Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi 3rd Edition Erich Fromm Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin

Çözümlenmesi 3rd Edition Erich Fromm


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/ruyalar-masallar-mitler-sembol-dilinin-cozumlenmesi-3
rd-edition-erich-fromm/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Erich Fromm Gesamtausgabe herausgegeben von Rainer Funk


Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/erich-fromm-gesamtausgabe-
herausgegeben-von-rainer-funk-erich-fromm/

Marx ■n ■nsan Anlay■■■ 4th Edition Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/marx-in-insan-anlayisi-4th-edition-
erich-fromm/

Freud Dü■üncesinin Büyüklü■ü ve S■n■rlar■ 1st Edition


Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/freud-dusuncesinin-buyuklugu-ve-
sinirlari-1st-edition-erich-fromm/

O zgu rlu kten Kac ■s 2nd Edition Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/o-zgu-rlu-kten-kac-is-2nd-edition-
erich-fromm/
Psikanaliz ve Din Freud Jung ve Din Alg■s■ 6th Edition
Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/psikanaliz-ve-din-freud-jung-ve-
din-algisi-6th-edition-erich-fromm/

Masallar 7th Edition Aisopos

https://ebookstep.com/product/masallar-7th-edition-aisopos/

R für Dummies 3rd Edition Joris Meys

https://ebookstep.com/product/r-fur-dummies-3rd-edition-joris-
meys/

150 Problemas de ECG 3rd Edition John R Hampton

https://ebookstep.com/product/150-problemas-de-ecg-3rd-edition-
john-r-hampton/

Summer games sans limites 3rd Edition R S Grey

https://ebookstep.com/product/summer-games-sans-limites-3rd-
edition-r-s-grey/
Erich Fromm (23 Mart 1900 - 18 Mart 1980)
Musevi kökenli Almanya doğumlu Amerikalı antropolog, sosyal felse­
feci, tarihçi ve psikanalist. 1922' de Heidelberg'de felsefe doktorasını ve­
rip Berlin Psikanaliz Enstitüsü'nde çalışmaya başlayan Fromm, otuzlu
yılların başında Almanya'da Nazi hareketinin güçlenmesi üzerine önce
Cenevre'ye, ardından aldığı bir davet üzerine ABD' ye göç etti. 1934-1962
yılları arasında Columbia, Yale, New York gibi üniversitelerde dersler
verdi. Emekli olduktan sonra yerleştiği İsviçre'de yaşamını yitirdi.

Yazarın Say Yayınları'ndaki diğer kitapları:


• Freud Düşüncesinin Büyükltıgü ve Sınırları
• İnsandaki Y ıkıcı1ıgın Kökenleri
• İsa Dogması
• İtaatsizlik Üzerine
• Kendini Savunan İnsan
• Marx'ın İnsan Anlayışı
• Olma Sanatı
• Özgürlükten Kaçış
• Psikanaliz ve Din
• Psikanalizin Bunalımı
• Sahip Olmak ya da Olmak
• Sigmund Freud'un Misyonu
• Tanrılar Gibi Olacaksınız
• Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum
RVVAlAR
MASALLAR
M1TlER
Sembol Dilinin Çözümlenmesi

Erich Fromm

Çevirenler:
Aydın Arıtan
Kaan H. Ökten
Say Yayınlan
Erich Fromm Kitaplığı

Rüyalar, Masallar, Mitler / Erich Fromm


Özgün adı: The Forgotten Language. An lntroduction to the Understanding of
Dreams Fairy Tales and Myths

© 1951 by Erich Fromm

Türkçe yayın hakları Kalem Ajans aracılığıyla© Say Yayınlan


Bu eserin tüm haklan saklıdır. Tanıbm amacıyla, kaynak göstermek şartıyla
yapılan kısa alıntılar hariç yayınevinden yazılı izin alınmaksızın alıntı yapı­
lamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

ISBN 978-605-02-0358-5
Sertifika no: 10962

Çevirenler: Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten


Yayın koordinatörü: Levent Çeviker
Kapak tasarımı: Artemis İren

Baskı: Lord Matbaacılık ve Kağıtçılık


Topkapı-İstanbul
Tel.: (0212) 674 93 54
Matbaa sertifika no: 22858

1. baskı: Say Yayınlan, 2014


3. baskı: Say Yayınları, 2017

Say Yayınlan
Ankara Cad. 22 / 12 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul
Tel.: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80
www.sayyayincilik.com • e-posta: say@sayyayincilik.com
www.facebook.com/ sayyayinlari • www.twitter.com/ sayyayinlari

Genel dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti.


Ankara Cad. 22 / 4 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul
Tel.: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80
internet satış: www.saykitap.com • e-posta: dagitim@saykitap.com
İÇİNDEKİLER

Ç . On.. ..
sozu ..................................................................... . 7
.

evırmemn

Yazarın Önsözü ......................... ......................................... ........ . 13


1 Giriş ........................................................................................ 15
il Sembol Dilinin Özellikleri .................................................. 25
III Rüyaların Özellikleri .......................................................... .41
iV Freud'un ve Jung'un Rüya Yorumculuğu . . . 65
...... ........... .. ..

V Rüya Yorumculuğunun Tarihçesi . .


............ ......... ............ 1 15
VI Rüya Yorumlama Sanab . . . . ..
.... ......... ..... . .. . .
..... .. ............... 147
VII Mitler, Masallar, Merasimler ve Rüyalarda
Kullanılan Sembol Dilleri .. . . . . ..
.. ......... ........... . ... .
.... .......... 187
Kaynakça .................................................................................... 243
Çevirmenin Önsözü


nsan ancak beynindeki verilerle ve onlara "göre" düşünür.
I Gördüğü ya da duyup okuduğu şeyleri anlaması da yine
beynindeki bu verilerle olur. İnsan beş duyu ve üç boyutlu
madde ile kısıtlıdır. Oysa aklı, düşüncesi ve bilinci ile bunları
çok aşan şeyleri tasarlar, hayal eder ve onlara inanır. Hatta
tüm yaşantısını bu görüp bilmediği ama zihninde, aklını kul­
lanarak tasarladığı bilgilere ve inançlara göre kurar, bunların
uğrunda yaşar.
Semboller, olayları ve bilgileri beynimizin verilerine indir­
geyip bizim, kendimizi aşan ve gözle görüp elle tutamadığı­
mız şeyleri kavramamızı sağlayan araçlardır.
İnsan hayatını genel anlamda ikiye ayırabiliriz: Uyanıklık
hali ve uyku hali. Bir insanın ömrünün yaklaşık üçte biri uy­
kuda geçer. Uyanık halimiz konusunda hepimiz az çok bilgi
sahibiyizdir. Ama uyku olayı, bizler için pek de önemsen­
meyen ve zaman zaman da fantezi biçimde yaklaşımlarla ele
alınan bir yönümüzdür. Akılcı ve bilinçli bir düzene göre ku­
rulu dünyasal hayat için aklın ve bilincin zayıfladığı uyku ve
uykuda görülenler, ciddiye alınmaması gereken özelliklerdir.
Çünkü dünya bilime, onun kanıtladıklarına, elle tutulup göz­
le görülene inanır ve güvenir. Bunun böyle olması, geçmiş ta­
rihler ve bu yüzyılın başlarına kadar doğruydu da. Bir kısım
bilge kişiler dışındaki genel insanlık realitesi, soyut olguları
kavrayacak düzeyde değildi. Oysa şimdi bilim öyle ilerlemiş- 7
tir ki, arlık yalnızca görülüp kanıtlanan şeylere inanmak, ilkel
bir bilinç düzeyinin göstergesi haline gelmiştir. Çünkü bizim
üç boyutlu algı alanımızı aşan muhteşem bir evrenin sırlarım
her gün biraz daha fazla oranda çözmekteyiz.
Bilinci bir bütün olarak kabul edersek, bunun yarısını uya­
nık halimizle kullanır, diğer yarısını ise uykuda işletiriz. Çün­
kü artık anlaşılmışbr ki, bilinç uyku halinde de faaliyetine,
bilinenden farklı da olsa devam etmektedir.
Fromm burada daha da ileriye giderek bilincin, tüm dış
baskılardan arındığı uykuda uyanık hale oranla daha gerçekçi
ve özgür olduğunu söyler. Bizim bilinçli durumdayken basb­
rıp ittiğimiz ya da duyup görmek istemediğimiz birçok şey de
rüyalar aracılığı ile dile gelip karşımıza dikilir. Fromm' a göre
uyku, yalnızca bir dinlenme aracı değildir. Uyanık halimiz­
deki her türlü zihinsel ve ruhsal etkinlik, doğrudan doğruya
rüyaya yansır. Bu nedenle rüyalara gereken önemi vermek
ve onların şifrelerini çözmeye çalışmak, insana bilinçli du­
rumdayken fark edemediği birçok gerçeği keşfetme fırsabm
verir.
Fromm 1951 yılında kitap haline getirdiği T he Forgotten
Language. An Introduction ta the Understanding of Dreams, Fairy
Tales and Myhts (Unutulan Dil. Rüyaların, Masalların ve Mit­
lerin Anlaşılmasına Giriş) adlı eserinde önce, Sembol Dilinin
Özellikleri'ni çözümlemeye çalışır. Çünkü ona göre, insanlık
tarihinin ilk günden bugüne geliştirdiği tek ortak dil, sembol
dilidir. Kitapta daha sonra rüyalar ele alınır ve rüyaların özel­
likleri işlenir, ardından da rüya yorumlama tekniğine geçilir.
Bu teknikleri "psikolojik olmayan" ve "psikolojik" olarak iki­
ye ayıran Fromm, bu konuda tarih boyunca söylenmiş tüm
verileri inceler. Genelde, ağırlığı Sigmund Freud'un Rüya
Yorum Yöntemi'ne vermesine rağmen, Cari Gustav Jung'dan
eski Yunan filozoflarına, oradan da çağdaş düşünürlere ka­
dar olan geniş bir perspektif içinde konuyu işler ve sonuçta
8 da kendi görüşünü dile getirir:
Akılcılık ve hareketlilik, uyumayan bir insanın en
büyük özellikleridir... İnsanlar, sürekli olarak hareket
ederler ve çevrelerini gözlemlerler. Çevrelerindekilerin
gerçekten de var olup olmadıklarını kesin olarak bilme­
melerine rağmen, bu gözlemlerini sürdürmeye devam
ederler... Biz insanlar, yeryüzünün en çalışkan canlıla­
rından biriyiz. Fakat hayal gücü yönünden en fakirle­
rinden biri olduğumuz da kesindir ... Uykumuzda farklı
bir benliğe kavuşur, rüya görmeye başlarız. Rüya yar­
dımıyla da, hiç olmamış hikayeler yaratabiliriz... Rüya
görürken çok büyük mutluluklar yaşayabiliyoruz ama
bazen de rüyalarımızın birçoğunu dayanılmaz korkula­
rımız oluşturuyor. Kesin olan tek şey, rüyamızda hangi
rolü oynarsak oynayalım o rolün yarahcısı biziz, o bizim
rüyamız ve biz onların sahibiyiz... Gerçekten de, rüya
görürken, zaman ve uzay kanunlarının(. ..) egemen ola­
madıkları bir dünyanın yarahcıları olabiliyoruz.

Erich Fromm için rüya görmek, insanların gün boyu var­


lıklarından haberdar olmadıkları tecrübe ve hahraların açıkça
ortaya çıkması demektir. Sembol dilinin özelliklerini kavra­
yabilmiş olan bir insan, bu tecrübe ve hahralar yardımıyla
müthiş bir buluşu gerçekleştirebilir. Bu buluş şudur: İnsanlık
tarihinin en eski eserlerinden olan mitlerle, günlük yaşanh­
mızın ürünleri olan rüyalar, birbirleri ile şaşırhcı bir benzer­
lik gösterirler. Günümüz insanları, mit ve masallara gereken
değeri vermeyi, onları bir tecrübe ve hahra hazinesi olarak
görmeyi unutmuşlardır. Bu nedenle biz çağdaş insanlar arhk
onların dillerini anlayamıyoruz.
Masallar ve mitleri, insanlığın ilk dönemlerindeki gelişme­
miş beyin yapılarının ürünleri olarak görenlere şiddetle karşı
çıkan Fromm, şöyle der: "Mitler ve masallar, kendilerini sem­
bol dili aracılığı ile ifade eden, geçmiş zaman bilgelikleri ve
özdeyişleridir." 9
Bütün bu anlathklarını örnekler üzerinde inceleyen Fromm,
bize rüya ve sembolik dil konularında yeni ve değişik bir ba­
kış açısı kazandırır.
Rüya, ilgi çeken ama üzerinde yeterince ve bilimsel kay­
gılarla durulmayan bir konudur. Genelde "hurafe işi" diye
bakılan ve bilimsel-akılcı dünya manhğına ters gibi durduğu
için pek de ilgilenilmeyen bu yönümüz, aslında insanın kendi
diğer yarısını fark edip keşfetmesidir. Kişiliği ve bilinci bir
bütünlüğe ulaşhrabilecek ipuçlarım içinde barındıran rüyalar
ve onların yorumlanmaları, Türk toplum geleneği içinde de
yerini almışhr. Fromm, içinde bulunduğu Bah toplumunun
ve çağının gereklerine uymak zorundaydı. Bu nedenle bazı
şeyleri söylemek istese bile, bunları açıklamaktan geri dur­
muştur. Oysa bizim halk geleneğimiz içinde rüyalar, yalnızca
kişinin en iyi ya da en kötü yanlarının dile geldiği bir özgürlük
platformu olarak görülmez. Bunun yam sıra gelecekle ilgili
bazı ipuçlarım direkt olarak elde etmek umudu ile istiareye
yatırılarak görülen "istiare rüyaları" , yüce katlardan gelen yol
göstermeler ve uyarıların sonucu olarak görülen ve "mana"
rüyaları adı verilen bilgi rüyaları, toplumsal bilincimizde yer
etmiştir. Kimilerine göre de ruh, uyku sırasında bedeni terk
ederek astral planda bir geziye çıkar. Bu sırada birçok şeyle
karşılaşır, değişik bilgiler edinir. Uyandığında ise çoğu kez
bunları fark edip hatırlamaz. Oysa bu dönemde aldığı bilgiler
bilinçaltına yerleşir. Daha sonra beynini kullanıp çalışhrdıkça
bu bilgileri de bulup kendine mal edebilir.
Türk toplumunda rüyalara eskiden beri ilgi gösterilmiş,
rüyalar çözümlenmeye ve anlamlandırılmaya çalışılmışhr.
Yorum tekniği olarak genelde İslami kaynaklara başvurul­
muş, yer yer de spiritüel yönde çalışmalar yapılmışhr. Yorum
öncesinde olayı olumlu ve aydınlık bir biçimde ele almak için
"gündüz niyetine" denilir ya da rüyanın kişinin faydasına ol­
ması ve gelişmesine katkıda bulunması açısından "hayırdır
10 inşallah" deyimi kullanılır.
Rüyalar, Fromm'un da ortaya koyduğu gibi, kendilerini
sembolik bir dille ifade ederler. Bu semboller genellikle çağın
ve içinde yaşanılan toplumun gereklerine, alışkanlıklarına ve
yaşama biçimlerine göre biçim bulurlar. Bu nedenle rüyaları,
hatta masal ve mitleri bile yorumlarken dikkat edilecek nok­
ta, önce, hakkında yorum yapılacak kişinin ruhsal gelişmişlik
düzeyidir. Ondan sonra, çağın ve içinde yaşanılan kültürel
ortamın da belirleyici ve yönlendirici bir etki yaphğını göz
önünde bulundurmak gerekir. Zeka ve olgunluk olarak orta­
lama düzeyde bulunan bir insan için "karınca" sembolü ça­
lışmayı habrlabrken, daha değişik bir formasyona sahip olan
birisi, çalışmayı hatırlamak için kendini bilgisayarın başında
çalışıyor görebilir. Çok farklı iki örnek olmalarına rağmen her
ikisi de rüyayı gören kişiye çalışması gerektiğini vurgular. O
halde yorum tekniğinde, bu düzey farklılıklarını göz önünde
bulundurmak gerekir.
Konusundaki en kapsamlı çalışma olan Rüyalar, Masallar,
Mitler Erich Fromm'un önemli kitaplarından biridir. Bu ki­
tabı Kaan H. Ökten ile birlikte çevirdik. Çeviride her zaman
olduğu gibi, Türkçenin güzelliğine ve anlaşılır olmaya dikkat
ettik.

Aydın Arıtan
İstanbul, Haziran 2014

11
Yazarın Önsözü

u kitabın özünü, William Alanson White Institute of


B Psychiatry'de verdiğim lisansüstü dersler oluşturmak­
tadır. Aynca Bennington College' taki lisans öğrencilerine
verdiğim derslerden de yararlanmış bulunuyorum. Bu kitap,
psikiyatri ve psikoloji öğrencileri ile konuya ilgi duyan diğer
okuyuculara seslenecek biçimde yazılmışhr. Bu eser, sembol
dilini anlayabilmek için yazılmış bir "giriştir". Bu nedenden
dolayı, sembol dili alanındaki birçok karmaşık sorunu irde­
lemedim. Örneğin Freud'un psikolojik kuramını yalnızca
"rüya yorumculuğlı" açısından ele aldım ve kendisinin daha
sonra ortaya attığı sorulan göz ardı ettim. Aynca belirli bir
ön bilgiye ihtiyaç gösteren sembol dili özelliklerinin hiçbirine
değinmedim. Bu tür sorunlarla, gelecekte yazmayı düşündü­
ğüm bir eserde ilgilenmeyi tasarlıyorum.
Şunu bir kez daha vurgulamak isterim. Bu kitap, unutul­
muş bir dili yeniden anlamamıza yardıma olabilmek için ya­
zılmışhr. Kitabımda sembol dilini yorumlamayı düşünmüyo­
rum. Burada amaç, unutulmuş olan bu dilin hahrlanmasına
katkıda bulunmakhr. Eğer sembol dili, iddia edildiği gibi başlı
başına bir dil ise ve gerçekten de insanlığın geliştirebildiği tek
evrensel dil olma özelliğini taşıyorsa, amacımız onu yorumla­
mak değil, onu bütünüyle anlamak olmalıdır. Çünkü ortada
yapay olarak üretilmiş gizli bir kod yoktur. Öyleyse yorum
yapmaya da gerek kalmamaktadır. Sembol dilini anlayabil- 13
menin önemi, işi ruhsal bozuklukları ortadan kaldırmak olan
psikoterapistler ile sınırlı değildir. Bu kişilerin dışında, mera­
kı olan ve kendi başlarına bu engin alanı incelemek isteyenler
için de çok önemlidir. Bence bu yüzden yüksekokul ve üniver­
sitelerimizde "yabana dil" derslerinin yanında "sembol dili"
dersleri de verilmelidir. Elinizdeki kitap, bu hedefin gerçek­
leşmesine küçük bir katkıda bulunmayı amaç edinmiştir.
Yapıcı eleştirilerinden ve yardımlarından dolayı Sayın Dr.
Edward S. Tauber'e teşekkürü bir borç bilirim, ayrıca müs­
veddeleri okuma zahmeti de gösterdiği için ona ayrıca şükran
borçluyum.
Erich Fromm, 1951

14
1

G1R1Ş
"Yorumlanmamış bir rüya, okunmamış bir mektuba ben­
zer."
Talmud, Berachot SSa

"Çevremizin bize zorla giydirdiği kıyafeti uykumuzda üs­


tümüzden çekip atarız.
Böylece (ve ancak o zaman) bize belki de ürkütücü gibi
gelebilecek bir özgürlüğün farkına varırız. Rüyasal gerçeklik
içinde arhk her arzumuz gerçek olabilir. Usta bir insan, ken­
disini anlayabilmek için rüyalarını anlamaya çalışır.
Ama bu, ayrınhlara takılmış bir çaba olmaktan çok, kişili­
ğin genel kalitesini anlamaya yöneliktir."
Emerson
ütün bilgeliklerin başlangıcında hayret ve merak vardır.
B Eğer bu varsayım doğruysa, günümüz insanının bilge­
liğine epeyce gölge düşmüş olur. Çünkü çok ileri bir edebi­
yat bilgisine ve genel eğitime sahip olduğumuzu söyleye­
bilmemize rağmen, bir olay karşısında hayrete ve meraka
düşme yeteneğimizi kaybetmiş olduğumuz da bir gerçektir.
Günümüzde arhk her şeyin bilindiği kabul edilmektedir. Bir
konuda bilgimiz mi eksik, o zaman mutlaka, işi, bizim bil­
mediklerimizi bilmek olan bir uzman bulunacaktır. Bir şeye
hayret etmek arhk utanç vericidir ve adeta düşük bir zeka
seviyesinin göstergesi anlamına gelmektedir. Hatta çocuk­
larımız bile genellikle çok az hayret ederler veya en azından
bunu belli etmemeye çalışırlar. İlerleyen yaşımızla beraber,
hayret etme yeteneğimiz de giderek azalır. Genelde önem
verdiğimiz husus, her zaman en doğru cevabı vermektir.
Ama doğru soruları sormayı bilmek, bize biraz daha önem­
liymiş gibi gelir.
İşte bu düşünce, hayatımızdaki en ilginç olaylardan biri
olan rüyaların bu kadar az hayrete ve sorulara yol açması­
nın nedeni olabilir. Hepimiz rüya görürüz. Onları anlamayız,
ama yine de uyurken sanki böyle bir şey olmuyormuş gibi
davranırız. Ama eğer uyanık halimizin manhklı ve hedefe yö­
nelik düşünce tarzıyla karşılaşhracak olursak, rüyalarda bazı
garip yönlerin bulunduğunu fark ed
. eriz.
Uyumadığımız zaman ne yapıyoruz, onu bir düşünelim.
Aktif, akıla, istediği şeyi elde etmek için yılmadan uğraşan ve
kendini saldırılara karşı koruyan varlıklar gibi davranıyoruz. 17
Uyanık ve gözlemci bir biçimde çevremizi algılıyoruz. Belki
de, aslında göründüklerinden çok farklı olan bazı görüntü­
leri "gerçek" diye kabul ediyoruz. Ama yine de kabul etmek
gerek ki, bu gözlemlerle faydalı ve kullanılabilir bilgiler kaza­
nıyoruz. Aslında pek fazla bir tasavvur yeteneğine de sahip
değiliz. Çocuklar ve şairlerin dışında, bu yeteneğin yalnızca
günlük olayların hikayesini oluşturma ve bunları tekrarlama
biçimiyle kısıtlı kaldığı açıkhr. Biz insanların çalışkan olduk­
ları söylenebilir, ama ne yazık ki, hayal gücümüz eksiktir.
Gün boyu gördüklerimize "gerçek" diyoruz ve sahip olduğu­
muz bu gerçekliği, "tek gerçek biçimi" olarak algılıyoruz.
Rüyalarımızın çoğu ortak bir özelliğe sahiptir; uyanık ha­
limizin en büyük özelliği olan manhk kurallarına uymazlar.
Orada uzay ve zaman kategorileri de arhk geçersizdir. Bu du­
rum için birkaç örnek verelim: Ölmüş dostlarımız yaşıyormuş
gibi karşımıza çıkabilir ya da eskiden başımızdan geçen ve
unutmuş olduğumuz olaylar birdenbire gözümüzün önünde
canlanabilir. Veya gerçekte hiç mümkün olmayacak biçimde,
iki ayn olayı aynı anda oluyormuş gibi görebiliriz. Uyku­
muzda zamana olduğu kadar, uzayın kurallarına da uyma­
yız. Uzak bir yere bir anda gitmek, iki farklı yerde aynı anda
bulunmak, iki değişik insanı bir tek insan olarak görmek veya
bir insanı ansızın başka bir insana dönüştürmek bizim için hiç
de zor değildir. Kısaca, bedenimizin faaliyetine sınırlar koyan
zaman ve uzayın kaybolduğu bir dünyayı rüyalarımızda ya­
ratmak pek kolaydır.
Rüyalarımızdaki bir diğer gariplik de, çok uzun yıllar
boyu hiç hahrlamadığımız, hatta unuttuğumuz kimi olayla­
rın ve insanların bir anda zihnimizde canlanmalarıdır. Bunlar
sanki her gün görüştüğümüz bir dost veya yaşadığımız bir
olaymış gibi, aniden karşımıza çıkıverirler. Rüya görürken,
uyaruk durumda hiç fark etmediğimiz bir kaynağı kullanırız.
Bu kaynak, adına bilinçalh (ya da bilinçdışı) dediğimiz, geç­
18 miş hahra ve tecrübelerden oluşan bir depodur.
Rüyaların tüm bu ilginç özelliklerine rağmen şunu belirt­
memiz de gereklidir. Eğer rüya görüyorsak, bu rüya yüzde
yüz "gerçektir" ve uyanık halimizin gerçekleri gibi tam olarak
geçerlidir. Rüyada "sanki, imiş" gibi durumlar yoktur. Rüya,
gerçek bir yaşayışhr. Bir adım daha ileriye giderek şunu da
sorabiliriz: "Gerçek nedir?" Rüyada gördüklerimizin değil
de, uyanıkken gördüklerimizin gerçek olduğunu nasıl iddia
edebiliriz? Bu sorunu bir Çin şairi şöyle açıklamışhr: "Geçen
gece rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Ama şimdi, bir
kelebek olduğunu düşünen bir insan mı ya da insan olduğu­
nu düşünen bir kelebek mi olduğumu bilemiyorum."
İşte gecelerin o heyecanlı ve canlı tecrübeleri, uyandığımız..'.
da yalnızca yok olmakla kalmazlar, ayrıca onları hahrlama­
mız da oldukça zor olur. Bazılarını, sanki hiç rüya görmemiş
gibi tamamen unuturuz. Bazı rüyaları da uyandığımız anda
biraz hahrlar, ama az sonra bir daha geri gelmemek üzere
kaybederiz. Kimi rüyalar ise gerçekten hahrda kalır ve "dün
gece bir rüya gördüm" dediğimizde de, bunları kastederiz.
Hani sanki birtakım iyi ve kötü huylu cinler geceleyin bizi zi­
yaret etmişler de, gündoğumunda birden yok olmuşlar gibi.
Sabahleyin bu cinlerden hiçbir şey hahrlayamaz, hatta onlarla
çok yoğun bir çalışma yaptığımızı bile unuturuz.
Şimdi gelelim en şaşırtıcı olan noktaya: Uyku anındaki
yaratıcılığımız ile ortaya çıkan rüyalar, insanlığın en eski
eserlerinden olan mitlere* çok benzerler. Çağdaş toplumla­
rın güncel yaşantıları içinde, mitler bizleri pek fazla meşgul
etmezler. Bunlardan dinsel bir biçim alarak, kutsal kitaplara
geçmiş olanlara yüzeysel bir ilgi gösteririz. Ama eğer bunlar
dinimizin bir parçası haline gelememiş ve geleneksel bir oto­
riteye erişememişlerse, mitleri, "henüz aydınlığa ulaşama­
mış beyinlerin çocuksu ifadeleri" olarak görürüz. Ama göz

* Mit: Kahramanlar ve efsaneler devrinin hikayesi. Sembolik bir dille


yazılan mitler, genellikle doğa olaylarından ve tanrılardan söz ederler.
(Çev. n.) 19
ardı edilemeyecek bir gerçek vardır: Rüyalarımızın birçoğu,
içerik ve biçim bakımından mitlere benzemektedir. Bilimsel
olarak aydınlanmış modern beyinler bile, uykularında mit
benzeri eserleri yaratma yeteneğini henüz kaybetmemişler­
dir. Görmezden gelsek, nefret etsek ya da saygı göstersek
bile mitler bugünkü düşünce şemamız içinde yerlerini çok­
tan almışlardır.
Uzay ve zaman koordinatlarının egemen olduğu dünyada
mümkün olamayacak dramatik olaylar, mitlerde pekala ger­
çekleşebilir. Kahraman, dünyayı kurtarmak için evini, ocağını
terk eder veya görevinden kaçar ve büyük bir balığın karnın­
da yaşar ya da efsanevi kuş yanarak kül olur ve küllerinden
daha güzel bir biçimde yeniden doğar.
Değişik insanların farklı rüyalar görmeleri ne kadar doğal­
sa, değişik ülkelerin farklı mitler yaratmış olmaları da o kadar
doğaldır. Ancak tüm farklılıklara rağmen bütün mit ve rüya­
ların ortak bir yanı vardır. Hepsinin anlahmı aynıdır, sembo­
lik bir dil ile yazılmışlardır.
Babil, Hint, Mısır, İbrani ve Grek mitleri gibi Ashanti* ve
Irokes** mitleri de ortak bir dile sahiptir Bir New Yorklunun
veya bir Parislinin bugün gördüğü bir rüya ile birkaç bin yıl
önce Atina'da ya da Kudüs'te yaşamış olan bir insanın gördü­
ğü rüya, birbirlerine çok benzer. Buna ek olarak, antik ve mo­
dern insanların rüyalarındaki anlatım tarzı ile insanlık tarihi
başlarında yaratılmış olan mitlerin anlatım tarzı da aynıdır.
Sembol dilinin temelinde, kişisel tecrübe, his ve düşünce­
lerin sanki çevremizde oluşan olaylar ve bunların algılanma­
sıymış gibi olması yatar. Sembol dili, gün boyu kullandığımız
konuşma dilinden çok farklı bir mantığa sahiptir. Bu dilin
mantığında önemli olan zaman ve uzay değil, yoğunluk, an­
lam ve çağrışımdır. Sembol dili, insanlığın geliştirdiği tek ev-

* Ashanti: Afrika'run Volta ırmağı boylarında yaşayan zenci halk. Bugün­


kü Gana ülkesi. (Çev. n.)
20 ** Irokes: Kuzey Amerika Kızılderilileri. (Çev. n.)
rensel dildir ve tarihin akışı içinde oluşan tüm kültürler için
aynıdır. Kendine has bir dilbilgisi ve cümle yapısı olan mitle­
rin, masalların ve rüyaların dilini anlayabilmek için, ilk önce
bu sembol dilinin özelliklerini çözmemiz gerekecektir.
Çağımızın insanı, uyumadığı zamanlarda sembol dilini
unutmuş gibi görünmektedir. Ayrıca, uyanık halimizdeyken
bu dili anlamamız bize pek de gerekli değilmiş gibi gelir.
Geçmişte Doğu'nun ve Batı'nın büyük kültürlerinde yaşa­
mış olan insanlar için mitler ve rüyalar, ruhun kendisini orta­
ya koyduğu en anlamlı ve en güzel anlatım biçimi idi. O çağ­
da, mit ve rüyaları anlamamak, okuma-yazma bilmemek gibi
olurdu herhalde. Son birkaç yüzyılda ise, Batı kültüründe bir
değişim yaşandı ve artık mitlere ve rüyalara verilen önem gi­
derek azalmaya başladı. Sözgelimi, mitlere, bilim öncesi aklın
basit ürünleri olarak bakılır oldu. Bu düşünce yapısına göre
mitler, insanın doğa ile ilgili büyük buluşlarım yapmadığı ve
ona biraz da olsa hükmetmediği çağlarda doğmuşlar ve bili­
min gelişmesiyle birlikte işlevlerini yitirmişlerdir.
Modem aydınlanma çağının rüyalar hakkındaki görü­
şü ise daha da olumsuzdu. O zamanlarda rüyaların saçma
olduğuna ve yetişkin insanların bunlara önem vermemesi
gerektiğine inanılıyordu. Bu insanlar kendilerine "realist"
diyorlardı, çünkü onlar sahip olunacak ve kullanılacak eşya­
ların realitesinden başka hiçbir realiteyi bilmiyor veya bilmek
istemiyorlardı. Bu insanlar öylesine realistlerdi ki, her otomo­
bil için özgün bir isim bulmakta zorluk çekmezlerdi ama çok
değişik duygulara neden olan "sevgi"yi ancak bir tek kelime
ile açıklayabilirlerdi. Çünkü duygusal konulardaki yaratıcı­
lıkları, yalnızca o tek kelimeyle sınırlıydı.
Rüyalarımız, tüm istek ve hayallerimizin gerçekleşmesini
sağlasaydı, belki o zaman onlara biraz daha sıcak yaklaşabi­
lirdik. Ama onlar, kimi zaman garip ve istenmeyen duygulara
da neden olurlar. Bazen rüyalarda, kabuslar görürüz ve uyan­
dığımızda, bunun yalnızca bir rüya olduğuna seviniriz. Bazı 21
rüyalar da kabus olmasalar bile, bizi yine de tedirgin ederler.
Örneğin rüyamızda öyle bir kişiliğe bürünmüş gözükebiliriz
ki, bu, gündüzleri sahip olduğumuzu sandığımız kişiliğimiz
ile tam bir karşıtlık oluşturabilir. İnsanlardan nasıl nefret et­
tiğimizi görebiliriz ya da hiç ilgi göstermediğimiz bir kişiyi,
rüyamızda sevebilir ve hatta ona aşık olabiliriz. Gündüzle­
ri, hırsı olmayan bir insan olduğumuz için övünürüz. Rüya­
mızda ise, birdenbire kendimizi büyük bir hırs küpü olarak
görürsek tabii ki bundan irkiliriz. Özgürlüğü ile onur duyan
bir insan olduğumuzu düşünürken, bazı kişilerin emirlerine
itaat ettiğimizi görür ve şaşırırız. Bu konudaki en olumsuz
şey, bizim için, rüyalarımızın anlaşılmaz oluşlarıdır. İlgi ile
yaklaşhğında her şeyin anlaşılabileceğine inanan modern çağ
insanı için, aklın kısıtlılığını gösteren bu olay rahatsız edicidir.
Bu rahatsızlıktan kurtulabilmek için de, kestirme bir yoldan
giderek, rüyaların "saçma" olduklarına hükmederiz.
Son yıllarda, mit ve rüyalar hakkındaki bu olumsuz gö­
rüşlerde derin değişiklikler oldu. Biraz sonra anlatacağımız
bu değişimlerin büyük bir çoğunluğu Freud'un çalışmala­
rı sayesinde olmuştur. Freud, başlangıçta yalnızca nevrotik
hastalara yardım etmek ve hastalıklarının nedenini öğrenmek
için uğraşıyordu. Fakat zamanla rüyaların, hem hasta hem de
sağlıklı insanlarda rastlanılan evrensel bir olgu olduğunu an­
ladı. Freud rüyaların, temelde mitlerden pek farklı olmadık­
larını da kavramışh. Bu nedenle, bir kez rüyaların dilini anla­
dığımızda, arhk mit ve masalların sırrını da çözebileceğimize
inanmaya başladı. Bu anıda bazı antropologların çalışmaları,
dikkatleri yine mitlere yöneltmişti. Böylelikle mitler toplan­
maya ve araşhrılmaya başlandı. Söz konusu alanda önemli
bir yere sahip olan bilimadamları (örneğin J. J. Bachofen) bu
yeni araşhrmalar sayesinde insanlığın tarihöncesine ışık tut­
tular. Her ne kadar bu gelişmeler umut verici olsa da, mit ve
rüyaların araşhrmaları daha emekleme devresindedir. Ayrıca
22 çalışmaları engelleyen birçok neden vardır. Değişik psikoa-
nalitik ekoller arasında var olan dogmatizm ve sabit fikirli­
lik bunlardan ilkidir. Bu ekollerin hepsi de, sembol dilini bir
tek kendilerinin doğru olarak yorumladıklarını iddia ederler.
Böylece de sembol dilinin çok yönlülüğü kaybolur ve onu tek
bir anlam kalıbına sığdırmaya çalışırız.
Diğer bir engel ise, rüya yorumunun, yalnızca nevrotik
hastalara bir psikiyatrist tarafından uygulandığında geçerli
olacağı savıdır. Oysa ben, bunun aksini düşünüyorum. Sem­
bol dilinin, herkes tarafından öğrenilmesi gereken tek yabancı
dil olduğu inancındayım. Eğer bu dili anlayabilirsek, mitleri
da anlayabiliriz. Bence mitler, bilgeliğin en önemli kaynakla­
rından biridir. Ayrıca benliğimizin derinliğine inmemize ve
gizli yönlerimizi anlamamıza yardımcı olduğu da bir gerçek.
Talmud (Berachot 55a)* şöyle der: "Yorumlanmamış bir
rüya, okunmamış bir mektuba benzer." Gerçekten de mit ve
rüyalar, kendi kendimize gönderdiğimiz mesajlar gibidir.
Eğer bu dili anlayamazsak, insanlığın daha doğaya hükmede­
mediği çağlardan bize aktarılan önemli bilgileri kavrayamaz
ve kendi öz benliğimize giden o gizemli yolu keşfedemeyiz.

* Talmud: İbranicede "çalışma" anlamına gelen bu sözcük, çeşitli dinsel


konular ve sorunlar üzerine hahamların yaptıkları tarhşmalan derleyen
kitaba verilen addır. İki ayn din merkezinde, Filistin ve Babil'de 2. yüz­
yılda derlenen iki ayn Talmud vardır. (Çev. n.) 23
il

SEMBOL D1L1N1N ÖZELL11<LER1


irisine, beyaz ve kırmızı şarap arasındaki tat farkını açık­
B lamamız gerektiğini varsayalım. Farkı çok iyi biliyoruz.
O halde onu kolayca anlatabiliriz sanıyorsunuz, değil mi?
Ama düşündüğümüzün aksine, bu tat farkını anlatmak çok
zor olacaktır. Herhalde sonunda sorunu şöyle geçiştireceğiz:
"Ne yazık ki, sana bu farkı açıklamıyorum. En iyisi mi, bir
bardak kırmızı ve sonra da bir bardak beyaz şarap iç. O za­
man farkı anlayacaksın." Tekniğin en son harikası olan kar­
maşık bir makineyi tarif etmek, çoğumuz için hiç de zor de­
ğildir. Ancak çok basit bir tat alma duygusunu anlatmak için,
gerekli kelimeleri bulmakta epey güçlük çekeriz.
Genelde bütün duygular için aynı sorun geçerlidir. Ör­
nek olarak diyelim ki, yalnızlık çevremizi sarmış, tek başına
bırakılmışlığın ezikliğini yaşıyoruz. Dünyamız kapkaranlık
ve bu hal bize acı veriyor. Bir arkadaşımıza bu ruh halimizi
anlatmak istersek herhalde kelimelerimiz çabucak tükene­
cektir. Belki ona birtakım şeyler anlatacağız. Ama sonunda,
söylediklerimizin, ruhumuzun o farklı renklerini tam olarak
yansıtamadığını göreceğiz. Bir de aynı gece bir rüya görmüş
olduğumuzu düşünelim. Bu, şöyle bir rüya olsun: Güneş
daha yeni doğmaktadır, tanımadığımız bir şehrin dış mahal­
lelerinde dolaşıyoruz. Sokaklar daha bomboş. Yalnızca bir
sütçü görünüyor. Bütün evler karamsar bir görünüme sahip.
Buradaki çevre, bize çok yabancı. Bizi, yabancısı olmadığı­
mız ve ürkmediğimiz mahallelere götürecek tanıdık taşıma
araçları da yok. Daha sonra uykudan kalkhğımızda bu rüyayı 27
hahrlıyoruz. Ve birdenbire, yatağa yatmadan önce arkadaşı­
mıza anlatmaya çalışhğımız ama bir türlü tam olarak anlata­
madığımız ruh halimiz aklımıza geliyor. Oysa gördüğümüz
bu rüya, ruh halimizi çok güzel bir biçimde tarumlamışhr.
Rüyada yalnızca tek bir sahne vardır. Bu sahneyi görmek de
en fazla bir ya da iki saniyemizi almışhr. Halbuki daha önce
içinde bulunduğumuz durumu uzun uzun sözlerle ifade et­
meye çalışmış ama bunda pek de başarılı olamamışlık. Oysa
bu kısacık rüya yardımı ile sözlerle yaphğımızdan çok daha
başarılı bir anlahmda bulunmuş olduk. Rüyamızda gördüğü­
müz bu sahne, bir duygumuzun sembolü idi. İşte rüyalarda
çok yalın bir sembolle, çok karmaşık bir ruh halini, böylece
anlatabilme imkaru buluyoruz.
Sembol dediğimiz şey nedir? Sembolün tanımı, çoğun­
lukla, "Başka bir şeyin yerinde duran, onun yerini alan, onu
temsil eden" olarak yapılmaktadır. Bu haliyle bu tanımı, pek
anlayamayız. Fakat beş duyumuzu da bazı sembollerle tem­
sil edebileceğimizi düşünür ve bu sembolleri inceleyecek
olursak, konu biraz daha ilginçleşecektir. Bunu yapmak için,
sözü edilen bu sembollerin bir tecrübenin, bir duygunun ya
da bir düşüncenin yerine geçtiğini varsaymamız gerekecek­
tir. Böyle bir sembol, benliğimizin dışını yansıtmaktadır.
Sembolize ettiği şey ise içimizde saklıdır. Sembol diliyle,
içimizdeki duyguları, sanki somut birer algıymış gibi açık-
layabilir ve birçok şeyi temsili olarak anlatabilme imkanına
kavuşuruz.
Bir sembolü "başka bir şeyin yerine geçen, onun yerini
alan, onu temsil eden" olarak tanımlarsak, önemli bir soru­
yu da hemen bunun peşinden sormamız doğru olur. "Acaba
sembolün kendisi ile sembolize ettiği şey arasında ne gibi bir
ilişki vardır?" Bu soruyu cevaplayabilmek için, sembollerin
üç türe ayrıldığını bilmemiz gerekmektedir. Bunlar sırasıyla;
28 geleneksel, rastlanhsal ve evrensel sembollerdir. Son iki tür,
içdünyamızı ve hislerimizi sanki algılarımızmış gibi açıkla­
yabilen sembollerdir. Yine bu iki sembol türü, sembol dilinin
tipik özelliklerine sahiptir.
Semboller arasında kullandığımız en yaygın ve tanınmış
olan tür geleneksel sembollerdir. Bunları günlük konuşmala­
rımızda kullanırız. "Masa" kelimesini duyduğumuzda veya
okuduğumuzda, M-A-S-A harfleri, başka bir şeyin yerinde
duran, onun yerini alan ve onu temsil eden birer sembol­
dür. Sembolize edilen şey de her gün gördüğümüz, kullan­
dığımız ve ellediğimiz masadır. Şimdi bu noktada şöyle bir
soru sorabiliriz: "Masa kelimesiyle masa cismi arasında içsel
bir bağ var mıdır?" Hemen anlaşılacağı gibi, masa cismi ile
masa kelimesi (ve sesi) arasında bir ilgi ve bir ilişki yoktur.
Masa sesinin ve dolayısıyla kelimesinin o cismi sembolize
etmesinin tek nedeni, belirli bir cismi belirli bir sesle (ya da
seslerle) bağdaşbrmak üzere vardığımız toplumsal anlaş­
madır. Böyle bir ses-cisim ilişkisini daha çocukluğumuzda
kurarız. Bazı seslerin, birtakım cisimleri anmak için kulla­
nıldığını görerek bir alışkanlık yaratılır, böylece de onların
arasında köklü ve değişmez bir ilişki kurulur. Bu toplumsal
olay birçok kere tekrarlandığında, artık kalıcı bir ilişki ku­
rulmuş olur ve doğru kelimeyi bulmak için kendimizi zor­
lamayız.
Fakat bazı kelimelerde, böyle geleneksel bir çağrışımın
var olmadığı görülmektedir. Örneğin "ayyy" dediğimizde
hava, dudaklarımız arasından çabucak dışarıya çıkar. Bura-
da dudaklarımız, duygularımıza katılmışbr. Havanın böyle
hızla dışarıya doğru itilmesiyle, sanki bir olaydan uzaklaş­
mak isteğimizi destekliyormuş gibi davranırız. Bu ve buna
benzer durumlarda, sembol ile duygu arasında ortak bir bağ
vardır. Dillerin başlangıcında, birçok (belki de bütün) keli­
menin buna benzeyen ortak bağlar sonucunda türetildiğini
düşünebiliriz. Fakat buna rağmen, günümüzde kullanılan 29
kelimelerin arlık doğal bir ses-cisim ilişkisine sahip olmadık­
ları kabul edilmektedir. Geleneksel sembollere verilebilecek
en yaygın örnek kelimelerdir. Ama geleneksel sembolleri,
yalnızca kelimelerle sınırlı tutamayız. Bazen resimler de ge­
leneksel sembollere bir örnek olabilirler. Örneğin bayrakla­
rın renkleri ve sembolize ettikleri ülkeyle yakından ya da
uzaktan hiçbir ilgileri yoktur. Fakat buna rağmen, onlar da
birer semboldür ve bayraklar ülkelerin en güzel tanıtım ara­
cı olarak kabul edilmişlerdir. Görüntüsü ve maddi varlığı,
bayrak ile ülke arasında bir ilişki kurmamıza yardımcı olur.
Bazı resim-semboller ise yalnızca geleneksel bir sembol ola­
rak kabul edilemezler. Buna en iyi örnek haçtır. Eğer haçı ta­
mamen geleneksel bir sembol olarak düşünürsek, yalnızca
kiliseyi temsil ettiğini görecek, böylece de bir bayraktan farkı
olmadığına hükmedeceğiz. Ama haçın özel bir anlamı daha
vardır. Haç ile lsa'nın ölümü ve bununla beraber de, ruhsal
ve maddesel dünyaların birbirlerini tamamlamaları anlatıl­
mak istenmiştir. Buradaki ilişki başka bir boyut kazanmıştır.
Bu nedenle de artık tam bir geleneksel sembolden söz etmek
mümkün değildir.
Rastlantısal sembollerle geleneksel semboller tek bir nok­
tada benzerlik gösterirler: Burada, sembol ile temsil edilen
şey arasında içsel bir bağlantıya rastlamak mümkün olmaz.
Örneğin, bir kişinin herhangi bir şehirde, üzücü bir olayla
karşılaşhğını düşünelim. Bu kişi daha sonraları o şehrin adını
duyduğunda buruk bir duyguya kapılacakhr. Eğer o şehirde
güzel bir anısı olsaydı kişinin içi de neşeyle dolacakh. Doğal
olarak, şehirlerin kendi başlarına üzücü ya da sevindirici ol­
dukları söylenemez. Ama. kişisel bir ilişkilendirme sonucu,
sözü geçen şehir bir sembol biçimini almıştır. Aynı duygusal
tepki, belki de belirli bir ev, bir sokak, bir kıyafet veya belirli
bir olay için ya da özel bir duyguyu gerektiren herhangi baş-
30 ka bir durumla karşılaşınca da gösterilebilirdi.
Rüyamızda herhangi bir şehirde olduğumuzu görebilir ve
rüya sırasında belirli bir duygusal tepki göstermediğimizi de
kabul edebiliriz. Diyelim ki o şehrin bir sokağım veya yalnız­
ca ismini gördük. Hemen, rüyamızda niçin bu şehri gördü­
ğümüzü merak ederiz. Biraz düşündükten sonra da, yatağa
yatmadan önceki ruh halimizin, bu şehrin sembolize ettiği
ruh halimizle benzeştiğini fark ederiz. Rüyada gördüğümüz
resim, içinde bulunduğumuz ruhsal durumu, gördüğümüz
şehir ise bir zamanlar aynı duyguları yaşamış olduğumuz
yeri sembolize etmektedir. Burada, sembol ve sembolize edi­
len şey arasındaki ilişki bütünüyle rastlanbsaldır.
Rastlanbsal sembollerle geleneksel semboller arasında,
yukarıdaki benzerlik dışında pek bir ortak nokta bulunmaz.
Nitekim onları birbirinden ayıran önemli bir farklılık da, rast­
lanbsal bir sembolün çevremizdeki insanlar tarafından anla­
şılabilmesi için onu açıklamamızın gerekmesidir. Eğer bunu
yapmazsak rastlanbsal sembolün anlamım yanlızca kendi-
miz kavrayabiliriz. Oysa geleneksel sembollerin anlamları,
herkes için aynı ve ortakbr. Rastlanbsal semboller ise çoğun­
lukla rüyayı gören kişi ile sınırlıdır. Bu nedenden dolayı da,
bu tür sembollere mitlerde, masallarda ya da sanat eserlerin-
de rastlamak hemen hemen imkansızdır. Eğer bir romanda
böyle semboller kullanılmış olsaydı, onu kullanan yazarın
her sembolden sonra bir açıklamada bulunması gerekecekti.
Çünkü demin de söylediğim gibi, rastlanbsal semboller ki­
şilerin kendilerine özgü sembollerdir. Bu yüzden onları rü­
yalarımızda bol bol görebiliriz. Rastlanbsal sembolleri nasıl
anlayabileceğimiz konusuna ise kitabın ileriki bölümlerinde
yeniden döneceğiz.
Evrensel sembollerde ise sembol ve sembolize ettiği şey
arasında belirli bir ilişki vardır. Daha önce örnek olarak, bir
şehrin kenar semtlerinden birinde geçen bir rüyayı anlat­
mıştık. Terk edilmiş, yabancı ve fakir bir çevrenin yarattığı 31
duygu, bir insanın üzgün ve ürkek ruh haline gerçekten de
çok benzemektedir. Fakat nasıl ki hiç masa görmemiş olan
birisi için "masa" kelimesi bir anlam taşımıyorsa, hayatında
bir şehrin kenar bir semtini görmemiş olan birisi için de böy­
le bir sembolün bir anlam taşıması düşünülemez. Evrensel
semboller, insanların kişisel tecrübelerine dayanmaktadır.
Ateşi, bir sembol olarak kullandığımızı düşünelim. Ocakta­
ki ateşin canlılığı hepimizi büyülemektedir. Ateş durmadan
değişir, büyür küçülür, fakat yine de belirli bir sürekliliğe
sahiptir. Ateş için şunu söylemek mümkündür. O hiçbir
zaman aynı kalmadığı halde, hep aynı olandır. Güç, ener­
ji, büyüklük ve hareketlilik ateşin en önemli özellikleridir.
Sanki sonsuz bir güç kaynağını kullanarak dans eder gibi­
dir. Eğer ateşi bir sembol olarak kullanacaksak, onun özel­
liklerine uyan duygularımızı dikkate almamız gerekecektir.
Yani; güç, çabukluk, çeviklik, hareketlilik, büyüklük, neşe
ve canlılık, ateş sembolü aracılığı ile anlatabileceğimiz duy­
gularımızdır.
Buna benzer bir biçimde, deniz veya nehir suyunu da bir
sembol olarak kullanabiliriz. Fakat böyle bir sembol, ateş sem­
bolünden farklı olacakbr. Aslında su sembolünde de değişim
ve süreklilik bir arada görülmektedir. Örneğin deniz suyunu
bir sembol olarak kullandığınızda ardındaki canlılığı, sürek­
liliği ve enerjiyi hissedebilirsiniz. Fakat burada çok önemli
bir fark vardır. Ateş; heyecan verici, maceracı ve değişimci
olmasına rağmen, su; durgun, yavaş ve süreklidir. Ateşin do­
ğasında belirsizlik, suyun doğasında ise düzen vardır. Suyu
kullanarak da canlılığı sembolize edebilirsiniz fakat su daha
"ağırdır" ve bir "güven" kaynağıdır. Su, insanı "rahatlabr" .
Bu yüzden, heyecan dolu duygularımız için kullanamayaca­
ğımız bir semboldür.
Somut bir şeyin, duygularımız gibi soyut bir şeyi açıkla-
32 yabilmesi, yani, cisimlerin duygularımızın sembolleri olabil-
meleri aslında pek de şaşılacak bir durum değildir. Çünkü
ruhumuzda oluşan duyguların, bedenimize aynen yansıdığı­
nı hepimiz biliyoruz. Örneğin sinirlendiğimizde beynimize
kan fışkırdığını söyleriz ya da korktuğumuzda, "başımızdan
aşağı kaynar sular döküldü" deriz veya kızdığımızda kalbi­
miz hızla atmaya başlar. Ayrıca üzgün olduğumuz zaman
kendimizi, mutlu olduğumuz zamanlardan daha farklı his­
sederiz. Düşüncelerimiz, yüz ifademizi ve duygularımız da
davranışlarımızı o kadar etkiler ki, insanlar bizi dinlemekten
çok bu belirtileri gözleyerek ruhsal durumumuz hakkında
önemli bilgiler elde ederler. Yani bedenimiz, ruhumuzun bir
sembolüdür! Derinden ve gerçekten hissedilen bir olay ya da
düşünce bütün organizmamıza yansıyacaktır. İşte evrensel
sembollerde de böyle bir ruh ve beden ilişkisini görebiliriz.
Çünkü bazı bedensel olaylar birtakım duygusal ve ruhsal
gerçeklere işaret etmektedirler. Durum böyle olunca da duy­
gularımızı, bedenimizin oluşturduğu bir dil ile açıklayabilme
imkfuuna kavuşmuş oluruz.
Evrensel sembol, sembolize eden ile sembolize edilen ara­
sındaki doğrudan, sürekli ve rastlanbsal olmayan bir ilişkiyi
kavrayabilen tek semboldür. Böyle bir sembolü kullanmamı­
zın nedeni ise bellidir. Duygu ve düşüncelerimizin, bedensel
algılamalarımıza etki ettiğini arbk biliyoruz. Bunu açıklarken
kullanılan semboller tüm insanlar tarafından ortak olarak
kullanıldığı için de bunları evrensel olarak nitelendirebiliriz.
Eğer söylediklerimizi kısaca toparlayacak olursak: Gelenek­
sel semboller, kişiye ya da belirli toplumlara özgüdür. Rast­
lantısal semboller, çok dar bir çevreye seslenir ve onu yalnız­
ca sembolün anlamım bilenler anlayabilir. Evrensel semboller
ise bedenimizin, duygularımızın ve ruhumuzun özellikleriyle
ilgilidir. Bu tür semboller tüm insanlar için geçerlidir, belirli
bir kişiyle ya da kişiler topluluğu ile sınırlanamazlar. Gerçek­
ten de evrensel sembol insanlığın geliştirdiği tek ortak dildir. 33
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of La
Légende des siècles tome I
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United
States and most other parts of the world at no cost and with
almost no restrictions whatsoever. You may copy it, give it away
or re-use it under the terms of the Project Gutenberg License
included with this ebook or online at www.gutenberg.org. If you
are not located in the United States, you will have to check the
laws of the country where you are located before using this
eBook.

Title: La Légende des siècles tome I

Author: Victor Hugo

Illustrator: François Flameng

Release date: February 6, 2024 [eBook #72885]

Language: French

Original publication: Paris: Hetzel-Quantin, 1880

Credits: Claudine Corbasson and the Online Distributed


Proofreading Team at https://www.pgdp.net (This file
was produced from images generously made available
by The Internet Archive/Canadian Libraries)

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK LA LÉGENDE


DES SIÈCLES TOME I ***
Au lecteur
Table du tome premier
ŒUVRES COMPLÈTES
DE

VICTOR HUGO

POÉSIE
VII

TOUS DROITS RÉSERVÉS


ÉDITION DÉFINITIVE D’APRÈS LES MANUSCRITS ORIGINAUX

ŒUVRES COMPLÈTES
DE

VICTOR HUGO
I L L U S T R É E S D E G R AV U R E S A L’ E A U - F O RT E
D’APRÈS LES DESSINS DE

FRANÇOIS FLAMENG

POÉSIE
VII

LA LÉGENDE DES SIÈCLES

I
PA R I S
ÉDITION HETZEL-QUANTIN
LIBRAIRIE A. HOUSSIAUX

F r a n c i s G U I L L O T, S u c c e s s e u r

7, RUE PERRONET, 7
A LA FRANCE

Livre, qu’un vent t’emporte


En France, où je suis né!
L’arbre déraciné
Donne sa feuille morte.

V. H.
P R É FA C E

DE LA PREMIÈRE SÉRIE

Hauteville-House. Septembre 1857.


Les personnes qui voudront bien jeter un coup d’œil sur ce livre
ne s’en feraient pas une idée précise, si elles y voyaient autre chose
qu’un commencement.
Ce livre est-il donc un fragment? Non. Il existe à part. Il a, comme
on le verra, son exposition, son milieu et sa fin.
Mais, en même temps, il est, pour ainsi dire, la première page
d’un autre livre.
Un commencement peut-il être un tout? Sans doute. Un péristyle
est un édifice.
L’arbre, commencement de la forêt, est un tout. Il appartient à la
vie isolée, par la racine, et à la vie en commun, par la séve. A lui
seul, il ne prouve que l’arbre, mais il annonce la forêt.
Ce livre, s’il n’y avait pas quelque affectation dans des
comparaisons de cette nature, aurait, lui aussi, ce double caractère.
Il existe solitairement et forme un tout; il existe solidairement et fait
partie d’un ensemble.
Cet ensemble, que sera-t-il?
Exprimer l’humanité dans une espèce d’œuvre cyclique; la
peindre successivement et simultanément sous tous ses aspects,
histoire, fable, philosophie, religion, science, lesquels se résument
en un seul et immense mouvement d’ascension vers la lumière; faire
apparaître, dans une sorte de miroir sombre et clair—que
l’interruption naturelle des travaux terrestres brisera probablement
avant qu’il ait la dimension rêvée par l’auteur—cette grande figure
une et multiple, lugubre et rayonnante, fatale et sacrée, l’Homme;
voilà de quelle pensée, de quelle ambition, si l’on veut, est sortie la
Légende des siècles.
Le volume qu’on va lire n’en contient que la première partie, la
première série, comme dit le titre.
Les poëmes qui composent ce volume ne sont donc autre chose
que des empreintes successives du profil humain, de date en date,
depuis Ève, mère des hommes, jusqu’à la Révolution, mère des
peuples; empreintes prises, tantôt sur la barbarie, tantôt sur la
civilisation, presque toujours sur le vif de l’histoire; empreintes
moulées sur le masque des siècles.
Quand d’autres volumes se seront joints à celui-ci, de façon à
rendre l’œuvre un peu moins incomplète, cette série d’empreintes,
vaguement disposées dans un certain ordre chronologique, pourra
former une sorte de galerie de la médaille humaine.
Pour le poëte comme pour l’historien, pour l’archéologue comme
pour le philosophe, chaque siècle est un changement de
physionomie de l’humanité. On trouvera dans ce volume, qui, nous
le répétons, sera continué et complété, le reflet de quelques-uns de
ces changements de physionomie.
On y trouvera quelque chose du passé, quelque chose du
présent, et comme un vague mirage de l’avenir. Du reste, ces
poëmes, divers par le sujet, mais inspirés par la même pensée, n’ont
entre eux d’autre nœud qu’un fil, ce fil qui s’atténue quelquefois au
point de devenir invisible, mais qui ne casse jamais, le grand fil
mystérieux du labyrinthe humain, le Progrès.
Comme dans une mosaïque, chaque pierre a sa couleur et sa
forme propre; l’ensemble donne une figure. La figure de ce livre, on
l’a dit plus haut, c’est l’Homme.
Ce volume d’ailleurs, qu’on veuille bien ne pas l’oublier, est à
l’ouvrage dont il fait partie, et qui sera mis au jour plus tard, ce que
serait à une symphonie l’ouverture. Il n’en peut donner l’idée exacte
et complète, mais il contient une lueur de l’œuvre entière.
Le poëme que l’auteur a dans l’esprit n’est ici qu’entr’ouvert.
Quant à ce volume pris en lui-même, l’auteur n’a qu’un mot à en
dire. Le genre humain, considéré comme un grand individu collectif
accomplissant d’époque en époque une série d’actes sur la terre, a
deux aspects, l’aspect historique et l’aspect légendaire. Le second
n’est pas moins vrai que le premier; le premier n’est pas moins
conjectural que le second.
Qu’on ne conclue pas de cette dernière ligne—disons-le en
passant—qu’il puisse entrer dans la pensée de l’auteur d’amoindrir
la haute valeur de l’enseignement historique. Pas une gloire, parmi
les splendeurs du génie humain, ne dépasse celle du grand historien
philosophe. L’auteur, seulement, sans diminuer la portée de
l’histoire, veut constater la portée de la légende. Hérodote fait
l’histoire, Homère fait la légende.
C’est l’aspect légendaire qui prévaut dans ce volume et qui en
colore les poëmes. Ces poëmes se passent l’un à l’autre le flambeau
de la tradition humaine. Quasi cursores. C’est ce flambeau, dont la
flamme est le vrai, qui fait l’unité de ce livre. Tous ces poëmes, ceux
du moins qui résument le passé, sont de la réalité historique
condensée ou de la réalité historique devinée. La fiction parfois, la
falsification jamais; aucun grossissement de lignes; fidélité absolue à
la couleur des temps et à l’esprit des civilisations diverses. Pour citer
des exemples, la Décadence romaine n’a pas un détail qui ne soit
rigoureusement exact; la barbarie mahométane ressort de Cantemir,
à travers l’enthousiasme de l’historiographe turc, telle qu’elle est
exposée dans les premières pages de Zim-Zizimi et de Sultan
Mourad.
Du reste, les personnes auxquelles l’étude du passé est familière
reconnaîtront, l’auteur n’en doute pas, l’accent réel et sincère de tout
ce livre. Un de ces poëmes (Première rencontre du Christ avec le
tombeau) est tiré, l’auteur pourrait dire traduit, de l’évangile. Deux
autres (le Mariage de Roland, Aymerillot) sont des feuillets détachés
de la colossale épopée du moyen âge (Charlemagne, emperor à la
barbe florie). Ces deux poëmes jaillissent directement des livres de
gestes de la chevalerie. C’est de l’histoire écoutée aux portes de la
légende.
Quant au mode de formation de plusieurs des autres poëmes
dans la pensée de l’auteur, on pourra s’en faire une idée en lisant les
quelques lignes placées en note avant la pièce intitulée les Raisons
du Momotombo; lignes d’où cette pièce est sortie. L’auteur en
convient, un rudiment imperceptible, perdu dans la chronique ou
dans la tradition, à peine visible à l’œil nu, lui a souvent suffi. Il n’est
pas défendu au poëte et au philosophe d’essayer sur les faits
sociaux ce que le naturaliste essaye sur les faits zoologiques, la
reconstruction du monstre d’après l’empreinte de l’ongle ou l’alvéole
de la dent.
Ici lacune, là étude complaisante et approfondie d’un détail, tel
est l’inconvénient de toute publication fractionnée. Ces défauts de
proportion peuvent n’être qu’apparents. Le lecteur trouvera
certainement juste d’attendre, pour les apprécier définitivement, que
la Légende des siècles ait paru en entier. Les usurpations, par
exemple, jouent un tel rôle dans la construction des royautés au
moyen âge et mêlent tant de crimes à la complication des
investitures, que l’auteur a cru devoir les présenter sous leurs trois
principaux aspects dans les trois drames, le Petit Roi de Galice,
Éviradnus, la Confiance du marquis Fabrice. Ce qui peut sembler
aujourd’hui un développement excessif s’ajustera plus tard à
l’ensemble.
Les tableaux riants sont rares dans ce livre; cela tient à ce qu’ils
ne sont pas fréquents dans l’histoire.
Comme on le verra, l’auteur, en racontant le genre humain, ne
l’isole pas de son entourage terrestre. Il mêle quelquefois à l’homme,
il heurte à l’âme humaine, afin de lui faire rendre son véritable son,
ces êtres différents de l’homme que nous nommons bêtes, choses,
nature morte, et qui remplissent on ne sait quelles fonctions fatales
dans l’équilibre vertigineux de la création.
Tel est ce livre. L’auteur l’offre au public sans rien se dissimuler
de sa profonde insuffisance. C’est une tentative vers l’idéal. Rien de
plus.
Ce dernier mot a besoin peut-être d’être expliqué.
Plus tard, nous le croyons, lorsque plusieurs autres parties de ce
livre auront été publiées, on apercevra le lien qui, dans la conception
de l’auteur, rattache la Légende des siècles à deux autres poëmes,
presque terminés à cette heure, et qui en sont, l’un le dénoûment,
l’autre le commencement: la Fin de Satan, Dieu.
L’auteur, du reste, pour compléter ce qu’il a dit plus haut, ne voit
aucune difficulté à faire entrevoir, dès à présent, qu’il a esquissé
dans la solitude une sorte de poëme d’une certaine étendue où se
réverbère le problème unique, l’Être, sous sa triple face: l’Humanité,
le Mal, l’Infini; le progressif, le relatif, l’absolu; en ce qu’on pourrait
appeler trois chants, la Légende des siècles, la Fin de Satan, Dieu.
Il publie aujourd’hui un premier carton de cette esquisse. Les
autres suivront.
Nul ne peut répondre d’achever ce qu’il a commencé, pas une
minute de continuation certaine n’est assurée à l’œuvre ébauchée;
la solution de continuité, hélas! c’est tout l’homme; mais il est
permis, même au plus faible, d’avoir une bonne intention et de la
dire.
Or, l’intention de ce livre est bonne.
L’épanouissement du genre humain de siècle en siècle, l’homme
montant des ténèbres à l’idéal, la transfiguration paradisiaque de
l’enfer terrestre, l’éclosion lente et suprême de la liberté, droit pour
cette vie, responsabilité pour l’autre; une espèce d’hymne religieux à
mille strophes, ayant dans ses entrailles une foi profonde et sur son
sommet une haute prière; le drame de la création éclairé par le
visage du créateur, voilà ce que sera, terminé, ce poëme dans son
ensemble; si Dieu, maître des existences humaines, y consent.
LA VISION

D’OU EST SORTI CE LIVRE

J’eus un rêve, le mur des siècles m’apparut.

C’était de la chair vive avec du granit brut,


Une immobilité faite d’inquiétude,
Un édifice ayant un bruit de multitude,
Des trous noirs étoilés par de farouches yeux,
Des évolutions de groupes monstrueux,
De vastes bas-reliefs, des fresques colossales;
Parfois le mur s’ouvrait et laissait voir des salles,
Des antres où siégeaient des heureux, des puissants,
Des vainqueurs abrutis de crime, ivres d’encens,
Des intérieurs d’or, de jaspe et de porphyre;
Et ce mur frissonnait comme un arbre au zéphyre;
Tous les siècles, le front ceint de tours ou d’épis,
Étaient là, mornes sphinx sur l’énigme accroupis;
Chaque assise avait l’air vaguement animée;
Cela montait dans l’ombre; on eût dit une armée
Pétrifiée avec le chef qui la conduit
Au moment qu’elle osait escalader la Nuit;
Ce bloc flottait ainsi qu’un nuage qui roule;
C’était une muraille et c’était une foule;
Le marbre avait le sceptre et le glaive au poignet,
La poussière pleurait et l’argile saignait,
La poussière pleurait et l argile saignait,
Les pierres qui tombaient avaient la forme humaine.
Tout l’homme, avec le souffle inconnu qui le mène,
Ève ondoyante, Adam flottant, un et divers,
Palpitaient sur ce mur, et l’être, et l’univers,
Et le destin, fil noir que la tombe dévide.
Parfois l’éclair faisait sur la paroi livide
Luire des millions de faces tout à coup.
Je voyais là ce Rien que nous appelons Tout;
Les rois, les dieux, la gloire et la loi, les passages
Des générations à vau-l’eau dans les âges;
Et devant mon regard se prolongeaient sans fin
Les fléaux, les douleurs, l’ignorance, la faim,
La superstition, la science, l’histoire,
Comme à perte de vue une façade noire.

Et ce mur, composé de tout ce qui croula,


Se dressait, escarpé, triste, informe. Où cela?
Je ne sais. Dans un lieu quelconque des ténèbres.

Il n’est pas de brouillards, comme il n’est point d’algèbres,


Qui résistent, au fond des nombres ou des cieux,
A la fixité calme et profonde des yeux;
Je regardais ce mur d’abord confus et vague,
Où la forme semblait flotter comme une vague,
Où tout semblait vapeur, vertige, illusion;
Et, sous mon œil pensif, l’étrange vision
Devenait moins brumeuse et plus claire, à mesure
Que ma prunelle était moins troublée et plus sûre.

Chaos d’êtres, montant du gouffre au firmament!


Tous les monstres, chacun dans son compartiment;
Le siècle ingrat, le siècle affreux, le siècle immonde;

You might also like