Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

■leti■im Ça■■nda Kültür 1st Edition

James Lull
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/iletisim-caginda-kultur-1st-edition-james-lull/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Yükseklerde 1st Edition R K Lilley

https://ebookstep.com/product/yukseklerde-1st-edition-r-k-lilley/

Coração Partido 1st Edition James J Cudney

https://ebookstep.com/product/coracao-partido-1st-edition-james-
j-cudney/

Punto de impacto 1st Edition James Queally

https://ebookstep.com/product/punto-de-impacto-1st-edition-james-
queally/

Tarih ■çinde Bilim 1st Edition James Trefil

https://ebookstep.com/product/tarih-icinde-bilim-1st-edition-
james-trefil/
Oxford Epistemoloji 1st Edition Paul K Moser

https://ebookstep.com/product/oxford-epistemoloji-1st-edition-
paul-k-moser/

Büyük Petro 1st Edition Robert K. Massie

https://ebookstep.com/product/buyuk-petro-1st-edition-robert-k-
massie/

Çariçe Katerina 1st Edition Robert K. Massie

https://ebookstep.com/product/carice-katerina-1st-edition-robert-
k-massie/

Be■inci Mevsim 1st Edition N K Jemisin

https://ebookstep.com/product/besinci-mevsim-1st-edition-n-k-
jemisin/

A coroa sem estrelas 1st Edition James Rollins

https://ebookstep.com/product/a-coroa-sem-estrelas-1st-edition-
james-rollins/
İLETİŞİM ÇAĞINDA

JAMES LULL
KÜLTÜR
JAMES LULL
İletişim Çağında yaşamak ne anlama gelmektedir? Günümüzde
kültürün doğası nedir? Kültürel kimlikler küreselleşme içerisinde nasıl
değişmiştir?
İletişim Çağında Kültür bir dizi akademik disiplinden dünyanın
önde gelen düşünürlerinden bazılarını modern çağda ‘kültür’ün ne
anlama geldiğini tartışmak üzere bir araya getirmektedir. Yazarlar,
‘İletişim Çağı’nda yaşamın temel özelliklerini tarif etmekte ve küresel

İLETİŞİM ÇAĞINDA KÜLTÜR


bağlantılılığın yükselişinin, kitlesel medyanın, bilgi teknolojisinin ve
popüler kültürün kültürel sonuçlarını değerlendirmektedir. Bireysel
bölümler şu konular üzerinde durmaktadır:
• Zihnin Kültürü
• Kültürün Temellerini Yeniden Düşünmek
• Küresel Ekümende Kültür
• ‘Yaşam Biçimleri’nden ‘Yaşam Tarzına’
• Kültürel Toplumsal Cinsiyet
• Kültürel Cepheler
• Üst Kültür JAMES LULL
İLETİŞİM ÇAĞINDA
• Popüler Kültür ve Medya Gösterileri
• Görsel Kültür

KÜLTÜR
• Yıldız Kültürü
• Bilgisayarlar, İnternet ve Sanal Kültürler

Türkçesi: Ece Simin Civelek

HECE YAYINLARI İNCELEME


inceleme
James Lull Kaliforniya, San José Devlet Üniversitesinde İletişim
Çalışmaları Profesörü’dür. Aynı zamanda Latin Amerika’da farklı üni-
versitelerde düzenli olarak eğitim vermektedir. Media, Communication,
Culture: A Global Approach, Media Scandals, Popular Music and
Communication, China Turned On, Inside Family Viewing ve World
Families Watch Television dâhil olmak üzere birçok kitabın yazarı veya
derleyenidir. Finlandiya, Helsinki Üniversitesinden Sosyal Bilimler ala-
nında fahri doktora unvanına sahiptir.

Ece Simin Civelek: 1988 doğumlu. Ankara ODTÜ Geliştirme Vakfı


Özel Lisesinden mezun oldu. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversi-
tesinde Uluslararası İlişkiler eğitimi aldı. Yüksek lisans eğitimine İhsan
Doğramacı Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümünde, Medya
ve Görsel Çalışmalar alanında devam etti. “Filmlerde Yemekler: İzleyici
Alımlaması Üzerine Bir Çalışma» adlı yüksek lisans tezi Üstün Başarı
Ödülü aldı.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, Forum Fuarcılık, ATA TV, Türkiye
Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), Radyo ve Televizyon
Üst Kurulu (RTÜK), Ankara Life Dergisi, Habertürk gibi kurumlarda
staj yaptı. Birleşmiş Milletler Türkiye Dünya Sağlık Örgütü ofisinde bir
sene sosyal farkındalık projesinde çalıştı. Ardından kurumsal iletişim
uzmanı olarak iki buçuk yıla yakın HAVELSAN’ın medya ve reklam
çalışmalarını sürdürdü. Cat & Dog Dergisi’nde yazarlık yaptı. Kurucu
ortağı olduğu, kültür-sanat ve yaşam alanında yayın yapan SOFT der-
gisinde Genel Yayın Yönetmeni ve Editör olarak çalıştı. Pratika Reklam
ve Prodüksiyon Ajansında seslendirme yaptı. TRT1’de yayımlanan
“Savaşta Barışta Türk Ordusu” programını sundu. Halen, Eurosport
Türkiye’de spor spikerliği yapmakta ve metin yazarlığı alanında çalış-
malarına devam etmektedir. İleri düzeyde İngilizce ve temel düzeyde
Rusça bilmektedir.
İLETİŞİM ÇAĞINDA KÜLTÜR

James Lull

İngilizceden Çeviren
Ece Simin Civelek

H E C E YAY I N L A R I
Hece Yayınları: 475
İnceleme

Orijinal adı
Culture in the Communication Age

©Hece Yayınları

Bu kitabın telif hakkı kitabı yayımlayan Routledge yaynevinin bağlı olduğu


Taylor&Francis Group’tan alınmıştır.

Çeviren
Ece Simin Civelek

Editör
Hayriye Ünal

Birinci Basım
Şubat 2018

Kapak Tasarımı
www.sarakusta.com.tr

Teknik Hazırlık
www.hece.com.tr

ISBN: 978-605-9556-72-9

Baskı
www.dumat.com.tr

HECE Basın Yayın Reklamcılık San. Tic. Ltd. Şti.


Konur Sokak No: 39/1-2 Kızılay-Çankaya/Ankara
Yazışma: P.K. 79 Yenişehir/Ankara T: (0 312) 419 69 13 F: (0 312) 419 69 14
e-posta: hece@hece.com.tr

Sertifika No: 17672


İÇINDEKILER

Katkı Sağlayanlar Üzerine Notlar / 7


GİRİŞ: Neden İletişim Çağı?/James Lull / 9

BIRINCI KISIM
KÜLTÜRÜN TEMELLERİ / 17
1 ZİHNİN KÜLTÜRÜ: Anlamın ve Duygunun Kökenleri
Üzerine/Edward C. Stewart / 19
2 KÜLTÜRÜN TEMELLERİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK/Eduardo Neiva / 55
3 KÜLTÜRÜ KÜRESEL BİR EKÜMENDE DÜŞÜNMEK/Ulf Hannerz / 95

İKINCI KISIM
KÜLTÜRÜ ANLAMLANDIRMAK / 125
4 YAŞAM BİÇİMLERİNDEN YAŞAM TARZINA: Kültürü ideoloji ve
duyarlılık olarak yeniden düşünmek/David C. Chaney / 127
5 KÜLTÜREL TOPLUMSAL CİNSİYET SORUSU/Mirja Liikkanen / 151
6 KÜLTÜREL CEPHELER: ÇAĞDAŞ KÜLTÜRLERİN DİYALOJİK BİR
ANLAYIŞINA DOĞRU/Jorge A. González / 181
7 İLETİŞİM ÇAĞI İÇİN ÜST KÜLTÜR/James Lull / 223

ÜÇÜNCÜ KISIM
ÇAĞDAŞ KÜLTÜREL BİÇİMLER / 277
8 POPÜLER KÜLTÜRDE VE MEDYA GÖSTERİLERİNDE
KÜLTÜREL TEORİ/Michael Real 279
9 GÖRSEL KÜLTÜR/Paul Messaris / 299
10 YILDIZ KÜLTÜRÜ/Stephen Hinerman / 323
11 BİLGİSAYARLAR, İNTERNET VE SANAL
KÜLTÜRLER/Steve Jones ve Stephanie Kucker / 357

DİZİN / 381
Katkı Sağlayanlar Üzerine Notlar
David C. Chaney İngiltere Durham Üniversitesinde Sosyoloji Profesörü’dür.
Akademik uzmanlığı çağdaş kültürel tarihin sosyolojisidir. Kültürün söylemlerine
ilişkin daha kuramsal kaygılar ile alışveriş merkezi ve kamusal festivaller gibi kurum-
lar üzerine kapsamlı bir şekilde, birleştirici çalışmalar yayımlamıştır. Son kitapları
arasında The Cultural Turn ve Lifestyles yer almaktadır. Şu an Macmillan için kültürel
değişim ve gündelik hayat üzerine bir kitaba yönelik çalışmaktadır.

Jorge A. González Meksika, Colima Üniversitesi, Kültür Programı’nın


Direktörü’dür. Estudios Sobre las Culturas Contemporaneas (Çağdaş Kültür Çalışmaları)
dergisinin editörü ve Meksika’nın Karmaşık İletişim Ağı’nın üyesidir. Aynı zamanda
Uluslararası Sosyoloji Derneğinin İcra Komitesinin bir üyesidir. Son kitabı La cofra-
dia de las emociones (in)terminables (The Brotherhood of Unending Emotions)’dur. Araş-
tırma ilgi alanları, biliş, teknoloji, kültür ve iletişim araştırmacılar ağının Meksika ve
Latin Amerika boyunca ileriye yönelik gelişmesidir.

Ulf Hannerz İsveç, Stockholm Üniversitesi Sosyal Antropoloji Profesörü’dür.


Birçok Amerika, Avrupa ve Avustralya üniversitesinde eğitim vermiştir. İsveç Krali-
yet Bilimler Akademisi’nin ve Amerika Bilim ve Sanat Akademisi’nin üyesi ve Avru-
pa Sosyal Antropologlar Derneğinin eski Başkanı’dır. Araştırmaları özellikle şehir
antropolojisi, medya antropolojisi ve ulusötesi kültürel süreçler üzerine olmuştur. En
son, dört kıtada saha araştırması içermek üzere, haber medyası dış muhabirlerinin
görevlerine yönelik bir çalışma ile uğraşmıştır. Kitapları arasında Soulside, Exploring
the City, Cultural Complexity ve Transnational Connections bulunmaktadır. Ayrıca
yeni International Encyclopedia of the Social and Behavioral Sciences’ın Antropoloji
editörüdür.

Stephen Hinerman Kaliforniya, San José Devlet Üniversitesinde İletişim


Çalışmaları Okutmanı’dır. Birçok akademik ve popüler yayında geniş ölçüde kültürel
çalışmalar ve retorik üzerine yazmıştır ve çeşitli gazetelerde düzenli olarak popüler
müzik üzerine yazmaktadır. Media Scandals: Morality and Desire in the Popular Cul-
ture Marketplace’in ( James Lull ile birlikte) ortak derleyenidir.

Steve Jones Illinois-Chicago Üniversitesinde İletişim Bölümünün Profesörü


ve Başkanı’dır. Doing Internet Research, Cyber Society, Virtual Culture ve The Internet
for Educators and Homeschoolers dâhil olmak üzere çok sayıda kitabın yazarı veya
derleyenidir. Daha fazla bilgiye http://info.comm.uic.edu/jones üzerinden ulaşılabilir.

Stephanie Kucker bilgisayar-aracılı iletişim ve internet teknolojileri üzerine


eğitim aldığı Illinois-Chicago Üniversitesinden 1999 yılında İletişim alanında
yüksek lisans derecesi almıştır. Bilimsel çalışmada bilgisayar-aracılı iletişimin rolü
üzerine çok sayıda makalede ortak-yazar olarak yer almış ve internetin eğitimdeki

7
ve gündelik hayattaki rolü üzerine Pew Hayır Vakfına danışmanlık yapmıştır. Şu
an Chicago’da bir yüksek-teknoloji sanayi şirketi olan VRCO, A.Ş. için pazarlama
ve iletişim koordinatörü ve Illinois-Chicago Üniversitesinde İletişim bölümünde
Yardımcı Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır.

Mirja Liikkanen Helsinki, Finlandiya, Kültür ve Medya İstatistikleri Biri-


mi’nde Kıdemli Araştırmacı’dır. Öğrenimini Helsinki Üniversitesinde Sosyoloji
alanında tamamlamıştır. Kültür, boş zaman, kültürel tüketim, medya kullanımı ve
toplumsal cinsiyet üzerine birçok makale ve bölüm yayımlamıştır. Özellikle kültürel
hiyerarşilerin, dışlama ve içerme süreçlerinin ve ulusal kültürlerin rolü ile ilgilen-
mektedir. Son dönemde, Avrupa Birliği ve UNESCO için kültüre yönelik ulusötesi
bilgiyi geliştirme üzerine danışmanlık sağlamaktadır.

Paul Messaris Pennsylvania Üniversitesi, Annenberg İletişim Okulu Pro-


fesörü’dür. Görsel iletişim alanında eğitim vermekte ve araştırma yapmaktadır.
Araştırmaları insanların hareketsiz ve hareket eden imajlardaki görsel temsilleri
anlamlandırma biçimlerini, görsel medyanın ikna edici kullanımlarını ve filmlerdeki
ve görsel hikâye anlatıcılığının diğer biçimlerindeki anlatı teamüllerinin kültürel
sonuçlarını ele almıştır. Visual Literacy: Image, Mind, and Reality (Ulusal İletişim
Derneği Elmas Yıl Dönümü Ödünü’nü kazanan) ve Visual Persuasion: The Role of
Images in Advertising’in yazarıdır.

Eduardo Neiva Birmingham-Alabama Üniversitesinde, İletişim Çalışmaları


Profesörü ve İletişim Araştırmaları Merkezinin Direktörü’dür. Yerlisi olduğu Bre-
zilya’da Rio de Janeiro Katolik Üniversitesinde, Fluminense Fedaral Üniversitesinde
ve Rio de Janerio Devlet Üniversitesinde eğitim vermiştir. Indiana Üniversitesinin
Fulbright burslu eski öğrencisidir. Gösterge biliminde bir uzman olarak Mythologies
of Vision: Image, Culture, and Visuality ve Portekizce pek çok kitap yayımlamıştır.

Michael Real Ohio Üniversitesi, Scripps Gazetecilik Okulunda Profesör ve


direktördür. San Diego Devlet Üniversitesi İletişim Okulu’nun eski direktörüdür.
Medya olayları, spor, popüler kültür ve iletişim teorisi üzerine yazıları düzinelerce
akademik ve genel yayında yer almıştır. Kitapları arasında Exploring Media Culture,
Super Media ve Mass-mediated Culture bulunmaktadır.

Edward C. Stewart Silver Springs, Maryland’de yaşayan bir kültürel psikolog-


dur. Lehigh Üniversitesi ve George Washington Üniversitesinin yanı sıra Japonya
ve İskoçya’daki üniversitelerde de eğitim vermiştir. American Cultural Patterns’ın
(Milton J. Bennett ile birlikte) ortak yazarıdır ve çok sayıda dergide ve birçok
dilde geniş çapta yayın yapmıştır. Son dönemde, savaşın kültürel hatıraları üzerine
yoğunlaşmıştır ve acının anlamı ve kültürel kimlikte ve saldırganlıkta duygunun rolü
üzerine araştırma yürütmektedir.

8
GİRİŞ

Neden İletişim Çağı?

James Lull

Günümüzde neler olduğunun olağanüstü doğasını ‘Bilgi


Çağı’, ‘Dijital Çağ’ veya ‘İnternet Çağı’ olarak tanımlamak, bu
heyecan verici çağın canlılığının büyük kısmını alıp götür-
mekte ve analitik vurguyu yanlış yere koymaktadır. Şüphesiz
ki şu an hiç olmadığı kadar fazla bilgi ile yaşamaktayız; bu
bilginin çoğu bize dijital biçimde ulaşmaktadır; internet
kesinlikle vazgeçilmez bir kaynağa dönüşmüş durumdadır.
Fakat ne için?
Yüksek teknoloji ile kolaylaştırılan sembolik değiş tokuş-
lar ve günümüzde var olan “karmaşık bağlantılılık”ın yeni
ağları (Tomlinson 1999) aslında çok temel bir aktivitenin
-insan iletişiminin- çağdaş detaylandırmalarıdır. Bilgi tekno-
lojileri oldukça hızlanmış ve insanoğlunun birbiriyle iletişim
kurma yollarının bazılarını değiştirmiş olsa da, insanların
sosyal ve kültürel dünyalarını inşa etmek için yarattıkları ifade
etme uygulamalarının arkasındaki motivasyonlar, temelde
değişmeden kalmaktadır. Yüksek-teknoloji jargonu, hayatın
en temel girişimlerinden birini insani yönlerinden uzaklaş-
tırdığı için maalesef sıklıkla iletişimi harekete geçiren ve dışa
vuran yaşamsal ve karmaşık süreçlerin değerini azaltmaktadır.
Problemin diğer bir bileşenini oluşturarak, mevcut sürecin

9
James Lull

teknokratik dili, genellikle iletişimsel etkileşimin rasyonel


tarafına ayrıcalık tanımaktadır. Günümüzde kolaylıkla, nok-
sanlıkları olan gerçek insan irtibatının, siber uzayın bir yerin-
de konumlu veri bankaları ile bir şekilde kusursuz robotik
konuşmalar haline büründüğü izlenimine kapılabilmekteyiz.
İletişim Çağı ifadesi, heyecan verici yeni çağın tanımını
ve yorumunu genişletmek, insancıllaştırmak ve daha doğru
bir şekilde yapabilmek üzere şemsiye bir terim olarak işe
yaramaktadır. İletişim Çağı, sadece dijitalleştirilmiş bitlerin
ve baytların bir yerden bir yere etkili aktarımına değil, ama
aynı zamanda maddi ve sembolik kaynakların tüm çeşitliliğini
emirlerine hazır halde iç içe geçirdikleri için iletişim süreçle-
rinin gerçek insanlar için taşıdığı öneme de atıfta bulunmak-
tadır. Bu kaynaklar yalnızca günümüzde çok dikkat çeken
tele-aracılı ve bilgisayar-aracılı sembolik biçimleri değil,
gündelik hayatın en sorgulanmaksızın kabul edilen yönlerini
oluşturan geleneksel daha-aracısız kültürel etkilerin tamamını
içermektedir.
Değerlerin ve yaşam biçimlerinin esas olarak yerel bağ-
lamlara ve etkilere bağlı olduğu önceki çağlardan farklı olarak,
kültürel biçimler bugün çok daha geniş bir şekilde deveran
etmekte ve her zamankinden daha yenilikçi şekillerde kul-
lanılmaktadır. Kültür ve kimlik üzerine küresel bir seviyede
sonuçlanan mücadeleler, sosyal bilimler ve beşerî bilimler
içerisinde birçok farklı disiplinden araştırmacı için ana konu-
lar haline gelmiştir. Bu kitap devam eden tartışmalara katkı
sağlamakta ve bunu açık fikirlilik ile yapmaktadır. İlerleyen
bölümlerde sunulan çeşitli perspektifler, ileri seviyede öğren-
cilere tam da geleceğin terimlerini tartışma ve düşünüp taşın-
ma fırsatı vermek üzere bir araya getirilmiştir.

10
Neden İletişim Çağı?

İletişim ve kültürel küreselleşme


İletişim teknolojisi dünya çapında meydana gelen sos-
yokültürel dönüşümlerde belirleyici hale gelmiştir. Bu kitap,
çağdaş kültürel aktivitedeki teknolojik gelişmelerin, bilgi-
sayar-aracılı iletişimin inceliklerini ve ustalıklarını içerecek
şekilde, tamamını hesaba katmaya girişmekte, ama hayatın
daha doğrudan deneyimlenen ve ‘rasyonel-olmayan’ yanlarını
da göz önünde bulundurmaktadır. İnsan duyguları ve rutin
gündelik deneyim -İletişim Çağı’nda kültür ve toplum hak-
kında teorik tartışmaların sıklıkla dışında bırakılan faktör-
ler- bu ciltte esaslı bir yer işgal etmektedir. İletişime verilen
vurgu, kilit nokta olmaktadır. Bilgi aktarımının ve değişimi-
nin basitçe donanımı veya içeriği üzerine odaklanmak yerine,
insan etkileşiminin süreçlerine ve onların inşa edici ifade etme
uygulamalarına odaklanarak, insanı göz önünde bulunduran
düşünceleri analizin ön planında, ait oldukları yerde tutmak-
tayız.
Bu, -küresel ekonomik aktivitenin çoğunu yönlendiren
aynı tarafsız düşünce yapısıyla birlikte hareket eden- tek-
nokratik düşünme ve dilin, bu kadar muazzam görünürlük
ve cazibe varsaydığı bir çağda, bilhassa önemli bir öncelik
durumundadır. İletişim Çağı’nı yirmi yüzyılın sonunda yara-
tan teknoloji ve bilgi devrimi, ‘kapitalizmin küresel yeniden
yapılandırılma süreci” (Castells 1996: 13) sırasında gerçek-
leşmiştir. Açıkça, küresel kapitalizmin ekonomik teşvikleri ve
ödülleri, en gelişmiş bilgi ve iletişim teknolojisinin kurumsal
kullanımı ile desteklenmeye ve geliştirilmeye devam etmek-
tedir. Ekonomik hâkimiyetin uzun zamandır yerinde duran
kalıpları, şimdi yüksek teknoloji ve küresel bağlantılılığın hızı
ile daha da fazla genişletilmektedir.
Bununla birlikte, dikkatimizi küreselleşmenin kültü-
rel boyutlarına çevirdiğimizde, ‘bilgi kapitalizmi’nin, aynı

11
James Lull

zamanda, çoğunlukla geleneksel güç ilişkilerini çalkalayan


çelişkili eğilimlerin bir çokluğunu bünyesinde barındıran ve
kışkırtan ‘sosyal etkileşimin tarihsel olarak yeni biçimleri’ni
(Castells 1996: 18) yarattığını görmekteyiz. Bu sebepten
ötürü, Zygmunt Bauman (1998) ve diğerlerinin yapmaya
eğilim gösterdiği gibi, teknolojiyi ve küreselleşmeyi dünyanın
bütün sorunlarına yönelik suçlayarak durumları aşırı basit-
leştirmemek için dikkatli olmamız gerekmektedir. Örneğin
İletişim Çağı’nın merkezi, İnternet, yaygın bir şekilde, aşırı
derecede yaratıcı, hatta denetlemeye ve kontrole karşı koyan
devrim niteliğinde yollar içinde kullanılmaktadır ve ‘rutin’
küresel iletişimi bazı yönlerden demokratikleştirmeye bile
başlamıştır. İnternet, daha az bir teknolojik bir biçim ve daha
çok sınırsız kültürel olasılıkları açan bir iletişim aracı hali-
ne gelmeye doğru evrimleşmiştir. Yalnızca politik-ekono-
mik-kültürel otoritenin geleneksel yapılarını güçlendirmek-
tense, bilgi teknolojisi, internet ve kitlesel medya bu yapıları
çok daha geçirgen kılmıştır (Lull 2000).
Kültürel bağlamlarda, sembolik biçimlerin şiddetli çeşit-
lenmesi ve beraberinde sembolik gücü ortaya koymaya yönelik
fırsatların artan sayısı ve çeşitliliği (Thompson 1995; Lull
2000), egemen kurumların ve ideolojilerin bireysel kişiler
üzerinde tuttuğu politik, ekonomik ve kültürel etkinin hege-
monyasının birçok farklı biçimde düzenini bozan bir gelişme
olan aracılı iletişimin ve küreselleşmenin kaçınılmaz sonuçları
olmaktadır. Kültür ve bilgi endüstrilerinden kaynaklanan her
zamankinden çok daha çeşitli ve hareketli sembolik biçimle-
rin küresel mevcudiyeti, bireylerin mikro-iletişim teknolojile-
rine artan erişimi ile birleştiğinde, birçok kişiyi eşsiz şekilde
güçlendirmektedir. Gücü sembolik ve kültürel açılardan kav-
ramsallaştırmak, insan iletişim süreçlerinin genelinin belirsiz
karakteri ile teorik olarak uyum sağlamaktadır.

12
Neden İletişim Çağı?

Dijital bölünme
İletişim Çağı’nda hayat ile ilgili sıklıkla ifade edilen,
umut verici iyimserliğin diğer tarafı, günümüz teknolojisinin
ve bağlantılılığın sağladığı somut faydaların, küresel bağlamda
kendi başına uluslar içerisinde ve uluslar arasında sosyal kate-
goriler boyunca eşit olmayan bir gerçekleşme gösterdiğinin
reddedilemez bir olgu olmasıdır. İletişim Çağı nasıl küresel
bir fenomen ise, dijital bölünme de öyledir. Kuzey Ameri-
ka’nın içteki şehirleri, Afrika gecekondu kasabaları, Brezil-
ya’daki varoş bölgeler, Çin’in veya Hindistan’ın mahrum kalmış
kırsal alanları dâhil olmak üzere dünyanın geniş alanları, bilgi
teknolojisine ve küresel ‘ağ toplumu’na neredeyse tamamen
‘kapalı’ vaziyettedir (Castells 1996: 33-4).
Şimdiye kadar, göreceli olarak gelişmiş dünyanın bir-
çok bölümünde, internet bağlantısı olan ev bilgisayarları bir
lüksten daha çok bir ihtiyaca dönüşmüştür. Yine de, Birleşik
Devletler’de -2000 yılına kadar evlerin yarısından çoğunun
internet bağlantısına sahip olduğu- ekonomik ve ırksal
gruplar arasında uç noktadaki farklılıklar toplumu bilgisa-
yarı/İnterneti ‘olanlar’ ve ‘olmayanlar’ olarak bölmeye devam
etmektedir. Avrupa’da 2000’lerde internet bağlantıları bütü-
nünde tüm ABD’dekinden çok daha az -toplam evlerin yüzde
12’si civarında- nüfuza sahip olmuştur. Avrupalı uluslardaki
içsel sosyal ve teknolojik farklılıklar, İskandinav ülkelerinde
ve kıtanın kuzey bölümünün geriye kalanında en az şiddete
sahiptir. Karşılaştırmalı olarak, güneydeki Avrupalı uluslar
genelinde çok daha az bağlantılıdır ve en geniş içsel boşluğu
ortaya çıkarmaktadır. Japonya’da sosyal ve teknolojik boşluklar
birçok diğer ulusta olduğu kadar uç noktada olmasa da, Japon
toplumunun kolektif doğası tüketimciliğin ve bireyciliğin
küresel trendlerine doğru yanaştıkça iç dijital bölünme orada
da artmaktadır.

13
James Lull

Bölümler
Bu kitap, birçok farklı akademik disiplini temsil eden
-iletişim çalışmaları, sosyoloji, kültürel çalışmalar, antropo-
loji, psikoloji, gösterge bilimi ve medya çalışmaları- iletişim
ve kültür konusunda dünyanın en iyi düşünürlerinin birkaçı
tarafından yazılmış zemin oluşturan makalelere yer vermek-
tedir. Kitap üç ayrı alt kısma bölünmüştür.
“Kültürün temelleri’ olan ilk kısımda, İletişim Çağı’nda
kültüre teorik yaklaşımların, bireysel kişilerin algılarının ana-
lizinden, küresel kültürel akışın ve etkileşimlerin en yaygın
ve çoklu ortamlı süreçlerine kadar uzanan canlı bir yelpazesi
ile karşılaşmaktayız. Psikolog Edward C. Stewart’ın “Zihnin
kültürü” üzerine kışkırtıcı makalesi ve Brezilyalı-Amerikalı
gösterge bilimci Eduardo Neiva’nın eşit seviyede harekete
geçiren ‘Kültürün temellerini yeniden düşünmek’ makalesi ile
başlayarak, kültürel organizasyonun kökenlerinin; duyguya,
korkuya ve özellikle ‘avcılık paradigması’ ve insanın hayat-
ta kalma mücadelelerinde dışa vurulduğu şekli ile doğa ve
kültür arasındaki yakın ilişkiye açıklama getirmesi gerekti-
ğini fark etmekteyiz. Bu çağdaş Darwin-etkisinde makaleler,
moleküler biyolojideki ve genetikteki güncel teorik trendlere
uyum gösterdiği ve özellikle kültürel analize uygulandığı için,
önemli olan ‘biyoloji ve gösterge bilimi arasındaki bağlantılara
yakın zamandaki dev ilgi dalgası’nı (Laubichler 1997: 248)
yansıtmaktadır. İlk iki makaleye kökünden karşı çıkan, çok
daha az belirlenimci bir iddia ile İsveçli sosyal antropolog Ulf
Hannerz, kültürün dinamik, çok-kültürlü ‘küresel ekümen’in
analitik çerçevesi üzerinden inşa edilen kozmopolit bir anla-
yışını ileri sürmektedir.
Kısım II, ‘Kültürü anlamlandırmak’ için çeşitli elzem
yöntemleri keşfetmektedir. Britanyalı sosyolog David Cha-
ney ilk makaledeki ‘yaşam tarzı’ üzerine çalışmasını, güncel

14
Neden İletişim Çağı?

kültürel yöntemler ve tarzlar ile daha geleneksel ve istik-


rarlı ‘yaşama biçimleri’ni karşılaştırarak geliştirmeye devam
etmektedir. 2000 yılında bekâr bir annenin ülkenin ilk kadın
başkanı olarak seçildiği Helsinki, Finlandiya’daki evinden
yazan kültürel sosyolog Mirja Liikkanen toplumsal cinsiyetin,
kültür ve kültürel analizdeki son derece önemli rolünü değer-
lendirmektedir. Bu kısımdaki üçüncü bölüm, Meksikalı kültür
teorisyeni ve sosyolog Jorge González vasıtasıyla bilhassa ilgi
uyandıran bir kuramsal fikir olan, ‘kültürel cepheler’ hakkında
İngilizce yayımlanan ilk kapsamlı tartışmayı sunmaktadır.
Son olarak ben, bu kısımda ‘üst kültür’ olarak adlandırdığım
geniş konseptin kilit özelliklerini ana hatlarıyla aktararak
İletişim Çağı’nda kültürel ekoloji üzerine kendi bakış açımı
önerme fırsatını yakalamaktayım.
Kitabın son kısmı ‘Çağdaş kültürel biçimler’ olarak
adlandırılmıştır. İletişim Çağı’nda özellikle öne çıkan dört
analitik alan üzerine keskin bakış açıları sunmaktadır. Medya
çalışmaları teorisyeni Michael Real bu kısma, popüler kültü-
rün ve medya gösterilerinin çağdaş kültürel teorinin gelişimi-
ni nasıl etkilediğine ilişkin giriş makalesi ile başlamaktadır.
Annenberg Okulu iletişim teorisyeni Paul Messaris görsel
biçimlerin kültürel analizdeki merkezî yerini savunmaktadır.
İletişim çalışmaları eğitimi alan Stephen Hinerman küresel
medya yıldızlarının kültürel hayattaki olumlu rolü olarak
değerlendirdiği şeye yönelik bir iddia öne sürmektedir. Son
olarak, iletişim araştırmacıları Steve Jones ve Stephanie
Kucker, bilgisayar-aracılı iletişimin çağdaş kültürel inşa içe-
risindeki olağanüstü etkisini vurgulayarak, ‘sanal kültürler’i ve
‘ağlar arası iletişim’in yeteneklerinin İletişim Çağı’nda sosyal
ve kültürel gerçekliği nasıl etkilediğini tartışmaktadır.
Kitabın bölümleri üzerine bu kısa gözden geçirmeden bu
sayfalardan kültür üzerine tek bir bakış açısı çıkmadığı açıkça

15
James Lull

anlaşılmalıdır. Basitçe, bir ‘postmodernci’ veya ‘özcü’ veya ‘sos-


yal bilimsel’ veya ‘kültürel çalışmalar’ pozisyonu temsil ettiği
söylenebilir bir cilt derlemeyi azimle önlemeyi ümit etmek-
teyim. Kitapta ifade edilen seslerin ve görüşlerin çeşitliliği,
kültürün İletişim Çağı içerisindeki değişik ve dinamik duru-
munu yansıtmaktadır ve bu meselelerin açıkça hedeflediği
tartışmaları teşvik etmeye yardımcı olmak amacıyla burada bir
araya getirilmektedir.

Referanslar
Bauman, Z. (1998). Globalization: The Human Consequences. Camb-
ridge: Polity Press;
New York: Columbia University Press.
Castells, M. (1996). The Rise of the Network Society. Oxford:
Blackwell.
Laubichler, M. (1997). ‘Introduction’. S: European Journal for Semi-
otic Studies, 9: 248-
50.
Lull, J. (2000). Media, Communication, Culture: A Global Approach
(revised ed.).
Cambridge: Polity Press; New York: Columbia University Press.
Thompson, J. B. (1995). The Media and Modernity. Cambridge:
Polity Press.
Tomlinson, J. (1999). Globalization and Culture. Cambridge: Polity
Press.

16
BIRINCI KISIM

KÜLTÜRÜN TEMELLERİ
1

ZİHNİN KÜLTÜRÜ:

Anlamın ve Duygunun Kökenleri Üzerine

Edward C. Stewart

Burada izlenen teori, modern insan doğasının ve kültü-


rün temellerinin kökenlerinin son Buzul Çağı sırasında inşa
edildiği iddiası ile başlamaktadır. Buzul döneminin düşmanca
ortamında ve azılı bir hayatta kalma mücadelesi içinde yaşar-
ken, Paleolitik insanlar her gün büyük vahşi hayvanlarla karşı
karşıya gelmiş ve gıda olarak et ve giyim için hayvan postu
temin etmek üzere ölümüne bir savaş ile yüzleşmiştir. Buzul
dönemi sırasında erkekler ve kadınlar sıklıkla etoburlar ile
rekabet etmiş ve onların avı olmuştur. Küçük gruplar halinde
birleşerek, ilk insanlar yırtıcı vahşi hayvanların saldırılarına
karşı hayatta kalma şanslarını arttırmıştır. Avcı hayvanlara
karşı korunma ve yakalanan avın karşı saldırılarına yönelik
güvenlik sağlama ihtiyacı, ilk erkeklere ve kadınlara kişiler
arası hayati ağlar ya da ait olma ve kimlik ‘kültürler’i geliştir-
meleri için güçlü güdüler sağlamıştır. Şekillenmiş olan insan
doğası savunma amaçlı olmuştur ve insanın savunmasızlığını
telafi etmeyi amaçlamıştır. Buna rağmen, bazı bilim insan-
larına göre, tarih öncesi insanlar tarafından hayatı muhafaza
etmeye yönelik geliştirilen sosyal stratejiler, türe ancak kıl payı
hayatta kalma imkânı sağlamıştır.
Buzul Çağı’nın sonunda, ilk insanların hayatta kalma

19
Edward C. Stewart

konusunda öğrendikleri şey insan ilişkilerinde sürmüştür.


1800’lerde ve daha yakın zamanlarda Asya, Afrika ve Avust-
ralya’da antropologlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalar;
kaplanlar gibi büyük avcıların saldırı tehdidi altında yaşarken
insanların küçük topluluklar halinde birlikte kümelenmiş
olarak yaşadıklarını, bu tarz avcılar tarafından tehdit altında
değilken insanların ayrı ayrı veya küçük gruplar halinde alana
yayılmış olarak yaşamaya eğilimli olduklarını göstermektedir.
Modern sosyal bilimciler, her bir ‘kendine özgü’ kültür içeri-
sinde aynı sosyal eğilimleri bulmaya devam etmektedir.
Bu bölümde, insan doğasının ve kültürünün oluşumu-
nu tanımlayacağım ve kişisel ve sosyal gelişmenin kurucu
nitelikteki esas yollarının tüm kültürler için ortak olduğunu
savunacağım. Tartışma, insanın hayatta kalma mücadelesi
içerisinde ‘avcı’ ve ‘av’ arasındaki gerilimin altını çizecek. Bu
derecede tehlikeli bir durumun, günümüzde, bilhassa savaş
olmak üzere, saldırganlığın çeşitli şekillerinde nasıl sürdüğünü
kısaca göstereceğim. Sonrasında kültürel evrimin biyolojik
süreçlerini, kültürü ‘anlam’ olarak tanımlama yoluyla sembolik
etkileşim ile ilişkilendireceğim. Son olarak; ‘Kültürel Üçleme’
olarak adlandırdığım, bireysel, sosyal ve ilkel unsurları içeren
kültürü anlamaya ve kuramsal hale getirmeye yönelik bir çer-
çevenin kısa bir taslağını tarif edeceğim. Bölümün tamamının
temelinde yatan, duygunun kültür ve kültürel teori içerisinde-
ki önemine verilen belirgin bir vurgudur.

Modern insanların ortaya çıkışı


110.000 yıl önce başlayan son Buzul Çağı sırasında,
modern insanların iki alt-türü, Avrupa’da yaşamıştır. Nean-
dertaller (Homo sapiens neanderthalensis), yaklaşık 120.000 yıl
önce Avrupa’da ve Orta Doğu’da yaşamışlardır. Tamamıyla
modern insanların (Homo sapiens sapiens) ikinci alt-türü, Afri-
Zihnin Kültürü

ka’da 100.000 yıldan biraz fazla süre öncesine dayanan fosil


kalıntıları bırakmıştır. Çok kısa bir süre sonrasında, modern
insanlar Neandertaller ile temas içerisinde oldukları İsrail’de
ortaya çıkmışlardır. Tamamıyla modern insanlar 35.000 ile
45.000 yıl öncesinde Avrupa boyunca yayılmış ve ayrıca
Neandertaller ile temasa geçmişlerdir. Buzul Çağı en soğuk
fazına geçtiğinde, Homo sapiens sapiens’ler, süratli ve kararlı
bir geçiş ile Neandertaller’in yerini tam olarak almışlardır.
Neandertaller’in yok oluş sebepleri halen belirsiz durumdadır
(Scarre 1993: 43, 49).
Buzul Çağı sırasında vahşi av hayvanları bol olmuştur.
Bozkır bizonu, vahşi keçi ve vahşi öküz diğer sürü hayvanla-
rının yanı sıra çok sayıda var olmuş ve etkin bir şekilde avla-
nılmıştır. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan oluşan sürücülerin
grupları, hayvanları uçurumların kenarına ölümüne sürmüş ve
sonra leşlerini kemiklerine kadar soymuşlardır. Diğer durum-
larda, hayvanlar pusuya düşürülmüş veya katledildikleri kapalı
yerlere sürülmüştür. M.Ö. 15.000 yılları civarında Dünya,
çevreyi değiştirerek ve M.Ö. 8000 yılları civarında son Buzul
Çağı’nı bir kapanışa getirerek yavaş yavaş ısınmaya başlamış-
tır. Dünya yüzeyi hayvanların bazı türleri için artık yaşanamaz
hale gelmiştir. Diğer hayvan grupları, insan nüfusları dünya-
nın her tarafında daha sıcak iklimlerde artmaya başladığında
aşırı-avlanma sonucu yok olmuşlardır.
Paleolitik çağın sonu ve Mezolitik çağın başlangıcı olan
M.Ö. 12.000 yıllarında, dünyanın birçok bölgesinde büyük av
hayvanı kaynağı azalmaya başlamıştır. Hayvanların bir sürü-
sünü uçurumdan aşağı sürmek veya çevrelemek ve çıkmaz
bir tuzağa düşürmek erkekler ve kadınlar için çok daha az
mümkün hale gelmiştir. Avcılar, ayrık gezen hayvanları takip
etmek ve onları teker teker öldürmek durumunda kalmıştır
(Ehrenreich 1997: 110). Sonuç olarak, bireysel avcıların avı

21
Edward C. Stewart

takip etmedeki kurnazlığı ve yeteneği çok önemli hale gel-


miştir. Aynı zaman sürecinde, savaşlar ve savaş benzeri bas-
kınlar gerçekleşmiştir. Sonunda M.Ö. 12.000 ile 8.000 yılları
arasında, üçüncü bir değişim gelişmiştir. İlk ‘silah devrimi’,
yayın ve okun, sapanın ve hançerin ve yeni icat edilen mızra-
ğın ve bıçağın üretiminden oluşmuştur. Öncelikle hayvanları
avlamak için kullanılan bu silahlar, daha sonraları savaş için
silahlara dönüştürülmüştür (Ehrenreich 1997: 117-25).

Avcı-av paradigması
Avcı-av paradigması insan kurbanların, savaşların ve
çekişmelerin bir yaşam biçimi olarak kökenini oluşturmakta-
dır. Bu paradigma aynı zamanda, avcı ve av arasındaki, avcılar
arasındaki ve avlar arasındaki sosyal ilişkilerin belirli biçim-
lerini de kurmaktadır. İnsan-avcı ilişkileri Buzul Çağı’nda
ilk kez evrimleştiğinde, insanlar güçlü fillerden, aslanlardan
ve leoparlardan çok daha güçsüz durumda olmuştur. Ancak
insanlar kuvvette, hızda, pençelerde ve dişlerde yoksun olduk-
ları şeyi, zekâ, el becerileri ve dil ile telafi etmişlerdir. Uzman-
lıkları, silahların ve el aletlerinin teknolojilerini geliştirmeleri-
ne ve beraberlik sağlamaya ve sonrasında yaratıkla karşılaşma
anında avantaj elde etmelerine yönelik olan grubun üyeleri
arasında sosyal ilişkiler yaratmalarına imkân tanımıştır.1
M.Ö. 10.000 yılları civarında insan toplulukları tarıma
yönelmiştir. Hayvanları avlamak bir yaşam biçimi olarak
savaşa yol açtığı için, diğer kabilelerden insanlar av olarak
hayvanların yerini değiştirmiş ve insanoğulları kurbanlarda
hayvanların yerini almıştır. Bazı kültürlerde, örneğin, Aztek’te,
savaş ve insan kurban etme, uygarlık sona erene kadar gele-
neksel olarak uygulanmıştır. Avrupa’nın ve Ön Asya’nın bazı
kültürlerinde insanlar vahşi hayvanları avlamaktan, evcilleşti-
rilmiş sürüleri avlamaya dönmüştür. Avlanma, krallar ve diğer

22
Zihnin Kültürü

kraliyet hanedanı için incelikli bir spora dönüşmüştür. Hay-


vanları öldürmek kültürel kan ayinlerini sürekli kılmıştır. Tüm
bu öldürme ve kurban etme olaylarında, avlanmada ve savaşta,
insanların ve hayvanların kan ayinleri insanlara artık av değil
ama avcı olduklarına yönelik yeniden güven sağlamıştır. Böy-
lelikle, buzul dönem boyunca insanın yaşamını yönlendiren
güç, avcıya dönüşmenin saldırgan uğraşında ve av olmanın
savunmasızlığından kaçma girişiminde davranışsal ifade bul-
muştur. Av olmaktan avcı olmaya geçiş, avcının hem davranış
hem de ilişkilerini benimsemeyi içermiştir.
Bilişsel arkeologlar, M.Ö. 125.000 civarında başlayan
son Buzul Çağı sırasında Paleolitik insanların gıda elde etme
süreçlerinin başlıca sahnelerini yeniden inşa etmişlerdir. İlk
insanlar sadece hayvan sürülerini uçuruma veya tuzağa sür-
memiş, büyük etoburlar tarafından öldürülen hayvanların
etlerinden kalanlar ile de beslenmiştir. Daha güçlü avcılara
karşı koruma sağlamak için, ilk insanlar çöp gıda keşiflerini
başlatmak üzere küçük avlanma takımları olarak bir araya
gelmiştir. Bir etobur genellikle avın etinin bir kısmını bıraktı-
ğı için, etobur leşi terk etmeye zorlanabilmiş ve böylece gıda
peşindeki insanların etin istedikleri parçalarını seçerek ziyafet
çekebilmelerine imkân sağlamıştır. Tarihöncesi insanlardan
oluşan küçük gruplar -bir erkek geyiği yiyip bitiren bir kaplan
gibi- etobur avcılara görünür bir şekilde yaklaşmış ve avcıyı
ses, ateş veya taşlarla korkutarak uzaklaştırmayı denemişlerdir.
Etrafta sinsice dolaşan büyük avcıların egemen olduğu bir
dünyada, büyük etoburlar ve insanlar, seçime bağlı olarak hem
avcı hem av, hem birlikte hem de birbirlerine karşı duruma
gelmiştir. İnsanların av oldukları ve öldürülebilir ve yenilebilir
olabilecekleri korkusu beynin devrelerinde sıkıca yerleşmiş
hale gelmiştir. Devreler tarafından harekete geçen insan
doğası, insanların kendilerinin avcı haline gelerek, avcı cana-

23
Edward C. Stewart

varı fethetmiş ve bir av olma kaderinden kurtulmuş oldukları-


na kendilerini ikna etmelerinin acı dolu mücadelesi olmuştur.
Bu nörolojik süreç, Ovid’in başkalaşma -güçlü bir duygunun
insanın ‘biçim’ini değiştirdiği yönünde- fikrini kanıtlamakta
ve insan doğası kavramı için esas olmaktadır (Hughes 1997:
18). Bir av olarak kalmanın kâbusu buna karşın sürmekte ve
insan ruhuna musallat olmaya devam etmektedir. Av olmanın
ürkütücü hissini etkisiz hale getirmek için insanlar, av ve avcı
arasında var olan tuhaf bağı ortaya çıkararak, korkuyu öfkeye
dönüştürmektedir.
Tüm Batılı toplumlarda ve muhtemelen diğerlerinde de
öfke, kontrolden çıkmış vahşi bir yaratık biçimi üstlenen hare-
ketli bir nesne gibidir (‘Çok öfkeliydi, bir aslan gibi kükredi!’
veya ‘Dikkatli ol, kızdırıldığında dişi bir kaplandır!’). Yaratık
kontrol edilemez haldedir, bu yüzden öfkeli insan da saldırıla-
rından sorumlu tutulamamaktadır. Öfkeye zemin hazırlayan,
zarardan sorumlu addedilen kişi, ‘öteki’ olmaktadır. Böylesine
derin bir duygunun mantıksızlığı, acının gizemli diyarı gibi
bir şeydir.2
Büyük yırtıcı hayvanlar ile doğrudan hiçbir deneyimi
olmayan çocuklar ilk karşı karşıya kalma anında doğal bir
şekilde korkmuş görünmektedir. Charles Darwin’in kendisi
bu korkuyu küçük oğluyla hayvan bahçesini ziyaret ederken
fark etmiştir. Darwin korkunun nereden geldiğini merak
etmiştir (Ehrenreich 1997: 87). Beyin avlanmanın sahiden
korkulu deneyiminin doğuştan gelen bir kalıntısını içermekte
midir? Bu tarz bir tepki insan doğasındaki saldırganlık ile
nasıl bağlantı kurmaktadır? Darwin’in döneminden bu yana
birçok teorisyen korkunun ve saldırganlığın sosyal sonuçlarını
anlamaya çalışmıştır. Eğer saldırganlık hakikaten bir içgüdü
ise, o zaman toplumun saldırganlığı her akla gelir biçimde
bastırması ve onun otomatik boşalımını önlemesi gerekmek-

24
Zihnin Kültürü

tedir. Diğer taraftan eğer saldırganlık içgüdülerin ve iradi


davranışın repertuvarında orta seviyede bir halde bulunmakta
ise, o zaman toplum için zorluk bu enerjiyi diğerleri için en
az tahrip edici ve birey için en üretici yollara yönlendirmek
olmaktadır (Storr 1968: 31).
Fiziksel insanoğlu olması muhtemel saldırının korkusuna
yakın bir akraba olan bir kork-savaş-kaç tepkisi ve endişe ile
donanmıştır. Panik bozuklukların, fobilerin ve kronik endişe-
lerin hepsi tehlikeli ortamlara evrimsel adaptasyonları temsil
etmektedir. Buna ek olarak, ‘yabancı’nın ve ‘öteki’nin doğuş-
tan gelen algısı bir ‘avcı yaratık’ varlığını varsaymaktadır. Ama
nasıl? Barbara Ehrenreich şunu ileri sürmektedir:

Kalıtım yoluyla almakta göründüğümüz şey o zaman,


özgül avcıların bir korkusu değildir, ama bu korkuyu
-örneğin, yetişkinlerin çeşitli potansiyel tehditlere karşı
tepkisini gözlemleyerek- yeterlilik ve azim ile edinmek
için bir kapasitedir. Bundan dolayı belki de avcı hayvan-
ların rüyalardaki şaşırtıcı sıklığı…
Bu yüzden diyebiliriz ki… insanoğlu tehlikelere karşı
belli kalıplaşmış tepkileri kalıtımsal olarak almış ve bu
tepkiler için aslen seçilen tehdit muhtemelen avlanma-
nınki olmuştur. O zaman avlanmanın ilkel deneyimi,
avlanmanın kendisinden başka durumlardaki -mesela
hemcinsimiz insanların sebep olduğu şiddet görüntüsü
veya katliam gibi- duygusal tepkilerimizi en azından
renklendirmekte gibi görünmektedir. (Ehrenreich 1997:
90-1)

Keder, depresyon ve çaresizlik, hepsi av olmanın dene-


yimleridir. Bu kasvetli durumlardan kaçmak için folklorik
anlatılar, zayıf olanın güçlü olana karşı nasıl ayaklanmakta,

25
Edward C. Stewart

aslanların tilkiler tarafından nasıl mağlup edilmekte ve genel


olarak büyük hayvanlardan ve kuşlardan daha bilge sayılan
küçük ve güçsüz hayvanların ve kuşların görevlerinde ve
mücadelelerinde en nihayetinde nasıl galip olduklarını anlat-
maktadır (Ehrenreich 1997: 83, 139). Çünkü korku ve endişe
bugün insanlarda ikamet etmeye devam etmektedir, düşünce-
lerimiz ve duygularımız avın avcıya karşı daima tamamlanma-
mış başkaldırısına geri çekilmektedir.
Hayvanlara veya diğer kültürel gruplardan insan top-
lulukları gibi diğer avcılara av olmanın acısını ve ölümü
engellemek için korku dolu mücadelede, homo sapiensin beyin
korteksi, ‘ötekinin’ -benden/bizden farklı olanın ve benim/
bizim kendi kimliğimi/zi nitelendirmeyenin- temsillerini
inşa etmek için dayanıklı potansiyeli geliştirmiştir. ‘Öteki’,
dehşetten ve acıdan kaynaklanan, ızdırap içinde beslenen ve
doğuştan hissedilen avcı-av paradigması tarafından harekete
geçirilen bir temsildir. Farklı olanın imgesi zihinde bir dehşet
duygusu, bir sembolik vahşi yaratık olarak tutulmaktadır.
Örneğin William Blake’in (1982) şiirinde bu yaratığı
tüm dehşeti ve güzelliği içinde ve insanoğlu ve tanrı ile tedir-
gin ilişkisinde deneyimleyebilmekteyiz:

Kaplan! Kaplan! ışıl ışıl yanan


Gecenin ormanlarında
Hangi ölümsüz el veya göz
Korkunç simetrini çerçevelemeye cüret eder?
...
Yıldızlar mızraklarını attığında,
Ve cenneti gözyaşları ile suladığında
Görmek üzere eserine gülümsedi mi?
Kuzuyu yaratan o mu yarattı seni?

26
Zihnin Kültürü

Korku ve öfke
Duygusal ifade bir çocuğun hayatında görüşte, seste, tatta
ve dokunuşta erkenden ortaya çıkmaktadır. Bir bebek birkaç
günlükken bile, annenin gülüşünü görmekte ve iki yaş dört
aylık civarında olduğunda aynı şekilde karşılık vermektedir.
Anne ve çocuk arasındaki gülüş değiş tokuşu, duyguların
insan ilişkilerinde kontrol mekanizmaları olarak evrimsel
kökenlerini yansıtmaktadır ( Johnson-Laird 1988: 91). Duygu
kişiler arası etkileşimi doyurmakta ve yönlendirmektedir.
Diğerleri ile başarılı şekilde iletişim kurmak için bir bireyin
diğerlerinin nasıl hissettiğine ilişkin incelikli bir algıya sahip
olması gerekmektedir.
Peki yeni-doğanda, bebeğin dünya görüşünü gelişme
süreci boyunca inşa edecek çekirdek duygunun potansiyelinin
doğası nedir? Cevap baskın bir şekilde korkudur. Gelişim
psikologları tarafından toplanan kanıtlar yeni-doğan bebeğin
yüksek bir sese, bir ürkme refleksi ardından korku ile tepki
gösterdiğini öne sürmektedir. Ani yüksek ses muhtemelen
ürkme refleksi ve ses-acı-korku arasında bir bağlantı oluştura-
rak acının bir tepkisini tetiklemektedir. Dürtünün diğer kay-
nakları, örneğin, bebeğin bedenindeki zor zamanlar, dökün-
tüler ve sindirim sistemi ile ilgili rahatsızlıklar, muhakkak
acı-korku-öfke arasındaki bağlantıları Pavlov koşullanması
yoluyla kuvvetlendirmekte ve korku tepkisinin önceliğini
tesis etmektedir. Sonrasında bebek, yaşamının ilk senesinin
sonlarına doğru kendi kendine hareket etmeye başladığında,
yabancılara karşı korku geliştirmekte ve karşılık olarak ve aynı
zamanda, annesine veya bakımını üstlenen başlıca diğer kişiye
güçlü bir bağlılığa sahip olmaktadır (Brown 1991: 135, 179).
Korku çok büyük olduğunda ve dehşete giren kişi donup
kaldığında, beden kendisini kuşatmaktadır. Cildin rengi değiş-
mekte, kollar-bacaklar ve gövde nemli ve soğuk hale gelmek-

27
Edward C. Stewart

tedir. Beden titremektedir. Korku hissi, bireyi yardım için


dışarıya bakmaya sevk eden yenilgininki olmaktadır, fakat aynı
zamanda dış dünya bireye karşı toplanmış gözükmektedir.
Panik deneyiminde, sembolik mekânın bozulmaları, kapalı
alan veya tersine açık alan korkularını yoğunlaştırabilmekte-
dir. Gerçek ya da hayalî, korkunun nedenlerinden akla uygun
hiçbir kaçış yok gibi görünmektedir. Korkudan kaynaklanan
güçsüzlük, bireyi öfkeye karşı savunmasız hale getirmektedir.
Batılı dünyada öfke, bir ‘kitle’, bir ‘baskı altında nesne’,
bedende akan sıcak ‘sıvı’ şeklinde algılanmaktadır. Öfke duy-
gusu, vücut sıcaklığını, kan basıncını ve kas aktivitesini fark
edilebilir şekilde arttırmakta ve algıya müdahale etmektedir
(‘O kadar kızgındım ki, gözüm bir şey görmedi!). Öfke, fizik-
sel kışkırtıcılığı arttıran (‘Öfke ile titriyordu’) bir muhafaza
kabı gibi görülen bedenin içerisinde (‘Hiddet ile doluydu’ veya
‘Kendini tutamadı’) olarak anlaşılmaktadır. Öfkeli kişi, kabın
taşması veya patlaması riskini göze almaktadır. Kültürel kont-
rol, enerjiyi içeride muhafaza etmek üzere yeterli gücün ve
enerjinin uygulanmasıyla patlamanın önlenebileceği yönünde
bir ortak inanış dayatmakta, fakat öfke belli bir sınırın ötesine
artış gösterdiğinde, baskı hakikaten patlamakta ve kişi kont-
rolünü kaybetmektedir (‘Şalterleri attı!).
Öfke, Batı kültürlerindeki diğerlerini tehdit ettiğinde,
yaratıklar belirmektedir:

Her insanın bir tarafı vardır ki, vahşi bir hayvandır. Mede-
ni insanlar bu taraflarını gizli tutmakla yükümlüdür, yani,
hayvanı içlerinde tutmaları gerekmektedir. Metaforda,
kontrol kaybı hayvanı salıvermeye eşdeğerdir. Ve kontro-
lünü kaybetmiş bir insanın davranışı çeşitli ihtiraslardır –
arzu, öfke vb. Öfke durumunda, yaratık diğer insanlar için
bir tehlike arz etmektedir. (Lakoff 1987: 492)

28
Zihnin Kültürü

Halk zihni hayvanı uyuyor ve uyandırılması tehlikeli


olarak hayal etmektedir. (‘Korkunç bir siniri vardır’). Tehlikeli
hayvanın saldırganlığı, öfkeli davranıştır (‘Öfkesi zincirlerin-
den kurtuldu’ veya ‘Öfkesi doymak bilmezdir’) (Lakoff 1987:
392-4).
Korku dolu insan açık bir mekânda paniğe kapılmış veya
bir şeylerin, olayların veya insanların sık çalılığı tarafından
çevrelenmişse mantığını tam anlamıyla yitirmeye zorlanmış
hale gelebilmektedir. Korku, bireyi acının alanına çok yakın
olan kendi yalnızlığına yönlendirmektedir. Acıdan başka kaçış
rotaları yalnızca, öfkenin sınırına geçen veya dil aracılığı ile
aklın sığınağına kaçan yollar olmaktadır.

Savaşın İblisi
Asırlar boyunca erkekler ve kadınlar savaşın nedenleri-
ni tartışmışlardır. Erken bir açıklama insanların korkudan,
çıkardan ve onurdan savaşa girdiğine inanan Thucydides
tarafından verilmiştir (Kagan 1995: 8). Savaş, insan grupları
arasındaki farklılıkları çözmek üzere bir araç geliştirerek insan
ilişkilerinde imtiyazlı bir pozisyona ulaşmıştır. Savaş, kültürel
unsurlarda, türetilmiş politik açılardan çok daha temel nitelik-
te köklere sahip olmaktadır (Keegan 1993: 12-24). Örneğin,
Ehrenreich savaş analizinde, savaşın nedenlerinin kökenleri ile
aynı olmasının şart olmadığını belirtmektedir. Savaşın başlıca
bir sebebinin daha öncesindeki bir savaş olduğu yönündeki
tedirgin edici fikri ileri sürmektedir. Savaş hali, bir savaşın
doğal olarak bir sonraki savaşa öncülük etmesi ile işlevsel özerk-
lik sergilemektedir. Dolayısıyla, savaşın özerkliği karşı karşıya
gelinmesi gereken önemli bir mesele olarak belirmektedir.
Gelgelelim savaş; siyasi liderlik, ekonomi, sosyal düzen, kişiler
arası davranışın kalıpları ve diğerleri gibi geniş ve karmaşık
bir ekolojiye bağlı olduğu için savaşın doğası, açıklama olarak

29
Edward C. Stewart

işe yarayabilecek her bir konuyu bertaraf etmektedir. Yine de,


savaşı anlamak için en iyi model ona yaşayan bir organizma
ile kıyaslanabilir, kendi kendini yeniden üreten bir kültürel
oluşum ve yayılan bir bulaşıcı hastalık gibi muamele etmektir.
Savaş ateşi son yüzyılda salgın boyutuna ulaşmış ve en azından
şimdiye kadar, hiçbir aşı veya etkili tedavi bulunamamıştır.
Savaş iblisi ile insanoğullarının atalarından miras kalan
avlanma paradigması içinde karşı karşıya kalınmaktadır.
Acı-korku-öfke ile ilgili insan dinamiği taarruzu tesis etmek-
tedir. Bunun potansiyel gücü bireyin bedeninin ve zihninin
bütünlüğünü ve sosyal topluluğun uyumunu aşmaktadır. Savaş,
bireysel ve sosyal etiği yerlerine kahramanca fedakârlığın etiği-
ni koyarak yok etmektedir. Fakat savaş aynı zamanda, iş üstün-
de bir avcının hazzını ve heyecanını -bu nedenle, şiddet içeren
eylemin cazibesini ve savaşın ‘romantizm’ini- sunmaktadır.
Dinamik biyolojiye dayalıdır; kalıtsal ve mecburidir. Avlanma
dürtüsü insanoğullarında doğanın halini oluşturmaktadır.
Acı ve korku sosyokültürel kontrolün başlıca kaynakları-
dır, fakat eğer akıl kurnaz ise o zaman iblis isyancı olmaktadır.
Kültürel kontrol, disiplinin ve ahlaki davranışın toplumsal
normlara göre gelişimine atıfta bulunmakta ve örgütlenmiş
şiddete ancak toplumun kendisinin otoritesi ve kontrolü
altında izin vermektedir. Nitekim toplumlarda kontrol meka-
nizmaları günlük hayata yönelik tasarılar ile harmanlanmak-
tadır. Kültürel kontrol mekanizmaları tavırlardan, ifadenin
kabul edilen üsluplarından, paylaşılan değerlerden ve günlük
hayatta diğerleri ile ilişkide benlik hakkında düşünmenin
hemen hemen tüm yollarından oluşmaktadır. Kültürün nihai
boyutu bireyleri hayatın tam da tasarısını ve anlamını irde-
lemek üzere burada ve şimdi olanın ötesine geçen ruhsal ve
dinsel sistemleri oluşturan yüce varlıklar, inançlar, ritüeller,
kodlar ve hisler ile donatmaktadır.

30
Zihnin Kültürü

İnsan doğasının oluşumu için sembolik kanıt


Paleolitik insan tarafından kullanılmış mağaralarda keş-
fedilen tarih öncesi çizimler, resimler, oymalar, kazımalar ve
heykeller, buzul çağı sırasında oluşan insan doğasına ilişkin
birçok kavrayış sağlamaktadır. Rowland, M.Ö. 40.000 ve
5.000 yılları arasında Paleolitik sanatta görülen resimsel ifa-
denin anlamını özetlemiştir:

Resimsel ifadenin ilk şafağı... gıda ve giyim için Avru-


pa’da dolaşan yaratıkların büyük sürülerine bel bağlamış
avcıların sanatı idi… Bu estetik olmaktansa büyülü bir
sanattır, bu amaç doğrultusunda, kendini bu avlama
büyüsü kültüne adamış sanatçılar tarafından çizilen hay-
vanlar üzerinde kabileye güç ve sahiplik vermeye yönelik-
tir. Paleolitik dönemin insanlarının sanatı, avın başarısına
güvence veren ritüel için olduğu kadar çok barınmaya
yönelik kullanılmayan mağaraların derinliklerinde yer
almaktadır. Bu çizimler kamusal sergilemeler ya da sanat-
çının dünyasının görünümlerini kaydetmesindeki şen
zevki için yapılmamıştı... Amaçları kesin suretle faydaya
yönelik büyülü olan, bir yaşam ve ölüm meselesiydi. Ritü-
elin tesiri büyük olasılıkla fethedilecek hayvanın sahici
bir taklidi olarak çizimin doğallığına bağlıydı. Resme-
dilen oklar ve mızraklar, aynı duyguları taşıyan büyünün
bütünüyle benzer uygulamasında cadının amaçlanan
kurbanın mumdan tasvirine batırdığı iğneler gibidir. Res-
medilen tasvirde avı ‘öldürme’ merasimi sona erdiğinde
ve avcılar gerçek avın arayışına atıldığında, çizim daha
öteye tüm tesirini yitirmektedir. (Rowland 1965: 15-16)

Tarih öncesi insanların ana meşgalesi gıdayı ve barınağı


güvence altına almak ve savunmasızlıklarını korumak olmuş-

31
Edward C. Stewart

tur. Bu hayati gereksinimler tatmin edildiği zaman, hayatta


kalma azmi beslenmiştir. Yaşamak için bu azim tarih öncesi
sanatın ana teması olmuştur. Tek bir izlenimi gerçekliğin karı-
şıklığından ikna edici bir şekilde izole eden konturların ve ana
hatların betimlenmesiyle oluşturulmuş erken dönem imgeleri
doğrusal olmuştur (Rowland 1965: 16). Hayvanların çok
erken resimleri ve kazımaları bile o kadar gerçekçidir ki arke-
ologlar betimlenen hayvanların türlerini tanımlayabilmek-
tedir. Daha sonra, imgelerin canlı gibi görünen niteliklerini
ilerletmek için gölgelendirmenin ve çok renkliliğin gelişmiş
teknikleri kullanılmıştır. Görünen bir şekilde istenilmiş etki,
betimlenen hayvanın tesirini arttırmak olmuştur. Duvarlarda
ikamet eden insan figürleri çoğunlukla silahlı ve hayvanların
peşinde, bir diğeri ile kavga ediyor veya dans ediyor olmuştur.
İmgelerin canlı niteliği büyük avcıların kutsal doğasını
ve büyülü gücünü açığa çıkarmaktadır. Duygu ve tehlike
mağaralarda temsil edilen sembolik atmosferin içine işle-
mektedir. İmgeler, gerçek hayatta avcı veya av gözükeceği için
dışarıdansa, hayvanları -ilkel güçlerini göstererek- içeriden
resmetmekte gibi görünmektedir. Hayvanların canlı ve ger-
çekçi tasvirine tezat şekilde insan biçimleri sıklıkla daha basit
bir şekil almaktadır. Avcılar, savaşçılar ve şamanlar gibi çubuk
adam figürleri olarak görünmektelerdir.
Kan akıtmanın ve hayvanları kurbanlar olarak öldür-
menin evrensel ayinleri, hayvanlar üzerinde güç kazanmak
için icat edilen büyünün ritüellerinin parçası olmuştur. Acıyı,
korkuyu, öfkeyi hedeflemiş karmaşık dinî inançlar ve güce
yönelik gereksinim mağara sanatının içeriğinin ve dağılımının
açıkça temelini oluşturmaktadır.
Mağara sanatı Paleolitik dönemde de savaş halinin kanıt-
larını sunmaktadır. İspanya’da bir mağaradan örnek verecek
olursak, her biri hareketli bir çubuk figürü olarak tasvir edil-

32
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of The lost
clue
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United States
and most other parts of the world at no cost and with almost no
restrictions whatsoever. You may copy it, give it away or re-use it
under the terms of the Project Gutenberg License included with this
ebook or online at www.gutenberg.org. If you are not located in the
United States, you will have to check the laws of the country where
you are located before using this eBook.

Title: The lost clue

Author: Mrs. O. F. Walton

Illustrator: Adolf Thiede

Release date: April 23, 2024 [eBook #73450]

Language: English

Original publication: London: The Religious Tract Society, 1910

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK THE LOST


CLUE ***
Transcriber's note: Unusual and inconsistent spelling is
as printed.

HE SAW THAT THE LITTLE FINGER OF THE EARL'S RIGHT HAND


HAD LOST ITS LAST JOINT.
THE LOST CLUE

BY

MRS. O. F. WALTON

AUTHOR OF

"DOCTOR FORESTER," "A PEEP BEHIND THE SCENES," ETC.

WITH ILLUSTRATIONS BY

ADOLF THIEDE

LONDON

THE RELIGIOUS TRACT SOCIETY

4 BOUVERIE ST. AND 65 ST. PAUL'S CHURCHYARD, E. C.

1910
CONTENTS

CHAPTER

I. IN THE ARCADE

II. A DIFFICULT POSITION

III. CAPTAIN FORTESCUE'S PROMISE

IV. A TROUBLED NIGHT

V. THE SAFE OPENED

VI. THE TWO ENVELOPES

VII. A WALK THROUGH BORROWDALE

VIII. HONISTER CRAG

IX. A FINISHED CHAPTER

X. GOOD-BYE

XI. DAISY BANK

XII. BLACK COUNTRY ROSES

XIII. MOTHER HOTCHKISS

XIV. THE OLD OAK CUPBOARD


XV. 156, LIME STREET

XVI. THE BLOTTED WORD

XVII. A STRANGE LETTER

XVIII. WORDS TO BE REMEMBERED

XIX. GRANTLEY CASTLE

XX. THE PHOTO OF A FRIEND

XXI. LORD KENMORE

XXII. MR. NORTHCOURT'S OPINION

XXIII. A MOST CHARMING GIRL

XXIV. THE PICTURE GALLERY

XXV. WAITING FOR THE ANSWER

XXVI. A CHRISTMAS JOURNEY

XXVII. ANOTHER CHAPTER CLOSED

XXVIII. WATENDLATH FORGET-ME-NOT

XXIX. THE MISSING WORD FOUND

LIST OF ILLUSTRATIONS
He saw that the little finger of the Earl's right hand had
lost its last joint. Frontispiece

He turned round and saw Watson standing behind him.

Then he told them all; he laid before them the story of


his life.

She gazed a long time at this picture.

THE LOST CLUE

CHAPTER I
IN THE ARCADE

NEW Street Station, Birmingham, is an exceedingly


busy place at all times of the day; but at certain hours,
when many trains are due, the bustle, hurry, and rush, in
every part of it, are beyond description. Two great lines, the
London and North-Western and the Midland, run through it;
and although, to the initiated, there is nothing more easy
than to locate the part of the station in which the various
trains will arrive or from which they will depart, yet to a
stranger in Birmingham, especially to one who has come
from the quiet of some remote country place, the six
different platforms, the numerous booking offices, and the
busy stream of human life crossing and re-crossing the
great bridge which spans the station from side to side, are
both bewildering and perplexing.

It was at the busiest time of the ever-busy New Street


day, that the London express came thundering into the
station. It had rushed on like some great monster of the
deep, flying through air instead of water, puffing, snorting,
panting, but never once stopping after leaving Euston, until
it came running triumphantly into Birmingham, having
accomplished its journey of over a hundred and twelve
miles in the short space of two hours.

As it steamed in, a long line of expectant porters


awaited its arrival, and, as it began to slacken its speed,
they kept their eyes fixed on the line of first-class carriages,
for that way lay "tips." There was a dining-saloon on the
train, and the first-class part of it was well filled. Most of the
passengers were, however, going on further; but one
gentleman, with a long kit-bag in his hand, came to the
carriage door and prepared to alight from the train.

The porters made a rush in his direction, all eager to


relieve him from his burden, and thereby to secure the
bakhshish which English porters, as well as Arab ones, are
seldom backward in scenting from afar.

The gentleman selected one of the group and handed


him the bag, whilst the others retired discomforted.

"Where for, sir?"

"The Midland train north. Which platform will it be?"

"Number 5, sir. Any luggage in the van?"


"No, none. Let me see; it starts at 5.30. An hour to
wait, I believe."

"Not quite, sir; you're late a bit. It isn't often the


express loses a minute, but she's five minutes late to-day."

The traveller took out his watch to compare it with the


great station-clock, and then followed the porter up the
steps to the bridge. Arrived at No. 5, he dismissed the man,
who departed with a beaming countenance, as he pocketed
double the sum which he had expected to receive.

For some minutes the young man, for he was not more
than twenty-five, paced the platform restlessly. He was
impatient of the delay, and the noise and racket of the
station jarred upon his nerves. The shriek of an approaching
train, the rattle of a departing one, the rumble of the
porters' trucks, the shouting of the newspaper boys, the
ceaseless rush of people in all directions, tired him that day,
he hardly knew why. He had not come from the country,
and he was accustomed to London streets and London
stations; he did not mind noise at other times, but to-day
he felt as if he could not stand the discordant sounds for
another hour. He resolved to leave the station, and to take a
walk in the city until it was time for his train.

He left his bag at the Midland Luggage Office, climbed


the long flight of steps in the midst of a continuous stream
of people, passed with them a similar stream pouring
downwards into the station, and then made his way to the
street beyond.

As he did so, more than one person turned to look at


him. He was a man who, even in a crowd, attracted
attention. Tall and well built, he was every inch a soldier;
his profession was patent to all who saw him; but it was not
that which caused the passers-by to notice him, and to look
after him as he walked on. It was not so much his upright
manly figure, as his extremely handsome face, with its
refined features, which made him a marked man. His dark
hair, hazel eyes, long eyelashes, aquiline nose, and short
upper lip, gave him a decidedly aristocratic appearance,
which could not fail to strike the most casual observer.

"One of the upper ten, I should say!" remarked one


man to another, as he crossed the station yard and turned
into Corporation Street.

The shop windows were all lighted up, for it was


December, and quite dark at half-past four. The street was
crowded, for it was close upon Christmas, and multitudes of
people, men, women, and children, were doing their
Christmas shopping, or gazing idly into the brilliantly
illuminated windows. But in spite of the crowds, he was glad
he had come, for there were none of the discordant sounds
of the station, and the keen air was refreshing to him after
its close atmosphere.

A row of flower-sellers stood in the road at the edge of


the pavement, and he stopped to buy a bunch of violets
from a girl who looked tired and cold. He did not want the
violets, but he was touched by her face, and he gave her
three times the price that she asked for them.

Then he turned into the Arcade, which was a blaze of


electric light. All the shops were displaying choice and
attractive articles suitable for Christmas presents. In a niche
in the wall, near one of the toy-shops, there stood on a
pedestal an old man. He was dressed in red cloth, trimmed
with swansdown, with long white hair and beard, and with a
cocked hat on his head. He was supposed to represent
Father Christmas, and he, too, looked cold and tired as he
stood, motionless as a waxwork figure, taking no notice of
the busy scene around him. A group of children had
gathered at the foot of the pedestal, and were looking up in
his face with admiring glances, hoping to beguile him to fill
their stockings on Christmas Eve with all the pretty things
their hearts desired.

On the right hand side of the Arcade were several


jewellers' shops, a glittering mass of beauty. Tiny electric
lamps illuminated the countless sparkling and costly articles
exposed for sale, and made them even more bewitching
and tempting than they had appeared by daylight. The door
of one of these shops opened just as he passed it, and a
young lady, stylishly dressed, and wearing beautiful ermine
furs, came out of it. She caught sight of him immediately,
and put out her hand as she exclaimed, in a surprised voice

"Captain Fortescue! You here?"

"Yes, Lady Violet, and I never dreamt of seeing you.


What are you doing in Birmingham?"

"We're staying with the De Courcys, only six miles out,


and we've come in to do a little Christmas shopping, as we
shan't have much time after we get home. Isn't it strange
we should meet? Why, we haven't seen you since that jolly
time in the Riviera! Come and speak to mother; she is in
this shop buying Maude a bracelet. She promised her one
for Christmas, and she thought Maude had better choose it
herself; but she can't make up her mind, and I was coming
outside to look at one we saw in the window. Come in, and
give us your advice."

Captain Fortescue followed her into the jeweller's and


saw the two ladies standing at the counter and bending
over it. It was covered with bracelets of every variety, all of
them sparkling with jewels and exceedingly beautiful and
costly.

"Mother, whom do you think I found in the Arcade? Look


here!"

The elder lady turned round. "Captain Fortescue! Is it


possible? I'm delighted to see you again; we haven't seen
you for months. Where are you stationed now?"

"I'm at Aldershot at present, but we're likely to be


moved soon. I wrote to Evelyn, but he hasn't answered my
letter."

"Naughty boy! He's a shockingly bad letter writer; he


always was. But what are you doing in Birmingham?"

"I'm only passing through," said the Captain, looking at


his watch. "I'm going on by the five-thirty, Lady Earlswood."

"How lucky we just met you! Now you must come and
see us soon. We're having a large house-party for
Christmas. Can't you join us? Evelyn will be at home."

"Yes, do come," said Lady Violet. "It will be like having


those dear old days in the Riviera back again, and I want
you to see the photos I took then. They have come out
splendidly."

"I should like to come very much, but I'm afraid it is


impossible."

"Is it really quite impossible?" said Lady Earlswood. "Do


try to arrange it."
"I'm afraid I shall not be able to do so. You see, my
poor old father has not been very well lately—in fact, I am
going there now. What is the matter I don't quite know yet.
I had a letter from him yesterday morning, written
apparently in good spirits, and then to-day I had a wire
begging me to go at once. If he is ill and needs me, of
course whatever leave I get, I must spend with him."

"Yes, of course; but it may not be that. He may want to


see you for some other reason. If so, do let me know. Just
send me a line or a wire with the one word 'Coming.' That
will be quite enough."

"Thank you, Lady Earlswood, I shall certainly not forget.


Now I must leave Lady Maude to choose her bracelet and
hurry back to New Street."

"Must you really? Can't you have tea with us at


Fletcher's? We are going there in a minute or two."

"I'm afraid not. I shall miss my train if I do."

He said good-bye to them, and walked quickly down the


Arcade, but Lady Violet came to the door again to look at
another bracelet in the window—at least, so she said; but
her eyes, when she got outside, were certainly not turned in
the direction of the brightly-lighted shop window.

"How little they know," he said to himself, as he went


down the crowded steps to Platform No. 5. "I sometimes
think I ought to tell them that I am not one of themselves."
CHAPTER II
A DIFFICULT POSITION

CAPTAIN FORTESCUE was in good time for his train, and


secured a corner seat in the carriage. He bought a book at
the stall and opened it when the train started, but he read
only a few pages. He was wondering why his father had
sent for him, and what explanation of the telegram he
would receive on his arrival.

When he was last at home, he had thought his father


was aged and altered, and therefore he had suspected that
illness was the reason of his summons. Yet, from the letter
received the day before, he had evidently been out as
usual, and it contained no hint of his feeling indisposed at
the time of writing it. Was there any other cause which had
led to this unexpected and sudden call to return home at
once?

Between Captain Fortescue and his father there was


nothing whatever in common. Their ideas, their way of
looking at things, their habits of life were totally and
diametrically opposed. His father was a wealthy man, but
not even his son could stretch his filial affection sufficiently
far to call him a gentleman.

Mr. Fortescue was a man who had risen, people were


accustomed to say, when they spoke of him. And yet he had
not risen. His position in life was altered; instead of being a
miner, obliged to work hard for his daily bread, he had
become a landed proprietor. How this had been
accomplished, his son had not the remotest idea; but he
had never risen. He was exactly the same uneducated,
vulgar man that he had been in his days of hard work and
poverty. He could barely read or write, both were done in
his own fashion, and he never made the slightest effort to
improve in either. He cared for little but eating and drinking:
he domineered over his servants and dependants at one
moment, and spoilt them the next: he was lavish in his
expenditure at times, and at other times would haggle over
a halfpenny: he had not even learnt to speak King's
English; his talk was the talk of the mine; even his groom
could speak more grammatically, and could express himself
with a less provincial accent.

No one realized all this more than Mr. Fortescue's own


son; and yet it gave him a pang even to harbour the
thought of it for a moment. For he had been a good father
to him in many ways. He had shouted at him and blustered
at him from his youth up, but he had never grudged him
anything. He had lavished money in the most prodigal way
on his son's education. He had sent him to the most
expensive preparatory school that could be found, when he
was only seven years old. From thence, the boy had gone to
Eton, and in due course had passed into Sandhurst. No
nobleman's son had ever had more spent upon him. The
best coaching that London could produce had been his; he
had been given every opportunity, every possible
advantage.

Fortescue had been gazetted to a cavalry regiment, and


his pay consequently was far from adequate for his
expenses; but no money that he needed was withheld from
him. A handsome allowance was supplemented by
numerous cheques, to supply the wherewithal for various
outgoings in the way of travelling or pleasure. The
Honourable Evelyn Berington, Lady Earlswood's younger
son, who had been his friend throughout the whole of his
Sandhurst course, had far less money to spend than he
had. And all this made Fortescue feel that, whatever his
father might be, and however much his lack of refinement
might jar upon him, it was his bounden duty to give him the
affection and respect due from a loyal and grateful son.
Besides which, Kenneth Fortescue was a man of honest
religious belief. He knew the requirements of the Fifth
Commandment. He know that, so far as it was possible for
him to honour his father, that honour must be readily and
cheerfully given.

And yet, at times, the incongruity of his position was


keenly realized by him. He felt it very strongly on this
particular December night, when he was being carried away
swiftly into the darkness north of Birmingham. That was the
real reason which prevented him from reading as he
journeyed on; he was too busy doing battle with himself; he
was fighting against his natural repugnance to all that was
common or vulgar, his innate shrinking from the home
where refinement of feeling or expression found no place.
He was deeply grateful to his father for all that he had done
for him in the past; and yet, that night, he was inclined to
think that it had been a terrible mistake. He had been
educated out of his proper position; his friends and
acquaintances were all men moving in an utterly different
circle; his sympathies and interests and attractions were in
a sphere which he could never have any right to enter. If
Lady Earlswood had seen his father, she would never have
dreamt for a moment of inviting him to her Christmas
house-party or of reckoning him amongst her friends.

Captain Fortescue was a most honourable man, and he


felt sometimes as if he were a walking impostor. There had
been times when he had suddenly felt it incumbent on him
to tell them the truth, and had even been on the very verge
of doing so. As they had walked together by the sea, under
the blue Italian sky, he had, more than once, been on the
point of blurting out the fact that he was the son of a man
who had once been a common miner.

He had, however, at the last moment, withheld from


making this disclosure; not so much because he was afraid
of what they might think of him, or of how they might treat
him, but because he had felt that it would be hardly treating
his father fairly, were he to reveal what that father had told
him in the strictest confidence. If he, by his honest toil, had
earned the money to place himself in a position of
affluence, and moreover to give his son the education of a
gentleman, was it right that that son should publish his
father's humble origin to the world?

Thus time had drifted on, and he had moved in the


highest circles, and had been received into the best society,
and no one knew anything of his father beyond the fact that
he lived at Ashcliffe Towers, near Sheffield, had a large
estate, and was evidently a very wealthy man.

When, two hours later, the train ran into the large
Sheffield station, his thoughts were still pursuing the same
unpleasant and difficult course. He called a hansom and was
soon driving rapidly through the busy streets and out
towards the country beyond. As he went, he wondered
again what he should find at his journey's end, and whether
his father would come out as usual to welcome him on his
arrival. After about half an hour's drive, the cab turned in at
a lodge gate, and he could see, through the fir trees in the
avenue, the lights in the windows of his home.

An old butler came to the door in answer to the


cabman's ring. He had lived with his father for years, and
had known him from a boy. Mr. Fortescue objected to
keeping many servants; they were only a trouble, he said,
and he did not care to have a young jackanapes of a
footman to stand and watch him when he ate. Elkington had
white hair, and his hand trembled as he took the bag from
the driver. He did not speak until the man had driven off,
and then he said:

"I'm glad you've come, sir!"

"What's the matter, Elkington? Is my father ill?"

"Very ill, sir," said the old man. "Come into the library,
sir; the doctor's upstairs now."

"That bag's too heavy for you, Elkington! It makes you


pant: let me take it."

"No, no, sir; I can manage all right. I'm getting a bit
short of wind, that's all."

"I heard from my father yesterday; he seemed quite


well then."

"Yes, sir; and he was all right yesterday, and when he


got up this morning. He came down to breakfast as usual;
he always will have it at eight, you know. Well, he'd just sat
down and was beginning, when there come a big ring at the
front door bell. It's Watson's duty to go to the door when
I'm waiting, but she never came down, and just as I was
getting the master his bacon, the bell rings again. Well, he
shouted and he stormed—beg your pardon, sir; you know
how he carries on; you'll forgive me saying it."

"I know, Elkington; go on."

"So I put the bacon down, sir, and I went myself to see
who was there. It was a boy with a telegram; he held out
the yellow envelope to me, and he stood waiting while I
took it in to the master.

You might also like