Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Duygusal Adam 2nd Edition Javier

Marias
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/duygusal-adam-2nd-edition-javier-marias/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Vah■iler ve Duygusallar Futbol Yaz■lar■ 1st Edition


Javier Marias

https://ebookstep.com/product/vahsiler-ve-duygusallar-futbol-
yazilari-1st-edition-javier-marias/

Sahtekar 2nd Edition Javier Cercas

https://ebookstep.com/product/sahtekar-2nd-edition-javier-cercas/

Brandschutzfibel 2 Auflage 2nd Edition Adam


Merschbacher

https://ebookstep.com/product/brandschutzfibel-2-auflage-2nd-
edition-adam-merschbacher/

Wohnungseigentumsrecht für Dummies 2nd Edition Ulrich


Adam

https://ebookstep.com/product/wohnungseigentumsrecht-fur-
dummies-2nd-edition-ulrich-adam/
Best of Christophe Adam French Edition Christophe Adam

https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-french-
edition-christophe-adam/

Best of Christophe Adam Édition française Christophe


Adam

https://ebookstep.com/product/best-of-christophe-adam-edition-
francaise-christophe-adam/

Le Fossoyeur Sternbergh Adam

https://ebookstep.com/product/le-fossoyeur-sternbergh-adam/

Blockchain Technologie für Unternehmensprozesse


Sinnvolle Anwendung der neuen Technologie in
Unternehmen 2te 2nd Edition Katarina Adam

https://ebookstep.com/product/blockchain-technologie-fur-
unternehmensprozesse-sinnvolle-anwendung-der-neuen-technologie-
in-unternehmen-2te-2nd-edition-katarina-adam/

Milletlerin Zenginli■i 1st Edition Adam Smith

https://ebookstep.com/product/milletlerin-zenginligi-1st-edition-
adam-smith/
DUYGUSAL ADAM

Javier Marias (Madrid, ı95l). Çocukluğunun bir kısmı, babasının çeşitli okullar­
da ders verdiği ABD'de geçti. Madrid'deki Colegio Estudio'dan mezun oldu. Marias
yazmaya erken yaşlarında başladı. Mientras ellas due nnen'deki hikayelerden biri olan
"La vida y la muerte de Marcelino Iturriaga"yı yazdığında ı4; ilk romanı Los domi­
nios del lobo'yu yazdığında ise ı7 yaşındaydı. Madrid Complutense Üniversitesi'ne
girince, İngilizceden İspanyolcaya çeviri yapmaya başladı. Updike, Hardy, Conrad,
Nabokov, Faulkncr, Kipling,James, Stevenson, Browne ve Shakespeare İspanyolcaya
çevirdiği yazarlar arasındadır. I 979 yılında Sterne'ün eseri Tristram S handy öen yaptığı
çevirisiyle Premio de traduccion Fray Luis de Leon'a layık görüldü. I 983-ı985 yıllan
arasında Oxford Üniversitesi'nde İspanyol Edebiyatı ile Çeviri Kurarnları dersleri
verdi. Marias ı 986'da El hambre scntimental (Duygusal Adam, YKY, 2020), 1988'de
de konusu Oxford Üniversitesi'nde geçen Todas las almas (Tüm Ruhlar, YKY, 2020),
ı992'de Corazon tan blanco (Beyaz Kalp, YKY, 20ı6) adlı romanlarını ve yine 1992öe
denemelerden oluşan V idas escritas'ı (Yazınsal Yaşamlar, Can Yay., 2008) yayımladı .
ı 994'te çıkan romanı Manana en la batalla piensa en mi (Yann Savaşta Beni Düşün, YKY,
2016), Venezuela Prrmio Romula Gallcgos'a layık görüldü. Martas'ın 1986'dan itibaren
yazdığı romanların kahramanlarının hepsi çevirmendir. Bunda bizzat çevirmen olarak
yaşadıklarından esinlenmiştir. Marias 2002'de üçlemesinin ilk kitabı olan Tu rostro
manana 1. Fiebre y lanza'yı O'iırınki YüzÜn, Cilt 1: Ateş ve Mızrak, Metis Yay., 201 l),
2004'te ikinci cildi Tu rostro manana 2. Baile y suefıo'yu (l(ınnki Yüzün, Cilt 2: Dans
ve Rüya, Metis Yay., 2011), 2007'de son cildi Tu rostro manana 3. Veneno y sombra y
adios'u (Yannki Yüzün, Cilt 3: Zehir, Gölge, Veda, Metis Yay., 2012) yayımladı. Toplu
öyküleri Mala indolc. Cuentos accptados y aceptablcs 20l2'de (Kötü Niyet öylıiılni,
Can Yay., 20ı8), öteki romanları Los enamoramientos 20ll'de (Karasevdalılar, YKY,
2015), Asi cmpieza lo mala ise 2014'te (Acı Bir Başlangıç Bu, YKY, 20ı8) yayımiand ı.
Berta Isla ise 2017'de (YKY, 20ı 9) okurlarıyla buluştu.

Şimdiye kadar roman, öykü, deneme türünde pek çok kitabı yayımlanan Marias'ın
eserleri eliiye yakın dile çevrilmiştir.
Marias, Rcino de Redonda adlı küçük çaplı bir yayınevi işletmektedir. Haftalık olarak
El Pais gazetesine yazılar yazmaktadır. 2006'da Real Academia Esparıola üyeliğine
seçildi. 20l3'te prestij li bir ödül olan Pri.x Formentor'a layık görüldü.

Neyyirc Gül Işık Yükseköğrenimini İtalya'da Floransa Üniversitesi Edebiyat ve Felsefe


Fakültesi'nde yaptı. Yurda dönünce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız
ve Roman Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'ne okuıman olarak girdi (1971). ı986'da
yeni kurulan İspanyol Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nın yönetimine atandı. Bu
görevlerini I 997 güzüne değin kesintisiz sürdürdü.
Madrid Coınplutense Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Halen
Ispanyaöa çcvirmenlik uğraşını sürdürüyor.
Montale'nin Şiir Evreninde Anlamsal Yapılar (1978), İspanya, Bir Başka Avrupa (1991)
başlıklı kitaplarından başka, ltalo Svevo, Italo Calvino, Leonardo Sciascia, juan
Goytisolo, Ortega y Gasset, Antonio Mufıoz Molina, Giorgio Bassani, Vicente Blasco
Ibafıez, Curzio Malaparte, Javier Marias gibi yazarlardan çeşitli çeviriler yapmış; I.
Svcvo'nun Zeno'nun Bilinci kitabıyla Azra Erhat Çeviri Ödülü'nü almıştır.
javier Marfas'ın
YKY'deki kitapları

Karasevdalılar (2015)
Beyaz Kalp (2016)
Yarın Savaşta Beni Düşün (2016)
Acı Bir Başlangıç Bu (2018)
Berta Isla (2019)
Tüm Ruhlar (2020)
Duygusal Adam (2020)
,

JAVIER MARIAS

Duygusal Adam

Roman

Çeviren

Neyyire Gül Işık

om o
YAPI KREDI YAYlNLARI
Yapı Kredi Yayınlan - 5605
Edebiyat- 1612

Duygusal Adam 1 javier Marias


üzgün adı: El bombre sentimental
Çeviren: Neyyire Gül Işık

Kitap editörü: Ersel Topraktepe


Düzelti: Filiz Özkan

Kapak tasarımı: Nahide Dikel


Sayfa tasarımı: Mehmet Ulusel
Grafik uygulama: Akgül Yıldız

Baskı: Sena Ofset Ambalaj, Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.


Maltepe Mah. Litros Yolu Sk. 2. Matbaacılar Sitesi B Blok
Kat: 6 No: 4NB 7-9-11 Topkapı-Zeytinburnu 1 istanbul
T elefon: (O 212) 613 38 46
$ertifika No: 45030

Çeviriye temel alınan baskı: Penguin Random House Group Editorial, Barcelona, 2015
l. baskı: İstanbul. Haziran 2020
2. baskı: istanbul, Nisan 2021
ISBN 978-975-08-4720-2

©Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2017


$ertifika No: 44 719
©javier Marias, 198 6
Bu kitabın telif haklan Kalem Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Bütün yayın hakları saklıdır.


Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


Istiklal Caddesi No: I6I Beyoğlu 34433 Istanbul
Telefon: (O 212) 252 47 00 Faks: (O 212) 293 07 23
http:/�kykuhur.com.tr
e-posta: ykykultur@ykykuhur.com.tr
facebook.com/yapikrediyayinlari
twitter.com/YKYHaber
instagram.<·om!yapikrediyayinlari

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık


PEN International P ublishers Circle üyesidir.
Belki de hala var o lan
Daniella Pittarello'ya
Sevdaya düştüğümü düşünüyorum,
ve ondan kurtulduğumu
düşlüyorum.

HAZUTT
" Düşlerimi size anlatayım mı, bilmiyorum. Çünkü eski zaman
düşleri, modası geçmiş, yetişkin bir erkekten çok bir ergene uygun.
Resimli, hem de ayrıntılı öyküler içeriyorlar, çok renkli düşler
olmakla birlikte akışları biraz ağır; hayali geniş ama temelde basit
bir ruha, pek düzenli bir ruha yaraşır türden. Sonunda insanı biraz
bıktırıyorlar, çünkü düşleyen kişi hep bir sona varmalarından önce
uyanıyor, düşleme dürtüsü ayrıntıları resimlemekle tükeniyor da
sonuçla ilgilenmiyormuş gibi, düş görme eylemi, bir amaçtan yok­
sun da olsa, tek ideal etkinlikmiş gibi. Durum böyle olunca, düş­
lerimin nasıl sona erdiğini bilmiyorum, bunlardan bir sonuç ya da
bir ders çıkarılacak durumda olmayınca da kalkıp onları anlatmak
densizlik sayılabilir. Fakat bana düşlerim sanki yaratıcı bir hayal
gücünün ürünü ve çok yoğun gibi görünüyorlar. Kendimi mazur
göstermek üzere ancak şunu ekleyebilirim: Bunları beni seçmiş olan
o süreklilik biçiminden -sonsuz olduğum o mekandan- yazıyorum.
Yine de, bu sabah, artık gün ağarmışken gördüğüm düş, sahiden
olmuş bir şey, ve biraz daha gençken, daha doğrusu henüz şimdiki
kadar yaş almamışken benim başıma gelmişti, aslında henüz sona
ermiş de sayılmaz.
Bundan dört yıl önce, işim gereği (opera şarkıcısıyım) ve uçak
korkumu mucize eseri aşmadan hemen önce, oldukça kısa bir süre­
de -toplamda yaklaşık altı haftada- çok fazla sayıda tren yolculuğu
yaptım. O peş peşe kısa yolculuklarımda kıtamızın batısında dolaş­
tım ve sondan bir öncekinde (Edinburgh'dan Londra'ya, Londra'dan
Paris'e ve bir gün bir gece içinde Paris'ten Madrid'e gitmiştim), bu
sabah düşüme giren üç çehreyi ilk kez gördüm ve o günden bu­
güne kadar, yani dört yıl boyunca, onlar (sırasıyla) hayalimin bir
kesimini, belleğimin büyük bölümünü ve yaşantıının tamamını
kaplayan yüzler oldu.
Doğrusu onlara hemen bakmamıştım, sanki bir şey beni uya­
rıyordu ya da sanki ben kendim, bilmeden, o bakışıının getireceği
sakıncayı ve mutluluğu ötelerneyi istiyordum (yine de korkarım

9
bu fikir o günün gerçeğinden çok düşüme ait) . Avusturyalı bir
yazarın kibirli anılarını anlattığı bir kitap okumaktaydım ama bir
an gelmiş, kitap sinirime dokunduğundan dolayı (nitekim bu sa­
bahın erkeninde beni çileden çıkardı) kitabı kapatmıştım; trende
giderken konuşmuyor, okumuyor, repertuarımı gözden geçirmiyor,
bozgunlarımı ya da başarılarımı anınakla uğraşmıyorken, "dosdoğ­
ru" dışardaki manzaraya bakmadım, tersine, kompartımandakilere
odaklandım. Kadın uyuyordu, erkekler uyanıktı.
Erkeklerden birincisi, tam karşımda oturan, manzarayı seyredi­
yordu , kır düşmüş saçlarıyla kıvırcık salatayı andıran koca kafası
sağına dönüktü, dikkati çekecek kadar ufacık eliyle -öyle minikti
ki gerçek bir insan bedenine ait olamazmış gibi duruyordu- ya­
nağını ağır ağır sıvazlamaktaydı. Yüz çizgilerini ancak profilden
görebiliyordum, gerçi esasen yaşı belirsizdi, -hani masallardan
çıkmışa benzeyen bedenler vardır, yakın bir ecelin tehdidi altında­
larmış da artık değişmeyecek bir imgede sabitlenip kalma umudu
o çabalarına değermiş gibi, zamanın baskısına gerektiğinden fazla
direniyor izlenimi verirler- ancak yine de başını taçlandıran o gür
bitkisel saç tomarı ve çizgileri belirsiz, esasen ifadesiz ağzının yan­
larındaki -tahta gibi perdahianmış bir ciltte kazıntılar misali- iki
çatlak, on yıllar boyunca yerli yersiz gülümserneye yatkın bir kişiliği
düşündürüyor, sonuçta yaşını hayli olgun gösteriyordu. Yıl sayısı
aniaşılamayan ömrünün o anında huzurlu olduğu seziliyordu, ufak
tefek ve paralı bir adam görüntüsü veriyordu, pantolonu şıktı ama
biraz yıpranmıştı, azıcık da kısaydı -baldırları neredeyse açıktaydı-,
yepyeni ceketinin kumaşı fazla rengarenkti. Paraya geç kavuşmuş
bu, diye düşündüm; orta çaplı bir şirket sahibi olabilirdi, bağımsız
ama gayretli biri. Dışarıya yönelttiği bakışını göremediğimden canlı,
neşeli bir adam mı, yoksa ağırbaşlı mı olduğunu söyleyemezdim
(gerçi bol bol kolonya sürünmüştü, bu da solmuş ama hala teslim
bayrağını çekmemiş bir beğenilme dileğini ele veriyordu) . Her ne
haise, olağanüstü bir dikkatle, neredeyse konuşkanlıkla bakıyordu,
o anda bir resmin çizilişine tanık oluyor ya da karşısında akan bir
su ya da yanan bir ateş varmış gibiydi, kimi vakit insanın gözlerini
güç ayırabildiği şeylerdir bunlar. Gelgelelim doğal manzara asla bir
resmin çizilişi ya da suyun akışı ya da titreşen alevler gibi drama­
tik olmaz, o nedenle seyredilmesi yorgunları dinlendirir, yorgun
olmayanlara sıkıcı gelir. Ben güçlü kuvvetli görünüşüme karşın

10
ve mesleğimin çelik gibi olmarnı gerektirdiği göz önüne alınırsa,
sağlığımdan şikayetçi olmamakla beraber, çok kolay yorulurum, o
nedenle manzarayı ben de "dolaylı yoldan", yani elleri ufacık, pan­
tolonu şık, ceketi cafcaflı adamın gözleriyle seyretmeyi seçtim. Ama
artık karanlık bastırmakta olduğundan hemen hiçbir şey görmedim
-ancak birtakım kabartma lar- ve belki de adam camda kendi ken­
dini seyrediyordur diye düşündüm. Hiç değilse ben birkaç dakika
sonra, kuzeye özgü bir akşamın ufacık titrek parıltısının ardından
aydınlık usulca silindiğinde, pencere camında onun hemen hemen
gerçeğinin tıpkısının yansıdığını, kopyalandığını, yinelendiğini
gördüm. Adamın hiç kuşkusuz, kendi yüz çizgilerini incelediğine,
kendi kendisini seyrettiğine hükmettim.
Çaprazımda oturan ikinci adam, sabit bakışlarını karşısına dik­
mişti. Suratı, sadece seyretmesi bile önündeki yol henüz açılmamış
olan, ya da başka bir deyişle, yaşamı henüz kendi didinmesine bağlı
olan birisini tedirgin eden suratlardandı. Herhalde erken başlamış
olan kelliği kendinden hoşnutluğunu da, hakimiyet hırsına imanını
da sarsamamıştı, dünya nimetlerinin üstünden hızla kayıp gitmeye
alışkın -dünya nimetlerince şımartılmaya alışkın- gözlerindeki
ineitici ifadeyi de yumuşatmaınıştı -puslandırmamıştı- bile, ve kon­
yak rengiydi o gözler. Kendine güvensizliği yalnızca özen li bir siyah
bıyık bırakmasına izin vermişti: Aşağı sınıftan gelme yüz hatları o
sayede gizleniyor, kafasının toparlaklaşmaya, boynuyla göğsünün
şişmanlamaya yüz tuttuğu pek fark edilmiyorrlu - onlar boyun
eğdirdiği kimselere yine de güç belirtisi gibi görünmüş olabilirdi.
Adam nüfuzlu , hırslı biriydi, bir politikacı, bir sömürücüydü ve
kıyafeti, özellikle de pırıl pırıl ceketiyle kravat iğnesi Okyanus'un
öbür yanından geliyor gibiydi ya da orada şık sayılan stile, tertipli
bir Avrupalı'nın verdiği ödündü. Benden on yaş büyük olmalıydı
ama dolgun rludakiarında arada bir sessizce belirip kaybolan bir
gülümsernede -ancak duruşunu değiştiren, bacak bacak üstüne
atan ya da atmışken indiren birinin yaptığı gibi- derhal belli olan
bir kasıntı bana o zorba tipin kişiliğinde çocuksu bir öğe bulundu­
ğunu düşündürdü, tombul bedeniyle birleşince, onu fark edebilen
kimseyi, alayla dehşet arasında, birkaç damla da akıldışı merhamet
içeren bir tepkiyle duraksatırdı. Belki de yaşamında eksik olan şey
şuydu: Dileklerinin, kendi bildirmesine gerek kalmadan aniaşılıp
yerine getirilmesi. istediklerini elde edeceğinden emin olsa da,

11
zaman zaman hilelere, tehditlere, şirretliklere, başvurmak, düşüp
bayılmak durumunda kalıyordu belki. Ama yalnızca keyiflenmek
için, belli aralıklarla komedyenlik hünerlerini sınamak ve yetenek­
lerini yitirmemek için yapıyor da olabilirdi. Belki de başkalarına
daha iyi boyun eğdirmek için, çünkü gayet iyi bilirim ki kurgusal,
dahası, asla var olmamış bir şey üstüne yapılandmiandan daha
etkili ve daha uzun ömürlü boyunduruk yoktur. Düşümde, daha
başından korkak olduğu kadar despot olduğuna hükmettiğim o
adam bir kez olsun yüzüme bakınadı -öbür adam da bakmadı-, en
azından benim fark edebileeeğim biçimde, yani ben ona baktığım
sırada. Şimdi hakkında fazlasıyla bilgim olan o adam, söylediğim
gibi, kayıtsızca karşısına bakıyordu, herhalde aslında görmediği
boş koltukta sanki kendisinin bildiği bir geleceğin ayrıntılı raporu
yazıhymış da kendisi onu doğrulamakla yetiniyordu .
O sömürücü tip yüzünün tamamını gösteriyor, o masal cinlerini
andıran tip ancak profilini sergiliyorken, iki adamla birlikte yolcu­
luk edip etmediği belli olmayan aralarında oturan kadın o an için
bir yüzden yoksundu. Başını dimdik tutuyordu ama düz, kumral
saçlarını mahsus önüne yığmıştı, belki trendeki hafif uykusunu
ışıktan korumak için, belki aynı zamanda kendisinin bilmediği
mahremiyet ve teslimiyet görüntüsünü, uykuya dalmış, cansız
imgesini beyhude yere gözler önüne sermernek için. Bacak bacak
üstüne atmıştı, kısacık topuklu kışlık çizmeleri ancak baldırının üst
kısmını görmeye olanak veriyordu , o da çoraplarının hafif pm ltısı­
nın yoğunlaştığı dizine varıp, bana süet deri gibi görünen bir siyah
etekliğin sınırlarında sona eriyordu . Yüzden yoksun bedenin tü­
münden bir kusursuzluk, sabitlik, tamamlanmışlık ve kabullenme
duygusu yayılıyordu, o bedende -sona eren günler gibi, söylenceler
gibi, dinlerin yerleşik ibadet kuralları gibi, artık hiç kimsenin el
sürmeye cüret etmeyeceği geçmiş yüzyılların tabloları gibi-, deği­
şikliğe, eklemeye, yadsımaya yer yoktu sanki. Kucağına koyduğu
ellerinin biri öbürünün üstündeydi, sağ elinin ayası açıktı, -dikey
olarak aşağıya düşmüş- sol elinin yumruğu yarı sıkıhydı. Fakat bu
elin başparmağı -parmakları uzundu, gençliğe erkenden, hiç gereği
yokken veda etmeye kalkışacak birisini düşündüren, biraz boğumlu
parmaklardı- arada bir hafifçe kımıldanıyordu , istemeden uykuya
dalmış birinin, iradesi dışında kasılmalarıydı sanki. Çağı geçmiş
bir inci kolye takmıştı; boynuna kırmızı bir etol dolanmıştı; orta

12
parmağında bir çift gümüş yüzük vardı. Herhalde başıyla birçok kez
yaptığı tek hareketle önüne attığı saçları öyle kalın bir perde gibi
iniyordu ki, görünürde çehresinin bütününü hayal etmeye olanak
sağlayacak bir tek hat bile bırakmıyordu. O yüzden ellerini uzun
uzun gözlemledim. Başparmağının kımıldanışından başka, dikkat
çeken bir şey daha vardı: Tırnakları sağlam, beyazımsı, bakımlıydı
ama çevrelerindeki deri feci şekilde kemirilmiş ya da yanmış gibi
görünüyordu, öyle ki işaret parmaklarında deri diye bir şey -çünkü
en çok işaret parmaklarınınki öyleydi- kalmamıştı denebilir, acaba
derisi hiç olmuş mu diye düşünüyordu insan. O tırnakların kenarla­
rı ağır bir cilt bozukluğuna uğramış, geriye bir yangıyı düşündüren
kıpkırmızı, çirkin bir renk kalmıştı ya da düpedüz derisi soyulmuş­
tu. Aklımdan şunlar geçti: Eğer bu ikincisiyse (çünkü doğru dürüst
seçemiyordum) , uyuyan kadının görünmeyen kesici dişlerinin ve
geçmişte bıraktığı kız çocuğunun dişlerinin kemirmesinden daha
çok zamanın işiydi, öyle ya, derinin çekilmesi -çünkü vaka oymuş
gibi görünüyordu- kullanım ve etkinlik eksikliği kadar, düzenli yok
etme iradesi kadar, var olan şeylerin zamana en bağlı olanını, aynı
zamanda tüm varlıkları kısa ömürleri sırasında en güzel oyalayan
bir şeyi gerektirir, yani adeti (ya da onun hep gecikmeli eviadı olan
yasayı, çünkü yasa aynı zamanda alışkanlığın süresinin dolmakta,
oyalanınanın sona ermekte olduğunu bildirir) . Hiçbir şey anlama­
dığım, aslında hiçbir bilgim olmayan bu meseleler üstüne biraz
zihnimi dağıtmaya başlamıştım ki, birden trenin yandan şiddetle
sarsılmasıyla o ışıltılı, dümdüz, kumral saçların örttüğü yüz bir an
için ortaya çıktı. O yüz uyanınadı ve her şey eski haline dönünceye
kadar topu topu birkaç saniye geçti ama uyuyan kadının dolgun,
gergin ve sımsıkı kapalı dudaklarında; gergin ve sımsıkı kapalı,
kırmızı kılcal damarlar geçen gözkapaklarında (gözleri, kapalı ol­
duğundan görünmüyordu) , -nasıl desem- bir ilietin pençesinde
olduğunu gördüm: Galiba onun melankolik ruh durumlarında
kendini dağıtma illetine tutulmuş olduğunu gördüm.

13
"Ben bir salak gibi ölmek istemiyorum" diyordum kısa süre sonra
bu kadına, sefilliğini o an fark edemediğim daracık, karanlık bir otel
odasında: Duvarlar çıplaktı, yorganların rengi gri, belki de keder
vericiydiler ya da sadece temiz ama rengi kararmış bir maketle kaplı
zemine gelişigüzel yığılıvermişlerdi; adım atacak yer kalmamıştı,
yarı boşaltılmış iki valiz yürünebilecek kısmı da kaplıyordu; banyo
öyle bomboş ve bembeyazdı ki, selofanının ne zaman kaybolduğu­
nu ya da kimin yok ettiğini bilemediğimiz bir bardağa konulmuş bir
çift diş fırçası -biri bordo, biri yeşil- hançerin eli kendine çektiği
ya da mıknatısın demiri çektiği gibi çekiyordu gözleri, o kadar ki
benim orada kaldığım son gece iki fırçadan biri eksilince fayanslar,
yer ve duvar karoları geride kalan fırçanın bordo rengini aldı ve o
renk, ancak yarı boşaltılmış valizler ile öylece sıyrılıp yere atılmış
yorganların arasından yürüyerek ulaşılabilen o bomboş ve bembe­
yaz hanyoda onun gidişinden sonra bir değişiklik ya da yas olsun
diye cam rafın üzerine bıraktığım tuvalet çantasının siyahını da
kapladı; işte o otel odasında ben kısa süre sonra işte o kadına şöyle
diyordum ya da demiştim: Ben bir salak gibi ölmek istemiyorum ve
madem günün birinde ölmekten kaçınamam, zamanım varken o
aynı ölçüde kesin ve kaçınılmaz olan tek şeye her şeyden çok özen
gösterıneyi istiyorum, özellikle de ölüm biçimime özen göstermeyi,
çünkü bu, o ölçüde kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Özen göster­
memiz gereken şey ölüm biçimimiz, ona özen göstermek için de
yaşamımıza özen göstermeliyiz, çünkü yaşamımız sona erdiğinde
ya da yerini başkası aldığında başlı başına önem taşımayabilir ama
yine de sonunda bir salak gibi mi, yoksa kabul edilebilir bir bi­
çimde mi öldüğümüzü bilmemizi yalnız o sağlayabilir. Sen benim
hayatımsın, aşkımsın ve bilinçli yaşamımsın ve madem yaşamım
sensin, ölürken yanımda başka birinin bulunmasını istemem. Hem
günün birinde can çekiştiğimi haber alınca ölüm döşeğime koşmanı
da istemem, ben artık seni göremezken, kokunu içime çekemez­
ken, yüzünü öpemezken cenazeme gelmeni de istemem, hatta her

14
birimiz kendi acınası ya da uzak yaşamlarımızı sürmüş de hayatta
kalmışsak bana ömrümün son yıllarında eşlik etmeyi kabu llenıneni
ya da o yolda çabalamanı da istemem. İstediğim şey ölüm saatim
gelip çattığında başucumda hayatıının özü olan şeyin bulunması, o
da hayatıının olmuş olduğu şeyden başkası değil ve onun sen olmuş
olman için şimdiden itibaren, ömrümün sona erdiği o ana kadar
yanımda bulunman şart. O saat gelip çattığında senin anılara ka­
rışmış oImana, bizim şu anda içinde yaşadığımız berrak zamanımız
artık uzak, bulanık bir çağa dönüşmüşken, senin orada kalınana
dayanamam, çünkü ömrümde en çok nefret ettiğim, hep göz ardı
edip yadsımaya çabaladığım şey anılardır, eski zamanlar ve onlara
karışıp gitmektir, onları daha oluşurlarken derinlere görnıneye uğ­
raşırım, içinde yaşanılan, değer verilen, övülen her bugünü, bugün
olmaktan çıkıp geçmişe dönüştüğü oranda, ne ad vereyim bileme­
diğim, ancak kendi kendisinin sabırsız ardılı ya da şimdi-olmayan­
şey diye adlandırdığım şey ondan baskın çıktığı ölçüde yadsırım.
İşte bu nedenle şimdi gitmemelisin, çünkü şimdi gidecek olursan
yalnız hayatımı ve aşkımı ve bilinçli yaşamımı elimden almakla
kalmayacak, kendime seçtiğim ölüm biçimini de benden alacaksın.
Bir otel odasında yatağa uzanmış halde beni nasıl dinlediğini
hala bugünmüş gibi anımsıyorum: Yalınayaktı ama hala giyinikti,
dirsekierine dayanmış, bacaklarını kıvırmıştı; gri etekliği biraz yu­
karı sıyrılmış, oyluğunu açıkta bırakıyordu, ışıltılı dümdüz kumral
saçlarını bulunduğum yerin karşı yanında aşağıya salmıştı; tatlı,
alaycı ve ciddi bakışı benim hiç susmayan dudaklarıma öyle bir
dikmişti ki, kendimi salt dudakmışım ve dudaklarım da aralarından
dökülen sözcüklerin tek sorumlusu ve yaratıcısıymış gibi hissettim.
"Peki ya daha önce ben ölürsem?"
"Her şey mümkün" diye yanıtiadım ilkin. Fakat sanırım, onun
ardından aklıma gelen diğer tek ve kabul edilebilir yanıtı gizlemek
ya da biraz ertelernek için (zaman kazanayım diye) ilkin öyle dedim;
onun beklediği ve o anda o yatağa onun uzandığı gibi uzanmış
herhangi bir ölüıniünün bekleyeceği "Ama senin ölümün benim
de ölümüm olur" şeklindeki yanıtı söyledim ardından: "Ama senin
ölümün benim de ölümüm olur" dedim işte o kadına ve bu sabahki
düşümde de öyle, operada yapıldığı gibi üst üste yineledim bunu.

15
Mesleğim beni sık sık, dünyanın büyük başkentlerinde münzevi
bir yaşam sürmeye zorluyor; çocukluğurnun ve ergenliğimin bü­
yük bölümünü geçirdiğim Madrid de, dört yıl önce onlardan farklı
değildi. Hatta, Madrid'e uğramadan uzun süre geçirmişken, kent
bana çok sayıdaki yurtdışı yolculuklarımda gittiğim bir alay kent­
ten daha ıssız ve kasvetli göründü. Dünyanın en kötü, en itici, en
sevimsiz kentleri olan İngiliz kentlerinden de fazla; Doğu Alman
kentlerinden de fazla, bunlar öyle düzenlidir ve üstlerine o kadar
ölü toprağı serpilmiştir ki, sokakta ıslık çalarak yürüseniz kıyamet
koptu sanılır; İsviçre kentlerinden de beter, onlar hiç değilse ter­
temiz ve sakindir, hiçbir şey söylemediklerinden ötürü de insanın
düş gücüne yer bırakırlar.
Oysa Madrid sanki her şeyi birden, aletacele söylemek ister gi­
bidir, yolcunun gönlünü kazanmanın tek yolunun onu dolu dizgin
coşkuyla sersemletmek olduğunun bilincindedir. O yüzden, ken­
dine hiçbir sürekli beklenti, hiçbir uyarı, hiçbir çekimserlik izni
vermez, öte yandan gezginin de (durmadan hırpalanan sakinleri
şöyle dursun) , pis ve havasız sokaklarında birkaç adım atar atmaz
yüzsüzce önüne seriliveren şeylerin ötesinde başka -gizli, açığa
vurulmayan, dile getirilmemiş ya da sadece olası- bir şeylerin daha
bulunabileceğine dair düş gücünü kurcalayacak ya da hayali en ufak
bir umut beslemesine izin vermez. Madrid yontulmamıştır, çenesi
düşüktür, sır saklamaz ve görünürde bilmecesi ya da bilmeceli
görünümü olmayan bir kent kadar hüzünlü ve yalnız, ziyaretçisini
iten veya ezen şey yoktur. Ben kendim de, düşümde, dört yıl önce
olduğum gibi, bir ziyaretçiydim; oysa henüz çocukluktan çıkma­
mışken, bu kentte ya da dış mahallelerinde yaşamıştım, o vakitler
tümüyle babalığıma bağlıydım, annemin ölümüyle beni üstlenmiş
ve Barcelona'dan Madrid'e taşımıştı. (On beş yirmi yıl boyunca ben
yoksul akraba denen şey olmuştum: Tam anlamıyla öyleydim ve
Madrid'de yaşayışım da o döneme rast geldiydi. Ancak bundan dört
yıl öncesinde o yoksul akraba konumunu hayli zamandır geride

16
bırakmıştım, kendi geçimimi rahatça sağlıyordum, artık çok uzun
sürelerle kentten uzak kalıyordum ve kendi hayatımı kurduktan
sonra eski velinimetimle pek az ilişkim kalmıştı; o sayede, birkaç
hafta önce nasıl Venedik'te, Milano'da, Edinburgh'da ziyaretçi ol­
muşsam, Madrid'de de aynı şekilde ziyaretçiydim. )
Dediğim gibi, bütün o kentlere beni sürüklemiş v e hala sürük­
leyen şey mesleğimdi, o da insanların genellikle sandığının tersine
-insanlar bizi yalnızca sahnede, plak kapaklarında, afişlerde ya da
televizyonda yayınlanan galalarda falan görür: Demek istediğim,
hep makyajlı halimizde-, en hüzünlü ve münzevi mesleklerdendir.
Çünkü, doğrusu, gezgin satış elemanlarından pek farkımız yoktur
aslında, tek fark bu uğraşın giderek ortadan kalkıyor olması, gezgin
satış elemanları giderek kaybolmakta, nedeni de şirket yönetici­
lerinin, genellikle pratik görüşlü ve hayırseverlikten uzak kişiler
olsalar da, hiç kimsenin böyle darma dağınık ve çetin bir yaşantı
süremeyeceğini kuşkusuz anlamış olmalarıdır. Öyle gezgin satış
elemanları duydum ki, sonunda tırnarhaneye düşmüşler, ya ka­
zanmaya uğraştıkları müşterilerini öldürmüş ya da lüks bir otelde
kendi hayatiarına son vermişlerdir, üstelik alışılmadık harcaınala­
rın (kapalı havuz, sauna, masaj , hard drinks ama en çok da kuru
temizleyici masrafı), kendilerinin özenle aştıkları ve her şekilde,
vefatlarından sonra artık kimsenin alamayacağı ücretlerinden boş
yere kesileceğini bilirler. Öyle ya, hiç değilse sırtında ütülü giysi­
lerle ölmeli insan.
Biz opera sanatçıları hep lüks otellerde kalırız, aşırı harcamala­
rımız alışılmadık değildir, zaten aşırı sayılmaz, kuraldandır, hatta
dayatırız onları, ama iş için gittiğimiz kentteki yaşantımız gezgin
satış elemanlarından pek farklı değildir. Konakladığım --dolayısıyla
bir opera şarkıcısının bulunduğu- her otelde en az bir gezgin satış
elemanı bulunurdu ve benim orada olduğum günlerde köpük dolu
bir hanyoda ya damarlarını keser ya da kornilerden birini acımasızca
bıçaklardı; holde göz açıp kapayıncaya kadar çırılçıplak soyunur ya
asansörde herhangi bir hükümet üyesinin karısının eteklerini kal­
dırır, bir halıyı ateşe verir ya da yangın söndürücüyle lüks odasının
aynalarını parçalardı. Ve öyle patlak vermelerinden hemen önce ya
da sonra, şu ya da bu ayrıntıdan, şu ya da bu niteliğinden ötürü,
onlarla bir tür özdeşleşme tarzı bulmuşumdur, gecenin ilerlemiş
bir saatinde asansörde karşılaştığımızda gezgin satış elemanında

17
yakaladığım bir kronik yorgunluk davranışı, çarpılmış kravatı ve
uysal gözleri; birbirimize göz ucuyla yönelttiğimiz sabırlı bozgun
bakışı; fark ettirmeden saçımızı sıvazlayışımız ya da mendilimizle
alnımızı kurulayışımız; özgün sayılmayacak intihar biçimleri gibi.
Zaman zaman, aynı ahı gitmiş vahı kalmış satış elemanıyla otelin
barında karşılaşmışımdır, her birimiz diğerinden ancak birkaç met­
re uzakta bir tabureye tünemiş, işsiz, ölü bir saat geçirmektedir;
derhal, otele yerleşir yerleşmez gidip ararız o alanı, bize üçüncü
bir sığınak ya da barınak olur (birinci sığınak, oda; ikincisi hol­
dür) ve o alan hemen dışarıya, yeni, tanınmayan ve bizi tanıma­
yan, her şeyin bizi bilmezlikten geldiği, bizden hiçbir beklentisi
olmayan kente karşı korur ya da dışarıya çıkmaktan alıkoyar. Ne
var ki böylesi durumlarda, şayet gezgin satış elemanı tesadüfen
benim neyin nesi olduğumu öğrenmişse, bana benim ona baktığım
gibi, yani bir eşitine ya da benzerine bakar gibi bakmaz, hasetle,
hınçla bakar. Hatta onu öğrenmemişse de öyle: Çünkü kıyafetim
daha kalitelidir, özgüvenim daha fazlaymış gibi görünür, kadehi
tutan elim daha serbesttir, hacaklarımı üst üste atmışımdır ya da
rahatça salıvermişimdir, alnımda gezdirdiğim mendilim tertemiz,
ütülüdür, renkli de olabilir, oysa onunki buruşuk ve kirlidir, ille
de beyazdır; alnındaki çizgiler daha derindir. Ayrımı yapan şey
ünlülük farkından çok (onun ünü yoktur) ya da mesleklerimizin
toplumda sağladığı saygınlığın bilincinden çok, belli bir zemine
ayak basma alışkanlığımızdır: Gezgin satıcı lüks otelde umutsuz­
luğun en üst sınırında olduğundan bulunmaktadır ve kendini, ait
olmadığı bir alemde -oraya çılgınlığını açığa vurmak ya da ecelini
kutlamak üzere, istisnai olarak kabul edilmiş bir yoksul akraba
gibi- duymaktan kaçınamaz; bense sanatçıyım ve dünyayı tanıyan
bir adamım, aslında orada işi nedeniyle, yani açığa vurulmamış ya
henüz kuluçka devresinde olan bir umutsuzluk nedeniyle bulun­
makla birlikte, o yerde bulunuşunu kuralları çiğneme ya da güveni
kötüye kullanma ya da meydan okuma olarak göremeyen, olsa
olsa gündelik yaşamının icabı olarak gören biriyim; benim orada
bulunuşum henüz onun için olduğu gibi bir simgesel anlam ya da
bir ültimatom niteliği almış değildir. Hiçbir şekilde bir imdat çığlığı
değildir, oysa onun konumunda öyledir. Ve hiçbir şeyin habercisi
değildir. Yine de malıvolmuş ya da kendini mahvetmek üzere olan
gezgin satış elemanında bazı kez beni bekleyen yazgının gölgesini

18
ya da habercisini gördüğümü sanmışımdır. O münzevi ve gamlı bir
yaşamın sonuna varmıştır, oysa opera şarkıcısı henüz kendi yaşamı­
nın sonuna varmış değildir, bunun tek nedeni de kendi yaşamının
gerçekte münzevi ve gamlı olduğundan gezgin satıcı kadar emin
olmamasıdır. Makyajı, gerçeği açık seçik görme yetisini köreltın iştir.
Ama tüm bu ayrılıkları yadsımamakla beraber, büyük başkent­
lerde yaşantının bu iki meslek grubu açısından çok benzerlik gös­
terdiğinde ısrarcıyım. Biz opera sanatçıları bir yere varırız: Bizi
otelde karşılarlar (ama her vakit değil, üstelik havalimanında ya
da tren istasyonunda bizi bekleyen hiç olmaz) ve ilk gece gös­
terinin organizatörleri (yani emprezaryolar, bizi davet etmiş gibi
yapan sözleşme sahipleri) birazcık ağırlarlar. Onurlandırılma faslı
ve sonuçta nezaket jestleri burada biter, çünkü ertesi sabahtan baş­
layarak bir, iki., hatta üç hafta süreyle yerine getirmemiz gereken
katı zorunluklarımız vardır ve bütün yaptığımız prova etmek, ayak
üstü bir şeyler tıkınmak, prova etmek, gidip yatmak olur, otel ile
prova salonu ya da kayıt stüdyosu arasındaki gidip gelmenin dışına
hemen hiç çıkamayız. Emprezaryolar da hep bizim için en rahat ve
iyisinin o iki yerin birbirine yakın bulunması olduğunu göz önüne
aldığından, uğradığımız kentlerde çoğu zaman birkaç yüz metre
içinde dönüp dolaşırız (orada eski bir dostumuzun bulunması
rotamızdan sapmamıza neden olursa ya da biz başkaldırarak ya da
meraktan ötürü saparsak, o başka) . Ben kurallara uyma heveslisi
değilimdir, ancak öyle meslektaşlanın var ki milyonluk nüfusu olan
muazzam genişlikte bir kent onlar için iki üç caddeye indirgenir,
zaten o caddeleri de ancak yürüyerek geçerler. İnsan bir yere iş için
gidiyorsa o yeri ziyaret etme arzusu taşımaz; zaten tersine, biz opera
sanatçıları bir öncekinden ayrı bir yere gittiğimizi fark etmemeye
çalışırız, böylece coğrafi (hem bizim durumumuzda aynı zamanda
dilsel) şizofreniden kaçınmaya çabalarız, çünkü o bizi nice gezgin
satış elemanıyla aynı çılgın sona, cinayet işlemeye ya da intihara
sürükleyebilir. Opera şarkıcılarının çoğunun şansına, bir lüks otel
hep başka bir lüks otele, bir kayıt stüdyosu ya da prova salonu da
başka bir kayıt stüdyosuna ya prova salonuna benzer; ve temsilin
sonunda, bravo diye bağırıp alkışiayan bir seyirci kitlesi aşağı yukarı
aynı şeyleri yapan bir başka seyirci kitlesinin hayli benzeridir, öyle
ki meslektaşlarıının birçoğu iş için evlerinden ayrılıp bir başka ülke­
ye ya da kente gittiklerinde ülkenin ya da kentin değişmediğine, hep

19
aynısı olduğu konusunda kendilerini kandırmayı -zaman zaman­
başarırlar. O kurgu sayesinde hepten anormal ya da gezgin varlık­
lar olmadıkları, örneğin bir başkentte yaşarken bir taşra kentinde
derslerini haftanın iki gününe sıkıştırarak ders veren hocalardan
ya da yalnız cumartesi ve pazarları (uluslararası maçlarda yalnız
çarşambaları) evden uzaklaşan futbolculardan farklı olmadıkları
fikrini edinmeye çabalarlar; ve kendilerini profesyonel konferans­
çılardan, tenisçilerden, golf oyuncularından, arena mevsiminde
boğa güreşçilerinden ve gezgin satış elemanlarından farklı sayarlar.
O nedenle, çeşitli kentlerde kalırken, genellikle meslek arka­
daşlarımızın dışındakilerle ilişki kurmamaya çalışırız -aslında ça­
lışmasak da başka türlüsünü pek beceremeyiz-: Yani rol aldığımız
operanın diğer sanatçıları, (eğer varsa) koro elemanları, figüranlar
ve orkestranın müzisyenleri dışında, onlar da her tarafta birbirine
hayli benzer kişilerdir, yani daha birkaç gün ya hafta ya da ay, hatta
yıllar öncekinden ayrı bir yerde bulunmak gibi berbat, insana fele­
ğini şaşırtan bir durumu vurgulamazlar. Ne var ki bu aldanmacayı
en son sonuçlarına değin vardumanın şöyle bir sorunu olur: eğer
( kendi bilincimizi kandırmaya kalkıştığırniz gibi) gerçekte her
seferinde aynı yer olsaydı, tabii ki orada ahbaplıklar kurmuş olur­
duk ve kendimizi ikinci yuvamızda hissederdik hatta kendimize
ikinci bir ev edinirdik , ve bir otelde konaklamazdık Fakat durum
bu olmadığından ötürü, düş gücümüzün tüm çabasına ve bize sağ­
lanan tüm konfora karşın, kazandığımız onca paraya karşın, çiçek
buketlerine, selamlara, alkışiara ve zaferin doruğuna varmamıza
karşın, yaşantımız sonuçta gezgin satış elemanlarınınkine benzer
-aslında onların da soyu tükenmekte-, en azından dünyanın büyük
başkentlerinden hüzünle ve yapayalnız gelip geçtiğimiz sırada. Ve
ömrümüzü başkentlerden gelip geçerek geçiririz.
Ama ben opera sanatçılarının çoğuna benzemem. Upuzun, do­
yum vermeyen, sık sık sinirlerimi yerinden aynatan prova saat­
lerinden sonra, en sevmediğim şey meslektaşlarımla ve orkestra
elemanlarıyla (birinci keman ve şef dahil) birlikte olmaktır; bir
kere onların yanında kalmak büyük ölçüde farkına varmadan işi
sürdürmek anlamına gelmekle kalmaz, aynı zamanda işten ve onu
çevreleyen alemden başka konudan konuşmamak demektir, ki bu
da müzikten ve müzik dünyasından konuşmak demektir ve ben -
müzikten söz etmenin bana her zaman yorucu, kuru ya da eziklik

20
veren, aptalca bir şey gibi geldiğini itiraf etmeyeyim ama- müzikten
söz etmekte asla en ufak bir anlam görmemişimdir. Konuşma ya
teknik içeriklidir, ki bu da yorucu ve kuru iş anlamına gelir ya da
duygusal düzlemde konuşulur, ki bu da eziklik veren, aptalca bir
gevezeliktir. Gerçek şu ki onun dışında meslektaşlarıının elinden
gelen, yalnızca ofis konuşmalarıdır, çünkü ruhları ofis çalışanı
ruhudur. Öte yandan, onların çoğundan farklı olarak, ben yeni,
bilmediğim bir yerde bulunduğumu fark etmekten keyif alırım;
doğru dürüst bilmediğim ya da hiç mi hiç bilmediğim bir dil ko­
nuşulduğunun iyice bilincine varmak için bir mekiina girmekten;
yerli halkın kıyafetlerini ve sokakta giydikleri (gün geçtikçe sayıları
azalan) şapkaları gözlemlemek ten; çalışma saatlerinde dükkaniarın
dolu mu boş mu olduklarını görmekten; haberlerin gazetelere nasıl
serpiştirildiğine bakmaktan; dünyanın yalnız o noktasında rastla­
nabilecek resmi binaları seyretmekten ; dükkan tabelalarına egemen
olan grafik biçimlerine dikkat etmekten (ve hiçbir şey anlamadan
bir vahşi gibi okumaktan) ; yüzleri incelemek amacıyla metroya ve
otobüse binmekten; o çehrelerin özelliklerini belirlemek, onlara
bir başka yerde rastlayıp rastlayamayacağımı hayal etmekten; artık
beliediğim mahallelerde bile bile, yani gerekirse elimde haritayla
kaybolmaktan; yeryüzünün her bir noktasında günü sona erdirrn,
taklidi olanaksız geçişi, ışıkların yakıldığı kararsız ve değişken anı
duyumsamaktan; adımların iz bırakmadığı yerlere, sabahların ışıltı lı
asfaltına akşam çökerken tek sokak lambasıyla aydınlanan tozlu,
köhne parke taşlarına basmaktan; önemsizlikleriyle mutlu, her şeyi
örten, yutan uğultularla dolu bariara uğramaktan; güneyin apak
sokaklarında ya da kuzeyin gri caddelerinde, gezintiler sona erip
el ayak çekilirken, kısa bir ateşkes yapılan saatte insanların arasına
karışmaktan; akşam bastırdığıncia ya da belki geceleyin kadınların
süslenip sokaklara çıkışını, onları bekleyen bin bir renkte arabaları
görmekten; gidecekleri eğlentileri kafamda canlandırmaktan, böy­
lece vakit öldürmekten keyif alı rı m. Ve gittiğim her kentte elimden
gelse insanlan tanımak, o kadınlan tanımak isterdim, belki de öyle
süslenip püslenip nikelajlan pırıl pırıl otomobillerine binmeleri
operaya gitmek, Napali Asianı'nın söyleyeceği aryalan dinlemek
içindir: Beni seyretmeye gelmek içindir.
Şimdi artık arada bir dünya televizyonianna çıktığımdan ötürü
oldukça ünlüyüm ya, gittiğim herhangi bir yerde bir-iki kişiyle

21
yüzeysel tanışıklıklarım oluyor; ne var ki, onlar hemen her vakit,
soruları ve tekdüzelikleri beni bıktıran hayranlar oluyor. Fakat bun­
dan dört yıl önce, henüz Spoletta, Trabucco, Dancalro, hatta Mo­
nostatos (bu aslında iyi bir ro ldü, ama kel zenci kılığına girmekten
nefret ederdim) rolleriyle yetinmek durumundayken, o kentlerin
sakinleriyle hiçbir türden ilişki kurmarnın olanağı yoktu, onlara
evde yabancı bir gazetedeki bir gösteri ilanını okurcasına bakınakla
yetiniyordum. O nedenle, eğilimlerime, merakıma, kuraldışı biri
olmama karşın, birçok durumda giderek vazgeçiyor, ben de opera
şarkıcılarının tekdüze, gönülsüz, düş gücünden yoksun yaşantısını
sürüyordum. Yerel halka ancak bedensel ve yüzeysel ediınierde
(aynı mekanı paylaşınakla ya da en fazlası kamu taşıtlarında onlara
sürtünmekle) karıştığımdan, gözümün önünde uğraştıkları mes­
lekleri ve meseleleri de paylaşamadığımdan ötürü, gelip geçenlerin
kararlı, neredeyse mihaniki -bir amacı, bir hesabı, bir uğraşı, bir
aceleyi belirten- hareketlerine, başkentin kaybolmayı seçtiğim her
noktasında, her saatte gözlerimin önünden arasız akan otomobil
sürücülerine katılamadığımdan ötürü umutsuzlanıyordum. İçlerin­
den biri olmayışıma öfkeleniyordum; ruhlarını paylaşamadığımdan
dolayı öfkeleniyordum. Haliyle yabancılarla, -benim gibi- geçerken
uğrayan kimselerle dolu otel lobisinde bile, o yüzden sonsuz tedir­
ginliğe kapılıyor ve imreniyordum: Herkes, -beklemekte, dinlen­
mekle ya da vakit öldürdükleri açıkça belli olanlar bile- niyetlerinin
ne olduğunu öyle kesinlikle bilirmiş izlenimi veriyorlardı ki, öyle
meşgul, öyle kararlı, varlığı onları beklernesiyle anlam kazanan bir
yere yönelmek üzere, o andaki başlamak üzere ya da düşledikleri ya
da tasarladıkları etkinliklerine öyle dalmış görünüyorlardı ki, ölü
saatlerimin bilinci müthiş moralimi bozuyordu, ve sonunda oralar­
da kaldığım sırada zevk aldığım tek an, partisyonlarla ve notlada
dolu evrak çantam elimde, sokağa çıkıp prova salonuna yönelmek
üzere o holden geçtiğim an oluyordu, bir de o geçişimin sürdüğü
birkaç dakika: Görünümümün, halimi n, hareketlerimin başkaları­
mukine uyabildiği tek andı o, kentin talihli yerleşik sakinleri gibi
benim de adımlarımı, başka hiçbir seçeneğim olmaksızın, somut
ve -daha da önemlisi-, o gizemli ve ele gelmez topluluğun bazı
üyeleri (opera emprezaryoları) tarafından önceden belirlenmiş bir
yere yöneltmek zorunda olduğum an. O geçişim süresince hızlı ve
kararlı adımlarla yürüyordum, dimdik karşıya bakıyordum, trafik

22
ışıklarından başka yerde duraklamıyordum, yüzlere ve yapılara
dalıp gitmiyordum, sabahleyin işine gücüne dalmış, adsız ve hepsi
birbirinin yerini tutabilecek kişilerden oluşan kalabalığın akışında,
-bir kez olsun- nereye gittiğiınİ ve nereye gitmek zorunda olduğu­
mu biliyordum. O biricik, arzulandığı oranda kısa süren andan pek
büyük bir keyif alıyordum, sonunda onların karşısında içlerinden
biri gibi görünebiliyordum, dolayısıyla, zaten tanımadığım hiçbir
kimseyi tanımak için hiçbir İsteğim olmuyordu . Çünkü bir kentte
yerleşik olarak oturan kişinin -iyi ya da kötü, onu mutlu ya da
mutsuz eden- tanıdık çevresi az çok dolmuş sayılır.
Ona karşılık, bir kez otele dönünce, ve en çok da provalardan
sonra kentte uzun süre amaçsızca -kendimi hep büyük başkentlerin
iğreti nüfusunun parçası duyarak- dolaşmışken, isterse benim gibi
başka kentten ya da ülkeden gelmiş bir yabancı olsun, birilerini
tanıma açısından bana kalan tek olanak, otelin holü ve barıydı,
orada da, az önce söylediğim gibi, uygun ve herhangi bir türden
(ortada maddi ya da cinsel çıkar olmaksızın, onlar duruma göre,
ruhları paylaşmak açısından iyi bir yol değildir) bir sohbeti başlat­
maya hazır tek kişi genellikle gezgin satış elemanı oluyordu, tam
da o günlerde o belli lüks otelde konaklamayı seçmişti, o arada,
evlerinden uzakta ve yolculuğa çıkmış kişiler arasında bile, giysi­
lerin her zaman ütülü olduğu başka yaşamların varlığını kaçamak
fark edecekti ve o sayede, umutsuzluğunun son sınırına varacak
ve başkaldırı ya da ölüm kararını kesinleştirecekti.

23
Ancak tüm bunlar bu sabahki düşümde yoktu ya da en azından bu
anlattığım kadar düzenle sıralanmış değildi, yine de betimlediğim
duyumsamalar onun çerçevesi sayılır, çünkü bundan dört yıl önce,
o güne değin üstlendiğim en önemli rollerden birini, Verdi'nin
Otello'sunda Cassio rolünü oynamak üzere bir vakitler kendi ken­
tim olan Madrid'e geldiğimde de o duyumsamalar vardı ve beni
bunaltıyorlardı. İki upuzun günü bu sevimsiz duyumsamalara ka­
pılmış olarak geçirdiğiınİ anımsıyorum, üstelik Madrid'de büsbütün
yüzeye çıkıyorlardı, çünkü binalar benim gözümde hiçbir yenilik
taşımıyordu , keşfedilmeleri gerekmiyordu, dolayısıyla sokaklarda
gezinirken beni o denli oyalamıyorlardı, her şey bir yana, bir yandan
kendimi ziyaretçi gibi duyuyorken, öte yandan öyle olmadığımı yani
tümüyle öyle olmadığımı biliyordum ve başka kentlerdeyken onca
arzuladığım şeyin başıma gelmesinden bu kez ürküyordum: Yerleri
hatırlamaktan kaçınamayışımdan ötürü, görünümümden -belki de
yüz hatlarımdan-, kendi dilimi aksansız konuşmamdan ötürü beni
kentin yeriisi ya da sakini sanabilirlerdi. Her şey tuhaf bir biçimde
hem tanıdık hem yabancı, ya hem yakın hem itici geliyordu, yerli
halkın iddialı ve gülünç tavırlarından, hemen tüm sokakların pis­
liğine ve boğuculuğuna, hep (artık çoğu siyah değil de beyaz olan)
taksilerle dolu -magandaların keyfine kalmış- başı boş trafikten,
en münasebetsiz saatlerde neden tıklım tıklım dolu oldukları ania­
şılamayan kafe barlara, insanların bağırıp çağırmalarından ve kaba
davranışlarından sinemaların cephelerindeki koskocaman çağdışı
afişlere ve her yerde hazır ve nazır çöp kamyonlarına değin. Hepsi
iğrençti ve benimdiler.
Belki de bütün kentle ilişkilerime egemen olan o duygu ikile­
minden ötürü, üçüncü gece, yatmaya gitmeden önce otelin barında
-orada hiç değilse tanışıklık ve yabancılık bütün başkentlerde alışık
olduğum sınırlar içinde kalıyordu- bir bardak sıcak süt içiyorken,
boş tezgahta iki metre kadar ötemde duran adamı görünce gere­
ğinden fazla duraksadım: Alıştığımdan daha tanıdık gelmesi benim

24
mazide kalmış Madrid geçmişimden çıkagelen bir çehre olmasından
ve -örneğin- tesadüfen biriyle orada randevulaşmış bulunmasından
ötürü müydü, yoksa ecellerine yönelen gezgin satış elemanlarının
ortak özelliklerinin hemen tamamını sergilemesinden ötürü mü.
Bakışı apansızın her türlü çekingenlikten sıyrılmış ya da niteliğine
kendi karar vereceği eşsiz bir deneyimi savsaklarmış gibi pırıltılı ve
canlıydı; ilk bakışta yeniymiş gibi görünen yıpranmamış giysiler:
Fazla ani olarak, yani arada bir geçiş dönemi olmaksızın yeniden
kullanıma sokulmuşlar; kısa süre önce edinildiği sezinlenen ancak
ve ancak tatil günlerinin arifesinde Kuzeylilerinkiyle ya da bir barın
önüne konuşlanmaya karar veren Amerikalılarınkiyle kıyaslanabilir
bir içki susuzluğu, anlaşıldığı kadarıyla o konuşlanma kafalarında
hem süreç hem amaç olarak alkol tüketimine sıkı sıkıya bağlıdır;
kimi sarhoşların çenelerinin açılmasıyla hiç ilişkisi olmayan -çünkü
gezgin satış elemanları, ne denli sarhoş olurlarsa olsunlar, vak­
tinden önce keşfedilrnek korkusuyla ölçülü davranışlarını, patlak
verecekleri ana değin ihtiyatla sürdürürler- ve yalnızca tafralı bar­
mene ya da herhangi bir müşteriye yönelttikleri sabırsız bakışlarda
gözlemlenebilen, apaçık bir muhabbet aramşı; hemen hep düşük
ya da en azından gevşek çoraplar, -temizleme servisi daha fazlasım
becerememiştir-; çoğu zaman masanın ya da tezgahın üstünde bir
kararsızlık hareketiyle kavuşturulmuş elierin duruşu -kabul edilip
edilmeyecekleri asla bilinmeyen duaların bir kalıntısı-, kimi zaman
benim de içimdeki gizli umutsuzluklara anlık bir rahatlama sağlayan
o duruş. Birkaç dakika istemeden göz ucuyla baktıktan ve belleğiınİ
zorladıktan sonra adamın dört beş gün önce trende karşımda otu­
ran kişi olduğunu anlamama olanak veren şey, on sekizinci yüzyıl
tablolarında ya da karnaval kıyafetlerinde dantelli bileklerden çıkan
eller gibi ufacık olan elleri oldu. Görünümü öylesine alışılmadık
olan o adamı derhal tamyamamıştım, çünkü her şey bir yana, onu
ilk kez gördüğümde iki ayrıntısını seçememiştim ve şimdi, ilkin
bana ısrarlı bakışlar yönelttikten, ardından benden yana dönüp,
neredeyse benim onu tanıdığım sırada beni tanıdığım belirterek
bana hitap edince, iki ayrıntısını engelsiz gözlemlerne fırsatı bul­
dum, gerçekten de en çok (feci cafcaflı ceketinden, iri kafasından,
buram bu ram kolonyasından daha fazla) dikkati çeken özellikleriydi
bunlar: Rahatlıkla patlak diye ni teleyebileceğim gözleri ile kısa, can­
dan gülümsemesiyle hemen açığa çıkan yüksek, kabarık dişetleri.

25
"Siz" dedi bana, ufacık parmağını kımıldatıp çenemi işaret ede­
rek -tanımadığını biri olduğundan aşırı samimi bir hareketmiş gibi
geldi-, "Siz birkaç gün önce bizimle aynı trendeydiniz, öyle değil
mi?" Ve yanıtlamama ya da doğrulamama fırsat bırakmadan ekledi:
"Beni hatırlamıyor musunuz?"
Bu iki tümce, söylendiklerinin tıpkısı olarak bu sabahki dü­
şümde üst üste, üst üste yinelendiler, ama biz sözcüğünü ben o
zamankinden daha ağır ağır işitiyordum, o sırada -yine de sanı­
rım siyah-beyaz olarak- Daıo'nun hoşnut ve içten gülümsemesini
görüyordum, bir elinde hemen hemen boşalmış bir viski bardağı,
öbür eliyle, nice zamandır beklediği kimsenin sonunda karşısına
çıktığını gören birinin hoşnutluğu ve rahatlığıyla hep öyle çene­
mi işaret ediyordu. Evet, hatırlıyordum onu . Hatırlıyordum onu .
Bilmem neden, düşlerin seçici belleği duyularımız uyanıkkenki
belleğimizden öylesine farklıdır, çünkü bu ikincilerin hastırdığı
şeyin birincilerde farklı kılıklarla ortaya çıktığı yolundaki şu hak­
kaniyetli açıklamalara inanmak elimden gelmiyor. O inanışta bana
fazlasıyla dinsel nitelikliymiş gibi gelen bir öğe var, belirsiz bir telafi
fikri; bu fikrin de aklıma getirdiği şey, içinde kötülüğün uyarısı,
insanın kulak asmayışı, haklıların ezilişi, karşıtların savaşımı, ifşa
edilmeyi bekleyen gerçek gibi kavramların izini taşıdığı, bir de
tanrılada bilincimize kıyasla daha doğrudan ilişkili bir yanımız
olduğu kavramı. Dolayısıyla, düşleTimizde zamanın inatla duru­
verdiği durumların, dramatik ya da aniatısal ya da ritmik nitelikli,
uygarca, geleneksel soluklanmalar olduğuna inanmaya eğilimliyim,
hani kitaplardaki bölüm sonları ya temsillerde verilen aralar gibi,
yemekten sonra içilen sigara gibi, günün işlerine başlamadan önce
gazeteye göz gezdirmek, korkulan bir mektubu okumadan önceki
duraklayış ya da gece sokağa çıkmadan önce aynaya son bir göz
atış gibi. Ya da belki kuşkudan kaynaklanıyor olabilirler, çünkü
düşteki gerçek ile düşteki düşünce genelde sanıldığı kadar dos­
doğru akıp gitmezler. Kimi düşlerde, gündüz gözü de olduğu gibi,
duraklama, gerileme, düzeltme ve ölü zamanlar olur. Hatta kimi
kez onları rayına oturtmak için oyalanmamız, yani o vakitleri bile
bile öldürmek gerekir. Kimi eski insanların inanışlarından pek uzak
değilim, ben de onlar gibi, düşlerde, kendimize yaptığımız kehanet
ve uyarılardan başkaca, günü barındıran o aynı ve biricik dünyaya
ilişkin ve tetikte duran bir bilinçle çelişmeyen sezilerin ve açıklama-

26
ların -isterse eğretilemeli olsunlar, eğretilemeli olmalannda çelişki
yok- varlığını görüyorum, gece alemi sabah olduğunda bize pek
yabancı gelse de, bu böyle. Örneğin ben düşümde Wagner operası
söylediğimi görmüşümdür, aslında yapıtlarını asla söylemeyeceğim
bir bestecidir, çünkü sesim ona elvermez, hem gerekli uzmanlıktan
yoksunum. Yine de kendimi zorlasam gündüz gözü Wagner söy­
leyebilirim, dahası, gündüz gözüyle tıraş olurken kendi kendime
mırıldanmayı bile denemediğim Wagner rollerini aklımda kusur­
suz tutabilirim; fakat seslendirecek durumda olmasam da onları
düşünebilirim, zaten bunu şarkıcı olmasa da belleği olan herhangi
bir kimse yapabilir, hatta onları bilse bir gezgin satış elemanı bile
yapabilir. Bunu duyularım uyanıkken yaparım ve Wagner operası
söylediğimi düşlediğimde yaptığım ya da yapmadığım ölçüde arya­
mı söylerim ya da söylemem. Ve dün gece düşümde dört yıl önce
gerçekten başıma gelmiş bir şeyi gördüm, şayet gerçek sözcüğü bir
işe yararsa ya da herhangi bir şeye karşı çıkabilirse. Elbette ki arada
farklar vardı, çünkü olaylarla benim geçmişi görüşüm birbirine
karşılık vermekle birlikte, olanları bir başka sıralamayla gördüm, bir
başka zamanda, başka zaman kesintileri ya da hölümlenmelcriyle,
yoğunlaşmış olarak, kendi seçimime göre, ve -kesin ve tutarsız
olan da şu- gerçekte yaşanmış olanı esasen biliyordum, örneğin
düşümde, ilk kez karşılaşmadan önce, Data'nun adını, kişiliğini ve
davranışını biliyordum. İşin tuhafı şu ki kafamda artık olayın özeti
varken, düşümde düzenli bir süreç vardı. Ona karşın kesin olan,
düş gördüğüm sırada, düşüm bundan dört yıl önceki olaydan bir an
gelip ayrılacak mıydı, yoksa ona sonuna değin bağlı mı kalacaktı,
bilmiyordum; sonunda bağlı kaldı, şimdi sabah ilerliyorken bunu
biliyorum ve söyleyebilirim. Ancak şurası da bir gerçek ki, şimdi
anlattıklarım hangi noktaya değin gerçekte olan şeyler ve hangi
ölçüde olanı düşleyişim, bunu bilmiyorum, oysa ikisi bana aynıy­
mış gibi geliyor. Bir kez bir Alman yazarın kitabında okumuştum,
kahvaltı etmeyen kimseler günle ilişki kurmaktan kaçınmak, güne
başlamamak isteyen kimselermiş, çünkü insan aslında ancak ikinci
uyanışla, yani midenin uyanışıyla gölgelerden ve gece aleminden
tümüyle sıyrılabilirmiş, ve ancak karşı kıyıya sağ salim ulaşmışken,
düşünde gördüğünü o düş felaketler getirmeksizin aniatma iznini
kendine verirmiş, çünkü aç karnma anlatacak olursa, insan hala
düşünün egemenliği altında olurmuş ve sözleriyle ona ihanet eder-

27
miş, böylece kendini onun öc almasına sunarmış. Ve onu uykuda
konuşur gibi anlatırmış. Kökünü halk geleneklerinden aldığı apaçık
belli olan bu fikir, psikiyatrların , psikologların, psikanalistlerin,
psikoterapistlerin ve psique yani ruh terimini vara yoğa kullanan
diğer kişilerin evirip çevirdikleri fikirler gibi, düşü çok ciddiye alma
iddiasının altında, ona karşı sonsuz bir küçümseme gizler; öyledir,
çünkü şu temelden yola çıkar: Birbirinden ayrı iki dünya vardır, biri
düş, öbürü uyanıklık dünyası, ya da işin kötüsü, birbirine düşman,
hasım, birbirine kuşkuyla bakan iki alem, zenginliklerini ve bilgile­
rini birbirinden gizlerneye yatkın, onlar elinden şiddetle koparılma­
dıkça, zorla başka bir şeye dönüştürülmedikçe, kendi alanlarından
birine işgalci bir yorumlama uygulanmadıkça paylaşmaya ya da bir
araya getirmeye razı değildir, ayrıca, o baskın çıkma arzusunu, o
fetih ruhunu duyan taraf yalnızca gündüz tarafıdır. Ama ben şunu
itirafa hazırlanıyordum: Böyle bir fikri kabullenmediğimden, ne
olur ne olmaz, bu sabah kahvaltı etmemeye karar verdim, umudum
iki şeyi, gerçekte olmuş olanı ve olanı düşleyişimi birlikte anlat­
mak, ikisini birbirinden ayırmaksızın. O nedenle henüz hiçbir şey
yemedim, bakalım ne vakit yiyebileceğim.

28
Ve yine de size her şeyi anlatmaya direniyorum. Kendi öyküsün­
den ya da düşlerinden ürken bir zavallı tenorum ben, güfte yerine
sözcüklere, başkalarının yazdırmadığı metinlere, yazılı olarak hazır
bulduğu, öğrendiği, ezberlediği, yinelemeli metinler yerine yara­
tılan tümeelere başvurmak, şimdiye değin tek bildiği anlatım yolu
olan güçlü sesini felce uğratıyor sanki. Elimde libretto olmadan
konuşmak zor geliyor.
Ben o vakitler tümüyle serbest bir erkek değildi m ve bilmediğim,
korkarım asla bilemeyeceğim şey, o gece otelin barında Da to mede­
ni halimi sorunca niçin yalan söylediğim. O ilk sorularından biri
olmadıydı ama fark etmez: Bana önerdiğini belirtıneden önereceği
şeyi bilmiyordum henüz. Ve eğer ben gerçeği söylemiş olsaydı m,
belki de o hiçbir öneride bulunmayacaktı.
"Demek opera şarkıcısısınız. Bu kadar güçlü bir göğsü , omuz­
ları, göğüs kaslarını, bu heybetli gövdenizi görünce tahmin etme­
liydim; siz opera şarkıcısının canlanmış imgesisiniz, hiç söyleme­
diler mi? Ben müzikten pek anlarnam ama müziğin her türlüsü ne
bayılırım, nasıl olursa olsun, müzik dinlemekten hiç usanmam,
neyle uğraşıyorsam uğraşayım, doğru söylüyorum, herhangi bir
yerde, herhangi bir durumda dinlerim. Hem sizin heyecan verici
bir yaşantınız olmalı, öyle değil mi?"
Durumum konusunda yalan söylediğim ana değin ona doğru
söylemiştim, gerçi Daıo'nun tavırlarını daha başlangıçtan hiç beğen­
memiştim, yaptığı yorumlar adamakıllı harcıalemdi, o kadar ki sıra
yanıtlamaya geldiğinde bir an düşündüm: Eskiden kendi kentim
olan yerde birazcık ahbaplık uğruna, böyle ipe sapa gelmez, bin kez
karşılaştığım ve haliyle (daha başından belli) bilgisizlikten kaynak­
lanan saygısızlığın izlerini taşıyan bir gevezeliğe yakayı kaptırmaya
sahiden değer miydi? Ama kesin olan şu ki, davranışlarının ve ilk
sözlerinin bayağılığına karşın, onda insanın merakını uyandıran,
aynı zamanda güven veren bir şey vardı (bir gezgin satış elemanı
olduğu sanısını artık kesinlikle bırakmıştım: Fazlasıyla tasasızdı,

29
sesiyle el hareketleri fazlasıyla baygındı; iyi bakıldığında giysileri
fazlasıyla pahalıydı) . Ses tonunun sıradanlığına karşın, görünümü
ve yüz ifadesi bana yine gerçekdışı geliyordu ya da -Daumier'nin bir
karikatürü gibi- fazlasıyla gerçeksi. Yüzündeki kaygısız gülümseyiş
hiç silinmiyordu, neredeyse patlayacak gibi kabarık, sağlam dişet­
lerini sergiliyordu, mini mini ellerini çabuk çabuk kımıldatıyordu.
"Yani, pek heyecan verici sayılmaz. Renkli bir yaşantı, ilginç,
insan bu kadar çok yer değiştirince uyuşup kalmıyor. Ama öyle
sandığınız gibi de değil, münzevi ve çetin bir yaşantı. Bunca yolcu­
lukla dağılıyor insan." Ve kısaca (ama coşkuyla) karabasanlanından
ve hoşnutsuzluğumdan, son aşamasına varmayan ya da alttan alta
süren umutsuzluğumdan dem vurdum , sonunda artık zorunlu
olmaya başlayan soruyu sordum: "Ya siz ne işle uğraşıyorsunuz? "
Söylediğim gibi, onun trende pencere camında kendi yansıma­
sını öyle dikkatle inceleyen adam olduğunu anladığım andan beri,
bir gezgin satış elemanı olamayacağını kavramıştım artık; ama o
durumda aklıma gelen iş (pek de ikna olmadan ve üstünkörü acaba
"orta çaplı bir şirket sahibi falan mı?") dışında ne tür etkinlikleri
olabileceğini durup düşünmemiştim. Zaten düşünsem de vereceği
yanıt aklımdan bile geçmezdi:
"Ben refakatçiyim . Yani, şaşırmayın. Pasaportumda böyle yaz­
mıyor, resmi uğraşım bu sayılmaz herhalde, daha çok özel sekreter,
borsa danışmanı, Man ur şirketinin İber Yarımadası'ndaki temsilci­
siyim, hangisi hoşunuza giderse. Zamanında borsa ajanıydım, o da
insanı damgalıyor tabii, iz bırakıyor, ne yaparsınız? Ama aslında
uğraşım refakatçilik. İnsan benim yaşıma varmışken gerçeği çarpı­
tarak kasım kasım kasılınaya değmez. Aslında refakatçiden öte bir
şey değilim. Ama doğrusu ya, iyi para veriyorlar."
O gevezelik ilgimi çekiyor mu çekmiyar mu diye yine kendimi
sorguladım, o yüzden anında yanıtlamadım, önümde duran, hala el
değdirmediğim bir bardak sütü başıma diktim, Data da bana yine
densiz bir gözlernde bulunmak için bunu fırsat bildi:
"Boğazınıza iyi bakmak zorundasınız, soğuk hiçbir şey içme­
melisiniz, öyle değil mi? Bana bir viski daha, lütfen."
"Evet" diye yanıdadım mihaniki olarak. "Boğazımı üşütmemek,
bu esas. Örneğin haziran ayı ilerlemeden kaşkolümü boynurndan
çıkardığım enderdir, o bile hava durumuna bağlı."
"Ya, demek öyle. Peki kaşkol takmaya ne zaman başlarsınız?"

30
"Eylülde, genellikle ilk günlerinde. Eğer haziran sonunda ya
da eylül başında boynu kaşkolle sarılı genç bir adam görürseniz,
opera sanatçısı olduğu kesindir. Nankör bir yaşantı, diyorum ya,
yığınla eziyeti, yığınla zorunluğu var. Sıradan bir soğukalgınlığı bile
lükstür, tahmin edebileceğiniz gibi felaket olur, çünkü çarçabuk
iyileşse bile, dört beş hafta geçmedikçe ses eski pürüzsüzlüğüne
kavuşamaz. Ve biz o arada sözleşmelerimize uyamayız ya da aksatı­
rız, hem nüfuzumuzdan hem kazancımızdan oluruz. Ama söyleyin,
refakatçi olmak ne demek?" dedikten sonra sohbeti yeniden o ana
değin dikkatimi çekmiş olan tek noktaya getirdim: Dikkatimi çeken
şey eskiden benim kentim olan yerde benimle arkadaşlık eden o ki­
şinin tam da meslekten refakatçi olduğunu söyleyişiydi: "Refakatçi
olmak demek? Kime refakat ediyorsunuz? Ve nasıl çalışıyorsunuz?
Sizi tutuyorlar mı?"
Daıo'nun yüzünde öncekilerden de geniş bir gülümseme be­
lirdi (sevimli biriydi ya da öyle sayılmayı istiyordu) ve yeni viski
bardağını tutmadan önce, narin ellerinden birini hayır anlamında
salladı.
"Hayır, beni anlamadınız. Refakatçi küçükhanımlardan biri de­
ğilim, eğer düşündüğünüz oysa; bilirsiniz, hani filmlerde hastalara
bakan ya da ihtiyarcıklara yardımcı olan şu kişiliksiz, özenli ve dedi­
ği dedik kadınlardan biri. Demek istiyorum ki teorideki görevlerime
(borsa danışmanı falan filan) karşın, en çok yaptığım şey, bana en
çok ihtiyaç duyulan, en yararlı olduğum görev, işverenierime eşlik
etmek. Siz onları görmediniz mi? Dikkat etmediniz mi? Trende
bizimle birlikte yolculuk ediyordunuz."
Elbette görmüştüm onları, incelemiş, çözümlemiştim, hatta
tanımlamıştım: Sömürücü bir erkekle bahtsız bir kadın, biri güçlü,
biri melankolik, biri hırslı, biri feleğini şaşırmış. Bana öyle görün­
müşlerdi, nitekim onları gördüğümden beri birkaç kez aklıma gel­
mişlerdi. Evet, düşümde gördüm ki o anda Dato ile konuşuyorken,
onları anımsadığımı ya da Madrid'de bulunduğum ilk üç günde,
Zarzuela Tiyatrosu'nda Verdi'nin Otello'sunda Cassio rolümün pro­
valarına başladığım sırada, belieğimden gelip geçtiklerini kabul
ediyordum. Kadına yönelmişti düşüncelerim. Elbette görmüştüm
onları, elbette dikkat etmiştim ama, nedenini pek iyi bilmeksizin
-ya da şimdi belki gayet iyi bilerek- birkaç saniye belieğimi kur­
calarmış gibi yaptım.

31
"Ha, bir çifttiler, galiba adamın çok. . . heybetli bir hali mi vardı,
ne?" Heybetli sözcüğünü kullanmış olmayı istemezdim, çünkü fi­
ziksel görünümden söz ederken çok kullanılır: Onu ruhen niteleyen
bir sıfat kullanmayı istemiştim ama o vakit aşağılayıcı olmayacak
daha iyi başka bir sözcük aklıma gelmedi.
"Tam üstüne bastınız, adam çok heybetlidir. Bay Manur çok
heybetlidir. Ona karşılık kadın acınası biri. Görünüşü değil elbette,
çok çekici ve zariftir ama ziyan olmuş biri, çok bahtsız. Ve tabii,
en çok refakat ettiğim o, hem evde, Brüksel'de (bey Belçikalı'dır,
biliyor musunuz?, Brüksel'de oturuyoruz) hem arada bir yaptığımız
şimdiki gibi yolculuklarda. Özellikle yolculuklarda. Hanım, biliyor
musunuz, kendine bir gelecek görmüyor, içi sıkılıyor. Acılar içinde,
asla hoşnut olmuyor, hem kendince nedenleri yok değil. Benim
görevim onu oyalamak, elden geldiğince az sıklıp az acı çekmesini,
böylece Bay Manur'a pek fazla köstek olmamasını, o kadar üzülme­
mesini, bugüne odaklanmasını, kendini bırakmamasını sağlamak.
Ben onun yakınmalarını dinliyorum, sırdaşlık ediyorum, mantık
yürüterek avutuyorum, kendi adıma ve Bay Manur'un adına da
sabırlı olmasını rica ediyorum, olumsuzlukların yanı sıra olumlu
şeylerin varlığını da gösteriyorum; sinemaya, bir sergiye, tiyatroya,
operaya, bir konsere giderken eşlik ediyorum; kendisi eski kitap­
lara ve genelde antikalara meraklıdır, ben de Paris'in, Londra'nın,
New York'un en seçkin kitapçılarının upuzun katalogianna baş­
vuruyorum, onları ineeliyorum ve kendisi için en tuhaf, en değerli
kitapları, ender bulunan pahalı baskıları sipariş ediyorum, hep
ilgisini çekebilecek yapıtları; hem onunla birlikte açık artırmalara
gidiyorum, el kaldırıyor ya da gerekli işareti yapıyorum, oralarda
yalnız kitaplar değil, mobilyalar, minik heykeller, çanak çömlek,
halılar, duvar saatleri, mektup açacakları, ufak kutular, kağıt ağır­
lıkları, gravürler, çerçeveler, heykelcikler, hayalinize gelebilecek her
şeyi satın alıyoruz, hepsi sıradışı, hepsi çok antika ve dört dörtlük
bir zevkin ürünü. Ben elimden geleni yapıyorum, fakat düş gücüm
pek geniş değildir, hem yıllar yılıdır böyle sürüp gidiyor ve artık
yorgun düştüm, çok yorgun. Dertlerinin neler olduğunu biliyorum,
ezberledim onları, o da yürüttüğüm mantıkları, başvurduğum ça­
releri, ikna yollarımı biliyor."
Dato bardağından bir yudum almak için sözlerine ara verdi.
Yakınmaya başladığı belliydi ama sesinde, davranışlarında, yaran-

32
Another random document with
no related content on Scribd:
“Suspect? I suspect nothing!”
The girl stood looking at her fixedly under dark menacing brows. “I
do, then! I wouldn’t allow myself to before; but all the while I knew
there was another woman.” Between the sentences she drew short
panting breaths, as though with every word speech grew more
difficult. “Mother,” she broke out, “the day I went to Baltimore to see
him the maid who opened the door didn’t want to let me in because
there’d been a woman there two days before who’d made a scene. A
scene—that’s what she said! Isn’t it horrible?” She burst into tears.
Kate Clephane sat stupefied. She could not yet grasp the
significance of the words her daughter was pouring out, and
repeated dully: “You went to Baltimore?” How secret Anne must be,
she thought, not only to have concealed her visit at the time, but
even to have refrained from any allusion to it during their stormy talk
at Rio! How secret, since, even in moments of seeming self-
abandonment, she could refrain from revealing whatever she chose
to keep to herself! More acutely than ever, the mother had the sense
of being at arm’s length from her child.
“Yes, I went to Baltimore,” said Anne, speaking now in a controlled
incisive voice. “I didn’t tell you at the time because you were not well.
It was just after you came back from Meridia, and had that nervous
break-down—you remember? I didn’t want to bother you about my
own affairs. But as soon as I got his letter saying the engagement
was off I jumped into the first train, and went straight to Baltimore to
see him.”
“And you did?” It slipped from Kate irresistibly.
“No. He was away; he’d left. But I didn’t believe it at the time; I
thought the maid-servant had had orders not to let me in....” She
paused. “Mother, it was too horrible; she took me for the woman who
had made the scene. She said I looked just like her.”
Kate gasped: “The negress said so?”
Her question seemed to drop into the silence like a shout; it was as if
she had let fall a platter of brass on a marble floor.
“The negress?” Anne echoed.
Kate Clephane sank down into the depths of her chair as if she had
been withered by a touch. She pressed her elbows against her side
to try to hide the trembling of her body.
“How did you know it was a negress, mother?”
Kate sat helpless, battling with confused possibilities of fear; and in
that moment Anne leapt on the truth.
“It was you, mother—you were the other woman? You went to see
him the day you said you’d been to Meridia?” The girl stood before
her now like a blanched Fury.
“I did go to Meridia!” Kate Clephane declared.
“You went to Baltimore too, then. You went to his house; you saw
him. You were the woman who made the scene.” Anne’s voice had
mounted to a cry; but suddenly she seemed to regain a sense of her
surroundings. At the very moment when Kate Clephane felt the flash
of the blade over her head it was arrested within a hair’s-breadth of
her neck. Anne’s voice sank to a whisper.
“Mother—you did that? It was really you—it was your doing? You’ve
always hated him, then? Hated him enough for that?”
Ah, that blessed word—hated! When the other had trembled in the
very air! The mother, bowed there, her shrunken body drawn in on
itself, felt a faint expanding of the heart.
“No, dear; no; not hate,” she stammered.
“But it was you?” She suddenly understood that, all the while, Anne
had not really believed it. But the moment for pretense was past.
“I did go to see him; yes.”
“To persuade him to break our engagement?”
“Anne—”
“Answer me, please.”
“To ask him—to try to make him see....”
The girl interrupted her with a laugh. “You made him break our
engagement—you did it. And all this time—all these dreadful months
—you let me think it was because he was tired of me!” She sprang to
her mother and caught her by the wrists. Her hot fingers seemed to
burn into Kate’s shivering flesh.
“Look at me, please, mother; no, straight in the eyes. I want to try to
find out which of us you hated most; which of us you most wanted to
see suffer.”
The mother disengaged herself and stood up. “As for suffering—if
you look at me, you’ll see I’ve had my share.”
The girl seemed not to hear. “But why—why—why?” she wailed.
A reaction of self-defence came over Kate Clephane. Anne’s white-
heat of ire seemed to turn her cold, and her self-possession
returned.
“What is it you want me to tell you? I did go to see Major Fenno—
yes. I wanted to speak to him privately; to ask him to reconsider his
decision. I didn’t believe he could make you happy. He came round
to my way of thinking. That’s all. Any mother would have done as
much. I had the right—”
“The right?” Anne shrilled. “What right? You gave up all your rights
over me when you left my father for another man!”
Mrs. Clephane rose with uncertain steps, and moved toward the
door of her bedroom. On the threshold she paused and turned
toward her daughter. Strength had come back to her with the thought
that after all the only thing that mattered was to prevent this
marriage. And that she might still do.
“The right of a friend, then, Anne. Won’t you even allow me that?
You’ve treated me as a friend since you asked me to come back.
You’ve trusted me, or seemed to. Trust me now. I did what I did
because I knew you ought not to marry Major Fenno. I’ve known him
for a great many years. I knew he couldn’t make you happy—make
any woman happy. Some men are not meant to marry; he’s one of
them. I know enough of his history to know that. And you see he
recognized that I was right—”
Anne was still staring at her with the same fixed implacable brows.
Then her face broke up into the furrows of young anguish, and she
became again a helpless grief-tossed girl, battling blindly with her
first sorrow. She flung up her arms, buried her head in them, and
sank down by the sofa. Kate watched her for a moment, hesitating;
then she stole up and laid an arm about the bowed neck. But Anne
shook her off and sprang up.
“No—no—no!” she cried. They stood facing each other, as on that
other cruel night.
“You don’t know me; you don’t understand me. What right have you
to interfere with my happiness? Won’t you please say nothing more
now? It was my own fault to imagine that we could ever live together
like mother and daughter. A relation like that can’t be improvised in a
day.” She flung a tragic look at her mother. “If you’ve suffered, I
suppose it was my fault for asking you to make the experiment.
Excuse me if I’ve said anything to hurt you. But you must leave me
to manage my life in my own way.” She turned toward the door.
“Goodnight—my child,” Kate whispered.
XVII.
TWO days later Fred Landers returned.
Mrs. Clephane had sent a note begging him to call her up as soon as
he arrived. When his call came she asked if she might dine with him
that night, and he replied that she ought to have come without
asking. Anne, he supposed, would honour him too?
No, she answered; Anne, the day before, had gone down to the
Drovers’ on Long Island. She would probably be away for a few
days. And would Fred please ask no one else to dine? He assured
her that such an idea would never have occurred to him.
He received her in the comfortable shabby drawing-room which he
had never changed since his mother and an old-maid sister had
vanished from it years before. He indulged his own tastes in the
library upstairs, leaving this chintzy room, with its many armchairs,
the Steinway piano and the family Chippendale, much as Kate had
known it when old Mrs. Landers had given her a bridal dinner. The
memory of that dinner, and of Mrs. Landers, large, silvery,
demonstrative, flashed through Mrs. Clephane’s mind. She saw
herself in an elaborately looped gown, proudly followed by her
husband, and enclosed in her hostess’s rustling embrace, while her
present host, crimson with emotion and admiration, hung shyly
behind his mother; and the memory gave her a pang of self-pity.
In the middle of the room she paused and looked about her. “It feels
like home,” she said, without knowing what she was saying.
A flush almost as agitated as the one she remembered mounted to
Landers’s forehead. She saw his confusion and pleasure, and was
remotely touched by them.
“You see, I’m homeless,” she explained with a faint smile.
“Homeless?”
“Oh, I can’t remember when I was ever anything else. I’ve been a
wanderer for so many years.”
“But not any more,” he smiled.
The double mahogany doors were thrown open. Landers, with his
stiff little bow, offered her an arm, and they passed into a dusky
flock-papered dining-room which seemed to borrow most of its
lighting from the sturdy silver and monumental cut-glass of the
dinner-table. A bunch of violets, compact and massive, lay by her
plate. Everything about Fred Landers was old-fashioned, solid and
authentic. She sank into her chair with a sense of its being a place of
momentary refuge. She did not mean to speak till after dinner—then
she would tell him everything she thought. “How delicious they are!”
she murmured, smelling the violets.
In the library, after dinner, Landers settled her in his deepest
armchair, moved the lamp away, pressed a glass of old Chartreuse
on her, and said: “And now, what’s wrong?”
The suddenness and the perspicacity of the question took her by
surprise. She had imagined he would leave the preliminaries to her,
or at any rate beat about the subject in a clumsy effort to get at it.
But she perceived that, awkward and almost timorous as he
remained in smaller ways, the mere habit of life had given him a
certain self-assurance at important moments. It was she who now
felt a tremor of reluctance. How could she tell him—what could she
tell him?
“Well, you know, I really am homeless,” she began. “Or at least, in
remaining where I am I’m forfeiting my last shred of self-respect.
Anne has told me that her experiment has been a mistake.”
“What experiment?”
“Having me back.”
“Is that what she calls it—an experiment?”
Mrs. Clephane nodded.
Fred Landers stood leaning against the mantelpiece, an unlit cigar in
his hand. His face expressed perplexity and perturbation. “I don’t
understand. What has happened? She seemed to adore you.”
“Yes; as a visitor; a chaperon; a travelling companion.”
“Well—that’s not so bad to begin with.”
“No; but it has nothing on earth to do with the real relation between a
mother and daughter.”
“Oh, that—”
It was her turn to flush. “You agree with Anne, then, that I’ve forfeited
all right to claim it?”
He seemed embarrassed. “What do you mean by claiming it?”
She hesitated a moment; then she began. It was not the story she
had meant to tell; she had hardly opened her lips before she
understood that it would be as impossible to tell that to Fred Landers
as to Anne. For an instant, as he welcomed her to the familiar house,
so full of friendly memories, she had had the illusion of nearness to
him, the sense of a brotherly reassuring presence. But as she began
to speak of Chris every one else in her new life except her daughter
became remote and indistinct to her. She supposed it could not be
otherwise. She had chosen to cast her lot elsewhere, and now,
coming back after so many years, she found the sense of intimacy
and confidence irreparably destroyed. What did she really know of
the present Fred Landers, or he of her? All she found herself able to
say was that when she had heard that Anne meant to marry Chris
Fenno she had thought it her duty to try to prevent the marriage; and
that the girl had guessed her interference and could not forgive her.
She elaborated on this, lingering over the relatively insignificant
details of her successive talks with her daughter in the attempt to
delay the moment when Landers should begin to question her.
She saw that he was deeply disturbed, but perhaps not altogether
sorry. He had never liked Chris, she knew, and the news of the
engagement was clearly a shock to him. He said he had seen and
heard nothing of Fenno since Anne and her mother had left.
Landers, who could not recall that either Horace Maclew or Lilla had
ever mentioned him, had concluded that the young man was no
longer a member of their household, and probably not even in
Baltimore. If he were, Lilla would have been sure to keep her hold on
him; he was too useful a diner and dancer to be lost sight of—and
much more in Lilla’s line, one would have fancied, than in Anne’s.
Kate Clephane winced at the unconscious criticism. “He gave me his
word that he would go,” she said with a faint sigh of relief.
Fred Landers continued to lean meditatively against the chimney-
piece.
“You said nothing at all to Anne herself at the time?” he asked, after
another interval.
“No. Perhaps I was wrong; but I was afraid to. I felt I didn’t know her
well enough—yet.”
Instantly she saw how he would interpret her avowal, and her colour
rose again. She must have felt, then, that she knew Major Fenno
better; the inference was inevitable.
“You found it easier to speak to Fenno?”
She hesitated. “I cared so much less for what he felt.”
“Of course,” he sighed. “And you knew damaging things about him?
Evidently, since he broke the engagement when you told him to.”
Again she faltered. “I knew something of his past life—enough to be
sure he wasn’t the kind of husband for Anne. I made him understand
it. That’s all.”
“Ah. Well, I’m not surprised. I suspected he was trying for her, and I
own I hated the idea. But now I suppose there’s no help for it—”
“No help?” She looked up in dismay.
“Well—is there? To be so savage with you she must be pretty well
determined to have him back. How the devil are you going to stop
it?”
“I can’t. But you—oh, Fred, you must!”—Her eyes clung imploringly
to his troubled face.
“But I don’t know anything definite! If there is anything—anything one
can really take hold of—you’ll have to tell me. I’ll do all I can; but if I
interfere without good reason, I know it will only make Anne more
determined. Have you forgotten what the Clephanes are like?”
She had lowered her head again, and sat desolately staring at the
floor. With the little wood-fire playing on the hearth, and this honest
kindly man looking down at her, how safe and homelike the room
seemed! Yet her real self was not in it at all, but blown about on a
lonely wind of anguish, outside in the night. And so it would always
be, she supposed.
“Won’t you tell me exactly what there is against him?” she heard
Landers repeat.
The answer choked in her throat. Finally she brought out: “Oh, I don’t
know ... women ... the usual thing.... He’s light....”
“But is it all just hearsay? Or have you proof—proof of any one
particular rotten thing?”
“Isn’t his giving up and going away sufficient proof?”
“Not if he comes back now when she sends for him.”
The words shot through her like a stab. “Oh, but she mustn’t—she
can’t!”
“You’re fairly sure he will come if she does?”
Kate Clephane put up her hands and pressed them against her ears.
She could not bear to hear another question. What had been the use
of coming to Fred Landers? He had no help to give her, and his
insight had only served to crystallize her hazy terrors. She rose
slowly from her armchair and held out her hand with a struggling
smile.
“You’re right. I suppose there’s nothing more to do.”
“But you’re not going?”
“Yes; I’m tired. And I want to be by myself—to think. I must decide
about my own future.”
“Your own future? Oh, nonsense! Let all this blow over. Wait till Anne
comes back. The chief thing, of course, is that you should stay with
her, whatever happens.”
She put her hand in his. “Goodbye, Fred. And thank you.”
“I’ll do all I can, you know,” he said, as he followed her down the
stairs. “But you mustn’t desert Anne.”
The taxi he had called carried her back to her desolate house.
XVIII.
HER place was beside Anne—that was all she had got out of Fred
Landers. And in that respect she was by no means convinced that
her instinct was not surer than his, that she was not right in agreeing
with her daughter that their experiment had been a failure.
Yet, even if it had, she could not leave Anne now; not till she had
made sure there was no further danger from Chris. Ah—if she were
once certain of that, it would perhaps be easiest and simplest to go!
But not till then.
She did not know when Anne was coming back; no word had come
from her. Mrs. Clephane had an idea that the house-keeper knew;
but she could not ask the house-keeper. So for another twenty-four
hours she remained on, with a curious sense of ghostly unconcern,
while she watched Aline unpack her trunks and “settle” her into her
rooms for the winter.
It was on the third day that Nollie Tresselton telephoned. She was in
town, and asked if she might see Mrs. Clephane at once. The very
sound of her voice brought reassurance; and Kate Clephane sat
counting the minutes till she appeared.
She had come up from the Drovers’, as Kate had guessed; and she
brought an embarrassed message of apology from Anne. “She
couldn’t write—she’s too upset. But she’s so sorry for what she said
... for the way she said it. You must try to forgive her....”
“Oh, forgive her—that’s nothing!” the mother cried, her eyes
searching the other’s face. But Nollie’s vivid features were obscured
by the embarrassment of the message she had brought. She looked
as if she were tangled in Anne’s confusion.
“That’s nothing,” Kate Clephane repeated. “I hurt her horribly too—I
had to. I couldn’t expect her to understand.”
Mrs. Tresselton looked relieved. “Ah, you do see that? I knew you
would! I told her so—” She hesitated, and then went on, with a slight
tremor in her voice: “Your taking it in that way will make it all so much
easier—”
But she stopped again, and Kate, with a sinking heart, stood up.
“Nollie; she wants me to go?”
“No, no! How could you imagine it? She wants you to look upon this
house as yours; she has always wanted it.”
“But she’s not coming back to it?”
The younger woman laid a pleading hand on Mrs. Clephane’s arm.
“Aunt Kate—you must be patient. She feels she can’t; not now, at
any rate.”
“Not now? Then it’s she who hasn’t forgiven?”
“She would, you know—oh, so gladly!—she’d never think again of
what’s happened. Only she fears—”
“Fears?”
“Well—that your feeling about Chris is still the same....”
Mrs. Clephane caught at the hand that lay on her arm. “Nollie! She
knows where he is? She’s seen him?”
“No; but she means to. He’s been very ill—he’s had a bad time since
the engagement was broken. And that makes her feel still more
strongly—” The younger woman broke off and looked at Mrs.
Clephane compassionately, as if trying to make her understand the
hopelessness of the struggle. “Aunt Kate, really ... what’s the use?”
“The use? Where is he, Nollie? Here—now—in New York?”
Mrs. Tresselton was silent; the pity in her gaze had turned to a
guarded coolness. Of course Nollie couldn’t understand—never
would! Of course they were all on Anne’s side. Kate Clephane stood
looking helplessly about her. The memory of old scenes under that
same roof—threats, discussions, dissimulations and inward revolts—
arose within her, and she felt on her shoulders the whole oppression
of the past.
“Don’t think,” Nollie continued, her expression softening, “that Anne
hasn’t tried to understand ... to make allowances. The boy you knew
must have been so different from the Major Fenno we all like and
respect—yes, respect. He’s ‘made good’, you see. It’s not only his
war record, but everything since. He’s worked so hard—done so well
at his various jobs—and Anne’s sure that if he had the chance he
would make himself a name in the literary world. All that naturally
makes it more difficult for her to understand your objection—or your
way of asserting it.”
Mrs. Clephane lifted imploring eyes to her face. “I don’t expect Anne
to understand; not yet. But you must try to, Nollie; you must help
me.”
“I want to, Aunt Kate.” The young woman stood before her,
affectionately perplexed. “If there’s anything ... anything really wrong
... you ought to tell me.”
“I do tell you,” Kate panted.
“Well—what is it?”
Silence fell—always the same silence. Kate glanced desperately
about the imprisoning room. Every panel and moulding of its walls,
every uncompromising angle or portly curve of its decorous furniture,
seemed equally leagued against her, forbidding her, defying her, to
speak.
“Ask Fred Landers,” she said, at bay.
“But I have; I saw him on my way here. And he says he doesn’t know
—that you wouldn’t explain.”
“Why should I have to explain? I’ve said Major Fenno ought not to
marry Anne. I’ve known him longer than any of you. Isn’t it likely that
I know him better?”
The words came from her precipitate and shrill; she felt she was
losing all control of her face and voice, and lifted her handkerchief to
her lips to hide their twitching.
“Aunt Kate—!” Nollie Tresselton gasped it out on a new note of
terror; then she too fell silent, slowly turning her eyes away.
In that instant Kate Clephane saw that she had guessed, or if not,
was at least on the point of guessing; and fresh alarm possessed the
mother. She tried to steady herself, to raise new defences against
this new danger. “Some men are not meant to marry: they’re sure to
make their wives unhappy. Isn’t that reason enough? It’s a question
of character. In those ways, I don’t believe character ever changes.
That’s all.”
“That’s all.” The word was said. She had been challenged again, and
had again shrunk away from the challenge.
Nollie Tresselton drew a deep breath of relief. “After knowing him so
well as a boy, you naturally don’t want to say anything more; but you
think they’re unsuited to each other.”
“Yes—that’s it. You do see?”
The younger woman considered; then she took Mrs. Clephane by
the hand. “I do see. And I’ll try to help—to persuade Anne to put off
deciding. Perhaps after she’s seen him it will be easier....”
Nollie was again silent, and Mrs. Clephane understood that,
whatever happened, the secret of Chris’s exact whereabouts was to
be kept from her. She thought: “Anne’s afraid to have me meet him
again,” and there was a sort of fierce satisfaction in the thought.
Nollie was gathering up her wrap and hand-bag. She had to get back
to Long Island, she said; Kate understood that she meant to return to
the Drovers’. As she reached the door a last impulse of avowal
seized the older woman. What if, by giving Nollie a hint of the truth,
she could make sure of her support and thus secure Anne’s safety?
But what argument against the marriage would be more efficacious
on Nollie’s lips than on her own? One only—the one that no one
must ever use. The terror lest Nollie, possessed of that truth, and
sickened by it, should after all reveal it in a final effort to prevent the
marriage, prevailed over Mrs. Clephane’s other fears. Once Nollie
knew, Anne would surely get to know; the horror of that possibility
sealed the mother’s lips.
Nollie, from the threshold, still looked at her wistfully, expectantly, as
if half-awaiting the confession; but Mrs. Clephane held out her hand
without a word.

“I must find out where he is.” It was Kate’s first thought after the door
had closed on her visitor. If he were in New York—and he evidently
was—she, Kate Clephane, must run him down, must get speech with
him, before he had been able to see her daughter.
But how was she to set about it? Fred Landers did not even know if
he were still with Horace Maclew or not—for the mere fact of
Maclew’s not alluding to him while they were together meant nothing,
less than nothing. And even if he had left the Maclews, the chances
were that Lilla knew where he was, and had already transmitted
Anne’s summons.
Mrs. Clephane consulted the telephone book, but of course in vain.
Then, after some hesitation, she rang up Horace Maclew’s house in
Baltimore. No one was there, but she finally elicited from the servant
who answered the telephone that Mrs. Maclew was away on a motor
trip. Perhaps Mr. Maclew could be reached at his country-place....
Kate tried the country-place, but Mr. Maclew had gone to Chicago.
The sense of loneliness and helplessness closed in on her more
impenetrably than ever. Night came, and Aline reminded her that she
had asked to have her dinner brought up on a tray. Solitary meals in
John Clephane’s dining-room were impossible to her.
“I don’t want any dinner.”
Aline’s look seemed to say that she knew why, and her mistress
hastily emended: “Or just some bouillon and toast. Whatever’s ready
—”
She sat down to it without changing her dress. Every gesture, every
act, denoting intimacy with that house, or the air of permanence in
her relation to it, would also have been impossible. Again she had
the feeling of sitting in a railway station, waiting for a train to come in.
But now she knew for what she was waiting.
At the close of her brief meal Aline entered briskly with fruit and
coffee. Her harsh face illuminated with curiosity, she handed her
mistress a card. “The gentleman is downstairs. He hopes Madame
will excuse the hour.” Her tone seemed to imply: “Madame, in this
case, will excuse everything!” and Kate cast a startled glance at the
name.
He had come to her, then—had come of his own accord! She felt
dizzy with relief and fear. Fear uppermost—yes; was she not always
afraid of him?
XIX.
CHRIS FENNO stood in the drawing-room. The servant who
received him had turned on a blast of lamps and wall-lights, and in
the hard overhead glare he looked drawn and worn, like a man
recovering from severe illness. His clothes, too, Kate fancied, were
shabbier; everything in his appearance showed a decline, a defeat.
She had not much believed in his illness when Nollie spoke of it; the
old habit of incredulity was too strong in her. But now his appearance
moved her. She felt herself responsible, almost guilty. But for her
folly, she thought, he might have been standing before her with a
high head, on easy terms with the world.
“You’ve been ill!” she exclaimed.
His gesture brushed that aside. “I’m well now, thanks.” He looked her
in the face and added: “May we have a few minutes’ talk?”
She faltered: “If you think it necessary.” Inwardly she had already
begun to tremble. When his blue eyes turned to that harsh slate-
gray, and the two perpendicular lines deepened between his brows,
she had always trembled.
“You’ve made it necessary,” he retorted, his voice as harsh as his
eyes.
“I?”
“You’ve broken our compact. It’s not my doing. I stuck to my side of
it.” He flung out the short sentences like blows.
Her heart was beating so wildly that she could not follow what he
said. “What do you mean?” she stammered.
“That you agreed to help me if I gave up Anne. God knows what your
idea of helping me was. To me it meant only one thing: your keeping
quiet, keeping out of the whole business, and trusting me to carry out
my side of the bargain—as I did. I broke our engagement, chucked
my job, went away. And you? Instead of keeping out of it, of saying
nothing, you’ve talked against me, insinuated God knows what, and
then refused to explain your insinuations. You’ve put me in such a
position that I’ve got to take back my word to you, or appear to your
daughter and your family as a man who has run away because he
knew he couldn’t face the charge hanging over him.”
It was only in the white-heat of anger that he spoke with such
violence, and at such length; he seemed spent, and desperately at
bay, and the thought gave Kate Clephane courage.
“Well—can you face it?” she asked.
His expression changed, as she had so often seen it change. From
menace it passed to petulance and then became almost pleading in
its perplexity. She said to herself: “It’s the first time I’ve ever been
brave with him, and he doesn’t know how to take it.” But even then
she felt the precariousness of the advantage. His ready wit had so
often served him instead of resolution. It served him now.
“You do mean to make the charge, then?” he retorted.
She stood silent, feeling herself defeated, and at the same time
humiliated that their angry thoughts should have dragged them down
to such a level.
“Don’t sneer—” she faltered.
“Sneer? At what? I’m in dead earnest—can’t you see it? You’ve
ruined me—or very nearly. I’m not speaking now of my feelings; that
would make you sneer, probably. At any rate, this is no time for
discussing them. I’m merely putting my case as a poor devil who has
to earn his living, a man who has his good name to defend. On both
counts you’ve done me all the harm you could.”
“I had to stop this marriage.”
“Very well. I agreed to that. I did what I’d promised. Couldn’t you let it
alone?”
“No. Because Anne wouldn’t. She wanted to ask you to come back.
She saw I couldn’t bear it—she suspected me of knowing something.
She insisted.”
“And you sacrificed my good name rather—”
“Oh, I’d sacrifice anything. You’d better understand that.”
“I do understand it. That’s why I’m here. To tell you I consider that
what you’ve done has freed me from my promise.”
She stretched out her hands as if to catch him back. “Chris—no,
stay! You can’t! You can’t! You know you can’t!”
He stood leaning against the chimney-piece, his arms crossed, his
head a little bent and thrust forward, in the attitude of sullen
obstinacy that she knew so well. And all at once in her own cry she
heard the echo of other cries, other entreaties. She saw herself in
another scene, stretching her arms to him in the same desperate
entreaty, with the same sense of her inability to move him, even to
reach him. Her tears overflowed and ran down.
“You don’t mean you’ll tell her?” she whispered.
He kept his dogged attitude. “I’ve got to clear myself—somehow.”
“Oh, don’t tell her, don’t tell her! Chris, don’t tell her!”
As the cry died on her lips she understood that, in uttering it, she had
at last cast herself completely on his mercy. For it was not
impossible that, if other means failed, he would risk justifying himself
to Anne by revealing the truth. There were times when he was
reckless enough to risk anything. And if Kate were right in her
conjecture—if he had the audacity he affected—then his hold over
her was complete, and he knew it. If any one else told Anne, the
girl’s horror would turn her from him at once. But what if he himself
told her? All this flashed on Kate Clephane in the same glare of
enlightenment.
There was a long silence. She had sunk into a chair and hidden her
face in her hands. Presently, through the enveloping cloud of her
misery, she felt his nearness, and a touch on her shoulder.
“Kate—won’t you try to understand; to listen quietly?”
She lifted her eyes and met his fugitively. They had lost their
harshness, and were almost frightened. “I was angry when I came
here—a man would be,” he continued. “But what’s to be gained by
our talking to each other in this way? You were awfully kind to me in
old times; I haven’t forgotten. But is that a reason for being so hard
on me now? I didn’t bring this situation on myself—you’re my witness
that I didn’t. But here it is; it’s a fact; we’ve got to face it.”
She lowered her eyes and voice to whisper painfully: “To face Anne’s
love for you?”
“Yes.”
“Her determination—?”
“Her absolute determination.”
His words made her tremble again; there had always been moments
when his reasonableness alarmed her more than his anger, because
she knew that, to be so gentle, he must be certain of eventually
gaining his point. But she gathered resolution to say: “And if I take
back my threats, as you call them? If I take back all I’ve said—‘clear’
you entirely? That’s what you want, I understand? If I promise that,”
she panted, “will you promise too—promise me to find a way out?”
His hand fell from her shoulder, and he drew back a step. “A way out
—now? But there isn’t any.”
Mrs. Clephane stood up. She remembered wondering long ago—
one day when he had been very tender—how cruel Chris could be.
The conjecture, then, had seemed whimsical, almost morbid; now
she understood that she had guessed in him from the outset this
genius for reaching, at the first thrust, to the central point of his
antagonist’s misery.
“You’ve seen my daughter, then?”
“I’ve seen her—yes. This morning. It was she who sent me here.”
“If she’s made up her mind, why did she send you?”
“To tell you how she’s suffering. She thinks, you know—” He
wavered again for a second or two, and then brought out: “She’s
very unhappy about the stand you take. She thinks you ought to say
something to ... to clear up....”

You might also like