Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

K■z■l ile Kara 1st Edition Stendhal

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/kizil-ile-kara-1st-edition-stendhal/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Vida de Henry Brulard 1st Edition Stendhal

https://ebookstep.com/product/vida-de-henry-brulard-1st-edition-
stendhal/

Psikanalizin Kara Kitab■ 1st Edition Catherine Meyer

https://ebookstep.com/product/psikanalizin-kara-kitabi-1st-
edition-catherine-meyer/

Yaln■zl■■■n Kara Laneti 1st Edition Brigid Kemmerer

https://ebookstep.com/product/yalnizligin-kara-laneti-1st-
edition-brigid-kemmerer/

Kundurac■ ile ■blis 1st Edition Anton Pavloviç Çehov

https://ebookstep.com/product/kunduraci-ile-iblis-1st-edition-
anton-pavlovic-cehov/
Elf Kral■ ile Anlas ma 1st Edition Elise Kova

https://ebookstep.com/product/elf-krali-ile-anlas-ma-1st-edition-
elise-kova/

Kütleçekim Kara Delikler ve Bilgi Üzerine 1st Edition


Jacob D Bekenstein

https://ebookstep.com/product/kutlecekim-kara-delikler-ve-bilgi-
uzerine-1st-edition-jacob-d-bekenstein/

Kara Ayin Apokaliptik Din ve Ütopyan■n Ölümü 1st


Edition John Gray

https://ebookstep.com/product/kara-ayin-apokaliptik-din-ve-
utopyanin-olumu-1st-edition-john-gray/

Görünür ■le Görünmez Maurice Merleau Ponty

https://ebookstep.com/product/gorunur-ile-gorunmez-maurice-
merleau-ponty/

Harro ile Libertas Bir A■k ve Direni■ Hikayesi 1st


Edition Norman Ohler

https://ebookstep.com/product/harro-ile-libertas-bir-ask-ve-
direnis-hikayesi-1st-edition-norman-ohler/
KLASİKLER 18

Can Yayınları 92

Le Rouge et le Noir, Stendhal


© 2000, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Can Yayınları’nda 1. basım: 2000


3. basım: Ekim 2011
E-kitap 1. sürüm Eylül 2015, İstanbul
Ekim 2011 tarihli 3. basım esas alınarak hazırlanmıştır.

Kapak tasarımı: Ayşe Çelem Design

ISBN 978-975-07-2689-7

CAN SANAT YAYINLARI


YAPIM, DAĞITIM, TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.
Hayriye Caddesi No: 2, 34430 Galatasaray, İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
www.canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
STENDHAL
KIZIL İLE KARA

ROMAN

Fransızca aslından çeviren


Nurullah Ataç
Stendhal’ın Can Yayınları’ndaki diğer kitapları:

Parma Manastırı, 1984


STENDHAL, 1783’te Fransa’nın Grenoble kentinde doğdu. Asıl adı, Marie-Henri Beyle’dir.
Annesini yedi yaşında yitirdi; sonraki yıllarını baskıcı bir baba ile katı bir disiplinden yana
olan teyzesi ve özel öğretmeniyle birlikte geçirdi. Bu üç “despot” onun gözünde, nefret ettiği
Grenoble burjuvazisinin temsilcileriydi. Sonradan, Vie de Henri Brulard (Henry Brulard’ın
Yaşamı) adlı özyaşamöyküsünde ailesine ve eğitimine duyduğu tepkiyi, sıradanlığa ve paraya
duyduğu nefreti, insan iradesi ve tutkularına olan hayranlığını dile getirecekti. Restorasyon
Dönemi Fransız toplumunun karamsar bir tablosunu çizdiği en ünlü romanı Kızıl ile Kara
1830’da basıldı. Aynı dönemde İtalya’ da geçen bir tutku ve siyasal serüven öyküsü olan
Parma Manastırı adlı romanı, ancak Balzac’ın övgü dolu makalesinden sonra dikkatleri çekti.
Stendhal, 1841’de felç geçirdi. Paris’e döndükten sonra, 1842’de öldü.

NURULLAH ATAÇ, 1898’de İstanbul’da doğdu. Uzun yıllar çeşitli okullarda edebiyat, sanat
tarihi ve Fransızca öğretmenliği yaptı. Edebiyatımıza modern anlamda deneme türünü
getirdi ve döneminin en etkili eleştirmenlerinden biri oldu. Yeni şiirin ve Garip akımının
tutunmasında çok büyük katkısı oldu. Millî Eğitim Bakanlığı’nın kurduğu Tercüme Bürosu’nda
görev aldı ve dünya edebiyatından klasik yapıtları dilimize kazandırdı. Dilde özleşmenin en
önde gelen savaşçısı oldu. 1957’de Ankara’da öldü.
Sunuş

Geniş okur kitlesi Stendhal’i, iki büyük romanın, Kızıl ile Kara ve
Parma Manastırı’nın yazarı olarak tanır. İşin tuhafı, seçkin
yazınseverler arasında, bu sayıyı bir bakıma bire indirenlere de çok
rastlanır; kimi Parma Manastırı’nı yeğler, kimi Kızıl ile Kara’yı. İki yapıt
arasında çok büyük nitelik farkları bulunduğu için mi gidilir bu
yeğlemeye? Daha önemlisi, geniş kitlenin özellikle bu iki romanı
tanıması Stendhal’in öbür yapıtları, bu iki romanın yanında fazlasıyla
hafif kaldığı için midir? “Evet,” diye kestirip atmak oldukça zor. Kızıl
ile Kara ve Parma Manastırı olmasaydı, Stendhal belki yalnızca Henri
Beyle olarak kalırdı ama, değil Armance ya da Lucien Leuwen gibi
romanlarında, Racine et Shakespeare ve Aşk Üzerine gibi
denemelerinde de, yolculuk kitaplarında da, anılarında da,
günlüğünde de karşımıza hep aynı Stendhal olarak çıktığı, hep aynı
yalın ve yoğun anlatımın, aynı alaycılık görüntüsü altında aynı
düşünce ve duygu derinliğinin benzersiz örneklerini verdiği bir
gerçek. Bu bakımdan, Stendhal’in yapıtlarına uygulanan indirgeme
işlemine şaşmamak kolay değildir.
Ne var ki, yaşadığı dönemde yazar olarak karşılaştığı ilgisizlik ile
kişi olarak yarattığı olumsuz izlenimler karşılaştırılınca bugün Fransız
yazınında tuttuğu önemli yer de aynı ölçüde şaşırtabilir insanı. 24
Ocak 1783 ve 24 Mart 1842 tarihleri ararında geçen elli dokuz yıllık
yaşamı süresince, hiçbir yere kesinlikle yerleşmeden, hiçbir kadına
uzun boylu bağlanmadan, toplumun koyduğu kuralların hiçbirine tam
olarak boyun eğmeden, oradan oraya dolaşan, düşüncesini açık açık
söylemesi, oyuncu kadınlarla fazla düşüp kalkması, çok kitap satın
alması nedeniyle, yalnız çevresindekilerin değil, polisin de kuşkusunu
çeken bir kişi olarak kalır, yasal yönetimin “dinsiz, ahlaksız ve tehlikeli
bir düşmanı” olarak nitelenir. Yapıtlarında her şeyi çirkinleştirdiği,
insan ruhunu anlatma görüşü altında her şeyi, herkesi suçladığı,
başarısının sürekli olamayacağı söylenir. Örneğin Victor Hugo, Kızıl ile
Kara’dan söz açılınca, “Siz dördüncü sayfadan öteye nasıl
gidebildiniz?” diye sorar bir dostuna, büyük romancının ölümünden
hemen sonra da, “Stendhal yarına kalamaz, çünkü yazmanın ne
olduğunu bir an bile usuna getirmemiştir,” der. “Bir beyin kanaması,
24 Mart’ta bizi ondan kurtardı,” diyenler bile çıkar.
Dönemin ünlü yazarları arasında, bir Balzac değişik bir gözle
bakar Stendhal’e, İnsanlık Komedyası’nda, hem de birkaç kez, “Bu
çağın en ilginç kişilerinden biri” diye anar onu, Kızıl ile Kara’yı 1830
yılında yayımlanan dört önemli yapıttan biri olarak niteler, Parma
Manastırı üzerine La Revue parisienne’de yayımladığı yazısıyla,
Stendhal’i bile şaşkınlık içinde bırakarak ona böyle bir yazının olsa
olsa bir “acıma” duygusundan kaynaklanmış olabileceğini söyletecek
ölçüde yüceltici bir yazıdır: Balzac, Parma Manastırı’nı üç kez üst üste
okumuş ve “olağanüstü” bulmuştur; o sıralarda Matmazel Hańska’ya
yazdığı mektuplardan birinde de bu yapıtın, “elli yıldan bu yana
yayımlanan kitapların en güzeli” olduğunu kesinler.
Biraz yakından bakılınca Stendhal’in Balzac gibi bir yazarca
göklere çıkarılması da çoğu çağdaşlarınca yerin dibine geçirilmesi de
doğal görünür; her iki romancı da çağdaşlarınınkinden çok farklı bir
yolun yolcusudur. Üstelik, Stendhal de tıpkı onların kendisini
yargıladıkları gibi acımasız bir biçimde yargılar çağdaşlarını:
Chateaubriand’ın yapmacıklı anlatımı “gülünç” ve “tiksindirici”dir;
Victor Hugo “ancak ve ancak Fransızca yazmasını öğrenirse ozan
olabilir,” romanları içtenlikten uzak ve saçma, oyunları Dumas’ınkiler
gibi kaba ve abartmalıdır; bütün romantiklerin hayranlıkla söz ettiği
Byron ve Madam de Staël, birtakım beylik görüşleri süsleyip
abartmaktan öte bir şey yapmamışlardır. Stendhal’se süsten,
abartıdan tiksinir.
Bilindiği gibi, Stendhal biçem konusunda yazarlık yaşamının
başından sonuna değin hep aynı ilkeye bağlı kalır; yurttaşlık
yasasının kuru, yalın, kesin anlatımını bütün anlatımlara yeğ tutar,
yazısında “tümceye hiçbir şey vermemek” için, “kuru olmak” için
çabaladığını söyler, düşünceyi biçemden, yalın anlatımı söylevsi
anlatımdan üstün tutmak gerektiğini savunur. Yapıtları da ilkelerine
hep bağlı kaldığına tanıklık eder. Duygululuktan alabildiğine uzak
olduğu için mi? “Bir gerçeği anlattığımı sanırken bir iç çekişi anlatmış
olmaktan ödüm kopar,” dediğine göre, bir bakıma evet. Ama hemen
belirtmek gerekir ki, Stendhal duyguyu yadsıdığı için değil, her
şeyden önce açıklığı, yalınlığı, doğruluğu, kısacası gerçeği aradığı için
seçer bu yolu. Öte yandan, “tümceye hiçbir şey vermemek” söz
konusu olduğuna göre, yapıtları üzerinde uzun uzadıya çalışmak,
yazdığına ikide bir geri dönerek söylemini parlatıp süslemek de söz
konusu değildir onun için; bir bakıma içtenliğe, yazarın içten atılımına
ters düşen bir tutum olur böylesi. Bu nedenle, Balzac’a yazdığı ünlü
mektupta, “roman sanatı”ydı, “kural”dı, “taslak”tı, böyle şeylere hiç
aldırmadığını söyledikten sonra, “Günde yirmi-otuz sayfa çıkarırım,
sonra oyalanmaya olanak varsa biraz aşka gereksinim duyarım ya da
biraz eğlenceye; ertesi sabah, hepsini unutmuşumdur; bir gün önce
yazılan bölümün son üç-dört sayfasını okurken o günün bölümü gelir
usuma. Savunduğunuz bu kitabı altmış-yetmiş gün içinde söyleyip
yazdırdım,” der. Bir başka belirlemeye göre de elli iki günde bitirmiştir
Parma Manastırı’nı. Kızıl ile Kara’yı da başka türlü yazmamıştır.
Hiç kuşkusuz, örneğin Kızıl ile Kara’da bizi şaşırtan birtakım
ayrıntı tutarsızlıkları da, örneğin Lucien Leuwen gibi gerçekten
başarılı bir romanın yüzlerce sayfasını yazdıktan sonra sonunu
getirmemesi de bu yazma biçimiyle açıklanır ama bu yazma biçimi
kaynağını öncelikle yaşamsal bir tutumda; Stendhal’in zorlama,
yapmacıklık, yalan ve ikiyüzlülük karşısında duyduğu yenilmez
tiksintide bulur. Ona göre, yalnızca gerçeğin değil, mutluluğun da
düşmanıdır bunlar. Bu açıdan bakılınca, Kızıl ile Kara’nın, içten
pazarlıklılığı en son noktasına dek götüren ünlü kahramanı Julien
Sorel’in en büyük mutluluğu, ölmesi kesinleştikten sonra, kendisine
ve başkalarına karşı tam bir içtenlikle davranmaya başladığı kısacık
dönemde yaşaması, bir çelişki olmaktan çıkar.
Stendhal’e bakılırsa içtenlik, açıklık ve yalınlık, bireysel
mutluluğun zorunlu koşuludur; çünkü özgürlükle özdeşleşir.
Toplumların yapılanmasında, özgürlükler kısaldıkça, törenler,
gösteriler çoğalır genellikle, Stendhal’se, önceden tasarlanmış, yapay
bir şey olması nedeniyle, törenin imgelemi uyuşturduğunu, ancak
“kendi amacına karşıt ve gülünç olan” karşısında uyanık bıraktığını
söyler; yaşamında ve hayatında, her türlü törenin amacına ters
davranarak gülünç yanlarını göstermek, bir başka deyişle, yaratıcı
gücü, usu, imgelemi, kısacası özgürlüğü köstekleyen her şeye, her
türlü kalıplaşmaya karşı çıkmak ister. Bu nedenle, herkesin göklere
çıkardığı XIV. Louis dönemi, Stendhal için doğallığın, açık yürekliliğin
yok edilerek yaratıcılığın engellendiği dönemdir; kimilerinin
gereğinden fazla yücelttiği Fransız Akademisi, Stendhal için XIV.
Louis’nin elinde yazma özgürlüğünü kısıtlamada kullanılan bir araçtan
başka bir şey değildir; herkesin en büyük güldürü yazarı olarak
nitelediği Molière, Stendhal için pek de öyle yüceltilecek bir sanatçı
değildir: Kalıplaşmış değerleri savunduğu, kadınlara, “Düşünler,
görüşler edinmekten sakının,” dediği için, “ahlaka aykırı ve hiçbir
şeye benzemeyen” bir başyapıt oluşturmuştur.
Bilindiği gibi, Stendhal romanlarında da, Rome, Naples et
Florence ya da Roma’da Gezintiler gibi yolculuk kitaplarında da,
değişik denemelerinde de toplumsal ve siyasal sorunlara oldukça
geniş bir yer verir, İngiltere’nin, Amerika’nın, İtalya’nın yönetim
biçimlerini yargılar bu arada, Fransa’da büyük devrim ve Napoléon
dönemlerinden sonra gelen yönetimleri kitaplarında olduğu gibi
konuşmalarında da sert bir dille eleştirir. Örneğin, Louis-Philippe’le
başlayan krallık yönetimine gönülden inanan kişilere; “Seli daha ne
kadar süre durdurabileceğinizi sanıyorsunuz?” diye sorar. Bunun için
de kimliğini gizleyen bir Cumhuriyetçi olduğu düşünülür, Stendhal’in
kendisi de hiçbir zaman yadsımaz Cumhuriyetçi kimliğini; tam
tersine, bağlandığı “cumhuriyet ilkeleri”nden, halkın “yüce
tutkuları”ndan, Fransa’yı dolduran iki yüz bin Julien Sorel’den söz
ederken Fransız Devrimi’nin her şeyi değiştirdiğini Avrupa’nın hâlâ
anlayamamış olmasından yakınırken, “yığınların satın
alınamayacağını” kesinlerken, bunu fazlasıyla kanıtlar. Ne var ki, bir
yandan zaman zaman göklere çıkardığı halk için küçültücü sözcükler
kullanması, bir yandan da tıpkı ünlü kahramanları Julien Sorel ve
Fabrizio del Dongo gibi büyük bir Napoléon hayranı olması bu
konuda kuşkuya düşürür bizi, en azından kendine özgü bir
cumhuriyet, kendine özgü bir toplum ve insan anlayışına bağlandığını
düşündürtür.
Gerçekten de, her konuda olduğu gibi bu konuda da Stendhal’in
düşüncesini genel bir kalıba oturtmaya olanak yoktur. Bu nedenle,
kendi özgün anlayışını kavramaya çalışmak, bunun için de önemle
üzerinde durduğu bir kavramdan, ilginç kitaplarından birinin,
Souvenirs d’égotisme’in başlığında yer alan “bencillik” kavramından
yola çıkmak gerekir.
Adından da anlaşıldığı gibi, bir tür bireyciliktir bencillik, bireyin
kendi “ben”ine değer vermesini, yaşamın sunduğu bütün
olanaklardan yararlanarak usu, duyarlığı, benliğin gizil güçlerini
yöntemle geliştirerek ulaşabilecek en yoğun sevinçleri, en yeni
duyum ve tutkuları yaşamasını içerir, hep yeni duyumlara, yeni
tutkulara, yeni mutluluklara doğru bir atılım olarak belirdiği için de
yaratıcı gücü, içtenliği, açıklığı, özgünlüğü ve özgürlüğü gerektirir.
Stendhal’in yazılmış bölüme, yarım bırakılmış yapıta geri dönmekten
hoşlanmaması gibi, Napoléon’a hayranlık duyması da her şeyden
önce bu anlayıştan kaynaklanır: Napoléon, her türlü yerleşmiş değeri
hiçe sayarak yepyeni bir düzen kurmaya yönelmesiyle, yaratıcı gücün
simgesidir. Stendhal’in belli başlı kahramanları da aynı özelliği taşır;
örneğin Kızıl ile Kara’nın ünlü kahramanı Julien Sorel, uğrunda insan
öldürmeye kalktığı sevgilisinden birdenbire uzaklaşabilir, yeni
duygulara açılabilir; bunu da, ölümün eşiğinde olduğunu bile bile,
büyük bir açık görüşlülükle yapabilir.
Ama, Stendhal, “başkası”nın vazgeçilmezliğinden söz etmekle
benciliği bir bencillik olarak düşünmediğini, “Gücü severim, ama
benim sevdiğim gücü bir fil kadar bir karınca da gösterebilir,”
demekle de onu zayıfı ezme biçiminde tasarladığını ortaya koyar.
Kişinin kendi olanaklarını ne yönde geliştirmesini istediği de bellidir:

Bolívar, Büyük Kolombiya’yı tutsaklıktan kurtarırken Kaptan


Peary kutba yaklaşırken, bizim komşu hasa bezi üreterek on
milyon kazandı; kendisi için de, çocuklar için de çok iyi. Ama bir
süredir bir gazete çıkarttırıyor, bu gazete de, her cumartesi,
kendisine insanlığın bir velinimetidir, diye hayranlık duymamı
istiyor benden. Omuz silkip geçiyorum.
Görüldüğü gibi, bireyin yeteneklerini geliştirmesine olanak
sağlayacak bir özgürlük ortamıdır Stendhal’in cumhuriyeti, toplumu
geliştirecek olan da bireysel yeteneklerin geliştirilmesidir; ama
Stendhal bu yeteneklerin ne tür yetenekler olduğunu ve ne yönde
geliştirilmesi gerektiğini de açıklıkla koyar ortaya. Daha da iyisi, bir
kez daha, yaşamsal görüşlerini yazınsal görüşleriyle birleştirerek,
Roland Barthes’tan tam yüz on yedi yıl önce, aynı zamanda, iki ayrı
sınıf için yazılamayacağını söyler ve kitle karşısında yerini belirlemek
ister, ünlü öngörüsünü de bu belirlemeye dayandırır: 1880’lerde,
toplum “bayağı yeni zenginler” ile dolup taşmaz olduğu zaman Parma
Manastırı beğenilmeye başlayacaktır.
Parma Manastırı’nın ve Kızıl ile Kara’nın beğenilmesi için 1880’leri
bile beklemek gerekmedi, üstelik yalnız Fransız yazınının değil, bütün
dünya yazınının başyapıtları arasında yer aldı bu yapıtlar. Ülkemizde
de, özellikle Kızıl ile Kara ve özellikle Ataç’ın güzel çevirisinden
okunduğu zaman, hep sevildi, hayranlıkla okundu; ama Stendhal
cumhuriyeti hiçbir zaman, hiçbir yerde kurulmadı.

TAHSİN YÜCEL
Birinci Bölüm

“Gerçek, şu buruk gerçek”


DANTON
1

Bir küçük kasaba

“Put thousands together


Less bad,
But the cage less gay.” 1
HOBBES

Verrières, Franche-Comté’nin en şirin kasabalarından biridir,


dense yeridir. Sivri damları, kırmızı kiremitlerle örtülü beyaz evleri, en
hafif dönemeçleri bile gür kestane ağacı kümeleriyle belirmiş bir
tepeciğin üstünde kat kat yükselir. Vaktiyle İspanyolların kurduğu,
şimdi ise harap olan surların otuz-kırk metre aşağısında Doubs Çayı
akar.
Verrières’nin kuzey yanını, Jura Dağları’nın bir kolu olan yüksek
bir dağ örter. Bu Verra Dağı’nın dalgalı tepelerini, ekim ayının daha ilk
soğuklarında kar kaplar. Dağdan kopan bir sel, Doubs’a dökülmeden
önce Verrières’ den geçip birçok kereste bıçkısını harekete geçirir; bu
kerestecilik basit sanatlardandır ve Verrières’nin, kasabalıdan çok
köylüye yakın ahalisinin çoğuna oldukça refah sağlar. Ama bu küçük
kasabayı zenginleştiren, kereste bıçkıları değildir. Verrières,
Napoléon’un düşmesinden beri, hemen hemen bütün evlerin
yüzlerini yenileştirmiş olan genel el bolluğunu, Mulhouse bezi denen
renkli bez üreten fabrikasına borçludur.
İnsan kasabaya girer girmez gürültücü ve görünüşte korkunç bir
makinenin patırtısıyla serseme döner. Her düşüşlerinde yeri titreten
yirmi ağır çekiç, sel suyunun işlettiği çarkla kalkıp kalkıp iner.
Bunlardan her biri, günde bilmem kaç bin çivi yaparmış. Bu kocaman
çekiçlerin düşeceği yere, çabucak çivi biçimine giriverecek demir
parçacıklarını, güzel ve teni parlak kızlar koyar. Görünüşte pek ağır
olan bu iş, Fransa’yı İsviçre’den ayıran dağlara ilk kez giren gezgini
en çok şaşırtan işlerden biridir. Verrières’ye giren yolcu, caddeden
geçenleri sağır eden bu güzel çivi fabrikasının kimin olduğunu
sorarsa, ona yayvan bir konuşmayla şu yanıtı verirler:
“Kimin olacak, Belediye Başkanımızın!”
Yolcu, Doubs kıyısından başlayıp da ucuna kadar bu caddede
biraz olsun vakit geçirmek isterse, önemi ve işinin çokluğu tavrından
anlaşılan bir büyük adamı göreceğinden hiç kuşkunuz olmasın.
O gözükür gözükmez bütün başlardan şapkalar çıkıverir. Saçları
kır, üstü başı kurşunidir. Göğsünde birçok nişanın kurdelesi vardır.
Geniş alınlı, gaga burunludur ve şöyle toptan bakılınca çehresinde bir
düzgünlük görülür.
Ona ilk bakan, bu yüzde, kasaba Belediye Başkanı ağırbaşlılığı ile
kırk sekiz-elli yaşındaki kimselerde de bulunabilen bir soy güzelliğinin
birleştiğini bile söyleyebilir. Ama onun kendini beğenmek ve ukalalıkla
karışık dar kafalılık ve beceriksizlik hali, arası çok geçmeden, Parisli
yolcunun garibine gider. Sonunda bu adamın bütün yeteneğinin,
alacağını alabilmek, vereceğini de elinden geldiği kadar geç
verebilmekten başka bir şey olmadığı hissedilir. 2
Verrières Belediye Başkanı Mösyö de Rênal, böylesi bir adamdır.
Sokağı kasıla kasıla geçip belediyeye girer ve yolcunun gözlerinden
kaybolur. Ama yolcu, gezmesini bırakmazsa, yüz adım kadar ötede
oldukça güzel bir evin önüne gelir ve bu evin yanındaki demir
parmaklığın arasından muhteşem bir bahçe görür. Onların da ardında
Burgonya tepelerinden oluşan ufuk çizgisi gelir ki, bu da, gözlerimize
tam istediğimiz zevki versin diye yaratılmış gibidir. Bu görünüm,
yolcuya küçük parasal çıkarların havasını, artık onu boğmaya
başlayan bu kötü kokulu havayı unutturur.
Yolcu bu evin, Mösyö de Rênal’in olduğunu öğrenir. Verrières
Belediye Başkanı, daha yeni bitmekte olan bu güzel, yontma taş
yapıyı, büyük çivi fabrikasından kazandığı parayla yaptırmıştır. Mösyö
de Rênal’in eski bir İspanyol ailesinden olduğu söylenir; bu aile, daha
XIV. Louis oraları almadan çok önce gelip yerleşmişmiş.
1815 yılından beri bir sanayi adamı olduğuna utanır: 1815’te
belediye başkanı oldu da ondan. Doubs kıyısına kadar kat kat inen
bu görkemli bahçenin ayrı ayrı parçalarına desteklik eden set biçimi
duvarlar da Mösyö de Rênal’e demir ticaretindeki bilgisinin ödülüdür.
Hani Almanya’nın Leipzig, Frankfurt, Nürnberg gibi, tezgâhlarıyla,
ticaretiyle tanınmış şehirlerinin çevresinde sanki kendi hallerine
bırakılmış, yine de seyrine doyulmayan bahçeler vardır; Fransa’da
onların eşini bulabileceğinizi hiç ummayın. Franche-Comté’de insan
ne kadar duvar yaptırır, toprağının dört yanına birbiri üzerine
sıralanmış taşları ne kadar yığarsa komşularının saygısına o kadar
hak kazanır. Mösyö de Rênal’in duvar dolu bahçelerinin, herkesin
ağzının suyunu akıtmasının bir nedeni de, kapladıkları arsalardan
birkaçının, ağırlıklarınca altına alınmış olmasıdır. Örneğin Verrières’ye
girerken, Doubs kıyısındaki garip duruşu elbette gözünüze çarpan ve
damının üzerinde yükselen tahta levhada koca harflerle SOREL adını
gördüğünüz bıçkıevi, altı yıl önce şimdi Mösyö de Rênal’in
bahçelerinin dördüncü seddinin yapılmakta olduğu arsadaydı.
Kibirli olması bir yana, Mösyö de Rênal, katı yürekli bir köylü
olan ihtiyar Sorel’e kaç kez gidip geldi; bıçkısını başka bir yere
taşımaya razı edinceye kadar ona kaç avuç dolusu altın verdi! Bıçkıyı
işleten ve herkesin malı olan çaya gelince Mösyö de Rênal, Paris’te
hatırını sayanlara başvurup onun da mecrasını değiştirtti. Bu bakışı
1820 seçimlerinden sonra elde etti.
Sorel’e, aldığı bir dönüm toprağa karşılık, beş yüz metre aşağıda
Doubs kıyısında dört dönüm toprak verdi. Bu yer, çam tahtası
ticaretine çok daha elverişli olmakla birlikte Sorel Baba
(zenginleştiğinden beri onu bu adla anarlar), komşunun içine işlemiş
olan mal sahipliği sevdasından yararlanıp 6.000 frank da para
kopardı.
Doğrusu bu uyuşma, ülkenin ileri gelenlerinin oldukça eleştirisine
uğradı. Bir kez de, bundan dört yıl önce bir pazar günü, Mösyö de
Rênal, belediye başkanı giysisiyle kiliseden dönerken Sorel’in,
yanında üç oğluyla kendisine bakıp gülümsediğini gördü. Bu
gülümseme Belediye Başkanı’na, işin aslını acı acı sezdirdi: O günden
beri bu değiştokuşun daha ucuza da yapılabileceğini düşünüp
hayıflanır.
Verrières’de halkın saygısını kazanmak için başlıca yapılacak şey,
birçok duvar ördürmekle birlikte, baharda Jura Sıradağları’ndan geçip
Paris’e giden duvarcıların getirdikleri planlara kapılmamaktır. Böyle bir
yeniliğe heves edecek olan düşüncesiz mal sahibinin ölünceye kadar
“dik kafalı” diye anılacağı ve Franche-Comté’de kimlere saygı gösterip
kimlere gösterilmeyeceğini kestiren akıllı uslu kimseler yanında hiçbir
değeri kalmayacağı kesindir.
Doğrusu bu akıllı uslu kimseler can sıkıcı birer zorbadır; Paris
denen büyük cumhuriyette yaşamış olanların küçük şehirlerde
oturmaya dayanamamaları hep bu çirkin zorba sözcüğü yüzündendir.
Fransa’nın küçük şehirlerinde genel kanının –hem de ne kanı–
zorbalığı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kadar budalalık kokar.

1. (İng.) Binini bir araya koydunuz mu / Fena olmaz / Ama kafeste rahat da kalmaz. (Ç.N.)
2. “Alacağına şahin, vereceğine karga.” (Ç.N.)
2

Bir belediye başkanı

“Önem! Mösyö, niye beğenmediniz? Ahmakların


saygısını, çocukların ağzı açık hayranlığını,
zenginlerin çekememesini, anlayışlı kişilerin de hafifsemesini hiç mi
sanırsınız?”
BARNAVE

Mösyö de Rênal’in idarecilikte ününün yerleşmesine en yarayan


işlerden biri, Doubs’un yatağından yaklaşık otuz metre yukarıda, tepe
boyunca giden mesire yeri için kocaman bir payanda duvarına ihtiyaç
duyulması oldu. O mesire yeri, konumu sayesinde, Fransa’nın en
görülmeye değer doğa parçalarından birine bakıyor. Ancak her
baharda yağmur suları yarıklar açıyor, çukurlar kazıyor, orasını
geçilmez bir hale koyuyordu. Herkesin mahzurlu bulduğu bu durum,
Mösyö de Rênal’i, altı metre yüksekliğinde, 60-70 metre uzunluğunda
bir duvar yaptırıp başkan olduğu döneme, ölmez bir ün kazandırmak
zorunda bıraktı; mutlu bir zorundalık.
Mösyö de Rênal, bu duvar için tam üç kez Paris’e gidip geldi,
çünkü vaktin içişleri bakanı, Verrières mesire yerinin amansız bir
düşmanıydı. Şimdi duvarın korkuluğu, topraktan bir metre kadar
yüksektedir. Son günlerde de, geçmiş geçecek bütün bakanlara
meydan okur gibi onu yontma maltataşıyla döşüyorlar.
Kaç kere, maviye çalan bu güzel kurşuni taşlara göğsümü
dayayıp, daha bir gün önce bırakıp geldiğim Paris balolarını
düşünerek gözlerimi Doubs Vadisi’ne daldırdım! Daha ötede sol
yanda, yılankavi giden beş-altı vadi daha vardır ki bunların, bir
çağlayandan öbürüne koşup en sonra Doubs’a döküldüğü görülür. Bu
dağlarda güneş pek sıcaktır, onun tam tepemizde parladığı saatlerde,
yolcunun yine sığınıp hayal kurabilmesi için de şanlı çınar ağaçları
vardır. Bu çınarların çabucak büyüyebilmesi ve maviye çalan
yeşillikleri, Mösyö de Rênal’in koca payanda duvarının arkasına
yığdırdığı toprak sayesinde elde edilmiştir; çünkü Başkan, belediye
meclisinin karşı koymasına aldırmadan mesire yerini iki metreye
yakın genişletmiştir. (O, krallık yanlısıdır, ben ise liberalim, ama yine
de bu işini doğru bulduğumu gizleyemem.) Bunun içindir ki, gerek
Mösyö de Rênal, gerekse Verrières Düşkünlerevi Müdürü Mösyö
Valenod’ya göre bu set, Saint-Germain-en-Laye Seddi’yle pekâlâ
kıyaslanabilir.
Benim bu Cours de la Fidélite 3 (Sadakat Mesiresi) hakkında bir
tek diyeceğim vardır (Resmî adının Cours de la Fidélite olduğu on
beş-yirmi yerde, mermer levhalarla gösterilmiştir; bu levhalar da
Mösyö de Rênal’e bir nişan kazandırdı); Cours de la Fidélite için
edeceğim biricik sitem, belediyenin o gürbüz çınarları acımasızca ve
sanki derilerini yüzdürür gibi budatıp kırktırması üzerinedir. Alçacık,
yuvarlak ve yassı başlarıyla en bayağı bostan bitkilerini andıracak
yerde İngiliz çınarlarının biçimini almak için onların da içleri titrer.
Ama Sayın Belediye Başkanı’nın dediği dediktir; belediyenin malı olan
bütün ağaçlar yılda iki kez hiç acımaksızın böyle sakat edilir. Ora
liberalleri, “Papaz Vekili Mösyö Maslon, budamadan çıkan dal ve
yapraklara el atmayı âdet edineli beri, belediye bahçıvanının eli daha
da acımasızlaştı,” diyorsa da abartıyorlar.
Bu genç rahip, bundan birkaç yıl önce, Papaz Chélan’ı ve
çevredeki birkaç papazı gözetsin, diye Besançon’dan gönderildi.
İtalya Savaşı’nda hizmet edip sonra Verrières’ye çekilmiş olan ve
Belediye Başkanı’nın sözüne bakılırsa hem Jacoben, hem de
Bonaparte’çı olan bir ihtiyar cerrahbaşı, bir gün, bu güzel ağaçların
ikide bir sakatlanmasından dolayı şikâyeti göze aldı. Mösyö de Rênal,
Légion d’honneur nişanı almış olması gerektiğince kasılarak şöyle
yanıtladı:
“Ben gölgeyi severim; ağaçlarımı da gölge versinler diye
budatıyorum, bir ağacın da başka ne işe yarayacağını aklım almaz,
meğerki ceviz ağacı gibi “para getirmeye” yarasın.”
İşte Verrières’de her işin dayandığı büyük söz: PARA GETİRMEK.
Yalnız başına bu söz! Ahalinin dörtte üçünden çoğunun kafasında her
zamanki bu düşünce ile doludur.
Para getirmek! İşte pek şirin gözüken bu küçük kasabada her iş
bu açıdan ele alınır. Yeni gelen yabancı, kasabanın çevresini saran
serin ve derin vadilerin güzelliğine kapılarak oradaki insanların da
güzellikten anladığını, ona değer verdiğini sanır; gerçi kasabalarının
güzelliğinden çok söz ederler. Ona önem verdikleri yadsınamaz;
ancak bu da, o güzellik birkaç yabancıyı çekip otelcileri
zenginleştiriyor ve giriş ücreti açısından kente para getiriyor, diyedir.
Bir güzel sonbahar günü Mösyö de Rênal, karısını koluna almış,
Cours de la Fidélite’de geziyordu. Ağırbaşlı bir tavırla söz söyleyen
kocasını dinlemekle birlikte Madam de Rênal, üç oğlan çocuğunun
davranışlarını merakla izliyordu. On bir yaşında kadar gözüken en
büyükleri, sık sık korkuluğa yaklaşıyor, üstüne çıkmaya kalkışıyordu.
O zaman tatlı bir ses, “Adolphe!” diye bağırıyor, çocuk da bu
boyundan büyük işten vazgeçiyordu. Madam de Rênal, otuz yaşında
kadar, ama henüz güzelce bir kadındı.
Benzi her zamankinden uçuk olan Mösyö de Rênal, kırgın bir
tavırla, “O Parisli ‘küçük bey’ bu yaptıklarına pişman olacaktır,” dedi.
“Sarayda bizim de birkaç dostumuz yok değil...”
Size iki yüz sayfa, taşradan söz etmek istiyorum, ama taşralıların
uzun uzun, ilerisini gerisini düşüne düşüne konuşmalarını dinlemeye
katlanmanızı isteyecek kadar yürekli değilim.
Verrières Belediye Başkanı’nın bu kadar nefretle sözünü ettiği
Parisli “küçük bey” iki gün önce yalnız hapishaneye ve
düşkünlerevine değil, Belediye Başkanı’yla kasabanın başlıca
zenginlerinin para almadan yönettikleri hastaneye de girip gezmenin
kolayını bulmuş olan Mösyö Appert idi. Madam de Rênal çekine
çekine, “O Parisliden size ne zarar gelebilir ki?” diyordu, “Siz
fukaranın malına en ince şeyleri düşünecek kadar namuslu baktıktan
sonra...”
“Ama o buraya eleştiri yağdırmak için geliyor; sonra da gidip
liberallerin gazetelerinde makaleler bastırıyor.”
“Sizin onları okuduğunuz yok ki dostum!”
“Ama insanlar o ihtilalci yazıları bize de anlatıyorlar, bütün bunlar
bizim iyilik etmemize engel oluyor. 4 Bana gelince ben Papaz’ın
ettiklerini hiçbir zaman unutup bağışlamayacağım.”

3. (Fr.) Cours de la Fidélité için eski dilde “mesiretü’s sadaka” daha iyi olurdu. (Ç.N.)
4. Bu söz gerçekten söylenmiştir. (Ç.N.)
3

Fukaranın malı

“Entrika bilmez, erdemli bir papaz,


köy için Tanrı’nın bir bağışıdır.”
FLEURY

Verrières Papazı, seksenlik bir ihtiyardı ama hep bu dağların


dinçlik veren havasıyla yaşadığından bedeni de, huyu suyu da demir
gibiydi; şurasını da söyleyeyim ki, istediği saatte hapishaneyi,
hastaneyi, düşkünlerevini bile gezmeye hakkı vardı. Paris’ten ona bir
tavsiye mektubu getiren Mösyö Appert, böyle garip kasabalara
sabahleyin erken gelmenin daha akıllıca olduğunu bilirdi; gelir
gelmez de, yani sabahın altısında, doğru Papaz’ın evine gitti.
Taşranın en zengin mal sahiplerinden ve Senato üyelerinden
Mole Markisi’nin mektubunu okuyan Papaz Chélan’ı bir düşüncedir
aldı. Sonunda yarı duyulur, yarı duyulmaz bir sesle, “Ben ihtiyarım,
burada da beni hep severler!” dedi. Hemen Parisli beye döndü,
ihtiyar olmasına karşın gözlerinde, biraz tehlikeli ama çok hayırlı bir iş
yapmanın zevkini müjdeleyen kutsal ateş parlıyordu.
“Gelin gidelim, Mösyö; gardiyanın, hele düşkünlerevi gözcülerinin
yanında, göreceğimiz şeyler üzerine düşündüğünüzü söylemeyin.”
Mösyö Appert, karşısındakinin temiz bir adam olduğunu anladı;
bu saygıdeğer Papaz’ın peşine takıldı, onunla birlikte hapishaneyi,
hastaneyi, düşkünlerevini gezdi; birçok şeyler sordu ve aldığı
yanıtların garipliğine karşın hiçbir yolsuzluk gördüğünü belli etmedi.
Bu dolaşma birkaç saat sürdü. Papaz, Mösyö Appert’i yemeğe
çağırdı ise de o, yazılacak mektupları olduğunu ileri sürdü: Mert
arkadaşını büsbütün sıkıntılı hale düşürmek istemiyordu. Saat üçe
doğru Papaz’la Mösyö Appert, düşkünlerevinin denetimini bitirmeye
gittiler, sonra yine hapishaneye döndüler. Kapıda iki metre boyunda,
eğri bacaklı, dev gibi bir adamla karşılaştılar; bayağı ve iğrenç suratı,
dehşetin etkisiyle büsbütün çirkinleşmiş olan bu adam gardiyandı.
Papazı görür görmez, “Mösyö,” dedi, “bu yanınızdaki bey, Mösyö
Appert olmasın?”
“Size ne?”
“Dün kesin bir emir aldım da... Vali bir jandarmayla göndermiş;
jandarma bütün gece atını dörtnala sürmüş... Mösyö Appert’i
hapishaneden içeri almamamızı emrediyorlar.”
“İşte size söylüyorum, Mösyö Noiroud, benimle gelen yolcu
Mösyö Appert’dir. Benim, gece olsun, gündüz olsun, istediğim saatte
hapishaneye girmeye hakkım var mı? Yanımda istediğimi
bulundurmaya da hakkım var mı?”
Gardiyan hiç istemediği dayak korkusundan söz dinler bir buldog
gibi başını eğip yavaşça, “Var,” dedi. “Yalnız, Papaz Efendi, benim de
çoluğum çocuğum var; bir haber verirlerse yerimden olurum;
aylığımdan başka da geçineceğim bir şeyim yok.”
Papaz acıdığını gitgide daha çok belli eden bir sesle, “Yerimden
olsam, benim de canım sıkılır,” dedi.
Gardiyan hemen karşılık verdi:
“Sizinle ben bir miyiz? Sizin, Mösyö, yılda 800 frank geliriniz
olduğunu biliriz; çiftiniz çubuğunuz da var...”
İki günden beri şişirilerek, türlü türlü anlamlar verilerek anlatılan
ve küçük Verrières kasabasındaki bütün kin tutkularını ayaklandırmış
olan olay işte buydu. Şimdi de Mösyö de Rênal ile karısı arasındaki
küçük tartışmanın konusu olmuştu. O sabah, arkasına Düşkünlerevi
Müdürü Mösyö Valenod’u alarak Papaz’ın evine gitmiş,
hoşnutsuzluğunu acı sözlerle belli etmişti. Mösyö Chélan’ı koruyan
kimsesi yoktu; Belediye Başkanı ile Müdür’ün sözlerinin neye
varacağını anladı.
“Ne yapalım beyler,” dedi, “bu çevrede işinden çıkarılan seksenlik
papazların üçüncüsü de ben olurum. Elli altı yıldır buradayım.
Geldiğimde burası bir köydü, şimdi bu kasabada oturanların hemen
hepsini ben vaftiz ettim. Her gün birkaç gencin nikâhını kıyıyorum;
vaktiyle büyükbabalarının nikâhını da ben kıymıştım. Verrières, benim
evim, ailem sayılır, ama o yolcuyu görünce içimden şöyle dedim:
‘Paris’ten gelen bu adam belki gerçekten bir liberaldir, yazık ki
liberaller çoğalıp duruyor, ama bu adamdan yoksullarımıza,
mahpuslarımıza ne kötülük gelebilir?’”
Mösyö de Rênal’in ve hele Düşkünlerevi Müdürü Valenod’un
sözlerinin gittikçe acılaşması üzerine Papaz yerinden fırlayıp titrek bir
sesle bağırdı:
“Beni görevimden attıracaksanız attırın. Ama ben yine ülkeden
çıkmam. Biliyorsunuz ki, kırk sekiz yıl önce bana miras olarak bir tarla
kaldı, oradan 800 frank gelirim var. Ben, beyler, aldığım aylıktan para
biriktirmiyorum; bana işimden olacağım söylendiğinde telaşa
kapılmayışım da belki bundandır.”
Mösyö de Rênal, karısıyla çok iyi geçinirdi; ancak onun çekine
çekine tekrarladığı, “O Parisli Mösyö, mahpuslara ne kötülük edebilir
ki?” sözüne bir yanıt bulamadığı için tam kızmak üzereydi ki kadın bir
çığlık kopardı. Ortanca oğlu set duvarının korkuluğu üzerine çıkmış;
duvarın, öte yöndeki bağdan hiç olmazsa altı-yedi metre yüksek
olmasına aldırmadan, koşuyordu. Korkutup düşürmekten çekindiği
için Madam de Rênal ona seslenemiyordu. Hünerine sevinip gülen
çocuk en sonunda dönüp annesine baktı; onun sapsarı olduğunu
görünce atladı, koşarak yanına geldi. Oldukça azarlandı.
Bu küçük olay üzerine söz değişti. Mösyö de Rênal, “Şu
kerestecinin oğlu Sorel’i ne olursa olsun bizim eve alacağım;
çocuklara bakar. Artık çok haşarı oldular, biz başa çıkamıyoruz. O
Sorel sanki bir papaz; iyi Latince biliyormuş, çocukları ilerletir. Papaz
da onun, sözünü dinleten adamlardan olduğunu söylüyor. Bizde yer
içer, üç yüz frank da yıllık veririz. Ahlakından doğrusu
kuşkulanıyorum; çünkü hani şu ihtiyar cerrahla pek düşüp kalkıyordu.
O cerrah, uzaktan akrabalıkları vardır diye yemeklerini Sorellerde
yerdi. Onun, liberaller tarafından buraya hafiyelik için gönderilmiş
olduğunu söyleseler hiç de şaşmam; bu dağ havasının nefes darlığına
iyi geldiğini, onun için burada oturduğunu söylüyordu, ama bunun ne
kadar doğru olduğu pek belli değil. Buonaparte’nin 5 bütün İtalya
savaşlarında bulunmuş; üstelik söylediklerine göre, imparatorluk ilan
edileceği zaman o karşı oy vermiş. O liberal, Sorel’in oğluna Latince
gösterdi; buraya gelirken getirdiği bir yığın kitabı da ona bıraktı.
Bunun için, kerestecinin oğlunu bizim çocukların yanına çağırmayı hiç
aklımdan geçirmezdim, ama Papaz, aramızı ölesiye açan kavgadan
bir gün önce bana onun üç yıldır din bilgisine çalıştığını söyledi.
Papaz Okulu’na girmek istiyormuş. Demek ki liberal değil; iyi Latince
de biliyor,” dedi.
Mösyö de Rênal, karısına diplomatça bir tavırla bakarak
konuşmasını sürdürdü:
“Bu düşünce, başka bir yönden de işimize yarayacak: Bizim
Valenod, arabasına iki güzel Normandiya atı aldığı için pek
kurumlanıyor. Ama çocuklarının eğiticisi yok.”
“Sorel’i elimizden alabilir.”
Mösyö de Rênal, karısına, bu yerinde ve pek iyi düşüncesinden
dolayı bir gülümsemeyle teşekkür ederek, “Demek ki tasarladığım
şeyi sen de uygun buluyorsun,” dedi.
“Ne çabuk da karar veriyorsun, a efendim!”
“Kararımda direnen adamım da ondan; Papaz da gördü. Gerçeği
kendimizden gizlemeyelim, burada dört bir yanımızı liberaller
çevirmiş. Bütün bez tüccarları pek iyi biliyorum ki beni kıskanıyor; iki-
üç tanesi çok zenginleşiyor: Mösyö de Rênal’in çocuklarını gezmeye
yanlarında ‘eğiticileri’ olduğu halde giderken görmeleri, çok hoşuma
gidecek. Karşılarındakinin kim olduğunu anlayıp hadlerini bilirler.
Büyükbabam, gençliğinde bir eğiticisi olduğunu bize kaç kere
anlatmıştı. Bu iş bize yüz écu’ye mal olabilir, ama bu onurumuz,
saygınlığımız için gerekli bir harcama sayılır.”
Kocasının bu birdenbire verdiği karar Madam de Rênal’i
düşünceye daldırdı. Uzun boylu, endamı düzgün bir kadındı; bir
zamanlar da, bu dağlarda pek kullanılan bir deyimle “ülke güzeli”
sayılmıştı. Halinde bir yalınlık, yürüyüşünde bir tazelik vardı; onun bu
masumluk ve tez canlılık gösteren doğal hoşluğu, bir Parislinin, onu
görünce, birtakım haz düşünceleri anmasına bile neden olabilirdi.
Böyle bir başarıya erişebileceğini duysaydı, Madam de Rênal
kuşkusuz pek utanırdı. Yüreğinde ne işvecilik vardı, ne de
yapmacıklık. Düşkünlerevinin zengin müdürü Mösyö Valenod’un ona
asıldığı, ama muradına eremediği söylenirdi. Bu da Madam de
Rênal’in namusluluk ününü bir kat daha arttırmıştı; çünkü al yanaklı,
gür kara favorili, iriyarı bir delikanlı olan Mösyö Valenod, taşrada
güzel adam denen şu kaba, küstah ve gürültücü yaratıklardan biriydi.
Onun hiç yerinde duramaması ve bağıra çağıra konuşup gülmesi,
pek çekingen olan ve görünüşte günü gününe uymayan Madam de
Rênal’in pek garibine giderdi. Verrières’de neşe, eğlence denen şeye
karşı duyduğu tiksinti, kibar bir soydan olduğuna pek övünür diye
adını çıkarmıştı. Kendisi böyle şeyler düşünmezdi, ama konukların
daha seyrek geldiğini görmekten hoşnut kalmıştı. Şurasını da
gizlemeyelim ki, Madam de Rênal, kasaba hanımlarının gözünde
aptalın tekiydi; çünkü kocasına politika yapmaz, Paris’ten,
Besançon’dan güzel güzel şapkalar ısmarlatmak fırsatlarını kaçırırdı.
Güzel bahçesinde yapayalnız dolaşmaktan –rahat bırakılsın da ne
olursa olsun– yakınmazdı.
Öylesine temiz bir yüreği vardı ki, kocası hakkında bir yargı
vermeye, ondan sıkıldığını kendi kendine açıklamaya bile
kalkışmamıştı. Karıkoca arasında daha tatlı ilişkiler olamayacağını
varsayardı; ancak bunu varsaydığının farkında değildi. Kocasını en
çok sevdiği zamanlar, onun çocukları için neler düşündüğünü anlattığı
anlardı. Babalarının isteğine bakılırsa, çocuklardan en büyüğü asker,
ikincisi yargıç, üçüncüsü de rahip olacaktı. Kısacası Madam de Rênal,
kocasını, tanıdığı öbür erkeklerden çok daha az can sıkıcı bulurdu.
Kocası hakkındaki yargıları akla yakındı. Verrières Belediye
Başkanı, kendisine amcasından miras kalan yarım düzine kadar espri
yüzünden nükteci, özellikle de kibar konuşur biri diye ün kazanmıştı.
İhtiyar yüzbaşı de Rênal, ihtilalden önce Orléans Dükü’nün piyade
alayında hizmet etmişti; Paris’e gidince de prensin salonlarına kabul
olunurdu. Orada Madam de Montesson’u, ünlü Madam de Genlis’yi,
Palais-Royal eğlentilerini icat eden Mösyö Ducrest’yi görmüştü.
Mösyö de Rênal’in hikâyelerinde bu kimselerin adları pek sık geçerdi.
Ama anlatılması oldukça ince bir iş olan bu şeylerin anılması yavaş
yavaş Mösyö de Rênal’e zor gelmeye başlamıştı. Bunun içindir ki,
Orléans hanedanı üzerine olan hikâyelerini artık yalnız pek önemli
topluluklarda açardı. Zaten para sözü edilmediği zaman pek terbiyeli
olduğundan, haklı olarak, Verrières’nin en kibar adamı sayılırdı.

5. Bonaparte’ın asıl adı. Düşmanları ve kendisini hafifseyenler onu bu adla anarlardı. (Ç.N.)
4

Baba ile oğul

“E sarà mia colpa


Se cosi è?” 6
MACHIAVELLI

Verrières Belediye Başkanı, ertesi sabah Sorel Baba’ nın bıçkı


fabrikasına doğru kentten inerken kendi kendine, “Doğrusu karım çok
kafalı bir kadın!” diyordu. “Üstelik yine bende kalsın diye belli etmek
istemedim, ama Latinceyi melekler gibi bildiği söylenen o küçük
Papaz Sorel’i ben yanıma almazsam Düşkünlerevi Müdürü’nün de
aynı şeyi düşünüp onu benim elimden alıvereceği hiç aklıma
gelmemişti. Valenod durup dinlenmeden herkesi rahatsız etmeyi
kurar. Çocuklarının bakıcısından kim bilir ne böbürlenerek söz
ederdi... Bu bakıcı bizim eve gelince de papaz cüppesi giyecek mi?”
Mösyö de Rênal bu işi nereye bağlayacağını düşünerek giderken,
uzaktan aşağı yukarı iki metre boyunda bir köylü gördü; bu adam
sabahleyin erken kalkmış, Doubs kıyısına yedekçilerin geçtiği yola
yığılmış tahtaları ölçmekle uğraşıyordu. Belediye Başkanı’nın
yaklaştığını görünce pek sevinmedi; çünkü tahtaları yolu kapatıyordu;
zaten onların oraya yığılmasına izin yoktu.
Sorel Baba –o köylü Sorel Baba’ydı– oğlu Julien için Mösyö de
Rênal’in önerdiği şeye çok şaştı ve şaştığından çok da sevindi. Ama
onu yine de, bu dağ adamlarının kurnazlıklarını gizlemek için pek
ustalıkla kullandıkları ve ilgisizlikle karışık hoşnutsuzluk gösteren
kederli bir tavırla dinledi. Ülkede İspanyolların egemen olduğu
çağlarda köle olan bu adamlar, Mısır fellahının yüzünde görülen o hali
yitirmemişlerdir.
Sorel yanıt olarak ilk önce, ezbere bildiği bütün saygı sözlerini
sıraladı. Bu boş sözleri, kendi yüzüne özgü o yapaylık –daha da ileri
gidip hilecilik diyeceğim– halini bir kat daha artıran acemice bir
gülümsemeyle tekrar ederken, ihtiyar köylünün kafası durmuyor, bu
kadar önemli bir kimsenin Julien’i, bir işe yaramaz oğlunu yanına
almak istemesindeki nedeni araştırıyordu. Julien’ den hiç hoşnut
değildi. Mösyö de Rênal de ona yılda 300 frank gibi umulmadık bir
para vereceğini, onu yedirip içireceğini söylüyordu; üstüne başına
bakmaya bile razı olmuştu. Sorel Baba’nın bir deha eseri olarak
birdenbire ileri sürdüğü bu üst baş işini Mösyö de Rênal hemen kabul
etmişti.
İhtiyar Sorel’in parayı, yiyip içmeyi oğlu için yeter bulmayıp bir
de giyecek sözüne kalkışması, Belediye Başkanı’nı kuşkulandırdı.
Kendi kendine, “Benim önerimin Sorel’i çok sevindirmesi gerekirdi;
umabileceğinden de çoğunu buldu. Mademki yine mırın kırın ediyor,
demek ki ona başka yerden de bir öneri gelmiş. Bu da Valenod’dan
başka kimden olabilir?” diye düşündü. Mösyö de Rênal, hemen bir
karar vermesi için Sorel’i çok sıkıştırdıysa da emeği boşa gitti: Kurnaz
ve ihtiyar köylü, işi kestirip atmaya bir türlü yanaşmadı; bir de oğluna
danışmak istermiş... Sanki taşrada zengin bir babanın, on para bile
kazanmayan oğluna danışması yalnızca âdet yerini bulsun diye
değilmiş gibi!
Su ile işleyen bıçkıevi demek, çay kıyısında bir salaş demektir.
Dam, dört iri tahta kazık üzerine tutturulmuş çatıya dayanır. Salaşın
ortasında, iki-üç metre yüksekliğinde inip çıkan bir bıçkı görülür; pek
basit bir makine de kütükleri bu bıçkının önüne iter. Onu harekete
getiren de, odunu yassı tahta biçiminde kesen bıçkıyı inip çıkaran da,
su ile dönen bir çarktır.
Bıçkıevine yaklaşınca Sorel Baba, avaz avaz Julien’e seslendiyse
de yanıt veren olmadı. Yalnız büyük oğullarını gördü; bu dev gibi
adamlar, ellerine birer tahta almış, bıçkıya gidecek çam kütüklerini
düzeltiyorlardı. Odunun üzerine çizilmiş kara çizginin tam üzerine
vurmaya çalışıyorlar, her vuruşta da iri iri parçalar koparıyorlardı.
Babalarının sesini duymadılar. Sorel Baba salaşa doğru yürüdü;
girince Julien’i, bıçkı başında bulunmasını gereken yerde aradıysa da
bulamadı. Onu bir buçuk-iki metre yukarıda gördü. Çatı tahtalarından
birine ata biner gibi oturmuştu. Makinenin işlemesini dikkatle
gözetleyeceğine, kitap okuyordu. İhtiyar Sorel’in en sevmediği, en
kızdığı şey de buydu; Julien’in, büyük kardeşlerininkine hiç
benzemeyen ve kuvvet isteyen işlere hiç de elverişli olmayan zayıf
bedenini bir kusur saymayabilirdi; ama bu okuma tutkusundan da
nefret ederdi; kendisi okuma bilmezdi çünkü.
Julien’i iki-üç kez çağırdıysa da yanıt alamadı. Delikanlının,
babasının gürler gibi sesini duymama nedeni, bıçkının gürültüsünden
çok, elindeki kitaba dalmış olmasıydı. Sonunda Sorel Baba, o ihtiyar
halinde, bıçkının kesmekte olduğu tahtaya, oradan da damı tutan
çapraz kalasın üzerine sıçrayıverdi. Julien’in elindeki kitabı bir vuruşta
çaya kadar uçurdu; delikanlının tepesine takke gibi geçiveren yine o
kadar zorlu bir sille de dengesini kaybettirdi. Dört-beş metre aşağıda,
işleyen makinenin manivelaları arasına düşüp paramparça olacaktı;
ama tam düşerken babası sol eliyle onu tutuverdi.
“Tembel herif seni, bıçkının başına bırakınca sen hep böyle kitap
mı okuyacaksın? Akşam Papaz’ın evine gidip vaktini boş işlerle
geçiriyorsun; orada oku, bir diyeceğim olmaz.”
Julien, sillenin etkisiyle sersemlemişti, ağzı burnu da kanamıştı;
ama yine bıçkının başına, babasının söylediği yere yaklaştı. Duyduğu
acıdan çok, pek sevdiği kitabını kaybetmiş olmak gözlerinin
dolmasına neden olmuştu.
“İn hele, hayvan, sana diyeceğim var.”
Makinenin gürültüsü, Julien’in bu emri duymasına engel oldu.
Artık inmiş olan babası yeniden çıkmak zahmetine katlanmak
istemediğinden gidip ceviz sırığını aldı ve bununla oğlunun omzuna
vurdu. Julien aşağı iner inmez ihtiyar Sorel onu ite kaka eve doğru
sürdü. Delikanlı içinden, “Tanrı bilir ne yapacak!” diyordu. Kitabının
düştüğü çaya hüzünle baktı; kitapları içinde onu, Mémorial de Sainte-
Hélène’i 7 gözü gibi severdi.
Yanakları kızarmış, gözleri yere eğilmişti. On sekiz-on dokuz
yaşlarında, çelimsiz yüzü pek güzel olmamakla birlikte bir kibarlık, bir
naziklik duygusu veren kartal burunlu bir delikanlıydı... Durgun
anlarında düşünce ve ateş dolu olan iri kara gözleri şimdi en korkunç
kinle parlıyordu. Pek aşağıdan başlayan koyu kumral saçları alnını
basıklaştırmıştı; öfkelendiği zaman da bu saçlar ona zalim bir
görünüş kazandırırdı. Sayısız insan yüzleri arasında belki böylesi
kadar göze çarpan bir özellikle öbürlerinden ayrılmış olanı yoktur.
Fidan gibi boyu, güçten çok kıvraklık gösteriyordu. Daha
çocukluğunda, son derece düşünceli görünümü ve benzinin pek uçuk
olması, babasına, “Bu oğlan ya yaşamaz ya bize yük olur,”
dedirtmişti. Evde herkesin aşağılayarak baktığı bu çocuk,
kardeşlerinden de, babasından da nefret ederdi; pazar günleri
sokakta çocuklarla oynarken hep dayak yerdi.
Ancak bir yıldan beri şirin yüzü genç kızlar arasında birkaç
taraftar bulmasına neden olmuştu. Zayıf bir can olduğu için herkesin
hor gördüğü Julien, söğütler için Belediye Başkanı’na söz söyleyen
ihtiyar cerrahbaşıyı taparcasına sevmişti.
Bu cerrah, bazen ihtiyar Sorel’e oğlundan bir günde beklediği
parayı verir ve çocuğa Latinceyle tarih öğretirdi; ancak onun tarih
diye bildiği de 1796 İtalya Savaşı idi. Ölürken L’égion d’honneur
nişanıyla karışık emekli aylıklarını ve otuz-kırk cilt kadar kitabını
Julien’e bırakmıştı; bunların da en değerlisinin, Belediye Başkanı’nın
saygınlığı yüzünden yolu değiştirilen halkın malı çaya nasıl uçtuğunu
biliyoruz.
Evden içeri girer girmez Julien, babasının güçlü elinin omzuna
indiğini duydu; daha da ağır yumruklar beklediğinden titriyordu.
İhtiyar köylü bir yandan onu, bir çocuğun bebekle oynaması gibi
evirip çevirirken, bir yandan da sert sesiyle kulağının içine bağırdı:
“Sorduklarıma yalansız karşılık isterim ha!”
Julien’in iri kara gözleri, ihtiyar kerestecinin küçük, uçuk mavi ve
şirret gözleriyle karşılaştı. Sorel Baba, sanki oğlunun ta gönlündekini
okumaya çalışıyordu.
6. (İt.) Böyle yaratılmışsam / Günah benim mi? (Ç.N.)
7. Napoléon’un son yıllarını geçirdiği Saint Helena’da yazdırdığı anıları. (Ç.N.)
5

Bir pazarlık

“Cunctando restituit rem.” 8


ENNIUS

“Seni burnu kitaptan kalkmaz köpek seni! Bana doğru karşılık


ver: Madam de Rênal’i nereden tanırsın, onunla ne vakit konuştun?”
“Onunla hiç konuşmadım, kiliseden başka bir yerde de
görmedim.”
“Pis edepsiz, bakmış olacaksın.”
“Hiçbir zaman!”
Julien dayağın önüne geçebileceğini umduğu ikiyüzlü bir tavırla,
“Bilirsiniz ki,” dedi, “kilisede Tanrı’dan başka bir şeyi gözüm görmez.”
Kurnaz köylü, “Elbette bunun bir aslı olacak,” dedi ve bir an
sustu. Sonra yine, “Bunda bir iş var ama, bu ikiyüzlü ilençlinin
ağzından bir şey öğrenilmiyor ki,” dedi. “Her neyse, artık senden
kurtulacağım; işim için daha iyi olacak. Papaz’ın mı gözüne girdin,
yoksa başka birinin mi, bilmem, seni bir düşünen olmuş, yer
bulmuşlar. Git de bohçanı hazırla, seni Mösyö de Rênal’e
götüreceğim, onun çocuklarına öğretmenlik edecekmişsin.”
“Bu iş için ne verecekler?”
“Yiyeceğin, üstün başın, yılda da üç yüz frank.”
“Ben uşak olmak istemem.”
“Hayvan, burada uşaklıktan söz eden var mı? Ben oğlumun
uşaklık etmesine olur der miyim?”
“Sofraya kiminle oturacağım?”
Bu soru, ihtiyar Sorel’i şaşırttı; söz söylerse bir ölçüsüzlük
edebileceğini sezdi. Julien’e köpürdü, açgözlü diye sövgüler savurdu
ve öbür oğullarına danışmaya gitti.
Biraz sonra Julien, onların, baltalarına dayanmış, harıl harıl
konuştuklarını gördü. Onlara uzun uzun baktı; bir şey
anlayamayacağını görünce, böyle dinlerken yakalanmasın diye gidip
bıçkının yanına oturdu. Hayatını değiştirecek olan bu umulmadık
öneriyi iyice tartmak istiyordu; ama soğukkanlılıkla
düşünemeyeceğini anladı; kafası hep Mösyö de Rênal’in güzel
konağında neler görebileceğine takılıyordu. Kendi kendine söylendi:
“Uşaklarla oturup yemek yemektense bütün bunlardan
vazgeçmek daha hayırlıdır. Babam beni zorla göndermek isteyecek,
ama ben ölürüm de gitmem. On beş frank, sekiz metelik birikmiş
param var, bu gece kaçarım; tarlalar içinden gidersem hem jandarma
çıkmaz hem de iki günde Besançon’a varırım; orada gönüllü asker
yazılır, daha olmazsa İsviçre’ye geçerim. Ama bunu yapınca da
ilerlemekten, yüksek yerlerden umudu kesmeli, insanı her istediğine
eriştiren rahipliği bir daha akla getirmemeli.”
Uşaklarla yemek yemekten tiksinmek, Julien’de kendiliğinden
doğmuş bir duygu değildi; o, zenginliğe erişmek için daha ağır
şeylere de katlanabilirdi. Bu tiksintinin kaynağı Rousseau’nun
İtiraflar’ı olmuştu. Kibarlar, zengin çevresini, hayalinde hep bu kitabın
yardımıyla canlandırırdı. Napoléon ordularının bildirileri toplamı,
Memorial de Sainte Hélène (Saint Helena’nın Anıları), bir de İtiraflar
işte Julien’in Kuran’ı 9. Başka hiçbir kitaba inanmasına olanak yoktu.
İhtiyar cerrahbaşının söylediği gibi, Julien’in gözünde öbür kitapların
hepsi göze girmek isteyen düzenbazların kaleminden çıkmış, yalan
dolu şeylerdi.
Ateş gibi bir zekâsı olmakla birlikte Julien’in belleği şaşılacak
kadar kuvvetliydi –oysa böyle bir bellek, çoğu zaman aptallıkla bir
gider–. Geleceğinin, Papaz Chélan’ın elinde olduğunu sezmiş ve onun
gözüne girmek için İncil’in Latincesini baştan aşağı ezberlemişti;
Another random document with
no related content on Scribd:
patient feels regarding the dates. The surface of the induration
usually becomes moist or abraded and frequently ulcerated; but
these surface lesions tend eventually to heal, even if let alone,
except in those parts, e. g., the lips, where they are constantly
bathed by discharge.
The characteristic induration disappears slowly in a few weeks or
months, leaving ordinarily no trace of its existence, although
sometimes a small scar, occasionally pigmented, is left to mark its
site.
There are two or three classical varieties of chancre which
deserve more minute description. As ordinarily seen upon the
genitalia, a chancre may assume the following types:
A. Dry, scaly papule.
B. Superficial erosion.
C. Hunterian, or ulcerating chancre.
A. Dry Papule.—The dry papule commences as a small rounded
area of redness, becoming infiltrated and rising above the surface,
gradually developing into a nodule the size of a pea or larger, over
which the superficial skin seems to be thickened. Should the summit
of this nodule become abraded there will escape a serous fluid,
which dries and forms a thin scab. This papule may disappear more
slowly than it came, or may become more infiltrated, while its surface
breaks down into an ulcer, whose area will be dropped a little below
that of the surrounding tissue. In this case the induration is produced
almost entirely by new round-cell infiltration, as in the other varieties;
when it ulcerates these cells are the ones mainly to suffer, so that
there is not much destruction of the original elements, and but little
scar remains.
B. Superficial Erosion.—The superficial erosion is the most common
of the primitive sores, but is not often seen so early as to have its
first appearance noted. It begins as a well-defined, dark-red area,
which loses its epithelium and exposes a raw surface, with a trifling
depression whose edges are usually on a level with the surrounding
skin, while in the previous case the edges are generally
characterized by an elevated margin. The base of this sore is also
indurated, and partakes usually of the parchment-like character
already described.
C. Hunterian Chancre.—The Hunterian chancre, so named after John
Hunter’s description of it, is the most distinct and typical of these
primary lesions. It begins as a papule, with some erosion, increasing
slowly in size, sharply outlined, with a somewhat flat top. As it grows
larger it increases in firmness until its base is extremely dense. In
color it is greenish or bluish red, and this color appearance is more
distinctive than in the other forms. In from one to three weeks its
surface epithelium is usually loosened by maceration, and serous
discharge is the consequence, or else it becomes covered with a
grayish exudate, which, by its location, is rarely allowed to form a
scab. The centre of the ulcer becomes deeper, its edges more
elevated, and in typical cases a minute crater is formed by a
characteristic destructive process. While the Hunterian chancre
tends in ordinary cases to slowly disappear of itself, this involution
can be materially hastened by local and constitutional treatment, and
usually heals, when properly treated, with but slight local evidence of
its previous existence.
The Mixed Chancre.—Chancroid will now be described, and its
consideration will include the statement that
it may be followed by true syphilitic chancre. Such a lesion is known
as mixed chancre or mixed sore, and indicates a simultaneous
infection by two distinct infecting agencies; it may easily cause
confusion, for if seen early it will lack the characteristic induration of
syphilis. This latter will only appear about the time that the
chancroidal ulcers should be healed, if promptly and properly
treated. Supposing this treatment to consist at least in part of
caustics, the surgeon may be in doubt as to whether the induration is
due to this agency or to developing syphilis. It seems justifiable to
imagine causes of this kind while awaiting the further developments
of the case, and to postpone vigorous antisyphilitic remedies until the
diagnosis is established. It is a serious thing to condemn to a long
course of mercurials a patient who perhaps does not need such
drastic drugs. Instances arise where the situation is to be carefully
considered in view of these possibilities. Should the healing and
apparently healthy ulcer, however, take on an indurated base and
develop the typical scleroses of chancre, it may be supposed that all
doubt has been removed. The possibility of syphilitic infection being
implanted upon a chancroidal base by subsequent exposure should
also be taken into consideration. This will require an accurate history
and a faithful narration of the same by the patient.
There are, also, the extragenital chancres, which may be met with
upon the hands, upon the breasts, in the oropharynx, as well as
about the eyelids. Chancres on those surfaces of the body where
tissues are loose may attain considerable size and ulcerate early, the
discharge drying into scabs or crusts, which mask the underlying
ulcer. Around the margins of the nails these lesions show but slight
induration. Sometimes suppuration and granulation are profuse.
When appearing upon the tonsils there is nearly always ulceration,
with considerable swelling and often a false membrane. A patient
with this lesion will complain of sore throat, and involvement of the
surrounding lymphatics is usually extensive.
When chancre appears upon the lips there is usually extensive
induration; the lesion attains considerable size, with protrusion,
unless recognized and treated, and ulceration takes place early and
deeply. It may be confused here with epithelioma. The latter occurs
during the later period of life, is slower in its evolution, and its
involvement of the neighboring lymph nodes. The local changes
which often precede cancer, e. g., hyperkeratosis and papilloma, will
be lacking in chancre of the lip.
Sometimes at the site of the original chancre, which may have
healed, there will be found one of the later lesions of the disease,
which may be mistaken for another primary sore occupying the site
of the first one. It may be distinguished by its central ulceration, its
tendency to extend, and by the absence of the lymphatic
involvement which is met with in the early stages of the disease.
Pathology of the Chancre.—The chancre should be regarded as
the first neoplastic evidence of a
disease which is throughout characterized by its tendency toward
new-cell formation. In the developed chancre there is a well-defined
cell proliferation in the skin or mucous membrane, whose
bloodvessels show the same character of change already
mentioned, since in the walls, both of the minute arteries and veins,
are found many new cells, some of which were originally leukocytes,
but most of which are products of cell division, as shown by their
numerous mitoses. All the coats of the vessels are involved and
even the perivascular spaces are involved and obliterated.
Essentially, then, the chancre consists of a local infiltration of the
superficial tissues by cells, most of which are of the round type; the
whole constitutes what may be spoken of as the initial sclerosis,
which remains or disappears as such unless infected secondarily.
This sclerosis should be carefully sought in every suspected region
when the patient is first examined. It may range in bulk from a millet-
seed to that of a good-sized grape; it is usually movable upon the
tissues beneath; it may ulcerate deeply, and, should it persist for a
long time, it may seem unusually active just before the outbreak of
the so-called secondary symptoms.
But little can be predicted with regard to the future course of the
disease from the size, number, or appearance of the primary sores.
The nature of the tissues upon which the virus has been implanted is
a more important feature in the evolution of the disease than
anything pertaining to its primary lesions, so far as appearances go.
In patients of depraved habits or vitiated constitutions the chancre
may often become gangrenous or phagedenic.
Lymphatic Involvement.—Soon after the appearance of the primary
sore, or coincident with it, the enlargement of the adjoining
lymphvessels and nodes begins. This is noted first in those which
are in closest communication with the site of the chancre, usually in
the groin. Occasionally thickened lymphvessels may be felt as cords
extending along the dorsum of the penis. There may be enough
involvement of the perivascular spaces to produce this appearance
and sensation even around the bloodvessels. This lymphatic
involvement is exceedingly significant, and yet may be found to
some degree after chancroid and even after herpes of the genitals. It
is, of course, an expression of a travelling infection—in the first case
produced by the syphilitic virus; in the second, by the chancroidal
virus; and in the third, by ordinary pyogenic organisms which enter
through the pathway afforded by the herpes.
The involved lymph nodes of syphilis suppurate much less often
than do those of chancroid, and suppurating bubo is, therefore, not
common in syphilis. The term bubo generally means an involvement
of the lymphatics in the groin, although, strictly speaking, it implies a
similar condition in any part of the body. Syphilitic bubo, therefore, is
to be distinguished from chancroidal as well as from non-specific
bubo. These lymphatic lesions are sometimes spoken of as
constituting the characteristic adenopathy of the disease, but this is
an unfortunate expression, as it implies glandular involvement, and
the term lymph gland should never be used, since the structures are
not glandular in any respect. The enlargement and persistence of
these lymph nodes constitute peculiar features of the disease, and
may be noted long after the subsidence of active manifestations.
Treatment.—With the earliest possible recognition of a syphilitic
chancre or sore there is need for active and prolonged
constitutional treatment, in addition to whatever may be required
locally. If the diagnosis can be made, constitutional treatment should
commence at once; only in cases of doubt is it advisable to wait. The
local treatment is a matter of ordinarily small importance; the sores
tend to heal spontaneously and quickly when the system is brought
under the influence of mercurials. There are few authorities who
recommend excision of the primary lesion or believe it is possible to
abort syphilis by anything that can be done to the chancre. It is
advisable to make mild antiseptic applications only. A chancre,
however, in a location which makes it difficult to keep the parts clean,
should be exposed to treatment by a minor operation, as an incision
of the prepuce, circumcision, or a dilatation or incision of the hymen.
Aside from such operation the indication is for surgical cleanliness;
soap and water followed by hydrogen peroxide, which may be
continued as an application, or dusting with calomel, will usually
prove sufficient. Various antiseptic solutions may be used. Dry
applications, however, are the most convenient and usually the most
serviceable; iodoform should be avoided on account of its
penetrating odor; and pure, dry calomel will sometimes prove a mild
caustic, and is best reduced with one to three parts by weight of
bismuth subnitrate. The stronger applications, especially caustic, are
only employed when there is unhealthy ulceration. If the sore is
gangrenous it should be cocainized, then the surface thoroughly
treated with some powerful caustic like nitric acid, and thereafter
kept moist with aqueous antiseptic solutions. When the surface is
practically healthy, dry preparations or unguents may be employed,
preferably the mercurial ointments. There is greater difficulty in
preserving cleanliness about the female genitalia, and here the use
of antiseptic cotton or gauze will probably be necessary in addition to
the other precautions. Surfaces should be kept apart by their aid,
and it is well to use frequent antiseptic douches or occasionally to
insert a suppository containing an antiseptic drug. Of the various
preparations used those containing mercury in some form are doubly
serviceable. The inguinal lymphatics should be kept anointed with a
mercurial ointment, which should be thoroughly rubbed in, and the
parts afterward protected with oiled silk.
While these local measures are being employed vigorous general
treatment should be promptly instituted. This will be discussed when
dealing with treatment of the constitutional features of the disease.
There are locations in which chancre gives rise to considerable
distress, as, for instance, upon the lip and tonsils. Great
improvement and relief of pain in these lesions is afforded by proper
use of auxiliary drugs.
In regard to local precautions, the patient should be impressed
with the virulent and infectious character of the discharge from every
primary lesion, and given minute and cautious directions so that its
transmission to others can be prevented. This will mean the use of
separate utensils, as well as soap, towels, etc., possibly the
temporary isolation of the patient.

CONSTITUTIONAL SYPHILIS.
Between the time of appearance of the primary sore and the
development of widespread constitutional symptoms there
intervenes a period of latency, the second period of incubation. This
is more variable in duration than the first. The shortest time on
record is about two weeks, and the longest about two hundred days,
the average time being six or seven weeks. The secondary
symptoms indicate complete generalization of the syphilitic poison,
and follow the early manifestations in almost every case;
nevertheless, there are instances in which they are either wanting or
are so trifling as to escape observation. A careful examination during
the second period will usually show, however, that the lymph nodes
throughout the body are gradually becoming enlarged, especially
those in the neck, along the border of the sternomastoid, the
occipital nodes, those in the axilla and groin, and particularly one or
two small ones above the inner condyle of the humerus, known as
the supracondyloid or epitrochlear nodes. When these latter become
involved without evident and local cause, syphilis is always to be
suspected or even diagnosticated. This node is to be found by
bending the patient’s elbow and feeling for it on the inner side, above
the condyle, in the interval between the biceps and the triceps. The
other lymph nodes of the body might also be found involved if they
could be as easily palpated. This lymphatic involvement is quite
independent of skin or other lesions, and does not yield as readily to
mercurial treatment. The enlargements are usually movable, distinct
in outline, and never suppurate unless locally and secondarily
infected. In tuberculous patients, however, they may break down.
This generalized involvement of the lymphatics is also of importance
in diagnosticating old syphilitic infections.
During the second period of incubation there is generally a certain
degree of malaise and progressive anemia. Examination of the blood
will show diminution of hemoglobin, and a relative if not actual
leukocytosis, due to reduction in the number of the red corpuscles.
Occasionally the anemic features become pronounced; the patient
may complain of weakness, lassitude, sleeplessness, failure of
appetite, and of pain and discomfort in the bones and joints, more
pronounced at night, and often regarded by patients as “rheumatic.”
The painful joints may also show a slight swelling due to increase of
the joint serum.
Sometimes intermittent fever accompanies these cases, especially
during the early eruptive period. The rise of temperature is noted
mainly in the evening, when it may reach 104° or even 105° F. It
does not last long, and often precedes the appearance of a well-
marked and characteristic eruption. It is a peculiar feature of the
syphilitic poison that it seems to attack points of least resistance in
each patient, as is the case with that of influenza. In one patient
fibrous tissues will suffer most; in another, joints; in others there will
be headache or expressions of perverted nerve activity, as vertigo,
convulsions, disturbances of sensation, temporary paralysis; again
there occur disturbances like mild pleurisy, splenic enlargement, or
jaundice. Occasionally there will be a typhoidal condition, during
which the kidneys are seriously compromised. Morbid conditions are
intensified by an attack of syphilis. During rheumatism and the
various forms of neuritis, and during almost all affections of the
central nervous system, symptoms are, under these circumstances,
frequently aggravated. In malarial countries it is said that latent
syphilis sometimes becomes active when malaria is present. Lesions
of the bones and joints are occasionally influenced, while some claim
that fractures occur more readily in syphilitic subjects, and it is
generally conceded that delayed union of fractures is often due to
this cause. I have seen fracture, apparently spontaneous, of both
tibiæ, one after the other, in a patient with syphilitic disease of the
cord and bones. I have also seen exuberant callus form around a
fracture in a syphilitic subject, as it never does under ordinary
circumstances. Injury seems sometimes to localize the
manifestations of the disease; thus chronic irritation at the site of old
syphilitic lesions frequently becomes a point of development for
epithelioma, or some other expression of malignant growth. This is
seen particularly in cancer of the tongue, which sometimes follows
the change in the epithelium known as leukoplakia.
The influence of an attack of erysipelas upon certain specific
lesions is remarkable. In many instances eruptions and ulcerations
have been known to subside, and gummas and exostoses to
disappear, after an attack of erysipelas involving their site, but these
lesions are likely to reappear after the disappearance of the acute
infectious process. The temporary effect of the toxins of erysipelas
upon syphilitic lesions is similar to their influence upon some
malignant growths.
Syphilis of the Skin.—Passing now to the lesions of early
constitutional syphilis as manifested in
particular regions or organs of the body, we take, first, the skin.
When syphilis seems to have ended its existence during the primary
stage (Fordyce) no further disturbances are expected, and only by
waiting can the termination of the disease be determined.
The malignancy of the disease may be estimated by noting the
rapidity with which the destructive lesions appear; thus gummas
which appear early in the skin or mucous membranes, or elsewhere,
indicate a serious type of the disease. So also does profound
cachexia, including in this term more than mere anemia. The
devastations of the disease in Europe during the fifteenth century
show that it presented at that time a severe type.
The eruptions of syphilis have been grouped under distinctive
terms, and are usually referred to as syphilides or syphilodermas. It
has been already stated that among the new formations of syphilis
are those known as syphilodermas; any of the former which are
distinctly due to syphilis may be syphilomas. Thus, we may have
syphiloma in the skin, in the bones, in the viscera, etc. It has been
customary to speak of the syphilides as simulating the non-specific
eruptions and identify them by placing before them the adjective
syphilitic. Thus writers formerly described syphilitic psoriasis,
syphilitic erythema, etc.; but these terms have been abandoned,
because it is recognized that the skin lesions of syphilis while
imitating most of the features of the non-specific diseases are yet
distinctly different from them. We speak, therefore, now of a macular,
vesicular, papular, squamous syphilide, etc., implying thereby that it
is vesicular, scaly, or otherwise, as the case may be, and at the
same time that it is a cutaneous expression of syphilis.
PLATE VIII
Grouped Miliary Papular Syphilide.
PLATE IX
Mixed Papular and Papulopustular
Syphilide.
PLATE X
Tuberculous Ulcerating Syphilide, showing
Lesions in Different Stages.

The syphilodermas have certain peculiarities which are striking


and distinctive; they are symmetrically distributed; their color is
characteristic, and is due to the disease of the bloodvessel walls,
which has been referred to, by which stasis is favored and exudation
encouraged. The pigmentation is often striking, and, whatever it may
be at first, it assumes a tint described by the terms “raw ham” or
“coppery.” Dark pigmentation may take the place of the lighter
colored, as the sole evidence of the existence of the previous lesion.
Occasionally, however, the normal pigment of the skin disappears
and a bleached-out area marks the site of the previous lesion. This is
often irregular in shape and considerable in size. Such a spot is
spoken of as leukoderma. Again, the syphilodermas are generally
polymorphous, and seem to be capable of imitating almost every
known non-specific skin affection; so close is the resemblance that it
often requires careful study of the case to permit of diagnosis. The
absence of itching is also a feature of most of these cases.
The early syphilides are superficial, distributed generally and
symmetrically, and disappear spontaneously.
When skin lesions are clustered, as in the macular and papular
forms, they usually group themselves symmetrically and in more or
less circular outline. When, however, they are too regularly arranged,
it may be taken as evidence of their older and more relapsing
character.
The later skin lesions of syphilis differ in several respects from the
earlier. They are less regularly grouped; they involve a greater depth
of tissue; they tend to ulcerate and to leave permanent scars; and
they have around them a more infiltrated area, probably because
they are deeper. They are, however, not so infectious as the earlier
lesions, and it is rare that they are of serious menace to others. (See
Plates VIII, IX, X.)
Fordyce and others have pointed out that the prompt and specific
influence of mercury and even of iodine upon these eruptions is an
instance of the selective action of certain drugs, and nothing could
be more conspicuous in demonstrating it.
Certain types of syphilide are common in the earlier stages and
others in the later; there may be a well-defined limit between the two,
since in not a few instances all types seem to be combined.
The first eruption of so-called secondary syphilis assumes the
erythematous or macular type, and has been referred to as roseola
syphilitica. It appears as a generalized eruption, in spots varying
from 0.5 to 1 Cm. in size, which are of a vivid color and scarcely
elevated above the surface. It commences usually upon the
abdomen, proceeds to the chest, and then to the extremities. It does
not often appear upon the face. Two or three weeks may be
consumed in its generalization over the entire body. If let alone it has
a duration of a few days to several weeks, and may then fade away,
leaving nothing to indicate its presence save a slight pigmentation.
Of more pronounced character is the papular eruption, which
commences as a small papule, and is described as lenticulopapular
and miliary papular. At first these are generalized, then become
circumscribed, and exhibit transition forms from the early to the later
type of lesions. The papules vary in size from that of a millet-seed to
that of a split pea; even this type may disappear without ulceration or
suppuration.
Lichen planus may be mistaken for papular syphilide, but may be
distinguished from it by intense itching and by lack of the pigment
changes which characterize the syphilide.
The squamous syphilide is sometimes a continuance of the
papular, and sometimes it begins as such. It is characterized by a
variety of scaly macules and papules, which strikingly resemble the
lesions of psoriasis. The latter are seldom seen on the palms and
soles, while the squamous syphilide is very frequently seen in these
locations. Moreover, along with the squamous lesions are frequently
associated other skin lesions, which give the case a complex type,
resembling at one point one of the non-specific affections, and
others at other points. Such changes are mainly expressions of
various stages in the involution or degeneration of the papule, but
they may give the case a variegated appearance, in which
pigmentation may be prominent.
Some years ago Biett described a form of syphilide which he
claimed was unmistakable and indicative. Since he described the
lesion it has been known as Biett’s collarette. It appears in from ten
to twenty weeks after the secondary symptoms are fully declared, is
superficial, usually situated upon the trunk and extremities, but never
upon the palms or soles. It consists of a flat papule almost level with
the skin, 1 to 2 Cm. in diameter, rounded in contour, while around it
there is seen a zone of white epidermal scales pretty sharply defined
and giving it the name of collarette. The area within is dry and
painless, and the ring itself narrow. There is little or no itching. It may
be followed by some other skin lesion. The lesion is often so mild as
to pass unnoticed.
At other times pustulocrustaceous syphilides will appear above the
level of the skin, surrounded by a series of narrow concentric rings,
not scaly, but composed of a number of small pustules, the first ring
being perhaps an inch from the centre of the inner lesion. This is
seen more often in males than in females, and it seems as though
the smaller pustules were the result of an auto-infection of ordinary
pyogenic character. In the presence of either of these lesions a
positive diagnosis of syphilis can be made.
The pustular syphilide may give rise to large or small pustules,
which soon become superficial ulcers, often irregular in shape, with
an unhealthy floor which may be livid or gangrenous, or may
resemble a diphtheritic lesion, while from its surface exudes a
mixture of blood, debris, and pus, which dries into dark-colored
crusts and constitutes the lesion known as ecthyma. These lesions
are often deceptive, since while scabbing seems to be occurring
over the surface the ulceration may be extending beneath. This is an
intermediate or earlier tertiary rather than a secondary lesion.
Another type of pustular syphilide is that known as rupia, where
the ulcers are larger and are covered with concentric layers of crust
resembling an oyster-shell. These lesions begin as papules and
undergo changes which make them bullæ or pustules and then open
ulcers. The peculiar scabs are somewhat conical in shape when not
disturbed, and are greenish or brownish in color. If they are
dislodged, irregular, indolent, and often sensitive ulcerated areas will
be found beneath them. Even when these ulcers heal they are
irregular in outline and show a white scar often surrounded by an
areola of pigment. This rupia is the most visible lesion of syphilis, as
no other skin disease assumes any such type.
In the last-described and ulcerative forms of syphilide there is a
possibility of septic infection, or at least of septic intoxication by
absorption; hence the need for care in this direction. In fact, into the
treatment of every pustular indication of syphilis the elements of local
protection and local antisepsis should enter.
The Mucous Membranes.—Here the manifestations of syphilis
are of great importance because of
their extreme infectiousness. The earlier manifestations are seen
mainly about the mouth. When an eruption appears upon the skin a
condition corresponding to it may often be recognized in the pharynx
and upon the uvula and soft palate. This will be accompanied by
discomfort, and the patient complains of “soreness of the throat.”
These throat lesions are chronic, liable to recur, and disappear
slowly, unless the patient is vigorously treated; they sometimes
cause dryness of the fauces, followed by a free flow of mucus. The
dusky discoloration of the rash is quite distinctive.
The congested areas have a dusky hue on the skin and are
spoken of as “coppery” or “raw-ham” in tint. They are usually well
outlined; should the disease progress they become eroded.
“Syphilitic sore throat,” as this condition is often called, may be
aggravated by the use of tobacco and by unclean mouths. The
involvement of the cervical lymphatics will be proportionate to the
vividness of the lesion.

TERTIARY OR CONSTITUTIONAL SYPHILIS.


There is no distinctive time limit between the so-called secondary
and the tertiary symptoms of syphilis. Generally the lesions
disappear with but little treatment; in many instances they will fade
away without any. In most cases, however, the patient, even under
poor management, takes enough medicine to disperse the lesions
more quickly than they would spontaneously subside. If he
discontinues medicine for several weeks, sometimes many months
will elapse before there are any active manifestations of the disease.
During this period, however, the lymphatic enlargements will not
decrease perceptibly, and there may be evidence of advance in this
direction. The so-called tertiary symptoms appear usually without
fever or other symptoms, and not often in less than five or six
months after the commencement of the disease. On the other hand,
their advent may be delayed for years, even when the early
treatment of the case has been but partially effective.
No organ or tissue in the body is exempt from the ravages of
tertiary syphilis. Even the finger-nails and the hair may suffer, while
the teeth are affected in the hereditary manifestations. Affections of
the skin occur, according to Haslund, in about 12 per cent. of the
cases.
The mucous membranes are liable to exhibit those lesions above
described, known as mucous patches, usually regarded as late
secondary symptoms. The description applies equally well to the
tertiary lesions. They occur about the oropharynx, upon the tongue,
the lips, the nostrils, and the eyelids. They are frequently found also
about the rectum, anus, and genitalia of either sex. In general they
present about the same appearance. They commence usually with a
slight elevation of the surface and at several points, sometimes
simultaneously and successively. These surfaces ulcerate
superficially, and thus are produced irregular but rounded patches,
with uneven edges, of grayish-yellow surface, which ordinarily are
not sensitive, but occasionally extremely so. They may disappear
under local treatment, but in that case tend to recur at frequent
intervals. If unnoticed or not properly cared for the ulcers may
become deeper and assume an unhealthy appearance. In the
mucus-lined cavities affected the condition of these ulcers will
depend upon the personal habits of the patient. In mouths where
tartar has accumulated upon the teeth, or where the toothbrush is
seldom used, the patches may become large and foul.
These lesions are extremely infectious and the disease may be
conveyed by kissing, by the common use of small domestic utensils,
by the pipe, by dentists’ instruments, etc. Patches occurring at the
junction of the skin and mucous membrane may extend over onto
the latter and become deep, specific ulcers. Lesions of this character
need judicious local as well as constitutional treatment. They will
often disappear under the latter alone, but it should be combined
with local measures. These consist in cleanliness and the use of
various antiseptic solutions or applications. An antiseptic mouth
wash, as diluted hydrogen dioxide, or of water given a mahogany
color by tincture of iodine, should be frequently used. There should
be an application of a 5 per cent. solution of silver nitrate, or some
other astringent, stimulating, or mild caustic.

Fig. 24

Grouped papulopustular syphilide and numerous pigmented spots from former


lesions. (Fordyce.)

The Skin.—The late syphilides of syphilis belong to the


gummatous or tuberculous types (i. e., tuberculous in
the anatomical sense, or nodular). The latter may occupy the entire
thickness of the skin or lie even deeper. Such lesions may begin as
papules and develop into distinct and circumscribed nodules, while
these may coalesce into considerable masses. These tend to break
down and leave scars after they have disappeared. There is little
difference, microscopically, between the nodule and the gumma.
Clinically, the tuberculous lesions spread usually in a serpiginous
manner, producing a more or less curvilinear outline. (See Figs. 24
to 27.) These ulcerations undermine the tissues to a greater or less

You might also like