İslam In Kaynakları 2 Muhammed 1st Edition Erol Sever Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

■slam ■n Kaynaklar■ 2 Muhammed 1st

Edition Erol Sever


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/islam-in-kaynaklari-2-muhammed-1st-edition-erol-seve
r/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

■slam ■n Kaynaklar■ 3 Kitab■ Mukaddes 1st Edition Erol


Sever

https://ebookstep.com/product/islam-in-kaynaklari-3-kitabi-
mukaddes-1st-edition-erol-sever/

Yazamad■klar■m■ ■imdi Yazd■m 1st Edition Erol Manisal■

https://ebookstep.com/product/yazamadiklarimi-simdi-yazdim-1st-
edition-erol-manisali/

Hz Muhammed in Hocalar■ 1st Edition Arif Tekin

https://ebookstep.com/product/hz-muhammed-in-hocalari-1st-
edition-arif-tekin/

Komintern TKP ve Kürt ■syanlar■ 1st Edition Erden


Akbulut Erol Ülker

https://ebookstep.com/product/komintern-tkp-ve-kurt-
isyanlari-1st-edition-erden-akbulut-erol-ulker/
Dahili Cerrahi Adli Aciller El Kitab■ 6th Edition
Prof.Dr.Mehmet ■ükrü Sever

https://ebookstep.com/product/dahili-cerrahi-adli-aciller-el-
kitabi-6th-edition-prof-dr-mehmet-sukru-sever/

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

100 Y■l■n Ötesinde Ekim Devrimi ve Türkiye 1st Edition


Erden Akbulut Erol Ülker

https://ebookstep.com/product/100-yilin-otesinde-ekim-devrimi-ve-
turkiye-1st-edition-erden-akbulut-erol-ulker/

Türkiye Komünist Partisi nin Bol■evikle■mesi 1925 1928


1st Edition Erden Akbulut Erol Ülker

https://ebookstep.com/product/turkiye-komunist-partisi-nin-
bolseviklesmesi-1925-1928-1st-edition-erden-akbulut-erol-ulker/
EROl SEVER
iSLAM'IN KAYNAKLARI-2
Berl in Yayınları : 258
Araştırma-İnceleme : 99

ISBN 978 - 605 - 4399 - 32 - 1 (Tk. No.)


ISBN 978 - 605 - 4399 - 64 - 2

Yayıncı Sertifika No: 1 0859


Matbaa Sertifika No: 1 2 156

Erol Sever : İslam'ın Kaynakları-21


Muhammed
Yayın Yönetmeni : İsmet Arslan
Dizgi : Serp il Tatar
Düzelti : Güzide Bulut
Kap ak : Mehmet Özalp
B askı Cilt : Kayhan Matbaası
(Merkezefendi Malı . Fazılp aşa Cad.
No: 812 Top kap ı1İstanbul)
İlk B askı : Kasım 1 997 (Pencere Yayınları)
B irinci Baskı : Şubat 20 1 8 (Berlin Yayınları)

© Yayın Hak kı, Berf ın Basın Yayın ve Tic. Ltd. Şti.


(Berlin Yayınları, Berfin Basın Yayın ve Tic. Ltd. Şti.nindir.)
1

Berlin Basın Yayın ve Tic. Ltd. Şti.


Cağaloğlu Yokuşu, Evren Han, No: 29162
Kat: 3 Cağaloğlu 34 1 1 2 1İstanbul
Tel: (0. 2 1 2) 5 13 79 00 - Faks: (0.2 1 2) 5 1 2 37 20
www.berlin.net e-posta: berlin@ berl in.net
EROL SEVER
İslamın Kaynakları-2

MUHAMMED

� *-

BERFIN
YAYlNLARI
EROL SEVER

Erol Sever 1 939'da İzmit'te doğdu. Aslen İstanbullu' dur. Li­


se 'yi bitirdikten sonra işçi olarak Viyana'ya gitti. Bir süre İşlet­
me Ekonomisi okudu. Viyana'da devrimci işçi-öğrenci hareket­
lerinin ön saflarında yer aldı. Avusturya Hükümeti 'nin çıkardığı
ırkçı yabancılar yasasını protesto eylemlerini örgüdediği gerek­
çesiyle sınırdışı edildi.
Aydmlık Gazetesi İstanbul B ürosu 'nda çalıştı. Daha sonra Al­
m anya'ya Frankfurt B ürosu 'na, oradan da İsveç'e geçti. Aydm­
lık ve 2000 'e Doğru muhabirliği yaptı. Yazıları ayrıca leni Bir­
lik, Hujado, Yaba ve Berfin Bahar dergilerinde yayınlandı. İsveç
Yazarlar B irliği Üyesi olan Erol Sever'in iki şiir, sekiz araştırma
ve altı çeviri kitabı var.
Yazar 1 994 yılında Turan Dursun Araştırma İnceleme. Ödü­
lü 'nü aldı. 9 Şubat 2003 tarihinde kansere yenilen gazeteci-yazar
vasiy eti üzerine yakıldı ve külleri İstanbul Boğazı 'na serpildi.
"B iz topraktan gelmedik toprağa gitmeyelim, sudan geldik
suya gidelim" diyordu.
Ölümünden sonra İsveç Asur Federasyonu, Asur/Süryani ol­
mayıp da onlar hakkında araştırma yapanlar için Erol Sever araş­
tırma inceleme ödülü vermeye başladı.
"Bugün Hıristiyanlık adı altında tanınan din, eski­
den de vardı ve İnsan soyunun ortaya çıkmasından,
Mesih canlanıncaya kadar vardı. Mesih 'ten bu ya­
na, eskiden de var olan gerçek din Hıristiyanlık adı�
nı aldı."
Augustinus, Recdgnitiones, 1 :12-13

"Biz, Allah 'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İs­


hak, Yakub ve esbata indirilene, Musa ve İsa 'ya ve­
rilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere
verilenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözet­
meksizin inandık ve biz sadece Allah 'a teslim olduk
deyin. "
Muhammed, Kur 'an, Sure 2: 136
Sevgili ninem Nimetullah Hanım 'ın anısına...
İÇİNDEKİLER

I . BÖLÜM: MUHAMMED 'İN PEYGAMBERLİK VE


İSA KÖKENLi İLK HIRİSTİYANLIK TASARIMI .... .. . ı ı

A) BATI HIRİSTİYANLIÖI, İSA VE MUHAMME D . . . ll


Tann ' nın Ruhu. . ... . . ..... ... ..... . ... . . . .. . ... . ... ı 3
Bazı Temel Kavramlar ve Açıklamaları ... ...... . .... ... ı 4
Maden Sözcüğünün Kökeni ... . ... . .. . . ..... ....... . . 1 6
Topa! Demirci ... .................... .............. 1 8
Kutsal Kargı. . ... . . . ....... .. . ..................... 1 9
Passah/Fısıh Kuzusu ..... ......... .................. 22
Diğer Kavramlar ve Açıklamaları ......................23
Aşiret Düzeninin Çözülmesi ve Dev Iete Geçiş ..... ...... . 24
Aşiret Sandığından Tevrat Dolabına ........... . .... . ... 26
Kral Mitosunun Unutulması .. . . ... . .... . . .. .. . . . .. ... 27
Kutsal Roma . . . . . . . ... . .... . . . . . . .. . . . . . .. . . . .. ...28
Relik Kültü . .... . . . .... . .. .. . .. . .. . . . . . . ... . . .. ... 29
Tanrı İsa . . . . . . . . . . . . . . . . .30 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

B atı Hıristiyan Emperyalizmi .... ....... ...... . .. .....3 1


Muhammed ve İslam ...... . . ..... .... .. .. .... . . .....3 1
Ruhlar, Melekler ve Tanrılar . . .. . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . 33

B) İSA, MUHAMME D VE KUR'AN 35 . . . . . . . . . . . . . . . . .

Melek İsa .. . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . .... . . .. . . 35


İsa ve Yuhanna ineili ................................36
İslam, Kur ' an ve Melek Öğretisi ..................... . 39
Geleneksel Metin, Sure 3:79-80 .. . . . .. ...... . . . .. . . . . .42
Kurgu Metin, Sure 3:79-80 .. . . . .. .. .... . .... .. . . . ... .44
Geleneksel Metin, Sure 4: 1 72 . . . .. .. ... . . . . . : ." .. . .. ...45
Sure 4: ı 72 'nin Muhammed Zamanındaki İçeriği ..... .....46
C) İSLAM'DA PEYGAMBERLİK iNANCI VE
BATI HIRİSTİYANLIÖI ...........................49
Samaritler, İlk Hıristiyanlar ve İslam . . . . . . . . . . . . . . . . . . .49
Peygamber Elia . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 51
Muhammed'in Son Sözleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 53
Muhammed, Melekler ve Peygamberler . . . . . . . . . . . . . . . . . 55
Nuru Muhammed . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57

II. BÖLÜM: RESMi İSLAM ORTODOKSİSİ'NİN


MUHAMMED' İN DİN TASARIMINI ÇARPITMASI
VE BU ÇARPıTMANIN KAPSAMI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 62

A) MUHAMMED, KUR' AN VE ORTODOKS İSLAM . 62 .

Kur' an ' daki Metinlerin Tahrif Edilmesi . .. . . . . . . . . . . . . . . 65


Metin İncelemeleri . . . . . .
. .
. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 69
Kur ' an'da Halk Dili, Yazı Dili . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 72
Kur ' an Metinlerinin Tarihçesi . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 77
Şii Hareketinin Sorunları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 78
Kur'an Metinlerinin Derlenmesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 81
Muhammed Dönemindekiyle B ugünkü Kur'an Aynı Değil . . 83
Kur ' an ' ın Yedi Ayrı Versiyonu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 87
Özgün Kur 'an Metinlerinin Yok Edilmesi . . . . . . . . . . . . . . . 89
Bugünkü Kur 'an ' da Üç Ana Katman . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 93

B) ORTODOKS İSLAM
MÜ ŞRİKLER, KABE VE KABELER . . . . . . . .. . . . . . . 95 .

Ortodoks İslam, Kabe ve Orta Arabistan Hıristiyanlığı 99 . . . . .

İslam Öncesi Arabistan'da Kaabat (Kabeler) . 1 02 . . . . . . . . . . .

İslam Öncesinde Kabe ' nin İç Dekorasyonu . . . . . . . . . . . . 1 03 .

Kabe'nin Dış Görünümü ve Kültik Tapınma Yönü . 1 06 . . . . . .

Muhamme d'in Gönlünde Yatan Kabe ve Kabe'nin Yapı Tarihi . 1 1 6


İslam Geleneğinde Kabe Üzerine Çelişkili B ilgiler 1 26 . . . . . . .

Bug,ünkü Dördüncü Kabe Hıristiyanlık Öncesi Pagan Kabe'dir 1 36

C) İSLAM ÖNCESi KABE'DEKİ SÖZDE PUTLAR . . 141


Kabe' nin Çevresindeki 360 Sözde Put . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 47
Sözde Hubal/Hubel Putu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 149
İdol Çifti İsaf ile Naile . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 152
Tanrı çalar: Lat, Uzza ve Menat . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 54
Ağaç Tapımı Kül tü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 62

D) KUR'AN VE İSLAM GELENEÖİNDEKİ


BAZI KAVRAMLARlN ÇARPITILMASI . . . . . . . . . . . 165
Hıristiyan, "Allah B ir Çocuk Edindi" Diyenlerdir . . . . . . . . ı 74
Mekke Hıristiyanlığınlll Yenilgisi ve İki Belge . . . . . . . . . . ı 77
Muhammed ' in Misyon Çalışmaları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 82
Muhammed Sonrası İslam'ın O 'nun Düşüncelerini ve
Çalışmalarını Çarpıtmasının Nedenleri . . . . . . . . . . . . . . . . . ı 85

III . BÖLÜM: MUHAMMED' İN "İSLAM" ADI ALTINDA


AÇIKLADIÖI İBRAHiM DİNİ 'NİN ÖNEMİ . . . . . . . . . . . ı 93

A) İBRAHiM DİNİ SORUNU VE


ŞİMDİYE KADARKi TARTIŞMALAR . . . . . . . . . . . . . 193
İslam'ın Programı : İbrahim Dini . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 98
Kur' an 'da Musevi, İlk Hıristiyan, Süryani Hıristiyan ve
İbrahim Tasarımları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 202
Kur' an' daki İbrahim Tasarımının Özelliği ile
Musevi ve Hıristiyan Tasarımlarının Karşılaştırılması . . . . . 2ıO
Kur ' an 'daki İbrahim Tasarımı ile
İslam Kavramının Köken Anlamları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2ı4

B) BİR KUR' AN KAVRAMI: İSMAİL VE AŞİRETLER 230


İsrail, Hıristiyanlık ve İslam'da Tepe Kültü . . . . . . . . . . . . . 233

C) İSA VE İLK HIRİSTİYANLIK . . . . . . . . . . . . . . . . . . 242


Muhammed' in Orta Arabistan Tepe Kültüne
Dönüşünün Kanıtları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 248
Tepe Kültü Üzerine Kuran Dışı Arap Literatürü . . . . . . . . . . 249
Varaka Bin Nevfel Olayı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 25 1
Varaka'nın Muhammed'e Sözde Biat Etmesi . . . . . . . . . . . . 253
Muhammed' in Kur ' an ' ında Tepe Kültü veya
Dağ B ahçeleri Kültü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 257
Metin İncelemeleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 258
Mekkeliler Muhammed'in Putperestliğinden
Dolayı Onunla Alay Ettiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 263

KAYNAKÇA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 275
1. BÖLÜM

MUHAMMED'İN İSA VE PEYGAMBERLİK


KÖKENLi İLK HlRiSTiYANLIK TASARIMI

A) BATI HIRİSTİYANLIÖI, İSA VE MUHAMMED

Tahran kentinin baş kadısı ve ilahiyatçı Abdulcabbar, 995 yı­


lında yazdığı "Tesbitü Delailü 'n-Nübüvve" başlıklı eserinde,
"Romalılar Hıristiyanlaşmadı ama tersine Hıristiyanlar Romalı­
laştı! " diyordu. ı
Erken İslam döneminde Hıristiyanlık üstüne yapılan değer­
lendirmeler ve eleştiriler, özellikle 1 9 . yüzyıldan bu yana Hıris­
tiyan ilahiyatçıların bu konu ile ilgilenmelerini başlattı. Hıristi­
yan ilahiyatçılar B atı Hıristiyanlığını eleştirel bir süzgeçten ge­
çirmeye başladılar; ancak bu eleştiriler de Hıristiyanlık dogma­
ları gibi kalıpçıydı. Bu bölüme bu ilahiyatçılardan üçünün görüş­
lerini aktararak başlamak istiyoruz.
B asel Üniversitesi 'nde kilise tarihi öğreten Prof. Franz Over­
beck, "İmparator Constantinos'tan beri, Hıristiyanlığın hiçbir za­
man bir kültür dini olmadığını, dünyayı fethetme sanrısı içinde
yaşadığını ama aslında dünyanın Hıristiyanlığı fethettiğini ve

1 Dr. Erdmann Fritsch, Islam und Christentum im Mittelalter, Breslau 1 930, s.36.

11
dikkatle bakılırsa Hıristiyanlığın dini bir fetih karikatüründen
başka bir şey olmadığını" yazıyordu. 2
Adolf von Hamack, "Hıristiyanlığın hızla Elenleşmesinden"
söz ediyordu ve eski kilise dogmasını "İncil ' in tabanında oluşan
Elen ruhunun ürünü" olarak görüyordu.3 İslam bu yapının -Geç
Antik Hıristiyanlığın- üzerinden fırtına gibi geçmişti ve gerçek
bir kurtancıydı. B azı eksiklerine rağmen Hıristiyanlıktan daha
etkili bir tinsel güç tü. Çünkü Hıristiyanlık Doğu' da muskalar,
büyü ve çeşitli totemik geleneklerin karınaştığı ve tepesinde İsa
Mesih'in dogmatik hayaletinin dolaştığı bir dine dönüşmüştü.
Eduard Meyer ise, "Hıristiyanlığın rakip diniere karşı üstün­
lük sağlaması ve zafer kazanması gerçektir; ancak bu zafer geniş
ölçüde putperestliğin Hıristiyanlık karşısında kazandığı bir za­
ferdir" diyordu ve bu nedenle bu üstünlüğün ve zaferin fazla bü­
yütülmemesi gerektiğini vurguluyordu.4
Hıristiyanlık üstüne Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından yapı­
lan bu değerlendirmeler ve eleştiri örnekleri çoğaltılabilir ve de­
rinleştirilebilir. Ancak erken Hıristiyanlığın çeşitli Doğu kilisele­
rine -özellikle Süryani ve Elen- bölünerek, ortadan kalkmasının
yeterli bir çözümlemesi yapılmamıştır. 1 9. yüzyılın başlannda
Hıristiyanlığın kökeni üzerine yapılan ciddi araştırmalar, İsa kül­
türrün varlığını ve erken Hıristiyan cemaatlerinin inanç temelini
Semitik Mesihçi inancın oluşturduğunu ortaya koymuştur. İsa ve
müritleri dünyanın hatacağını ve bu kozmolojik olayın yeni bir
tinsel yaratıcılığa dönüşeceğine inanıyorlardı. Kuşkusuz böyle
bir olayın olmayacağı ve nedeninin de Semitik çoktanncı düşün­
cenin boş bir inanç ürünü olmasında yattığı anlaşıldı.
İsa'nın birey olarak düşünceleri cemaatle karşılıklı bağımlılık
içindeydi. Düşüncesini kendi içinde saklamıyor, tersine cemaat
aracılığı ile bu karşılıklı bağımlılık içinde ediniyordu. BöyJece

2 Ji'ranz Overbeck ( 1 837-1 905), Christentum und Kultur, Basel 1873, s.99.
Overbeck bu çalışmasında Hıristiyanlığın Ortaçağı aşamadığını da belirtiyor, s.97.
3 Adolf von Harnack ( 1 85 1 - 1 930), Lehrbuch der Dogmengeschichte, Tübin­
gen 1 949, c.I, s.250.
4 Eduard Meyer ( 1 855-1 930), Ursprung und Anfange des Christentums, Stut­
gart und Berlin 1 92 1 , c.II, s.l5 6

12
İsa'nın ürettiği düşünce, bu düşünceler zincirinin hem bir halka­
sını hem de bütününü oluşturuyordu. İsa'yı hareketlendiren bu
düşünce zincirinin kökü ise Musevilikteydi.
İsa'nın yaşadığı dönemde, Filistin ' de hakim düşünce Mesih­
çilikti. Hemen herkes, çeşitli dini cemaatler dünyanın hatacağı­
na ve insanları bu karmaşadan bir kurtarıcının selamete çıkara­
cağına inanıyordu. İşte İsa da bu kurtarıcıydı, yalnız Mesihliği
esas olarak ölümünden soma ağırlık kazanmıştı.
İşte kıyametin ve kurtarıcının beklendiği böyle bir ortamda
ortaya çıkan Semitik ilk Hıristiyanlık, tarihsel gelişimini sürdü­
rebilmek için, inancın dönüşmesi gerektiğini gördü; yani İsa ve
ilk cemaati kıyameti beklemiyordu, yalnız Museviliğin düzelme­
si, yazluktan kurtarılması, dünyanın var oluşunu sürdürecek ve
insanların arı bir külte veya dine bağlanarak günah işlernekten
kurtulmalarını sağlayacaktı. İlk tasarım bir refoım hareketiydi.
Ama bu reform hareketi İsa'nın ölümünden soma, yavaş yavaş
yeni bir dine dönüşürken, birbirleriyle mücadele eden çeşitli er­
ken Hıristiyan kültleri ortaya çıktı. Öyle ki, erken Hıristiyanlığı
en saf ve ilk biçiminde korumak olanaksızlaştı.

Tanrı'nın Ruhu

19. yüzyıl ilahiyatçıları Mesih'in İsa ile özdeşleşmemesini


savundular. İsa, "Tamı' nın Ruhu" idi. Kurtarıcı, her şeye kadir
tanrıydı. İsa ise tarihsel bir kişilikti ve aynı zamanda tamısal gü­
cün kendini göstermesi, ortaya çıkmasıydı.
İslam'ın oluşumu da Hıristiyanlık içindeki bu tür dogmatik
çatışmaların bir sonucudur. Kur'an içindeki Hıristiyan öğelerin
yeterli bir araştırınayla ortaya çıkarılması henüz yapılmamıştır.
Yapılan araştırmalar yüzeydendir ve derinlikten yoksundur. Hı­
ristiyan ilahiyatçılar İslam'ın kilise tarihine ait olduğunu yeterli
ölçüde göremediler. Ayrıca Musevi düşünürlerin çalışmaları da
Hıristiyan ilahiyatçılardan farklı değildir. s

5 Theodor Nöldeke ( 1 836- 1 930), Geschichte des Qorans (Göttingen 1 860; I-II­
I, Leipzig 1909-1938[genişletilmiş baskı]; Hildesheim 1 96 1 , 1 970, c.II, s.209.

13
19. yy. Hıristiyan ilahiyatçılarının geçmişin üzerine giderek
İsa'nın kişiliği ve Hıristiyanlık üstüne o zamana kadar doğrulu­
ğu kabul edilen dogmaları elden geçirmeleri, Muhammed ve İs­
lam üzerine yapılan çalışmalara da ışık tuttu. Batı ilahiyatçılığı
Hıristiyanlığın kökeninin Elenizm' de değil, Semitik kültlere, ön­
celikle Süryani-Hıristiyanlığında aranması gerektiğini gördü. İs­
lam'ın, özellikle her ikisi de Semitik birer din olan Musevilik ve
Hıristiyanlığın bir ürünü olması, İslam 'ın da eleştirel bir bakış
açısıyla incelenmesinin gerekli olduğunu gösterdi. 6
Muhammed erken Hıristiyanlık teolojisinin değil, bu teoloji­
den aynlan Semitik Süryani Kilisesi 'nin ve doğal olarak bu Hı­
ristiyan çevrenin ürünüydü. Muhammed sonrası İslam ilahiyatçı­
ları Cahiliye adını verdikleri bu dönemi, yeni İslamiaşmış Arap
halkına unutturmak için ellerinden geleni yaptılar. Din kurucusu­
nun düşüncesi politik yöne çevrildi ve ilk İslam devleti kurula­
rak, din yayma adı altında Roma İmparatorluğundan arta kalan
boşluk istilalarla dolduruldu.
Batı Hıristiyanlığınlll Elenleşmesini ve Doğu Hıristiyanlığınlll
Semitik özünü korumasını daha iyi anlayabilmek için, bazı temel
kavramları açmamız gerekiyor. İslam'ı ve kurucusunu anlayabil­
mek için de bu ön çalışma gerekli. Bu kavrarnlar esas olarak Batı
Hıristiyanlığın özünden kopartılmış ve saptınlmıştır. Önce Serni­
tİk köken ve çevrenin, daha sonra Elen Hıristiyanlığının damgası­
nı vurarak etkilediği B atı Hıristiyanlığı eski dogmalardan kurtul­
mak için yeterli mücadele vermemekte ve hatta kökenini yadsıma
yoluna gitmektedir. İslam ilahiyatçıları da işte burada Hıristiyan
ilahiyatçılann -ister istemez- yanında yer almaktadır.

Bazı Temel Kavramlar ve Açıklamaları

Yukarda değindiğimiz temel kavramlar ve birbirleriyle ilişki­


leri şöyle:

6 Bu konuda fazla bilgi için bkz. Erol Sever, İslam'ın Kaynakları I. Çoktann­
cılık, Hıristiyanlık ve Kiibe, Berfin Yayınları, İstanbul, Eylül 2014.

14
1-) Arkaik Düşünce, Büyü Düşüncesi ve Büyü,
2-) Putperestlik, Hıristiyanlık,
3-) Semitik, Elenistik,
4-) Çoktanncılık ve Tektanrıcılık Kavramları.
Biz önce arkaik düşünce ve büyü kavramlarını açıklayarak
başlayacağız.7 Büyü düşüncesi ve büyü bu kavramların geçerli
olduğu toplumlarda görüldüğü gibi ve tarihten öğrenilenin tersi­
ne, bilimsel tartışmalarda çok farklı ve çelişkili bir tarzda ele
alınmıştır. Bu tutum bugün de sürmektedir ve kavramların an­
lamları değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun nedeni yabancı ve
arkaik kültürlerin önemine, Hıristiyanlık dogmasının etkisiyle,
pek az değer verilmesidir.
Gerçekten de uzun bir zaman büyücülük ve büyü düşüncesi,
akılcı ve mantıklı din tasarımının ilkel bir ön aşaması olarak gö­
rüldü. Bu arada arkaik düşüncenin Hıristiyan olmayan tarafsız
bir araştırılması, etnolojik ve din-bilimsel disipliniere çekim gü­
cü kazandırdı. Büyücülük ve büyüye inanmanın, günümüzün dü­
şüncesi gibi, akılcı ve mantıklı olan arkaik dinsel düşüncenin
ikincil derecede bir görüntüsü olduğu anlaşıldı.
Bu düşünce yalnız bugünün nitelikli, doğa yasalarının ve top­
lumsal yasaların içinde gelişen düşünce sisteminden tamamen fark­
lı bir düşünce sistemiydi. Eğer biz büyücülüğün ve büyü düşünce­
sinin doğasını anlamak istiyorsak, önce önkoşulları, bu düşünce
sisteminin arkaik temel araştırmasını ve bu temel araştırmalardan
çıkan arkaik dinsel dünya imgesini ilk elde tanımamız gerekiyor.
Claude Levi-Strauss arkaik düşüncenin çağdaş araştırılması
temelinde, bu düşüncenin bir ilk deney, bir başlangıç, bir tasarım
veya henüz gerçekleşmemiş bir bütünün parçası olmadığını sap­
tadı. Bu düşünce, üzerinde uğraşılarak oluşturulmuş bir sisterndi
ve daha sonraları bilimin kuracağı diğer sistemden tamamen ba­
ğımsızdı. Öyleyse arkaik düşünceyi ve bilimi ayrı nesneler ola­
rak ele almak, aralarına bir paralel çizerek incelemek en doğru­
suydu. Bilinen iki ayrı türün ayrı ayrı incelenmesi gerekiyordu.s

7 Dileyen okur Levi-Strauss'un şu çalışmalanna da başvurabilir: Strukturale


Anthropologie, Frankfurt/ Main 1 968; Das Wilde Denken, Frankfurt/Main 1 968.
8 Claude Levi-Strauss, Das Wilde Denken, s.25-27.

15
Bilimsel düşüncenin iki farklı türü bulunmaktadır. Her ikisi
de insanın düşünsel gelişmesinin aynı olmayan aşamalan değil­
dir; tam tersine insan düşüncesinin iki stratejik düzeyidir ve do­
ğa bu düzeylere bilim aracılığı ile girmiştir. Bunun yanı sıra biri
kabaca gerçeğin ve hayal gücünün etki alanına uymuştur; diğeri
ise ondan ayrılarak her bilimin iki ayrı yoldan erişilebilen gerek­
li ilişkileri gibi, çalışma disiplinini oluşturmuştur.
Bu nedenle arkaik düşünceyi bilimsel düşünce bağlamında
ele almak gerekir. Neolitik çağın insanı ve arkaik tarih uzun bir
bilimsel düşüncenin mirasıdır.9 Bu arkaik bilimsel düşüncenin
karşısında bulunan büyüye ait bilgi parçalannın teknikleşmesi ve
araçlaşması, arkaik bilimsel ve dinsel dünya imgesinin kazanıl­
mış parçalarıdır. Büyü bu dinsel arkaik dünya imgesinde bulu­
nan verilere içi boş mermi kovanlan gibi hizmet verir. Büyü ken­
dinden önce bulunan -üretilmemiş- her şeyden yararlanır. Bunu
dünyanın yapay grup benmerkezciliği açısından dengelenmesi
için yapar ve böylece gerekli bağlantıların yönlendirilmesine
erişmek ister. Bu açıdan bakılırsa büyü ve büyücülük, büyüye
inanmayı, neolitik çağ düşüncesinin çözülmesi doğrultusunda
artırır. Toplu yasalara bağlı düşünce, büyü düşüncesini yavaş ya­
vaş yerinden oynatıp, itmeye başlayana kadar bu süreç sürer.
Bu arkaik düşünce sisteminin karakteristiği esas olarak açlık
ve besin, kadın ve erkek, anne ve çocuk, ışık ve gölge, gece ve
gece hayvanları, kuş ve kuş yuvası gibi örneklerle bağlantılıdır.
Diğer kavramları ilerde metin içinde ve yeri geldikçe açıkla­
yacağız.

Maden Sözcüğünün Kökeni

G. Lüiing bir çalışmasında, lO Akadçadan günümüz Arapçası­


na kaqar uzanan bir Semitik diller çizgisinde maden sözcüğünün
kökenini gösteriyor. Eski metalürjinin maddenin kurtuluş öğreti-

9 age, s.27.
10 Günter Lüling, Zwei Aufsatze zur Religions und Geistesgeschichte, Erian­
gen 1 977, s.28.

16
si olduğuna işaret ediyor. Lüling çalışmasında kullandığı değer­
lendirme ve tanımlama yöntemini Mircea Eliade'den öğrendiği­
ni belirtiyor. Demirden ve parçalara ayrılmış, dağılmış olan ve
yeniden eritilip biçim verilen benzeri madenierden yapılan araç­
ların önünde, kahramanın suçsuz yere parçalanarak öldüğü ve
yeniden dirildiği mitos örneklerini buluyor. Adonis'in bir yaban
domuzu tarafından parçalanarak ölmesi ve ilkyaz başında dirilip
dünya üstüne çıkması böyle bir örnek.
Önce parçalanan ve sonra kadın rahmine yerleştirilen tanrıyı
ele alan Osiris mitosundaki anne rahminin işlevi, alkemist termi­
nolojide matriks denilen bir potaya yerini bırakmış. Bu mitosta
embriyonun ve ölümün mekanı olan anne rahminden yeni bir
varlık doğuyor, tıpkı parçalanmış bir madeni tencerenin eritilip,
biçim verildikten sonra yeni ve iş gören bir madeni tencere ol­
ması gibi.
Burada yeniden maden sözcüğünün kökenine gelelim.
Erken metalürji tarihinde demir cevherinin parçalanıp tereya­
ğı, saman, ekşimiş süt ve benzeri maddelerle karıştırıldıktan son­
ra, bu karışımın kızgın ateş üzerinde kaynatılarak, kalıpların içi­
ne döküldüğü biliniyor. Bu kimyasal işlem yoluyla, bilmeden de
olsa, özellikle sert bir çelik elde ediliyor. Burada arkaik düşünce
sisteminin eşgüdümlü çalışma örneklerinden birine rastlıyoruz.
Yukarda değindiğimiz gibi, eski metalürji ustası maddeyi bir
parçalama ve yeniden doğma ritüelinden geçiriyor. Aynı biçim­
de, gerek görüldüğünde insan veya insanı temsil eden hayvanlar
da bir ritüel için kullanılıyor. Madenin tereyağı, saman ve ekşi­
miş sütle karıştırılıp işlenmesi en eski ama günümüze kadar da
Hindistan'da uygulanan bir diğer yeniden doğuş ritüelidir. Hiran
yagarbha denilen kralın kutsanması ve günahlarından arındırıl­
ması ritüeli canlılığını günümüzde de koruyor. ll Bu ritüelde kral
inek biçiminde yapılmış ve dölyatağını simgeleyen bir küvete gi­
rer. Daha doğrusu doğduğu yere geri döner. Kralın yıkandığı bu
küvet tatlı süt, ekşimiş süt ve tereyağı karışımı bir eriyikle dolu­
dur. Bu eriyik yapay ve sembolik bir bereket veya can suyudur.

l l Günter Lüling, age, s.36-38.

17
Topal Demirci

Madeni işleme sanatı olan metalürji, yeniden doğum rimeli­


nin metaHere uygulanmasıdır ve bu işlem sırasında büyü veya
benmerkezci bir teknik tasarım yoktur. Demir çağında demirci­
lerin erginleşme ritüeli, demircinin bir ayağının parmaklarını ke­
serek topallaşmasıydı. Kalfa veya çırak bu ritüelden geçerek er­
ginleşiyor ve demirciler arasına katılıyordu. Doğu kaynaklı mi­
tosların çoğunda halkını kurtaran kahraman, topal bir demircidir.
Arkaik demirci yalnız madde ile karşılıklı ilişki içinde değildi;
ayrıca parçalanma ritüelinden geçtiği ve ayak parmakları kesil­
diği için aşiretinin kahramanıydı ve kurban olarak kutsanıyordu.
Maddeyi parçalama ritüeli ile demircinin kendini parçalama­
sı arasındaki bağlantı, aynı zamanda arınma ve yeniden doğuş ri­
tüeli olarak, bizi arkaik dinsel -henüz büyüsel relik kültüne dö­
nüşmemiş- kral ideolojisine götürüyor. Buradaki kral tanımla­
masını klan veya aşiret toplumunun dünyevi ve semavi lideri
olarak kullanıyoruz. Örneğin Viking öncesi İsveç toplumunda ta­
rihçilerin kral adını verdikleri aşiret başkanı, ilkbaharın gecikti­
ği dönemlerde bir ağaca asılarak, törenle kurban edilirdi. Burada
kurban edilme tanımlaması biraz yanlış; çünkü kral isteyerek
kendini kurban ediyordu. İlkbaharın gecikmesinden, aşiret üye­
lerinin aç kalmasından o sorumluydu. Bu dört bir yana parçalan
dağılmış kralın kurban edilmesi ritüeli, yukarda gördüğümüz gi­
bi, metalürjide kullanılmakla da kalmıyordu. Bu dinsel yasalar
düzeninden çıkan kendini kurban etme düşüncesini, Semitik ve
Elenistik kavramları açıklarken de göreceğiz.
Demirin veya benzeri madenierin dünya çapında kullanılma­
sı, örneğin kınlan kılıçlar gibi maden parçaları, tarih öncesinde
ve taphteki yeniden dirilişle bağlantılı ölü kültünde görülüyor.
Bu bağlantı ayrıca ruh göçüne de dayanıyor.
Bugün olduğu gibi eskiden de, ilkel halklar kendi güvenlikle­
rinin, hatta dünyanın güvenliğinin tanrı krallardan, ya da bede­
ninde tannyı taşıyanlardan birinin yaşamına bağlı olduğuna ina­
nıyorlardı. Ama bu tanrı kralın ölmesini önleyemiyorlardı. Ona

18
tapınanlar hesaplarını bu üzücü ve tehlikeli zorunluluğa dayana­
rak yapmak zorundaydılar. Tehlike korkunçtu, çünkü eğer doğa­
nın varlığı insan tanrının yaşamına bağlıysa, onun güçlerinin ya­
vaş yavaş zayıflamasından ve en sonunda ölümle ortadan kalk­
masından sonra ne felaketler beklenmezdi ki?
Bu tehlikelerden kurtulmanın tek yolu vardı. O da tanrı kra­
lın güçlerinin zayıflamaya başladığına dair belirtiler görülür gö­
rülmez öldürülmesi ve ruhunun, tehdit edici çürümeyle ciddi bir
biçimde bozulmadan önce, güçlü kuvvetli bir ardılına aktarılma­
sıydı. İnsan tanrıyı yaşlılıktan ve hastalıktan ölmeye bırakmak­
tansa, öldürmenin yararları yabanıla göre çok açıktır.ı2

Kutsal Kargı

Yeniden parçalanarak ölme ve yeniden dirilme ritüeline gele­


cek olursak, bu tasarım sisteminde, arkaik kral simgesi olan kut­
sal kargıyı ve kılıcın sembolik gücünü görüyoruz. Kılıç daha
sonraları ortaya çıkmıştır ama ölüm kültünde dirilişin simgesidir.
Kutsal kargının dinsel önemi Arapların Hıristiyanlık ve erken
İslam dönemlerindeki günlük tapınma ritüellerinde çok iyi görü­
lüyor. Kilise veya bir mescidin olmadığı çölde kuma saplanan
kargı, cemaatin tapınma sırasında dönecekleri yönü gösteriyor­
du. Bu Arap geleneği çok eski zamanlara uzanıyordu. Camiler­
de. Mekke yönünü gösteren Mihrap,B eski Arapçada Kargı'nın
Yeri anlamına geliyordu. Kiliselerde Apsis adı verilen bölüm, er­
ken Hıristiyanlık döneminde Kudüs yönünü, daha sonraları da
doğuyu gösterir.
Hiç kuşkusuz pagan bir gelenek olan bu kült kargısı yeniden
dirilişin simgesidir. Daha önce metalürji konusunu incelerken

1 2 James G. Frazer, Altın Dal, D inin ve Folklorun Önemi, çev. Mehmet H. Do­
ğan, Payel Yayınevi, İstanbul 1 992, s.21 2-2 1 3 .
1 3 Mihrap sözcüğü köken olarak Harba (kısa) kargı sözcüğpnden geliyor. Ta­
pınma sırasında yönü gösterrnek için kullanılan kargı, Arapçada mitall (parçalan­
mış) veya sutra-sütre (örtülmüş) sözcükleriyle de karşılanıyor.

19
edindiğimiz bilgiler, bize bu inancın özellikle Hıristiyan tapımının
uygulanmasında yeri olduğunu gösteriyor. Musevi geleneklerinde
dirilişin simgesi olan Fısıh kuzusu, çoğu zaman zafer kargısı, ölü­
me karşı zafer kazanan kargı ile birlikte temsil edilirdi. Ölümün­
den sonra dirilen İsa Mesih de, ölüme karşı kazandığı zaferi sim­
geleyen bir kargı ile birlikte temsil ediyordu. Ve İsa kural olarak
apsisin kavis çizdiği yerdedir; eski Arap geleneğindeki 'Kargı Ye­
ri'nde. Burada apsis, kült yapısının dişi kucağının arkaik sembo­
lünü temsil eder; embriyonun ve dinsel tasanma uyarak, ölünün
defnedildiği yerdir. Yaşam ve ölüm burada bir aradadır.
Hıristiyan kiliselerinde apsisin altında ve kilisenin alt katında
Krypta adı verilen yerde azizierin ve din şehitlerinin kemikleri
muhafaza edilir. Doğu halk kiliselerinde ise alt kat mezarlık işle­
vini görür. Patrikler, metropolitler, piskoposlar ve toplumun say­
gın dindarları öldükten sonra mumyalanarak, bir sanduka içine
konulur ve salonun duvarlarındaki özel boşluklara, mezarlara
gömülür. İslam'ın hac yeri Kabe'de, İbrahim'in karısı Hacer'in
ve oğlu İsmail'in hıcır adı verilen ve apsisin İslam'da karşılığı
olan bölümün altındaki salona gömüldüklerine inanılıyor. Hıcır
Arapçada dölyatağı anlamına geliyor.
Biz burada tarih öncesi pagan geleneklerle, Hıristiyanlık ve
İslam'daki yeniden diriliş inancı arasında olağanüstü bir tıpkılık
görüyoruz. Kilise babalarından Augustinus bu konuya şöyle
açıklık getiriyor. "Bugün Hıristiyanlık adı altında tanınan din,
eskiden de vardı ve insan soyunun ortaya çıkmasından, Mesih
canlanıncaya kadar vardı. Mesih'ten bu yana, eskiden de var
olan gerçek din Hıristiyanlık adını aldı."14
Kutsal kargının öneminden çıkan bu ortak inanç kimliği, ta­
rih öncesi pagan krallar, aşiret başkanları, İsa kültündeki k_ahra­
manlar ve şehitler kültü bize arkaik dinsel dünya imgesinin ev­
rensvl bir sisteme ulaştığını da gösteriyor. Pagan hukuk sistemi­
nin en önemli parçası olan kan hakkı düşüncesinde, kendini kur-

1 4 Augusıinus, retractationes I: 1 2- 1 3, hrs. Pius Knöll, Wien und Leipzig


1 902. Akt. G. Lüling, Die wiederentdeckung des propheten Muhammad, Erian­
gen 1 98 1 , s.37.

20
ban eden kral ile kan hakkı, birbiriyle bağlantılı olarak yorumla­
nabilir. Kan hakkının arkaik hukuk sistemine pek uymadığını da
söylememiz gerekiyor.
Burada, bir intikam alma, ölenin kanını yerde bırakmama gi­
bi kavramlar var. intikam sözcüğü çağımızda bireysel duyguları
çağrıştırıyor. Ancak tarih öncesi arkaik pagan toplumunda birey­
sellik tanınmıyordu. İki kişi arasındaki kan hakkının alınması,
ölenin intikamının alınması daha gelişmiş toplurnlara uyuyor.
Arkaik toplumlardaki kan hakkına bakarken, daha gelişmiş top­
lumlarda, örneğin Mezopotamya'da Harnınurabi yasalarının dişe
diş göze göz hukuku, intikam sözcüğünün anlamına ve kullanı­
lışına daha doğru bir açıklık kazandırıyor. Kuşkusuz Hammura­
bi'den önce, eski İsrail'de de, kan dökenin kanının intikamla
alınması vardı.
Arkaik kan hakkı ile arkaik kral mitosu ve ritüelleri arasında­
ki yakın sistematik bağlantıya kısaca göz atacağız.
Aşiret ilişkilerine bağlı toplumlarda gerekli bir töre oluşturan
hukuk düzeninin korunması aşiret başkanının görevidir. Aşiretinin
bir üyesi, yabancı bir aşiret üyesi tarafından öldürülür veya herhan­
gi bir zarara uğratılırsa, burada geçerli hukuk dişe diş, göze göz hu­
kukudur. ıs Bu kan hakkı töresi, gerektiği zaman aş" iret başkanının
yaşamını ortaya koyarak törelerde öngörülerıi yerine getirmesini
zorunlu kılıyor. Aşireti oluşturan klanların bu törenin gereğini ye­
rine getirmeleri, örneğin öldürülen üyenin intikamını, aynı klanda­
ki bir akrabasının alması daha geç tarihlerde ortaya çıkmıştır.
Arkaik kan hakkı, eski Doğu kral düşüncesi olan. "Ben iyi
çobanım; iyi çoban koyunları uğruna can verir!"l6 deyişiyle ifa­
de edilmiştir. Bu düşünce Musevilik ve Hıristiyanlıkta "Suçsuz
yere acı çeken, ölen ve yerıiden dirilen Mesih"te görülmektedir.
Eski Doğu'da ve hala günümüzdeki Doğu kiliselerinde görülen
bir başka düşüncedir bu.

15 Eski Ahit'te gördüğümüz göze göz, dişe diş benzeri hukuk, köken olarak
kurban ritüeline, parçalanan kurban ritüeline dayanıyor. Burada kan hakkı ile kral
mitosu arasında bir bağlantı var.
!6 Yuhanna 10: 1 1 .

21
Passah/Fısıh Kuzusu

Arkaik kan hukuku sistemiyle Mesih arasındaki bağlantıya


açıklık getirmek için, İbranilerdeki Fısıh kurbaruna göz atalım.
Fısıh 'ın sözcük anlamı topaldır. Fısıh kuzusu da topal kuzu, to­
pal kurban anlamına gelir. Eski çağlarda canlı hayvanın önce ar­
ka ayaklarındaki parmaklar kesiliyor ve kuzu topallamaya başlı­
yordu. Daha sonra da kuzu kesilerek, parçalara bölünüyordu. Bu
topal kurban binlerce yıl kan hukukunun ele alındığı aşiret top­
lantılanndan sonra yapılan şenliklerin başında parçalara bölüne­
rek öldürülüyor ve eti közlenip, yeniliyordu. Bu gelenek, içinde
bulunduğumuz 20. yüzyılda, bölgedeki Arap göçebeleri tarafın­
dan sürdürülmektedir ve özellikle göçebe aşiretler arasındaki
kan hakkından doğan bir savaştan sonra, aşiretlerin barışmasını
simgeleyen önemli bir ritüel olarak bir kuzu veya koyun yukar­
da anlattığımız biçimde kurban edilir. Eski Arapçada arka ayak­
ları kısa olduğu için topallayan sırtlana Fısıh hayvanı anlamına
gelen al-faşahi11 deniliyordu. Ayrıca kan hakkının annesi anla­
mına gelen bir ek ad da takılmıştı.
Hıristiyan ilahiyatçılar bu gerçeği dogmatik nedenlerle, arka­
ik pagan düşüncesinin bir ürünü olduğu için, dikkate almadılar,
yadsıdılar ve inanılması olanaksız bir teori geliştirdiler. Bu teori­
ye göre İsrailoğulları'nın Fısıh kurbanının kökeni yaylalarda sü­
rülerini otlatmak için ilkyazı bekleyen çobanların, baharın geli­
şini kutladıkları bir bahar şenliğinde yatıyordu.
Öte yandan Fısıh yemeğinin İsrailoğulları 'nın Mısır 'dan çı­
kışlarını anma bayramıyla da hiçbir bağlantısı olmadığı açık se-

1 7 Arapça sözcüğün kökü olan fşh ve varyantı fsh, İ branice kök psh'ye ayuyor.
Ancak bu kök Arapçaya fsh biçiminde Süryaniceden girmiştir ve zaman içinde fşh
biçirqini almıştır. Psh kökünden de Passah/Fısıh sözcüğü üretilmiştir. Passah, Fı­
sıh'ıri İ branicesinde Sırtlana verilen adların çokluğu kan hukuku sistemindeki kur­
ban kesme geleneğinin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Eski Ahil'te Musa l
(Tekvin) 49:6�da "Ve kızgınlıklarından sığırları topa! ettiler" deniyor. Burada eski
aşiret başkanı Simon, öfke ve intikam hırsı ile dolu olduğu için suçlanıyor ve "sı­
ğırları topa! ettiler" deniyor. Simon adı Arapça sim kökünden türemiştir ve sırtlana
verilen adlardan biriydi.

22
çik görülüyor. Her iki Fısıh ritüeli arasında yaklaşık 1 300 yıldır
var. Yalnız bu bayramın ortak yanı, ölüm kalım savaşı ve inanç
cemaatinin haklılığıdır ve arkaik dönemdeki dini aşiret ve cema­
atlerde de böyleydi. Ayrıca İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışları­
nı anma bayramında kesilen kurban ile İsa'nın mürideriyle yedi­
ği son akşam yemeği, yani kendini kurban etmeden önceki ye­
mek arasında da herhangi bir bağlantı yoktur; bu son yemek ta­
mamen bir rastlantıdan başka bir şey değildir.IS

Diğer Kavramlar ve Açıklamaları

Şimdi sıra pagan, putperest ve Hıristiyan kavramlarının açık­


lanmasına geldi. Arkaik dinsel dünya imgesi ve bu görüntünün
aşiret demokrasisi içindeki kan hakkı, sığınma hakkı ve konuk
hakkı sistemi olağanüstü sürmüş bir taş çağı Paganizminin ürü­
nüdür. Pagan sözcüğü klan ve aşiret bağlamından ı9 türemişti. Hı­
ristiyanlık sözcüğünün anlamını, daha önce Augustinus'un ta­
nımlaması içinde görmüştük. Augustinus 'un Hıristiyanlık tanım­
laması ile pagan arasında karşıtlık yok, hatta bu iki kavramın de­
ğişik zaman dilimlerinde söylenen aynı kavramlar olduğu rahat­
lıkla söylenebilir.
Putperest kavramı ise olumsuz değerlendiriliyor ama bu kav­
ram yalnız eski ve gelişmemiş bir dine mensup olanlardan söz
edilirken kullanılıyor. Öte yandan putperest kavramı, Hıristiyan
kavramıyla karşıtlık içinde değil. Çünkü Hıristiyan denildiği za-

1 8 Pasah/Fısıh kurbanının kökeninin kan hukuku ritüelinde yattığının bir kanı­


tı da kral ve peygamber Hoşea zamanında eski İsrail Fısıh kurbanı ritüelinin mer­
kezi bir kült içine alınarak deforme edilmesidir. Hoşea ülkenin her yanında Fısıh
kurbanını yasaklamış ve yalnız Kudüs'teki tapınağın avlusunda kurban kesilmesi­
ne izin vermişti. (Bkz. Musa 5 (Tesniye) 16: 1 -22). Bu deformasyon kral Hoşea'nın
ve Kudüs hahamlannın ülkeyi merkezden yönetebilmeleri için yapılan uygularna­
lardan biriydi. Aşiretlerin eskiden kalma hukuklannı uygulamaları ortadan kaldın­
lıyordu ve bu nedenle sürüsü için ölen çobanın simgesi olan Fısıh'ın, eski aşiretsel
biçiminin yasaklanması gerekiyordu.
19 Pagan sözcüğünün kökeni, Latince Pagus'tan geliyor. Pagus da yine aynı
dilde klan, aşiret anlamlarını taşıyor.

23
man Elenistik Hıristiyan veya Süryani Hıristiyan gibi kavramlar
akla geliyor ve bu kavramlar da eski putperest kavramlarla yeni
Hıristiyan kavramların bir bileşimi olduğu için, ilginç gibi gö­
rünmesine rağmen, aralannda karşıtlık yok. 20
Ortaçağ İslam ilahiyatçıları ve batılı ilahiyatçılar Antik Ele­
nizm'in Roma Hıristiyanlığına putperest gelenekleri; başta büyü
olmak üzere, boş inançları soktuğuna işaret ediyorlar. Kuşkusuz
bu boş inançlar yalnız Antik Elenizm'in ürünleri değildi. Eski
geleneklerin sürmesine dayanıyordu ve İslam'da da, eski Arap
boş inançlarını ve Süryani Hıristiyanlığı üzerinden gelen gele­
neklerin varlığını görmekteyiz. Putperest Elenizm'in olumsuz
yanlarını ve Semitik pagan geleneklerin olumlu yanlarını aşağı­
da karşılaştıracağız ve doğru bir kavram tanımlaması yapmaya
çalışacağız.

Aşiret Düzeninin Çözülmesi ve Devlete Geçiş

Aşiretlere bağlı toplum yapısının çözülmeye başlaması Elen­


lerin Ortadoğu'ya inişlerinden önce başladı. Bu çözülme toplum
içindeki üretici güçlerin canlanması ve gelişmesiyle başlamış ve
hızlanmıştı. Özellikle tarım alanlarını işleme yöntemlerinin ge­
lişmesi ve ticaret yollan üzerindeki küçük yerleşim birimlerinin
kentlere dönüşmesi sonunda merkezi bir yönetimin gerekliliği
ortaya çıktı. Aşiret topluluklarının yarattığı ekonomi fazlasının
kentlerde oturanlara satılması, karşılığında kent pazarlanndan
çeşitli işlenmiş ürün alınması, diğer bir deyişle ticaret canlılığı
bu aşiret topluluklarını değişime uğrattı.
Güney Mezopotamya'da Sümerler ilk kent devletlerini kur­
dular. Bu kent devletleri arasında süren savaşların sonunda içle­
rinden biri, diğerlerini egemenliği altına alarak, nüfuz alanlarını

20 Batılı ilahiyatçılar Batı Hıristiyanlığının kökeninin Elen Hıristiyanlığı oldu­


ğunu iddia ediyorlar. Bu iddiada doğruluk payı olmakla birlikte, esas itici güç Ku­
düs'teki ana kiliseden sonra, Antakya'da kurulan ilk örgütlü Hıristiyan Kilisesi olan
Süryani Hıristiyanlığı idi. Batıda her nedense doğulu kökeni yadsımak, Doğu'yu
unutturmak gibi yanlış bir alışkanlık var.

24
genişletti. Emperyalist süper devletlerin ilki olan Sumer İmpara­
torluğu böyle bir çizgi ve politika izleyerek ortaya çıktı. Sümer­
leri diğer imparatorluklar izledi. Yalnız bu devlet yapılarından
biri yıkılıyor, yerini bir diğeri alıyordu. Ortadoğu'da uzun süreli
varlık gösteren yalnız Mısır ve Asur devletleri olmuştur.
Dışarıdan bölgeye akan Kassitler, Hiksoslar, Keltler (Antik
Filistinliler-Filistler) ve Elenlerin eski pagan gelenekleri, dinsel
ve toplumsal düzenleri üzerine pek az şey biliyoruz. Bu halkla­
rın taş çağı dönemlerindeki geleneklerinin, günümüz ilkellerinin
geleneklerine benzediği düşünülebilir.
İsrailoğulları Mısır'dan çıktılar ve Kenan ülkesine geldiler.
Burada Kenanlıların yanı sıra göçebe İbraniler de vardı. Kenan­
lar merkezi ve ekonomisi tarıma dayalı bir devlet kurmuşlardı.
Göçebe İbrani aşiretlerinde aşiret içi kan hukuku düzeni, klan ve
aşiretlerin kendi hukuklarını uygulamaları gibi aşiret gelenekle­
ri çözülmeye başladı. Öte yandan merkezi bir devletin baskısı al­
tına girmek, bu özgür yaşayan aşiretlere ters geliyordu. Merkezi
devletin baskısından korkuyorlardı. Ancak Kenanlılara ve demir
çağını aşmış Filistlere karşı kendilerini savunabilmek için mer­
kezi bir örgüt olan devlete ihtiyaçları vardı.
Bu nedenlerle Saul, David ve Süleyman'ın egemen oldukları
dönemde, paganların hızla eritilmesi başladı. On iki aşiret içinde
örgütlenmiş olan İbraniler kült merkezileşmesini yaşadılar. Ama
bu, çeşitli kültlerin merkezileşmesinin, İsrail'in eski pagan dini­
ni ne ölçüde değiştirdiği, yanıtı açık kalan bir soru olarak kaldı. 21

21 Kültün veya çeşitli kültlerin bir tapınağa bağlanması, Yahve kültünün ya­
bancılaşma tehlikesini getirmiştir. Ayrıca Kenanların dinsel kültlerine karışılması­
nın da önüne geçilmesi gerekiyordu. Kenanların merkezi devlet aşamasına daha
önce geçmiş olmaları karşısında, İ srailoğullan bu devlet yapısına benzer bir yapı
içinde geleneklerinin çoğunun kaybedilmesi gibi bir sorunla karşılaştılar. Güneyde­
ki başkenti Kudüs olan Yuda devleti içinde eski gelenekler merkeze bağlanarak sür­
dürüldü. Süleyman 'ın ölümünden sonra Kudüs'ten ayrılarak bağımsızlığını ilan
eden kuzeydeki İ srail devleti, Kudüs'ün büyük devlet olma çabalarına karşı çıktı.
Eski İ srail kan hakkı ve tepe kültü gibi gelenekleri sürdürdü. Bu gelenekler Yu­
da'ya da girdi, ancak Kenan putperestliği sayılarak sahip çıkilmadı ve böylece Yu­
da'da yeterince yer edinemedi.

25
Aşiret Sandığından Tevrat Dolabına

Biz burada yalnız bu kült merkezileşmesinin iki önemli ve ta­


nınabilen sonuçlanna işaret edeceğiz. Eski İsrail pagan kan hu­
kukunun simgesi olan ve içinde aşiretin totemi bulunan altın da­
nanın saklandığı Birlik Sandığı22 ki, her aşiret kendi birlik sandı­
ğına sahipti. İsa'dan önce 500'lü yıllarda kült önemini kaybetti
ve tamamen unutuldu. Bu sandık bininci yılın başlannda Filist­
lere karşı yürütülen savaşların vazgeçilmez bir unsuru ve savaş
simgesiydi. Çünkü o zamanlardaki savaşlar, bütün aşiretlerin pa­
gan kan hukuku inancıyla uyum içinde ve pagan ritüellerin uy­
gulandığı, daha önce gördüğümüz gibi, kan hakkı savaşlanydı.
Kral Hoşea (İ.Ö.639-609) zamanında, kültlerin merkezileşti­
rilmesi hareketi üzerinden, Fısıh kurbanı ritüeli, kan hakkı nite­
liğinden dolayı yasaklanmıştı. Yalnız Kudüs 'teki tapınağın avlu­
sunda kurban kesilebiliyordu. Musa'nın beşinci kitabında (Tes­
niye 32:35) bu olaya yer veriliyor. Musa'nın beş kitabında yal­
nız Yahve'nin açıklamalarına yer verildiğini anımsarsak, Hoşe­
a ' nın reformlarının önemsiz olmadığını daha iyi anlarız.23
Bu reformlar, her aşiretin kendi hukukunu uygulamasından
ve eski aşiret kan hakkından ayrılması anlamına geliyordu. Ayrı­
ca Fısıh kurbanının Kudüs tapınağından başka bir yerde kesilme­
sinin yasaklanması, kan hukukunun işareti olan pagan B irlik
Sandığı ' nın da böylece işlevini yitirip, unutulmasını sağlamış
oluyordu. Bu arada Birlik Sandığı, Tora'nın (Tevrat) muhafaza
edildiği küçük bir dolaba dönüştürüldü. işleviyle birlikte çapı da
düşürülerek ufak bir dolap oldu.24

22 Eski İsrail'in birlik sandığı dünya çapında yaygınlaşmış taş çağı tepe.kültü­
nün bir devamıydı. Günümüzde Musa'nın beş kitabının muhafaza edildiği Tora
(Tevr�t) dolabı adını almıştır. B u dolap sinagoglarda, bir duvara asılır. Tora dolabı­
nın yönü Kudüs'ü gösterir.
23 Musa 5 :32-35 'de şöyle deniliyor: "Onların ayağı kaydığı zaman, öç ve ce­
za benimdir; çünkü onların musibet günü yakındır ve başlarına gelecek olan şeyler
çabuk gelecektir. "Hoşea Yahveyi konuşturarak halkı dize getirmeyi deniyordu.
24 Daha fazla bilgi için bkz. Musa 5 (Tesniye): 1-5; 10; 3 1 :9.

26
B urada görülen; Eski Ahit'in kral ve peygamber yazarları es­
ki İsrail ' in krallar çağını kaleme alırken, daha doğrusu bu bölüm
sözlü anlatımlada kuşaktan kuşağa aktarılırken, merkezi tektan­
rıcılığı ve kültün merkezileşmesini savunarak, eski İsrail ' in çok
merkezli kan hukukuna dayalı pagan dinine karşı amansız bir
mücadele vermeleri olgusudur.
İsrail 'in kültü merkezileştirme hareketi tam olarak başarıya
ulaşmadı. Fısıh kurbanı yine Kudüs 'teki tapınakta kesildi. İsrai­
loğulları kan hakkı nedeniyle başlamış bir çatışmanın tatlıya
bağlanmasını, kestikleri topal Fısıh kuzusunu afiyetle yiyerek
kutladılar. Hatta bu bayram Ortodoks Musevi ailelerin bir bayra­
mı olarak günümüze dek geldi. Yalnız günümüzdeki Fısıh bayra­
mında İsrailoğulları 'nın Mısır' dan çıkışı anılıyor ve kutlanıyor.
Yukarıda görüldüğü gibi, pagan kan hukuku ritüeli ve bundan
doğacak tehlike de tasfiye edilmiş oluyor.
Ancak, Filistin' deki aşiret ve klan geleneklerine bağlı halkın
inancında, Fısıh'ın eski önemi korundu. İsa ve müriderinin kut­
ladığı Fısıh bayramında, Ortodoks Musevilerinin Mısır'dan çıkı­
şı anmaları gibi bir kutlama yoktu. Tersine "acı çeken, ölen ve
yeniden dirilen kral" düşüncesi vardı. Yemekte eski pagan an­
lamda, arkaik kral kurbanı anılıyordu ve bu kurbanı doğruluk ve
adalet için verdikleri mücadelenin örneği olarak görüyorlardı.

Kral Mitosunun Unutulması

Eski İsrail ' in bu kült merkezileştirme hareketi, eski pagan di­


ninin ve kan hukuku düzeninin gerilemesini getirmiştir. Yeni an­
tipagan devlet hukukunun uygulanmasında, halkı için yaşamını
feda eden kült kahramanına, kral mitosuna yer yoktu.
Bu yeni mitosta, arkaik liderin yerini devletin lideri aldı; dev­
letin varlığını sürdürmesi ve çıkarları için gerektiğinde devletin
kullarının hakları ve yaşamları kurban edildi. Devlet yapısı ku­
rulup güçlenince kurbanlar yer değiştirdi. Bu devlet kullarına,
yani halka Arapçada a r-ra 'iya (sürü) adı verildi; Türkçeye reaya

27
olarak geçti. Reaya özel bir tabakaydı; niteliği ve adı sürü olan
insanlardan oluşuyordu.
Filistin 'deki bu devlet yönetimi, kadrolarını tapınak hiyerar­
şisinden sağlıyordu. Bu hiyerarşi içindeki imtiyazlılar kendileri­
ni devletle özdeşleştiriyorlardı ve böylece devletin uyguladığı
merkezi hukuk her zaman doğru ve devlet de her zaman haklı
oluyordu. Bürokratlar pagan kan hakkı kültünde olduğu gibi,
adaletin yerine getirilmesi için gerektiğinde yaşamlarını tehlike­
ye atmıyorlardı; tam tersine kendi bireysel hak ve bireysel yargı­
lama yetkilerini kullanıyorlardı.
B unu yaparken de kendilerini besleyen, giydiren ve çeşitli
irntiyazlarla donatan devletin çıkarlarını koruyorlardı. Devletin
kulları olan sürü ise, pagan hukuk sisteminde olduğu gibi, aşiret
başkanına yaslanamıyordu; kendini aşiretinin bireyleri için feda
eden kral mitosu unutulmuştu; adaletin terazisi yöneticilerin ya­
rarına ölçüyordu.

Kutsal Roma

Büyük İskender 'in o zamana kadar görülmemiş büyüklükte


ve çok geniş coğrafyaları içine alacak olan imparatorluk deneyi,
İskender ' in ölümünden sonra başarısızlığa uğradı. İskender eski
Doğu toplumlarının tinsel ve kültürel mirasını Elen ve Makedon
gelenekleriyle birleştirmek ve bir potada eritmek istiyordu.
İskender 'den 600 yıl sonra Hıristiyanlığı devlet dini ve ide­
olojisi ilan eden Roma imparatorluğu üç kıtaya yayılıverdi.
B urada politika ve tarihe pek girmek istemediğimiz için, Ro­
ma ve Hıristiyanlık arasındaki dinsel ve ideolojik bağlara y alnız
din tıp-ihi ve kültürü açısından yaklaşacağız. Hıristiyanlığın ge­
lişmesi sürecini ise yalnız antik relik kültünden başlayarak açık­
layabiliriz.

28
Relik Kültü

Hıristiyanlık öncesi antik çağda relik kültü;25 azizierin me­


zarlarından alınan toprağın mucizevi: gücüne inanılması, azizie­
rin kemiklerine, onlara ait olduğu sanılan eşyalara dokunarak ba­
zı hastalıklardan kurtı.ilabilineceğine inanılması, özellikle Elenist
kültürün yoğun olduğu Doğu Akdeniz, Anadolu, Ege 'nin iki ya­
kasında yaygındı. Ayrıca Asur-Babil kültürünün hakim olduğu
Mezopotamya 'da ve İslam 'a geçmeden önce Hıristiyan canlılığı­
nı günümüzde bile sürdürdüğünü görüyoruz.
Akdeniz' in batısında yer alan Roma 'da İ.Ö. 3. yüzyılda eski
ritüel kan hakkı geleneği sürüyordu. Bu geleneğin içinde kurba­
nın parçalanmasının simgesi olan kutsal kargı ve ölümden sonra
diriliş bulunuyordu. Pagan aşiret başkanlarının hak ve onur için
kendilerini kurban etmeleri kutlanıyordu. Bu gelenek daha son­
ra kahramanların -azizlerin, din şehitlerinin- kemiklerini muha­
faza etme ve relik kültüyle yer değiştirdi ve toprak ana ve kan
hukuku sisteminden çözülerek ayrıldı.
Elenist toplumun sosyal ve tinsel çöküşünün arkasındaki pa­
gan gelenekiere dayalı toplumu yıkan olgunun, antik Elenizm ile
Mesih kültürrün birleşerek, güçlenmesi olduğunu görüyoruz.
İskender' in geride bıraktığı imparatorluğun dağılması, bir sü­
per devlet kurma denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasıydı.
Ama bu imparatorluk çökerken Elenizm, Elenist kültür yaygınlaş­
mıştı. Bu kültürün içinde hem seküler ilerlemeler hem de pagan
gelenekler vardı ve hem o dönemde hem de erken Hıristiyanlık
döneminde ortaya çıkan çok sayıda yarı Hıristiyan dini tarikatlar
gereksindikleri gücü bu kültürün kalıntılarından alıyordu.

25 Relik kültü Antik mezar ve kahramanlık kültünün Hıristiyan bir örtüye sa­
rınarak sürmesidir. Azizlerin, martirierin mezarları, kemikleri, İsa'nın çakıldığı
ağaç çarmıhın parçaları, Vaftizci Yuhanna'nın kellesi gibi nesnelere relik adı veri­
liyor ve relikler kutsal sayıldığı için, bulundukları yerler Hıristiyanların ziyaret yer­
leri oluyor. B u relik kültü kuşkusuz İslam'a da girmiştir. Eyüpsultan'daki Eyub'un
mezarı, Topkapı müzesinde bulunan Vaftizci Yuhanna'nın altınla kaplı kellesi, Hır­
ka-i Şerif camisinde korunan Muhammed'in hırkası; ayrıca çeşitli evliya ve yatır­
ların mezarları ve türbeleri bu eski Antik inancın Hııistiyanlık'üzeıinden İslam'a
geçtiğini gösteriyor.

29
Elenist kültür ve Hıristiyanlık ideolojisi Roma'nın işine yara­
dı; Roma Elenist-Hıristiyan bir imparatorluğa dönüştü.
İsa'nın ortaya çıkarak merkezi devletin uygulamalarına, din
yasalarına ve yozlaşmış Farisi din adamları hiyerarşisine karşı mü­
cadele başlatması, Elen-Roma devleti için devlet karşıtı reformİst
ayaklarımalann başlamasıyla eşanlarnlıydı. Ayrıca Farisiler de Ro­
malıların yanında yer alarak, kendi çıkarlarını savunma ve muha­
faza etme yolunu seçtiler. Zaten başka seçenekleri de yoktu.
Ben, kimi batılı ilahiyatçılann tersine, İsa'nın kendini kurban
etmesini, Hıristiyanlık öncesi relik kültünün bir ürünü olarak gö­
rüyorum. Kuşkusuz İsa'nın çarmıha çakılması, son pagan kralın
halkı için kendini feda etmesi, kurban etmesidir ve İsa, Musevi
Pagan geleneğinin son kurbanıdır.
Ş imdi de ölümünden sonra İsa'ya ne olduğuna bakalım.
İsa'nın bederıi, ölümsüzlük ilacı olan bir relik oldu. Antakya­
lı İgnatius böyle diyor ve haklı; çünkü İsa öldükten üç gün son­
ra dirilerek göğe çıkmıştır inançlllara göre. Ölümsüzlük ilacı ise
Elenist sır kültüne bağlı din adamlarının elindedir. İsa'nın bede­
ninin semavi maddesi büyü ritüeli yoluyla yeniden ve yeniden
elde edilebilir.
İşte Elerıist sır kültünün inançlı halka verdiği ve Antik Elenist
kültürden kalan bazı kalıntılar bunlardır. Antakyalı İgnatius 'un
başlattığı ve rahipler hiyerarşisinin koruduğu bu inanca, daha
doğrusu bu boş inanca karşı gelen kiliseden çıkartılarak, atılıyor;
aforoz ediliyordu.

Tanrı isa

Süryani Hıristiyanlığının kabul ettiği İsa'nın tanrı olması


dogması da, Semitik Asur kökenli bu halkın eski Mezopotamya
geleneklerinden devraldığı tanrı-kral, tanrı-insan konseptidir.
Eski kültün biçim değiştirerek yeni kültün içine sızmasıdır. Ama
Roma emperyal süper devlet olma doğrultusunda, kendi coğraf­
yasındaki bütün sır kültlerini/dinlerini, her bir Antik kahraman­
lık ve relik kültünün üstüne çıkararak, kurduğu bu sistemi yeni

30
bir dünya dinine yükseltti. Hıristiyanlığı dünya çapında yayan
Roma oldu.26
Bu bölümün başında düşüncelerini aktardığımız batılı ve do­
ğulu ilahiyatçıların saptadığı, Hıristiyanlığın Romalılar ve Elen­
Iere uyması, gerçekte yalnız uyumdan da fazla bir olgudur. Sözü
edilmesi gereken , eski Doğu' da gelişen süper devI et düşünce ve
pratiğinin, o zamana kadar görülmemiş bir biçimde istikrar ka­
zanarak, Roma ile kaynaşması ve ortaya tamamen yeni bir sonuç
çıkmasıdır. Bu sonuç Roma İmparatorluğudur veya doğru bir ad
vermek gerekirse, Kutsal Elenİstik-Roma Hıristiyan İmparator­
luğudur. Bu imparatorluk aynı zamanda Hıristiy�n ve pagan
dünya imgesinin, desantralize demokratik kan hukuku düzeninin
çöküş ürünleriyle bütünleşmesinden doğmuştur.
Roma Hıristiyanlığı içindeki Elenist sır kültleri İsa'nın semavi
bedenini yönetiyor, öte yandan çoktanrıcı, monoteist, küresel Ro­
ma egemenliğini eline geçirmek istiyordu. Roma kilisesinin bu
hırsını ve kendine verdiği bu görevi bugün Vatikan üstlenmiştir.

Batı Hıristiyan Emperyalizmi

Elenist-Hıristiyan emperyalizminin putperest ilkeleri, Orta­


çağ'da hala pagan düşüncesinin ilkeleriyle bir aradaydı ve bu il­
keler günümüzdeki B atı emperyalizminin ekonomik ve askeri
kanatlarının egemenlik kurduğu ülkelerde yaydığı kültür emper­
yalizminin kökenini oluşturmaktadır.

Muhammed ve İslam

B atı Hıristiyanlığına yönelik bu kısa değerlendirmeden biraz


daha kararlı, ancak Semitik düşünce çerçevesi içinde kalarak

26 Bu çalışma daha önce metnin bir yerinde de değindiğim gibi, bir din tarihi ve
kültürü çalışması olduğu için Roma'nın askeri gücünün de Hıristiyanlığın yayılmasın­
da çok önemli bir rol oynadığına değinmedim. Olayı çeşitli inançla(, kültler ve bu kült­
!erin arasındaki çatışmaları ele alarak açıklamayı ve sonuca götürmeyi yeğliyorum.

31
putperest Elen Hıristiyanlığına ve Semitik pagan Süryani Hıris­
tiyanlığına karşı mücadele veren27 din kurucu Muhammed' e dö­
nelim. Muhammed, Süryani ve Elen Kiliselerindeki din adamla­
rı kastının verdiği zararları görmüş ve böyle bir tabakanın oluş­
masına karşı çıkmıştı. Ancak İslam din adamlarının oluşturduğu
hiyerarşiyi engelleyemedi. Ama bugüne kadar da İslam kültünde
mistik bir hiyerarşinin ritüelleri yönetmesine rastlanmadı. Ancak
İslam ' da hayvan kurban etme sürmüş ve bu da İbrahim 'den ge­
len bir geleneğe bağlanmıştır. Muhammed eski aşiret hukukunu
bozmamış, muhafaza etrniştir.28
Ancak hem Muhammed hem de Ortodoks İslam bu mücade­
leyi sürdüremedi ve İslam pagan, putperest ve Semitik Hıristi­
yanlığın kalıntılarını içinde taşıyarak ve yayarak gelişti. Bu ça­
lışmanın ilerdeki aşamalarında bu konuyu ayrıntılarıyla i şleyece­
ğiz ve açık seçik aniaşılmasını sağlamaya çaba göstereceğiz.
Daha önce başladığırnız kavram açıklamalarına devam etme­
nin sırası geldi ve bu bölümü çoktanncılık ve tektanrıcılık kav­
ram çiftini açarak sona erdireceğiz.
Tektanrıcılığın oluşumunun eski Doğu toplumlarında; Mısır
ve Asur'da başlamasını burada ele almayacağız. Eski Ahit'in
klasik peygamber yazarlarının aynı zamanda eski pagan kan
hakkının da karşıtları olması, bize tektanrıcılık üzerine yeterli
bilgiyi veriyor. Burada belirlememiz gereken, arkaik düşünce
içinde, her şeyin arkasında tinsel bir gücün varlığına inanılması
ve zaman zaman bu gücün kişileştirilmesidir. Ama yine aynı za-.
manda, arkaik düşünce ve ritüelleri pratikte görülen, bilinen ger-

27 Muhammed Semitik pagan gelenekiere ve relik kültüne karşı mücadele et­


mesine rağmen, yaşadığı dönemde kestiği saçları, el tımakları, yıkandığı su1 hatta
kurumuş dışkısı, çevresindeki mucizelere inanan Müslümanlar tarafından toplanı­
yor V{j bazı hastalıklara karşı ilaç olarak kullanılıyordu. Relik kültü Muhammed'in
yaşadiğı günlerde de sürmüş, Muhammed bunun önüne geçernemiş veya geçmek
istememişti.
28 Sure 5:45. "Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile
cezalandınlır). Kim bunu (kısası) bağışiarsa kendisi için kefaret olur. Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir." Aynca bkz. 5 :32; 1 7:33; 1 6 : 1 26.

32
çek dünyadaki oluşumları ele alıyordu; bazı olguların arkasında­
ki görülmeyen ve bilinmeyenle uğraşılmıyordu. Yalnız arkaik
dünyada -günümüzde gerçekliğin karşıtı olan- öte yandaki şey­
ler gerçekti ve biliniyordu. Melekler, hayaletler, ataların ruhları,
hayvanların ruhları, doğa gücünün ve doğa yıkımlarının kişileş­
tirilmesi gerçek olduğuna inanılan şeylerdi.
Arkaik insan somut değil, soyut düşünen insandı. Bugün bi­
zim gerçek olmadığını kesin bildiğimiz şeyler, arkaik insanın
gerçek olduğunu kesin bildiği/inandığı olgulardı.

Ruhlar, Melekler ve Tannlar

Bu yanda ve öte yandaki ruhlar arkaik düşüncede dünyevi ve


bilinebilen olgulardı. Tanrılar düşüncesine henüz varılmamıştı,
tanrıların yerine ruhlar biliniyor ve onlara inanılıyordu. İşte yo­
rulan ve biten ruhların yerine, daha sonraki dönemlerde tek tan­
rı düşüncesi ve tektanrıcılık getirildi. Ama bu düşüncenin yeter­
siz ve zayıf olduğu ortadaydı. O zaman her bir ruhun yeri bir tan­
rıya verildi ve ortaya çoktanncılık sistemi çıktı.
Çoktanncılık kavramının pagan dininin içinden çıkması, ruh­
ların yadsınması sayesinde olmuştur. İlk aşamada ruhlar iyi ve
kötü meleklere dönüştü, daha sonra da korkulan veya sevilen
tanrılar ortaya çıktı veya çıkarıldı.
Meleklere hem putperest aşamada hem de Hıristiyanlık ve İs­
lam'da inanılmaktadır. Hıristiyan azizleri ve Müslüman evliyala­
n paganların atalarının ruhlarının devamıdır ve bir Hıristiyan
aziz, aziz adayının yaşadığı günlerde saygınlık kazanmasıyla
başlamış, öldükten sonra saygınlık tapınmaya ve aziz kültüne
dönüşmüştür. İslam'daki evliyaların bir kesimi eski Hıristiyan
azizierin İslamlaştırılmasıyla oluşmuş, diğer bir kesimi de ben­
zer aşamalardan geçmiştir.
Yaşam günlerinde saygınlık kazanan, öldükten sonra bir türbe­
ye gömülen veya yatırılan saygın kişinin evliyalaşması ve kendi­
sine tapınılması, göstereceği mucizelerden medet· umulması, bu
aziz/evliya kültünün Hıristiyan ve İslam'da tıpkılığını gösterir.

33
Another random document with
no related content on Scribd:
assured by a gunner residing at New Orleans, that as many as one
hundred and twenty had been killed by himself at a single discharge;
and I myself saw a friend of mine kill eighty-four by pulling together
the triggers of his double-barrelled gun!
The Blue-winged Teal is easily kept in captivity, and soon becomes
very docile. In this state it feeds freely on coarse corn meal, and I
have no doubt that it could readily be domesticated, in which case,
so tender and savoury is its flesh that it would quickly put the merits
of the widely celebrated Canvass-backed Duck in the shade.
In the course of my stay in East Florida, at General Hernandez’s,
and Mr Bulow’s, I have observed this Teal in company with the Red-
breasted Snipe, the Tell-tale Godwit, and the Yellow-shank Snipe. I
observed the same circumstance in Texas.
During the time of their residence on the Delaware River, they feed
principally on the seeds of the wild oats, which I also found them to
do whilst at Green Bay. I have been assured by persons residing on
the island of Cuba, that the Blue-winged Teal is abundant, and
breeds there.
The old males lose the spring plumage of the head almost entirely
during a great portion of the autumn and winter, but it is reassumed
sometimes as early as the beginning of January. The young of both
sexes in their first plumage resemble the females, but the males
acquire their full beauty before they are a year old.

Anas discors, Linn. Syst. Nat. vol i. p. 205.—Lath. Ind. Orn. vol. ii. p. 854.
Blue-winged Teal, Anas discors, Wils. Amer. Ornith. vol. viii. p. 74. pl. 68.
fig. 4.—Nuttall, Manual, vol. ii. p. 397.
Anas discors, Ch. Bonap. Synopsis of Birds of the United States, p. 385.
Anas discors, Blue-winged Teal, Richards. and Swains. Fauna Bor. Amer.
vol. ii. p. 444.
Adult Male. Plate CCCXIII. Fig. 1.
Bill almost as long as the head, deeper than broad at the base,
depressed towards the end, its breadth nearly equal in its whole
length, being however a little enlarged towards the rounded tip.
Upper mandible with the dorsal line at first sloping, then nearly
straight, on the unguis decurved, the ridge broad and flat at the
base, suddenly narrowed over the nostrils, broader and convex
towards the end; the sides erect at the base, afterwards sloping and
convex; the narrow membranous margins a little broader towards the
end. Nostrils sub-basal, near the ridge, rather small, elliptical,
pervious. Lower mandible flattened, straight, with the angle very long
and rather narrow, the dorsal line very short, and slightly convex, the
sides internally erect, with about a hundred and twenty lamellæ.
Head of moderate size, oblong, compressed. Neck of moderate
length, rather slender. Body full, depressed. Feet short, placed rather
far back; tarsus short, compressed, at its lower part anteriorly with
two series of scutella, the rest covered with reticulated angular
scales. Toes with numerous scutella above; first toe very small and
with a narrow membrane beneath; third longest, fourth about a
quarter of an inch shorter; the anterior toes united by reticulated
webs, of which the outer is deeply sinuate; claws small, curved,
compressed, acute, the hind one smaller and more curved, that of
the third toe largest, and with the inner margin sharp.
Plumage dense, soft, and blended. Feathers of the head and neck,
very small and slender, of the back and lower parts in general broad
and rounded. Wings of moderate length, rather narrow and acute;
primaries strong, slightly curved, tapering, the first scarcely longer
than the second, the rest rapidly decreasing; secondaries broad, the
outer obliquely rounded, the inner elongated and acuminate, as are
the scapulars. Tail short, rounded and acuminate, of fourteen rather
narrow, acuminate feathers.
Bill bluish-black. Iris dark hazel. Feet dull yellow, webs dusky, claws
brownish-black, with the tips greyish-yellow. Upper part of the head
black; a semilunar patch of pure white on the side of the head before
the eye, margined before and behind with black. The rest of the
head, and the anterior parts of the neck of a deep purplish-blue, with
purplish-red reflections; the lower hind neck and fore part of back,
brownish-black, glossed with green, each feather with a curved band
of pale reddish-buff, and a line or band of the same in the centre; the
hind part of the back greenish-brown, the feathers edged with paler.
The smaller wing-coverts of a rich ultramarine blue, silky with almost
metallic lustre. Alula, primary coverts, and primary quills, greyish-
brown, edged with pale bluish; outer secondaries of the same colour,
those of the speculum duck-green, changing to blue and bronze,
with a narrow line of white along their terminal margin; the inner
greenish-black on the outer web, greenish-brown on the inner, with a
central line and narrow external margin of pale reddish buff, the
more elongated scapulars similar, but some of them margined with
greenish-blue. Secondary coverts brown, with their terminal portion
white. Tail-feathers chocolate brown, slightly glossed with green,
their margins buffy. The lower parts are pale reddish-orange, shaded
on the breast with purplish-red, and thickly spotted with black, the
number of roundish or elliptical spots on each feather varying from
ten to twenty-five, those on the upper and hind parts of the sides
running into transverse bars. Axillar feathers, some of the lower
wing-coverts, and a patch on the side of the rump pure white; lower
tail-coverts brownish-black.
Length to end of tail 16 inches, to end of claws 14 1/4, to end of
wings also 14 1/4; extent of wings 31 1/4; wing from flexure 7 4/12; tail
3 5/12; bill along the back 1 1/4, from frontal process to tip 1 1/2; tarsus
1 2/12; first toe and claw 5/12; middle toe and claw 1 10/12; outer toe
and claw 1 8/12. Weight 12 1/2 oz.
Adult Female. Plate CCCXIII. Fig. 2.
Bill greenish-dusky; iris hazel; feet of a duller yellow than those of
the male, the head and neck are pale dull buff, longitudinally marked
with brownish-black lines, which are broader and darker on the top of
the head; the fore part of the cheeks and the throat whitish, without
markings. The upper parts are dark brown, the feathers margined
with brownish-white; the smaller wing-coverts coloured as in the
male, but less brilliantly; no blue on the scapulars, which are also
less elongated. On the lower parts, the feathers are dusky brown,
broadly margined with light brownish-grey, of which there is a streak
or spot in the centre. The axillary feathers, and some of the lower
wing-coverts are white, but the patch of that colour so conspicuous
in the male is wanting.
Length to end of tail 15 inches, to end of wings 14 1/2, to end of
claws 15 1/2; extent of wings 24; wing from flexure 7 1/4; tail 2 7/12;
bill along the ridge 2 2/12. Weight 10 1/2 oz.

The young birds are similar to the female, but paler, and without the
green speculum.
In a male, the roof of the mouth is deeply concave, with a prominent
middle ridge, on which are a few blunt papillæ; on the upper
mandible are 50 lamellæ, on the lower about 65 below, and 85
above. The tongue, 8 twelfths long, large and fleshy, has two rows of
lateral bristles. The œsophagus is 8 1/2 inches long, 4 twelfths in
diameter until the middle of the neck, when it enlarges gradually to
half an inch. The proventriculus is 1 1/4 inch in length, with oblong
glandules. The stomach is a strong roundish gizzard, 1 inch and 2
twelfths long, 1 1/2 inch broad; its left muscle 7 twelfths thick, the
right 6 1/2 twelfths; its cuticular lining or epithelium of moderate
thickness and longitudinally rugous. The intestine, 5 feet 1 inch long,
varies in diameter from 3 to 2 twelfths; the cœca are 2 inches 10
twelfths long, cylindrical and rounded, their diameter 3 twelfths; the
cloaca globular. The contents of the stomach were gravel and seeds
of plants.
The trachea is 6 inches and 2 twelfths long; its diameter at the top 4
twelfths, at the middle 2 twelfths, at the lower part 3 1/2 twelfths. The
inferior larynx is formed of three or four united rings, and has an
irregular roundish bony expansion on the left side. The number of
rings of the trachea is 98, of the bronchi about 25. The contractor
muscles are large; cleido-tracheales and sterno-tracheales.
BLACK-HEADED, OR LAUGHING GULL.

Larus Atricilla, Linn.


PLATE CCCXIV. Male in spring, and Young.

Before entering upon the peculiar habits of this Gull, allow me, good-
natured Reader, to present you with some general observations on
the genus to which it belongs.
At the approach of autumn, it frequently happens that the young
birds of several species associate together, congregating at times in
vast numbers, and especially during low tides, on the outer margins
of sand-bars situated in estuaries. There you may hear them keeping
up an almost incessant cackle, and see them running about dressing
their plumage, or patiently waiting the rising of the waters, on which
much desired event taking place, they generally disperse, and fly off
to search for food. If disturbed while thus reposing, they shew
greater shyness, perhaps, than at any other time, and the loud note
of alarm from one of the group soon reaches your ear. Look at them
now, Reader, as they simultaneously spread their wings, and after a
step or two launch into the air, gradually ascend, and in silence rise
to a great height, performing extended gyrations, and advancing
toward the open sea.
It seldom happens that when one of the larger species is shot, its
companions will come to the rescue, as is the case with the smaller,
such as the Kittiwake, and the present species. I have thought it
remarkable how keenly and aptly Gulls generally discover at once
the intentions towards them of individuals of our own species. To the
peaceable and industrious fisherman they scarcely pay any regard,
whether he drags his heavy net along the shore, or patiently waits
until his well-baited hook is gulped below the dancing yet well-
anchored bark, over the side of which he leans in constant and
anxious expectation. At such a time indeed, if the fisher has had
much success, and his boat displays a good store, Gulls will almost
assail him like so many beggars, and perhaps receive from him a
trifling yet dainty morsel. But, on the opposite side of the bay, see
how carefully and suspiciously the same birds are watching every
step of the man who, with a long gun held in a trailing position, tries
to approach the flock of sleeping Widgeons. Why, not one of the
Gulls will go within three times the range of his murderous engine;
and, as if to assure him of their knowledge of his designs, they
merely laugh at him from their secure station.
When congregated during the love-season, their loquacity has never
failed to remind me of the impetuous, unmusical, and yet not
unpleasant notes of our thieving Red-winged Starlings. But when
apart, and at all times excepting the periods of pairing or breeding, or
while some of the smaller species are chased by their vigilant
enemies the Jagers, they are usually silent birds, especially when on
wing. In rainy or squally weather, they skim low over the water, or the
land, always against the wind, passing at times within a few feet of
the surface. Again, at such times, I have observed Gulls of every
species with which I am acquainted, suddenly give a shake or two to
their wings, and stop as it were for a moment in their flight, as if they
had espied something worthy of their attention below; but, on closely
observing them, I have become convinced that such manœuvres
were performed only with the view of readjusting their whole
plumage, which had perhaps been disarranged by a side current of
wind.
All Gulls are wonderfully tenacious of life. When wounded or closely
pursued, they are very apt to disgorge their food, or to sustain
themselves against the agonies of death with uncommon vigour.
They appear indeed to be possessed of extraordinary powers of
respiration, through means of which they revive at the very moment
when you might conceive them to have actually reached the last
gasp. I have seen cases in which individuals of this tribe, after
having been strongly squeezed for several minutes across the body,
and after their throats had been crammed with cotton or tow,
recovered as soon as the pressure was remitted, and immediately
attempted to bite with as much eagerness as when first seized,
when, by the by, they are wont to mute, as well as when suddenly
surprised and taking to wing. In certain states of the atmosphere,
Gulls, as well as other birds, appear much larger than they actually
are; and on such occasions, they, of course, seem nearer than you
would find them to be; for which reason, I would advise you, Reader,
to be on your guard, for you may be strangely misled as to the
distance at which you suppose the bird to be, and pull your trigger
merely to send your shot into the sand, far short from the Gulls or
other light-coloured birds in view.
Much confusion appears to exist among authors regarding our
Laughing Gull, and this, in my humble opinion, simply because not
one of them has studied it, in its native haunts, and at all seasons,
since the period when it was briefly characterized by our great
master Linnæus, who, after all that has been said against him, has
not yet had his equal. Alexander Wilson, who, it seems, knew
something of the habits of this bird, thought it however identical with
the Larus ridibundus of Europe as is shewn by the synonyms which
he has given. Others, who only examined some dried skins, without
knowing so much as the day or even the year in which they had
been shot, or their sex, or whether the feathers before them had
once belonged to a bird that was breeding, or barren, when it was
procured, described its remains perhaps well enough for their own
purpose, but certainly not with all the accuracy which is necessary to
establish once and for ever a distinct species of bird. Others, not at
all aware that most Gulls, and the present species in particular,
assume, in the season of pairing, and in a portion of the breeding
time, beautiful rosy tints in certain parts of their plumage, which at
other periods are pure white, have thought that differences of this
sort, joined to those of the differently-sized white spots observable in
particular specimens, and not corresponding with the like markings
in other birds of the same size and form, more or less observable at
different periods on the tips of the quills, were quite sufficient to
prove that the young bird, and the breeding bird, and the barren bird,
of one and the same species, differed specifically from the old bird,
or the winter-plumage bird. But, Reader, let us come to the point at
once.
At the approach of the breeding season, or, as I like best to term it,
the love season, this species becomes first hooded, and the white
feathers of its breast, and those of the lower surface of its wings,
assume a rich blush of roseate tint. If the birds procured at that time
are several years old and perfect in their powers of reproduction,
which is easily ascertained on the spot, their primary quills shew little
or no white at their extremities, and their hood descends about three
quarters of an inch lower on the throat than on the hind part of the
head, provided the bird be a male. But should they be barren birds,
the hood will be wanting, that portion of their plumage remaining as
during winter, and although the primaries will be black, or nearly so,
each of them will be broadly tipped, or marked at the end, with a
white spot, which in some instances will be found to be fully half an
inch in size; yet the tail of these birds, as if to prove that they are
adults, is as purely white to its extreme tip, as in those that are
breeding; but neither the breast, nor the under wing-coverts, will
exhibit the rosy tint of one in the full perfection of its powers.
The males of all the Gulls with which I am acquainted, are larger
than the females; and this difference of size is observable in the
young birds even before they are fully fledged. In all of these,
however, putting aside their sex, I have found great differences of
size to exist, sometimes as much as two inches in length, with
proportional differences in the bills, tarsi, and toes; and this, in
specimens procured from one flock of these gulls at a single
discharge of the gun, and at different seasons of the year. The colour
of their bills too is far from being always alike, being brownish-red in
some, purplish or of a rich and deep carmine in others. As to the
white spots on the extremities of the primary quills of birds of this
family, I would have you, Reader, never to consider them as
affording essential characters. Nay, if you neglect them altogether,
you will save yourself much trouble, as they will only mislead you by
their interminable changes, and you may see that the spots on one
wing are sometimes different in size and number from those on the
other wing of the same specimen. If all this be correct, as I assure
you it must be, being the result of numberless observations made in
the course of many years, in the very places of resort of our different
Gulls, will you not agree with me, Reader, that the difficulty of
distinguishing two very nearly allied species must be almost
insuperable when one has nothing better than a few dried skins for
objects of observation and comparison?
The Black-headed Gull may be said to be a constant resident along
the southern coast of the United States, from South Carolina to the
Sabine River; and I have found it abundant over all that extent both
in winter and in summer, but more especially on the shores and keys
of the Floridas, where I found it breeding, as well as on some islands
in the Bay of Galveston in Texas. A very great number of these birds
however remove, at the approach of spring, towards the Middle and
Eastern Districts, along the shores of which they breed in
considerable numbers, particularly on those of New Jersey and Long
Island, as well 15 1/2; extent of wings 24; wing from flexure 7 1/4; tail
2 7/12; bill along the ridge 2 2/12. Weight 10 1/2 oz.

The young birds are similar to the female, but paler, and without the
green speculum.
In a male, the roof of the mouth is deeply concave, with a prominent
middle ridge, on which are a few blunt papillæ; on the upper
mandible are 50 lamellæ, on the lower about 65 below, and 85
above. The tongue, 8 twelfths long, large and fleshy, has two rows of
lateral bristles. The œsophagus is 8 1/2 inches long, 4 twelfths in
diameter until the middle of the neck, when it enlarges gradually to
half an inch. The proventriculus is 1 1/4 inch in length, with oblong
glandules. The stomach is a strong roundish gizzard, 1 inch and 2
twelfths long, 1 1/2 inch broad; its left muscle 7 twelfths thick, the
right 6 1/2 twelfths; its cuticular lining or epithelium of moderate
thickness and longitudinally rugous. The intestine, 5 feet 1 inch long,
varies in diameter from 3 to 2 twelfths; the cœca are 2 inches 10
twelfths long, cylindrical and rounded, their diameter 3 twelfths; the
cloaca globular. The contents of the stomach were gravel and seeds
of plants.
The trachea is 6 inches and 2 twelfths long; its diameter at the top 4
twelfths, at the middle 2 twelfths, at the lower part 3 1/2 twelfths. The
inferior larynx is formed of three or four united rings, and has an
irregular roundish bony expansion on the left side. The number of
rings of the trachea is 98, of the bronchi about 25. The contractor
muscles are large; cleido-tracheales and sterno-tracheales. to
reproduce out of season, as it were. On some such occasions, when
I was at St Augustine, in the month of December, I have observed
four or five males of the present species paying their addresses to
one female, who received their courtesies with evident welcome. Yet
the females in that country did not deposit eggs until the 20th day of
April. The most surprising fact of all was, that, although these birds
were paired, and copulated regularly, by the 1st of February, not one
had acquired the spring or summer plumage, or the dark coloured
hood, or the rosy tint of the breast, nor lost the white spots on the
tips of their primary quills. This change, however, was apparent by
the 5th of March, became daily stronger, and was perfected by the
15th of that month. A few exceptions occurred among the numbers
procured at these periods, but the generality of the birds were as
above described.
Whilst at Great Egg Harbour, in May 1829, shortly after my return
from England, I found this species breeding in great numbers on the
margins of a vast salt marsh, bordering the sea-shore, though
separated from the Atlantic by a long and narrow island. About
sunrise every morning, an immense number of these birds would
rise in the air, as if by common consent, and wing their way across
the land, probably intent on reaching the lower shores of the
Delaware River, or indeed farther towards the head waters of
Chesapeake Bay. They formed themselves into long straggling lines,
following each other singly, at the distance of a few yards. About an
hour before sunset, the same birds were seen returning in an
extended front, now all silent, although in the morning their cries
were incessant, and lasted until they were out of sight. On arriving at
the breeding ground, they immediately settled upon their nests. On a
few occasions, when it rained and blew hard, the numbers that left
the nests were comparatively few, and those, as I thought, mostly
males. Instead of travelling high, as they were wont to do in fair and
calm weather, they skimmed closely over the land, contending with
the wind with surprising pertinacity, and successfully too. At such
times they were also quite silent. I now and then observed some of
them whilst on wing, and at a considerable height, suddenly check
their course, as if to examine some object below; but on none of
these occasions did I see one attempt to alight, for it soon resumed
its wonted course, and rejoined its companions.
Now, Reader, though I am growing old, I yet feel desirous of
acquiring knowledge regarding the habits of our birds, and should
much like to learn from you the reasons why these gulls went off in
lines from their breeding grounds, and returned in an extended front?
Was it, in the latter case, because they were afraid of passing their
nests unknowingly; or, in the former, under the necessity of following
an experienced leader, who, under the stimulus of an empty maw,
readily undertook the office, but who, like many other bon-vivants,
became in the evening too dull to be of use to his companions?
This species breeds, according to the latitude, from the 1st of March
to the middle of June; and I have thought that on the Tortuga Keys, it
produced two broods each season. In New Jersey, and farther to the
eastward, the nest resembles that of the Ring-billed Gull, or
Common American Gull, Larus zonorhynchus, being formed of dried
sea-weeds, and land plants, two and sometimes three inches high,
with a regular rounded cavity, from four and a half to five inches in
diameter, and an inch and a half in depth. This cavity is formed of
finer grasses, placed in a pretty regular circular form. I once found a
nest formed as it were of two; that is to say, two pairs had formed a
nest of nearly double the ordinary size, and the two birds sat close to
each other during rainy weather, but separately, each on its own
three eggs. I observed that the males, as well as the females, thus
concerned in this new sort of partnership, evinced as much mutual
fondness as if they were brothers. On the Tortugas, where these
Gulls also breed in abundance, I found their eggs deposited in slight
hollows scooped in the sand. Whilst at Galveston, in Texas, I found
their nests somewhat less bulky than in the Jerseys, which proved to
me how much birds are guided in these matters by differences in
atmospheric temperature and locality.
I never found more than three eggs in a nest. Their average length is
two inches and half an eighth, their greatest breadth a trifle more
than an inch and a half. They vary somewhat in their general tint, but
are usually of a light earthy olive, blotched and spotted with dull
reddish-brown and some black, the markings rather more abundant
towards the larger end. As an article of food, they are excellent.
These gulls are extremely anxious about their eggs, as well as their
young, which are apt to wander away from the nest while yet quite
small. They are able to fly at the end of six weeks, and soon after
this are abandoned by their parents, when the old and young birds
keep apart in flocks until the following spring, when, I think, the latter
nearly attain the plumage of their parents, though they are still
smaller, and have the terminal band on the tail.
The Black-headed Gull frequently associates with the Razor-billed
Shearwater, Rhynchops nigra, in winter; and I can safely say that I
have seen more than a thousand of each kind alight on the same
points of estuaries and mouths of rivers; the Gulls standing or sitting
by themselves, at no great distance from the Razor-bills. Now and
then they would all suddenly rise on wing as if frightened, perform a
few evolutions in the air, and again settle on the very same spot, still,
however, keeping separate. While thus in the company of the Razor-
bills, the Gulls are with great difficulty approached, the former being
exceedingly wary, and almost always rising when a person draws
near, the Gulls immediately following them, and the two great flocks
making off to some distant point, generally not very accessible. If
taken up on being wounded, these gulls are apt to bite severely. If,
on being shot at, they fall on the water, they swim fast and lightly,
their companions all the while soaring above, and plunging towards
them, as if intent on rescuing them. This great sympathy often
proves fatal to them, for, if the gunner is inclined, he may shoot them
down without any difficulty, and the more he kills the more his
chances are increased.
On the 10th of May 1832, it was my good fortune to be snugly on
board the “Lady of the Green Mantle,” or, in other words, the fine
revenue cutter the Marion. The Gulls that laughed whilst our anchors
were swiftly descending towards the marvellous productions of the
deep, soon had occasion to be sorrowful enough. As they were in
great numbers, officers and men, as well as the American
Woodsman, gazing upon them from the high decks of the gallant
bark, had ample opportunities of observing their motions. They were
all busily engaged on wing, hovering here and there around the
Brown Pelicans, intent on watching their plunges into the water, and
all clamorously teasing their best benefactors. As with broadly
extended pouch and lower mandible, the Pelican went down
headlong, so gracefully followed the gay rosy-breasted Gull, which,
on the brown bird’s emerging, alighted nimbly on its very head, and
with a gentle stoop instantly snatched from the mouth of its purveyor
the glittering fry that moment entrapped!
Is this not quite strange, Reader? Aye, truly it is. The sight of these
manœuvres rendered me almost frantic with delight. At times,
several gulls would attempt to alight on the head of the same
Pelican, but finding this impossible, they would at once sustain
themselves around it, and snatch every morsel that escaped from
the pouch of the great bird. So very dexterous were some of the
Gulls at this sport, that I have seen them actually catch a little fish as
it leaped from the yet partially open bill of the Pelican. And now,
Reader, I will conclude this long article with some fragments from my
journals.
Tortugas, May 1832.—Whilst here, I often saw the Black-headed
Gull of Wilson, sucking the eggs of Sterna fuliginosa, and Sterna
stolida. Our sailors assured me that these gulls also eat the young of
these two species of Terns when newly hatched.
Great Egg Harbour, May 1829.—Like all other gulls, the Larus
Atricilla disgorges its food when attacked by a Lestris, or when
wounded, or suddenly surprised; but on all occasions of respite this
gull is apt to return to it, and vulture-like to swallow it anew. It differs
however from the larger species of gulls, by never, as far as I have
observed, picking up bivalve shells, for the purpose of letting them
fall to break them, and afterwards feed on their contents. On the
ground they walk with considerable alertness, and not without a
certain degree of elegance, especially during the love season. Whilst
floating or swimming on the water, they are graceful in a high
degree, and when seen, as they oftentimes are, in groups of many
pairs, rising with, or sinking amidst the billows, which ever and anon
break on the sandy shores of the coast, their alternate appearance
brings to the mind of the bystander ideas connected with objects
altogether different from the simple yet beautiful Laughing Gull.
April 1, 1837.—South-west pass of the Mississippi. L. Atricilla
abundant here at this season, as well as at New Orleans. Saw some
floating on logs during a heavy breeze. Not noisy yet, though they
and L. zonorhynchus are in full spring dress (the old birds).
Barataria Bay, April 1837.—This species is abundant, following the
porpoises, whilst the latter are fishing, and attending on them, as
they do on the Brown Pelicans, which I saw here tormented by these
birds, as in the Floridas. These Gulls follow the Brown Pelicans to
their roosts, and along with them sit on grounded logs, at some
distance from the shores, to avoid the attacks of racoons and other
carnivorous animals.
Galveston Bay, April 26, 1837.—Black-headed Gulls are not
unfrequently seen hovering over the inner ponds of these islands, as
if in search of food. They are now all paired, and very noisy.
May 4.—I observed to-day that at the single cry of a Black-headed
Gull, all others within hearing at once came towards the caller, and
this never failed when any of them had found floating garbage on
which to feed. These, as well as all other gulls, pat the water with
their feet, their legs being partially extended, whilst assisting
themselves with the bill to pick up any floating food. At this time the
whole group emit a more plaintive single note than usual. They come
not unfrequently within a few yards of our vessel at anchor, and
when the food thrown to them is exhausted, they separate, and at
once renew their repeated cries. I observed that the few immature
birds among the old ones, were quite silent even when in the
company of the adults. When the young are nearly able to fly, they
are by no means bad eating.

Larus Atricilla, Linn. Syst. Nat. vol. i. p. 225.—Lath. Ind. Ornith. vol. ii. p.
812.—Ch. Bonaparte, Synopsis of Birds of the United States, p. 359.
Black-headed Gull, Larus ridibundus, Wils. Amer. Ornith. vol. ix. p. 89. pl.
74. fig. 4.
Black-headed Gull, Nuttall, Manual, vol. ii. p. 291.

Adult Male in spring. Plate CCCXIV. Fig. 1.


Bill rather shorter than the head, nearly straight, moderately stout,
compressed. Upper mandible with its dorsal outline straight to the
middle, then curved and declinate, the ridge convex, the sides
rapidly sloping, the edges sharp and direct, the tip rather obtuse but
sharp-edged. Nasal groove rather long and narrow; nostrils in its fore
part, longitudinal, submedial, large, linear-oblong, broader anteriorly,
pervious. Lower mandible with the angle long and pointed, the
outline of its crura decurved anteriorly, that of the ridge slightly
concave and ascending, the sides erect and nearly flat.
Head of moderate size. Neck of ordinary length. Body compact. Feet
rather long, stoutish; tibia bare below for three-fourths of an inch,
covered behind with narrow scutella; tarsus compressed, anteriorly
covered with numerous curved scutella, laterally with small oblong
scales, posteriorly with small scutella. Toes slender, of moderate
length, covered above with numerous scutella; first extremely small,
second much shorter than fourth, third two-twelfths of an inch longer
than the latter; anterior toes connected by reticulated webs, the outer
and inner slightly marginate; claws small, slightly arched,
compressed, thin-edged, that of the middle toe with an expanded
inner margin.
Plumage close, soft, and blended. Wings very long and pointed;
primaries tapering to a rounded point; first longest, second a twelfth
of an inch shorter, the rest rapidly diminishing; secondaries broad,
incurvate, and obliquely rounded, the inner straight and more
elongated. Tail of moderate length, even, of twelve broad, rounded
feathers.
Bill and feet, as well as the margin of eyelids, and the inside of the
mouth, of a rich deep carmine; claws brownish-black. Iris bluish-
black. The head and a portion of the upper part of the neck all round,
blackish lead-grey, darker on the upper part of the head and along
the posterior margin, which descends lower in front, or to the extent
of about two inches and a half from the base of the lower mandible;
two narrow white bands bordering the upper and lower eyelids.
Lower neck all round, the whole lower surface, the rump and tail,
pure white; but the fore part of the neck and the breast, down to the
legs, of a beautiful light rosy tint. The back and wings are greyish-
blue, with a very slight tinge of purple, excepting a large terminal
portion of the secondaries, and the tips of the primaries, which are
white. The first primary is black, with a tinge of grey on the inner web
at the base; the second and third similar, with the grey more
extended; on the fourth it extends over two-thirds; the fifth is black
only for an inch and a half; and on the sixth the black is reduced to
two spots near the end; the other parts and the remaining primaries
of the same general colour as the back.
Length to end of tail 17 inches, to end of wings 20, to end of claws
17; extent of wings 40 3/4; wing from flexure 12 10/12; tail 5 2/12; bill
along the ridge 1 11/12, along the edge of lower mandible 2 1/4; tarsus
2; hind toe and claw 4/12; middle toe and claw 1 9/12; outer toe and
claw 1 1/2; inner toe and claw 1 3/12.
The female is precisely similar to the male, but considerably smaller.
In winter the head is white, the feathers on its upper part and on the
nape more or less brownish-grey in their concealed part, that colour
appearing in slight patches here and there, and especially along the
posterior margin of the part that is coloured in summer, as well as on
a small space before the eye. The rosy tint of the breast disappears
after the breeding season. In other respects the plumage is as in
summer.
Young fully fledged. Plate CCCXIV. Fig. 2.
Bill, feet, inside of mouth, and edges of eyelids, olivaceous brown.
The upper parts are brownish-grey, the feathers edged with paler;
the hind part of the back light bluish-grey; upper tail-coverts nearly
white; tail pale greyish-blue, with a broad band of brownish-black at
the end, the extreme tips narrowly edged with white, the outer
margin of the lateral feathers of the same colour. The first four
primaries are destitute of white at the tip. A smaller patch before the
eye, two slight bands on the eyelids, and the throat, greyish-white;
the lower part of the neck brownish-grey, the rest of the lower parts
greyish-white, the sides darker, the axillars ash-grey, the lower
surface of the wing dusky-grey.

In an adult male, the tongue is 1 1/4 inch long, slender, tapering,


emarginate at the base, with minute papillæ, the tip horny along the
back. The œsophagus is 6 1/2 inches long, 5 twelfths in diameter
until it enters the thorax, then dilates to 1 inch and 5 twelfths; its
walls are extremely thin, its inner coat longitudinally plaited.
Proventriculus very short, the belt of oblong glandules being only 7
twelfths in breadth. Stomach rather small, oblong, 1 1/2 inch long, 10
twelfths broad; its lateral muscles rather thick, the tendons large; the
inner coat thick, horny, and thrown into very prominent longitudinal
rugæ, its upper margin abrupt, and manifestly not continuous with
the inner coat of the proventriculus, as some have supposed the
epithelium to be in all birds. In the stomach remains of fishes.
Intestines 1 foot 9 1/2 inches long, its general diameter 1/4 inch.
Rectum 1 1/2 inch; cœca extremely small, 2 1/2 twelfths long, 1/2
twelfth in diameter.

Trachea 5 1/2 inches long; its rings 110, extremely thin and feeble; its
diameter at the top 4 1/2 twelfths, at the lower part 2 1/2 twelfths. The
lateral muscles are scarcely perceptible, the sterno-tracheal very
slender; the inferior larynx small; the bronchi of moderate length and
width, with 25 half-rings.

You might also like