Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Güzel 1st Edition Selçuk Orhan

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/guzel-1st-edition-selcuk-orhan/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Χι■νι 20th Edition Orhan Pamuk

https://ebookstep.com/download/ebook-31785450/

Biologi Sel Hafidha Asni Akmalia

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-hafidha-asni-akmalia/

The Black Book Orhan Pamuk

https://ebookstep.com/product/the-black-book-orhan-pamuk/

Biologi Sel Dr. Hj. Tuti Kurniati

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-dr-hj-tuti-kurniati/
Emperyalizmin Türkiye ye Giri■i 2nd Edition Orhan
Kurmu■

https://ebookstep.com/product/emperyalizmin-turkiye-ye-
girisi-2nd-edition-orhan-kurmus/

Osmanl■ dan 21 Yüzy■la Bas■n Tarihi Orhan Kolo■lu

https://ebookstep.com/product/osmanli-dan-21-yuzyila-basin-
tarihi-orhan-kologlu/

Biologi Sel Unit Terkecil Penyusun Tubuh Makhluk Hidup


Rahmadina

https://ebookstep.com/product/biologi-sel-unit-terkecil-penyusun-
tubuh-makhluk-hidup-rahmadina/

L Esprit de sel Science culture politique Jean Marc


Lévy Leblond

https://ebookstep.com/product/l-esprit-de-sel-science-culture-
politique-jean-marc-levy-leblond/

Alianzas 1st Edition Iria G. Parente

https://ebookstep.com/product/alianzas-1st-edition-iria-g-
parente/
GÜZEL

Ya­zan: Selçuk Orhan

Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya
tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
Dijital yayın tarihi: Ocak 2017 / ISBN 978-605-09-3921-7

Kapak tasarımı: Geray Gençer

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL
Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16
Toplu sipariş için tel: 0212 373 77 44

www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr


Güzel

Selçuk Orhan
The box is only temporary.

Sylvia Plath
Garip

Havayı içine çekti, kanındaki ateşten geçirdi, üfledi. Soluğu


kulağımın arkasına usulca sırnaştı. Saçlarımın içinden ılık bir çiseleme
gibi geçti. Kim olduğunu nereden biliyordum? Okula çıkan yokuşta
yan yana nasıl yürüdüğümüzü? Ellerinin kum kuruluğunu, küt yassı
parmaklarını? Ay biçimli kesilmiş tırnaklarıyla aynı kavisli kaşlarını?
Parıltılı siyah bir deri ceket giydiğini ve –en saçması da buydu– ona
yakıştırmadığımı? Ceketin omzundaki metal aksesuarların erkekliğini
törpülediğini. Kokusundan, dün soğuk kavunu andıran bir parfüm
kullandığını ama sabah yıkanmadığı için terinin çiçeklendiğini nasıl
biliyordum? Burada kendimden başka bir yerdeydim. Başka bir
insanın kalıbında... Tanıdığım tek şey, şimdi ensemde, nasıl olmuşsa
upuzun saçlarımda, kulağımda gezinen soluğuydu; çünkü önce
ensemde bir kaşıntıyla başlamıştı. Kısa sürede bütün bedenimi bir
karıncalanma kavramış, eğip bükmüş, bir ışıktan geçirip tam buraya,
bu âna doğurmuştu.
Kendi bedenimin kokusundan ürperiyordum. Sınıftaydım, ama hep
olduğum gibi kürsüde değil, en arkadan bir öndeki bir sırada...
Sıramda dikleşip yay gibi gerilmiştim. Çözülüp çığlık atmamak için
kasılıyordum. Gömleğim, eteğim, giyindiğim her şey daralıp bedenimi
mengeneye almıştı. O, beni birkaç dakika bırakıyor, tam gevşediğim
anda bir şey daha yapıyordu... Sırtıma dokunuyor, saçlarıma ya da
kulağımın arkasına üflüyor ya da sadece ellerini yaklaştırıyordu.
Benimle birlikte derse girmek istediğinde hayır demeliydim. Benimle
birlikte derse girmek istediğini nereden biliyordum? Güvenlik
görevlisinin dalgınlığından yararlanıp duvardan atlayıvermişti, onu
gördüm, çünkü yanındaydım.
Belli etmemek için gözlerimi tahtaya dikmiştim. Arkama
dönmüyordum. Son derste olmalıydık. Kimyacı Figen Hanım,
kahverengi çerçeveli gözlüklerinin arkasında her yana kayabilen
bakışlarıyla sınıfı tarıyordu; tahtadaki basit dönüşüm formüllerini
anlatıyordu ama tutup dersi kaynatan ya da benim gibi kalbi hızla
çarpmaya başlamış birini yakalayabilirdi. Yaşlı kadınların radarları
gençlerin heyecanlarına açıktır. Figen Hanım beni kim olarak
görüyordu? Tedirgin bir öğrenci olarak herhalde. Öğretmenler
odasında göz göze gelmemeye çalışırım, çünkü şikâyetleri için
kendine geveze bir ortak arar durur. Hangi öğrencinin hangi sınıftan
olduğunu aklında tutamayacak kadar dalgındı; sınıfa öylesine gelmiş
bir yabancıyı, okul kıyafetini umursamayan zengin çocuklarından biri
sanıp geçebilirdi. O nedenle arkamdakini –bütün o alçak sesli
kıkırdaşmaya karşın– tanımamış olabilirdi.
Deftere farklı renkte kalemlerle not almaya çalıştım. Hareket eden
el benim miydi? Kısa ama ince parmaklarım vardı. Kollarımdaki
kıvırcık tüyler, elimin üstündeki yaşlı damarlar yok olmuştu. Bileğimde
incecik örülmüş alaca bir ip bilezik. Tırnaklarıma parlatıcı sürülmüş.
Renkli harflerin cümbüşünde gürültülü bir el yazısı... Ben –mecbur
olduğum durumlar dışında– sadece 0,9 kurşunkalem kullanırdım.
Beyaz boş kâğıda tek renk... Yazdıklarımın anlatılan dersle bir ilgisi
yok. Göze batmamaya çalıştığım için bir şeyler yazar gibi
yapıyordum. Biraz Figen Hanım’a, biraz da kendime... Arkamdan
bana uzanan milyon minik parmaklı bir adam vardı, herhalde bir
sevgili; bütün sinir uçlarıma dokunan, bir şiiri oluşturan harfler gibi,
bedenimi ince, kalın, ünlü, ünsüz ve alfabesiz harflerle yazan. Bu
duygunun yoğunluğu kim ya da ne olduğumu önemsizleştiriyordu. İki
kişiysek ikimizi, daha fazlaysak hepimizi silip atsındı işte. İnsan bir
şeyi istemeye başladığında yaşadığının rüya olmasının hiçbir anlamı
kalmıyor.
Fısıldayarak bir şeyler konuştuğunu işitiyordum; ne söylediğinin
hiçbir önemi yoktu. Ya da ben konuşuyordum, ne olur dursun ya da
ne olur durmasın diye. Sözcükler anlamdan değil, soluktan
oluşuyordu. Havayı çeviren, bedenine dolayan, ıslatan, delen, batan
yoğun bir soluk... Ne olur, ne olur sussaydı. Ne olur susmasaydı. Ben
hiçbir şey yapmayan bir istektim. Hepsi bu.
Gözlerimi kapatmak istiyordum ama sınıfta, otuz beş-kırk
öğrencinin ortasında, duş jeli reklamlarında kendinden geçen
kadınlar gibi görünmeyi istemezdim. Bir kadın gibi mi? Çünkü belki
de göğsüm inip kalkıyordu. Bir kadın gibi? Bileklerimin etli inceliğini
açıklıyordu bu; elimi yüzüme götürdüğümde pürüzsüzlüğe
dokunuşumu. Eteğimi, bacaklarımdaki serinliği. Gözlerim beni
olduğum yere çivileyen acımasız muhafızlara dönüşmüştü. Bakışımı
Figen Hanım’a ya da tahtada belirsiz bir noktaya sabitleyince, elim
defterde alışkanlıkla bir şeyler yazarmışçasına kıpırdayınca en fazla
kasılıp kalmış, ders dinlerken hülyaya dalmış bir kız kadar suçlu
olabilirdim. Bir kız kadar? Dersin bitmesine on dakika kalmıştı, en
azından yapma bir çiçek gibi donuk kalmalı, ama kendimi
kaybetmemeliydim. Biri bir şey sorsa çürüyüp dağılıverecektim
oysa... Onun soluğu içimi doldurmuştu. Bir ciğer dolusu öksürüğü
tutmaya çalışır gibiydim; ne boğuluyordum ne de nefesimi vermek,
onu bırakmak istiyordum. Çarp kalbim, bu kısır göğsü parçala,
içinden herkes çıksın.
Sıranın altından uzattığı eliyle belime de ulaşmıştı. Kolları uzundur.
Kollarının uzun olduğunu nereden biliyordum? Yanağımı okşarken
kendini geri çekerdi çünkü; bir gözü hipermetroptur. Ötekine göre –
dikkatli bakınca– biraz daha şiş. Bunu nereden öğrenmiştim? Dönüp
kızacak, olmaz diyecek ya da silkinip kendime gelecek takatim yoktu.
Serin bir kuyunun dibindeydim. Burada sadece ben mi vardım?
Yukarıdan ağır ağır bir kovanın inişini görüyordum. Ellerimi
uzatmıştım. Hayır, ellerimi uzatmamıştım. Ben suyun ta kendisiydim.
Suyun içinde bir benlikten fazlası olur ve hepsi birbirine dokunarak
dağılır. Başka kim vardı?
Figen Hanım’ın bet sesi içimdeki dalgalara ket vuruyordu. Arabada
midesi bulanan bir insanın her bariyerde kötü olması gibi, sarsan
darbelerle... İyileştirmiyor, azdırıyordu. Sıraya eğilip kendimi
arkamdakinden biraz uzaklaştırmak istedim. Kalem kutusunu alıp
karıştırmaya başladım. Metal bir kalemtıraş, fosforlu kalemler, birkaç
lastik toka, büyükçe bir elbise iğnesi... El yazım. Bütün harfleri büyük
ve yuvarlak. İşte b’lerin, d’lerin ve p’lerin yuvarlakları iki kez çizilmiş,
çiçek gibi. Kendimden korkacak kadar güzeldim.
Titremeye başlamadan kendimi durdurmuştum. Eller çekilmişti,
sadece sıska bir soluk kalmıştı. Kısacık bir süre yeniden kimyaya
döndüm: N2O -> ... Bu basit formüller niçin aklımda kalmıyordu? Bir
şeyin başka şeye sayılar yoluyla köprü kurduğunu çoktan öğrenmiş
değil miydim? Gerinip yaşadığım bu katılaşmış ânı yırtıp atmak,
kendimden gür bir çığlık gibi boşalmak istiyordum.
Niye bilmiyorum, elimi sıranın gerisine uzattım, onun elini tutmak
için herhalde. Şefkatin sıkıcılığını kuşanıp arkamda, bakışlarımın
olmadığı yerde kökleşen küslük çiçeğini okşamak istedim. Hiçbir
karşılık gelmedi. Gitmiş miydi? Dayanamayıp döndüm, baktım, başı
önüne eğik solukları hızlanmıştı. Döndüğümü görmedi. Aman
Allahım, kucağına bir çanta almış, sıranın altına sakladığı elleriyle
otuzbir çekiyordu; güya tedbirliydi ama dikkat eden birinin
anlamaması olanaksızdı. Yüzünde çocuksu bir hırs... Tiksinmedim,
ama başkasının onu yakalamasını da istemezdim, çünkü asıl o zaman
tiksinmek zorunda kalacaktım. Göz göze geldik. Kulaklarına kadar
kızardı; başımı hemen çevirdim; onu yakaladığım için ben hem daha
çok utanmıştım, hem de daha çok... hoşlanmıştım. Bacak aramdan
dizlerime kadar kan dolduğunu hissettim. Saldırgan, koyu, çakıllı bir
kan... Arka sırada otuzbir çekmeye devam etsin istiyordum. Dönüp
bakamadım. Elimi uzattım. Dokundu.
Bağırıp ayağa fırlamışım.
Eyüp

İnsan dediğin terbiye edilmiş hayvandır. Neye terbiye edildiğini


bilmez... Neye itaat edeceğini öğrenmiştir, hatırlamaz, sonra
hatırlatana kul köle olur.
Bu benim sırrım. Yok aslında... Bu benim bir lafım... Kafayı çekince,
bir akşam, Alamet Sofrası’nda çocuklarla konuşurken etmişim. Bana
hatırlattılar. Canım sıkıldı.
Sevmem böyle fiyakalı lafları... Kendim söylesem bile anlamam.
Ben basit bir adamım. Elimden tutan olmadı; kiminin suyuna giderek,
kiminin tepesine binerek bir şey oldum. Buna rağmen nasıl bu kadar
boşboğaz olduğuma şaşıyorum. Hem de en yaramaz, en bok püsür
adamların yanında dökülüyorum. Böyle şeyler söylediğimi işiten
herkesi sıraya dizip... Ya da kendi dilimi kesip kurtulsam. İnsan dilsiz
de boşboğazlık edebilir. Laf dilden çıkmıyor ki... Zayıf adamların tek
silahı zaten başkalarının itirafları. Kadınların hepsi gibi. İnsan sanki
ağzını açıp oradan kaçan bir kelimeyi ısırıveriyor. İşte konuşmak.
Tatsız ve can yakan şey.
Alamet Sofrası hiçbir şey değil. Yazın yerli turistlerden kazanırım
evet, ama asıl iş kumarda. Kışın, Sofra’nın sokağı insanların ayağında
sürüdüğüyle çamurlanır. Gidersiz taş döşeme yol. Girmeyi bile
sevmem. Üst kata, yazıhaneye çıkarım. Tüller hep örtülüdür ama
içeriden dışarısı ayna gibi görünür. Karşıdaki bina bir zamanlar
hanmış. Kemerli pencereleri birleştirip vitrine çevirmişler. Kapısının
üstünde bir yunus oyması. Böyle şeyleri niyeyse yerli turist seviyor...
Yabancıların umurunda olmaz ama zaten yabancı pek gelmiyor.
Geliyormuş gibi yapıyoruz sadece, İngilizce mönüler, ilanlar...
Edremitli bir müteahhit vardı. Sarıburun’un deniz görmez tepesinde
yabanileşmiş bir zeytinliği alıp pansiyon gibi bir siteye çevirmiş.
Ağaçları korumuş, iki havuz açmış, on bina, on beş konut. Ben
Paşa’nın sevk edeceği mallar için depo olabilecek bir yer ararken
denk geldim. Üstüne kurulduğu arazi çok geniş, belki elli dönüm var.
Neyi düşünerek bilmiyorum, müteahhit sitenin altına konutlardan
bağımsız odacıklar kurmuş; bunları birbirine daracık koridorlar
bağlıyor. Önce kapalı otopark diye başlamış, sonra zemin tutmayınca
sığınağa çevirmişler diye açıkladı emlakçı. Doğramalar nemden
çürümeye başlamış. Konutlar arasında mesafe çok, bazıları zeytin
ağaçlarının arasına saklanmış.
Her şeyin serbest olduğu yer burası, diye geçti içimden. Kimseye
hesap vermeyeceğim yer. Belki Paşa’ya bile. Dünyaya pençelerimi
buradan saplayacağım.
Siteyi yapan müteahhit arazi sahibiyle davalık olmuş. Başka yamuk
işleri de varmış herhalde, hapse girmiş. Orada sıkıştırıp aldım
elinden; borçlarını kapattım. Arazi sahibi de ne verdiysem razı oldu.
Mahkemeden sıtkı sıyrılmış, zaten kalp hastası. Biraz gururu okşandı,
biraz da gözü korktu. İkisi bir arada müthiş formüldür. Bir adama
saygı duyduğunu göstereceksin ama çizgiyi geçerse onu ezip
bitireceğini belli edeceksin; işte o zaman saygı gördüğü yerden dışarı
adım atmaz.
“Eyüp sıyırmış; ne yapacak bu sapa yeri?” dediler arkamdan...
Gırgır geçtiler. Yol bile yok. Çakıl dökmüşler, tek araçlık bir patika.
Kışın çamur deryası. Adam öldürsen jandarma giremez. Konutlar
bakımsız. Mutfakları zaten kalitesiz suntayla yapmışlar, hepsi
kabarmış. Havuzun gideri çalışmıyor. Isıtma sistemi bile kurulmamış.
İyi durumda olsa zaten nasıl alayım?
Tefeciye borçlandım. Beş dubleksin alt katlarındaki duvarları
yıktırdım. Mutfakları kaldırdım. Masalar koydum. Pencereleri
kararttım. Havuzun üstünü kapattırıp içini ışıklandırdım. Ofis gibi
düzenledim, bir iki havalandırma açtık.
Önce ufak ufak, adi müptelaları çekmeye başladım. Gündüzden
gidip odalara yerleşiyorlar. Akşam kumar başlıyor. Borcun taksitlerini
döndürmeye başlaması bir yılımı aldı. Tefeci boğazıma binecekti,
Paşa’yı araya soktum. “Hatrımı say” dedi. Hepsi o...
Kumar her şeyin bahanesi. Burası bir kumarhane değil, her şeyin
serbest olduğu küçük bir şehir. Özel masalar, özel odalar kurulur...
Belediyeden, jandarmadan, kaymakamlıktan, hatta ilden gelenler
rüşvet pazarlığını buradaki odalarda eder. İnsan kaçıranlar yüklerini
burada değiş tokuş eder. Oğlancılar, sübyancılar, kadınları öldüresiye
dövmek isteyenler, buranın odalarını tutar. Tek koşul vardır. Benden
başka kimse kan dökemez. Kapıdan giremeyeni içeri gizlice
soktuğum tüneller açtırdım. İsimleri, soyisimleri ve yüzleri kaydettim.
Jandarmayı, polisi mamalamak için borca girdim... Ağır topları
getirmeye başladık mekâna... Ona göre korumalar almak gerekti.
Odaları döşemek, yeme içme işlerini ayarlamak... “Honour Resort”
tabelasını astık; bu ismi kim akıl etti unutmuşum. Köpekleri bağladık.
Aydınlatmayı yerleştirdik. Bir yıl daha, iki yıl daha... Borç gırtlağa
dayandı ama makine işlemeye başladı. Üçüncü yılın ikinci ayında
tefecinin borcunu faiziyle tek seferde kapadım.
Paşa’nın hediyesini de eksik etmedim. Zeytinyağı kolilerinin
dördüne sığdırdım.
Ama hasılatı bir tek ben biliyorum. Göze batmamak için
bekliyorum. Bir hamle daha yapsam burası benim kalem olur. Ne
Paşa ne tefeci ne jandarma... Benden izinsiz adım atamazlar.
Saydım, maaşlı elemanlar dışında yedi-sekiz korumam var. Hepsi
o... Güzel para kazanıyorlar. Beni satmazlar. Para bir yana,
dengelerden çekinirler. Kumarhaneye inen ağır toplar kumarhanenin
yaşamasını ister. Mal gönderenler de... Haracını yiyenler de... Çünkü
ben bu işi kurup yürütmeyi becerdim. Adamlarım beni satarlarsa,
satan adam olurlar. Tutunamazlar.
İçimde bir şey durmuş. Sanki saatimin ayarı bozulmuş, bir
ağırkanlılık gelmiş üstüme... Hamle edemiyorum. Çıkış
düşünemiyorum. Kırk yaşına bastım... Yoruldum mu? Resort’a bile
uğramıyorum artık. Gece restorandaki yazıhanede takılıyorum.
Sonra beni bulamayacakları bir yere geçiyorum. Havaalanı yolu
üstünde kahvaltı veren mekânlardan biri benim. Bahçesini yüksek
duvarlarla çevirmiştik. Tadilat bahanesine boşalttım. Arka tarafına
lastikleri sönük bir karavan bıraktım.
Her şeyim orada. Param, tabancam, çocukluk kıyafetlerim...
Efkan

Babam her şeyi bildiğini sanan adamlardan değildi, ama her


konuda en az bir şeyi herkesten iyi bildiğine emindi. Müzikten
anlamazdı ama en iyi enstrümanları en uygun fiyata Taksim’de
Tünel’den alabileceğini biliyordu; teknolojiye uzaktı, yine de evdeki
tüplü Saba televizyonu değiştirmek için projeksiyonlu televizyonların
“yakında” gelmesini bekliyordu. Sabah gazetesinde okumuştu
herhalde ama 90’ların başında oldukça iyimser bir tahmindi bu.
Modayla arası olmamasına karşın pileli kumaş pantolon, ince deri
kemer ve sert pamuktan bol kesim bir gömleğin bana evrensel bir
yakışıklılık kattığına inanıyordu. Geçtiğimiz yıl, sömestrin son cuması
giymem için kot takım almış, ortadan ayırdığım saçlarımı adı Necip
Bey ya da öyle bir şey olan yağlı bir briyantinle geriye taramıştı.
Çenemin altına ve bileklerime kırmızı-beyaz kutusundan bayramdan
bayrama çıkardığı Old Spice’ından sıktı. Manşetli gömleği ve siyah kol
düğmelerini zor geri çevirdim. Yüzüme öyle bir bakışı vardı ki...
Dilenci gibi. İşte tam böyle olmamı dilenen bir bakış.
Bütün bunlar incir çekirdeğini doldurmayacak gerekçeler biliyorum
ama babamdan bazen tiksiniyordum. Servise para vermemek için
sabahları beni okula dizel panelvanıyla bırakıyordu. Nasıl olsa kendi
müflis işinin patronuydu, geç kalmayı umursamıyordu, belki de
seviyordu. Mesleğinin belirsiz olmasını sevmiyordum. Emlakçı, oto
galerisi ve toptancı... Hoş, sayesinde on iki yaşımdan beri araba
kullanabiliyordum. Beni niçin özel bir koleje kaydettirdiğini
anlayamıyordum. Anadolu lisesi sınavlarını kazanamamıştım işte,
nasıl bir öğrenci olacağım muammaydı, ileride babamın seviyesini
aşacağımı sanmıyordum. Aşmak da istemiyordum. Klas olmak
istemiyordum. Bazen de, örneğin panelvanı benim kullanmama izin
verdiğinde –ki aslında babamdan çok daha iyi sürüyordum– ya da
saçlarımın uzunluğuna bakıp, “Yanları jölelersen hoca anlamaz”
dediğinde babamı çok seviyordum. Ama işte arası yoktu.
Okulun ilk günü yazın boy attığım için dikkat çekeceğimi
ummamıştım. Aslında herkes uzamıştı, yani herkes iki-üç santim
kadar uzamıştı ama ben ortalamanın on santim üstündeydim. Ayı
gibiydim. Arka sıraya göndereceklerdi ve benimle aynı ayarda başka
bir ayıyla götlerimizi bitiştirip sığışmaya çalışacaktık. Ayrıca gitar
çalmayı öğrenmeye başladığım için Wraith’le, yani okulun tek rock
grubuyla birlikte aynı fotoğraf karesine girmeye koşmuştum. Beni hiç
kale almadılar, ama fotoğrafın sağdan yüzde otuzuna kocaman bir
adam olarak girdim. Sırtımda bir gitar çantasıyla tabii; hardcase değil
ama olsun, ne de olsa içinde Rus Pazarı’ndan alınmış, kalastan
bozma bir klasik gitardan başka bir şey yok. İstiklal Marşı için
bahçede sıraya girmemizden on dakika önce çekilmiş, lacivert ceket,
gri pantolon ve gri-lacivert kravatlarla poz verdiğimiz bir kare...
Herkesin sırtında gitar kılıfları asılı – hepsi bu. Hiçbir zaman bir
parçayı baştan sona dinlemeye değer şekilde çalmayı beceremedim.
“Come As You Are”ın girişini çalabiliyordum, bir de “Smells Like Teen
Spirit”... Bunları Nirvana kadar çalabiliyordum işte. “Sweet Child’o
Mine”ın girişindeki ezgiyi de... Yani dinleyenin “Bu şey miydi?” diye
soracağı kadar.
Tiyatro koluna yazıldım. Çaresizce çabalıyordum. Bir kız arkadaşım
olsun diye. Aslında ortaokulda bir kız arkadaşım olmuştu ama o pek
bir yere varmadı. Saçlarını kısa kestirdiği, daha doğrusu enseden
uzun bırakıp tepesinde kabarttığı için cüce bir Patrick Swayze’e
benzeyen çekingen bir kızcağızdı. Ara sıra el ele tutuşur ve öğle
teneffüslerinde kantinde aynı masada yemek yerdik. Evlilik hayatı
gibi bir şey... Aramıza bir yaz girdikten sonra boy farkımız neredeyse
bir metre olmuştu. Şimdi yanımda gördüklerinde başkalarının alay
etmeyeceğine emin olduğum bir kız arkadaş istiyordum. Elbette biraz
ileri gidebileceğim bir kız olsundu. Boynu, topuklarından dizlerine
kadar bacakları, belki biraz da karnı... Şimdilik yeterdi.
Çapkınlık dersleri almak için Mert’e börek ısmarlıyordum. Asla
uygulamadığım boş öğütler, bol şekerli çay ve bir kıza açılacağım
zaman her şeyden vazgeçiren ateş gibi ter damlaları... Yine de
Mert’le konuşmaktan, cep harçlığımı onunla paylaşmaktan geri
durmuyordum; galiba kendimle ilgili planlar yapmaktan zevk
alıyordum ve buna bir başkasını dahil etmeden kalkışmayı
başaramıyordum. En sevdiğim laf şuydu: “Psikolojik bir şey...” Aslında
Mert’e börek ısmarlamanın ya da istediğinde harçlığımdan asla
ödemeyeceğini bile bile borç vermenin iyi bir şey olmadığını
biliyordum. Belki arkamdan alay ediyordu, ki aptal yerine konmak
parasını kaptırmaktan daha korkunçtu. Yine de kendimi
durduramıyordum. Hayır diyememekten öte bir şeyi kaybetme
korkusuyla her seferinde teslim oluyordum.
Tiyatro koluna yazılmama Gülten Hanım önayak oldu; seçmeli
Almanca öğretmeniydi. Seçmeli dedimse, seçmeli bir ders almak
zorunlu olduğu ve okul başka alternatif sunamadığı için aslında
zorunlu bir seçmeli dersti Almanca; gerçi hiçbirimiz iplemiyorduk.
Dersler, Yusuf Kula’nınkilerden bile daha gırgır geçiyordu; kadın tam
bir avanaktı. Oğlu için Galatasaray maçına korsan bilet arıyor, bunu
bize soruyordu, bütün ders öğretmene akıl verme geyikleriyle
geçiyordu. Başka bir derste kızlara makyaj ipuçları veriyor ve toplu
taşımada tacize uğrarlarsa nasıl davranacaklarını anlatıyordu, yani
erkekler için daha eğlenceli konulardı bunlar. Sınavlarda kitap açık
oluyordu; buna karşın anlayamayan olursa kadın başında durup
açıklıyordu – Gülten Hanım’a göre sınavda bile olsa kitabı açıp
öğrenmemiz önemliydi; zaten hepimizi geçireceğini en baştan
söylüyordu. Biz de sınavda bile olsa öğrenmiyorduk. Almanca adına
aklımda kalan tek şey, “die hatte vier kinder” diye devam eden bir
şarkı; neyle ilgili olduğunu bile unutmuşum, ama ezgisiyle kalmış:
“Die hatte vier kinder...” Hatte derken “hatçe” diye söyleyip
kalabalıkta kaynardım.
Bu Gülten Hanım bir dersinde diğer yaşıtlarım gibi anırırcasına
konuştuğumu işitti. Davudi bir sesim olduğunu söyledi ve beni tiyatro
grubuna aldı. Hemen kabul ettim, çünkü danışmanım Mert’le de
konuştuğum gibi bu tür etkinlikler kız arkadaş bulmak için biçilmiş
kaftandı. Yoksa değil miydi? Bu Mert’le ilk tanıştığım günü
unutmadım. Kolejin bahçesinde benim gibi fasulyeleri bir yere
ayırmışlardı. On iki-on üç yaşındaydık; babam hep olduğu gibi geç
getirmişti beni, ilk gün bile. Sıraya girerken bu Mert’in ayağına
basmıştım. “Özür dilerim.” “Hiç önemli değil.” Ne kibardık... Bir yıl
sonra Mert’i öğle teneffüsünde bir elinde sosisli, ötekinde kaşarlı
tostla okula dönerken gördüğümde, “siyahla beyaz / ibne beşiktaş /
dön götünü sikeyim biraz” şarkısını söylüyordu. Öğle teneffüslerinde
özel veli izniyle dışarı çıkan öğrencilerdendik; bu sayede
arkadaşlığımız ilerlemişti. Mert, kızlarla çok daha rahattı; ne gitar
çalıyor ne de başka bir meziyet gösteriyordu, ama yıpratıcı ısrarlı
esprileriyle birilerini tavlamayı başarıyordu.
Kendimi kanıtlamak için tiyatro grubundaki mümkün olan en güzel
kıza yazmaya karar verdim: Ayça Demirel. Evet, böyle saçma sapan
bir soyadı. Bir kız için acayip sayılacak kadar geniş omuzlu. Gözleri
çekik, dudakları ipince. Okul dışından bir erkek arkadaşı da vardı.
Mert’le börekçide tıkınırken ikisini otobüs durağındaki bankta
otururken görmüştük – bizden belki üç-dört yaş büyük, yağlı saçları
ve kirli sakallarıyla kıronun teki. Pahalı bir güneş gözlüğü takıyordu
ve tepeden tırnağa siyah giyinmişti. “Kesin sikişe yatıyorlardır...”
demişti Mert. Bunu duymak beni hırslandırdı. “Senin de body
çalışman lazım. Tam izbandut olursun.”
Garip

Ders yılının başında toplam kalite projesi içinde öğrenciler arasında


öğretmenlerle ilgili bir anket düzenlenmişti. “Ev ödevlerinin yararlı
olduğunu düşünüyorum” ya da “Ders içinde sorularıma karşılık
alabiliyorum” ya da “Ders içinde öğrencilere karşı yaklaşımını olumlu
buluyorum” gibi sorulara, “Kesinlikle katılıyorum” ile “Kesinlikle
katılmıyorum” arasında 1-5 skalasında yanıtlar vermeleri istenmişti.
Öğrenciler büyük bir merakla ankete katıldı; açık uçlu bölümleri bile
doldurup fazladan kâğıt istediler.
Anket sonucunda öğrenciler arasında en çok sevilen ikinci
öğretmen seçildiğimi öğrendim. Birinci, elbette Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Öğretmeni Yusuf Kula’ydı. Dazlak kafası ve yuvarlağı kusursuz
göbeğiyle olağanüstü enerjik ve yardımseverdi. Haftada iki saat
girdiği din derslerini öğrenciler iple çekerdi, çünkü sübhaneke
ezberletmek ya da Uhud Savaşı’nın ayrıntılarına girmek yerine
öğrencileri gündelik konularda tartıştırır ya da basmakalıp kişisel
gelişim öğütleri sıralardı, ki velilerin çoğunu ortanın solu takılan Türk
burjuvalarının oluşturduğu böyle bir kolejde doğru bir damar
yakalamıştı. Boş zamanlarında da kolay yoldan para kazanmak için
kurnazca işler geliştirmeye çalışırdı: Reklamcılık üstüne bir kitap
çevirmeye çalışmış ama üşenmişti, hayırsız kardeşiyle araba kiralama
işine girmiş ama becerememişti, gazete bayii açmanın yollarını
öğrenmeye çalışmış ama hemen hiç ilerleyememişti, kitap satışıyla
ilgili çok yenilikçi sandığı bir fikrin defalarca uygulandığını öğrenip
hayal kırıklığına uğramıştı...
Bu adamla ilgili neden bu kadar çok şey bildiğime gelince:
Okuldaki ve galiba o dönem için dünyadaki tek arkadaşımdı.
Herhangi bir bağlılık duymuyordum Yusuf Kula’ya, olmasa da olurdu,
ama açıkçası, bazen günlerce, dersler dışında konuştuğum tek insan
Yusuf Kula olabiliyordu. Bu anket meselesinden ötürü beni çok
sevmişti; gelip tebrik etmiş, “Hocam, bizim dersler gırgırla geçiyor,
işimiz kolay. Asıl sizin gibi işi matematik öğretmek olan bir hocanın
başarısını kutlamak lazım” gibisinden bir şeyler söylemişti. Karşılıklı
iltifat paslaşmaları... Kısa bir süre sonra müdür yardımcılığı görevini
de üstlendi; muhtemelen maaşında, geri çevirmek istemeyeceği ama
tam da beklentisini karşılamayan bir fark karşılığında.
Beni çok seviyordu, çünkü kendine denk görmesi için müthiş bir
koz vermiştim eline: Ankette ikinci olmuştum. Yusuf Kula’nın birinci
olduğu, yani aslında her şeyiyle Yusuf Kula’yı ifade eden, haklı
çıkaran, doğrulayan bir şeyi doğrulayan bir başka kişi bendim.
Yedinci olsam bunu başaramazdım.
Sıradışı geçmişim de Yusuf Kula gibi meraklı bir adama göreydi.
Benim aslında NASA’da çalışması gereken bir matematikçi olduğumu
düşünüyordu; halbuki sadece bazı fırsatları kaçırmış alelade bir okul
birincisiydim. Hastalığımı da, hastalığım yüzünden terk etmem
gereken şeyleri de sevmişti. Beni dine döndürmek gibi bir saplantısı
olduğunu eklemek gerek:
“Hocam sen şimdi yaratıcı yoktur diyorsun, nefy aşamasını
tamamlamışsın. La ilahe diyorsun yani. Ona bir de illallah ekledik mi
tamamdır.”
“Nefi mi? O nedir?”
“Nefy. Tasavvufta ‘La ilahe illallah’ın ilk bölümü, yani ‘La ilahe’
kısmına nefy denir. ‘İlah yok’ demektir Arapça. İkinci kısmı da
‘illallah’, ‘Allah’tan başka‘ demek. Birleşince ‘İlah yoktur Allah’tan
başka...’ oluyor.”
“İkinci kısma bir şey denmiyor mu?”
“İkinci kısma isbat deniyor.”
“Pek isbat gibi değil ama öyle olsun.”
“Sen şimdi nefy safhasındasın.”
“Bence ikisinde de değilim.”
Pazartesi öğlene doğru revirde kendime geldiğimde başucumda
Yusuf Kula vardı; dünyayı yırtıp atan bir sırıtış, bir hastaya refakat
etmenin gururu:
“Garip geçmiş olsun. Sayende yer yerinden oynadı, keratalar blok
dersi kaynattılar...”
Neredeyse bir yıldır nöbet geçirmemiştim; hele okuldayken hiç
olmamıştı, işime konsantre olduğumda ya da örneğin kitap okurken,
hesaba dalmışken asla olmazdı.
Garip... Bu benim adım. Babam şakacı bir adammış, benim
doğduğum günü de içine alan bir zaman tasavvufla ilgilenmiş ve
Yusuf Kula’dan bu mesleğe ilişkin öğrendiklerimle karşılaştıracak
olursam her şeyi yanlış anlamış.
Yusuf Kula, öğrencilerden duyduğu kadarıyla neye benzediğimi
açıkladı:
“Hocam tam sarmal fonksiyonu anlatırken hıçkırır gibi sesler
çıkarmışsın. Boğuluyor sanmışlar. İnleye inleye nefes almışsın. Sonra
kilitlenip yere çökmüşsün. Elinde tebeşirle tahtaya böyle çizgi
çekerken... Ama düşmemişsin. Sanki böyle düşeceğini anlayıp
kontrollü şekilde oturmuşsun.”
“Rezillik” diye mırıldandım. Yusuf Kula’nın “sarmal fonksiyon”
demesi de hoştu.
“Üzme kendini Hocam. Bazı öğrenciler tedirgin olmuş. Birkaçı da
numaradan korktuk, kötü olduk diyorlar... Maksat ders kaynatmak.
Servis ayarlayıp hepsini gönderdik. Sen de istirahat et, az kendine
gelince doktora götüreceğim.”
Yusuf Kula, yeni Toyota’sıyla gezmek için fırsat arıyordu;
muhtemelen yola çıkıp “orası değil burası” diye hastane beğenmeyip
İstanbul turu atacaktık.
“Müdür Bey’e söyledim. Öğrencileri toplayıp tansiyonunun
düştüğünü söylemiş. Sara olduğunu düşünmelerini istememiş.”
“Haklı.”
Söylediği şeye bozulduğumu fark edince özür dileme niyetiyle
dizime dokundu. Nedense iyi geldi.
Hastalığıma teşhis konduğunda nerede olduğumu anlatmıştım ona.
Adı az duyulmuş bir kıyı kasabasında, Sarıburun’da, yurtdışına
gitmemi sağlayacak bir burs için kampa girmiştim. On altı-on yedi
yaşımdaydım. Aydın’da ya da Muğla’daydık. Belki İzmir’de. Denizin
olduğu bir yer işte... Uluslararası bir yarışmaya hazırlanıyordum.
Sadece matematik değil –o zamana kadar hiç üstünde durmadığım
İngilizceyi de öğrenmem gerekiyordu; hayatımda ilk kez kafam
karışıyordu, geri kalıyordum, kendimi toplayamıyordum. Şimdilerde
alıştığım hatta kanıksadığım, sevdiğim bir hal. Böyle kampları
cemaatler organize ediyordu, ben de mecbur birine boyun eğmiştim;
pek fazla seçeneğim yoktu. Kış aylarıydı, yine de hava ılıktı, serin
yağmurda parke kaplı anason kokulu birkaç sokaktan geçtiğimi
unutmamışım. Kaç kişi olduğumuzu tamamıyla belleğimden silmişim.
Balıkçıların dizildiği tenha bir çarşıdan geçerken ilk nöbet beni
yakaladı. Yakaladı diyorum, çünkü gerçekten sekiz-dokuz eli olan biri
omuzlarımdan, dizlerimden, başımdan karnımdan tutup çekiyor
gibiydi. Yürümeye çalıştım, adımım gitmedi. İlk düşündüğüm birinin
bana eşek şakası yaptığıydı. Bir fotoğrafa hapsolmuş gibi donup
kaldım. Seslerin tek bir uğultuda toplanıp tıkanması. Bazı adamların
yüzleriyle karışan bacakları. Taş binaların üstüne kazınmış eski
yabancı harfler. Dev bir sigma anımsıyorum. O anın içinde ne varsa
hepsini toplayan bir sigma. Her şey durup poz vermişti, hayatı
yaratan o ince ama yoğun dalgalar, evrenin nabzı yavaşlamıştı.
Gözlerimi kaldırımda açtım, sonra mayhoş bir uykuya dalıp otelde
yeniden kendime geldim. Yöredeki küçük bir klinikte incecik bıyıklı,
bir eli sigaralı ama zarif bir doktora muayene ettirdiler.
Kıyafetlerimdeki sarı çamurla beni evime geri gönderdiler.
Yusuf Kula’ya her şeyi tam böyle anlatmadım sanırım. Ne büyük bir
şey kaçırdığımı anladığını sanmıyorum. Kampta benden beklenenleri
başarsaydım yurtdışında bir üniversiteden kabul alabilirdim; o zaman
kim bilir, Boston’da bir evsiz olurdum belki, belki de genç bir profesör.
Kaçan yaşamın hayaline özlem duymak eksik karakterli insanların
işidir; bunu biliyorum, neyse ki karakteri yetersiz olmak değil beni
üzen. Anıt gibi karakterim olsun hiç istemedim. O ilk nöbetten önce
ne istediğini bilen, bildiği şey için de heyecan duyan bir gençtim; o
neden silindi, geriye bir öğretmenin posası kaldı. Ya da işte posası bir
öğretmen olarak iş gören bir adam. Rakamlar üstüne yüzyıllarca
geride kalmış bazı düşünceler bir de...
Yusuf Kula odadan henüz çıkmadan, birkaç dakika içinde müdürle
birlikte birkaç öğretmen daha içeri girdi; kendime geldiğimi görüp
sevindiklerini ilettiler, kaygılandılar, tansiyonumu ölçüp serum
bağlanması için hastaneye götürülmeme karar verdiler. Çabuk
toplamıştım. İyi ki ambulans çağırmamışlardı. Nöbet sırasında
gördüklerimi kimseye anlatmadım.
Bir de bu Yusuf Kula’yı beni o kampa sokan adama benzetiyorum.
Güleç, sabırlı ama kırılmayan bir inatla insanı esir eden bir irade.
Zaman kimilerinin ruhunu aşındıramıyor. Bayağılık bu işte.
Eyüp

Üç yaşındaymışım. Annem beni yüzüstü yatırıp ayağıyla sırtıma


basarak öldürmeye çalışmış. Üvey annem bunu anlatıp kıymetini
bilmemi isterdi. Anlatması yersizdi, çünkü söylediği şeyi
anımsıyordum. Toprağı ısırdığımı. Köylü çocuğu olsaydım belki ölüp
gitmiştim. Evlerin bitiştiği bir gecekondu mahallesinde sesimi işitip
kurtarmışlar. Kim bilmiyorum. İyi mi yapmış, onu da bilmiyorum.
Dokuz yaşındaydım. Beni çayırda kayrak bir taşın üstüne yatırıp
göğsümün tahtasına çakısının ucunu dayadı. Üvey ağabeyim. Çivi
çakar gibi vurdu. Yine vurdu. “Kalbini çıkaracağım.” Sahi o kaç
yaşındaydı? On dört-on beş olmalı. Çakı küçük, kör... Kesici değil ama
yukarıdan karnıma doğru bastırıp çekti. Bir eli sikindeydi. Pantolon
fermuarından ucunu çıkarmış. Bacaklarımın üstüne oturmuş,
bileklerimi bağlamış. Mor bir elektrik kablosuyla. Bir keresinde
boğazıma tasma gibi takıp beni çevresinde döndüre döndüre
koşturduğu.
Doktora ne uydurduklarını bilmiyorum: “Kemiğe dayanmış ama
daha derine girmemiş.” Ucuz kurtuldum. Bir ay sonra babamdan
dayak yedim, neden anımsamıyorum. Aslında beni severdi de, çok
kollamıştır. Dördüncü kez evden kaçtım. Döndüğümde silahlıydım.
Çakı değildi; paslı ama keskin bir komando palası. Kamer vermişti.
Çetenin reisi... Üvey ağabeyimi bacağından derin bıçakladım.
Jandarma beni yakaladı, biraz dövdüler ama vız geldi, sonra saldılar...
Ben böyle şeyleri düşünecek adam değildim. Bir adam böyle
anılara kafayı takmaya başlamışsa... Paşa, bazen “Bir şeyi anlamak
için sebeplerini bileceksin” derdi. Paşa bir bok bilmiyor bu konuda.
Sebeplere değil sonuçlara bakmak lazım. Sebeplere takarsan işte
böyle geçmişi sayıklar durursun. İnsan son gördüğü şey kadar
insandır işte... Geçmişle vuruşsan ne çıkar? Kurşunu nereye
sıkacaksın? Kaçan zamana mı?
Üvey ağabeyim topal kalmıştı. Siniri kestim herhalde. O bacağı
daha incedir. Minibüs durağında değnekçi gibi bir şey. Bekâr evinde
kalıyor. Geçen yaz uğramıştı iş istemek için. Acıdım ama ne
yapabilirdim? “Seni çok düverdi babam. Ben sakınırdım.” Düverdi.
Şimdi buna girişsem, sanki yapış yapış bir şeye girecek ellerim...
Çekip çıkaramayacağım. Ağzı sıkı değil, kafası az çalışır, korkak...
Turistik restoranda şef garson olacak hali de yok. Yirmi milyon
tutuşturup siktir ettim.
Bana köpek gibi çalışacak adam lazım. Gecenin bir vakti kaldırıp
sokağa dikebilmeliyim. Gözü kara olmalı. Boş konuşmamalı.
Biliyorum, ben yanlarında olmayınca dedikoduya başlıyorlar. Her şeyi
konuşuyorlar, bilmiyorlarsa yalan söylüyorlar, yalan uyduramadılarsa
ilk duyduklarına inanıyorlar. Bu halden zarar gelmemesi için dolap
beygiri gibi hepsini işe koşmak gerek.
Herhalde şu Selo’nun zamansız ortaya çıkması beni daralttı. Bir
tekne dolusu koliyi yığdı kumarhaneye. Hâlâ oradalar... Vereceği üç
kuruş para; hatta ödemedi. Bir haftaya alacaktı, bir ayı geçti. Sezon
başlıyor diyorum. Umurunda değil. “Paşa gönderdi...” Meydan
okumak için yer arıyor. Vursam ne olurdu ibneyi acaba? Koca kalın bir
kafa, sanki kurşun işlemeyecekmiş gibi. Kaya gibi.
Arıyorsun çıkmıyor, birden bitiyor, laf dinlemiyor... Tekne kiralayıp
Yalıyar’a geçiyoruz. Aslında beni yanında istemiyor ama mecbur.
“Bunları ne zaman alacaksın?”
“Paşa bilir. Bunlar gidince yenileri de gelecek.”
“Ne yenisi? İki haftaya kumar başlayacak. Yenisini alamam.”
“Paşa bilir. Kumar başlasın ne fark eder?”
“Nerede tutacağım bunları?”
“Depoya indir.”
“Baskın yersek?”
“Paşa bilir.”
“Paşa bilir?”
“Öyle.”
Somalili, Filistinli, İranlı... Ne bok olduğunu bilmediğim adamlarla
gelip gitmeye başladı. Suratlarına baksan altına edersin, saç sakal
birbirine girmiş, sokak ortasında adam kesecek cinsten... Ama
tırsıklar. Depoya döşek atmışlar. Yatıyorlar. Nöbete duruyorlar. Sonra
o paketler girip çıkıyor, girip çıkıyor... Sayıp saymadıklarını bile
bilmiyorum.
Su, Kola, Fanta, bisküvi istiyorlar... Beş kuruş vermiyorlar. Paşa
verecekmiş. Beş kuruş gelmiyor.
Silahlanmaya başladım. Mekânları kalabalık tutmaya başlamalı...
Efkan

Tiyatro kolunun başında üniversiteli bir genç var. Hafif kırık.


Konuşması. Kırıtması. Acayip, çünkü koyu sakallı, esmer ötesi bir
suratla dolaşıyor. Ben de tipsizim ama bundaki başka bir şey... Günde
iki kere tıraş olsa yetmez. Yanakları şişmiş yuvarlak bir kafa. Omuzlar
dar, zayıf mı zayıf... Midem bulanıyor.
Her provaya ısınma hareketleriyle başlıyoruz. Yürüme, hafif
tempoda koşma, oturma kalkma... Sonra çember halinde, el ele, kol
kola, koordinasyon hareketleri. En az kırk beş dakika sürüyor. İlk
provada eşofmanları getirmemiş olduğum için okul kıyafetiyle
katıldım. Sadece ayakkabıları çıkardım. Donuma kadar terledim –
herhalde leş gibi kokmuşumdur.
Sonra herkes –herhalde altı-yedi kişiydik– sırayla sahne olarak
kullandığımız mindere çıkıp bir durumu canlandırdı: Cüzdanını
çaldıran kadın, eve girince annesini yerde bulan adam, yalan
söylediği yüzüne vurulan işadamı... Bana düşense: Sevdiği kadını
başka bir erkekle gören genç. Hayat bir şey ima ediyor olamazdı,
çünkü henüz sevdiğim bir kadın yoktu. Beğendiğim kızlar vardı;
yüzünü, saçını, memelerinin kazaklarındaki kabartısını, bacaklarını...
İlk sıraya Ayça’yı aldım. Çalışmaya elinde bir kitapla gelmişti,
yanına gidip “Ne okuyorsun?” diye sordum ama hepsi o kadar, onca
ter attıktan sonra pek olmadı. Salonda beyaz çoraplarımda
geziyorum, muhtemelen altları leş gibi kapkara. Gri kumaş pantolon
giyiyorum. Pileli. Baba modası. Gömleği çıkarıp beyaz fanilamla
kalmışım. Eğri büğrü yakası terimle ıslak. Saçlarım da herhalde çalı
süpürgesi gibidir.
Elindeki kitapla ilgili bir şeyler anlattı. Kırmızı ve Siyah. Sayfaları
karıştırırken aralarına saman kâğıda çizilmiş taslaklar koyduğunu fark
ettim. Saklamadığını görünce sordum:
“Bazıları sevdiği satırların altını çizer. Ben resmini çiziyorum” dedi.
“Resim çizebiliyor musun?”
“Eh işte...”
İzin istemeden bir tanesini alıp katlarını açtım; bir erkeğin başını
çizmişti, ama saçlarındaki kıvırcıkların arasına kadın yüzleri
yerleştirmişti. Kıvrımlar hem saç gibi duruyor, hem de bir kadının
burnunu, yanaklarını, saçlarını ya da kapalı gözlerini oluşturuyordu.
“Aşk romanı adına benziyor” dedim.
“Öyle zaten.”
“Böyle şeyleri mi okuyorsun yani? Aşk romanları?”
“Evet, ama her aşkın romanını okumuyorum.”
Böyle konuşunca Ayça’nın da okuduğundan hiçbir şey
anlamadığına emin oldum. Bu bana cesaret verdi. Konuşurken –kendi
ölçülerim içinde– ona dokunmaya çalıştım. Saçına, çarparmış gibi
dizine, omzuna, biraz boynuna.
Tiyatro kolu çalışması nedeniyle okuldan geç çıktık. Henüz arkadaş
edinemediğim için öğretmenimiz ve gönüllü üniversiteli gencin yanı
sıra yürüyordum. Ayça, acelesi var gibi koşup arayı açmıştı. Okuldan
çıkarken yeni müdürün ilk icraatı olan devasa hapishane kapısıyla
gırgır geçtik. Ayça’yı göremeyeceğimi düşünerek otobüs durağına
yöneldim ama... Kareli siyah pardösülü, saçları yağlı bir gençle el ele
tutuşmuş, topuklu ayakkabılarla taş yokuşu iniyordu. Ne zaman
değişmişti üstünü? Adımlarımı hızlandırdım, kestirmeden gidiyorlardı
ama o topuklularla yokuşu inmesi dakikalar sürecekti, ana caddeye
çıktım ve aşağı koşmaya başladım. Yolun karşısına geçip ikisini
bekledim. Kavşakta, siyah bir arabaya, galiba bir Polo’ya bindiler.
Araç kullandığına göre en az dört-beş yaş daha büyük olmalıydı.
Kocaman gözlüklerini takmamıştı ama kirli sakalları ve kollarını
kıvırdığı siyah gömleğiyle hâlâ magazin programlarındaki modern
arabeskçilere benziyordu.
Kitap okuduğuna göre Ayça’nın azıcık daha entel olmasını
beklerdim. Gerçi ne okuduğuna dikkat etmemiştim. Dikkat etsem de,
ne önemi vardı? Anlayamazdım.
Garip

Goldbach konjektürünün cinsellikle bir ilgisi olduğunu


düşünmüşümdür: Bütün çift sayılar, en az bir asal sayı ikilisinin
toplamı olarak ifade edilebilir. 24=13+11 ya da 64=23+41... Bir
matematik öğretmeninin böyle bir şeyi kışkırtıcı bulması mesleğini
sevmekle sapkınlık arasında bir anlama geliyor. Babam böyle şeylerle
ilgilenmezdi; onun derdi daha çok yarışma problemlerini çözmekti.
Hiçbir zaman matematiğin aslında soru çözmek değil soru yaratmak
olduğunu anlamadı. Goldbach konjektürü babam için sadece abesti.
Galiba benim içimi kaşıyan şey bilinen her çift sayıda doğru olmasına
karşın bu konjektür için kesin bir kanıtın olmaması, ki bu durum,
kişisel cinsellik tarihime oturuyor.
Ben bir çapkın olmadım. Otuz iki yıldır, biri uzayan nişanlılığın
bozulmasıyla son bulan, diğeri uzun telefonlaşmalarla ateşlenip
tükenen iki ilişkim olmuştu. Objektif bir çekiciliğim yok; yakışıklı boylu
poslu değilim. Karizmatik, varlıklı, centilmen, eğlenceli, şık, ısrarcı
sayılmam. Ama biraz kendimi toplayıp koştursam, tanışacağım birkaç
kadından en az biriyle, kabul edilebilir düzeyde güzelce biriyle, bir
ilişki yaşayabilirim. Buna –yani ortada hiçbir objektif gerekçe
olmamasına karşın bir kadınla ilişki yaşama olasılığımın kesinliğine–
kısaca Goldbach konjektürünün cinsel tersyüzü diyorum. Çünkü her
asal sayı sonsuz sayıda çift sayıya tamamlanacak başka asallarla
birleşebiliyor.
Tembellik, bezginlik ise ayrı bir şey... İki yıldır, yani bu kolejde
çalışmaya başladığımdan beri, üstüme ölü toprağı serpilmiş gibi, ama
tatlı bir uyuşukluk içindeyim. Bir kadınla yakınlaşmak için elzem
zahmete katlanamayacağımı seziyorum. Flört doğası gereği insanı
kendiliğinden içine alan, oynaşma arzusunu ikili dinamik içinde
yaratan bir şey-ama flörtü başlatacak adımlardan, birine kur
yapmaktan hatta biriyle tanışmaktan... Düşünmesi bile beni yoruyor.
Boş bir odaya çekilip, bir kanepeye hatta yere sırtüstü uzanmak,
beynimdeki sokak lambalarının bir bir sönmesini beklemek istiyorum.
Epilepsi nöbetinden sonra aklıma şu takıldı: Bedenim
gayretsizliğimden ötürü beni cezalandırıyordu. Askerliğimde de
benzer bir şey olmuştu; o kadar gergin ve rahatsızdım ki, duşlara
girip kendimi gevşetmeye bile kalkışmamıştım. Yaklaşık iki haftada
bir, ergenlik yıllarında bıraktığım, bulanık yapışkan rüyalar
görüyordum. Şimdi de bedenim beni epilepsi nöbetinde ele
geçirmişti. Tanrım! Öğrencilerin önünde boşalabilirdim bile, o kadar
canlı bir rüyaydı.
Hatırlayınca tahrik olmuyordum oysa; sadece tiksiniyordum, çünkü,
hâlâ emin değildim ama, rüyamda bir kadın ya da kızın
bedenindeydim.
Nöbetlerim sırasında aydınlık rüyalar gördüğümü doktorlarıma da
anlatmıştım. Bir araç sürdüğümü, bir köprüden atladığımı, babamın
omuzlarında koşturduğumu, büyük bir kazandan süt içtiğimi... Hepsi
keyiflidir ve uyanışım sırasındaki üşümeyi ve kas ağrılarını
saymazsam harikadır. Hatta böyle bir epilepsi nöbeti içinde komada
kaldığım tatlı bir ölüm hayal ederim. Ama cinsel bir uyarılma... Hiç
başıma gelmemişti. Bu benim mahrem dünyama ergenliğin
saldırmasından başka bir şey olamazdı. Belki de ilaçların dozajını
artırmalıydım.
İlk nöbetten beri, sayısı, rengi, dozajı ve harika yan etkileri değişen
ilaçlar kullanıyorum ve en geç birkaç yılda içinde etken madde
portföyünü değiştirmezsem nöbetler yeniden ortaya çıkıyor. Her
seferinde aynı süreci baştan sonra yaşamak gerekiyor: Nörolojik
muayene, MR, EEG, genelgeçer kan testleri... Kampta uyarmışlardı
oysa: Sakın sayıları ezberleme. Ezberlemeye başladığında aç başka
şey oku. Gazete, roman, din kitabı. Ya da yürüyüşe çık. Yürüyüşe
çıkıyordum ama ezberlediğim sayının basamakları sökülmüş bir
kazağın ipi gibi peşimden sokaklara diziliyordu. Giderken aklımdan
geçiyor, dönerken belleğime topluyordum. Sayıyı düşünmemeyi
beceremiyordum.
Gerçi, bazı hekimlerin tahminine göre ilk nöbeti daha erken bir
yaşta geçirmiş ama teşhis ettirmemiş olabilirim. Havale geçirip
bayıldığımı ya da koşarken takılıp düştüğümü sanabilirlermiş. İlkokul
yıllarında fenalaşıp bir kenara düşmüş, tuvalette uyuklayıp kalmışsam
ya da herkesin kitap okuduğumu sandığı anda kilitlenmiş ve
kıpırdayamamışsam. Böyle bir şeyi hatırlamıyorum.
Pazartesi akşamı –galiba öğrencilerin merhameti sayesinde– fazla
yorucu geçmeyen bir günün sonunda müdür yardımcısı, odasına
gelmemi rica etti. Bana karşı hep kibar bir adam olmuştu;
gençliğimde, matematik yarışmalarında kazandığım birkaç derece ve
mezun olduğum üniversite nedeniyle üstün zekâlı biri olduğumu
düşünüyordu. Galiba okulun velilerine de böyle pazarlanıyordum.
“Geçmiş olsun, derste rahatsızlanmışsınız, çok üzüldüm.”
“Teşekkür ederim. İki yıldır nöbet gelmiyordu. Birkaç yılda bir böyle
yoklar.”
“İstirahata ya da izne ihtiyacınız var mı?”
“Sanmıyorum. Tatil girince kontrollere girerim.”
“Anlıyorum, bu nöbetler yakın zamanda tekrar edebilir mi?”
“Muhtemelen hayır. Deprem gibi bir şey bu; fay hattındaki enerji
bir kez boşaldı mı, kısa sürede tekrar etmesi zor.”
“Öğrenciler de çok üzülmüş. Bazı veliler okulu arayıp özellikle
geçmiş olsun dileklerini iletti.”
“Eksik olmasınlar.”
“Eminsiniz değil mi? İhtiyaç varsa istirahat için izin yazabilirim? Ya
da siz bir rapor düzenleyin. Cezmi Hoca’nın ders yükü ağır değil. Bir
iki hafta idare ederiz.”
“İçiniz rahat olsun. Bu benim açımdan grip, nezle gibi bir şey.
Böyle yaşamaya alıştım. Ama kendime daha fazla dikkat ederim.”
“Lütfen... Bir ihtiyacınız olursa haber verin.”
Her sorumlu yönetici gibi müdür yardımcısı da hastalığıma karşı
her türlü önlemi almış olmak istiyordu. Öğrencilerin psikolojisini ve
okulun imajını korumak amacıyla.
Eyüp

Selo’nun getirdiği kopuklardan biri Resort’un girişinde Dalyan


Abi’yle tartışmış. Buna da niye Dalyan Abi diyorsam, sırf altmış
yaşında diye. Dalyan işte. Arabanın park edilmesiyle ilgili bir mesele
olduğunu söylediler, ama başka şey... O nedenle çocuklar kararsız
araya girmişler. Biraz da Selo’dan tırstıklarından herhalde. Selo’nun
kopuklarına, “Ortada görünmeyin” diyoruz ama dinlemiyorlar...
“İlişmeyin” demiştim. Bu sefer ileri gitmişler. Dalyan Abi’yle itiş kakış
olmuş, kopuk silah çekmiş. Bir şey olmamış ama Resort’un adına
gölge düşürecek bir iş...
Beynim döndü.
Beni Paşa’ya tanıtan Dalyan’dı. Sarıburun’da emlak alıp satardı,
yani aslında kayda değer bütün binalar, arsalar, satılık oteller hepsi
elinden geçerdi. Şimdi akşama kadar Sofra’da demleniyor, ara sıra
Resort’a çıkıyor, genç oğlanlara kumar oynatıyor, odalardan birinde
sabaha kadar uyukluyor... “Ben mirasyediyim” deyip duruyor. “Çok
içiyorsun dokunacak...” dediğimde bir keresinde, “Paşa her şeyi sana
devretmemi söyledi; ben de böyle devrediyorum, fena mı?” demişti.
Her şeyi mi? Her şey Paşa’nın değil mi zaten?
“Dalyan’la dalaşan o yavşak kimse bir gün bile durmasın,
postalayın” dedim gözümü karartıp. “Selo’yu bulun, benim restorana
gelsin.”
Bir hafta kimseden hiçbir ses çıkmadı. Süt liman...
Dalyan Abi’yle takışan kopuğu Resort’tan çıkaran çocuğun barlar
sokağında küçücük bir mekânı vardı. Kokoreççi, sokağa iki alçak hasır
masa atmış. Oraya iki dingil gelip kız meselesiymiş gibi kavga
çıkarmışlar. Çocuğu haşat etmişler, kafasını kaldırıma vurmuşlar, az
kalsın ölüyormuş.
Aynı gecenin sabahı kim varsa toplayıp Resort’a gittim. Selo’nun
koyduğu ne kadar kopuk varsa ite kaka bir dolmuşa doldurdum. Yat
limanına bıraktırdım.
“Geleni almayın” dedim.
Gözlerinden okunuyor. Çocuklar tırsmış.
“Bu meseleyi de hiç kimseye anlatmayın. Akşama kumar var.
Korkmayın o kalabalığa kimse uğramaz.”
Jandarma karakolunda bir başçavuşu bağladım. Anayolda Resort’a
sapan noktaya devriye koydu. Laf olsun diye birkaç araç
çevirmişlerdir...
Çarşıda gezdim, restoranda dışarıdaki masalarda oturdum,
çocukların takıldığı mekânlara girip çıktım. Selo, kurnazlığa getirip
“mekânına gittim, ortadan kaybolmuş” gibi şeylere bağlamasın diye.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, Selo yanında kravatlı bıyıklı bir
adamla topallayarak geldi. “Senin ecdadını diyerek...” üstüne
yürüyecektim, çocuklar da tetikteydi, ama kravatlı adam araya girdi:
“Paşa’nın selamını getirdim” dedi garip ama nazik bir şiveyle.
“Başım üstüne” dedim.
“Kahvenizi içeceğiz.”
İçeride kuytuca bir masaya buyur ettim. Donattım.
“Sizin mekânda Paşa’nın kıymet verdiği şeyler var, 43 tane koli
olması lazım.”
“Doğrudur, hepsi sağlam.”
“Terbiyesizin haddini bildirmişsiniz. Paşa teşekkür eder.”
“Eyvallah.”
“Selo da özür dileyip el öpecek” dedi.
Göz göze geldik; Selo’nun hiç öyle bir hali yoktu ama adamın
dediğini yapmak için davrandı.
“Lüzum yok, öpmüş kadar oldu.”
“Selo’yla birlikte Paşa iki misafir göndermek ister. Sizin için
‘Kıymetli arkadaşımdır, beni yüzgeri etmez’ diyor.”
“Bunun getirdiği kopuklardan mı?”
“Estağfurullah. Paşa’nın arkadaşları.”
“Eyvallah.”
“Başka mallar da gelip gidecek. Bu arkadaşlar mekânda kalır. Onlar
kaldıkça mekâna kimse el süremez.”
Binalardan birini Selo’yla Paşa’nın iki adamına ayırdık. Dayadık
döşedik. Önceki kopuklardan ayrı takım elbiseli, hususi şoför kılıklı iki
adam geldi yerleşti. Selo gece gelip gündüz gitmeye başladı.
Topallayarak.
Bir görüşümde yüzüme bakmadan, “Benim ecdadım Paşa...”
dediğini işittim. Ben keskin bir adamım. Paşa beni bunun için tutar,
çünkü sadece keskin bir adamın girebileceği yerler vardır. Ve
girmemesi gereken yerler.
Karavana gideceğim zaman kasaba dışına çıkıp yoldan taksi
çeviriyordum. Bir kilometre uzakta benzincide inip havanın
kararmasını bekliyor ve öyle yürüyordum.
Efkan

Lisedekilerle futbol oynamayı sevmiyorum. Eşofmanları kuşanıp kız


gibi koşuyorlar. Sıfır hırs. Fauller ya kaval kemiğine şut sallamak gibi
acemice oluyor ya da rakibini tutup çekmek gibi bariz ve tatsız. Asfalt
bahçede önümü boşaltınca orta sahadan var gücümle vurdum, kaleyi
önüne kurduğumuz basketbol potasının direğinde patladı.
Hemen, “Abi yavaş...” dediler.
Mahallede durum başka: Mesela Özcan, yoğurt fabrikasındaki
mesaisinden çıkmasıyla toprak sahaya iniyor... Topu ayağına geçirdi
mi, erken yaşta terk ettiği çocukluğunun ruhunu çağırmış gibi oluyor.
Yere kapaklansa da sürünüyor, doğruluyor, topa hamle ediyor. İşte
ondan o topu kapmak, Turgut’un tecavüze uğramış gibi haykırdığı
kaleye sallamak...
Beni hanım evladı sanıyorlar ama her defasında hayallerini
yıkıyorum.
Ters aşk, diyorum ben bu huyuma. Aynı şeyi Ayça’ya karşı da
duyuyorum. Üzmek, canını yakmak tutkusu.
Artık teneffüslerde sınıfının kapısına dayanmaya başlamıştım.
Telefonunu da aldığım için bazen hafta içi her akşam arayıp boş boş
konuşuyordum. Darlanmaya, sıkılmaya, boğulmaya başladığını
seziyordum. Bu beni daha da ısrarlı, daha da gıcık biri yapıyordu,
ama Ayça bir şekilde benim saplantılı arkadaşlığımı da geri
çevirmiyordu. Belki okulda fazla bir çevresi olmadığı için böyle
davranıyordu, belki teneffüslerde ben olmasam daha fazla nefret
ettiği bir başkası başına bitecekti. Kalın yapraklı bir deftere siyah bir
kalemle resim çizip duruyordu. İnsan bedeninin parçalarına benzeyen
ama bütün olarak bir şeye benzemeyen sinir bozucu formlar... Burun
kıvırmasam da sevmiyordum bunları. Birkaç kez fikrimi sordu,
yuvarlak konuştum, belki de beni bu yüzden benimsemedi. Yakışıklı
Another random document with
no related content on Scribd:
új, egy kiválasztott faj keletkezni? Úgy látszik, hogy Nietzsche
visszaidézi emlékezetébe a tisztelet és fiúi kegyeletből kivetkőzött
azon elméletet, mely által Renan101 genie-jét neki megmagyarázza:
«a homályos ősök hosszú sorozata takarította meg számomra az
értelmi erőket», és «reflexiói» jegyzékéhez mintegy odaveti, amelyek
egy kevéssé tökéletlenek ugyan, de amelyekből mégis világosság
árad ki: «Esztelenség azt képzelni, hogy az értékek (az alacsony
értékek?) mindezen győzelme élettanellenes lehet; életbevágó
érdekkel kell megmagyarázni, az «ember» typusának fenntartását,
még akkor is, ha a gyengék és kitagadottak túlsúlyával kellene is azt
elérni. Ha talán a dolgok más módon folynának, – ember nem is
volna többé. A typus felemelkedése veszélyes az emberi faj
megőrzésére. Miért? Az erős fajok – tékozlók. Egy gazdasági
kérdéssel állunk itt szemben».
Ebből látjuk, hogy mire számít vagy erőlködik számítani
Nietzsche, egy természetes folyamatra, a természet bűvös erejének
(vis medicatriae naturae) egy nemére. Leereszkedve,
megkissebbedve, az emberfajok megkímélik magukat, előrelátólag
és gazdaságosan és mindig ugyanannyi észbeli-erkölcsi erőt
tételezve fel az emberi értékekben és magában az emberiségben,
egy tartalékot kreálnak, amely egy napon természetszerűleg egy
kiválasztott osztállyá fog testesülni, tehát saját kebelükből egy
kiválasztott osztályt kreálnak, amely ebből így kiválik; méhükben
hordják öntudatlanul az arisztokráciát, amely onnan ki fog lépni,
hogy uralkodjék rajtuk.

Mindig rátalálunk Nietzscheben Schopenhauernek102 a nagy


tévutra vezetőnek elméletére, aki az emberi fajt orránál fogva vezeti,
aki azt téteti vele mint kellemest, amit különben sohasem tenne, ha
tudná, hogy hova vezeti. Lehetséges; azonban ha a rendkívüli
gazdaságos viselkedés az erők tartalékához vezet, talán sokkal
biztosabban vezethet ez a vérszegénységhez, a létező
kiválasztottak megsemmisítéséhez, hogy a jövő kiválasztottait
készítse elő, nem tudom vajjon nem a nagy tévutra vezető által
inspirált játék-e ez, de olyan játék, amely veszélyesnek látszik.
Bizonyosnak kellene lenni abban s ki bizonyos benne? hogy a nagy
tévutra vezető nem hagyja-e el azokat, akik magukat elhagyják.
Elmondtam nem gondolva semmiféle meta physikai mythologiára
és nem gondolva csupán a becsvágyókra, akik bennünket
körülvesznek és nem gondolva csak arra, hogy jótanácsot adjak
nekik: «A célhozérés legjobb eszköze a leszállás». – Semmi sem
inkább bölcsészeti álláspont – feleli Nietzsche; ez inkább áll a
népekre, mint az egyénekre: a legjobb eszköz a népek számára,
hogy egykor naggyá legyenek az, hogy kisebbedjenek. – Egy kissé
kételkedem. Nincs elfogadható indoka annak, hogy a kitartóan
kultivált gyöngeségből az erő következik. Sem Görögország, sem
Róma nem adnak erre példát támaszul, sem az athéni köztársasági
demokrácia, sem Róma császári demokráciája nem adtak alkalmat
arisztokrácia születésére társadalmi értékek állandósított
megtakarítása által.
– Erre nem volt idejük.
– Ezt mindig lehet mondani.
Inkább kell talán a demokrácia mérséklésére törekedni, mint
gyorsítani a hanyatlás folyamatát, hogy újra születés felé
irányíttassék az. Legalább is ez mutatkozik a legtermészetesebb
gondolatnak és ez hasonlít leginkább a kötelességhez.
Midőn a demokrácia mérsékléséről beszélek, jól gondolja az
olvasó, hogy ezzel azt akarom mondani, hogy önmaga mérsékelje
magát, minthogy semmi sem képes mérsékelni, ha egyszer
öntudatra jutott. Nem szabad másra gondolni, csak arra, hogy őt
meggyőzzük. Bármily idegenszerű vakmerőségnek tünjék is fel
megkísérelni azt, hogy meggyőzzük őt másról, mint saját
meggyőződéséről, még sem szabad másra gondolni, mint az ő
meggyőzésére, minthogy minden egyéb megerőltetés hiábavaló
lenne.
Emlékezetébe kell hozni, hogy a kormányzatok éppen úgy
elenyésznek alapelvük elhagyása, mint annak túlhajtása által,
jóllehet ez igen elévült alaptétel; hogy elenyésznek alapelvük
elhagyása által, mert alapelvük keletkezésük történeti indoka és
hogy elenyésznek alapelvük túlhajtása által, mert nincs olyan
alapelv, amely csupán önmagában volna jó, amely elegendő volna
neki egyedül önmagában a társadalmi gépezet complexumához.
Mi valamely kormányzat alapelve? Nem az, amit mint ilyent, vagy
olyant megállapít, hanem miként Montesquieu mondja: «az amit
tevékenységre indít», «az emberi szenvedélyek ezek, amelyek
mozgásba hozzák». Világos tehát, hogy a souverainitás, az
egyenlőség és a kontárság szenvedélye nem elegendők, hogy egy
kormányzatnak teljes és erős életet adjanak.
Meg kell adni a maga részét a hivatottságnak, jobban mondva a
hivatottságnak egy részt kell adni, mert nem akarom azt állítani,
hogy joga van ehhez, de ez egyenesen társadalmi szükségesség.
Részt kell adni a szabályszerű, az értelmi, az erkölcsi
hivatottságnak, még ha a nemzeti souverainitás korlátolt lenne is
általa, még ha az egyenlőség eszméje szenvedne is miatta.
A népnek különösen szüksége van egy demokratikus elemre, de
éppen úgy szüksége van az arisztokratikus elemre is. A
demokratikus elemre különösen szüksége van a népnek, nehogy
magát csupán passiv elemnek érezze, de érezze, hogy része és
pedig jelentős része a társadalmi testnek, hogy ezen szavaknak: «a
nemzet te vagy; védelmezd azt» jelentősége legyen, máskülönben a
hazafiatlan demagógok okoskodása jogosulttá válnék: «mire jó ezen
urakért azon urak ellen hadakozni, minthogy úgysem lenne köztük
semmiféle különbség, minthogy egyik a másik helyét foglalná el?»
Szükséges, hogy legyen a nép kormányzatában demokratikus
elem még azért is, mert igen veszélyes, hogy a nép talány legyen,
minthogy tudni kell, mit gondol, mit érez, miért szenved, mire
vágyódik, mitől fél, mit remél és mert ezt csak tőle tudhatjuk meg,
tehát szükséges, hogy legyen valahol szava, olyan szava, amelyet
nem fojtanak el.
Egy vagy – más módon, egy kamara által, amely az övé legyen s
amely nagy tekintélyben részesüljön; a nép képviselői jelentékeny
számának egyetlen kamarában való jelenléte által,
alkotmányszerűleg konstituált plebiscitumok által, melyek az
alkotmány revisioja – és az általános érdekű törvények miatt
szükségesek; a sajtószabadság és a társulati- és egyesületi
szabadság által, ami nem lenne elegendő, de amellyel kilehetne
körülbelül elégíteni; – szükséges, hogy a nép tudathassa amit óhajt
és képes legyen mérlegelni a kormány határozatait, egyszóval
legyen megértve és meghallgatva.
De legyen a nemzetben és a nemzet kormányzatában
arisztokratikus elem is, nehogy azt, ami benne helyes, elnyomja az,
ami benne zavaros, nehogy ami benne határozott, elhomályosítsa az
ami benne ingadozó és nehogy ami benne akarat, megzavartassék
a benne levő szeszélyes- és összefüggéstelen velleitások által.
Ezen arisztokráciát néha maga a történet hozta létre és ez
esetben nem rossz, mint többé-kevésbé zárt kaszt hagyományokkal
bír s a hagyományok inkább megőrzői a törvényeknek, mint maguk a
törvények, minthogy ezek képezik azt, ami leginkább élő, leginkább
életerős és leginkább termékeny a nép lelkében. Néha nem a
történet hozta létre az arisztokráciát, vagy az, amit a történet hozott
létre, eltünt, nincs többé; a nép tehát teremtsen arisztokráciát
önmagából és ezután a teljesített szolgálatokért járó tisztelet, sőt az
elődők által teljesített szolgálatokért való kitüntetése és
megválasztása az utódnak; valamely ember hivatottságának
tisztelete a foglalkozás szerint; tisztelete bármily adandó
foglalkozásnak, amely az ember erkölcsi értéke szerint van
kiválasztva: lesznek azon minőségek, melyeket a demokraciának
tekintetbe kell venni és meg kell őrizni.
Ezen minőségek képézik az ő szerzett képességét, hogy részt
vegyen a kormányzatban; ezen minőségek képezik az ő
alkalmazkodását a társadalmi életviszonyokhoz, a társadalmi
gépezethez és a társadalmi szervezethez. Azt mondhatjuk, hogy
ezen minőségei által lép be azon organismusba, amelynek ő az
anyaga. Miként igen jól mondja Stuart Mill:103 «nem bírhatunk
életképes demokráciával, hacsak a demokrácia bele nem egyezik
abba, hogy az a munka, amely képességet követel azok által
végeztessék, akik bírnak avval».
Tehát ami kell, aminek mindig kell lennie magában a socialista
uralomban is, ahol – miként azt kimutattam – az arisztokrácia mégis
fog létezni, csakhogy sokkal számosabb lesz; ami kell, aminek
mindig kell is lennie, az a demokrácia és az arisztokrácia vegyüléke,
amely tétel jóllehet igen régi, de mert Aristoteles, aki mint
természettudós megvizsgált százötven különböző alkotmányt, így
mindig csak neki lesz igaza.
Láttuk, hogy ő teljesen arisztokrata, de utolsó következtetései,
akár midőn Lacedemonról beszél, – holott nem szereti azt, – akár
Carthagóról, akár egy általános rendszerről, mindenesetre olyanok,
hogy mégis a vegyes alkotmányok a legjobbak. «Mindamellett
lehetséges egy olyan mód, amellyel a demokráciát és az
arisztokráciát megvalósíthatjuk, s ez az volna, hogy a
megkülönböztetett polgárok és a sokaság minden oldalról bírják
valami módon azt, amit óhajtanak. Az a jog mindenki számára,
eljutni a magistraturákhoz – demokratikus elv; nem bocsátani a
magistraturákhoz csak a kiválasztott polgárokat – arisztokratikus
elv».
A demokrácia és az arisztokrácia keveréke ad jó alkotmányt. De
nem szabad, hogy ezen vegyesalkotmány egyszerű egymás mellé
helyezés (juxtaposition) legyen, ami nem lenne más, mint
érintkezésbe hozni egymással az ellenséges elemeket. «Keveréket»
mondtam, holott «kombinációt» kellett volna mondanom. Szükséges,
hogy az ügyek kezelésénél az arisztokrácia és demokrácia
egymással össze legyenek kapcsolva.
Hogyan? Már régen mondtam ezt és nem is kívánok mást,
minthogy megismételjem. Ott egészséges a nép, ahol az
arisztokrata népbarát és ahol a nép arisztokrata. Mind az a nép,
melynél az arisztokrácia arisztokrata és a nép demokrata, oly nép,
amely hamarosan az enyészetre van kárhoztatva, mert nem tudja mi
a nép és nem megy tovább annál, hogy tudja mi egy osztály, vagy
talán még addig se.
Montesquieu sokszor csudálja az athéneieket és rómaiakat a
következő indokból: «Tudjuk, hogy Róma jóllehet a nép megszerezte
magának azt a jogot, hogy a plebejusok a hivatalokba emelkedjenek,
nem tudta magát elhatározni, hogy ezeket oda megválassza és
jóllehet Athenben az aristidesi törvény104 szerint minden osztályból
lehetett magistratust választani, még sem történt meg sohasem, –
mondja Xenophon, – hogy az alsó néposztály követelte volna azt,
ami üdvét és dicsőségét szolgálta volna.» Mind a két tény
határozottan áll, csakhogy az, ami Athent illeti, semmit sem jelent,
minthogy Athenben mindent plebiscitum által döntöttek el,
következésképen Athen valódi magistratusai a szónokok voltak,
akikben a nép megbízott, akik határozatait kezdeményezték és akik
az államot valósággal kormányozták. Rómában ugyanazon jelentős
tény van, mert itt igenis a választott magistratusok kormányoztak.
A köztársasági Róma jóformán arisztokratikus kormányzatú
ország volt, de amely demokratikus elemmel is bírt; de ez a
demokratikus elem a polgári háborúkig alaposan arisztokrata volt,
éppen úgy, mint az arisztokrácia alaposan népbarát volt, amely
néposztályba egyébaránt a bejuthatás mindig nyitva volt a
plebejusság előtt.
A clientela intézménye bármely elfajult állapotba jutott is – azt
hiszem – egy olyan egyedülálló tünemény, amely kimutatja, hogy
mely pontban érezte a két osztály társadalmi és hazafias
szükségességét annak, hogy egyik a másikra támaszkodjék és egyik
a másikkal gyökereivel összefonódva legyen.
Az a nép, ahol a köznép arisztokrata, az arisztokrácia pedig
népbarát: egészséges nép. Róma boldogult a világon, mert ötszáz
esztendő alatt társadalmilag egységes volt.
Arisztokrata nép és népbarát arisztokrácia, hosszú ideig azt
hittem, hogy ez a formula tőlem származik. Most veszem észre, –
ami egyébaránt semmiképen sem ejtett csudálatba, – hogy ez még
Arisztotelestől származik: «Ime a beszéd, melyet az olygarchák most
némely államban hangoztatnak: esküszöm mindig ellensége voltam
a népnek és sohasem tanácsoltam neki mást, mint amelyről tudtam,
hogy ártalmas neki.» Ez mindenben az ellenkezője annak, amelyet
legalább mesterkélve kellene mondani és megértetni… Ez politikai
hiba, amelyet az olygarchiában és a demokráciában is és ott, ahol a
sokaság ura a törvényeknek – a demagógok követnek el. A
gazdagok ellen harcolva, az államot mindig két ellentétes pártra
osztják. Ellenkezőleg szükséges, hogy a demokráciákban tere
legyen a gazdagok mellett való beszédnek, az olygarchiákban pedig
szükséges, hogy az olygarchák a nép érdekében láttassanak
beszélni.»
Ez machiavelli tanács. Aristoteles meggyő ződve látszik lenni
arról, hogy a demokraták csak látszólag képesek a gazdagok mellett
beszélni és hogy mindaz, amit az olygarcháktól kívánni lehet az,
hogy beszélni láttassanak a nép érdekében. De jól tudja azt is, hogy
az állam békéjéért és javáért ilyennek kell lenni magatartásuknak.
De többre is, alaposabbra is van szükség. Az arisztokratáknak
nem csupán látszaniok kell népbarátoknak, de népbarátoknak is kell
lenniök, ha magának az arisztokráciának érdekeit megértik,
amelynek alappal kell bírnia; a demokratáknak nem csupán
látszaniok kell arisztokratáknak, de arisztokratáknak is kell lenniök,
ha megértik a demokrácia érdekeit, melynek vezetővel kell bírnia. A
jó szolgálatok ezen viszonossága, a hódolatnak ezen
összekapcsolása és az erőfeszítésnek ezen kombinációja éppen
annyira szükségesek a modern köztársaságokban, mint a régiekben,
Ez nem egyéb, mint a társadalmi synergia.6) A társadalmi
synergiának éppen oly erősnek kell lennie, mint a családi
synergiának. Minden megosztott család elenyészik, minden
megosztott ország elenyészik.
Keveset beszéltem a királyságról, amely csak közvetve jut
feladatom körébe. Ha annyira erős királyságokat láttunk, ez azért
van, mert a royalista érzület, az arisztokrácia és a nép által közösen
tanusítva, megvalósítá a társadalmi synergiát, az, hogy mindketten
meghódolnak valakinek, arra vezetendő vissza, hogy az akaraterők
egy irányba haladnak s így egymás előtt fejet hajtanak, «Eadem
velle, eadem nolle amicitia est.»
A királyság erre a célra nem szükséges. A királyság egy
emberben szemlélt haza. Ha önmagában tekintjük is a hazát,
ugyanazon synergiához lehet és kell is eljutnunk, az akaraterőknek
ugyanazon egyirányú közös céljához. Kell, hogy a kicsinyek
szeressék a hazát a nagyokban és hogy a nagyok szeressék a hazát
a kicsinyekben és hogy ennek folytán úgy egyik, mint másik egyet
akarjon s egy és ugyanazon dolgot vesse vissza. Amicitia sit!
FORDÍTÓ JEGYZETEI.

1. Montesquieu (Charles de Secondat, báró de la Brede et de la


Montesquieu. 1689–1755.) Nagybátyja halála után – ki Bordeauxban
parlamenti tanácsos volt – ennek hivatalát örökölte, majd parlamenti
elnök lett; erre vonatkozik Voltaire-nek a 61. lapon idézett gúnyos
megjegyzése. Szerző idézetei többnyire Montesquieu «Esprit des
lois» című művéből és a «Lettres persanes»-ból valók.
2. Quinet Edgar (1802–1875.) francia író; híres politikai röpirata:
«l’Allemagne et la Révolution.»
3. Szerző idézetei leginkább Aristoteles «meta fizikájából»,
etikájából és politikájából» valók.
4. Amœba: ázalagfaj.
5. Socratest avval vádolták, hogy nem hiszi az isteneket és
rosszra csábítja az ifjúságot, amiért az atheni népbíróság halálra
ítélte. A halálos ítéletet az atheneiek később megbánták.
6. Pnyx, az a hely Athenben, ahol a népgyűléseket tartották.
7. Baccalaureátusnak nevezik Franciaországban azt a
legalsóbbrendű akadémiai fokot, amelyet a theológiai-, jogi-,
mennyiségtan- és természettudományi (facultés des sciences) és a
nyelvészet-történettudományi (facultes des lettres) fakultáson
nyernek el a tanulók.
A theológiai baccalaureatus három évi tanfolyam utan írásbeli
dolgozatok és szóbeli vizsgák alapján, a jogi baccalaureatus pedig
két tanév után, a második tanév végével sikeresen kiállt második
vizsgálat által szerezhető meg.
A mennyiségtan-, természettudományi- és a szépirodalmi
baccalaureatusok (baccalauréats és sciences et és lettres) helyébe
az 1890 április 8-iki decretum egységes baccalaureatust
(baccalaureat unique) létesített. Ezen vizsgálat két részből áll
(baccalauréat première partie et seconde partie) s egy évi időköznek
kell köztük lenni.
Az orvosi karon nincs baccalaureatus.
8. Licentiatusnak nevezik Franciaországban azt a második
akadémiai fokot, amelyet az orvosi kar kivételével, az összes többi
fakultásokon nyernek el a tanulók és pedig: a theol. karon a
baccalaureatus után eltöltött egy évi, a jogi karon ugyancsak a
baccalauréatus után eltöltött egy évi tanfolyam és megfe elő vizsgák
után; a mennyiségtan természettudományi karon (facultés des
sciences) hasonlóképen a baccalauréatus és megfelelő vizsgák
után; minthogy pedig az ezen karon előadott egész tudománykör
három csoportra van felosztva három licentiatus van, úgymint a) a
mennyiségtani (licence és sciences mathematiques), b) a
természettani (licence es sciences physique) és c) a természetrajzi
licentiatus (licence és sciences naturelles).
A nyelvészet-történettudományi fakultáson (facultés des lettres)
az 1880 dec. 25-iki és az 1885 júl. 28-iki decretum a licentiatust,
amely a bölcsészet, a történelem és az idegen nemzetek
irodalmának mellőzése folytán eddig kizárólag szépirodalmi volt, oly
módon alakította át, hogy a vizsga egységének megőrzése mellett
megengedte, miszerint mindenik jelölt ezenfelül a maga által
választott külön tárgyból tehessen vizsgálatot.
9. Franciaországban az 1896 júl. 10-iki törvény által
egyetemekké emelt fakultások, – megfelelő vizsgálatok alapján – a
következő tudori fokokat adományozzák ú. m.
a) a hittudományi (doctorat en theologie),
b) a jogtudományi (doctorat en droit),
c) az orvostudományi (doctorat en medecine),
d) a nyelvészet-történettudományi (doctorat és lettres) és a
mennyiségtan-természettudományi tudorságot (doctorat és
sciences)
10. Nantes-ban 1598. adta ki IV. Henrik francia király a híres
«nantesi edictumot», amely a reformátusoknak szabad
vallásgyakorlatot engedett s amelyet XIV. Lajos 1685-ben
visszavont.
11. Drachma a görögök ezüst pénze, melynek súlya a
súlydrachmával azonos s értéke az egyes országokban különböző
volt.
12. Cooptatio alatt valamely testület tagjainak önkiegészítés által
való megválasztását értjük.
13. A tarantella pók Olaszországban honos, csípése folytán –
minthogy az véletlenül történik s leginkább a lábakat éri – a
megcsípett ember a tánc látszatával bíró ugrándozó mozdulatokat
tesz, miért is ezen ugrándozást «tarontella-tánc»-nak hívják.
14. Rousseau (János Jakab 1712–1778) a nagy francia bölcsész,
híres «Contrat social»-jából idéz leginkább szerző.
15. καιρος alkalmazkodást jelent s a görög mythológiában mint
istenség volt személyesítve.
16. Colbert János. Keresztély Franciaország nagyhírű
pénzügyminisztere a XVII. században. Szerző hivatkozása Colbertre
ennek azon intézkedésére vonatkozik, mely által a hasznavehetetlen
hivatalnokokat elmozdította és a hivatalok káros adás-vételét
korlátozta.
17. Louvois (Ferenc-Mihály le Tellier marquis de Louvois) francia
hadügyminiszter a XVII. században, aki mindenben – tehát a
hivatalnokok felett is – teljes önállósággal rendelkezett. Szerző
hivatkozása erre irányul.
18. Renouvier Károly-Bernát (1815–1869). Francia bölcsész.
19. Idézet Homer Odysseia-jából (XVII. ének 322. és 323. sor).
20. Demos a köznépet jelenti.
21. Az 1875. évi február 25-iki alkotmány és 1884. évi dec. 10-iki
törvény, a törvényhozó hatalmat két kamara között osztotta meg, ú.
m. a képviselő kamara (chambre des députés) és a Senatus között.
Az 1875 február 25-iki alkotmány szerint a Senatus 300 tagból áll,
akik közül 225 senatort kilenc évre a departments-ok és a gyarmatok
választanak meg, 75 senatort pedig az Assemblée national választ
meg; ez utóbbiak az elmozdíthatatlan senatorok (senateurs
inamovibles).
22. A délamerika Paraguayban a jezsuiták számos missió-telepet
alapítottak s a bennszülött indiánokat a keresztyénségre térítve,
megtanították a földmívelésre és felvirágoztatták a kereskedelmet.
Az egész ország egy családot képezett, melyben a jezsuiták voltak a
családfők. Amit az egyes ember keresett, azt nem magának, hanem
az intézménynek szerezte és ebből osztották ki a jezsuiták az
egyeseknek életszükségleteiket, a ruházatot és a fegyvereket és
szigorú rendet tartottak. A jezsuitákat 1767-ben űzték ki
Paraguayból.
23. A francia államtanács (Conseil d’État) mai napság az államfő
és a miniszterek legfőbb tanácsa, amelynek az a rendeltetése, hogy
a törvények előkészítésénél, a közigazgatási szabályok hozatalánál,
és az állami szolgálat (services publics) legtöbb kormányzati ügyeit
érintő decretumok kiadásánál segítőleg közreműködjék; továbbá,
hogy az elébe terjesztett kérdésekre javaslatokat adjon s végül, hogy
a közigazgatási bíráskodás körébe tartozó perekben, mint legfőbb
bíróság ítélkezzék.
24. Solon, az atheni államalkotmány megalapítója mint archont a
Drakó-féle túlszigorú törvények helyett új törvényeket hozott s
átalakította a különböző alkotó elemekből álló régi alkotmányt,
melyet a timokrácia, vagyis a vagyon alapjára fektetett.
25. Roland nagy Károly császár unokaöccse s a legünnepeltebb
vitéz nagy Károly kiséretében.
26. Cicero a «mérséklet» (temperantia seu moderatio) fogalmát
ekként határozza meg: «Temperantia est rationis in libidinem atque
in alios non rectos impetus animi, firma et moderata dominatio». («A
mérséklet az észnek a rossz hajlamok és a léleknek egyéb
rendellenes kitörései felett való erős és mérséklő uralma.») Cicero:
De inventione rhetorica Lib. II. Ugyancsak a «mérsékletről» (de
temperantia sen moderatione) értekezik Cicero de officiis Lib. I.
27. Montesquieu itt «Esprit des lois» czímű művére hivatkozik.
28. Szerző idézetei Platon «Köztársaság»-ából valók, amely
Platon ideális államszervezetét foglalja magában.
29. Macchiavelli (Nikolo di Bernardi dei Macchiavelli, 1469–
1527.). Szülővárosának Florenznek tett politikai szolgálatai mellett,
kiváltképen a «Principe» című műve által lett nevezetessé, melyben
a bitorló uralom megalapításának eszközeit ismerteti és az erény
nélkül való okosság politikáját hirdeti, mely politika
«macchiavellismus» név alatt ismeretes.
30. Valentinois hercege: azonos Cesare Borgiával.
31. Moore Tamás (1780–1852) Nagy-Brittánia egyik legnagyobb
költője; szerző megjegyzése onnan eredhet, hogy Moore Anakreon
ódáit fordította le, majd Little álnév alatt megjelent költeményeiben
Catullust utánozta.
32. Harrington James híres műve: «The Oceana» cím alatt jelent
meg, amelyben Anglia számára egy olyan eszményi köztársaságot
ajánl, mely a javaknak lehetőleg egyenlő megosztására van alapítva.
Erre hivatkozik a szerző.
33. Proudhon Péter-József (1809–1865.) ismert francia sociálista
és nemzetgazdasági író.
34. Lycurgus Sparta számara szerzett törvényeket amelyekkel az
állam alkotmányának alapját vetette meg.
35. Sulla (Lucius Cornelius) Marius ellenfele, majd annak
legyőzetése után Róma diktátora és törvényhozója; 79-ben Kr. e.
önként vonult vissza a hatalomtól.
36. Szent Lajos (IX. Lajos 1226–1270.) francia király,
uralkodásával a jogszolgáltatásnak egész új korszaka kezdődött.
Erre reflektál az idézetben Montesquieu,
37. A Code pénal 324-ik artikulusának jelzett része szószerinti
fordításban így hangzik… «a házasságtörésnek a 336-ik
artikulusban körülírt azon esetében, midőn a férj feleségén,
nemkülönben annak tettestársán azon pillanatban követi el a
gyilkosságot, midőn őket a hitvestársi házban tetten éri: a gyilkos férj
büntetésmentes.»
38. Usbek à Rhédi. Lásd Montesquieu «Lettres persanes».
39. Demosthenes beszédei közül 61 maradt reánk, de ezek közül
sok nem valódi; ezenkívül van hat levele és 56 bevezetés egyéb
beszédeihez, de ezeknek sem biztos a valódiságuk.
40. A lajstromos szavazás (scrutin de liste) a szavazás azon
módja, midőn a szavazás egyszerre történik több jelöltre, akiknek
neve egy lajstromban foglaltatik. A lajstromos szavazás ellentéte, az
arrondissement szerint való szavazás (scrutin par ou
d’arrondisement).
41. Olympiadnak nevezték a görögök azon négy egész éven át
tartó időszakot, amely az egyik Olymp-ünneptől a másikig tartott. Az
első Olympiadot a Kr. előtti 776-ik évre teszik, az utolsó, vagyis a
293-ik Olymp. pedig összeesik a Kr. utáni 394-ik évvel.
42. Charondas, görög törvényhozó.
43. Phædon a címe Platon a hallhatatlanságról szóló dialogjának;
Phædon különben Platon barátja volt.
44. Anélkül, hogy a Scipiók közül valamelyiket különösen akarná
a szerző megnevezni, a Scipio névvel egy kiváló ős római férfit jelöl
meg.
45. A «via sacra» (szent út) a mons palatinust a mons
capitolinustól elválasztó út, amely közös áldozó körmenetek
számára volt rendeltetve.
46. Beaumarchais Aug. Caron de Beaumarchais (1732 – 1799.)
francia drámaíró.
47. Carnot Lázár Miklós (1753–1823.) híres francia
mathematikus és műszaki katona; a Dierectorium tagja, majd
Brumaire 18-ika után hadügyminiszter.
48. Conventionnels a nagy francia forradalom alatt a
conventbeliek.
49. L’ancien régime alatt értjük az 1789. előtti uralmat és
kormányrendszert Franciaországban.
50. A francia semmítőszéket (Cour de Cassation) az 1790. évi
november 27-iki törvény – melyet későbbi törvények csak a
szervezet szempontjából módosítottak – állította fel; hatáskörét az
idézett törvény 2-ik art, ekként állapítja meg: «a semmítőszék
hatásköre az utolsó folyamodásban hozott ítéletek ellen beadott
semmiségi panaszok, továbbá egyik bíróságtól a másikhoz való
átutalás iránti kérvények felett törvényes aggály, vagy a
közbiztonság okából ítélkezni, végül a bíróságok közötti illetékességi
összeütközések s a bírákra vonatkozó szabályok felett dönteni. A
semmítőszék hatásköre egyaránt kiterjed a polgári és a büntető
peres ügyekre.
51. A huissiers azon hivatalnokok, akiknek az a feladatuk, hogy a
perindításhoz szükséges cselekményeket foganatosítsák, az
ítéleteket végrehajtsák, a kézbesítéseket végezzék, a feleket a
bíróságok elé idézzék stb. Ezen hivatalnokokat az
igazságügyminiszter felterjesztésére a köztársasági elnök nevezi ki
és azon joggal bírnak, hogy utódjukat kinevezésre ajánlhassák.
52. Az avouék (ügyvivők) azon hivatalnokok, akik a feleknek
törvényes megbízottai és akik a felek képviseletére vannak
kötelezve, azon törvényszékek előtt, amelyhez ki vannak nevezve.
Az avouék intézményét az 1791 január 29-iki és március 20-iki
decretum alkotta meg, a régi prokuratorok (procureurs) helyébe,
amely decretum a hivatalok elárusítását és öröklését megszüntette.
Az 1816 április 28-iki törvény 88. art, az avouékat cautio adására
kötelezte.
53. A notaires (közjegyzők) a XI. év ventôse 25-én hozott törvény
1. art. szerint «azon köztisztviselők, akik arra hivatvák, hogy
átvegyék mindazon szerződéseket és közbenjárjanak azon
cselekményeknél, amelyekhez a felek megszerezni kötelesek, vagy
megszerezni óhajtják a hitelesség jellegét».
A közjegyzők a törvény által meghatározott cautiot tartoznak
letétbe helyezni.
54. Voltaire (Ferenc-Mária Arouet de Voltaire; 1694 – 1778) a
XVIII. század ezen egyik legnagyobb alakjának következő műveiből
veszi idézeteit a szerző, ú. m.
a) «Mort de Labarre» «Calas» et «Sirven» (1766.) ezen művét a
bírói tévedés mellett ártatlanul kivégeztettek becsületének
helyreállítására írta.
b) Lettres sur l’Angleterre.
c) «Essai sur les mœurs et l’esprit des nation» (1756.).
d) «Idées républicaines» (1762.).
e) «Droits de l’homme» (1768.).
55. Suidas görög grammatikus és lexicograph a X. vagy XI.
században élt. Lexicona nagy és becses tömegét tartalmazza most
már ismeretlen régi írások kivonatainak és fragmentumainak.
56. Anastasius császár volt a keletrómai birodalomban.
57. A szerző által említett «banc du roi» Anglia három
főtörvényszékének (Superior Courts of Common Law at
Westminster) egyike az ú. n. «Court of Kings Bench», mely egy
elnökből és annak négy bírótársából áll.
58. A francia parlamenti bíróságok (Parlaments de France) 1302-
ben alkottattak. A legelőkelőbb s a legrégibb közöttük a párisi
parlament volt, melynek illetékességi köre fél Franciaországra
kiterjedt. Volt még ezenkívül 12 parlament, amelyek magukat «Cours
souveraines»-nek nevezték, minthogy utolsó folyamodásban
ítélkeztek. A parlamenti tanácsosok megüresedett állásai, vétel és
örökösödés útján töltettek be.
59. A département az Assemblée nationale által 1789 dec. 22-én
a provinciák és généralitások (provinces et généralités) helyett
szervezett közigazgatási kerület. A département első tisztviselője a
préfet, mellette két tanács működik, ú. m. a conseil général és a
conseil du préfecture.
60. Pascal Balázs (1623–1662) a jezsuiták egyik legerősebb
ellenfele. Híres műve: «Gondolatok a vallás felett.»
61. A canton, mint az arrondissement része territorialis kerületet
képez. Minden cantonban békebíró működik és cantonok szerint
történik a conseil général és a conseil d’arrondissement tagjainak
megválasztása.
62. Az arrondissement a département járása; minden
département 3–7 arrondissementra van felosztva. Az
arrondissement élén az alprefet (souspréfet) áll, mellette a conseil
d’arrondissement működik.
63. Az athéni népbíróság bírái voltak a heliasták.
64. Rabelais Ferenc (1483–1553.) híres francia satirikus.
65. Busiris a görög mythológia szerint Poseidon és Lysianissa
Epaphos leányának fia, aki az országba bejött összes idegeneket
áldozatul megölte. Busiris Osiris sírját is jelenti, ahol évenkint
embereket áldoztak.
66. Lefèvre János, Ferenc de la Barre lovag 1757. Abbeville-be
ment látogatóba, ahol egy haragosa vádjaira tűzhalálra ítéltetett és
az rajta végre is hajtatott, éppen úgy mint d’Etalonde elnök 17 éves
fián.
67. 67 Calas János toulousi protestáns kereskedő, akit azzal
vádoltak, hogy legidősb fiát vallási gyűlöletből meggyilkolta, ezért a
toulousi parlament halálra ítélte s a büntetés rajta 1762. évi március
9-én végre is hajtatott. Voltaire a per felülvizsgálását kieszközölvén,
Calas ártatlansága a bírói tévedéssel együtt kiderült.
68. Aristophanes görög vígjátékíró.
69. Idézet Xenophon Συμπόοιον című művéből (IV. fejezet 29–
32. §§.) Charmides-nek az egyik szereplő személynek szavait idézi
szerző.
70. Seneca (Lucius Annaeus, bölcsész, Nero nevelője.
71. Antisthenes görög bölcsész, a cynikus bölcsészeti iskola
megalapítója.
72. Az ostracismus (cserép szavazás) azon népbíráskodás volt
Athenben, mely által valamely igen befolyásos polgár
szavazattöbbséggel tíz évre terjedő száműzetésre ítéltetett.
73. Tyrannusnak hívták az ókori görög államok egyeduralkodóit.
74. Cassandra Priamus trójai király leánya, aki mindig
szerencsétlenséget jósolt, de akinek senki sem hitt.
75. Nietzsche Frigyes Vilmos (1844–1900). Bölcseleti
rendszerében – melyet a szerző homályosnak mond – magasabb
kulturát akart teremteni az «arisztokratikus individium» által, tehát az
erősebb jogát érvényesíti a gyöngébbek felett s nem ösmeri el a
teljes jogegyenlőséget; majd megteremti az «Übermensch» «a
magasabbrendű ember» ideálját. (Lásd Fülep Lajosnak: Nietzsche
Frigyes a «Tragedia eredete» című műve fordításához írt
«Előszavát»).
76. Gunyoros megjegyzés a nagy császárra, Nagy Károlyra.
77. Molière (János-Keresztély Poquelin de Molière, 1622–1673.)
a legnagyobb francia vígjátékíró.
78. Plautus, római vígjátékíró a 2-ik században Kr. e.
79. Terentius római vígjátékíró ugyancsak a 2-ik században Kr. e.
80. Idézet Horatius Flaccus Ars poeticájából (160 s köv. sorok).
81. Ezen gondolatot fejezi ki Kant Immanuel, a königsbergi bölcs
«Kritik der praktischen Vernunft» című munkájában.
82. Barthélemy János-Jakab (1716–1795.); abbé, francia
archeológus, æsthetikus és történetíró. Híres műve az 1788-ban
megjelent: «Voyage du jeune Anacharsis en Grèce».
83. Lestranger Marcel francia büntetőjogi író,
84. Boileau-Despreaux Miklós (1663–1711.) francia költő és
kritikus.
85. Az agrégés a jogi- és orvosi fakultásokon, nemkülönben a
gyógyszerészi főiskoláknál versenyvizsgálatok után alkalmazott
docensek.
86. Perrin Dandin: a peresfelek pénzén meggazdagodott bíró.
87. Brunetière Ferdinánd, francia író és a «Revue des deux
Mondes» irodalmi kritikusa.
88. Ezen szellemes szójáték Roland János de la Platière
miniszter feleségétől, a girondisták egyik szellemes vezérétől
származik.
89. A kommunizmus alatt a vagyonközösség tanát értjük.
90. A kollektivizmus alatt azon társadalmi rendszert értjük, amely
minden magántulajdont megszüntet s minden termelő tényezőt és
vállalatot az államnak ad át, amely azután a termelt javakat az egyes
emberek közt kiosztja.

91. Bonald (vicomte de Bonald ✝ 1840) francia bölcsész.


92. A deismus Istenbe vetett azon tiszta hit, amely nem a
kinyilatkoztatáson alapul.
93. Goncourt Edmond és Gyula francia író testvérpár.
94. Diderot Dénes (1713–1787.) francia bölcsész, az
«Encyclopædia» főmunkatársa volt.
95. Holbach (Larousse) Pál Thierry d’Holbach francia bölcsész,
író. ✝ 1789.
96. Robespierre Miksa a francia rémuralom feje.
97. Augier Emil (1820–1889.) francia vígjátékíró.
98. Lásd fentebb 68. lap.

99. Fouillée Alfréd, francia evolutionista bölcsész. (✝ 1912.)


100. Aristoteles metafizikájában előadott rendszer szerint
léteznie kell egy első mozgató vagy ható oknak annyival inkább,
mert az anyag magát nem mozgathatja, ehhez mozgató oknak kell
járulnia; ez a κινητης ακινητος vagyis a mozdulhatlan mozgatója.
101. Renan Ernő (1823–1892.) a «La Vie Jésus et les Apôtres»
című mű híres szerzője.
102. Schoppenhauer Arthur (1788–1860.), megalapítója azon
bölcsészeti rendszernek, mely a Kant-féle idealizmustól a
realizmushoz való átmenetet képezi. Főgondolatát, «hogy a világnak
lényege az akarat», Nietzsche átvette.
103. Idézet Stuart Mill. János (1806–1873.) «A képviseleti
kormányzatról» szóló művéből (1861.).
104. Az aristidesi törvények szerint – tekintet nélkül a vagyonra –
minden athéni polgárnak meg volt engedve az állami hivatalokba
való juthatás.

You might also like