Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

■ntihar Kulübü 2nd Edition Robert

Louis Stevenson
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/intihar-kulubu-2nd-edition-robert-louis-stevenson/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Mestres do Terror Clássicos da literatura mundial H P


Lovecraft Edgar Allan Poe Mary Shelley Robert Louis
Stevenson

https://ebookstep.com/product/mestres-do-terror-classicos-da-
literatura-mundial-h-p-lovecraft-edgar-allan-poe-mary-shelley-
robert-louis-stevenson/

Marketing Channel Strategy An Omni Channel Approach 9th


Edition Robert W Palmatier Eugene Sivadas Louis W Stern
Adel I El Ansary

https://ebookstep.com/product/marketing-channel-strategy-an-omni-
channel-approach-9th-edition-robert-w-palmatier-eugene-sivadas-
louis-w-stern-adel-i-el-ansary/

Ne Yapmal■ 1st Edition Louis Althusser

https://ebookstep.com/product/ne-yapmali-1st-edition-louis-
althusser/

Otopsim 1st Edition Jean Louis Fournier

https://ebookstep.com/product/otopsim-1st-edition-jean-louis-
fournier/
Todo mundo da minha família já matou alguém 1st Edition
Benjamin Stevenson

https://ebookstep.com/product/todo-mundo-da-minha-familia-ja-
matou-alguem-1st-edition-benjamin-stevenson/

Statistiques Concepts et applications 2nd Edition


Robert R Haccoun Denis Cousineau

https://ebookstep.com/product/statistiques-concepts-et-
applications-2nd-edition-robert-r-haccoun-denis-cousineau/

Felsefede Marksist Olmak 1st Edition Louis Althusser

https://ebookstep.com/product/felsefede-marksist-olmak-1st-
edition-louis-althusser/

Alice Guy 1st Edition José-Louis Bocquet

https://ebookstep.com/product/alice-guy-1st-edition-jose-louis-
bocquet/

La luz apacible Louis De Wohl

https://ebookstep.com/product/la-luz-apacible-louis-de-wohl/
İntihar Kulübü
Robert Louis Stevenson
Özgün Adı: The Suicide Club
İthaki Yayınları - 1051
Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin
Yayına Hazırlayan: Yankı Enki
Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç
Grafik Uygulama: Özge Boz
2. Baskı, Mart 2016, İstanbul
ISBN: 978-605-375-496-1
Sertifika No: 11407
Türkçe Çeviri © Aslıhan Kuzucan, 2015
editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com
Robert Louis Stevenson
İNTİHAR KULÜBÜ

Çeviren
Aslıhan Kuzucan
Kremalı Turtalı Genç Adamın Hikâyesi

Bohemya’nın nam salmış Prensi Florizel, Londra’da sürdürdüğü


yaşamı boyunca nazik tavırları ve cömertliği sayesinde her sınıftan
insanın sevgisini kazanmıştı. Yalnızca küçük bir kısmı bilinen
başarıları bile tüm dikkatleri üzerinde toplamasına yetmişti. Genelde
sakin bir adam olan ve dünyayı bir çiftçinin bakış açısından daha
farklı görmeyen Bohemya Prensi, doğumunda ona biçilen kaderin
aksine, hayatının maceralarla dolu ve aykırı olmasını istiyordu. Bazen
canı sıkkın olduğunda, Londra tiyatrolarında izleyecek eğlenceli hiçbir
oyun oynanmadığında ve mevsim bütün rakiplerini yenmeyi başardığı
spor türlerinin hiçbirini yapmasına elverişli olmadığında, sırdaşı ve
süvari birliğinin komutanı olan Albay Geraldine’i akşam gezintisine
davet ederdi. Komutan, deli cesaretine sahip genç bir adamdı. Daveti
memnuniyetle kabul eder, derhal hazırlıklara başlardı. Farklı hayat
deneyimleri sayesinde kendini kolaylıkla gizleyebiliyor; yalnızca
yüzünü ve duruşunu değil, sesini ve neredeyse düşüncelerini bile
herhangi bir kişilikten, ulustan ve sınıftan insana göre uyarlayabiliyor,
böylelikle ilgiyi Prens’ten kendi üstüne çekiyor ve bazen tuhaf
topluluklarda kabul görmelerini sağlıyordu. Sivil makamlar bu
maceraların sırrına asla erişemiyorlardı. Birinin soğukkanlı cesareti,
diğerinin ise keşfetme isteği ve gözü pek sadakati sayesinde sayısız
tehlike atlatmışlardı. Zaman içinde birbirlerine olan güvenleri de iyice
pekişmişti.
Bir mart akşamı aniden boşanan karla karışık yağmurdan
korunmak için kendilerini Leicester Meydanı yakınlarındaki bir
istiridye lokantasına attılar. Albay Geraldine yoksulluk içindeki bir
basın mensubu gibi giyinmişken, Prens de her zamanki gibi takma
bıyık ve kaşla görüntüsünü değiştirmiş, hırpani bir kılığa bürünmüştü.
Nazik tavırları kimliğinin ifşa edilmesini zorlaştırıyordu. Komutan ve
yoldaşı, işte bu şekilde konyak ve sodalarını güven içinde
yudumluyordu.
İçeride kadınlardan ve erkeklerden oluşan büyük bir kalabalık vardı
ama birkaç tanesi maceracılarımızla konuşmaya yeltense de hiçbiri
onları daha yakından tanımak isteyecekleri kadar ilginç değildi. Rezil,
sıradan bir Londra barı olan bu yer, en azından rüzgârdan
korunmalarını sağlamıştı. Uzun süren gezintiden yorgun düşen Prens
esnemeye başladığı sırada barın kapısı sert bir şekilde açıldı ve genç
bir adam peşindeki iki yardımcısıyla birlikte içeri girdi. Her iki
yardımcının elinde tuttuğu geniş tabaklardaki örtünün altına
gizlenmiş kremalı turtalar vardı. Örtüler bir anda kaldırıldı ve genç
adam barda ilerleyip abartılı bir nezaketle herkese birer tane ikram
etti. Kimisi bu ikramları gülerek kabul ederken kimisi de sert, hatta
kaba bir şekilde reddetti. Genç adam reddedilen turtaları nüktedan
sayılabilecek eleştiriler eşliğinde mideye indirdi.
En sonunda sıra Prens Florizel’e gelmişti.
“Efendim,” dedi, derin bir hürmetle, turtayı başparmağı ile işaret
parmağı arasında sunarak, “bir yabancıya bu onuru bahşeder
misiniz? Saat beşten beri yirmi yedi tane yediğim için turtaların
kalitesine kefilim.”
“Bir hediyenin,” diye söze koyuldu Prens, “kalitesinden çok, nasıl
sunulduğuyla ilgilenirim.”
“Nasıl sunulduğu, efendim,” diye karşılık verdi genç adam, bir kez
daha eğilip selam vererek, “bir safsatadan ibarettir.”
“Safsata!” diye tekrarladı Florizel. “Peki neyin safsatasıymış bu?”
“Burada bulunmamın amacı size felsefemi anlatmak değil,” diye
cevap verdi genç adam, “bu kremalı turtaları dağıtmak. Eğer bu
eylemin gülünçlüğüne tüm samimiyetimle dahil olduğumu söylersem,
umarım bana bu onuru bahşetmeye tenezzül edersiniz. Aksi takdirde
yirmi sekizinci turtamı yemek zorunda kalacağım ve bundan artık çok
yoruldum.”
“Beni etkilemeyi başardınız,” dedi Prens, “ben de sizi bu çelişkiden
kurtarmak için elimden geleni yapacağım. Ama bir şartla. Eğer
dostumla birlikte turtalarınızı yersek –ki bunu yapmaya can attığımızı
söyleyemeyeceğim– karşılığında bu akşam yemeğinde bize eşlik
edeceksiniz.”
Genç adamın aklı karışmıştı.
“Elimde hâlâ onlarca var,” dedi en sonunda. “Hem bu önemli işimi
tamamlamak için daha bir sürü lokantaya gitmem gerek. Bu da biraz
zaman alır. Eğer karnınız açsa...”
Prens, adamın sözünü nazik bir el hareketiyle kesti.
“Dostumla size eşlik edeceğiz,” dedi; “çünkü akşamlarınızı
değerlendirme şekliniz ilgimizi çekti. Artık barışın ön hazırlıkları
tamamlandığına göre antlaşmayı ikimiz adına da imzalamama izin
verin.”
Prens, turtayı hayal edilebilecek en kibar hareketle midesine
indirdi.
“Leziz,” dedi.
“Ağzınızın tadını bildiğinize ne şüphe,” diye karşılık verdi genç
adam.
Albay Geraldine de turtayı aynı şekilde onurlandırdı. Oradaki
herkes ikramları kabul ya da reddetmiş olduğuna göre artık başka bir
mekâna doğru yol almanın vakti gelmişti. Yaptıkları tuhaf işe alışmış
görünen iki yardımcı da genç adamın hemen peşindeydi. Son olarak
Prens ve Albay kol kola girip birbirlerine gülümseyerek dışarı çıktılar.
Turtacıların ziyaret ettiği iki lokantada da benzer sahneler yaşandı;
kimisi bu aylak ikramcılığa olumlu bir karşılık verirken, kimisi de
turtaları reddetti. Reddedilen turtaları yemek yine genç adama
kalıyordu.
Üçüncü lokantadan çıkan genç adam, turtalarını saydı. Bir tepside
üç, diğerinde altı olmak üzere toplam dokuz tane artmıştı.
“Beyler,” dedi, iki yeni takipçisine dönerek, “akşam yemeğinizin
benim yüzümden gecikmesini istemem. Eminim acıkmışsınızdır. Size
borçlu olduğumu hissediyorum. Büyük aptallıklarla dolu kariyerimi
sona erdirdiğim bu büyük günde beni geri çevirmeyen herkese hoş
bir karşılık vermek istiyorum. Beyler, daha fazla zaman kaybetmeyin.
Ne kadar bitap düşmüş olursam olayım, hayatım pahasına bile olsa
bu tepsileri boşaltacağım.”
Bu sözleri söyledikten sonra dokuz turtayı da ağzına götürüp her
birini tek bir lokmada yutuverdi. Sonra yardımcılarına dönerek birer
altın sikke verdi.
“Beyler,” dedi, “sonsuz sabrınız için size teşekkür etmeliyim.”
Sonra her ikisiyle de nazikçe eğilerek vedalaştı. Birkaç saniye
boyunca içinden altınları çıkardığı kesesine baktı ve bir kahkaha
atarak keseyi sokağın ortasına fırlattı. Akşam yemeği için hazırdı.
Üç adam, Soho’da bulunan ve bir süre önce abartılı bir üne
kavuşmasının ardından unutulmaya yüz tutmuş küçük bir Fransız
restoranının birkaç basamak yukarıdaki özel locasında oldukça seçkin
bir akşam yemeği yerken üç dört şişe şampanya içip sıradan
konulardan sohbet etmeye başladı. Genç adam konuşkan ve
neşeliydi ama nazik bir insandan beklenmeyecek kadar gürültülü bir
şekilde gülüyordu; elleri şiddetle titriyor, ses tonu iradesinin dışında
ani ve şaşırtıcı bir şekilde değişiyordu. Tatlılarını silip süpürmüş,
üstüne de purolarını yakmışlardı ki Prens konuşmaya başladı:
“Merakımı bağışlayacağınızdan eminim. Sizde gördüklerim epey
hoşuma gitti ama beni şaşırttı da. Düşüncesiz görünmek istemesem
de dostumla benim sır saklayabildiğimizi size söylemeliyim. Kendi
aramızdaki sayısız sırrı devamlı olarak yanlış kulaklara açık ediyoruz.
Eğer hikâyenizin saçma olduğunu düşünüyorsanız hiç endişe
etmeyin; karşınızda İngiltere’nin en saçma iki adamı oturuyor. Benim
adım Godall, Theophilus Godall; dostum ise Binbaşı’dır ve adı Alfred
Hammersmith’tir. Ya da en azından kendini bu isimle tanıtmayı
seçtiğini söyleyebilirim. Hayatımızı olağandışı macera arayışıyla
geçiriyoruz ve uzak duracağımız hiçbir olağandışılık da yoktur.”
“Sizi sevdim, Bay Godall,” diye karşılık verdi genç adam,
“içtenliğiniz beni etkiledi. Başka bir kılığa bürünmüş bir asilzade
olduğunu düşündüğüm Binbaşı dostunuza karşı da en ufak bir
itirazım yok. En azından onun asker olmadığından eminim.”
Albay, sanatının mükemmelliğine edilen iltifat karşısında
gülümseyince genç adam daha canlı bir tavırla devam etti.
“Size hikâyemi anlatmamak için çok geçerli nedenlerim var. Belki
de tam bu nedenle anlatacağım. Üstelik saçmalıklarla dolu bir hikâye
duymaya öylesine hazır görünüyorsunuz ki sizi hayal kırıklığına
uğratmak beni üzer. Sizin örneklerinize karşın ben adımı kendime
saklamalıyım. Yaşımın da bir önemi yok. Sıradan bir nesil düzeniyle
atalarımı temsil ediyorum ve hâlâ içinde oturduğum harap durumdaki
evimle yıllık üç yüz sterlinlik gelirim bana onlardan miras kaldı. Aynı
şekilde kullanmaktan büyük zevk duyduğum ahmakça mizah
anlayışımın da bana onlardan geçtiğine inanıyorum. İyi bir eğitim
aldım. Sokak tiyatrolarının orkestralarında para kazanabilecek kadar
iyi keman çaldığımı söyleyebilirim. Aynı şey flüt ve korno için de
geçerli. Bilimsel temelli iskambil oyunlarını yılda yüz sterlin
kaybedecek kadar öğrendim. Fransızca bilgim sayesinde Paris’te de
en az Londra’da harcadığım kadar para harcama fırsatı buldum.
Kısacası erkeksi başarılarla donatılmış bir adamım. Amaçsız bir
düelloyu da içeren her türde macerayı yaşadım. Ne var ki iki ay önce
hem zihnen hem de bedenen tam bana göre olan genç bir
hanımefendiyle tanıştım. Kalbim onu görünce adeta eriyip gitti. En
sonunda kaderimin ağlarını ördüğünü ve âşık olmak üzere olduğumu
anladım. Ama sermayemden geriye kalanları topladığımda dört yüz
sterlin bile etmediğini gördüm! Size soruyorum, kendine saygı duyan
bir adam dört yüz sterlini olmasına rağmen âşık olabilir mi? Bence
kesinlikle hayır. Âşık olduğum kadının varlığını unutup her zamanki
giderlerimi arttırdığımda bu sabah elimde son seksen sterlinim
kaldığını gördüm. Bu parayı da iki eşit parçaya böldüm; kırkını özel
bir amaç için kenara ayırdım, kalanı ise gece olmadan dağıtacağım.
Oldukça eğlenceli bir gün geçirdim ve sizinle tanışmamı sağlayan
kremalı turtalar dışında epey saçmaladım. Daha önceden de
söylediğim gibi, anlamsız kariyerime daha da anlamsız bir son
vermeye kararlıydım. Kesemi sokağa attığımı gördüğünüzde kırk
sterlinim bitmişti. Artık beni kendimi tanıdığım kadar çok
tanıyorsunuz; ben bir ahmağım ama ahmaklık konusunda tutarlıyım.
Mızmızlanıp duran bir korkak olmadığıma inanmanızı diliyorum.”
Genç adamın sözleri, kendi hakkındaki düşüncelerinin oldukça katı
ve aşağılayıcı olduğunu ortaya koyuyordu. Dinleyicileri, yaşadığı
gönül ilişkisinin kalbine kabul ettiğinden daha çok dokunduğu ve
hayatını epey şekillendirdiği hissine kapılmışlardı. Kremalı turta
güldürüsü artık gizli bir trajedi havasına bürünmeye başlamıştı.
“Baksanıza,” dedi Geraldine, Prens Florizel’e bakarak, “neredeyse
aynı durumda olan bu üç kişinin Londra gibi uçsuz bucaksız bir
kalabalıkta birbirine tesadüf etmesi tuhaf değil mi?”
“Nasıl yani?” diye sordu genç adam. “Yoksa siz de mi mahvolmuş
durumdasınız? Bu akşam yemeğinin de tıpkı benim kremalı turtalarım
gibi bir delilikten ibaret olduğunu mu söylüyorsunuz? Acaba şeytan
üç adamını felekten son bir gece çalabilmeleri için bir araya mı
getirdi?”
“Şeytan bazen oldukça düşünceli işlere imza atabiliyor,” diye
karşılık verdi Prens Florizel, “ve her ne kadar tamamen aynı durumda
bulunmasak bile, bu tesadüf beni öylesine etkiledi ki aramızdaki
eşitsizliğe bir son vereceğim. Son kremalı turtalarınıza karşı
kahramanca tutumunuz bana örnek olsun.”
Prens bu sözlerden sonra kesesinden küçük bir balya banknot
çıkardı.
“Bakın, yaklaşık bir hafta gerinizden geliyorum ama aslında bitiş
çizgisini kafa kafaya geçeceğimizi düşünüyorum,” diye devam etti.
“Bu,” dedi banknotları masaya koyarak, “hesap için yeterli gelecektir.
Geri kalanı ise...”
Paranın geri kalanını ateşe fırlatıvermesiyle birlikte şömineden
alevler yükseldi.
Genç adam Prens’in kolunu yakalamaya çalışsa da aralarındaki
masa yüzünden her şey için artık çok geçti.
“Çok yazık,” diye bağırdı, “hepsini yakmamanız gerekirdi! Kırk
sterlini kenara ayırmalıydınız.”
“Kırk sterlin!” diye tekrarladı Prens. “Tanrı aşkına, neden kırk
sterlin?”
“Neden seksen değil?” diye söze karıştı Albay. “Tahminlerime göre
o balyanın içinde yüz sterlin olmalıydı.”
“Yalnızca kırk sterline ihtiyacı vardı,” dedi genç adam hüzünlü bir
şekilde. “Ama o para olmadan kabul de olmaz. Kural çok katı. Her
birimiz için kırk sterlin. İnsanın para olmadan ölmeye bile gücünün
yetmediği bu hayata lanet olsun!”
Prens ve Albay birbirlerine baktılar.
“Bize açıklasanıza,” dedi Albay. “Hâlâ dolgun bir cüzdanım var ve
tüm servetimi Godall’la paylaşmaya ne kadar hazır olduğumu
söylememe gerek yok. Ama ne pahasına olursa olsun, bize ne
anlatmak istediğinizi öğrenmem gerek.”
Genç adam yeni aymış gibiydi. Huzursuzluk içinde iki adama baktı.
Yüzü kıpkırmızı olmuştu.
“Benimle dalga geçmiyorsunuz, değil mi?” diye sordu. “Siz
gerçekten benim gibi mahvolmuş adamlar mısınız?”
“Ben kendi adıma öyleyim,” diye cevapladı Albay.
“Ben de öyle,” dedi Prens. “Size kanıt da sundum. Mahvolmuş bir
adamdan başka kim parasını ateşe atar ki? Yaptıklarım beni ele
veriyor.”
“Mahvolmuş bir adam... evet,” dedi genç adam şüpheyle, “ya da
bir milyoner.”
“Bu kadarı yeterli, bayım,” dedi Prens, “ben söyleyeceğimi
söyledim. Söylediklerime inanılmamasına alışkın değilim.”
“Mahvolmuş, ha?” dedi genç adam. “Siz de benim gibi
mahvoldunuz, öyle mi? Haz dolu bir yaşam sürdükten sonra artık haz
duyabileceğiniz tek bir şey mi kaldı? Siz...” devam ederken sesi iyice
kısıldı, “bu son hazzı mı yaşamak istiyorsunuz? Mutlak ve kolay yolu
izleyerek deliliğinizin sonuçlarını görmezden mi geleceksiniz? Açık
kalan tek kapıdan şerifin adamlarını atlatabilecek misiniz?”
Aniden durup kahkahalara boğuldu.
“Sağlığınıza!” diye bağırdıktan sonra kadehini kafasına dikti. “Size
iyi geceler, benim mahvolmuş adamlarım.”
Albay Geraldine kalkmaya yeltenen adamı kolundan yakaladı.
“Bize güvenmiyorsunuz,” dedi, “ve hata ediyorsunuz. Bütün
sorularınıza olumlu cevap verdim. Ama ben o kadar çekingen
olmadığım için Kraliçe İngilizcesini gayet güzel konuşabiliyorum. Sizin
gibi biz de hayattan bıktık ve ölmeye karar verdik. Er ya da geç,
birlikte ya da tek başımıza, ölümü bulup ona meydan okuyacağız.
Sizinle tanıştık ve sizin durumunuzun daha acil olduğunu gördük. Bu
nedenle bu işi bu gece ve tek bir seferde halledelim. İsterseniz
üçümüz birlikte de yapabiliriz. Böyle meteliksiz bir üçlü,” dedi,
“Plüton’un geçitlerine kol kola girmeli, gölgelerin arasında birbirini
desteklemeli!”
Geraldine, oynadığı rolün gereği olarak tavırlarına ve tonlamalarına
özen göstermişti. Prens bundan rahatsızlık duymuştu. Kuşkulu
gözlerle sırdaşına baktı. Genç adam ise yeniden kıpkırmızı kesilmişti
ve gözleri ışıl ışıldı.
“Siz tam benlik bir adamsınız!” diye bağırdı, korkunç sayılabilecek
bir neşeyle. “Anlaşmamız için el sıkışalım!” (eli soğuk ve nemliydi).
“Nasıl bir topluluğun parçası olarak harekete geçeceğinize dair en
ufak bir fikriniz bile yok! Kremalı turtalarımla ilgili kendinize nasıl bir
iyilik yaptığınıza dair en ufak bir fikriniz bile yok! Ben yalnızca tek bir
piyonum ama bir orduya aitim. Ölümün özel kapısını biliyorum.
Yakınlarından biri de benim ve hiçbir tören ya da skandal olmadan
sizi sonsuzlukla buluşturabilirim.”
Genç adamın ne anlatmaya çalıştığını çok merak etmişlerdi.
“Aranızda seksen sterlin toplayabilir misiniz?” diye sordu.
Geraldine gösteriş yaparcasına cüzdanına bakıp olumlu cevap
verdi.
“Çok şanslısınız!” dedi genç adam. “İntihar Kulübü’nün girişi kırk
sterlindir.”
“İntihar Kulübü mü?” dedi Prens. “Bu da nesi?”
“Beni dinleyin,” dedi genç adam. “Rahatımıza düşkün olduğumuz
bir çağda yaşıyoruz ve size bununla ilgili birkaç örnek vereceğim.
Farklı yerlerde işlerimiz oluyor. Bu nedenle tren yolları icat edildi.
Tren yolları bizi dostlarımızdan ayırır ve telgraf da uzak mesafelerden
birbirimizle hızlı bir şekilde iletişim kurabilelim diye icat edildi.
Otellerde bile bizi yüzlerce basamak çıkmaktan kurtaran asansörler
bulunur. Şimdi, hayatın bizi eğlendirebildiği sürece aptala yatmamızı
gerektiren bir sahneden ibaret olduğunu biliyoruz. Çağdaş dünyada
eksik bir rahatlık aşaması daha vardı; bu sahneyi kolayca terk
etmemizin, diğer bir deyişle özgürlüğe varan arka merdivenleri
aşmamızın bir yolu bu. Ya da önceden söylediğim gibi, ölümün özel
kapısını kolayca aşmamızı sağlayacak bir yöntem. Asi dostlarım, bu
yöntem de İntihar Kulübü tarafından sağlanıyor. Bu son derece
mantıklı arzumuzda tek başımıza, hatta istisna olduğumuz yanılgısına
sakın düşmeyin. Hayatları boyunca her gün kendilerinden bekleneni
yapmaktan epey yorgun düşmüş birçok yoldaşımız bazı nedenlerden
dolayı bu kurtuluştan geri kaldılar. Bazılarının, olanlar herkes
tarafından duyulduğu takdirde şaşkına dönecek, hatta suçlanacak
aileleri vardı; bazıları ise zayıftı ve ölümün sonuçlarından korkuyordu.
Bunu bir dereceye kadar ben de yaşıyorum. Kafama bir silah dayayıp
tetiği çekemem; çünkü kendimden daha güçlü olan bir şey beni
bundan alıkoyuyor. Üstelik her ne kadar hayattan nefret etsem de
bedenim ölümü yakalayıp icabına bakacak kadar güçlü değil. İntihar
Kulübü de benim gibiler ve ölümden sonra herhangi bir skandal
oluşmaksızın bu kargaşadan kendini kurtarmak isteyenler için
kuruldu. Bu topluluğun nasıl yönetildiği, geçmişinin nasıl olduğu ya
da diğer ülkelere nasıl yayılabileceği konusunda benim de bir bilgim
yok ve topluluğun yasalarını sizinle paylaşmam da yasak. Artık sizin
emrinizdeyim. Hayattan gerçekten bıktıysanız sizi bu gece bir
buluşmaya götüreceğim. Bu gece olmasa bile en azından hafta içi bir
gün buluşmayı ayarlayacağım ve siz de varoluşunuzun yükünden
kolayca kurtulmuş olacaksınız. Şu anda saat (saatine bakıyor) on bir.
En geç on bir buçukta buradan ayrılmamız gerek. Böylece teklifimi
düşünmeniz için yarım saatiniz oluyor. Bu kremalı turtadan daha
önemli bir mesele,” diye ekledi gülümseyerek, “ve sanırım daha
lezzetli de.”
“Daha ciddi olduğuna da hiç şüphe yok,” diye karşılık verdi Albay
Geraldine. “Dostum Bay Godall’la baş başa konuşmam için bana beş
dakika verebilir misiniz?”
“Elbette,” diye cevapladı genç adam. “Sizi yalnız bırakayım.”
“Minnettar oluruz,” dedi Albay.
İki adam baş başa kalmışlardı. “Geraldine, bu konuşmaya ne gerek
var?” diye sordu Prens Florizel. “Sizi oldukça telaşlı görüyorum. Oysa
benim içim çok rahat. Bu işin sonuna kadar gitmek istiyorum.”
“Ekselansları,” dedi Albay. Beti benzi atmıştı. “Yaşamınızın yalnızca
dostlarınız değil, kamu yararı için de ne kadar önemli olduğunu size
hatırlatmak isterim. Bu kaçık, ‘Bu gece olmazsa,’ dedi ama eğer bu
gece telafi edilemez bir felaketin yaşamınızı elinizden alacağını
düşünürsek benim ve kocaman bir ulusun başına neler geleceğini
tahayyül edebiliyor musunuz?”
“Bu işin sonuna kadar gitmek istiyorum,” diye tekrarladı Prens,
kendinden emin bir sesle. “Albay Geraldine, lütfen bir centilmen
olarak verdiğiniz sözleri unutmayın ve saygı gösterin. Hiçbir şartta,
hatta benim özel iznim olmadan, kullanmayı seçtiğim gizli kimliğime
ihanet etmeyin. Bunlar benim verdiğim emirlerdi. Emirlerimi
tekrarlıyorum. Şimdi de,” diye ekledi, “sizden hesabı istemenizi rica
ediyorum.”
Albay Geraldine boyun eğerek kendisinden isteneni yaptı ama
kremalı turtalı genç adamı çağırırken ve garsona Prens’in emirlerini
iletirken yüzü kireç gibi bembeyazdı. Prens, kayıtsız tavrını korudu.
Keyif içinde genç intiharcıya bir saray güldürüsü anlattı. Albay’ın
yalvaran bakışlarını görmezden gelip her zamankinden daha özenli
bir şekilde yeni bir puro seçti. O anda kendine hâkim olabilen tek kişi
oydu.
Hesap ödendikten sonra Prens bütün para üstünü şaşkına dönen
garsona bıraktı. Üç adam dört tekerlekli bir faytonla oradan
uzaklaştılar. Çok geçmeden faytonları karanlık bir avlunun girişinde
durdu ve hepsi aşağıya indi.
Geraldine arabacının parasını ödedikten sonra genç adam Prens
Florizel’e döndü.
“Bay Godall, esaretinize geri dönmeniz için hâlâ vaktiniz var. Sizin
de, Binbaşı Hammersmith. Bir adım daha atmadan önce iyi düşünün.
Eğer kalbiniz hayır diyorsa... işte yol ayrımı burası.”
“Devam edin, bayım,” dedi Prens. “Ben verdiği sözden dönen bir
adam değilim.”
“Sakinliğiniz hoşuma gidiyor,” dedi rehberleri. “Bu şartlardan
etkilenmeyen kimseyi görmemiştim ve bu kapıya kadar eşlik ettiğim
ilk kişi de siz değilsiniz. Dostlarımdan birçoğu benimle buraya
geldiğinde kısa bir süre onları takip etmem gerektiğini biliyordum.
Ama sizin için aynı şey geçerli değil. Beni burada birkaç dakika
bekleyin. Kulübe girişinizin ön hazırlıklarını halleder halletmez geri
döneceğim.”
Genç adam yanındaki diğer iki adama el salladıktan sonra avluya
dönüp bir kapının eşiğinden geçerek gözden kayboldu.
“Bütün çılgınlıklarımızın arasında,” dedi Albay Geraldine kısık sesle,
“bu en vahşi ve en tehlikelisi.”
“Kesinlikle sizinle aynı fikirdeyim,” diye karşılık verdi Prens.
“Hâlâ,” diye devam etti Albay, “birkaç dakikamız var. Ekselansları,
bu fırsattan yararlanıp geri dönmenizi rica ediyorum. Bu adımın
sonuçları öylesine karanlık ve ciddi ki Ekselanslarının bana verdiği
özgürlüğü her zamankinden daha çok zorlamayı kendimde hak
görüyorum.”
“Albay Geraldine’in korktuğunu mu düşünmeliyim?” diye sordu
Ekselansları, dudaklarının arasındaki puroyu çekip sırdaşının yüzüne
sert gözlerle bakarak.
“Korkum kesinlikle kişisel değil,” diye cevapladı diğeri gururla.
“Ekselansları bu konuda içini rahat tutabilir.”
“O kadarını ben de düşünmüştüm,” diye karşılık verdi Prens, keyfini
hiç kaçırmadan. “Ama bulunduğumuz makam farkını size hatırlatmak
istemem. Başka bir şey duymak istemiyorum,” diye ekledi
Geraldine’in özür dilemek üzere olduğunu fark edince, “özrünüz
kabul edildi.”
Tırabzana yaslanıp sakin bir şekilde purosunu içmeye devam
ederken genç adam çıkageldi.
“Pekâlâ,” dedi Prens, “kabulümüz ayarlandı mı?”
“Beni takip edin,” diye cevapladı genç adam. “Başkan sizinle özel
odasında görüşecek. Cevaplarınızda dürüst davranmanız gerektiği
konusunda sizi uyarayım. Size kefil oldum ama kulüp kabulden önce
her şeyi soruşturur. Tek bir üyenin bile patavatsızlığı bütün
topluluğun sonsuza dek dağılmasına neden olabilir.”
Prens ve Geraldine bir anlığına baş başa verdiler. “Bu işte bana
yardım edin,” dedi biri. “O işte bana yardım edin,” dedi diğeri. Her
ikisi de yakından tanıdıkları karakterlere cesurca büründükten sonra
göz kırparak anlaşmaya vardılar ve rehberleri eşliğinde Başkan’ın özel
odasına doğru yola koyuldular.
Geçilmesi gereken engeller o kadar da zor değildi. Dışarının kapısı
açıktı. Aralık duran özel odanın kapısından içerinin küçük ama yüksek
tavanlı olduğu görünüyordu. Genç adam onları yeniden yalnız bıraktı.
“Birazdan gelir,” dedikten sonra başını öne doğru eğip oradan
ayrıldı.
Odanın körüklü kapılarının ardından sesler duyuluyordu. Ara sıra
şampanya patlatılıyor, ardından kahkahalar yükseliyor ve sohbeti
bölüyordu. Yüksek pencerenin ardından nehir ve toprak set
görünüyordu. Işıklara bakılacak olursa Charing Cross buradan hiç de
uzak değildi. Tek tük mobilya vardı ve örtüler yırtık pırtık olmuştu.
Yuvarlak bir masanın tam ortasında duran çan dışında hareket ettirilir
hiçbir şey yoktu. Duvardaki askılara üyelerin şapkaları ve ceketleri
asılmıştı.
“Burası nasıl bir batakhane böyle?” dedi Geraldine.
“Görmek istediğim de işte buydu,” diye cevapladı Prens. “Eğer
burada canlı şeytanlar varsa olay eğlenceli bir hal alabilir.”
O sırada körüklü kapı, yalnızca bir insanın geçebileceği kadar açıldı
ve içeriye gürültülü sohbetler eşliğinde her halinden İntihar
Kulübü’nün başkanı olduğu belli olan adam girdi. Başkan ellili
yaşlarında gösteriyordu. İri yarıydı ve sarsak bir yürüyüşü vardı.
Favorileri hırpani, başı keldi ve ara sıra kırpışan gözleri griydi.
Dudaklarının arasındaki kocaman puroyu devamlı olarak çiğniyor, bir
tarafından diğer tarafına geçirip duruyordu. Keskin ve soğuk
bakışlarını bir an olsun odasındaki bu yabancıların üzerinden
ayırmadı. İnce tüvit kumaştan bir takım giymişti. Çizgili gömleğinin
yakası hayli açıktı ve tek kolunun altında bir tutanak defteri
taşıyordu.
“İyi akşamlar,” dedi, arkasından kapıyı kapadıktan sonra. “Benimle
konuşmak istediğinizi duydum.”
“Biz İntihar Kulübü’ne katılmak istiyoruz, efendim,” diye karşılık
verdi Albay.
Başkan purosunu ağzının içinde yuvarladı.
“O da ne?” diye sordu aniden.
“Özür dilerim,” diye karşılık verdi Albay, “ama bizi bu konuda
aydınlatabilecek en yetkili kişinin siz olduğunu düşünüyorum.”
“Ben mi?” dedi Başkan. “İntihar Kulübü mü? Haydi ama! Bir Nisan
şakası yapıyor olmalısınız. Ben içkiyi fazla kaçırmış beyleri de dikkate
alırım ama her şeyin bir sınırı var.”
“Kulübünüzün adı her ne ise,” dedi Albay, “bu kapıların ardında
birileri var ve onlara katılmak konusunda ısrarcıyız.”
“Bayım,” dedi Başkan terslercesine, “hata yapıyor olmalısınız.
Burası özel bir evdir ve hemen burayı terk etmeniz gerek.”
Bu kısa konuşma sırasında Prens oturduğu yerde sessizliğini
korumuştu ama Albay ona, sanki “Tanrı aşkına, cevap versenize!” der
gibi bakınca ağzındaki puroyu çekip söze girişti.
“Ben buraya,” dedi, “sizin bir dostunuzun daveti üzerine geldim.
Buraya gelmekteki amacımdan size mutlaka bahsetmiştir. Benim
şartlarımdaki bir adamın onunla bir işi olmayacağını ve böyle bir
kabalığa katlanmayacağını size hatırlatırım. Ben her zaman sakin bir
adamımdır ama bayım, ya bana haberdar olduğunuz konuda yardım
edersiniz ya da beni özel odanıza kabul ettiğinize bin pişman
olursunuz.”
Başkan bir kahkaha patlattı.
“İşte duymak istediğim konuşma tarzı,” dedi. “Siz gerçek bir
erkeksiniz. Beni nasıl etkileyeceğinizi biliyorsunuz ve bana istediğinizi
yapabilirsiniz. Kısa bir süreliğine,” diye devam etti Geraldine’e
dönerek, “bizi yalnız bırakabilir misiniz? Önce dostunuzdan
başlamalıyım. Kulübün bazı formalitelerinin baş başa halledilmesi
gerekiyor.”
Söyleyecekleri bittikten sonra Albay’ı küçük bir odaya soktu.
“Size inanıyorum,” dedi Florizel’e, yalnız kaldıklarında, “ama
dostunuz konusunda emin misiniz?”
“Kendimden olduğum kadar değil ama onun daha geçerli sebepleri
var,” diye cevapladı Florizel. “Yine de ona yanımda getirecek kadar
güveniyorum. O öyle şeyler yaşamıştır ki, en kararlı adamı bile
hayattan soğutur. Geçen gün de iskambilde hile yaptığı gerekçesiyle
görevinden uzaklaştırıldı.”
“Bence geçerli bir neden,” diye cevapladı Başkan, “en azından aynı
durumda olan biri daha var ve ondan eminim. Askerlik yapıp
yapmadığınızı sorabilir miyim?”
“Yaptım,” dedi, “ama çok tembel olduğum için kısa süre içinde
bıraktım.”
“Hayattan bıkmanızın nedeni ne?” diye devam etti Başkan.
“Aynı katıksız tembellik,” diye cevap verdi Prens.
“Lanet olsun. Elinizde bundan daha iyi bir neden olmalı,” dedi
Başkan.
“Param kalmadı,” diye ekledi Florizel. “Bu da hiç şüphesiz büyük bir
hayal kırıklığı. Aylaklık hissimin daha da yoğunlaşmasına neden
oluyor.”
Başkan purosunu birkaç saniye boyunca ağzında yuvarladıktan
sonra alışılmışın dışındaki acemi adayın gözlerinin içine baktı ama
Prens küstah bir sükûnetle kendine hâkim olmayı bildi.
“Bu kadar deneyimim olmasaydı,” dedi Başkan en sonunda, “sizi
buradan gönderirdim. Ama ben dünyayı iyi tanırım ve intihar için en
basit bahanelerin bile genelde dayanması en güç olanlar olduğunu
biliyorum. Tıpkı sizinle olduğu gibi dürüst konuştuğumda, bayım,
kişiyi reddetmektense kuralları zorlamayı tercih ederim.”
Prens ve Albay, art arda uzun ve özel bir soruşturmaya tabi
tutuldular. Prens tüm bu süreci tek başına atlatırken, Geraldine
sırdaşı yanındayken soruşturmaya çekildi. Böylelikle Başkan, biri
sorulara cevap verirken diğerinin yüz ifadesini inceleme fırsatı
yakalamıştı. Sonuç memnun ediciydi. Başkan her iki adam hakkında
da birkaç ayrıntıyı not ettikten sonra onlara bir yemin formu sundu.
Dünya üzerinde hiçbir şey söz verilmiş bir itaat kadar edilgen ya da
söz veren kişinin kendini mahkûm ettiği şartlar kadar baskıcı
olamazdı. Böyle korkunç bir yeminden yoksun kalan birinin önüne ne
halı serilirdi ne de dinde teselli bulabilirdi. Belgeyi imzalayan
Florizel’in içi ürperdi. Albay da büyük bir keder içinde aynısını yaptı.
Sonrasında Başkan giriş ücretini aldı ve daha fazla tantana
çıkarmadan iki dostu İntihar Kulübü’nün puro odasına götürdü.
Puro odasının tavan yüksekliğiyle özel odanınki aynıydı ama burası
genişti ve tavandan yere kadar sahte meşe lambriyle kaplanmıştı.
Odayı büyük ve keyif verici bir ateşle birkaç tane gaz lambası
aydınlatıyordu. Prens ve sırdaşının gelmesiyle birlikte sayı on sekizi
bulmuştu. İnsanların çoğu puro ve şampanya içiyordu. Ortama hâkim
olan büyük şamata ara sıra ani ve tatsız duraksamalarla kesiliyordu.
“Bütün üyeler bu kadar mı?” diye sordu Prens.
“Hemen hemen,” dedi Başkan. “Bu arada,” diye ekledi, “eğer
paranız varsa şampanya ikram etmeniz gerek. Bu herkesin
neşelenmesini sağlar ve küçük ödeneklerimden biri de budur.”
“Hammersmith,” dedi Florizel, “şampanya işini size bırakıyorum.”
Sonra arkasına döndü ve davetlilerin arasına karıştı. En seçkin
çevrelerde ev sahipliği yapmaya alışkın olduğu için yanına yaklaştığı
herkesi kendine çekmeyi ve onları yönetmeyi başarıyordu.
Tavırlarında dostane ve saygı uyandıran bir şeyler vardı. Olağanüstü
sakinliği, çılgın sayılabilecek bu topluluğun içinde fark edilmesini
sağlıyordu. İnsanların arasında dolanırken gözlerini ve kulaklarını açık
tutuyordu. Kısa süre sonra kendini bir anda ortasında bulduğu
insanlar hakkında genel bir fikre sahip olmuştu bile. Diğer bütün
etkinliklerde olduğu gibi ortama gençliğinin baharında, akıllı ve
hassas görünümlü ama başarıya ulaşmasını sağlayacak en ufak bir
güç ya da nitelik vaat etmeyen bir insan tipi hâkimdi. Bir avuç kadarı
otuzlarının üstünde görünüyordu ve çoğu da henüz yirmisine bile
gelmemişti. Ayakta dikilen bu insanların bazıları masalarına eğilmişti.
Bazen oldukça hızlı bir şekilde purolarını içiyor, bazense purolarını bir
kenara bırakıyorlardı. Bazıları güzelce sohbet ediyordu ama
bazılarının konuşmalarında gerginlik vardı ve keyiften ya da
anlamdan yoksundu. Her yeni şampanya şişesinin açılışı sevinç
gösterileriyle karşılanıyordu. Aralarında oturan yalnızca iki kişi vardı.
Bir tanesi pencerenin girintisindeki koltuktaydı, başını öne eğmişti ve
elleri pantolonunun ceplerindeydi. Rengi kireç gibi olmuştu ve yüzü
terden sırılsıklamdı. Ağzını bıçak açmıyordu. Bedeni ve ruhu onu terk
etmiş gibiydi. Diğeri ise şöminenin yanındaki divanda oturmuştu ve
ezici farklılığı göze çarpıyordu. Muhtemelen kırklı yaşlarındaydı ama
on yaş daha genç gösteriyordu. Florizel, daha önce gördüğü
hastalıktan ve yıkıcı heyecanlardan mahvolmuş adamların bile onun
kadar berbat görünmediğini düşündü. Adam bir deri bir kemikti,
kısmen felçliydi ve taktığı gözlükler öylesine tuhaftı ki gözleri
olduğundan fazla büyük ve orantısız görünüyordu. Prens ve Başkan
dışında sıradan hayatını sürdürüyormuş gibi görünen tek kişi oydu.
Kulüp üyeleri arasında uyum pek azdı. Bazıları, kurtuluşu ölümde
aramalarına neden olan utanç verici eylemleriyle övünürken, diğerleri
onları kınayan bakışlarla dinliyordu. Herkes gizliden gizliye ahlaki
yargılara karşı çıkıyordu ve kulüp kapılarından geçen herkes mezarın
bağışıklığını kazanmış oluyordu. Birbirlerinin anılarına ve geçmişteki
çarpıcı intiharlara içiyorlardı. Ölüme karşı farklı bakış açılarını
karşılaştırmaktan zevk alıyorlardı. Bazıları ölümün yalnızca bir karaltı
ve sona ermeden ibaret olduğunu söylerken, diğerleri o gece
yıldızlara çıkacakları ve görkemli ölülerle karşılaşacakları ümidini
taşıyordu.
“İntiharların simgesi olan Baron Trenck’in ölümsüz hatırasına
içelim!” diye bağırdı biri. “Küçük hücresinden çıkıp daha da küçük bir
hücreye girerek özgürlüğüne kavuştu.”
“Ben,” dedi bir diğeri, “gözlerimin bağlanmasını ve kulaklarımın
tıkanmasını istiyorum. Ama bu dünyada kulaklarımı tıkayacak kadar
kalın bir pamuk yok.”
Üçüncü adam, gelecekteki dünyanın yaşam sırlarını okuyor,
dördüncüsü ise kulübe katılmasının nedenini Bay Darwin’e inanması
olarak açıklıyordu.
“Maymundan geldiğimiz fikri,” dedi göze çarpan intiharcı, “dayanılır
gibi değil.”
Prens üyelerin tavırları ve konuşmaları karşısında birden hayal
kırıklığına uğramıştı.
“Bence bu,” diye düşündü, “o kadar rahatsız edici bir fikir değil.
Eğer insan kendini öldürmeye karar verdiyse, bırakın da istediği gibi
öldürsün. Bu çırpınmaların ve beylik lafların hiçbir anlamı yok.”
O sırada Albay Geraldine en karamsar kaygıların kurbanı olmak
üzereydi. Kulüp ve kuralları gizemini koruyordu. Albay’ın gözleri, içine
su serpebilecek birilerini aradı. O sırada şişe dibi gibi gözlükleri olan
felçli adam dikkatini çekti. Albay, yoğun bir şekilde oradan oraya
koşuşturan Başkan’a bu fazlaca sakin görünen adamı göstermek
istiyordu.
Bay Malthus meraklı gözlerle Albay’a baktıktan sonra sağına
oturmasını istedi.
“Siz burada yenisiniz,” dedi, “ve neler olup bittiğini öğrenmek
istiyorsunuz, değil mi? Doğru kaynağa geldiniz. Bu sevimli kulübe ilk
kez iki yıl önce gelmiştim.”
Albay derin bir nefes aldı. Eğer Bay Malthus buraya iki yıldır
geliyorsa, tek bir akşam Prens için o kadar da tehlikeli olmayabilirdi.
Ama Geraldine yine de şaşırmış ve bu işte bir iş olduğundan
şüphelenmeye başlamıştı.
“Ne!” diye bağırdı. “İki yıl mı! Sanırım... benimle dalga
geçiyorsunuz.”
“Asla,” diye karşılık verdi Bay Malthus usulca. “Benim durumum
farklı. Doğrusunu isterseniz benim intihar etmeye hiç niyetim yok.
Ben onur üyesiyim. İki ayda kulübe iki kere bile gelmemişimdir.
Zayıflığım ve Başkan’ın nezaketi bu küçük muafiyetleri edinmemi
sağladı ve bunun karşılığını fazlasıyla ödüyorum. Buna rağmen
kendimi çok şanslı görüyorum.”
“Korkarım,” dedi Albay, “sizden daha açık olmanızı istemek
zorundayım. Kulübün kurallarına hâlâ tam olarak hâkim olmadığımı
size hatırlatmak isterim.”
“Tıpkı sizin gibi buraya ölüm arayışıyla gelen sıradan bir üye,” diye
cevaplamaya başladı felçli adam, “şansı yaver gidene kadar her
akşam evine geri döner. Hatta beş parasız olması durumunda Başkan
ona yiyecek ve yatacak yer sağlar. Lüks olmasa da bence oldukça
temizdir. Zaten üyelik aidatının kıtlığına (en uygun kelime bu olsa
gerek) bakacak olursak lüks olmasını da bekleyemezdik. Başkan’ın
arkadaşlığı da oldukça hoştur.”
“Hem de ne hoş!” diye çıkıştı Geraldine. “Beni pek cezbetmedi.”
“Ah!” dedi Bay Malthus, “siz onu tanımıyorsunuz; dünya üzerindeki
en tuhaf adamdır o! Ne hikâyeler ama! Ne sinizm! O hayatı çok iyi
bilir ve Hıristiyan âlemindeki en yozlaşmış kişi de muhtemelen odur.”
“Üstelik,” dedi Albay, “sizin gibi onun da daimi olduğunu
söyleyebilir miyiz?”
“Onun daimiliği benimkinden çok daha farklı,” diye karşılık verdi
Bay Malthus. “Bana çok merhametli davranıldı ama eninde sonunda
gitmem gerekecek. O hiçbir zaman oynamaz. İskambil kartlarını
karıştırıp dağıtır ve gereken düzenlemeleri yapar. Bay Hammersmith,
o adam bir deha. Üç yıldır Londra’da gerekli ve bence sanatsal olan
bu işi yapıyor ve şimdiye kadar kimsenin içinde en ufak bir şüphe
olmadı. Onun ilham verici olduğunu düşünüyorum. Altı ay önce bir
eczanede kazara zehirlenen adamı hatırlıyorsunuzdur, değil mi? O
olay, Başkan’ın en yavan, en tatsız fikirlerinden biriydi ama çok da
kolay oldu! Üstelik çok da güvenliydi!”
“Beni şaşırtıyorsunuz,” dedi Albay. “O bahtsız adamcağız... yoksa
o...” Kurbanlardan biri miydi? diye soracağı sırada kendini durdurmayı
başardı ve “kulübün üyelerinden biri miydi?” diyerek cümlesini
tamamladı.
Bir anda Bay Malthus’un ölüme âşık biri gibi konuşmadığını
hatırlayınca hemen ekledi:
“Ama aklım hâlâ karışık. Başkan’ın kartları karıştırıp dağıttığından
söz ediyorsunuz ama ne için? Siz ölmek istemediğinize göre buraya
gelmenizin nedenini bir türlü anlayamıyorum.”
“Kafanızın karışık olduğu apaçık ortada,” diye karşılık verdi Bay
Malthus, daha canlı bir şekilde. “Bayım, bu kulüp zehirlenmenin
mabedidir. Sağlığım heyecana daha sık dayanabilseydi, buraya daha
sık geleceğimden emin olun. Beni son aşırılığımdan korumak için
sağlıksız uzun bir dönem ve dikkatli bir perhiz geçirdim. Her şeyi
denedim, bayım,” dedikten sonra elini Geraldine’in koluna koyarak
devam etti, “istisnasız her şeyi. Size şerefim üzerine yemin ederim ki
bir tanesi bile asılsız bir şekilde yüceltilmiş değil. İnsanlar aşka teslim
oluyorlar. Ben aşkın güçlü bir tutku olduğunu reddediyorum. Bence
en büyük tutku korkudur. Yaşamdan yoğun keyif almak istiyorsanız
korkuya teslim olmalısınız. Bana imrenin, bana imrenin, bayım,” diye
ekledi gülerek, “Ben korkağın tekiyim!”
Geraldine bu perişanlık karşısında tepki vermemek için kendini zor
tuttu ve sorularını sormaya devam etti.
“Bayım,” dedi, “bu heyecan nasıl bu kadar ustaca sürüp gidebiliyor
ve belirsizlik bunun neresinde?”
“Size her akşam kurbanın nasıl seçildiğini anlatmalıyım,” dedi Bay
Malthus. “Hatta yalnızca kurbanın değil, kulübün kullanacağı ve o
akşam ölümün başrahibi olarak görev yapacak üyenin nasıl seçildiğini
de.”
“Tanrım!” dedi Albay, “yani birbirlerini mi öldürüyorlar?”
“Böylelikle intihar sorunu ortadan kalkmış oluyor,” diye karşılık
verdi Malthus, başını evet anlamında sallayarak.
“Tanrı aşkına!” diye bağırdı Albay. “Peki siz... ben... acaba...
dostum, yani... bizden biri bu akşam bir başkasının bedeninin ve
ölümsüz ruhunun katili olarak seçilebilir mi? Bir kadının hayat verdiği
insanın böyle bir şeyi yapması mümkün mü? Ah! Bu tam bir rezalet!”
Dehşet içinde ayağa kalkacağı sırada Prens’le göz göze geldi.
Prens, odanın bir köşesinden çatık kaşlı ve öfkeli bir ifadeyle onu
süzüyordu. Geraldine hemen kendini toplamayı bildi.
“Sonuçta,” diye ekledi, “neden olmasın? Madem oyunun ilginç
olduğunu söylüyorsunuz, vogue la galère1, kulübe uyarım!”
Bay Malthus, Albay’ın şaşkınlığına ve tiksintisine yürekten
katılıyordu. Günahkârlık onun için bir övgü kaynağıydı ve kendisi
bütün o çürümüşlüğü içinde böyle duygular konusunda kendini üstün
görürken başka birinde de aynı duygulardan bolca olması hoşuna
gitmişti.
“İlk şaşkınlığınızı üstünüzden attıktan sonra,” dedi,
“topluluğumuzun güzelliklerinin tadını çıkarmaya başlayacaksınız.
Kumar masasının, düelloların ve Roma dönemi amfitiyatrosunun
heyecanının nasıl birbirine karıştığını deneyimleyeceksiniz. Paganlar
bu konuda çok iyiymiş; ben onların titiz zihinlerine hayranım ama bu
uçlara, bu cevhere, bu mutlak acıya ulaşmak Hıristiyan bir ülkeye
nasip oldu. Daha önce denemiş biri için bu eğlencelerin nasıl
anlamsız olduğunu anlayacaksınız. Bizim oynadığımız oyun,” diye
devam etti, “aşırı kolay bir oyun. Bütün bir deste iskambil... Sanırım
zaten zamanı geldi. Kalkmama yardım edebilir misiniz? Maalesef
felçliyim.”
Bay Malthus, Albay’a oyunun neyden ibaret olduğunu anlatmaya
başladığı sırada bir başka kapı açılmış ve bütün kulüp hafif telaşlı bir
şekilde yan odaya geçmeye başlamıştı. Burası ilk başta girilen odaya
her açıdan benzese de farklı bir şekilde döşenmişti. Başkan, girişte
bulunan uzun ve yeşil masanın üzerinde bir deste iskambil kâğıdını
özenle karıştırıyordu. Bay Malthus, bastonuna ve Albay’ın yardımına
rağmen öylesine zor yürüyordu ki, o gelene kadar herkes yerine
oturmuştu bile. O sırada onları bekleyen Prens de içeri girdi ve üçü
masanın öteki tarafına yan yana oturdu.
“Bu, elli ikilik bir deste,” diye fısıldadı Bay Malthus. “Maça asına
dikkat edin. O, ölümün simgesidir. Sinek ası ise gecenin hakemini
tayin eder. Şanslı genç adamlar sizi!” diye ekledi. “Sizin gözleriniz iyi
görür. Oyunu takip edebilirsiniz. Yazık! Ben masanın bir ucundayken
ası ve ikiliyi birbirinden ayırt edemiyorum.”
Gözlüklerinin yerine yeni bir tanesini taktı.
“En azından yüzleri seyredeyim,” diyerek durumuna açıklık getirdi.
Albay, onur üyesinden bütün öğrendiklerini ve onları bekleyen
korkunç seçenekleri aceleyle dostuna anlattı. Prens, sırdaşının
içindeki ölüm sessizliğinin ve gerginliğin farkındaydı; zorlukla
yutkunuyor, şaşkınlık içinde bir oraya bir buraya bakınıp duruyordu.
“Cesur bir hamleyle,” diye fısıldadı Albay, “kaçma şansımız hâlâ
var.”
Ama önerisi Prens’i öfkelendirmişti.
“Susun!” dedi. “Bir kere olsun bir centilmen ciddiyetiyle
oynadığınızı göreyim.”
Kalbi hızla atıyor olsa bile rahat bir tavır takınarak etrafına bakındı.
Göğsünde rahatsız edici bir sıcaklık vardı. Üyelerin hepsi çok sessiz
ve hevesli görünüyordu. Herkesin yüzü bembeyaz olmasına rağmen
kimse Bay Malthus’la bu konuda aşık atamazdı. Onun gözleri
yuvalarından fırlamış gibiydi, başı istemsiz bir şekilde sallanıp
duruyordu. Birer birer ağzına götürdüğü elleriyle titreyen solgun
dudaklarına dokundu. Onur üyesinin bu üyeliği çok şaşırtıcı şartlar
altında elde ettiği apaçık ortadaydı.
“Dikkat, beyler!” dedi Başkan.
Kartları ters yönde olmak üzere yavaşça masada oturanlara
dağıtmaya başladı. Her kişi kartını gösterene kadar bekliyordu.
Hemen hemen herkes büyük bir tereddüt içindeydi. Bazılarının
parmakları, önlerinde duran o önemli karton parçasını açmadan önce
birkaç kez gelip gidiyordu. Sırası yaklaşan Prens gittikçe büyüyen ve
neredeyse soluksuz bırakan heyecanın farkındaydı ama o gerçek bir
kumarbazdı ve bu hissettiklerinden zevk aldığını şaşkınlık içinde de
olsa biliyordu. Onun kısmetine sinek dokuzlu, Geraldine’e maça
üçlüsü ve rahatlayarak derin bir nefes alan Bay Malthus’a ise kupa
kızı çıkmıştı. Kremalı turtalı genç adam hemen kendi kartını da açtı
ve sinek asını görünce dehşet içinde kalakaldı. Kart hâlâ
parmaklarının arasındaydı. Oysa oraya gelme amacı öldürmek değil,
öldürülmekti. Onun durumunu çok iyi anlayan Prens hâlâ kendinin ve
dostunun başının üzerinde dolanan kara bulutları neredeyse unutmuş
gibiydi.
Kartlar açılmaya devam ediyordu ve ölüm kartı hâlâ ortaya
çıkmamıştı. Oyuncular adeta nefeslerini tutmuşlardı. Prens’e bir kez
daha sinek çıktı. Geraldine’in kartı ise karoydu ama Bay Malthus
kartını açar açmaz dudaklarının arasından bir şeyler kırılmış gibi
korkunç bir ses çıktı. Ayağa kalkıp yeniden olduğu yere çakılıverdi.
Felcine dair en ufak bir iz yoktu. Maça ası onu bulmuştu. Onur üyesi
dehşet içinde donakalmıştı.
Üyeler arasındaki konuşmalar yeniden alevlenivermişti. Oyuncular,
üstlerine çöreklenen gerginlikten kurtularak masadan birer birer
kalkmaya başladılar. İkişerli üçerli gruplar halinde puro odasına
dönüyorlardı. Başkan, o günkü işini tamamlamış bir adam edasıyla
kollarını iki yana açıp esnedi. Ama Bay Malthus hâlâ yerinden
kalkmamıştı. Başını ellerinin arasına almış, ellerini ise masanın
üzerine koymuştu. Sarhoş, hareketsiz ve acı içindeydi.
Prens ve Geraldine hızla kulüpten ayrıldı. Yaşadıkları dehşet,
gecenin soğuğuyla birleşince daha da büyüdü.
“Çok yazık!” diye haykırdı Prens, “böyle bir meseleye bir yeminle
bağlanmak çok yazık! Toptancı bir cinayet anlayışının çıkarlar ve
dokunulmazlıklarla devam etmesine izin vermek çok yazık! Keşke
ettiğim yeminden dönmeye cesaretim olsa!”
“Bu imkânsız, Ekselansları,” diye cevapladı Albay. “Sizin onurunuz
Bohemya’nın onurudur. Ama ben yeminimden dönebilirim.”
“Geraldine,” dedi Prens, “bana eşlik ettiğiniz maceralardan birinde
onurunuz lekelenirse yalnızca sizi değil, kendimi de asla affetmem ve
bunun sizi çok daha fazla yaralayacağını düşünüyorum.”
“Ekselansları, emirlerinizi alıyorum,” diye karşılık verdi Albay. “Bu
kahrolası yerden uzaklaşalım mı?”
“Evet,” dedi Prens. “Lütfen bir fayton bulun. Derin bir uykuya
dalarak bu gece yaşadığımız rezaleti unutmak istiyorum.”
Ama oradan ayrılmadan önce avlunun adını dikkatlice okuması
dikkat çekiciydi.
Ertesi sabah Prens uyanır uyanmaz Albay Geraldine o günün
gazetesini getirdi. Gazetede şöyle yazıyordu:
“ELİM KAZA. Bu sabah saat iki sularında bir arkadaşının evindeki
partiden Westbourne Grove, Chepstow Meydanı 16 numaradaki evine
dönmekte olan Bay Bartholomew Malthus, Trafalgar Meydanı’nın üst
korkuluklarından düştü. Kafatası çatlayan, bacağı ve kolu kırılan Bay
Malthus olay yerinde hayatını kaybetti. Talihsiz olay gerçekleştiğinde
yanında bir arkadaşıyla fayton bekliyordu. Bay Malthus’un felçli
olması nedeniyle korkuluklardan geçirdiği nöbet dolayısıyla düşmüş
olabileceği düşünülüyor. Talihsiz adam saygın çevrelerde oldukça
tanınmıştı ve yokluğu derin bir şekilde hissedilecek.”
“Eğer cehenneme doğrudan gidecek bir ruh varsa,” dedi Geraldine
ciddiyetle, “o felçli adamın ruhudur.”
Prens, yüzünü ellerinin arasına alıp sessizce durdu.
“Öldüğünü duyunca,” diye devam etti Albay, “neredeyse sevindim.
Ama kremalı turtalı genç adamımız için kalbim kan ağlıyor.”
“Geraldine,” dedi Prens yüzünü avuçlarının arasından kaldırarak, “o
mutsuz adam dün gece sizin ve benim kadar masumdu. Bu sabah ise
ruhunda cinayetin izleri var. Başkan’ı düşündüğümde kalbim sıkışıyor.
Nasıl olacağını bilmiyorum ama Tanrı şahidim olsun ki o adamı dize
getireceğim. O iskambil oyunu nasıl bir deneyim, nasıl bir dersti
öyle!”
“Ve bir daha tekrar edilmeyecek,” dedi Albay.
Prens o kadar uzun bir süre tek kelime etmeden durdu ki
Geraldine telaşlandı.
“Geri dönecek değilsiniz ya,” dedi. “Yeterince acı çektiniz ve
çirkinliğe şahit oldunuz. Sizin yüksek makamınızın gerektirdikleri bu
rezaletin tekrarından sizi men ediyor.”
“Haklı olabilirsiniz,” diye karşılık verdi Prens Florizel. “Ben de kendi
kararımdan hiç hoşnut değilim. Yazıklar olsun! O gösterişli kral
kıyafetlerinin altında sıradan bir insan yok mudur? Daha önce
zayıflığımı hiç bu kadar kesin bir şekilde hissetmemiştim, Geraldine.
Ama bu zayıflık benden daha güçlü. Birkaç saat önce akşam
yemeğini bizimle yiyen mutsuz ve genç bir adamın başına neler
geleceğiyle nasıl olur da ilgilenmem? Başkan’ın bu alçakça kariyerine
devam etmesine izin mi vereceğim? Böylesi büyüleyici bir maceraya
atıldıktan sonra sonuna kadar gitmemek olur mu? Hayır, Geraldine,
Prens’ten bir insandan beklenenden daha fazlasını yapmasını
istiyorsunuz. Bu gece yeniden İntihar Kulübü’nün masasındaki
yerimizi alacağız.”
Albay Geraldine dizlerinin üstüne çöktü.
“Ekselansları, canımı mı alacaksınız?” diye bağırdı. “Canım zaten
sizindir ama hayır! Böylesi korkunç bir riske göz yummamı benden
isteyemezsiniz.”
“Albay Geraldine,” diye karşılık verdi Prens, kibirli bir tavırla,
“canınız kesinlikle size aittir. Ben yalnızca itaat bekliyorum. Bunu
isteksiz bir şekilde yerine getirirseniz sabrımı zorlamış olursunuz. Bir
şey daha eklemek istiyorum; bu meselede göstermiş olduğunuz can
sıkıcı tavır bana yetti.”
Süvari birliği komutanı yeniden ayağa kalktı.
“Ekselansları,” dedi, “bu öğleden sonra ben gelmesem olur mu?
İşlerimi kusursuz bir şekilde yoluna koyana kadar, onurlu bir adam
olarak bir kez daha o ölüm yuvasına girmeye cesaretim yok. En sadık
ve en minnettar hizmetkârının Ekselanslarına bir daha karşı
çıkmayacağına söz veriyorum.”
“Sevgili Geraldine,” dedi Prens Florizel, “beni makamımı
hatırlatmaya zorlamanız hiç hoşuma gitmiyor. Gününüzü istediğiniz
gibi geçirebilirsiniz ama saat on bir olmadan aynı kılıkla burada olun.”
İkinci akşam kulübe katılım o kadar fazla değildi. Geraldine ve
Prens içeri girdiğinde puro odasında en fazla altı kişi vardı.
Ekselansları, kenara çektiği Başkan’ı Bay Malthus’un ölümü
dolayısıyla samimiyetle tebrik etti.
“Ben yetenekli insanları çok severim,” dedi, “ve siz de kesinlikle
onlardan birisiniz. Mesleğiniz doğası gereği çok hassas ama başarı ve
gizlilikle üstesinden gelebilecek niteliklere sahip olduğunuzu
görüyorum.”
Başkan, Ekselanslarının bu iltifatları karşısında hoşnut, hatta
neredeyse mahcup olmuştu.
“Zavallı Malthy!” diye ekledi, “Kulüp onsuz olmaz. Müdavimlerimin
çoğu genç ve şair ruhlu çocuklardır. Pek bana göre değiller. Malthy de
biraz şair ruhluydu ama ne dediğini anlayabiliyordum.”
“Bay Malthus için üzülmenizi anlayabiliyorum,” dedi Prens. “Bana
da çok ilginç yaradılışlı biri gibi gelmişti.”
Kremalı turtalı genç adam da puro odasındaydı ama derin bir
kedere ve sessizliğe bürünmüştü. Yanındakiler onu çaresizce sohbete
dahil etmeye çalışıyordu.
“Sizi bu rezil yere getirdiğim için,” diye bağırdı, “ o kadar pişmanım
ki! Henüz elleriniz temizken buradan gidin. Zavallı ihtiyarın ölürken
nasıl bağırdığını, kaldırıma çarpan kemiklerinden çıkan sesi bir
duysaydınız! İçinizde bir günahkâra karşı az da olsa merhamet varsa,
bu gece bana maça asının çıkmasını dileyin!”
Gece olana kadar birkaç üye daha kulübe geldi ama masadaki
yerlerini aldığında sayıları on ikiyi geçmiyordu. Prens’in keyfi yine
yerindeydi ama Geraldine’i önceki geceye oranla daha serinkanlı
görmek onu şaşırtmıştı.
“Sonuca ulaşsın ya da ulaşmasın,” diye düşündü Prens, “böylesi bir
iradenin gencecik bir adamı bu kadar etkilemesi olağanüstü bir şey.”
“Dikkat, beyler!” dedi Başkan ve kartları dağıtmaya başladı.
Kartlar üç kez masanın etrafını gezdi. Maça ası da sinek ası da
henüz kimseye çıkmamıştı. Dördüncü kez dağıtım başladığında
hissedilen heyecan çok yorucuydu. Artık ancak son bir tura yetecek
kadar kart kalmıştı. Kartları dağıtmakla meşgul olan Başkan’ın
solundaki ikinci sandalyede oturan Prens, kulüpteki kart dağıtma
sırasına göre, sondan ikinci kartı alacaktı. Üçüncü oyuncuya as
çıkmıştı... Sinek ası. Bir sonrakinin kartı karo, diğerinin kupaydı ama
maça ası hâlâ ortada yoktu. En sonunda Prens’in solunda oturan
Geraldine de kartını açtı. Kart bir astı, ama kupa asıydı.
Prens Florizel, masanın üzerinde duran kaderini gördüğünde kalbi
duracak gibi oldu. Cesur bir adam olmasına rağmen yüzünü ter
basmıştı. Ölüme mahkûm olma ihtimali yüzde elliydi. Kartı çevirdi;
maça asıydı. Beyni gürültülü bir homurtuyla doldu, gözlerinin
önündeki masa bulanıklaşmaya başladı. Sağındaki oyuncunun kopan
kahkahaları sevinçle hayal kırıklığı arasında gidip geliyordu; kulüp
üyelerinin hızlıca dağıldığını gördü ama aklı hâlâ başka düşüncelerle
doluydu. Davranışının ne kadar aptalca olduğunu ve ne kadar suçlu
hissettiğini anlamıştı. Sağlığı mükemmeldi, hayatının en güzel
yıllarında ve bir tahtın mirasçısıydı ama hem kendi, hem de cesur ve
sadık bir ülkenin geleceğini kumarda kaybetmişti. “Tanrım,” diye
haykırdı, “Tanrım beni affetsin!” Bu sözlerden sonra hislerindeki
karmaşa uçup gitti ve bir anda kendine geldi.
Geraldine’in ortadan kaybolmuş olmasına şaşırmıştı. İskambil
odasında Başkan’la konuşan katili ve kremalı turtalı genç adam
dışında kimse yoktu. Genç adam Prens’in yanına yaklaştı ve kulağına
fısıldadı.
“O kartın bana çıkması karşılığında bir milyon verirdim.”
Genç adam bu sözlerinden sonra oradan ayrılırken Ekselansları bu
fırsatı daha da az bir paraya satabileceğini düşünmeden edemedi.
Fısıltılarla geçen konuşma artık sona ermişti. Sinek asının sahibi
kurnaz bakışlar atarak odadan çıktı. Başkan, talihsiz Prens’in yanına
yaklaşıp elini uzattı.
“Sizi tanıdığıma sevindim, bayım,” dedi, “ve size bu önemsiz
hizmeti sağlamaktan da çok mutluyum. En azından sıra size geç geldi
diye hayıflanmayacaksınız. Daha ikinci akşamdan... ne şans ama!”
Prens cevap vermeye çabalasa da ağzı kurumuştu ve dilini yutmuş
gibiydi.
“Yoksa mideniz mi bulanıyor?” diye sordu Başkan, endişelenmiş
gibi. “Çoğu kişide aynı şey olur. Biraz konyak içmek ister misiniz?”
Prens evet anlamında başını salladıktan sonra Başkan hemen ona
bir kadeh uzattı.
“Zavallı ihtiyar Malthy!” diye bağırdı Başkan, Prens kadehi kafasına
dikerken. “Neredeyse yarım litre içti ama pek işine yaramadı gibi!”
“Ben tedaviden daha çok etkilenirim,” dedi Prens, kendini
toparlayarak. “Fark etmişsinizdir, hemen kendime geldim. Bana
nereye gitmem gerektiğini söyler misiniz?”
“Şehir yönüne doğru sahil boyunca, sol kaldırımdan
ilerleyeceksiniz. Ta ki az önce odadan çıkan beyefendiyi görene
kadar. Sizin talimatlarınıza uyacak ve siz de ona itaat edeceksiniz.
Kulüp otoritesi bu gece onda. Şimdi de,” diye ekledi Başkan, “size
güzel bir yürüyüş dilerim.”
Florizel adamın selamını tuhaf hislerle aldıktan sonra oradan
ayrıldı. Puro odasının içinden geçerken oyuncuların hâlâ bazılarını
kendisinin ısmarladığı ve parasını ödediği şampanyalardan içmekte
olduklarını gördü. Hepsine yürekten lanetler okuduğunu fark edince
şaşırdı. Dolapta duran şapkasını takıp kalın paltosunu giydikten sonra
köşede duran şemsiyesini aldı. Bu hareketlerin sıradanlığı ve bunları
son kez yapıyor olduğu fikriyle, kendi kulaklarına nahoş gelen
kahkahalara boğuldu. Oradan ayrılmak yerine pencereye döndü.
Lambaların ve karanlığın görüntüsü onu kendine getirdi.
“Haydi ama, erkek gibi davranmam gerek,” diye düşündü, “ve
buradan gitmem.”
Prens Florizel, Box Court’un köşesinde üç adamla karşılaştı.
Adamlar onu kaba bir şekilde faytona bindirip hızla oradan
uzaklaştılar. İçeride bir kişi daha vardı.
“Ekselansları gayretimi affedebilir mi?” dedi tanıdık bir ses.
Prens bir anda rahatlayarak Albay’ın boynuna sarıldı.
“Ben size nasıl teşekkür edeceğim?” diye haykırdı. “Hem bunu
nasıl başardınız?”
Her ne kadar makûs kaderiyle yüzleşmek istiyor olsa da, bu
dostane sesi duyunca sevinçten havalara uçmuş, yeniden hayatla ve
umutla dolmuştu.
“Bir daha böyle tehlikeli işlere bulaşmayarak,” diye cevapladı Albay,
“bana yeterince teşekkür etmiş olursunuz. İkinci sorunuza gelecek
olursam, her şeyi tereyağından kıl çeker gibi hallettim. Bu öğleden
sonra ünlü bir dedektifle görüştüm. Gizlilik yemini etti ve karşılığında
ücretini aldı. Sizin hizmetkârlarınız da plana müdahil oldu. Box
Court’taki ev dün geceden itibaren kuşatılmış durumdaydı. Hemen
hemen bir saattir de faytonlarınızdan biri olan bu araba sizi
bekliyordu.”
“Peki ya beni öldürmek zorunda kalan zavallı yaratık... ona ne
oldu?” diye sordu Prens.
“Kulüpten çıktığında etkisiz hale getirildi,” diye cevap verdi Albay,
“şu anda da sarayda vereceğiniz cezayı bekliyor. Kısa süre içinde suç
ortakları da orada olacak.”
“Geraldine,” dedi Prens, “açık seçik bir şekilde verdiğim emirlere
rağmen beni kurtararak iyi yaptınız. Size yalnızca bir hayat değil, bir
de ders borçluyum ve öğretmenime minnetlerimi sunmazsam
makamımın hiçbir değeri kalmaz. Seçimi size bırakıyorum.”
Fayton sokakların arasında hızla ilerlerken bir sessizlik oldu. İki
adam da kendi düşüncelerine dalmıştı. Sonunda sessizliği bozan
Albay Geraldine oldu.
“Şu âna kadar,” dedi, “Ekselanslarının elinde birçok tutuklu oldu.
Aralarından en az biri için adalet yerini bulacak. Ettiğimiz yemin
kanunlara başvurmamızı engelliyor ve yeminlerden vazgeçebilseydik
de bu sefer sağduyumuz bunu engelleyecekti. Ne yapmak niyetinde
olduğunuzu sorabilir miyim?”
“Karar verildi,” diye cevapladı Florizel, “Başkan düelloya çağırılacak.
Geriye kalan tek şey, rakibini seçmek.”
“Ekselansları hatamı telafi etmeme izin vermişti,” dedi Albay.
“Kardeşimi çağırmama da izin verir mi? Bu onurlu bir görev ama
onun bu işten alnının akıyla çıkacağından emin olabilirsiniz.”
“Benden nezaketsiz bir talepte bulunuyorsunuz,” dedi Prens, “ama
bunu reddedemeyeceğim.”
Albay, Prens’in elini büyük bir şefkatle öptü. Tam o sırada fayton
Prens’in göz alıcı sarayının kemerli geçidine girdi.
Florizel bir saat sonra resmi giysilerini giymiş, Bohemya’nın bütün
nişanlarını takmış ve İntihar Kulübü’nün üyelerini karşılamıştı.
“Aptal ve pis insanlar,” dedi, “birçoğunuz talihsizlik sonucu bu
batağa saplandınız ama emrimdeki adamlar size iş ve para verecek.
Vicdan azabı çekenler benden daha yüksek ve cömert bir makama
başvurabilir. Hepinize, hayal edebileceğinizden daha çok acıyorum.
Yarın bana hikâyelerinizi anlatacaksınız. Ne kadar dürüst cevaplar
verirseniz, sizi başınıza gelenlerden o kadar çabuk kurtarırım. Size
gelince,” diye ekledi Başkan’a dönerek, “sizin gibi birini ancak yardım
teklif ederek yaralayabilirim ama bunun yerine size bir eğlence
teklifim var. İşte,” dedi elini Albay Geraldine’in küçük kardeşinin
omzuna koyarak, “bu Avrupa’yı gezmek isteyen bir subayım. Sizden
ona bu yolculuğunda eşlik etmenizi istiyorum. Tabanca kullanma
konusunda,” diye devam ederken ses tonunu değiştirdi, “iyi
misinizdir? Çünkü böyle bir yeteneğe ihtiyacınız olabilir. İki adam
birlikte bir yolculuğa çıktığında her şeye karşı hazırlıklı olmalarında
fayda var. Eğer bu yolculuk sırasında genç Geraldine’i kaybedecek
olursanız, yerinize başka birini gönderirim. Sayın Başkan, gözümün
her şeyi gördüğü ve kolumun her yere uzandığı herkesçe bilinir.”
Prens, büyük bir ciddiyetle söylenen bu sözlerden sonra
konuşmasını sonlandırdı. Ertesi sabah kulüp üyeleri Prens’in
cömertliğiyle uygun bir şekilde donatılmıştı. Başkan ise Bay Geraldine
ile Prens’in sarayında iyi bir eğitim almış sadık ve hünerli iki uşak
gözetiminde yolculuğuna başladı. Bununla yetinmeyen Prens, Box
Court’taki eve gizli ajanlar yerleştirdi. İntihar Kulübü’ne ya da
kulübün yetkililerine gelen bütün mektuplar ve ziyaretçiler Prens
Florizel tarafından incelendi.

Artık Cavendish Meydanı’ndaki Wigmore Sokağı’nda –kapı


numarasını gizli tutmamın birçok nedeni var– rahat bir yaşam süren
ev sahibi KREMALI TURTALI GENÇ ADAMIN HİKÂYESİ (diyor Arap
yazar) burada sona eriyor. Prens Florizel ile İntihar Kulübü
Başkanı’nın maceralarına devam etmek isteyenler Doktor ile Saratoga
Sandığının Hikâyesi’ni okuyabilir.
1 “Her şey olacağına varır,” anlamında kullanılan Fransızca eski bir deyiş. –çn
DOKTOR İLE SARATOGA SANDIĞININ
HİKÂYESİ

Genç bir Amerikalı olan Bay Silas Q. Scuddamore, sıradan ve


zararsız bir yaradılışa sahipti ve New England’dan geldiği düşünülürse
bu takdire şayan bir özellikti. Amerika’nın bu bölgesinde böyle
güzelliklerden bahsetmek söz konusu bile olamazdı. Oldukça varlıklı
olmasına rağmen bütün harcamalarını küçük bir not defterine
kaydederdi ve Paris’in güzelliklerini, kaldığı Latin Mahallesi’ndeki
möbleli otelin yedinci katından izlemeyi tercih etmişti. Oldukça cimri
biriydi ve ortakları arasında hemen göze çarpan ahlakı, öncelikli
olarak çekingenliğinden ve gençliğinden kaynaklanıyordu.
Yanındaki odada kalan kadın öylesine çekiciydi ve öylesine zarif
giyiniyordu ki, onu ilk gördüğünde bir kontes olduğunu düşünmüştü.
Zaman içinde adının Madam Zéphyrine olduğunu ve hayatta saygın
bir unvana sahip olmadığını anladı. Muhtemelen genç Amerikalıyı
baştan çıkarma umuduyla hareket eden Madam Zéphyrine,
merdivenlerde karşılaştıklarında nazik bir şekilde eğilerek selam
veriyor, siyah gözleriyle onu süzdükten sonra hışırdayan ipek
elbisesinin altından görünen muhteşem ayakları ve bileklerini
göstererek gözden kayboluyordu. Ne var ki kadının bu kurları Bay
Scuddamore’u cesaretlendirmek yerine derin kederlere ve
utangaçlığa itiyordu. Birçok defa Bay Scuddamore’dan kibrit istemiş
ya da finosunun verdiği hayali zararlar nedeniyle özür dilemeye
gelmişti ama kendisinden böylesine üstün birinin varlığında Bay
Scuddamore’un ağzını bıçak açmıyordu, Fransızcası onu aniden terk
ediyordu ve kadın gidene kadar yalnızca öylece bakıp kekeliyordu.
Mesafeli bir ilişkileri vardı, ama başka erkeklerle birlikteyken kadınla
ilgili imalı sözler etmekten kendini alamıyordu.
Amerikalının diğer yanındaki odada –otelin her bir katında üçer
oda vardı– şüpheli bir üne sahip olan İngiliz bir doktor kalıyordu.
Söylenene göre polis, Doktor Noel’ı geniş bir alanda çalışmalar
yürüttüğü İngiltere’yi terk etmeye zorlamıştı. Önceki hayatında
önemli işlere imza atmış olan bu adam, artık Latin Mahallesi’nde
sıradan ve yapayalnız bir hayat sürüyor, zamanının çoğunu araştırma
yaparak geçiriyordu. Bay Scuddamore, Dr. Noel’la tanışmıştı ve ikili
ara sıra sokağın karşısındaki mütevazı restoranda birlikte akşam
yemeği yiyorlardı.
Silas Q. Scuddamore kayda değer birçok küçük günah işlemişti ve
bu günahların şüpheli sayılabilecek yöntemlerle tadına varma
keyfinden de kendini alıkoymuyordu. Bu günahlarından en büyüğü
meraktı. O doğuştan bir dedikoducuydu. Hayat ve özellikle de
deneyimsiz olduğu konular tutku derecesinde dikkatini çekiyordu.
Küstah ve yenilmez bir sorgucuydu. Sorularını büyük bir inat ve
patavatsızlıkla soruyordu. Mektup göndermek için postaneye
gittiğinde mektubu elinde tarttığı, evirip çevirdiği ve adresi dikkatle
incelediğine tanık olanlar vardı. Kendi odasıyla Madam Zéphyrine’in
odası arasında bir çatlak olduğunu keşfettiğinde çatlağı doldurmak
yerine iyice büyüttü ve komşusunun neler yaptığını öğrenmek için
bunu bir gözetleme deliği olarak kullanmaya başladı.
Mart ayının sonlarına doğru bir gün, gittikçe artan merakına
yenilerek deliği biraz daha büyüttü. Böylelikle odanın bir köşesine
daha hâkim olmuştu. O akşam her zamanki gibi Madam Zéphyrine’i
gözetlerken birden deliğin öteki tarafının tuhaf bir şekilde karardığını
fark etti. Engel aniden ortadan kalkıp kulaklarında bir kahkaha
yankılanınca şaşkına dönmüştü. Belli ki duvarın sıvası gözetleme
deliğinin sırrını açık etmiş, komşusu da bu iltifata böyle karşılık
vermişti. Bay Scuddamore’un canı bu işe bir hayli sıkılmıştı. Madam
Zéphyrine’i acımasız bir şekilde kınıyordu. Hatta kendini bile
suçlamıştı ama ertesi gün kadının onu en sevdiği uğraşından
mahrum etmediğini fark edince onun bu umursamazlığından
yararlanmaya devam ederek aylak merakını tatmin etti.
Madam Zéphyrine’i o gün ellili yaşlarında, uzun boylu, çelimsiz bir
adam ziyaret etti ve uzun bir süre orada kaldı. Silas bu adamı daha
önce hiç görmemişti. Tüvit takımı ve renkli gömleği kadar kaba
favorileri de onun bir İngiliz olduğunu açık ediyordu. Donuk gri
gözleri Silas’ın içini ürpertmişti. Fısıltılar halinde gerçekleşen
konuşmalarını dinlerken dudaklarını yiyip durdu. İkilinin birçok kez
kendi odasını işaret ettiğini fark etmişti ama büyük bir itina
Another random document with
no related content on Scribd:
MA PREMIÈRE MACHINE A ÉCRIRE

(Extrait de mon «Autobiographie inédite».)


Il y a quelques jours, je reçus par la poste une vieille lettre jaunie par le
temps, écrite à la machine en caractères anciens et signée de moi. En voici
la copie:
Hartford, le 19 mars 1875.
«Je vous prie de n’user de mon nom d’aucune façon. Veuillez même ne
pas divulguer le fait que je possède une machine à écrire. Je ne m’en sers du
reste plus du tout, car je ne pouvais écrire une seule lettre avec cette
machine sans recevoir par retour du courrier la plus instante prière de
décrire ma machine, de dire quels progrès j’avais fait dans son maniement,
etc, etc. Je n’aime pas à écrire des lettres, par conséquent je ne désire pas
que l’on sache que je possède ce petit objet de curiosité.»
«Mark Twain.»
Avec cette vieille lettre se trouvait une note me demandant si la signature
était authentique et s’il était vrai que j’eusse une machine à écrire en ma
possession en 1875.
... Eh bien, la meilleure réponse que je puisse faire à cette demande se
trouve dans le chapitre que voici de mon autobiographie inédite:

Villa Quarto, Florence, janvier 1904.


Dicter une autobiographie à une dactylographe est chose toute nouvelle
pour moi, mais cela marche très bien, cela épargne du temps et de la peine.
J’avais déjà dicté à une dactylographe, mais ce n’était pas une
autobiographie... et entre cette première expérience et celle que je fais
aujourd’hui, il y a une distance... oh, oui, il y a bien trente ans! Une vie!
Durant cette longue période il est arrivé beaucoup de choses, aussi bien aux
machines à écrire qu’à nous tous. Au début de cette période, une machine à
écrire était une curiosité. La personne qui en possédait une était une
curiosité aussi. Mais maintenant, c’est le contraire, c’est qui n’en a pas qui
est une curiosité. La première fois que je vis une machine à écrire, ce devait
être... voyons... ce devait être en 1873... car Nasby était avec moi et c’était à
Boston. Or nous ne pouvions nous trouver à Boston ensemble que pour une
tournée de conférences et, d’autre part, je sais que je n’ai pas fait de tournée
de conférences après 1873.
Mais n’importe, n’importe! Nasby et moi vîmes la machine dans une
vitrine; nous entrâmes et le marchand nous en expliqua le mécanisme, nous
montra ce qu’elle pouvait faire et nous assura qu’on pouvait arriver à écrire
cinquante-sept mots à la minute. Il me faut confesser franchement que nous
n’en crûmes pas un mot. Mais sa dactylographe se mit à travailler devant
nous et nous nous mîmes en devoir de chronométrer son travail. Or, en fait,
il fallut bien l’avouer: elle fit cinquante-sept mots en soixante secondes.
Notre conviction commençait à être ébranlée, mais nous dîmes qu’elle ne
referait pas le même tour de force. Cependant elle recommença... nous
eûmes beau chronométrer avec soin, le résultat fut toujours le même. Elle
écrivait sur d’étroites bandes de papier et à la fin de l’entrevue nous
emportâmes ces échantillons, pour les montrer à nos amis. La machine
coûtait 125 dollars. J’en achetai une et nous partîmes fort excités.
De retour à l’hôtel, nous examinâmes les feuilles de papier et fûmes un
peu désappointés en nous apercevant que les mêmes mots revenaient
toujours. La jeune dactylographe avait gagné du temps en répétant
constamment une courte phrase qu’elle savait par cœur. Malgré cela, il nous
sembla—avec une certaine apparence de raison—qu’il était possible de
comparer une débutante dactylographe avec un débutant au billard: dans les
deux cas, on ne pouvait s’attendre à ce qu’une personne non exercée fît de
grandes prouesses. Si donc, pour le jeu de billard, il était juste d’abandonner
le tiers ou la moitié des points à un débutant, on pouvait dire qu’à la
machine à écrire—si la pratique s’en répandait—un expert arriverait
forcément à aller deux fois plus vite que notre jeune dactylographe. Nous
pensions qu’on ferait plus tard cent mots à la minute, et je vois que ces
prévisions se sont largement réalisées.
Chez moi, je tapotai la machine et m’amusai à écrire et récrire: «Le
jeune homme resta accroché aux bastingages», jusqu’à ce que je fusse
capable de reproduire ce court récit à raison de douze mots à la minute.
Mais je me servais d’une plume pour les affaires sérieuses, je ne me mettais
à la machine que pour étonner les visiteurs curieux. Je leur fournis
généreusement des rames de papier contenant l’histoire en sept mots du
jeune homme accroché aux bastingages.
Quelque temps après, je pris une jeune dactylographe et essayai de dicter
quelques lettres. La machine ne possédait pas les majuscules et les
minuscules comme celles d’aujourd’hui, mais seulement les majuscules, qui
étaient gothiques et laides. Je me rappelle très bien la première lettre que je
dictai. Elle était adressée à Edward Bok qui était alors un jeune homme et
que je ne connaissais pas encore. Il était aussi entreprenant qu’il l’est
maintenant et faisait une collection d’autographes, mais les simples
signatures ne le satisfaisaient pas et il voulait des lettres autographes. Je lui
envoyai donc la lettre qu’il demandait et la lui fis toute à la machine, en
lettres capitales, la signature aussi. Et la lettre était longue, elle contenait
des conseils et aussi des reproches. Je lui disais qu’écrire était mon
commerce, mon gagne-pain, mon métier; je lui disais qu’il n’était pas
aimable de demander à un homme des échantillons de son travail par pure
curiosité: aurait-il l’idée de demander un fer à cheval à un forgeron ou un
cadavre à un médecin?
Maintenant, j’en arrive à un souvenir plus important. En 1874, ma jeune
employée copia une grande partie d’un de mes livres à la machine. Eh bien,
dans les premiers chapitres de cette «Autobiographie», j’ai émis la
prétention d’avoir été la première personne au monde qui se soit servi du
téléphone installé à domicile; j’ajouterai maintenant que je crois bien être la
première personne qui ait utilisé la machine à écrire à un travail littéraire.
Le livre dont je parle devait être: les Aventures de Tom Sawyer. J’en avais
écrit toute la première partie en 1872 et je ne l’achevai qu’en 1874. Puisque
ma dactylographe me copia ce texte pendant l’année 1874, j’en conclus
qu’il s’agit bien de ce livre-là.
Mais ces premières machines étaient fort capricieuses et pleines de
défauts affreux. Elles avaient plus de vices que celles d’aujourd’hui n’ont
de qualités. Après une ou deux années, je trouvai que cela m’abîmait le
caractère et je décidai de faire cadeau de ma machine à Howells[E]. Il ne
l’accepta pas d’emblée, car il se méfiait des nouveautés alors comme
aujourd’hui. Mais j’arrivai à le persuader. Il avait grande confiance en moi
et je crois bien que je lui fis croire à des qualités que la machine ne
possédait certainement pas. Il la porta chez lui, à Boston, et, dès lors, mon
caractère s’améliora tandis que le sien prit une fâcheuse tournure, dont il ne
se débarrassa jamais.
Il ne la garda pourtant que six mois, puis il me la rendit. J’en fis encore
cadeau à deux ou trois autres personnes, mais elle ne put rester nulle part et
on me la rapportait toujours. En désespoir de cause, je la donnai à mon
cocher, Patrick Mac Aleer qui en fut très reconnaissant, parce qu’il ne
connaissait pas cette sorte d’animal... Il pensa que je voulais essayer de le
rendre plus sage et meilleur... Et aussitôt qu’il se crut plus sage et meilleur,
il la vendit pour acheter une selle de dame dont il ne pouvait pas se servir...
Et là s’arrête ce que je sais de l’histoire de ma première machine à écrire.
UN MONUMENT A ADAM
Quelqu’un vient de raconter dans la Tribune que j’avais autrefois
proposé au Rev. Thomas K. Beecher, de la petite ville d’Elmira, de nous
associer pour élever un monument à Adam et que Mr. Beecher avait bien
accueilli ce projet. Mais ce n’est pas tout. L’affaire n’était qu’une
plaisanterie au début, mais elle ne fut pas très loin d’être réalisée.
Il y a longtemps—trente ans—l’ouvrage de Mr. Darwin, la Descendance
de l’Homme, avait paru depuis quelques années et l’ouragan d’indignation
déchaîné par ce livre sévissait encore dans les chaires et dans les revues. En
étudiant les origines de la race humaine, Mr. Darwin avait laissé Adam
complètement de côté. Nous avions les singes, le «chaînon manquant» et
toutes sortes d’ancêtres divers, mais pas Adam. En plaisantant avec Mr.
Beecher et d’autres amis à Elmira, il m’arriva de dire que très probablement
les hommes oublieraient Adam et reconnaîtraient unanimement le singe
pour ancêtre, et qu’ainsi, dans le cours des siècles, le nom même d’Adam
disparaîtrait de la surface de la terre. J’ajoutai qu’il conviendrait
d’empêcher un pareil sacrilège: un monument sauverait de l’oubli le père du
Genre humain et évidemment la ville d’Elmira devait se garder de perdre
cette occasion d’honorer Adam et de se créer un grand renom...
Alors, l’inattendu arriva. Deux banquiers s’emparèrent de l’affaire, non
par plaisanterie, non par sentiment, mais parce qu’ils voyaient dans ce
monument un grand avantage commercial pour la ville. Le projet n’avait été
au début qu’une douce plaisanterie; il devenait alors du plus haut comique
avec ce côté commercial qui fut gravement et solennellement discuté. Les
banquiers me demandèrent plusieurs rendez-vous. Ils proposèrent un
indestructible monument du coût de cent vingt-cinq mille francs. Ce serait
si extraordinaire de voir un petit village élever un monument à la mémoire
du premier homme que le nom même d’Elmira serait vite connu sur toute la
surface du globe. Il n’existerait pas d’autre édifice consacré à Adam sur la
planète et Elmira ne connaîtrait pas de rivale jusqu’à ce qu’un maire de
hameau ait l’idée d’édifier un monument en l’honneur de la Voie Lactée.
De tous les points du globe on viendrait visiter la merveille, et il n’y
aurait pas de tour du monde complet sans un séjour à Elmira. Cette petite
ville deviendrait une Mecque, elle serait envahie par les touristes, les
guides, les agences, les trains de plaisir... Il y aurait des bibliothèques
spéciales sur le monument, chaque voyageur voudrait le photographier et on
en ferait des modèles réduits qui se vendraient dans le monde entier; sa
forme deviendrait aussi familière que la figure de Napoléon.
Un des banquiers souscrivit pour vingt-cinq mille francs et je crois que
l’autre s’engagea pour la moitié moins, mais je ne me souviens pas très bien
du chiffre. Nous fîmes faire des projets et devis; quelques dessins nous
vinrent même de Paris.
Au début, quand toute l’affaire n’était encore qu’une plaisanterie, j’avais
esquissé une pétition humble et fervente au Congrès en vue d’obtenir que le
Gouvernement favorisât notre initiative. J’y expliquai que ce monument
serait un témoignage de la gratitude de la Grande République pour le père
du Genre humain et d’affectueux attachement à sa mémoire en ces sombres
jours où les plus âgés de ses enfants s’écartaient de leur commun ancêtre. Il
me sembla que cette pétition devait être présentée aux Chambres, car
j’avais l’idée que sa lecture publique suffirait à couvrir le projet de ridicule
et à l’enterrer définitivement. Je l’envoyai donc au général Joseph R.
Hawley qui me promit de la présenter. Mais il n’en fit rien. Je crois me
souvenir qu’il m’expliqua qu’après avoir lu lui-même la pétition, il avait eu
peur: «elle était trop sérieuse, ardente, sentimentale... Les députés auraient
pu la prendre au sérieux».
Nous aurions dû poursuivre notre projet, nous en serions venus à bout
sans trop de difficultés et Elmira serait maintenant une des villes les plus
célèbres du monde.
Il y a peu de jours, je commençai une nouvelle dans laquelle un des
personnages parle occasionnellement d’un monument à Adam et en même
temps la Tribune a retrouvé cette vieille plaisanterie d’il y a trente ans...
Sans doute la télégraphie mentale a fait des siennes en cette circonstance.
C’est curieux, mais les phénomènes de télégraphie mentale sont toujours
curieux.
CONSEILS AUX PETITES FILLES
De bonnes petites filles ne doivent pas faire la moue à leurs supérieurs
toutes les fois que ceux-ci les ennuient; mais elles ont tout avantage à
garder cette vengeance pour les cas particulièrement graves.
Si vous n’avez qu’une informe petite poupée de son, alors que vos
camarades plus fortunées possèdent un coûteux bébé en porcelaine, il vous
faut néanmoins traiter le vôtre avec douceur et bonté. Il ne vous faut pas
essayer de le malmener tant que votre conscience ne vous y contraint pas et
que vous ne vous en sentez pas la force.
Ne vous saisissez jamais par force du sucre d’orge de votre petit frère; il
est préférable de le lui faire donner de bon gré en lui promettant de lui
abandonner la première pièce de cinq francs que vous découvrirez sur une
meule flottant sur la rivière. Dans la candeur de son âme, il trouvera cette
transaction parfaite. Du reste, en tout temps, cette si plausible fiction a
appauvri bien des enfants à l’esprit trop simpliste.
Si, en certaines circonstances, vous trouvez nécessaire de corriger votre
frère, ne le faites pas en lui jetant de la boue... Non, ne vous servez jamais
de boue pour cela, car cela abîmerait ses habits. De toutes façons, il vaut
mieux le corriger légèrement et vous verrez que vous obtiendrez de bons
résultats de cette méthode. Vous attirerez ainsi son attention et si vous ne
vous êtes servies que d’eau au lieu de boue, il est possible que cette eau
serve à enlever les impuretés de sa peau.
Si votre mère vous dit de faire une chose, il est mauvais de répondre que
vous ne voulez pas. Il est meilleur et beaucoup plus avantageux d’expliquer
que vous ferez comme elle vous dit, et puis d’agir selon ce que vous dictera
votre bon jugement.
Il vous faut toujours vous rappeler que vous êtes redevables envers vos
parents de votre nourriture, de votre bon lit, de vos jolies robes et du
privilège de rester chez vous au lieu d’aller à l’école quand on vous croit
malades. Il vous faut donc respecter leurs petits préjugés, rire de leurs petits
caprices et passer par-dessus leurs petits défauts, à moins que cela ne
dépasse la mesure.
De bonnes petites filles doivent toujours marquer de la déférence envers
les personnes âgées. Il ne vous faut jamais «embêter» les vieillards à moins
qu’ils ne vous «embêtent» les premiers.
SAINTE JEANNE D’ARC[F]

I
Les pièces fournies par le procès et la Réhabilitation donnent des détails
minutieux et clairs sur l’histoire étrange et magnifique de Jeanne d’Arc.
Parmi toutes les biographies qui surchargent les rayons des bibliothèques du
monde entier, celle-ci est la seule dont la vérité nous ait été confirmée par
serment. Nous y voyons d’une façon si saisissante les hauts faits et le
caractère de cette extraordinaire personnalité que nous sommes prêts à en
accepter les détails surnaturels. La carrière publique de Jeanne d’Arc ne
dura que deux ans, mais quelles années bien remplies! La plus profonde
analyse ne suffit pas à nous faire comprendre cette âme tout entière, mais,
sans la comprendre toujours, il est bon de l’aimer avec étonnement et de
l’étudier avec révérence.
Dans la Jeanne d’Arc de seize ans, il n’y avait aucune promesse d’avenir
romanesque. Elle vivait dans un morne petit village sur les frontières
mêmes du monde civilisé d’alors. Elle n’avait été nulle part, n’avait rien vu
et ne connaissait que de simples petits bergers. Elle n’avait jamais vu une
personne d’un rang social un peu élevé, elle savait à peine à quoi
ressemblait un soldat, elle n’était jamais montée à cheval et n’avait porté
aucune arme. Elle ne savait ni lire, ni écrire; elle savait coudre et filer, elle
savait son catéchisme et ses prières ainsi que les fabuleuses histoires des
saints. C’était tout.
Telle était Jeanne à seize ans. Que savait-elle de la loi? des avocats? des
procédés légaux? Rien, moins que rien. Ainsi équipée d’ignorance, elle se
rendit devant le tribunal de Toul pour un procès où elle se défendit elle-
même, sans avocat ni conseil d’aucune sorte. Elle ne fit citer aucun témoin,
mais gagna sa cause en parlant nettement et sincèrement selon son cœur. Le
juge étonné parla d’elle hors du tribunal en l’appelant: «Cette merveilleuse
enfant.»
Elle alla trouver le commandant en chef de la garnison de Vaucouleurs et
lui demanda une escorte, disant qu’il lui fallait aller à l’aide du roi de
France, puisque Dieu l’avait désignée pour lui reconquérir son royaume et
lui rendre sa couronne. Le commandant lui dit: «Quoi! Mais vous n’êtes
qu’une enfant!» Et il ajouta: «Il faut la ramener chez elle et la fouetter.»
Mais elle répondit qu’elle devait obéir à Dieu et qu’elle reviendrait de
nouveau, sans se lasser, autant de fois qu’il le faudrait et que finalement elle
obtiendrait l’escorte demandée.
Elle disait vrai. Avec le temps, l’officier fléchit et, après des mois de
délais et de refus, il lui donna des soldats, puis il détacha son épée et la lui
donna en disant: «Allez... et arrive que pourra.»
Elle fit un long et périlleux voyage à travers un pays ennemi, elle parla
au roi et le convainquit. Elle fut alors priée de comparaître devant
l’Université de Poitiers pour prouver qu’elle était bien réellement envoyée
par Dieu et non par le diable. Jour après jour, pendant trois semaines, elle se
présenta, sans timidité, devant la docte assemblée, et, malgré son ignorance,
elle trouva dans son bon sens et dans son cœur simple et droit des réponses
excellentes aux plus profondes questions. De nouveau elle gagna sa cause
ainsi que l’admiration de l’auguste compagnie.
Et puis, à l’âge de dix-sept ans, elle devint Généralissime de l’armée,
ayant sous ses ordres un prince de la famille royale et plusieurs vieux
généraux. A la tête de la première armée qu’elle eut jamais vue, elle marcha
sur Orléans. En trois terribles combats, elle emporta d’assaut les principales
forteresses de l’ennemi, et, en dix jours, elle fit lever un siège qui faisait
échec depuis sept mois aux forces réunies de la France.
Après un stupide et énervant retard causé par les tergiversations du roi et
les conseils traîtres de ses ministres, elle obtint de reprendre les armes. Elle
emporta d’assaut la place de Jargeau, puis la ville de Meung. Elle força
Beaugency à se rendre, puis elle remporta la mémorable victoire de Patay
contre Talbot, «le lion anglais», et par là mit fin à la guerre de Cent Ans.
Cette campagne de sept semaines avait produit des résultats considérables.
Patay fut le Moscou de la domination anglaise en France. Ce fut le
commencement du déclin d’une suprématie gênante qui avait accablé la
France par périodes pendant trois cents ans.
Vint ensuite la fameuse campagne de la Loire, la prise de Troyes, puis,
en prenant partout forteresses et villes, la marche triomphante jusqu’à
Reims où Jeanne couronna le Roi, dans la cathédrale, au milieu des
réjouissances publiques. Un paysan, son père, se trouvait là pour voir ces
choses et essayer d’y croire. Grâce à elle, le roi avait retrouvé sa couronne
et son royaume, et, une fois dans sa vie, il se montra reconnaissant. Il
demanda à Jeanne de désigner elle-même sa récompense. Elle ne demanda
rien pour elle, mais demanda que les impôts de sa ville natale fussent abolis
pour toujours. Cela lui fut accordé et la promesse fut tenue pendant trois
cent soixante ans. Puis on l’oublia, La France était alors très pauvre, elle est
très riche maintenant, mais voilà plus de cent ans qu’elle perçoit cet impôt.
Jeanne demanda encore une autre faveur: maintenant qu’elle avait rempli
sa mission, elle voulait retourner dans son village et reprendre sa vie
humble auprès de sa mère et de ses amies d’enfance, car elle ne prenait
aucun plaisir aux cruautés de la guerre et la vue du sang et de la souffrance
lui brisait le cœur. Quelquefois, au milieu d’une bataille, elle ne tirait pas
son épée, de peur qu’emportée par la splendide folie de l’action, elle ne prît
sans le vouloir la vie d’un ennemi. Une de ses plus jolies paroles à son
procès de Rouen fut la naïve affirmation qu’elle n’avait jamais tué
personne... Mais il ne lui fut pas accordé de retourner à la paix et au repos
de son village. Alors elle demanda à marcher tout de suite sur Paris pour
achever de chasser les Anglais hors de France. Elle fut en butte à tous les
obstacles que pouvaient lui susciter la traîtrise des courtisans et la faiblesse
du roi, mais, à fa fin, elle se força un chemin sur Paris et, à l’assaut d’une de
ses portes, elle tomba grièvement blessée. Évidemment ses hommes
perdirent courage sur-le-champ, car c’était elle qui était tout leur courage, et
ils reculèrent. Elle supplia qu’on la laissât retourner en avant, disant que la
victoire était certaine. «Je prendrai Paris maintenant, ou je mourrai!» dit-
elle. Mais on l’emporta de force du lieu de l’action. Le Roi ordonna la
retraite et alla jusqu’à licencier ses hommes. Selon une vieille et belle
coutume militaire, elle consacra son armure d’argent en la suspendant dans
la cathédrale de Saint-Denis. Les grands jours étaient finis.
Par ordre, elle suivit le Roi et sa cour frivole et endura pour un temps
une captivité dorée. Mais sa fierté d’esprit s’accommodait mal de cet état de
choses et lorsque l’inaction lui devenait trop insupportable, elle rassemblait
quelques hommes et s’élançait à l’assaut de quelque forteresse qui capitulait
toujours.
A la fin, le 24 mai, dans une sortie à Compiègne, elle fut prise elle-même
après une résistance désespérée. Elle venait d’avoir dix-huit ans et ce fut sa
dernière bataille.
Ainsi finit la plus brève et la plus éclatante carrière militaire qu’ait
enregistrée l’histoire. Cette carrière n’avait duré qu’un an et un mois, mais à
son début la France était une province anglaise et à la fin l’état du pays était
tel que l’on comprend que la France soit aujourd’hui la France. Treize
mois! Ce fut vraiment court! Mais dans les siècles qui se sont écoulés
depuis, cinq cents millions de Français ont vécu et sont morts heureux parce
que Jeanne d’Arc batailla pendant ces treize mois.

II
Jeanne était destinée à passer le reste de ses jours derrière des murs et
des écrous. Elle était prisonnière de guerre, mais non pas criminelle et sa
captivité fut en conséquence reconnue comme honorable. D’après les lois
de la guerre, elle devait être mise à rançon et un beau prix ne pouvait être
refusé s’il était offert. Jean de Luxembourg lui fit le juste honneur de
réclamer pour elle une rançon de prince. En ce temps-là cette expression
représentait une somme définie, 61.125 francs. Il était naturellement à
supposer que le Roi ou la France reconnaissante—l’un et l’autre sans doute
—s’empresseraient d’offrir l’argent nécessaire pour libérer leur jeune
bienfaitrice... Mais cela n’eut pas lieu. En cinq mois et demi ni le Roi, ni le
Pays ne surent lever la main ni offrir un sou. Deux fois, Jeanne essaya de
s’échapper. Une fois, elle faillit réussir par stratagème, elle enferma son
geôlier derrière elle, mais elle fut surprise et ramenée. Dans l’autre cas elle
se laissa glisser d’une tour de soixante pieds de haut, mais sa corde étant
trop courte, elle fit une chute, se blessa et ne put s’évader. Enfin, Cauchon,
évêque de Beauvais, paya la rançon demandée et acheta Jeanne pour
l’Église et pour les Anglais; il la fit mettre en jugement sous l’accusation
d’avoir porté des vêtements d’homme et d’avoir proféré des impiétés, mais
en réalité il s’agissait de s’en débarrasser. Elle fut alors enfermée dans les
donjons du château de Rouen et écrouée dans une cage de fer, pieds et
poings liés et le cou attaché à un pilier. Durant tous les mois de son
emprisonnement, et à partir de ce moment jusqu’à la fin, plusieurs grossiers
soldats anglais montèrent nuit et jour la garde autour d’elle, à l’intérieur
même de sa cellule. Ce fut une lugubre et hideuse captivité, mais cela ne
dompta pas son courage. Elle demeura prisonnière pendant une année; elle
passa les trois derniers mois à défendre sa cause devant une formidable
assemblée de juges ecclésiastiques, leur disputant le terrain, lambeau par
lambeau et pied à pied, avec une adresse étonnante et un courage
indomptable. Le spectacle de cette jeune fille abandonnée et solitaire, sans
avocat ni conseiller, ne connaissant pas l’acte d’accusation, n’ayant pas
même pour venir en aide à sa merveilleuse mémoire le compte rendu des
séances journalières du procès, et livrant, calme et sans épouvante, cette
longue bataille contre de si formidables adversaires, est un fait d’une
sublime grandeur. Pareille chose n’a nulle part été vue, ni dans les annales
de l’histoire, ni dans les trouvailles de l’imagination.
Et qu’elles étaient grandes et belles les réponses qu’elle faisait
constamment, qu’elles étaient fraîches et juvéniles! Et il faut se rappeler
qu’elle était fatiguée, harassée de corps autant que d’esprit. Tous les
avantages qu’a la science sur l’ignorance, l’expérience sur l’inexpérience,
l’esprit de chicane sur la candeur, tous les guet-apens que peuvent imaginer
les malicieuses intelligences habituées à poser des pièges aux simples, tout
cela fut employé contre elle sans la moindre honte...
Elle fut condamnée au feu... sans preuves, naturellement, et, uniquement,
parce que ses juges devaient la condamner, par ordre. Ses derniers moments
et sa mort furent admirables, et d’un héroïsme qui n’a pas été atteint, non en
vérité, par aucune autre créature humaine.
Jeanne d’Arc est la merveille des siècles. Lorsque nous réfléchissons à
son origine, à son milieu, à son sexe, à son âge, nous sommes obligés de
reconnaître qu’elle demeurera très certainement la merveille des siècles.
Lorsque nous considérons un Napoléon, un Shakespeare, un Wagner, un
Édison, nous sentons bien que le génie d’un de ces hommes s’explique en
grande partie par le milieu, les circonstances, la culture, etc., mais lorsqu’il
s’agit de Jeanne d’Arc il n’en est plus de même. Elle est née avec tout son
génie, formé, prêt à s’exercer. A seize ans, elle étonne des juges et elle n’a
jamais vu d’armée. Il y a eu de jeunes généraux victorieux, dans l’histoire,
mais tous avaient débuté par des grades inférieurs et, en tout cas, aucun n’a
été une jeune fille. En somme, nous pouvons concevoir que Jeanne soit née
avec de grandes qualités de cœur et d’esprit, mais ce qui nous confond,
c’est que ces qualités aient immédiatement atteint leur maximum
d’efficacité, sans préparation d’aucune sorte. Nous pouvons comprendre
comment la future pêche est en puissance dans une petite amande amère,
mais nous ne pouvons concevoir la pêche née spontanément, sans des mois
de lent développement et sans les effluves du soleil. Jeanne d’Arc sort tout
équipée de son humble milieu et de son obscur village, elle n’a rien vu, rien
lu, rien entendu... c’est cela qui nous stupéfie... car, enfin, on ne peut nier
qu’elle n’ait été grand capitaine, ni que son esprit n’ait eu de merveilleuses
ressources devant les fourbes et savantes questions de ses juges et
bourreaux.
Dans l’histoire du monde, Jeanne d’Arc demeure donc seule comme une
personnalité unique et inégalée.
Son histoire a encore un autre trait qui la met hors des catégories où nous
nous complaisons à ranger les hommes illustres: elle eut le don de
prophétie. Elle prédit à l’avance la longueur de sa carrière militaire, la date
du jour où elle devait être faite prisonnière et bien d’autres événements dont
elle spécifiait la date et le lieu... et toujours ces prédictions se réalisèrent. A
un moment où la France paraissait encore entre les mains des Anglais, elle
affirma deux fois devant ses juges qu’en moins de sept ans, les Anglais
seraient hors de France; ce qui se produisit en réalité.
Jeanne était douce, simple et aimable. Elle aimait son pays natal, ses
amis, la vie de son petit village. Après ses plus belles victoires, elle oubliait
sa gloire pour bercer de mots consolants les mourants et les blessés. Elle
était femme. La première fois qu’elle fut blessée, elle pleura à la vue de son
sang, mais, entendant les autres généraux parler de retraite, elle remonta
précipitamment à cheval et se rua à l’assaut.
Comme il est étrange de constater que les artistes qui ont représenté
Jeanne d’Arc ne se sont jamais souvenus que d’un seul et petit détail, à
savoir qu’elle était une paysanne, et qu’ils en ont fait une sorte de bonne
prêcheuse du moyen âge, sans finesse de traits[G]! Les artistes se sont
montrés les esclaves d’une idée figée, et ils ont oublié d’observer que les
âmes sublimes ne sont jamais logées dans des corps grossiers. Car l’âme
pétrit la chair par laquelle elle s’extériorise et, dans la lutte entre le corps et
l’esprit, c’est ce dernier qui l’emporte, lorsqu’il s’agit d’une Jeanne d’Arc.
Nous savons à qui ressemblait Jeanne d’Arc, sans chercher bien loin,
simplement en nous rappelant ce qu’elle a fait. L’artiste devrait peindre son
âme, et alors du même coup il peindrait son corps avec vérité. Elle
s’élèverait alors devant nous comme une attirante vision: nous verrions un
corps élancé, svelte et jeune, empreint d’une grâce inimaginable et
émouvante, une figure transfigurée par la lumière de cette brillante
intelligence et les feux de cet esprit surhumain.
Si nous considérons, comme je l’ai déjà dit, l’ensemble des
circonstances, origine, jeunesse, sexe, ignorance, premier entourage,
oppositions et obstacles rencontrés, victoires militaires et triomphes de
l’esprit, il est facile de regarder Jeanne d’Arc comme la créature de
beaucoup la plus extraordinaire que la race humaine ait jamais produite.
UN ARTICLE AMUSANT
Je découpe le paragraphe suivant dans un article publié par un journal de
Boston:
LA CRITIQUE ANGLAISE ET MARK TWAIN
Mark Twain trouve ses meilleurs traits d’humour en décrivant les
personnes qui n’apprécient pas du tout son humour. Nous connaissons tous
l’histoire de ces Californiens épouvantés par la façon dont un reporter
racontait une anecdote et nous avons entendu parler de ce clergyman de
Pensylvanie qui retourna les Innocents à l’Étranger à son libraire en
déclarant tristement que «l’homme capable de verser des larmes sur la
tombe d’Adam devait être un idiot». Mais maintenant on peut ajouter
quelque chose d’encore plus étonnant à son trophée: la Saturday Review[H],
dans son numéro du 8 octobre, critique son livre de voyages dont l’édition
anglaise vient de paraître, et le critique très sérieusement... Nous nous
imaginons la joie que doit éprouver l’humoriste à lire cela! Et vraiment cet
article est si amusant que Mark Twain ne saurait mieux faire que de le
reproduire dans sa prochaine chronique mensuelle.
Ces lignes me donnent en quelque sorte le droit de reproduire ici l’article
de la Saturday Review. J’en avais bien envie, car je ne saurais écrire
quelque chose de moitié aussi délicieux. Si un lion de bronze pouvait lire
cette critique anglaise sans rire, je le mépriserais complètement.
Voici donc l’article en question.
REVUE DES LIVRES
Les Innocents à l’Étranger. Récits de voyages, par Mark Twain. Hotten,
éditeur, Londres.
Lord Macauley est mort trop tôt! Nous n’avons jamais répété cela avec
plus de regrets qu’en terminant la lecture de ce livre extravagant: les
Innocents à l’Étranger. Macaulay est mort trop tôt, car lui seul aurait pu
démontrer clairement et pertinemment l’insolence, l’impertinence,
l’impatience, la présomption, les mensonges et surtout la majestueuse
ignorance de cet auteur.
Dire que les Innocents à l’Étranger est un livre curieux serait user d’un
terme infiniment trop faible: on ne dit pas que le Matterhorn est une
montagne élevée ni que le Niagara est une jolie cascade! Curieux est un mot
tout à fait impuissant à donner une idée de l’imposante folie de cet ouvrage.
Et du reste nous ne trouverions pas de mots assez profonds ni assez forts.
Donnons donc quelques aperçus du livre et de l’auteur et laissons le reste au
lecteur. Donnons aux gens cultivés l’occasion de se rendre compte de ce
que Mark Twain est capable d’écrire, même d’imprimer avec une
incroyable candeur. Il raconte qu’à Paris il entra chez un coiffeur pour se
faire raser et qu’au premier coup de «râteau» qu’il reçut, son «cuir»
s’accrocha à l’instrument et il fut suspendu au-dessus de sa chaise.
Ceci est assurément exagéré. A Florence, il était tellement importuné par
les mendiants qu’il prétend en avoir saisi et mangé un dans un moment de
colère. Il n’y a naturellement rien de vrai là-dedans. Il donne tout au long
un programme de théâtre vieux de dix-sept ou dix-huit cents années et
assure l’avoir trouvé dans les ruines du Colisée parmi les ordures et les
décombres! A cet égard, il sera suffisant de faire remarquer qu’un
programme écrit sur une plaque d’acier n’aurait pas pu se conserver si
longtemps dans de pareilles conditions. Il n’hésite pas à assurer qu’à
Éphèse, lorsque sa mule s’écartait de la bonne route, il mettait pied à terre,
prenait la bête sous son bras et la rapportait sur la route, remontait sur son
dos et s’y endormait jusqu’à ce qu’il dût recommencer une semblable
opération. Il dit qu’un adolescent qui se trouvait parmi les passagers
apaisait constamment sa faim avec du savon et de l’étoupe. Il explique
qu’en Palestine les fourmis font des voyages de treize kilomètres pour aller
passer l’été au désert et emportent avec elles leurs provisions; et avec cela,
d’après la configuration du pays, telle qu’il la donne, la chose est
impossible. Ce fut pour lui un acte tout ordinaire et naturel de couper un
musulman en deux à Jérusalem en plein jour de fête; et il accomplit ce beau
fait d’armes avec l’épée de Godefroy de Bouillon; il ajoute qu’il aurait
répandu plus de sang encore s’il avait eu un cimetière à lui. Tout cela vaut-
il la peine qu’on s’y arrête? M. Twain, ou n’importe quel voyageur, qui
aurait agi de la sorte à Jérusalem aurait été emprisonné et exécuté.
A quoi bon continuer? Pourquoi répéter ces audacieux et exaspérants
mensonges? Terminons par ce charmant spécimen: Il écrit: «Dans la
mosquée de Sainte-Sophie à Constantinople, je marchai dans un tel
amoncellement de saletés, de colle et de vase que je cassai deux mille tire-
bottes avant de pouvoir me déchausser ce jour-là.» Voilà de purs
mensonges! il n’y a pas d’autre mot pour qualifier de pareilles assertions.
Le lecteur continuera-t-il à s’étonner de l’abominable ignorance où
demeurent les Américains lorsque nous lui aurons dit—et nous tenons le
fait de bonne source—que ce livre, les Innocents à l’Étranger, vient d’être
adopté par plusieurs États comme un ouvrage classique pour les collèges et
écoles?
Mais si les mensonges de cet auteur sont abominables, sa crédulité et son
ignorance sont plus que suffisantes pour pousser le lecteur à jeter son livre
au feu. Il fut une fois si effrayé à la vue d’un homme assassiné qu’il sauta
par la fenêtre et s’enfuit; et il dit niaisement: «Je n’avais pas peur, mais
j’étais très agité.» Il nous fait perdre patience en nous expliquant que les
simples et les paysans ne se doutent pas que Lucrèce Borgia ait eu une
existence réelle hors des pièces de théâtre. Il est incapable de comprendre
les langues étrangères, mais il est assez fou pour critiquer la grammaire
italienne. Il dit que les Italiens écrivent le nom du grand peintre Vinci, mais
le prononçant «Vintchi» et il ajoute avec une incomparable naïveté d’esprit:
«Les étrangers écrivent bien, mais prononcent mal.» A Rome, il accepte
sans sourciller la légende d’après laquelle le cœur de saint Philippe Néri
était si enflammé de divin amour qu’il éclata dans sa poitrine... Il croit à
cette absurdité uniquement parce qu’un savant très pourvu de diplômes le
lui affirme.—«Autrement, dit ce doux idiot, j’aurais aimé savoir ce que ce
bon Néri avait mangé à son dîner.» Notre auteur fait une longue expédition
à la Grotte du Chien pour expérimenter le pouvoir mortel des émanations
délétères sur les chiens et il aperçoit en arrivant qu’il n’a pas de chien. Un
homme plus sage aurait au moins gardé cela pour lui, mais avec cet
innocent personnage, il faut s’attendre à tout. A Pompéï, il trébuche dans
une ornière, et lorsque, quelques secondes plus tard, il se trouve en présence
d’un cadavre calciné, il s’imagine qu’il s’agit du chef de la voirie de
l’ancienne Pompéï et son horreur se change en un certain sentiment de
satisfaction vengeresse. A Damas il visite le puits d’Ananias, qui a trois
mille ans, et il est surpris et réjoui comme un enfant en constatant que l’eau
en est aussi fraîche et pure que si le puits avait été creusé de la veille. En
Terre Sainte, il se heurte aux noms hébreux et arabes et en fin de compte, il
se met à appeler les endroits Baldiquisiville, Williamsburg, etc., «pour la
commodité de l’écriture», dit-il.
Après avoir parlé si librement de la stupéfiante candeur de cet auteur,
nous voudrions continuer par la démonstration de son inqualifiable
ignorance. Mais nous ne savons où commencer. Et si nous savions où
commencer, nous ne saurions par où finir. Nous ne donnerons donc qu’un
échantillon de son savoir, un seul: Avant d’aller à Rome, il ne savait pas que
Michel-Ange était mort! Et alors, au lieu de passer sa découverte sous
silence, il se met à exprimer toutes sortes de bons sentiments, disant
combien il est heureux que le grand peintre soit désormais hors de ce
monde de douleur et de misère!
Maintenant, c’est assez, et le lecteur peut se livrer au petit jeu des
recherches de pareilles balourdises, il en trouvera.
Ce livre est dangereux, car les erreurs de jugement et de fait s’y étalent
avec une incroyable désinvolture! Et cet ouvrage doit servir à former
l’esprit des jeunes gens des écoles américaines!
Le pauvre homme erre parmi les antiques chefs-d’œuvre des grands
maîtres et cherche à acquérir quelque notion d’art... C’est bien, mais
comment étudie-t-il et à quoi cela lui sert-il? Lisez: «Lorsque nous voyons
un moine regardant le ciel en compagnie d’un lion, nous savons que c’est
saint Marc. Lorsque nous voyous un moine pourvu d’une plume et d’un
livre et regardant le ciel, nous savons que c’est saint Mathieu. Lorsque nous
voyons un moine assis sur un rocher et regardant le ciel, sans avoir d’autre
bagage qu’un crâne, nous savons que c’est saint Jérôme. Lorsque nous
voyons d’autres moines regarder le ciel, mais sans autre marque spéciale,
nous sommes obligés de demander qui ils représentent...»
Alors, il énumère les milliers de répliques des quelques tableaux qu’il a
vus et il ajoute, avec sa candeur habituelle, qu’il lui semble ainsi mieux
connaître ces belles œuvres et qu’il va peut-être commencer à éprouver
pour elles un très grand intérêt, le bon nigaud!
Que Les Innocents à l’Étranger soient un livre remarquable, nous
pensons l’avoir démontré. Que ce livre soit pernicieux, nous croyons l’avoir
également prouvé. C’est l’ouvrage d’un esprit malade.
Mais après avoir expliqué tout ce qu’a y avait de sot, de faux et de
stupide dans ce volume, terminons par un mot charitable, et disons que
même dans ce livre on peut trouver quelques bonnes choses. Toutes les fois
que l’auteur parle de son propre pays et laisse l’Europe tranquille, il ne
manque pas de nous intéresser et même de nous instruire. Personne ne lira
sans profit ses chapitres sur la vie dans les mines d’or et d’argent de
Californie et du Nevada, sur les Indiens de l’Ouest et leur cannibalisme, sur
la culture des légumes dans des barils vides avec l’aide de deux cuillerées à
café de guano, sur le déplacement des petites fermes, la nuit, en des
brouettes, pour éviter les impôts, sur les races de mules et de vaches dont on
se sert dans les mines de Humboldt et qui grimpent par les cheminées et
vont troubler les paisibles dormeurs. Tout cela est non seulement nouveau,
mais digne d’être signalé. Il est malheureux que l’auteur n’ait pas introduit
plus de ces détails dans son livre. Enfin, c’est un ouvrage bien écrit et très
amusant, ce qui lui rend un peu de valeur.

UN MOIS PLUS TARD


J’ai reçu dernièrement quelques lettres et ai lu plusieurs articles de
journaux, le tout à peu près de même teneur. J’en donne ici d’authentiques
spécimens. Le premier est extrait d’un journal de New-York, le second
d’une lettre d’un éditeur et le troisième d’une lettre d’un ami. Je préviens
cependant mes correspondants et le public que l’article cité ci-dessus, qui
parut dans le Galaxy et qui avait la prétention de n’être qu’une
reproduction de la critique publiée par la Saturday Review, a été écrit par
moi-même sans en excepter une ligne.
Maintenant voici les spécimens:
1º Le Herald dit qu’il n’y a rien de si comique que «la sérieuse critique»
faite par la Saturday Review sur le dernier livre de Mark Twain. Nous
partagions déjà ce sentiment avant d’avoir lu l’article, mais, depuis que
nous l’avons pu voir, tel qu’il est reproduit, dans le Galaxy, nous pensons
que Mark Twain n’a qu’à se bien tenir, si les critiques anglais se mettent à
être de si bons humoristes sans le savoir.
2º Je pensais que vos œuvres étaient généralement très bonnes, mais
depuis que j’ai lu dans le Galaxy la reproduction de l’article de la Saturday
Review, j’ai découvert que j’étais bien au-dessous de la vérité. S’il m’est
permis de vous donner un avis, je vous conseillerai d’ajouter en appendice à
votre prochaine édition des Innocents cet article anglais. Cela fera ressortir
dans tout son éclat votre verve et cela vous servira merveilleusement.

You might also like