihtiyaçlarını gidermek için Temmuz 2018'den beri VakıfBank
çabalamıştır. Eğitimci yönü, yalnızca Kültür Yayınları'nda bağımsız editörlük
ülkenin pek çok bölgesinde öğretmenlik yapmaktadır.
yapmasıyla sınırlı kalmamış; aynı
zamanda hazırladığı ders kitaplarıyla da
bilhassa genç kızların eğitimine katkıda
bulunmuştur.
İÇİNDEKİLER

Önsöz Altıncı Kısım

Tuğba Sivri Soğuk

006 188

Yedinci Kısım

Sabite'nin Ah'ı

S efalet 201

018 Sekizinci Kısım

Ulüvv-i Hikmet

Birinci Kısım 220

Açlık Dokuzuncu Kısım

024 İnsan Şeklinde Bir Melek

İkinci Kısım 242

Sefalet İçinde ismet-Nefret İçinde Onuncu Kısım

Muhabbet İzdivaç

045 267

Üçüncü Kısım On Birinci Kısım

Seda-yı V icdani Hayati'nin Düğün Hediyesi

081 283

Dördüncü Kısım On İkinci Kısım

Sabite Vasiyet

123 302

Beşinci Kısım On Üçüncü Kısım

Zaruret İstirahat-i Kalp

176 315
ÖN SÖZ

TUGBA SİVRİ

Susan Gubar ve Sandra M. Gilbert, ı979'da The Madwoman


in the Attic'i1 yayımladıklarında feminist edebiyat eleştirisi
için çok büyük bir adım attılar; çünkü edebiyat eleştirisine
"alınmamış", ucuz ve önemsiz olarak mimlenerek edebiyat
tarihinden silinmiş Victoria dönemi kadın yazarların eserle­
rini ele alarak kadın yazınının bir geleneği, bir geçmişi oldu­
ğunu edebiyat eleştirmenlerine hatırlattılar. Victoria döne­
mi İngiliz edebiyatı, "erkek yazar, kadın okur" klişesinin2 ilk
ortaya çıkış anı olarak imlenebilir; çünkü yeni ortaya çıkan
burjuva ev kadınları, o dönem üretilen "aşk romanlarının"
en yoğun tüketicisi oldu ve bu anlamda edebiyatın nasıl şe­
killeneceğine de kültür pazarının tüketicileri olarak şekil

ı. Sandra Gilbert, Susan Gubar (�016), Tavan Arasındaki Deli Kadın, çev. Nil Sakman,
Aylak Adam Yayınları, İstanbul.
2. Bu ifade, Jale Parla ve Sibel Irzık'ın derlediği Kadınlar Dile Düşünce adlı kitapta yer
alan, Nurdan Gürbilek'in yazdığı bölümün başlığıdır. Nurdan Gürbilek, özellikle
romantik aşk kitaplarını11 kadınları kötü yönde etkileyebileceğine dair İngiltere'de
başlayan tartışmayı Türkiye'de Tanzimat dönemi erkek edebiyatçılarında da görebi­
leceğimizi ifade eder. Nurdan Gürbilek (2017), "Erkek Yazar, Kadın Okur", Kadınlar
Dile Düşünce, der. Jale Parla, Sibel Irzık, İletişim Yayınları, İstanbul.

S E FA L E T

006
verdi. Ancak o dönemde kadınlar sadece okumadı; aynı
zamanda ürettiler de. Bu nokta, kadınların kültür sahasın­
daki varlıklarını pasif/okuyucu konumdan kurtaran; loqosu
[akıl/söz] kadına vererek onu özne pozisyonuna taşıyan bir
tarihi gerçektir ve bu gerçeğin unut[tur] ulması, kadınların
özne konumlarını yeniden yitirmeleriyle sonuçlanabilecek,
kültür sahasını eril tahakküme terk edecek, önemli bir ta­
rihi yanlıştır. İşte Gubar ve Gilbert, bu tarihi yanlışı düzel­
terek edebiyat eleştirisine ve tarihine kadın özneyi yeniden
yerleştirmiştir.
Türkiye'de kadın hareketinin ve buna bağlı olarak
kadın yazınının tarihini nereden başlatmak gerektiği hu­
susu hep bir tartışma konusu oldu. Serpil Çakır, ufuk
açıcı çalışması Osmanlı Kadın Hareke ti'ni3 yayınlayana ka­
dar Osmanlı'da bir kadın hareketi olduğuna pek de ihti­
mal verilmiyordu. Nitekim günümüzde de bu tartışmalar
sürüyor. Kimileri "Üç-beş kadın dergisinde yazan üç-beş
'paşa kızı'na bakarak Osmanlı'da bir kadın hareketi vardı
denemez" diyerek yok saymaya çalışsa da Osmanlı "Aydın­
lanma"sının önemli bir ayağı da kadın hareketiydi. Öyle ki
Ahmet Midhat Efendi gibi ilk dönem erkek Tanzimat ya­
zarlarının en çok üzerinde durdukları konular çokeşlilik,
kadınların kamusal alana dahli, görücü usulü evlilik, çar­
şaf/peçe gibi "kadınlara mahsus meseleler"di ve Avrupa'nın
aksine, kadınların edebiyat alanına girmesini destekleyici
adımlar attıklarını biliyoruz. Deniz Kandiyoti, Üçüncü

3. Serpil Çakır, (zoıı), Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul.

SEFALET

007
Dünya ülkelerindeki erkek aydınların, Batılıların aksine,
kadın hareketini desteklemesini, hem değişmesini istedik­
leri mevcut sistemin en görünür baskı unsurunun kadın­
lar üzerinde çalışmasına hem de farklı erkekliklerin de bu
sistemden zarar görmesine bağlıyor.4 Sebebi ne olursa ol­
sun, kadın hareketi Tanzimat dönemi ve sonrası için kritik
bir önemde oldu. Rousseau ve Voltaire gibi Aydınlanmacı
düşünürlerin, özellikle "millet" oluşumunda kadınların
eğitimine yaptıkları vurguya Tanzimat'ın erkek yazarları
da önem verdi; kadınların eğitimini ve sosyal durumunun
değişmesini, Batılılaşma yönünde önemli bir adım olarak
gördüler. Kadınlar da bu çağrıya iştiyakla uydular; pek çok
kadın yazar ve şair, modern Türk edebiyatı diyebileceğimiz
bu yeni dönemde üretmeye başladılar.
Türkçede Tavan Arasındaki Deli Kadın çapında geniş
bir çalışma henüz yapılmadı. Ancak Osmanlı kadın yazarları
yeniden keşfedilmeye, edebiyat tarihinde hak ettikleri konu­
mu yeniden edinmeye başlıyorlar. Hukukçu ve tarihçi Ahmet
Cevdet Paşanın kızı, yazar Fatma Aliye'nin kız kardeşi olarak
bir "yan-şöhret"e sahip olan Emine Semiye Hanımın eserle­
rini toplu halde yayınlama fikri de kendisine "edebiyat sahne­
sinde hak ettiği konumu verme" niyetiyle ortaya çıktı.
Tanzimat döneminin ünlü devlet adamlarından hu­
kukçu ve tarihçi Ahmet Cevdet Paşayla Adviye Rabia Hanı­
mın üç çocuğundan en küçüğü olarak İstanbul Vezneciler'de

4.Deniz Kandiyoti (2015), Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönü­


şümler, Metis Yayınları, İstanbul.

S E FA L E T

008
dünyaya gelen Emine Semiye Hanımın kesin doğum tarihi
bilinmiyor. Bazı kaynaklarda ı868, bazılarındaysa 28 Mart
ı866 tarihi geçiyor.5 Yazarın soyadı konusunda da yorumlar
yine muhtelif. Milli Kütüphane'de "Yularkıran" etkietiy­
le arşivlenen defterleri, soyadının, baba tarafından dedesi
Hacı İsmail Ağanın ailesi olan Yularkıranoğulları'ndan gel­
diğini gösteriyor. 6 Ancak birçok yerde "Önasya" soyadının
kullanılması, Kadriye Kaymaz'ın ifadesiyle, Önasya dergi­
sinde kendisiyle ilgili yayımlanan bir makalenin başlığının
yanlış yorumlanması sonucu ortaya çıkan bir karışıklık gibi
görünüyor.7
Ahmet Midhat Efendinin, Emine Semiye'nin kendin­
den yalnızca iki yaş büyük ablası Fatma Aliye'yi "manevi
kızı" olarak takdim edip eserlerini överken Emine Semiye'yi
görmezden gelmesi ve eserlerinin basılmaması, Emine Se­
miye'nin edebi açıdan yetersizliğiyle açıklanamaz. Çünkü
roman ve hikaye türlerinin henüz ülkeye girdiği bir dönem­
de kadınlardan beklenen, kadınlara mahsus sorunları dile
getiren eserler üretmeleriydi ve burada nitelikten çok anla­
şılırlık ve halka hitap edebilmek önemliydi.8 Burada asıl ki­
lit unsurun, Emine Semiye'nin, ablasına nazaran çok daha
keskin ve sivri olan yazı diliyle birlikte aktif muhalif politik
kişiliği olduğunu söylemek yanlış olmaz.

5. Kadriye Kaymaz (2009), Gölgedeki Kalem Emine Semiye Bir Osmanlı I<cıdın Yazarının
Düşünce Dünyası, Küre Yayınları, İstanbul, s. ı9.
6. A.g.e. s. 40.
7. A.g.e. s. 40-4ı.
8. Karaca, a.g.e., s. 116.

S E F A L E T

009
Emine Semiye, hayatının büyük kısmını öğretmenlik
yaparak, çeşitli dernekler kurup kadınların güçlenmeleri
yönünde çalışarak geçirmiş bir "ilk dönem Türk feminis­
ti"ydi. ı895/1896 yıllarına tekabül eden dönemde Selanik'te
İnas mektepleri [kız okulları] müfettişliğine başlamış, bu
süre içinde bir yandan İttihat ve Terakki Cemiyetinin "teş­
kilat-ı hafiye"sinde görev almış ve il. Meşrutiyetin ilanı sı­
rasında gazetelerde cesur yazılar yazarak dikkat çekmişti.9
Halide Edip'in aktardığına göre, 1906'da Selanik'te
açılan İttihat ve Terakki Cemiyetinin tek kadın üyesi, Emi­
ne Semiye'dir.10 Serpil Çakır'sa Emine Semiye'nin İttihat
ve Terakki Cemiyetinin Kadınlar Şubesi başkan yardımcısı
olduğunu belirtir. 11

İlk eşi kazaskerlerden Mustafa Paşaydı. ı885'te


Mustafa Paşayla Hasan Rıza adında bir çocukları oldu. Ay­
rıca Fatma Zahire isminde, sekiz yaşında vefat eden bir de
kızı vardı.12 Mustafa Paşanın ölümünden sonra ikinci eşi,
dadısının oğlu Reşid Paşa oldu. "Gürültülü bir boşanma"y­
la sonuçlanan bu evlilikten Ahmet Cevdet adında bir oğul
dünyaya geldi. Hüseyin İzzet adında bir oğulları daha oldu,
ancak yaşını dolduramadan vefat etti.'3
Hayatı boyunca hem ürettiği edebi eserlerde, hem
aktif siyasi hayatında hem de kurduğu derneklerde ka-

9. Kaymaz, a.g.e. s. 29.


ıo. Akt. Karaca, a.g.e., s.�12ı.
ıı. Çakır, a.g.e., s. 55.
12. Kaymaz, a.g.e., s. 34-36.
13. Kaymaz, a.g.e., s. 37-38.

S E F A L E T

010
dınların sosyal konumlarını iyileştirmek adına çalışan
Emine Semiye, Rumi ı314'te (Miladi ı896/1897) Selanik'te
Şefkat-i Nisvan derneğini kurdu.14 Ablası Fatma Aliye'ye
gönderdiği ı6 Teşrinievvel ı324 (29 Ekim ı908) tarihli
mektubunda "Hukuk-ı Nisvan" adıyla bir cemiyet kur­
maya karar verdiğinden bahsediyordu.15 Kısa süre sonra
ı324'te (Miladi ı906/1907) Edirne'deki Hizmet-i Nisvan'ı
kurdu. Dernek on Müslüman, altı gayrimüslim kadından
oluşuyordu.16
Emine Semiye, ı912 Balkan Harbi sırasında Şişli Etfal
Hastanesinde gönüllü hemşirelik yaptı, İttihat ve Terakki
Cemiyeti üyelerinin yakalanıp hapsedildiği sırada kendisi­
nin de hapsedileceğini öğrenince hastaneden ayrılıp Paris'e
gittiği söylentisi yayıldı.17 Halide Edip'in hatıralarından,
kendisi ve başka kadınlarla birlikte ı916-1917 yıllarında Su­
riye'de öğretmenlik yaptığını;18 kendisinin bir yazısından da
ı919 sonbaharında Cenevre' de bulunup sosyoloji ve pedago­
jiyle ilgilendiğini öğreniyoruz.19 Yazılarında belirttiği üzere,
hayatının yedi yıla yakınını yurtdışında (Şam ve Paris'te bu­
lunduğu biliniyor) geçirdi.20
İttihat ve Terakki içinde aktif bir konuma sahip
olan Emine Semiye, Cemiyetin Kadınlar Şubesi tarafın-

14. Çakır, a.g.e., s. 87.


15. Kaymaz, a.g.e., s. 49.
16. Çakır, a.g.e., s. 89.
ı7 Kaymaz, a.g.e., s. 31-32.
18. Kaymaz, a.g.e., s.34.
19. Kaymaz, a.g.e., s. 29.
20. Kurnaz, a.g.e., s. 45.

S E FA L E T

011
dan ı Ağustos ı908'de Selanik'te Beyazkule Bahçesinde
yazlık bir tiyatroda gerçekleştirilen bir konferansta söz
alarak "tesettür meselesinden kadınların sosyal haklarına
varıncaya kadar çesitli konularda, Üzerlerindeki baskıları
kaldırmak adına mücadele edeceklerini" söylemiş, konfe­
ransa katılma konusunda tereddütte bulunan Müslüman
kadınları da cesaretlendirmişti. 21
Ablası Fatma Aliye'nin Tercüman-ı Hakikat ve Şura-yı
Ümmet te çıkan makalelerini okuyan Emine Semiye, tarih­
'

sel bilgilere dayanarak kadınları savunmasını beğense de


dilini çok yumuşak buluyordu. Ona göre, halkın anlayacağı
dilde ve daha sert yazılar yazılmalıydı. 22
Ablasına Hukuk-ı Nisvan adıyla gizli bir dernek kur­
mak isteğinden ve kendisinin de bu derneğe katılmasını
arzu ettiğinden bahsettiği mektup da beraber düşünüldü­
ğünde, 23 Emine Semiye'nin, ablasına göre daha radikal bir
politikacı olduğunu ve bunun, dönemin önemli edebiyat
ve fikir insanı Ahmet Midhat Efendi gibi birinin, ablasını
desteklerken kendisini görmezden gelmesinin nedenlerin­
den biri olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim beraber Şam'da
öğretmenlik yaptığı Halide Edip de anılarında Emine Semi­
ye'den pek bahsetmez.
İttihat ve Terakki'ye, kadın hakları konusunda büyük
ümitler besleyerek destek veren Emine Semiye'nin, Cemiyet

21. Kaymaz, a.g.e., s. 51. �

22. Prof. Dr. Şefika Kurnaz (2008), Osmanlı Kadın Hareketinde Bir Öncü Emine Semiye
Hayatı, Fikirleri, Eserleri, Timaş, İstanbul, s. 14ı.
23. Kurnaz, a.g.e., s. 14ı.

S E F A L E T

012
iktidara gelince umduğunu bulamaması, onu politikadan
uzaklaştırmamış; aksine, bu sefer de Cemiyet aleyhine
cesur yazılar kaleme almaya başlamıştır. Cemiyet'ten
ayrılıp Osmanlı Demokrat Fırkasına katılan Emine Semiye,
burada sosyalist düşüncelerle de tanışmış, ezilen "fukara
halk"tan yana bir duruş benimsemişti. Bu düşüncelerinin,
Paris'te yanında kaldığı yakın arkadaşı Madam Veran'ın
verdiği yasak kitap ve dergilerle de beslendiğini, Jön Türk­
lerin yayınlarından da yine Madam Veran sayesinde haber­
dar olduğunu; onu siyasal faaliyetlerin içine sokan bir diğer
önemli isminse, yakın arkadaşı Seniye Hanım olduğunu
belirtmek gerek. 24
Politik aktivizmi bir yana, Emine Semiye, Meşrutiyet
döneminin üretken yazarlarından biriydi. Edebiyatı, döne­
min yazarlarında görülen genel eğilime uygun olarak, halkı
aydınlatmak için bir araç olarak gören Emine Semiye, ya­
zarlığını şöyle temellendiriyor:
Yazmaktan maksat, umumun istifadesi olduğu malum­
dur. Bunun için yazdıklarımızı faide nokta-i nazarından
yazmamız icap eder. Romanlarda tasvir edilen ibretli va­
haların ezhan-ı karine [yakınların zihnine] hüsn-i tesiri
olur ise elbette faideden hali kalmaz, alınan hisseler müte­
hassis kimseleri cidden metin ederek ahlaka ait olan hata­
ların ıslahına yardım edilmiş olur. İşte romanlara verilen
ehemmiyet de bundan naşidir [dolayıdır}.25

24. Kurnaz, a.g.e., s. 148.


25. Emine Semiye, İktitrı.f Milli Kütüphane, 06 MK. Yz. A 458106, MK. Yz. A 4582,
MK. Yz. A 2693; akt. Karaca, a.g.y., s. 117-

S E FA L E T

0 13
İlk defa Hanımlara Mahsus Gazete' de "Bir mütehassisenin
tefekküratı" adıyla yazılarını yayımlamaya başlayan26 Emi­
ne Semiye, Asır, Dersaadet gibi dergi ve gazetelerde de bir­
çok hikaye, tefrika roman ve fıkra yayınladı. "Feminizm ne
demektir", "İslamiyette feminizm" gibi başlıkları olan yazı­
larında direkt "feminizm" kelimesini kullanması ve kullan­
dığı dil, dönemine göre ilerici olmakla beraber Osmanlı'da
bir kadın hareketinin varlığının somut kanıtları olarak da
görülmelidir. Cumhuriyet öncesi kadın yazarların feminiz­
mi, çoğunlukla Asr-ı Saadet mitine dayanıyor; İslamiyetin
aslında kadınlara özgürlük veren, onları kamusal alana da­
hil eden yapısının gelenekler ve hurafelerle bozulduğu gö­
rüşüyle şekilleniyordu. Emine Semiye de, kamusal alanda
yer alan ve okuyup yazan Müslüman kadınları araştırıp bir
anlamda "feminist tarihçilik" başlatan ablası Fatma Aliye
gibi, İslamiyetin kadınlara tanıdığı hakları vurgulayarak
toplumsal hayatta kadınların konumunun değişmesi için
"meşru" bir dayanak aramıştı. Romanlarında da bu anla­
yışla "çarpıtılmış, yanlış İslam" inancını eleştiren; hakiki
Müslümanların sınıf ve cinsiyet bağlamında adil olmaları
gerektiğini vurgulayan ana fikirleri merkeze aldı.
İlk olarak Selanik'teki Mütalaa'da yayınlanan ve
2ooo'lere gelene kadar basılı iki eserinden biri olan Sefalet
adlı romanı, Sırpçaya çevrilerek orada yoğun ilgi görmüş
ve bunun sonucunda ı899'da Sırp hükümeti tarafından

26. Kaymaz, a.g.e., s. 55.

SEFALET

014
Saint Sava Nişanıyla ödüllendirilmişti.27 Buradan, Emine
Semiye'nin unutulmasının, yetersiz yazarlık yeteneğinden
kaynaklanmayıp politik duruşunun bir sonucu olduğunu
tekrar iddia edebiliriz.
Emine Semiye, öğretmen kimliğinin de bir uzantısı
olarak, eğitime, özellikle kızların eğitimine büyük önem
veriyordu. Dönemin yaygın görüşü, kadınların "iyi bir eş"
olabilmeleri için iyi eğitim almaları gerektiği, aksi takdirde
hem çocuk yetiştirmede hem de eşleriyle iletişimde yetersiz
kalacakları yönündeydi. Ancak Emine Semiye'nin kızların
eğitimi meselesine daha farklı yaklaştığını görüyoruz. Ona
göre, kadınlar iyi bir eş ya da anne olmak için değil, erkeklerle
eşit düzeyde öğrenme kapasiteleri olduğu ve eğitimde
eşit haklara sahip olmaları gerektiği için okumalıydılar.
Nitekim eğitimin içeriğiyle ilgili yorumları bu görüşü
destekliyor. Kız okullarının müfredatına eklenen bazı fen
derslerinin olmasını olumlu bir gelişme olarak görürken
fizik ve kimya gibi bilimlerin de Darülmuallimat'ta (kızlara
özel üniversiteler) okutulması gerektiğini ifade eden28 Emi­
ne Semiye'nin hayatı boyunca basılan iki eserinden bir di­
ğeri, bir ders kitabı niteliğinde olan ve ı887' de yayınlanan
Hülasa-i İlm-i Hesab'tır.
Hanımlara Mahsus Gazete, Mütalaa, Asır ve Dersaadet
gibi dergi ve gazetelerde yüzden fazla gazete yazısı, çeşitli
hikayeler ve tefrika romanlar yazan Emine Semiye, "Vatan

27. Kaymaz, a.g.e., s. 45.


28. Kaymaz, a.g.e., s. 65.

S E F A L ET

0 15
evlatlarının istifadesi için ibraz-ı gayretten geri kalmadım.
inşallah yakında külliyat-ı asarımı neşre muvaffak olacağını
ümit ederim" diyerek bütün eserlerini yayımlamak isteğini
dile getirmişti.29 Yaşadığı müddetçe bu arzusuna kavuşama­
yan Emine Semiye'nin bütün eserlerini yayınlamak, sadece
edebiyatımızın kayıp bir isminin hakkını vermek için değil;
dönemin kadın hareketini, siyasi atmosferini ve yazarlar
arası ilişkileri anlamak için de edebiyat, tarih, sosyoloji ve
hatta siyaset çalışmalarına büyük bir katkı sunacaktır.
Bu amaçla Emine Semiye'nin bütün eserlerini topla­
dığımız çalışmamızın ilk cildi olan Sefalet, yazarın roman­
larından biri olup, onu aslına sadık kalarak, ama günümüz
Türkçesiyle anlaşılabilir kılmak adına açıklamalar ekleye­
rek yayına hazırlamaya çalıştık. Bu bağlamda, Osmanlıca­
nın yazımından kaynaklanan bazı ses farklılıklarını ya da
eklerdeki farklı kullanımları, okuyucuyu yormayacak şekil­
de günümüz Türkçesine uygun şekilde kullanmayı tercih
ettik. Örneğin "gelmekte idi", "susuyor idi" gibi kullanımla­
rı "gelmekteydi", "susuyordu" şeklinde; "tabib", "acaib" gibi
kelimeleri "tabip", "acayip" şeklinde; "zan etmek", "af et­
mek" gibi fiilleri birleştirerek "zannetmek", "affetmek" şek­
linde kullanmayı uygun gördük. Faide/fayda, gaib etmek/
kaybetmek, sada/ seda, döğmek/ dövmek gibi farklılıkları,
ikinci kullanımları tercih ederek düzelttik. "Iztırab" gibi,
yazımı Türk Dil Kurumunca da sık sık değişime uğrayan,

29. Emine Semiye, "İtiraf-ı Hakikat". Terirüf-i Müslimin 2 (31), s. 99; akt. Karaca,
a.g.y., s. 118.

S E FA L E T

016
sert ve yumuşak sessizlerden oluştuğu için Türkçede zorluk
çıkaran kelimeleri, Osmanlıca metindeki seslere karşılık ge­
lecek şekilde kullanmayı tercih ettik.
Emine Semiye'nin bütün eserlerini yayınlama arzu­
sunu yerine getirirken umuyoruz ki, bu çalışma, dönemin
ve sonrasının unutulan/unutturulan kadın yazarları için de
bir başlangıç olur ve henüz Osmanlıcadan Latin alfabesine
aktarılmadığı için okuyucuyla buluşamayan yazarlarımızın
külliyatı tamamlanarak edebiyat tarihimizin eksik parçaları
yerlerine oturur.

S E FA L E T

017
SEFALET
Şaire-i belagatperver [güzel konuşan şair kadın] ismetli [te­
miz, saf] Nigar Hanımefendi Hazretlerine gönderilmiş olan
mektubun suretidir:
"Muhterem Hemşireciqim,
Dünkü fırtına geçmişse de kar yaqmakta devam eyliyordu.
Yirmi derece hararette bulunan bir odanın pencerelerinden
bedayi-i tabiiyyeyi [tabiatın eşsiz güzelliqini] seyretmek pek
hoş oluyor. Hayli zamandır beni odamda hapsederek mu­
hazarat-ı alimanenizden [bilgilerinizin akılda kalanla­
rından] mahrum eden mevsim-i şitanın [kış mevsiminin]
evamir-i dürüştanesi [kaba emirleri] kalbimi incitmişse de
dünkü gün kainatı beyazlara bürünmüş görünce gönlümde
bir inşirah [ferahlık] hasıl oldu, güya ki masum bir bakir,
damen-i pakini [temiz eteqini] her tarafa yayarak libas-ı
ismetinin [temiz elbisesinin] saffetini [saflığını] enzar-ı ale­
me [alemin bakışlarına] arz ediyordu. Bu manzaradan bir
zevk-i ulvi hissettim. Hemen üst kata çıkarak enzarımı [ba­
kışlarımı] Akdeniz'e doqru atfeyledim [yönelttim] . Esna-i
sabavetimde [çocukluk zamanımda] da bu denizden dört
defa geçtiqimi tahattur ettim [hatırladım]. Fırtına, dalga­
ların o kocaman Trieste1 vapurunu elma gibi yuvarladıqı
zaman, büyüklerimizin kemal-i havf ve haşyetle [tamam
bir korku dehşetle] yataklarına çekildiklerine raqmen beşik
gibi sallanan vapur içinde sallanmaktan mütelezziz olarak
[zevk alarak] yukarı aşaqı gezindiqimi güya tekrar görü­
yordum. O, evan-ı sahavet ne tatlıydı! Nazarımda her şey

ı. İtalya'nın kuzeydoğusunda bir liman kenti.

S EF A L E T

019
hakikat, her şey ayn-ı saadet [mutluluğun ta kendisi] hük­
mündeydi. Fırtınanın vapurumuzu kazazede etmesi mü­
lahazasında bulunan büyüklerimizin telaşını pek nabeca
[yersiz] görerek o anın devamını safiyane bir beşaşetle [güler
yüzlülükle] temenni ediyordum. Tehlike içinde de eğlence ve
saadet arıyordum.
Bir müddet şu hatırat-ı masumaneyle meşgul olduktan
sonra sıcak odadan birdenbire soğuğa çıktığım cihetle vü­
cudumda bir titremek hasıl olmuştu. "Of! Dünyada ha­
kikatin de saadetin de tahtında ne şüpheler, ne felaketler
müstetirmiş [gizliymiş]! İşte şu levayih-i latife ve dil-firi­
bane [güzel ve gönül çelen levha, manzara] içinde belki de
insanı tehlikeli bir hastalığa duçar edecek, mevtine [ölü­
müne] sebep olabilecek bir bürudet [soğukluk] bulunuyor."
diyerek bir kere de sokağa baktım. Gelip geçenler meya­
nında [arasında] fakir genç kadınların, ayakları çıplak
zenciye/erin, değneğine yaslanarak yarı düşe yarı kalka
yürümeye uğraşan ihtiyarların şu sefilane halleri nazar-ı
dikkatime dehşetle çarptı. "Ah, şu dakikada şairlerin kale­
mini, ressamların fırçasını meşgul eden şu şitanın [kışın]
letafetli zamanında ale-s-seviyye [bir boyda] beyaz çarşaf­
larla örtülen damlar altında, kim bilir ne kadar bedbaht
hastalar firaş-ı sefalete [sefalet döşeğine] uzanmışlar, kim
bilir ne kadar biçareler, kömürsüz ve aç kaldıklarından
inlemekte bulunmuşlardır!" diye söylenerek mükedder
[kederli] oldum. Gözlerimden yaşlar akıyor, bu defa da
kalbim titriyordu. Bu fikr-i elim [acı fikir], hissiyatımı ga­
leyana getirdi. İşte o hisle de Sefalet isminde bir roman vü-

S EF A L E T

020
cuda geldi. İktidarsızlığımı bilirim, fakat eser-i acizaneme
şeref bahşedeceği cihetle bunu nam-ı fazilet-ittisamınıza
[faziletle süslenmiş adınıza] ''ihda" [hediye] ederim. Ha­
talarımın tashihine himmet buyuracağınızı [hatalarımın
düzeltilmesine çabalayacağınızı], meftur olduğunuz [ya­
ratılışınızdaki] lütuf ve keremden me'mul ederim [uma­
rım] efendim.
Hemşireniz
Emine Semiye binti Cevdet"
ı6 Mart ı315
Nişantaşı

"Fazıla-i muhtereme İsmetlü Semiye Hanımefendi Haz­


retlerine
Efendim Hemşirem,
Zat-ı edibanelerine karşı iki cihetle medyun-ı şükran [te­
şekkür borçlu] bulunuyorum ki bunun birisi muzlim [ka­
ranlık], ratib [rutubetli], kasvet-engiz bir Mart gününü
pek hoş bir suretle imrara [geçirmeye] vesile olan Sefalet
gibi güzel bir eserin mütalaası; ikincisi de her suretle ve
bahusus hilkaten şayan-ı tevkir [yaradılıştan övülmeye
layık] gördüğüm bir edibe-i necibenin [asil bir edebiyatçı­
nın/yazarın] bu hediye-i kıymettarına mazhariyetimdir.
Mürüvveten [nezaketle] nam-ı acizaneme ithaf buyurulan
Sefalet unvanlı eser-i alilerini dest-i tekrime [saygıyla] al­
dığım zaman, ediblerimizden bir zat-ı muhteremin kendi­
sine ihda [hediye] olunmuş bir eser hakkındaki sözlerini
tahattur ettim [hatırladım: "Bu eser namıma ithaf olun-

S E F A L E T

021
duğu için mahviyet belki beni sükuta davet etmeliydi ... "
mealinde bir mütalaaydı.
Azizem, belki bendeniz de şimdi ihtiyar-ı sükut etmeliydim,
fakat Sefalet'te gördüğüm metanet ve efkar-ı adilane o ka­
dar kalbimi tehyiç etti [coşturdu] ki bazıları tarafından bel­
ki bir eser-i hodbini [bencillik eseri], diye telakki olunmak
ihtimalini de düşünmeyerek bu eser-i edebinin bendenizde
hasıl ettiği tesiri beyana mecbur oldum. Zaten kitap mey­
danda, hiçbir munsıf [insaf sahibi], mütalaat-ı acizanemi
[aciz yorumumu] saibe-i hod-perestiyle hamledemez [kendi­
ni beğenmişliğe yoramaz]; belki bihakkın [hakkıyla] tasvir-i
mahiyet-i esere kudretyab olmayacağımı [eserin mahiyetini
hakkıyla betimlemeyi beceremeyeceğimi] teslim edeceklerdir.
Sefalet'te fakr u zarureti tasvir hususunda ibraz buyuru­
lan sanat pek güzel! Sefalet'te görülen metanet-i ahlakiye
[sağlam ahlak] bütün genç kızlara şayan-ı imtisal olacak
kadar ibret-amuzdur [ibret vericidir].
Bir gün, zevcinin sefahati derece-i gayeye [son dereceye] çık­
mış olan bir genç kadına: "Efendim, bu sendeki ne sabır!
Kalbine hiç hiss-i intikam da mı girmiyor?" demişler. Kadın
da "Ben iffetimi zevcim gibi bir kadr-i na-şinas [kıymet bil­
mez] için değil; nefsimi en evvel ecdad ü ailemle çocukları­
mın namı için muhafaza ederim. O bedbahtsa kendi uğru­
na namus gibi mukaddes bir hazinenin değil, en küçük bir
şeyin bile feda olunmasına layık değildir" cevabını vermişti.
Bu bir hakiknttir ki hiçbir hadise ve hiçbir vakıayla pa-mal-i
zeval olmaz [ayaklar altına inmez]. Hıime-i beliğ-i fazılane­
leri [erdemli güzel söz söyleyen kaleminiz] bunu Sabite'nin

S E FA L E T

022
sergüzeşt-haliyle [başına gelenlerle] pek güzel tasvir ediyor.
Evet; ismet, o suretle müdafaa olunmalıdır. Her şey geçer, her
devir inkıla.b eder [deqişir]; fakat mahvolan namus istirdad
olunmaz [geri alınmaz]. Zaruretle hasıl olan sefaletin za­
man ve hakikatle mübeddel-i saadet olabileceqini [saadetle
yer değiştirebileceqini], hikayede cereyan eden vukuat pek
güzel ispat ediyor. Aslen şayan-ı takbih olan [kötülenmesi
gereken] biçareler, hiffetle [hafiflikle] sefil olanlardır.
I<esbiye'nin felaket-i medidesi [uzayan felaketi], Hayati'nin
ömrü bi-sevda vicdansızlara, mesleksiz yaşayanlara güzel
bir numune-i ibret teşkil ediyor. Müştak'ın evvelki mua­
mele-i namusşikenanesi [onur kırıcı davranışları] üzerine
çektiqi meşakkatler, ceza-yı sezasıdır [hak ettiqi cezadır].
Cehdi'yle Mahir gibilerse Allah'a şükretmeliyiz ki pek az
bulunur. Hele son sayfalarda madalyon meselesi o kadar
rakik [ince], manidar, nazikane bir lisanla tasvir olunmuş
ki en az hassas olan bir mütalaayı bile tehyice [coşturma­
ya] kifayet eder.

Muazzez hemşirem,
Bu hikaye-i edibaneleri, mütalaasıyla itibar etmek istida­
dında olanlar için tekrar ederim, pek ibret-amuz bir eser­
dir. Kudret-i tahriranelerini [yazma kudretinizi] kemal-i
samimiyetle tebrik ve temadi-i muvaff akiyatınızı [başarı­
larınızın devamını] Cenab-ı Hak'tan temenniyle layık gö­
rüldüqüm bu kıymetli yadigar-ı mürüvvet-mendanelerine
[cömertliqinize] arz-ı şükran eylerim efendim.
Nigar Binti Osman"

S E F A L E T

023
BİRİNCİ KISIM
AÇL I K
1

1296 senesi Teşrinievvelinin [Ekim ayının] yirmi dördün­


cü günü sicim gibi yağmur yağmakta olduğu halde Aksa­
ray' dan yukarı doğru iki sefile düşe kalka yürümekteydiler.
Bunlardan arkada yürüyen genç bir zenciye olup önde koşa­
nın her ne kadar yüzü eski bir peçeyle mestur [örtülü] idiy­
se de soğuktan morarmış olan ellerinden, beyaz bir kadın
olduğu anlaşılıyordu.
Arkasında eskiliğinden ne renkte olduğu belli olma­
yan yünlü bir çarşaf vardı ki etekleri yıpranmadan saçak­
lanmış, rengi ihtimal ki siyah olup mürur-ı zamanla [zama­
nın geçmesiyle] beyazlanmış, yarı beline kadar da çamura
batmıştı.
Ayağındaki yamalı iskarpinler artık dikiş tutmaz bir
hale geldiğinden yırtık çoraplarının setredemediği [örteme­
diği] ayakları çamura bulanmıştı. Elinde köhne [eski] bir
şemsiye olup tepesindeki yırtıktan geçen yağmur damlaları
başını ıslatıyordu.
Bedbaht kadın, kendi vücudunu taşımaktan aciz ol­
duğu cihetle bir işe yaramayan bu şemsiyeyi elinde bilüzum
[gereksiz] görmüş olmalı ki kaldırıp atıyordu!
Zenciyenin sırtında rengi de, cinsi de anlaşılamayan
yamalı bir yeldirme, çıplak ayaklarında da büyücek bir ta­
kunya vardı. Başına örttüğü lekeli salaşpur2 parçasının leke­
siz tarafları temiz ve beyaz olup üstü başı da önde gideninki

2. Astar olarak kullanılan, seyrek dokunmuş, ince bez.

S E FA L E T

025
kadar çamurlu değildi. Bu hali, temiz ve tirendaz [tertipli]
bir kadın olduğuna delalet ediyordu.
Beyaz kadın koşmak niyetiyle adımlarını sıkça atı­
yorsa da birdenbire tevakkuf edip [duraklayıp] duruyor,
arkasına bakıp lisan-ı hal ile zenciyeden istimdat ediyordu
[yardım istiyordu] . Salaşpur parçası zenciyenin başına geli­
şigüzel atılmış olup çenesinden iğnelenmemiş olduğu için
bütün çehresi meydandaydı. Üstündeki kıvraklıktan bu­
nun eser-i ihmal [boşvermişlik alameti] olmadığı müsteban
[belli] olup kim bilir ne gibi bir telaştan ileri gelmişti. Biraz
da örtünün setredemediği bu çehreyi tarif edelim: Zenciye­
nin hutut-ı vechiyesi [yüz hatları] "buldok" köpeğinin za­
viyelerine müşabihti [benzerdi] . "Fizyognomi",3 yani ilm-i
kıyafet4 fennine aşina olanlar, bu simada olanların sadakat
ve istikametle meluf [alışık, bilinen] olduğunu bilirler. Göz­
ler ayrı, güzel kaşlar sık ve biçimli, burun yassı, dudakları
kalın olup koyu kahveye müşabih [benzer] rengi parıl parıl
parlamaktaydı. Zencilerde nadir bulunan geniş ve murabba
[kare] alnı, ketum ve her işinde sabit kadem [ayağı sağlam/
sözünde duran] olduğuna delalet ediyor; bakışında asar-i
zeka [zeka alametleri] müşahede olunuyordu [gözleniyor­
du]. Boylu boslu olup kendisinden olduğu anlaşılıyordu.
Yürürken uzun bacaklarını aheste aheste ve dikkatle attığı
halde yine öndekine yetişiyor, öndekinin durup kendisine
baktığı zaman kendisi de durup ona bakıyor, söz söyleme-

3. Fizyognomi: Yüz okuma bilimi.


4.İnsanların fiziksel özelliklerine bakarak onların karakterlerine dair yorumda bu­
lunmaya dayalı eski bir disiplin.

S E F A L E T

026
diği halde enzar-ı müşfikanesi [şefkatli bakışları] pek çok
şeyler ifham ediyordu [anlatıyordu] .
Evet, zenciyenin tatlı bakışı bazen sertleşip ileriye
dikiliyor, bazen de ayaklarının çamuruna teessüfle atf-ı na­
zar eden [bakış atan] öndeki kadını nevazişkarane [gönül
okşayıcı] bir surette süzüyordu. Bütün bu bakışlar, asar-ı
muhabbetle beraber teşci [cesaretlendirme] ve tembihi havi
[içermekte olup] güya şu sözleri söylemek istiyordu:
"Yürü! Ey hükm-i kaderin bedbaht ettiği mahluka!
Yürü! Seni ezen şu felaket-i halin, bir zaman-ı muvakkat [ge­
çici bir zaman] için olduğuna itikat et ki kaybettiğin nimetlere
tekrar nail olasın! Şüphe lazım değil, düşün ki Cenab-ı Hak
irade-i cüz'iyyeyi kullarına bahşetmiştir! Yürü, ey hamisiz
biçare yürü! Sebat ve gayret en iyi bir muhibb-i himayetkar­
dır. İnsanlar dest-i muavenetlerini [yardım ellerini] senden
diriğ ettiler [esirgediler] ; lakin azm-i kavi [kuvvetli kararlılık]
sahipleri er geç vasıl-ı maksat olurlar [amaçlarına erişirler] .
Niye durdun? Yine ayaklarına bakıyorsun? Dizlerine kadar
çıkan çamurdan mı cesaretin azalıyor? Cesaret! İleri! O ça­
murlar ancak senin ayaklarını setredemeyen [örtemeyen] o
yırtık çoraplarını telvis edebilir [kirletebilir] . Gayretli melek!
Sen manen daima temiz ve paksın!
Artık yolu yarıladık, niye titriyorsun? Tesadüfün önü­
müze attığı o musallat herife yine rast geliriz diye mi ürküyor­
sun? Yok yok, öylelerinden ürkmek sana yaraşmaz! Sen bağ-ı
nebahatin [şeref bağının] latif bir meyvesi, hadika-i ismetin
[saflık bahçesinin] revnaklı [süslü] bir çiçeğisin! Musibet seni
zedeler, soldurur. Fakat malik olduğun buy-ı fazilet de [erdem

S E FA L E T

027
kokusu] ortalığı doldurur, o rezil de seni takipten vazgeçmeye
mecbur olur. Yine duvara dayandın? Yürüsek a, kuvvet ve me­
tanetin bitti mi? Morarmış mini mini ellerinin çatlaklarından
akan kanlar üşüdüğünü gösteriyor! Siyah peçenin deliklerin­
den görünen solgun dudaklarının titreyişi, dehşetli bir şeyden
korktuğunu ima ediyor. Bu, yalnız o musallatın şerrinden ileri
gelmiyor zannederim. Zira ona mukavemet için terbiye-i za­
tiyenle hüsn-i hulkun [güzel yaradılışın] kafidir! Seni tedhiş
eden [dehşete düşüren] sefalet mi? Ah açlık! Sefalet!"
Zenciyenin tebeddül eden [değişen] nigahından
[bakışından] istihraç ettiğimiz [çıkardığımız] şu balada­
ki sözlerin, "Yine duvara dayandın"dan "Ah açlık, sefa­
let!"e kadar olan kısmını zenciye aynen, fakat Afrikalılara
mahsus bir şive-i ifadeyle söylüyordu. Bu sözlerden sonra
Sefile'nin yırtık peçesini kaldırıp yağmur damlalarına ka­
rışan gözyaşlarını örtüsünün ucuyla sildi. Sefilenin yüzü
açılınca Melahat-i vechiyesi [yüzünün güzelliği] meydana
çıktı. Aman ya Rab, o ne güzellik, o ne tenasüptü [uyum­
luluktu] ! Solgun simasına letafet-bahş olan iri kara göz­
lerin bakışı ne kadar müessir [etkileyici], ne kadar latifti.
Mukavves [kavisli] kaşları, gözlerini kaldırdıkça kirpikle­
rinin tehacümünden [saldırısından] kurtulmak için daha
yukarı çekilmişlerdi. Düz ve delikleri yuvarlak olan bur­
nu, Yunan-ı kadim [eski Yunan] heyakilinde bile bu dere­
ce muntazam olamazdı. Ufak, fakat kalınca dudaklı ağzı­
nın rengi şimdi morarmışsa da evvelce pek kırmızı olması
muhtemeldi. Sefaletin tahribatına uğrayarak solmuş olan
bu çiçekte hala asar-ı letafet-i bahariye [bahar güzelliğinin

S E F A L E T

028
izleri] müşahede olunuyordu. Hususiyle fakr u fakanın
[yoksulluğun] son derekesinde bulunduğu her halinden
nümayanken [görünürken] yüzünde ve enzarında sebat ve
vakar u sebat müşahede olunuyordu.
Bunlar yürüye yürüye Çemberlitaş'a vasıl oldular.
Sonra Sebil' e5 kadar gelip tevakkuf ettiler [durdular] . Sefil
kız, kuvvetinden kesilip Sebil'in nihayetindeki çeşmenin
kenarına oturuverdi. Başını da duvara dayadı. Zenciye, Se­
filenin ıslak yüzünü kuruttuktan sonra yine katibane bir
Türkçe ile:
- Küçük hanımcığım! Artık açlığa tahammül ede­
meyecek misin? Bak yaklaştık, dedi.
Sefile, zenciyenin elini muhabbetle sıkarak:
- Çare yok! Tahammül etmeliyim; evdeki kocaman
çocuklarımız bile bugün aç duruyorlar. Avukatın talep etti­
ği beş yüz kuruşu nereden bulacağız?
Zenciye:
-Allah kerimdir! Buluruz!
Sefilenin yüzü meraret-engiz !acılaşan] bir hal kes­
betti !kazandı].
- Biraz güç. Bugün bir ekmek almak için kırk para6
bulamadık!
Zenciye:
-Akşam bulacağız.

5. Veziriazam Koca Sinan Paşanın Çarşıkapı civarındaki divan yolu üzerinde bulu­
nan külliyesi 1594'te tamamlanmıştır. Söz konusu Sebil, medrese ve türbeyle birlikte
bu külliyenin bir parçasıdır -ed.n.
6. Kırk para: ı kuruşun kırkta biri değerindeki Türk parası -ed.n.

S EFA L E T

029
Sefile, taaccüple [şaşırarak] :
- Sahih mi? Satacak bir şeyimiz de yok?
Zenciye:
- Nasıl yok? İşte bu bir kuruş olsun etmez mi?
Sefile:
- Aa, ben onu işe yaramaz diye atıvermiştim! Sen
arkamdan aldın ha!
Zenciyenin gösterdiği şey, Sefilenin attığı köhne şem­
siyeydi. Sefilenin yüzü biraz güldü.

S E F A L E T

030
il

İki sefile söyleşirlerken çeşmenin diğer tarafına biri giz­


lenerek onları tarassut ediyordu [gözlüyordu] . Çeşmenin
sol tarafında bulunanlar, Cağaloğlu Caddesine giden sağ
tarafında gizleneni görmezler. Zira çeşmenin uzun mer­
mer binası hail [engel] olur. Onları dinleyen otuz yaş­
larında, güzel çehreli, gayet temiz giyinmiş, kravatı son
modaya muvafık [uygun] bağlanmış, elinde zarif baston,
mükemmel bir şık beyiydi. Şık beyi, yavaşça sefileye yak­
laşarak:
- Ah küçük hanım! Sana yazık değil mi? Gel bu se-
falete bir netice verelim, dedi.
Sefile, zenciyenin ellerine sarılarak:
- Görüyor musun? Yine of dedi.
Şık bey:
- Evet, kulunuzum! Size beş yüz kuruş lazım, ben-
den beş bin! Nasıl, işinize geliyor mu?
Zenciye:
-Alçak rezil! Beş yüz lira versen yine nafile!
Şık Bey:
-Hanımın çok güzel. Cariye olsa beş yüz lira da de­
ğer. Siz şimdilik beş bin kuruşa razı olun, ileride daha ziya­
de veririm.
Zenciye:
- Köpek herif! Sen kimin karşısında bulunduğunu
bilir misin?
Şık Bey:

S E F AL E T

031
- Elbet bilirim; sefaletten kurtarmak istediğim gü­
zel bir kızcağızın karşısındayım.
Zenciye:
- Utanmaz herif! Biz sefalet içindeyiz, ama daima
şerefimizi muhafaza ederiz. Biz fakiriz, ama kibar insan­
larız.
Şık Bey:
- Aferin abla! Güzel ıstılah paralanıyorsun [ağdalı
konuşuyorsun, ağzın laf yapıyor]. Bizim konakta senin
gibilerden düzineyle var, ama içlerinde katibane konuşanı
yok.
Zenciye:
- Eğleniyor musun? Defol oradan!
Şık Bey:
- Kuzum, benim katip ablacığım! Beni dinle. Sizi
her Perşembe ve Pazartesi günleri takibimde, hep avukattan
bahsediyorsunuz. Allah insanı avukat eline düşürmesin,
bunun için çok para lazımdır. Size on bin kuruş vereyim.
Zenciye, sefilenin elinden tutarak Sultanahmet mey­
danına doğru yürümeye başladı. Şık Bey takibe devam
edince zenciye durdu, koynundan bir anahtar çıkarıp sefi­
leye vererek:
- Hanımcığım! Sen git avukatı gör, sonra eve avdet
et. Ben bu köpeğe haddini bildireyim de bir daha peşimize
düşmesin, dedi.
Şık Bey ·hemen tebaüd eden [uzaklaşan] güzel
sefilenin arkasından koşmaya başlayınca zenciye ona yetişip
kolundan sımsıkı tuttu. Şık Bey:

S E FA L E T

032
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of Il tramonto di
una civiltà, vol. 1 (di 2)
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United
States and most other parts of the world at no cost and with
almost no restrictions whatsoever. You may copy it, give it away
or re-use it under the terms of the Project Gutenberg License
included with this ebook or online at www.gutenberg.org. If you
are not located in the United States, you will have to check the
laws of the country where you are located before using this
eBook.

Title: Il tramonto di una civiltà, vol. 1 (di 2)


O la fine della Grecia antica

Author: Corrado Barbagallo

Release date: May 4, 2024 [eBook #73534]

Language: Italian

Original publication: Firenze: Le Monnier, 1923

Credits: Barbara Magni and the Online Distributed Proofreading


Team at http://www.pgdp.net (This file was produced
from images made available by the HathiTrust Digital
Library)

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK IL


TRAMONTO DI UNA CIVILTÀ, VOL. 1 (DI 2) ***
IL TRAMONTO DI UNA CIVILTÀ
VOLUME PRIMO
CORRADO BARBAGALLO

IL TRAMONTO DI UNA
CIVILTÀ
O

LA FINE DELLA GRECIA ANTICA


«..... Indagheremo e conosceremo
insieme le ragioni per cui Sparta ed
Atene, dal colmo della gloria, cui, fra
i Greci, erano dal nulla pervenute,
rischiarono poscia di precipitare nella
servitù; le ragioni per cui i Tessali,
straordinariamente cresciuti in
ricchezza ed in potenza, sono ora
ridotti allo stremo della
disperazione». «Occorre all’uopo
risalire alle cause prime, non già
richiamare gli eventi, che da quelle
sono proceduti: alle cause prime dei
mali che ci hanno condotti allo
sbaraglio attuale».
(Isocr., La Pace, 116-17; 101).

VOLUME PRIMO

FIRENZE
FELICE LE MONNIER
EDITORE

PROPRIETÀ LETTERARIA RISERVATA


2047-1923 — Firenze, Stab. Tipografico E. Ariani, Via
S. Gallo 33
INDICE
ALLA CARA MEMORIA
DI
GEORGES PLATON
CHE QUESTO LIBRO MI DETTE LA FORTUNA
DI CONOSCERE E DI AMARE
PREFAZIONE

Questa edizione, interamente e assolutamente rinnovata, di un mio


lavoro di parecchi anni addietro, comparso in tempi che dovevano
essergli sfavorevoli, come quelli nei quali la disistima degli studi
storici era, in Italia, per ragioni che qui non è il luogo di indagare,
giunta al suo colmo, riappare adesso in una forma diversissima
dall’antica. Chi scrive non è una di quelle egregie, invidiabili persone
che si compiacciono assai di non avere mai nulla a mutare nelle loro
opinioni, nei loro scritti, nelle loro meditazioni precedenti. Io ho
trovato, e trovo sempre, da cambiare — profondamente —, e
profondamente correggere, in tutto quanto ho avuto per l’innanzi a
pensare e ad esporre. Così, per limitarmi al presente volume,
dell’antica mia trattazione non è rimasta in piedi che parte
dell’intravatura: il resto — disegno, architettura, ornamentazione —
tutto è scomparso, divorato da una radicale rielaborazione e
ricostruzione. Dirò di più: io mi sarei sentito umiliato se, rivedendo,
dopo tanti anni, questo mio libro, non avessi trovato da
rimaneggiarlo profondamente. Credo tuttavia che, quale esso torna
oggi alla luce, sia, non soltanto cosa, forse, degna di rilievo, ma
altresì capace di utilità pratica. Il problema più alto della storia è
proprio eternamente questo del sorgere e del decadere delle
Nazioni; onde riuscirne a coglierne la parola o le molte difficili parole
risolutrici è conquistare una parte del mistero della nostra esistenza
passata e presente. Appunto perciò, come la prima volta in cui lo
concepii, anche ora io lo dedico idealmente, meno ai professionisti
della nostra disciplina che a tutti coloro i quali si accostano alla fonte
incantata della storia con la brama, solo parzialmente appagabile, di
attenderne una grande lezione per l’avvenire e (Dio noi voglia!)
anche per il presente. Che queste pagine possano, sia pure in
piccolissima parte, soddisfare a sì alta ambizione!
C. B.
INTRODUZIONE

Disegno della storia politica della Grecia antica —


Obietto del presente studio e suoi limiti — Il concetto di
«progresso» e di «decadenza» — Storia e fonti
storiche.

Il disegno generale della storia politica della Grecia antica è noto.


Dopo un periodo di maraviglie, di cui sentiamo, sulle nostre palpebre
e sulle nostre carni, la luce potente e radiosa, più che non riusciamo
a intravedere i distinti contorni delle cose — il periodo cosiddetto
miceneo —, la Grecia precipita in una penombra oscura, in un
medioevo tormentoso e affaticato, dal quale riescono solo a trarla
fuori le guerre persiane del secolo V: la prima e più nobile guerra,
che quel grande popolo combattè attraverso la sua quasi millenaria
esistenza. Allora finalmente la Grecia balza alla luce della storia, e
tutte le vicende, che si erano venute susseguendo da più di un
secolo, maturano i loro frutti prodigiosi. Ora la Grecia è un Paese, in
cui ogni contrada, ogni città brillano di luce propria, chi per i
commerci, chi per le industrie, chi per le lettere, chi per l’arte, e
ognuna ha un’anima, una fisonomia, sua, che la distingue dalle altre
e impone al barbaro mondo circostante il rispetto del nome ellenico.
Due città — Atene e Sparta —, due Stati — la Confederazione
ateniese e quella spartana — sovrastano sulle altre e sugli altri, e
finiscono con lo scontrarsi in un lungo duello mortale, nel quale
Atene soccombe e dopo il quale la luce della sua gloria e del suo
genio comincia ad affiochire. Sparta tenta in uno sforzo supremo di
unificare la Grecia, sovrapponendo ad essa la propria dura
egemonia, ma non vi riesce. La Grecia, che pur soffre del suo
particolarismo, quasi grettamente municipale, non tollera alcuna
sovranità effettiva. La lotta contro l’egemonia spartana si prolunga a
mezzo il secolo IV. In questo momento la Grecia, sempre scontrosa
e ribelle, può dirsi distribuita entro il raggio di tre vaste egemonie:
quella spartana, quella ateniese, quella tebana. Ma nel 338 essa è
domata dalla ancor barbara Macedonia, tal quale l’Italia del secolo
XVI subirà, riluttante, il morso e il giogo delle armi francesi e
spagnole. La nuova sovranità si è appena stabilita, che la Grecia ne
è tratta ad un’impresa gigantesca: la conquista dell’Oriente persiano.
La Persia è invasa, sconfitta, schiacciata, travolta, e la Grecia
dell’età di Alessandro Magno si piglia l’estrema vendetta delle onte
subite al tempo di Dario e di Serse. Ma l’istante, che parrebbe
segnare il culmine della sua fortuna, affretta l’ora della ruina finale.
Morto Alessandro, la Grecia viene precipitata nel turbine delle guerre
dei generali macedoni, e poi dei loro successori, che la devastano e
dilaniano per circa cinquant’anni, fino al chiudersi del primo
ventennio del III secolo a. C. Al placarsi di sì vasta tormenta, la
Grecia si ritrova provincia di una delle giovani monarchie
ellenistiche: quella degli Antigònidi, e ancora e sempre soggetta alla
Macedonia. Ma niuno riconoscerebbe più nei suoi contorni l’Ellade di
Temistocle o di Pericle. Il Paese soffre orribilmente; esso è, in tutte le
sue membra, agitato da mali oscuri, di cui gli uomini ignorano il vero
carattere. Invano, sconfiggendo la Macedonia, Roma la ridona a
libertà. La Grecia continua a soffrire e a morire ogni giorno un poco.
Lo spettacolo di questa tormentosa agonia è orribile: le città si
combattano a vicenda senza nessuno scopo apprezzabile, e in
ciascuna i cittadini si strappano, gli uni gli altri, gli averi, le carni, la
vita. In qualche posto non si combatte, non ci si strazia più; si
banchetta e gozzoviglia come all’ultimo festino. E si attende e si
invoca il diluvio, la ruina estrema, che tutto abbia ad ingoiare. È
Polibio, il grande Polibio, a descriverci i sintomi di questo oscuro e
terribile male!
A intervalli, speranze gigantesche attraversano, come foschie di
lampi, l’impotenza di questa diuturna agonia. Un’imprudenza
maggiore delle altre rapisce alla Grecia per sempre l’indipendenza,
e, nel 146, l’anno che la storia universale segnerà dalla fatale
distruzione di Cartagine, anche la Grecia entra nel novero delle
province romane, ossia di quel mondo che Roma, per ben due
secoli, tratterà come materia vile taillable et corvéable à merci.
Allorchè la Repubblica romana finisce e l’Impero comincia, quella,
che gli uomini dicono ancora essere stata la Grecia, è una vasta
necropoli, sacra soltanto alla memoria dell’avvenire.
Noi vogliamo ricercare sul serio quali siano state le cause profonde
di tanta ruina, forse più tragica di quella dell’Impero romano a mezzo
il secolo V di C., perchè questa volta non è una grande potenza
materiale che finisce; è una luce d’intelligenza, di coltura, di genio, di
civiltà, che si spegne nel mondo. Ma un’indagine di questo genere
non è stata mai còmpito agevole. L’ostacolo maggiore che ha fatto
naufragare negli scogli della più sciagurata retorica i tentativi meglio
intenzionati, sta nella difficoltà intrinseca della ricerca. Per lavori
d’interpretazione storica di questo genere, non basta infatti diligenza
di narratore; occorre, come ben s’esprimeva a suo tempo uno dei
nostri più insigni maestri, occorre, diciamo, «occhio metafisico che
sappia cogliere fra le varietà degli accidenti i tratti essenziali» [1], ed i
pochissimi, invero, che, forniti di tale strumento hanno, anche per
incidenza, toccato del grave problema, sono riusciti a gettarvi fasci di
luce potente [2].
Una disamina compiuta e sistematica è però ancora un desiderio, e
noi vogliamo tentarla — senza iattanza come senza paura —
aggiungendo per la prima volta alle tante ricerche sulle Cause della
grandezza e della decadenza dei Romani, questa, più nuova, di più
brevi confini, ma non meno ardua e difficile, della decadenza della
Grecia antica. Se non che, innanzi di entrare in argomento, ci
sembra opportuno fissarne gli indispensabili criterî, sì da non essere
più oltre costretti a turbare con dichiarazioni e discussioni
l’oggettività della disamina.
Che cosa intendiamo; che cosa si deve intendere per Grecia antica?
La grecità è qualche cosa di sì vasto e di sì diffuso, che numerosi
suoi frammenti sono venuti a gravitare nell’orbita di regimi e di
rapporti, gli uni differentissimi dagli altri. Noi discorreremo quindi in
ispecial modo della Grecia della penisola balcanica, e ci
intratterremo del resto del mondo ellenico solo in occasione di quegli
eventi, che possono legittimamente importare che vi si accenni o se
ne faccia riferimento.
Ma insorge qui il difficile problema: Che cosa deve intendersi per
decadenza e quali fenomeni sociali essa viene ad accogliere nella
sfera della sua azione dissolvitrice? È possibile rispondere in modo
soddisfacente?
Il concetto di decadenza sociale sta in diretta relazione con quello
che noi dobbiamo formarci di progresso, ed è appunto perciò, come
quest’ultimo, una delle nozioni meno chiare e meno approfondite
della filosofia moderna. Per la massima parte degli antichi, il
problema era più facile. Essi amavano collocare il loro ideale alle
radici della storia nazionale, in un archetipo di società, semplice e
buona, che rappresentava come il quadro perfetto della loro
esistenza. Qualunque indirizzo, che si avviasse per altre strade, che
discostasse la loro città da quell’ideal tipo di esistenza; che
procedesse verso forme più complesse, o, secondo ieri si diceva,
dall’omogeneo all’eterogeneo, veniva considerato come decadenza;
qualunque tentativo di riaccostarvi si era giudicato progresso. Tale il
concetto di progresso o decadenza che emerge dalle storie di
Tucidide, di Livio, di Tacito, in una parola, dalla massima parte degli
scritti degli antichi pensatori. Un concetto universale di progresso o
di decadenza, applicabile a tutti i popoli e a tutte le società, rimase
estraneo al loro spirito; fu, anzi, uno degli elementi più gravi di
contrasto fra l’ideologia pagana e quella cristiana [3]. Ma anche
quando, in età relativamente tarda, alcuno di loro si distaccò da
quelle preoccupazioni strettamente nazionali, e volse lo sguardo ad
abbracciare lo sviluppo dell’intera umanità, anche allora egli ritenne
fermamente che l’età della perfezione, l’età dell’oro dell’umanità,
stesse dietro le spalle, non dinanzi agli occhi e alle speranze degli
uomini. Anche gli Epicurei, che differirono da tutti gli altri antichi, per
la concezione universale del progresso, anch’essi, diciamo,
imaginavano chiuso con l’età loro il periodo di svolgimento
dell’umanità e ormai raggiunta la fase definitiva dell’umano
progresso, declinar dalla quale sarebbe significato precipitare nella
decadenza.
Diversissimi dagli antichi, gli uomini moderni, dal secolo XVIII in poi,
hanno identificato il concetto di progresso con quello di svolgimento;
anzi hanno creduto che ogni società sia, per sua fatale legge
immanente, affaticata dall’imperativo categorico del progresso, che
la costringe ad ascendere di grado in grado verso forme superiori [4].
Nè l’una nè l’altra teoria possono essere considerate come vere. La
teoria degli antichi è, nella sua essenza, negatrice del concetto di
progresso: essa non risponde a un’idea di moto, ma di stasi, di
immobilità. La teorica dei moderni, identificando progresso con
svolgimento, perviene allo stesso resultato, in quanto implica, sotto
quest’ultimo concetto, tanto l’idea di progresso come quello di
decadenza. Muoversi non significa solo andare innanzi; può anche
significare andare indietro. Nè la necessità assoluta del progresso è
nulla più che una orgogliosa illusione, di cui il secolo XX si è andato
man mano dispogliando. Gli uomini sanno che taluni popoli
progrediscono, ossia, per intenderci all’ingrosso, assumono forme
più elevate, più grandiose, più fortunate, più felici o più perfette di
vita, come noi, secondo certi nostri transeunti criterî, le giudichiamo;
altri, invece, precipitano a forme inferiori, e taluni scompaiono quasi
dalla storia del mondo. La identità di svolgimento e di progresso non
ci spiegherebbe mai le sorti singolari delle antiche società indigene
dell’America, dei Califfati Arabi, della Spagna moderna, della stessa
Italia, in parecchie ricorrenti fasi della sua storia.
Taluno può forse pensare (come altra volta io stesso ho pensato) [5]
che sia lecito limitare il concetto di progresso solo a determinate
categorie di fatti sociali — quelli passibili di misurazione e di
valutazione materiale —, definendo progresso la trasmissione dei
loro resultati, accumulati dalle generazioni precedenti, alle
generazioni successive e, da queste accresciuti, trasmessi a loro
volta alle generazioni future, definendo, viceversa, regresso o
decadenza lo smarrimento di questi utili accumulati dal tempo. Si
avrebbe così la possibilità di parlare di progresso o di decadenza del
commercio, dell’industria, dell’agricoltura, della scienza, ecc. Ma
questa seducente definizione ha il torto d’essere meramente
quantitativa. In seno a ciascuna società, ognuno dei sopra elencati
fenomeni non ha un valore isolato, per sè stante, ma un valore che
sta in rapporto, in funzione alla totalità dell’organismo sociale cui
s’innesta. Una corretta idea di progresso e di decadenza non può
quindi considerare l’industria, l’agricoltura, il commercio, la scienza,
come elementi isolati, ma in rapporto alla funzione ch’essi compiono
in ciascuna società. Non è detto che il progredire quantitativo
dell’industria, della scienza, dei beni materiali di un popolo, vi
determini di necessità una fase di progresso e viceversa. La storia ci
avverte singolarmente di tale fenomeno, e su questo punto la
filosofia degli antichi fu assai più nel vero di quella dei moderni,
allorchè ripetè fino alla sazietà che il progresso materiale non è
veramente progresso, ma corruzione, se esso termina col dissolvere
energie intime, che cementano la grandezza, che temprano la
saldezza morale dei popoli. Un giudizio, dunque, di progresso o di
decadenza, anche limitatamente ai fenomeni sociali passibili di
misurazione e valutazione quantitativa, va fatto in rapporto alle
ripercussioni sociali di questi fenomeni. I quali sono forze
socialmente progressive, non in quanto riescono ad accumulare, nel
seno di una società, elementi più copiosi che in passato, ma in
quanto giovano a rendere migliori — migliori nel puro significato
darwiniano —, ossia a far trionfare nella concorrenza delle nazioni, i
popoli nel cui seno essi ebbero a generarsi. I casi della Germania e
della Francia contemporanee, al paragone della Germania e della
Francia del secolo XIX, sono stati, per noi tutti, in questi ultimi anni,
fenomeni rivelatori. Ma questa riserva ci apre altresì la via a renderci
conto del modo in cui noi siamo in grado di parlare di progresso e di
decadenza, a proposito delle forme politiche, di quelle della morale,
dell’arte, della letteratura di un popolo.
Noi non possiamo, come volgarmente si usa, discorrere di forme
politiche progressive o regressive; non asserire, poniamo, che la
monarchia assoluta valga meno della repubblica; la democrazia
meno della oligarchia; il regime unitario più di quello federativo, e
viceversa. Il fatto ci avverte come ciascuna di queste forme politiche
fu la più adatta in determinate situazioni, o la meno adatta in altre;
che cioè anch’esse hanno, non già un valore isolato assoluto, ma un
valore relativo alla complessa società da cui emergono, o in cui si
tenta inserirle. Analogamente le varie morali dei popoli non sono
alcunchè di assoluto e di graduabile: ciascuna risponde a
determinate condizioni sociali del momento; e se talora ci troviamo a
biasimarle o a condannarle, siamo vittime di un pregiudizio o di un
giudizio superficiale, o le sorprendiamo in contrasto con la
conservazione della società, a cui esse appartengono, o con talune
sue tendenze che l’esperienza ci avvisa determinatrici di progresso
futuro.
D’altro canto, la letteratura, l’arte, la filosofia, la religione non sono,
nella loro essenza, fenomeni sociali, sibbene individuali, e fra essi e
la trama sociale, su cui s’adergono, esistono rapporti, che non sono
di causa ad effetto, onde nulla vieta che società decadenti vantino
talora artisti o letterati insigni, e nazioni nella pienezza del loro
rigoglio, filosofie e letterature mediocri. Furono questi appunto, come
sappiamo, gli alterni casi di Roma antica e dell’Italia del
Rinascimento.
Ma, per quanto non possa discorrersi in modo assoluto di
decadenza dell’arte, della morale o della costituzione politica di
ciascun popolo, le forme e gli istituti artistici, morali, politici non
cessano per questo (così come il commercio, l’industria., la scienza
ecc.) di poter divenire motivo di progresso o di regresso. Ciò
avviene, ogni qualvolta essi investono con le loro conseguenze
l’ordito dei rapporti sociali che li sorreggono ed alimentano,
cooperando a rinsaldarlo o a disfarlo, a migliorarlo o a peggiorarlo.
E un altro dubbio è lecito formulare: — Esistono veramente, così
come nel linguaggio corrente si ripete, delle cause, delle cause
prime, di questo o di quel fenomeno sociale? —
Pur troppo, non ne esistono! Nello svolgimento della storia umana,
non ci sono che fatti, niente altro che fatti, dei quali ciascuno è causa
e conseguenza, conseguenza e causa, di circostanze impensate, e
talora diversissime; anzi, ogni fatto è causa di altri fatti — di questa o
di quella natura — che non va considerato isolatamente, ma va
posto in determinate relazioni con fatti precedenti o contemporanei.
La storia non è stasi; è un flusso perenne, infrenabile, di cui nessuna
particella si può arrestare, ma in cui solo è lecito segnare qualche
punto di riferimento, ciò che noi diciamo causa od effetto di questo o
di quel fenomeno, successivo o precedente.

In tale senso — e non in altro — va dunque intesa ogni ricerca delle


cause della grandezza o della decadenza di un popolo; entro tutte
queste riserve va collocata la trama della indagine che tentiamo
nelle pagine seguenti.
Ma un’altra difficoltà, propria della disamina che ci proponiamo,
risiede non più nella poca chiarezza e nella difficoltà dei concetti
guidatori della nostra indagine, ma nel materiale stesso. Moltissimi
sono gli anelli che ci sfuggono della vita interna degli Stati greci;
enorme il buio che incombe sui minori, sì da essere, in fondo, ridotti
a conoscere, discretamente, solo la storia di Atene. Se non che tutto
questo impaccia grandemente chi si sforzi di riesumare ciò che nel
maggior numero di casi non è possibile — i più minuti particolari del
passato —, non chi si studia di cogliere le direzioni generali secondo
cui il passato si svolse. Chi a questo intende deve considerare le
fonti storiche, specie se del mondo antico, come frammenti di un
mondo scomparso, come rifiuti di un grande naufragio, di cui i flutti
sospingono a caso alla riva sonante or questo or quell’altro detrito,
ma di cui ciascuno è pregno di un significato, che oltrepassa il segno
materiale da cui promana. Soltanto per riaccendere questa luce, per
ricomporre l’insieme, per ricreare il clima storico, in cui quegli sparsi
elementi furono cosa viva, bisognava, e bisogna, trarre da una più
larga conoscenza storica, dalla pratica della vita tutte quelle nozioni,
quelle suggestioni, quelle analogie, per cui il passato rivive, per cui
soltanto è lecito scrivere di storia, e le quali sono (se ne divenga o
no consapevoli) il presupposto necessario e fondamentale della
storia.
«Per chiunque», scriveva un grandissimo storico moderno — J. G.
Droysen — «non sa trovare dietro un fatto isolato la piramide delle
condizioni, di cui esso è il culmine; per chi non riesce a scovrire nelle
indicazioni fortuite la tela di connessioni e di presupposti, cui
appartengono; per chi nella storia altro non vede che un mosaico di
passi estratti dai testi relativi, per costui (ahimè!), essa rimane muta
e infeconda come scheletro privo di vita».
Parole auree, che richiamano alla mente le altre, con le quali il
massimo storico dell’evo antico accompagnava ai lettori l’opera sua,
e che varrebbero la pena fossero gelosamente rammentate da tutti i
filologuzzi e criticastri contemporanei: «Quanti s’illudono di poter
conoscere la storia universale attraverso qualcuno soltanto dei suoi
frammenti, sono simili a coloro che, per vedere le membra sparse di
un organismo già ricco di energia e di bellezza, stimassero di averlo
dinanzi nella sua piena attività di vivente. Sì che, qualora alcuno,
ricomposto ad un tratto l’animale e ridonatolo alla forma originaria ed
alla vita, tornasse loro a mostrarlo, io non ho dubbio, converrebbero
tutti d’essere stati tanto remoti dal vero quanto chi sogna è lungi
dalla realtà. È possibile formarsi dalle parti un’idea approssimativa
del tutto; non è possibile averne scienza e cognizione sicura. Perchè
si deve tenere ben fermo che ogni notizia parziale contribuisce alla
intelligenza del tutto; ma questa si può solo conseguire dalla
connessione e dalla comparazione, dal rilievo delle somiglianze, e
delle differenze, di tutte le parti fra loro: solo chi studia in tal modo
può dalla storia ritrarre giovamento e diletto» [6].

You might also like