Her Yer Ekran 1st Edition Jean Baudrillard Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Her Yer Ekran 1st Edition Jean

Baudrillard
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/her-yer-ekran-1st-edition-jean-baudrillard/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Da Sedução 7th Edition Jean Baudrillard

https://ebookstep.com/product/da-seducao-7th-edition-jean-
baudrillard/

Anyone But Her 1st Edition Erica Lee

https://ebookstep.com/product/anyone-but-her-1st-edition-erica-
lee/

Her Best Friend s Wedding 1st Edition Abby Gaines

https://ebookstep.com/product/her-best-friend-s-wedding-1st-
edition-abby-gaines/

Royals 02 Her Royal Highness 1st Edition Rachel Hawkins

https://ebookstep.com/product/royals-02-her-royal-highness-1st-
edition-rachel-hawkins/
Her Marriage Mistake Carmen Labohemian

https://ebookstep.com/product/her-marriage-mistake-carmen-
labohemian/

Be Her Defender Lizuka Myori

https://ebookstep.com/product/be-her-defender-lizuka-myori/

Yer Hizmetleri Yönetimi 1st Edition Sava■ Selahattin


Vildan Durmaz Hakan Korul Nevin Yavuz Ünal Battal Nalan
Ergün

https://ebookstep.com/product/yer-hizmetleri-yonetimi-1st-
edition-savas-selahattin-vildan-durmaz-hakan-korul-nevin-yavuz-
unal-battal-nalan-ergun/

■nsanlar Her ■eyin ■çine Nas■l S çt■■■m■z■n K■sa Tarihi


1st Edition Tom Phillips

https://ebookstep.com/product/insanlar-her-seyin-icine-nasil-s-
ctigimizin-kisa-tarihi-1st-edition-tom-phillips/

Hot On Her Heels Pembalasan yang Manis Susan Mallery

https://ebookstep.com/product/hot-on-her-heels-pembalasan-yang-
manis-susan-mallery/
J ean Baudrillard

Her Yer Ekran


Jean Baudrillard

Her Yer Ekran


"Ekranla Bütünleşmek"

Çeviren: Oğuz Adanır

DOGUBATI
© Editions Galilee, 1997.

©Tüm hakları Doğu Batı Yayınları'na aittir.

Fransızca Özgün Metin


Ecran total
Fransızcadan Çeviren
Oğuz Adanır

Yayına Hazırlayanlar
Taşkın Takış
Ufuk Coşkun

Kapak Tasarımı
Çiğdem Sarıhan

Baskı
Tarcan Matbaacılık
Kasım 2022

Doğu Batı Yayınları


Kültür Malı. BecerikliSok.
No: 20/5 Kızılay/Ankara
Tel: O 312 425 68 64 - 425 68 65

www.dogubati.com

ISBN: 978-625-8123-33-3 /Sertifika No: 48847

Doğu Batı Yayınları-378 Sosyoloji-51


Jean Baudrillard (1929-2007)
Fransız düşünür ve sosyolog. Reims'ta doğdu. Bir memur ailesinin ilk ço­
cuğuydu. Sorbonne Üniversitesi'nde Alman Dili ve Edebiyatı bölümünü
okudu. Meslek yaşamına bir lisede Almanca öğretmenliği ile adım attı.
1966'da Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı.
Bu üniversitede uzun yıllar sosyoloji dersleri verdi, çeşitli sebeplerden do­
layı profesörlük unvanını çok geç bir tarihte, 1990 yılında elde edebildi.
Liberation gazetelerinde yazdığı güncel yazılarla geniş bir tartışma alanı
açtı. Baudrillard, eserlerinde gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tüketim olgu­
sunu, kitle iletişiminin ve teknolojik ilerlemenin yol açtığı toplumsal de­
ğişimleri çözümledi. Çağımızda teknolojinin yarattığı anlam ve gösterge
fazlalığının, kopyalardan ibaret bir "simülasyon" evrenine, gerçekliğin yok
olduğu bir "hipergerçeklik" dünyasına tekabül ettiğini sanattan mimariye,
sinemadan reklamcılığa ilişkin verdiği sayısız örnekle gösterdi. Baudrillard
özellikle medya üzerine yaptığı çalışmalarla bütün dünyada ün kazandı.
Simülasyon kuramıyla günümüz toplumuna ve "postmodern" dünyaya
radikal eleştiriler yöneltti. Ona göre, gerçek dünya ile imgeleri arasında
herhangi bir ayırım yapabilme kabiliyetine sahip değiliz. Bugün reklamlar
'şey'lerden çok imgeleri pazarlamaktadır. "Chanel", "Calvin Klein" veya
"GAP" gibi markaların temsil ettiği nitelik veya değerden çok etiketleri
veya göstergeleri satın alınmaktadır. Baudrillard'ın ünlü tespitlerinden biri
de, Körfez Savaşı'nın "gerçekten yaşanmadığı" ile ilgiliydi. CNN izleyicileri
savaşı bir "medya olayı" olarak rahat ve geniş koltuklarında cips yiyerek iz­
ledi. Baudrillard, füze bombardımanı ile imge bombardımanı arasında bir
ayırımın yapılamadığı dünyada, artık eleştiri gücünü tamamen yitirdiğimizi
öne sürdü.

Jean Baudrillard'ın Doğu Batı Yayınları'ndan çıkan diğer eserleri: Simü­


lakrlar ve Simülasyon (2003); Sessiz Yığınlann Gölgesinde (2003); Şeytana
Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği (2005); Foucault'yu Unutmak
(2013); Can Çekişen Küresel Güç (2017); Neden Her Şey Hala Yok Olup Git­
medi? (2019); Karnaval ve Yamyam (2019); Nesneler Sistemi (2020); Sim­
gesel Değiş Tokuş ve Ölüm (2021); Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir
Eleştiri (2021); Çaresiz Stratejiler (2021); Üretimin Aynası (2022).
İÇİNDEKİLER

Önsöz .................................................................................................. 9

AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır


Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? ... . ............. ..................................... 13
Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik ........................................................... 23
Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen
Martin Heidegger ........................... ................................................... 30
Sanal Bir Borsa Çöküşüne Övgü ....................................................... 36
Bulaşıcı Özellikler İçeren Bir Ekonomi . . ........................................... 42
Balonu Söndürülen Batı ................. ................................................... 49
Buzları Eriyen Doğu Bloku ve Tarihin Sonu ..................................... 55
Saraybosna'ya Acımayın .................................................................... 62
Estetik Cerrahi İşleminden Geçirilen Ötekilik ................................. 69
Sanal Teknolojinin Acizliği ............................................................... 76
Batı'nın Sırplaştırılması ..................................................................... 81
Batı, "Ölünün Koltuğuna Oturduğunda" Neler Oluyor ........ ............. 86
Büyük Temizlik ................................................................................. 91
Ağlayın Yurttaşlar! ............................................................................. 96
Köleler ve Seçkinler ......................................................................... 101
Atmosferik Olay/Hava Durumu Tahminine
Dönüşen Haber/Bilgi .......................................... . ........................... 107
Zihinsel Şiddet ya da Kin ................................................... ............. 113
Uyuşturucu Madde ya da
Anormal Bilinç Durumunun Yol Açtığı Şiddet ............................... 118
Çocukluğun Karanlıkta Kalan Yüzü 124
!
................................................

139

Iki Kez Yok Edilmek ...................... ......................................... . ....... ·

Gözden Y itip Gerçekten Ortadan Kaybolanlar ............................... 136


Cinsel Yolla Aktarılabilen Bir Hastalık Olarak Cinsellik ................ 142
Gücünü Kendinden Alan Bir Grev Örneği ..................................... 148
Ateş Topraklarından (Tierra del Fuego) New York'a ....................... 154
Dünya Ülkelerinin Borcu ve Paralel Evren ...................................... 160
İktidarın Gölgesi ............................................................................. 166
Yolsuzluğun Aynası .......................................................................... 172
Disneyworld Company .................................................................... 179
Küresel ve Evrensel Üzerine ............................................................ 184
Deep Blue ya da Bilgisayar Neyin Özlemini Çeker ......................... 189
Otomobil Yarışçısı ve İkizi .............................................................. 195
Süngerleşmiş Beyinler Hakkında Enine Boyuna Düşünmek .......... 201
Her Yer Ekran "Ekranla Bütünleşmek" .. . ......................................... 207
Sanat Dünyasının Kurduğu Komplo ............................................... 213
Televizyonla İlgili Fanteziler ........................................................... 220
Chirac, Elbette Beş Para Etmez Biridir ........ . .................................. 226
Klon ya da Bir Tür Nasıl Kopyalanır? .............. . . .............................. 232
Politikada Üfürükçülük ya da Ahmaklar İttifakı .............................. 239
ÖN SÖZ

1987-1997 yılları arasında Libiration gazetesinde köşe yazısı


olarak yayımlanan bu makaleler güncelliklerinden hemen hiç­
bir şey yitirmeden okuyucuyu derinden etkilemeyi sürdürü­
yorlar.
Ö zellikle modern toplumları hedefleyen sert eleştiriler ya­
zarın hem kendi ülkesi hem de pek çok başka ülkede hararetli
tartışmalara yol açtı.
Baudrillard düşüncesini derinlemesine tanıyan en önemli
isimlerden biri olan Mike Gane onun en büyük özelliğinin
düşüncelerini dışavururken yararlandığı belirsizlik kavramı ol­
duğunu söyler. Okuyucuyu şaşırtan, kafasını karıştıran anlaşıl­
ması güç cümleler Baudrillard stilinin temel özelliğidir.
Ancak bu kez okuyucunun şanslı olduğu söylenebilir. Çün­
kü kısa metinlerden oluşan ve gazete okuyucusuna seslenen
bu makaleler diğer metinlerine göre doğaları gereği oldukça
açık seçiktir. Her ne kadar zaman zaman araya anlaşılması güç
tümceler sıkıştırsa da genelde okuyucunun bu makaleleri gö­
rece kolay bir şekilde kavrayacağını düşünüyorum. Ö zellikle
1 O Her Yer Ekran

de Baudrillard terminolojisine hakim olanlar daha avantajlı bir


f
konuma sahip olacaklardır. ·

Geriye bu çok değişik ve çarpıcı makalelerden oluşan met­


nin keyfini çıkarmak kalıyor!

Oğuz Adanır
History reproducing itselfbecomes Farce.
Farce reproducing itselfbecomes History.

Kendini tekrarlayan Tarih Farsa dönüşür.


Kendini tekrarlayan Fars Tarihe dönüşür.
AIDS BULAŞICI BİR HASTALIK MIDIR
YOKSA BİR KORUNMA YÖNTEMİ Mİ?

AIDS, elektronik virüs, terörizm . . . Bir vücut, bir sistem, bir


ağ tüm olumsuz unsurlarından kurtularak basit unsurlardan
oluşan bir olasılıklar düzenlemesine benzediğinde ortaya bir
de bulaşma özelliği çıkar. Bu anlama sahip bir bulaşma özelliği
frakta! ve dijital özelliklerle çok yakından ilişkilidir. Bilgisa­
yarlar, elektronik makineler soyut yani sanal, bedensel özellik­
lerden yoksun makinelere dönüştükleri için (bunlar geleneksel
mekanik makinelere oranla çok daha dayanıksızdır) virüsler de
içlerinde fınk atıyor. Vücut ise bir vücut olma özelliğini yitirip
elektronik ve sanal bir makineye dönüştüğü için virüslerden
kaçamıyor.
Klasik tıp vücudu biçimsel değil simgesel anlamda (birformül
örneği) etkileyen güncel hastalıkları artık tedavi edemez. Kan­
serli vücut demek bozulan genetik formülünün kurbanı olan
vücut demektir. HIV virüsü kapmış vücut demek bağışıklık
sistemine ait ağlar, vücudu denetleyen ve antikor üreten ağlar­
dan yoksun, hasta bir vücut demektir.
14 Her Yer Ekran

Bunlar kodlanmış ve bir modelle uyumlu hale getirilmişı


vücuda özgü yeni tıbbi hastalık türleridir. Bunlar kod ve mo-:
delle ilgili hastalıklardır.
·

Tıpkı bilgisayarların elektronik virüsler için en uygun nes­


nelere dönüşmesi gibi elektronik ve sibernetik bir makine şek­
linde tasarlanan insan virüsler ve bulaşıcı hastalıklara en uygun
canlıya dönüşmüştür.
Burada da etkili bir önlem ya da tedaviden söz edilemez.
Vücut içinde hastalığın bir yerden başka bir yere taşınması an­
lamına gelen metastazlar "sanal düzeyde" tüm ağı ele geçirir­
ken, simgesel özelliklerini yitiren makineye özgü terminolo­
jiler virüslere simgesel özelliklerini yitirmiş vücutlardan daha
çok direnemezler. Geleneksel mekanik arızanın giderilmesi
için eski usul onarım sistemine başvurmak gerekiyordu. Oysa
aniden ortaya çıkan arızalar, (her türlü bilinçli korsanlık ey­
leminin dışında kalan) ansızın karşılaştığımız anormalliklerle
antikorların ani "ihanetlerine" çare bulunamıyor.
Bulaşıcılık demek kapalı devreler, entegre devreler, karma­
karışık bir ortam ve zincirleme tepkiye özgü bir patoloji de­
mektir. Bu çok geniş ve mecaz bir anlamda bir ensest ilişki pa­
tolojisi olarak da adlandırılabilir. Sizi yaşatan şey aynı zamanda
ölümünüze neden olacak olan şeydir. Değiş tokuş, karşılıklılık
ve ötekiliğe izin verilmemesi şu görülemeyen, şeytani, ele ge­
çirilmesi olanaksız diğer ötekilik anlayışının, basit unsurlardan
oluşan ve sonsuz sayıda yinelenme özelliğine sahip şu mutlak
Ö tekine benzeyen virüsün salgılanmasına yol açıyor.
Biz ensest ilişkiler kurup, sürdüren bir toplumda yaşıyoruz.
AIDS'in öncelikle eşcinsel ya da uyuşturucu bağımlısı çevrele­
ri etkilemesinin nedeni bunların kapalı devre yaşayan bu tür­
den ensest ilişkiler kuran gruplara benzemeleridir.
Kan hastalığı akrabalar arası evlilikler yapan kuşakları, ço­
ğunlukla aile içi evlilik yapan soyları etkilemişti. Servi ağaçla­
rını uzun bir süre boyunca vuran tuhaf virüsün kış ve yaz ayları
arasında görülen düşük ısı farklarından, mevsimleri birbirin-
AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 15

den ayırt etme zorluğundan kaynaklandığı söylendi, başka bir


deyişle darbenin kökeninde ayırt edici özelliklerin yitirilmesi
vardı. Zorla kurulmaya çalışılan her türlü benzerlikte, kökü
kazınan farklılıklarda, şeylerin kendi imgelerine benzeme ça­
balarında, varlıklar ve oluşturdukları kodların birbirine karış­
tırılmasında bu kusursuz bir şekilde işleyen makineyi bozan
şeytani bir ötekiliğin eseri olan ensest ilişki ürünü bulaşıcı bir
hastalık tehdidi vardır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse
bu Kötülük ilkesinin (basit bir ifadeyle ahlak ya da suçluluk
duygusuyla bir ilişkisi olmayan Kötülük ilkesi tersine çevrilme
ve talihsizlik ilkeleriyle eş anlamlıdır) yeniden güçlenmesi an­
lamına gelmektedir. Tamamıyla bilimsel özelliklere sahip ol­
maya çalışan yani simgesel özellikleri dışlayan sistemlerde ne
türden olursa olsun, kötülük, tersine çevrilebilirlik adlı temel
kuralın eşdeğerlisidir.
Dur durak tanımayan bilimsel üretim ürkütücü bir sonuca
yol açmaktadır, zira bilimsel özelliklere sahip olmayan sistem­
ler bunalım ve eleştiriye yol açarken, bunalımın belli unsur­
larından kurtulmayı beceremeyen mutlak bilimsellik anlayışı
felakete yol açmaktadır. Sahip olduğu olumsuz ve tehlikeli
unsurların izini sürüp onlardan kurtulan, arınan her toplum­
sal yapı, sistem, oluşum tamamıyla tersine dönme ve için için
kaynayıp yok olma felaketiyle karşı karşıya kalabilir; tıpkı tüm
filizleri, basilleri, parazitleri, tüm biyolojik düşmanlarının izi­
ni süren ve onlardan kurtulan her biyolojik oluşumun kanse­
re yakalanma riski taşıması, ürettiği ve ortalıkta işsiz güçsüz
dolaşan antikorları tarafından yutulma riski taşıması yani, ta­
mamıyla bilimsel özellikler taşıyan kendi hücreleri tarafından
yutulup yok edilmesi gibi.
AIDS ve kanserin modern patoloji ve bulaşıcı tüm ölümcül
hastalıkların ilk örneklerini oluşturmaları bizi şaşırtmamalı­
dır. Beden yapay protezlerin yanısıra genetik fantezilerin eline
terk edildiğinde bağışıklık sistemleri altüst edilmekte, biyolo­
jik mantık yok edilmektedir. Sahip olduğu özgün işlevleri dışa
1 6 Her Yer Ekran

yönelik bir şekilde çoğaltmaya mahkum edilmiş bufraktal vü-


ı
cut aynı zamanda sahip olduğu hücreleri için için ve engellen-
mesi olanaksız bir biçimde çoğaltmaya da mahkum edilmiştir.'
Bu bir anlamda protezler, ağlar, bağlantı kurmalar gibi dışsal
metastazlara simetrik bir şekilde hastalıklı hücreleri oradan
oraya taşıma aşamasına gelmiş içsel ve biyolojik metastazlar
üreten bir vücuttur.
Aşırı düzeyde korunan bir mekanda beden tüm savunma
mekanizmalarından yoksun kalmaktadır. Ameliyathaneler öy­
lesine korunmaktadırlar ki, burada hiçbir mikrop, bakteri ya­
şayamamaktadır. Gizemli, anormal özellikler taşıyan, virütik
hastalıklar karşımıza tam da bu yüzde yüz temiz olduğu söy­
lenen mekanda çıkmaktadır. Zira virüsler fırsat buldukların­
da derhal direnmeye ve çoğalmaya başlamaktadırlar. Aslında
mikroplar varken virüslerden söz edilmiyordu. Eski enfeksi­
yon hastalıklarından arınmış, "ideal" tıbbi tedavinin yapıldığı
bir dünyada dezenfeksiyon ürünü elle tutulamayan, kendisiyle
başa çıkılamayan bir patoloji giderek yaygınlaşıyor.
Bir de üçüncü tip patolojiden söz etmek gerekiyor. Bizim
toplumlarımızda hoşgörülü ve uzlaşmacı bir anlayışın ürünü
olan yeni bir şiddet türünün yanısıra bir de yapay, tıbbi ya da
enformatik kalkanlarla üst düzey bir koruma altında tutulan
vücutlara özgü yeni hastalıklar var. Ö yleyse bunlar en "kötü
huylu" ve beklenmedik virüsler, zincirleme tepkilere karşı da­
yanıksız hastalıklardır. Bu tip hastalıklarının kökeninde kaza
ya da karmaşa değil "anormallik'' vardır. Tıpkı aynı nedenlerin
benzer ters sonuçlara yol açtığı toplumsal yapının genelinde
olduğu gibi öngörülemeyen benzer işlev bozuklukları, anor­
mallikler ve terörizm türleri hücrelerdeki genetik bozukluk­
la eş tutulabilir, zira burada da aşırı koruma, kodlama, kesin
sınırlar içine hapsetme işlemiyle karşılaşılmaktadır. Biyolojik
sistem gibi toplumsal sistem de sahip olduğu protezler tek­
nolojik açıdan karmaşıklaştıkça kendine özgü simgesel savun­
ma mekanizmalarını yitirmektedir. Bu yüzden tıp bilimi son
AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 17

zamanlarda ortaya çıkan şu patolojik hastalıklardan kurtulma


konusunda çok zorlanacaktır. Zira bizzat tıp bilimi bedeni aşırı
şekilde koruyan, onu korumayı saplantı haline getirmiş ve ko­
runma amaçlı sistemin bir parçasıdır. Görünüşe göre terörizm
sorununa nasıl politik bir çözüm getirilemiyorsa günümüzde
AIDS ya da kanser sorununa da anlaşıldığı kadarıyla biyolojik
bir çözüm getirilememektedir. Her ikisinin de nedeni aynıdır,
başka bir deyişle sistemin özünde anormal semptomlar, belli
bir şiddet tipi ve yeni hastalıklar vardır. Bunlar şiddete baş­
vurarak ya da tepkisel bulaşma yöntemiyle toplumsal yapının
politik anlamda, vücudun ise özetle biyolojik bir şekilde kesin
sınırlar içine hapsedilmesini engellemektedir.
Oysa bu yeni bulaşma biçimini anlamakta zorlanıyoruz, ör­
neğin AIDS. Bu hastalık cinselliğe yeni bir yasaklama getirme
konusunda kanıt olarak kullanılıyor, ancak bu bir ahlaki yasak
değil, zira gelişigüzel cinsel ilişki kurma düzeninin işleyiş bi­
çimini kapsıyor. Bu yasak modernleşmenin tüm buyruklarına
bir son veriyor. Oysa cinsellik de para ya da haber gibi özgür
bir dolanım sistemine sahip olmalıdır. Her şey akışkan bir ya­
pıya sahip olmak ve giderek hızlanmak zorundadır. Bulaşma
riski bahanesiyle cinsellikten vazgeçmek dolarda kansere ya­
kalanmış birinin sağlık durumunda görülene benzer ani iniş
çıkışlara yol açtığı bahanesiyle uluslararası ticari ilişkilerden
vazgeçmek kadar saçma bir şeydir. AIDS'le birlikte cinsellik
bir anda yasaklanmıştır. Acaba bu sistemin yol açtığı bir çelişki
midir? Belki de bu belirsizlik tam tersine tıpkı cinsel özgürlü­
ğün sahip olduğu o bilmecemsi kusursuzluk kadar bilmecemsi
bir kusursuzlukla ilişkilidir.
Sahip oldukları özgün ilkelere karşın hayatta kalabilmek
amacıyla kendilerine özgü kazalar ve frenleme sistemleri oluş­
turan sistemlerin kendilerini kendiliklerinden nasıl denetle­
diklerini biliyoruz. Hiçbir toplum yalnızca sahip olduğu de­
ğerler sistemine karşı çıkarak var olamaz, başka bir deyişle bu
toplumun önce bir değerler sistemine sahip olması sonra da
18 Her Yer Ekran

doğal olarak bunu yadsıması ve bu duruşunu değiştirmemesi


gerekir. Oysa bizim gibi toplumlar biri cinsel özgürlük diğdi
iletişim ve haber olmak üzere en az iki ilkeye boyun eğiyot.
Oysa her şey sanki insanlık AIDS tehdidi aracılığıyla ken­
diliğinden denilebilecek bir şekilde cinsel özgürlük ilkesinin
panzehrini üretiyormuş ve genetik bir kod bozukluğu, öyleyse
bir haber/bilgi patolojisi olarak adlandırılabilecek kanser saye­
sinde her şeye hakim olan sibernetik denetim ilkesine karşı di­
reniyormuş gibi görünmektedir. Peki, ya bütün bunlar zorun­
lu sperm, cinsel ilişki, göstergeler, söz akımları ya da iletişim
kurma zorunluluğunu, programlanmış haber/bilgiyi, cinsellik
alanındaki karmaşayı yadsımak anlamına geliyorsa ne olacak?
Yoksa burada yeni bir ölümcül patoloji pahasına da olsa so­
nuçta başımıza çok daha kötü şeylerin gelmesini engelleyecek
akımlar, devreler ve ağlara karşı yaşamsal bir direnişten mi söz
ediliyor? Sahip olduğumuz sistemin bedelini AIDS ve kansere
yakalanarak mı ödüyoruz, başka bir deyişle sistemin salgıladığı
sıradan bulaşıcılık özelliğinden ona duayla büyüyle yazgısal bir
biçim kazandırarak mı kurtulmaya çalışıyoruz?
Hiç kimse bu dua, büyü ritüelinin gücünü yadsımasa da ya­
nıtlanması gereken sorular var: Kanser neye, hangi daha kötü
olasılığa karşı (genetik kodun mutlak hakimiyetine mi) dire­
niyor? AIDS neye, hangi daha kötü olasılığa karşı (cinsel bir
salgın hastalığa, herkesi kapsayan bir cinsel karmaşaya mı) di­
reniyor? Uyuşturucu konusunda da aynı sorunla karşılaşıyoruz.
Duygusallığı bir kenara bırakarak uyuşturucu bizi nelerden
koruyor, çok daha kötü bir hastalıktan (akılcı alıklık, normlara
uygun toplumsallaşma, evrensel programlama) kurtulmamızı
sağlayabilir mi sorusunu sormamız gerekir? Terörizm konu­
sunda da bu ikincil nitelikte, tepkisel, dışa vurulduğunda ra­
hatlatan şiddet bizi bir uzlaşma salgını, kan kanseri, politik
çürüme ve giderek görünmez hale gelen Devletten korumuyor
mu? Artık her şeyin muğlak bir görünüme sahip olduğu, ve ter­
sine çevrilebildiği bir yerde yaşıyoruz. Bütün olan bitene baka-
AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 1 9

rak insanı delirmekten kurtaran en etkili çözümün nevroz ol­


duğu söylenebilir. Bu anlamda AIDS, tanrısal bir cezadan çok
yalnızca rastgele cinsel ilişki kurma, sayıları giderek çoğalan ve
hızlanan ağlar arasında kimliğini tamamen yitiren insanlığın
bulduğu savunmaya dayalı bir rahatlama biçimi olabilir mi?
AIDS, terörizm, borsanın çökmesi, elektronik virüsler po­
lisin yanısıra tıp dünyası, bilim ve uzmanlarla birlikte tüm ko­
lektif düşgücünü harekete geçiriyorsa bunun nedeni bunların
irrasyonel bir dünyaya ait olgulardan başka bir şeye benzeme­
leridir. Bunlar sahip olduğumuz sistemin mantıksal yapısının
tamamını temsil eden, her şeyi açıklayan çok etkileyici olgular­
dır. Sahip oldukları gücü iletişim araçlarının saçtıkları kendisi
de viral olan ışınlar ve insanların düş güçlerini etkileme kapa­
sitesine borçludurlar.
Bunlar, hepsi aynı bulaşıcılık sözleşmesine boyun eğen ve
bulaşma düzeyleriyle ortaya çıkış sıklıkları arasında uzak yakın
bir ilişki kurulamayan, birbirleriyle bağlantılı, her yerde kar­
şılaşılabilecek türden olaylardır. Ö rneğin, tekil bir terörist ey­
lem tüm politika alanlarının terörist varsayım doğrultusunda
gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. İ statistik anlamda
düşük bir düzeye sahip olsa bile ortaya çıkan tek bir AIDS
hastalığı vücut ve hastalıklar yelpazesinin bulaşıcı hastalıklar
ve bağışıklık sistemi yetersizliği doğrultusunda gözden geçi­
rilmesini zorunlu kılıyor. Ö rneğin, Pentagon'a ait belleklerde
değişikliğe yol açan ya da bilgisayar ağlarını Noel dilekleriyle
doldurup taşıran en küçük virüs bile enformatik sistemlere du­
yulan güveni yerle bir ederek tüm verilerin filtreden geçirme,
ölçülüp biçilmiş dezenformasyon, risk ve belirsizlik terimleriy­
le gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır, ki nesnel bir şe­
kilde bakıldığında bunun mizahi bir yanı olduğu söylenebilir.
Aşırı uçlarda yer alan olaylar ve genelde felaket dediğimiz
olgu böyle bir ayrıcalığa sahiptir, çünkü bütün bu bulaşıcı sü­
reçlere yol açan şeyin adı doğal olarak (sözcüğün ahlaki de­
ğil, şeylerin gidişatında görülen anormalleşme anlamındaki)
20 Her Yer Ekran

felakettir. Felaketin boyun eğdiği gizli bir düzen varsa o qa


bütün bu çağdaş süreçleri birbirinden ayırma olanaksızlığıdit.
Ö te yandan bütün bu tuhaf olaylarla tüm sistemin sergilediği
sıradanlık arasında bir benzerlik vardır. Aşırı uçlarda yer alan
tüm olaylar hem kendi aralarında hem de sistemin tamamıyla
uyumludur.
Öyleyse ürettiği anormal büyüme süreçlerine bakarak sis­
temin akılcı olduğunu düşünmenin bir yararı yoktur. Aşırı
uçlarda yer alan olaylara son verilebileceği gibi büyük bir ya­
nılsama içindeyiz. Oysa içinde yaşadığımız sistemler giderek
karmaşıklaştıkça aşırı uçlarda yer alan olaylardan daha da aşırı
uçlarda yer alacak olaylarla karşılaşacağımız söylenebilir. Böyle
olmasında bir sakınca yok, zira bunlar en üst düzey, en son or­
taya çıkan homeopatik tedavi yöntemidir. Artık İyiliğin, Kötü­
lüğe karşı güttüğü bir strateji yoktur. Şeffaf, homeostatik ya da
homeofluide (benzer baştan çıkartıcı) sistemlerde akla gelebi­
lecek en kötü strateji olan Kötülüğün, Kötülüğe karşı güttüğü
stratejiden başkasına yer yoktur. Olası tek strateji kendisinden
kaçmanın olanaksız olduğu strateji olup, burada bir seçenekten
söz edilemez, zira biz istesek de istemesek de o gözlerimizin
önünde kendi bildiği yolu izliyor. Ö yleyse AIDS, borsadaki
çöküşler, bilgisayar virüsleri vb. homeopatik yöntemle bulaşabi­
lir. Borsadaki çöküş, terörizm, infovirüsler, borç vb. felaketin su
yüzüne çıkan tarafı olup, bunun onda dokuzu sanal evren içine
gömülmüş durumdadır.
Her şeyi yerle bir edecek bir felaket varsa o da aynı anda her
yerde karşımıza çıkan bir haber, her şeyi kapsayan bir şeffaflık
sistemi şeklinde olacaktır. Neyse ki bilgisayar virüsü bunun so­
nuçlarına katlanmamıza izin vermiyor. Onun sayesinde haber
ve iletişim evrenini yok edemeyeceğiz, zira böyle bir şey yap­
mak ölümle eşdeğer bir şey olacak. Bu ölümcül şeffaflaşmanın
anormal boyutlara ulaşması onun aynı zamanda tehlike sınırı­
na ulaştığını gösteren bir işarettir. Bu biraz akmakta olan bir
sıvıda görülen hızlanmaya benziyor, başka bir deyişle bu hızın
AIDS Bulaşıcı Bir Hastalık mıdır Yoksa Bir Korunma Yöntemi mi? 2 1

yol açtığı kargaşa ve anormallikler sıvının akışını durdurabilir


ya da çevreye taşıp yayılmasına yol açabilir. Kaos, yok olup gi­
decek her şey için bir sınır çizgisi oluşturuyor, zira kaos olma­
saydı her şey mutlak bir boşluk içinde yok olup giderdi. Anor­
mal boyutlara varan bir düzen ve şeffaflığa karşı örneğin, gizli
bir düzensizliğe boyun eğen anormal boyutlara sahip olaylar
kaos yöntemiyle korunmayı mı ifade ediyor? Bu gerçek nite­
likteki felaket onlar sayesinde sanal düzeyde kalıyor. Oysa bu
felaketin gerçekleşmesi durumunda her şey yok olup gidebilir.
Belli bir düşünce sürecine özgü sonun başlangıcını ifade eden
bu yok oluş süreci şu anda onlara rağmen başlamış durumda.
Cinsel özgürlük konusunda da aynı şey söylenebilir, başka bir
deyişle bu belli bir zevk alma sürecine özgü sonun başlangıcı
olarak nitelendirilebilir. Herkesin rastgele cinsel ilişki kuracağı
bir dünyada cinsellik ulaşacağı aseksüel azgınlık aşamasında
yok olup gidebilir. Borsanın çöküşü ve ticari değiş tokuşlar için
de aynı şey söylenebilir. Anormal bir olay olarak spekülasyon
da kargaşa gibi gerçek değiş tokuş süreçlerinin tamamen öz­
gürleşmesini durduruyor. Değerin saliseler içinde aşırı hızla-el
değiştirdiği gibi bir izlenim yaratmaya çalışıp ekonomik mo­
deli elektrik akımıyla öldürerek aynı zamanda her türlü değiş
tokuşun özgür bir şekilde iletişim kurması anlamına gelecek
olan felaketi de elektrik akımıyla yok ediyor. Değiş tokuşların
tamamen özgür bırakılması değeri yok edecek olan gerçek bir
felaket olarak nitelendirilebilir.
Yerçekiminden tamamen kurtulmak gibi bir tehlike, ger­
çekle bağlarını kopartmış varlık, evrensel bir karmaşa, bizi bir
boşluğun içine çekecek süreçlere özgü bir çizgisellik gibi ani
girdaplar olarak adlandırdığımız felaketler aslında bizi fela­
ketten koruyan şeylerdir. Bu tür anormallikler, anormal olaylar
yeniden her şeyin tamamen dağılıp gitmesini engelleyen yer­
çekimi ve yoğunlaşma alanları yaratırlar. Bu durumda içinde
yaşadığımız toplumların, nüfusun fazlalık oluşturan bölümün­
den okyanusta intihar -belli bir sayıda insanın intihar etmesi
22 Her Yer Ekran

belli bir sayıda kalması gereken topluluğun devamını sağlıyor-:


yöntemiyle kurtulan ilkel toplumlar örneği, kendilerine özgü!
lanetli pay biçimini salgıladıkları söylenebilir.
·

Ö rneğin, felaket insanlığın ürettiği belli bir ölçüyü aşmayan


bir strateji olabilir. Ürettiğimiz yerel somut virüsler, anormal
olaylar sanal felakete yol açacak enerjinin yok olup gitmesini
engelliyor. Sanal felaket ekonomi, politika, sanat ve tarih alan­
larında sahip olduğumuz tüm süreçleri harekete geçiren şeydir.
Bir kavram olarak düşünüldüğünde biZzat enerjinin kendisi
felaketi andıran bir biçime sahip değil midir?

1 Haziran 1987
HEPİMİZ CİNSİYET DEGİŞTİRDİK

Günümüzde bir tür yapay bir yazgıya boyun eğdirilen belli bir
cinsiyete sahip vücudun uğradığı dönüşümü izlemek ilginç bir
şey. Bu yapay yazgının ismiyse transseksüelliktir (cinsiyet de­
ğiştirme). Burada doğal düzenin yolundan sapması anlamında
bir yapay yazgıdan değil, cinsiyetler arası farklılığa özgü sim­
gesel düzende görülen bir dönüşümden söz ediyoruz. Bura­
da yalnızca anatomik cinsel dönüşüm anlamında bir cinsiyet
değiştirmeden değil travestiden, cinsel organ göstergelerinin
yerini değiştirme oyunu olarak adlandırılabilecek ve daha önce
oynanan cinsel farklılık oyununun karşıtı olan cinselfarksızlık­
tan söz ediyoruz.
Cinsiyet değiştirme hem cinsel kutuplar arası bir farksızlaş­
ma oyunu hem de zevk almaya karşı duyarsız olma biçimidir.
Bu hem cinsel ilişki hem de zevk almayı içeren bir duyarsızlık
biçimidir. Cinsellik zevk alma üstüne oturtulurken (cinsel öz­
gürlüğün ana teması budur) , cinsiyet değiştirme ister anatomik
cinsel organ değişikliği isterse travestilerin karakteristik özel­
likleri olarak nitelendirilebilecek giysi, morfolojik yapı, davra­
nışlar oyunu şeklinde olsun yapaylık üstüne oturtulmaktadır.
24 Her Yer Ekran

İ ster cerrahi ister semiyürjik (kültürel) operasyon, ister göster-


ı
ge ister organ olsun, her iki durumda da söz konusu olan şey
protezlerdir. Günümüzde vücuda proteze benzemekten başka'.
bir seçenek bırakılmadığından, örnek aldığı cinselliğin cinsiyet
değiştirme duygusuna benzemesi ve yaşamın her alanında cin­
siyet değiştirme duygusunun cazip hale gelmesinde bir anor­
mallik yoktur.
Bu anlamda hepimiz cinsiyet değiştirmiş sayılırız. Hepimi­
zin biyolojik bir mutasyona uğrama olasılığı neyse cinsiyet de­
ğişikliğine uğrama olasılığı da odur. Bu cinsiyet değiştirme bi­
çiminin biyolojiyle bir ilgisi yoktur. Hepimiz simgesel anlamda
birer transseksüeliz.
Örneğin, Cicciolina. Cinsel ilişkiyi, cinsel ilişkideki por­
nografik masumiyeti ondan daha kusursuz bir şekilde temsil
eden biri var mıdır? Aerobik ve insanın kanını donduran bir
estetiğin ürünü, cazibeden yoksun ve duygusallıktan hiç nasi­
bini almamış, kaslı android Madonna'yı onunla karşılaştırıyor­
lar. Oysa tam da bütün bu saydıklarımız sayesinde sentetik bir
puta dönüştürülen Madonna'nın insanları gene de tuhaf bir
şekilde etkilediği görülmektedir. İyice düşünüp taşınacak olur­
sak Cicciolina'nın da cinsiyet değiştirmiş biri olduğu söylene­
mez mi? Platin renkli uzun saçları, yusyuvarlak göğüsleri olan
bu kadın şişme bir bebeğin ideal ölçülerine sahip değil midir?
Onun sahip olduğu cinsel çekicilik dokunulup kirletilmemesi
için poşetlenmiş çizgi roman ya da bilim kurgu kitaplarının­
kine benzemiyor mu? Ö zellikle de (bunlar asla sapıkça ya da
ahlaksızca değildir) abartılı bir cinsellik yüklenmiş konuşmalar
yapan, kesinlikle her konudaki yasakları çiğneyen Cicciolina
pembe telefonlar dünyasının ideal kadınıdır. Ancak o bununla
yetinmeyerek günümüzde hiçbir kadının üstlenmeyeceği, ten­
selliğini yitirerek ete indirgeniş bir erotik ideolojinin temsilcisi
gibidir. Bu sürecin dışına yalnızca cinsiyet değiştirip kadın ol­
muş biri ya da bir travesti gibi istisnalar çıkabilmektedir,,çünkü
yalnızca bu insanlar et düzeyine indirgenmiş ya da abartılı cin-
Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 25

sel göstergeler sergilemektedirler. Medyumların ağzından ya­


yılana benzeyen tensel bir ektoplazmayla sarılıp sarmalanmış
Cicciolina bu noktada yapay nitrogliserini andıran Madonna
ya da kadınlaşmış erkek ve Frankenstein'ın cazibesine sahip
Michael J ackson'la aynı sepete konulabilir. Bunların hepsi de­
ğişime uğramış insanlar, travestiler, genetik anlamda barok bir
görünüme sahip varlıklar olup erotik dış görünümleri belirsiz
cinsiyetlerini gizlemeye yaramaktadır. ABD'de kullanılan ifa­
deyle bunların hepsi gender-benders'tır (travestiler).
Cinsel özgürlük masalı gerçek dünyada hala var olmayı
sürdürüyor ancak düşsel evrende egemen olan biçim değişik
tipte kadınlaşmış erkekler ve hermafroditlerle birlikte cinsi­
yet değiştirmiş insanlar masalıdır. Seks partileri, cinsel arzu ve
cinsel farklılıktan sonra karşımıza artık ışıl ışıl parlayan erotik
simülakrlar ve anlı şanlı kitsch transseksüel çıkmaktadır. Bunu
postmodern pornografi olarak da adlandırmak mümkün. Bu
çerçevede cinsellik, muğlak bir abartılı cinsellik şeklinde al­
gılanıp, cinsiyetler arasında bir fark yokmuş gibi yapılan oyun
içinde kaybolup gitmektedir. Cinsellik ve politikanın aynı yı­
kıcı projede yer aldığı günlerden bu yana pek çok şey değişti.
Günümüzde Cicciolina İ talyan parlamentosuna milletvekili
olarak seçilebiliyorsa bunun nedeni cinsiyet değiştiren kişi ve
politika-ötesinin aynı ironik duyarsızlık evreninde biraraya
gelmesidir. Bundan yalnızca birkaç yıl öncesine kadar böyle
bir gösteriye tanık olabilmek olanaksızdı. Bugünse tanık oldu­
ğumuz hoş uzlaşma kültürü yalnızca cinsel değil aynı zamanda
politik kültürün de tamamen travestileştiğini göstermektedir.
Cinsel ilişki göstergelerini aşırı uçlara taşıyarak cinsel be­
denden kurtulmayı, cinsel kutuplaşmaya gizlice bir son vererek
arzudan kurtulmayı hedefleyen ve bunu abartılı bir oyun şek­
linde sergileyen bu strateji; cinsiyet farklılığını, tam tersine, ya­
sağa başvurarak daha belirgin bir hale getirmeye çalışan o eski
baskıcı yöntemden daha etkilidir. Buna karşın bu stratejinin
kimin işine yaradığı belli değildir, zira herkes bu stratejiden
26 Her Yer Ekran

şöyle ya da böyle etkilenmektedir. Daha geniş bir anlamda kul­


lanmak gerekirse bu travesti düzeni kurumlarımızı temelinden:
sarsmıştır. Bu düzenle her yerde örneğin, politika, mimari, ku-!
ram, ideoloji hatta bilim alanında bile karşılaşılmaktadır.
Umarsızca peşine düştüğümüz kimlik ve farklılık arayışın­
da bile karşımıza bu düzen çıkıyor. Artık arşivlere giderek, bir
belleğe, bir geçmişe başvurarak ya da bir proje kapsamında
veya gelecekte kendimize uygun bir kimlik arayacak zamana
sahip değiliz. Bizim hemen şu anda burada, istediğimiz da­
kika başvurabileceğimiz anlık bir belleğe, bir tür reklam fıl­
mindeki kişilik gibi doğruluğu hemen o anda saptanabilecek
türden bir kimliğe ihtiyacımız var. Günümüzde insan vücu­
dundan organik bir denge durumunu ifade eden sağlıktan çok
kısa bir süreliğine bile olsa ışık saçan, temiz görünen ve reklam
görüntülerindeki vücuda benzeyen bir biçime sahip olması -
ideal koşullara sahip olmak yerine bir performans sergilemesi­
beklenmektedir. Moda ve görünüm terminolojisine uygun bir
şekilde ifade etmek gerekirse aranan şey güzellik ya da baştan
çıkarıcılık değil look'tur/görünüştür.
Herkes bir görünüş peşindedir. Artık bir insana benzemek
yeterli olmadığından (insanlar artık birbirlerine bakmıyor,
baştan çıkartmaya çalışmıyor) kim olduğumuza, yüzümüze
bakılıp bakılmayacağına aldırmadan bir görünüşe sahip olmaya
çalışmakla yetiniyoruz. Artık hayattayım, aranızdayım denil­
miyor ben görünür bir varlık olmak, bir imgeye -look, look­
benzemek istiyorum deniyor. Üstelik narsisizmle bir ilişkisi
olmayan bu imge yüzeysel bir dışadönüklükten başka bir an­
lama sahip değil. Bunu herkesin kendi görünümünün empre­
zaryosuna dönüştüğü bir tür reklam imgesine özgü masumiyet
olarak nitelendirmek mümkün.
Görünüş bir tür sahip olunabilecek asgari imge olup, o da
tıpkı bir video imgesi gibi tanımlanabilir. McLuhan'ın deyi­
şiyle bu dokunulabilir türden bir imgedir. Bu modanın tersine
bakışları kendisine doğru yönlendiremeyen, hayranlık duyul-
Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 27

mayan, herhangi bir özel anlama sahip olmayan sıradan bir


özel efekte benzeyen bir görünüştür. Artık modayla bir ilişkisi
kalmayan görünüş, modaya özgü geçerliğini yitirmiş bir bi­
çimdir. Bir farklılaştırma mantığına boyun eğmeyen, bir fark­
lılık oyununa benzemeyen görünüş birfarklılık oyunu oynarmış
gibi yapmaktadır. Görünüş demek herkese benzemek, farklı
olmamak demektir. Bu durumda insanın kendisi olması kısa
süreli, geçici bir oyuna benzemekte, herkesin sıradanlaştığı bir
dünyada büyüsünü yitirmiş yapmacık tavırlar sergilemesine
neden olmaktadır.
Geriye doğru gidildiğinde cinsiyet değiştiren kişi ve tra­
vestinin kazandığı bu zafer önceki kuşakların cinsel özgürlük
anlayışı konusunda alışılmadık bir bakış açısı sunuyor. Vücuda
azami bir erotik değer yükleyerek kadınlık ve zevk almanın
(erkeklik o tarihe kadar iktidar/güç alanını elinde tutmuştur)
ayrıcalıklı bir yere oturtulmasıyla bir ilişkisi olmadığını söy­
leyen önceki cinsel özgürlük anlayışı karşıt cinslerin birbirine
karıştırılma sürecinde belki de ara bir evreden başka bir şey
olamamıştır. Cinsel devrim belki de cinsiyet değiştirme yolun­
da ortaya çıkmış belirleyici bir aşamadır. Bu aslında tüm dev­
rimlerin kendisinden kaçamadıkları tuhaf bir sonuçtur. Cinsel
devrim arzuyla ilgili her şeyi olasılaştırmış hatta: Ben bir erkek
miyim yoksa bir kadın mı gibi temel bir soru bile sordurmuş­
tur. (Psikanalizin de bu cinsel kimlikle ilgili belirsizlik ilkesine
bir katkısı olmuştur.) Tüm diğerlerine modellik yapan politik
ve toplumsal devrim, sahip olduğu özgürlük ve kişisel irade­
den yararlanma alışkanlığı kazandırdığı insanın, karşı konul­
ması olanaksız bir mantık çerçevesinde kendi kendine özgün
iradesinden nasıl yararlanabileceği ve bu konuda ne yapması
gerektiği sorusunu sormasına yol açmıştır. Oysa insanlar daha
önce böyle bir sorunla hiç karşılaşmamışlardır. Bu her türlü
devrimin karşılaşabileceği cinsten çelişkili bir sonuçtur. Başka
bir deyişle devrimle birlikte bir belirsizlik, endişe ve kargaşa
28 Her Yer Ekran

dönemi başlamaktadır. Oysa seçenek, çoğulculuk ve demokrasi


gibi başka zevk alma biçimleri de vardır.
Yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse cinselliğe özgü de­
mokratik bir ilke yoktur. İ nsan haklarının bir parçası olarak
görülmeyen cinsellik bir özgürleşme ilkesine de sahip değil­
dir. Seks partileri aşamasından sonra özgürleştirilen cinselliğin
ulaştığı bir sonuç varsa o da herkesi kendi "cinsiyetini" (gender),
genel anlamdaki cinsini ve cinselliğini aramaya itmesi ve in­
sanların da bu sorulara yanıt bulma konusunda giderek zor­
lanmalarıdır. Bunun nedeni göstergelerin dolanım hızı ve zevk
alma çeşitlerindeki artıştır. Biz de işte bu şekilde hiç farkına
bile varmadan cinsiyet değiştirdik. Tıpkı farkına bile varma­
dan politika-ötesi, başka bir deyişle politik açıdan birbirinden
farklı olmayan, birbirine benzeyen, politik anlamda aynı anda
her iki cinse ait görünen ve her iki cinsin biyolojik yapısına
sahip (hermafrodit) canlılara dönüştüğümüz gibi. En çelişkili
ideolojilere boyun eğip, hatmedip yadsıdıktan sonra bu ideo­
lojileri çağrıştıran bir yüz ifadesi takındık ve zihinsel olarak
belki de kendimize rağmen politika dünyasının travestilerine
dönüştük.
Bütün bunlarla aynı anda yükselişe geçen başka şeyler var.
Politik (daha doğrusu politika-ötesi) bir biçim olarak terörizm,
patolojik biçimler olarak AIDS ve kanser, daha genelinde cin­
sel ve estetik bir biçim olarak cinsiyetini değiştirmiş birey ve
travesti var. Yalnızca bu biçimler bile insanı zihinsel olarak bü­
yülüyor. Cinsel devrim, politik tartışmalar, kalp ve damar has­
talıkları ya da iş kazaları hatta klasik silahlarla gerçekleştirilen
savaşlar bile genelde artık insanların ilgisini (bu bir bakıma
iyi bir şey kimseyi ilgilendirmeyeceği için birçok savaşın çık­
masını engelleyebilir) çekmiyor. Gerçek fantezileri başka yerde
yani, hepsi de bir işleyiş ilkesinin bozulması ve bunun sonuç­
larının birbirine karıştırılmasıyla ortaya çıkan o sözünü etti­
ğimiz üç biçimin içinde aramak gerekiyor. Bunların her biri
-terörizm, travesti, AIDS- politik, cinsel ya da genetik işieyiş
Hepimiz Cinsiyet Değiştirdik 29

sürecinin hızla olumsuz bir yönde seyretmesiyle uyumlu bir


biçime sahip olmanın yanısıra politik ve cinsel kodların aynı
anda yetersizleşmesi, çökmesiyle de uyumludur.
Bunların hepsi bulaşıcı, büyüleyici, birbirlerinden ayırmak­
ta zorlandığımız biçimler olup, bulaşıcı nitelikteki imgeler sa­
yesinde hızla çoğalabilmektedirler zira, tüm modern iletişim
araçları, haber ve iletişim süreçleri kendilerine özgü yaşamsal
bir güce sahip olmanın yanısıra tehlikeli bir şekilde yayılan bir
bulaşma gücüne sahiptirler. İ çinde yaşadığımız kültür sinyaller
ve imgelerle ışık saçan vücutlar ve zihinlere sahiptir. Bu kültür
olabilecek en güzel sonuçları üretebiliyorsa keza akla gelebi­
lecek en ölümcül virüsleri üretmesine de şaşırmamak gerekir.
İ nsan vücutlarına nükleer bir güç aşılama işi Hiroşima'yla baş­
lamış olabilir ancak günümüzde iletişim araçlarının, imgelerin,
sinyallerin, programların, ağların yaydığı ışınlarla kalıcı bir gö­
rünüme büründüğü söylenebilir.

14 Ekim 1 987
DÜŞÜNCELERİ, MEZARINDAN
ÇIKARTILIP GÖZDEN GEÇİRİLEN
MARTIN HEIDEGGER

Heidegger hakkında sürdürülen, felsefi bir nitelikten yoksun


anlamsız tartışmalar yalnızca güncel düşünce düzeyindeki ye­
tersizliğin bir belirtisi olabilir. Yeni bir çıkış yolu arayıp bul­
mayı başaramayan güncel düşünce yüzyıl sonuna yaklaştığımız
şu günlerde saplantılı bir şekilde kökenlerine geri döner, baş­
vurduğu kaynakların lekelenip lekelenmediklerini sorgularken,
aynı zamanda yüzyıl başında tam olarak neler olup bittiğini
anlayamamanın acısıyla kıvranmaktadır. Daha genel bir ifa­
deyle Heidegger örneği yüzyılın bilançosunu çıkardığı bir sıra­
da yeniden canlanarak bu toplumu ele geçiren faşizm, nazizm,
imha etme gibi kolektif yeniden canlanma hareketinin belir­
tisidir. Bu konularda yapılan tartışmalar da bir yandan yüzyıl
başında yaşanan ve tam olarak neler olup bittiğini anlayama­
dıkları olayları yeniden ele alıp anlaşılır hale getirmeye, ölü­
lerin suçsuzluğunu kanıtlamaya, suçluları temize çıkartmaya
çalışırken; diğer yandan şiddetin, kötülüğe özgü tarihi hakikat
konusunda yaşanan kolektif halüsinasyonun kökenlerine geri
dönme gibi sapıkça bir büyülenmeye karşı koyamamaktadırlar.
Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Heidegger 3 1

Gerçeklerden uzaklaşarak. sihirbazlığa başvuracak bir duruma


düşmemizin nedeni herhalde şu sıralar düşgücümüzün olduk­
ça zayıflaması, içinde bulunduğumuz durum ve ürettiğimiz
düşünceleri hiç önemsemiyor olmamızdır.
Heidegger'e gelince bugünlerde entelektüel açıdan suçlu
olduğu (?) keşfedildi, oysa geçen kırk yıl boyunca bu konu hiç
sorun edilmemişti. Zaten Marx ve Freud konusunda da bize
aynı numarayı çektiler. Marksist düşünce her sorunun altından
başarıyla kalkamamaya başlayınca Marx'ın yaşamını mercek
altına aldılar ve onun hizmetçisiyle yatıp kalkan bir burjuva
olduğunu keşfettiler. Psikanalitik düşünce gücünü yitirip tartı­
şılmaya başlandığında Freud'un yaşamı ve psikolojisini araştı­
rıp doğal olarak onun cinsiyet ayırımcılığı yapan, ataerkil zih­
niyete sahip bir adam olduğunu anladılar. Şimdi de Heideg­
ger'i bir Nazi olmakla suçluyorlar. Onun bir Nazi olduğunu
kanıtlamanın ya da temize çıkarmanın bir önemi yok. Başka
bir deyişle her iki tarafın da sahip olduğu özgün referanslarla
artık gururlanmadığı, elinde kalan enerjiyle onları aşıp geç­
meye çalışmadığı ve bu enerjiyi tarihi davalar, dertler, kanıt­
lar, karşılaştırmalar yapmak amacıyla harcayıp aynı sığlık ve
küstahlıktaki bir düşüncenin tuzağına düştüğü görülmektedir.
Ö rnek aldığı ustalarla ilgili bu belirsizliği açıklama zorluğu çe­
ken (hatta usta olarak gördüğü filozofları çiğneyip geçen) fel­
sefe kendini savunmaya çalışmaktadır. Bir başka tarih oluştur­
mayı başaramayan bir toplumun kendini savunmaya çalışırken
aslında varlığını ve işlediği suçları kanıtlamak adına, kendini,
bir önceki tarihsel aşamayı ağzında gevelemeye mahkum ettiği
görülmektedir. Bu kanıtın neyin nesi olduğunu sormakta yarar
var. Biz bugün politik, tarihsel anlamda ortadan kaybolduğu­
muz için (bizim asıl sorunumuz budur) 1940- 1945 yılları ara­
sında öldüğümüzü kanıtlamaya çalışıyoruz. Oysa Auschwitz
ya da Hiroşima'yı yaşayanlar çok çarpıcı tarihsel olaylara ta­
nıklık ettiler. Tıpkı 1915 yılında katledildiklerini kanıtlamak
amacıyla kendilerini paralayan Ermeniler gibi. Bu kanıtlara
32 Her Yer Ekran

ulaşabilmek olanaksız, yararsız ama bir anlamda da hayati bir


öneme sahipler. Zaten günümüzde felsefe ortadan kaybolduğu1
(onun sorunu ortadan kaybolduktan sonra bile yaşamayı nasıl)
sürdürebileceğidir) için Heidegger'le kesinlikle uzlaştığını ya
da Auschwitz'in kendilerine konuşma yeteneklerini kaybettir­
diğini kanıtlamak zorundalar. Bütün bunlar tarihsel anlamda
öldükten sonra ortaya çıkan bir hakikate başvurma, öldükten
sonra temize çıkma çabası gibi umarsızca bir girişimden başka
bir şey değildir. Bütün bunlar tam da doğruluğu herhangi bir
şekilde tespit edilebilecek bir hakikatten; bir kuram ve bir uy­
gulama arasında herhangi bir ilişki kurmayı başarabilecek bir
felsefeden; olan biten konusunda herhangi bir tarihsel kanıt
oluşturabilecek bir tarihten yoksun olduğumuz bir sırada olup
bitiyor.
Geçmişe özgü trajik olaylar da dahil olmak üzere sahip ol­
duğumuz gerçekliğin iletişim araçları tarafından üretildiğini
unutmamak gerekiyor. Başka bir deyişle bu gerçeklerin doğ­
ruluğunu kanıtlamak ve tarihsel bir bağlama oturtmak konu­
sunda çok geç kaldık. Zira yaşadığımız döneme, yüzyıl sonuna
ait tipik bir özellik varsa o da olan biteni anlamamızı sağlayan
araçları yitirmiş olmamızdır. Oysa tarihi tarihe benzediği sıra­
da anlamak gerekiyordu. Heidegger'i zamanında ihbar etmek
ya da savunmak gerekiyordu. Bir sonuca varamayacak bir dava
dosyası oluşturmanın bir anlamı olamaz. Artık çok geç, zira
biz başka bir dünyada yaşıyoruz. Televizyonda izlediğimiz Ho­
focauste hatta Shoa dizileri bunun somut kanıtıdır. Bu olaylar
anlaşılabilecekleri zaman dilimi içinde anlaşılmadılar. Bundan
böyle anlaşılabilmeleri mümkün değil. Anlaşılamayacaklar
çünkü sorumluluk, nesnel nedenler, tarihin nesnel anlamı (ya
da anlamsızlığı) gibi kavramlar ya ortadan kayboldular ya da
kaybolmak üzereler. Çünkü ahlak bilincinin, kolektif bilincin
sonuçları tamamen medyatikleşmiştir. Enerjisini neredeyse ta­
mamen tüketen bu bilincin yeniden canlandırılması için har­
canan iyileştirme çabalarının boyutlarına bakmak yeterlidir.
Düşünceleri, Mezarından Çıkartılıp Gözden Geçirilen Heidegger 33

Nazizm, esir kampları, Hiroşima gibi olayları anlayıp anla­


yamayacağımızı asla öğrenemeyeceğiz, zira aynı zihinsel evren
içinde yaşamıyoruz. Kurban ve celladın yerlerinin değiştirilme
olasılığı, sorumluluğun dağıtılarak saptırılması ve yok edilmesi
gibi şeyler sahip olduğumuz o kusursuz ara yüzün erdemlerin­
den birkaçıdır. Unutma kapasitemizi yitirdik, artık imgelerden
başka unutmamız gereken bir şey yok. Bu imgeleri unutma
suçu herkes tarafından işlendiğinden unutkanlık konusunda
genel bir af ilan edilecek. Bu olayların otopsisi yapılamaz, zira
artık hiç kimse olguların gerçekliğine inanmadığından model­
lere bakarak konuşuyoruz. Bugün olaylar gözlerimizin önünde
olup bitseler bile artık ne bir şeyleri kanıtlayabilirler ne de bizi
ikna edebilirler. Çözümleme yapmak amacıyla Nazizm, gaz
odaları vb. konusu o kadar çok didiklenip incelendi ki, sonun­
da bunları anlamakta zorlanmaya ve mantıken şu akıl almaz
soruyu sormaya başladık: "Bütün bunlar acaba gerçekten ya­
şandı mı?" Bu aptalca ya da manevi açıdan tahammül edilmesi
zor bir soru olabilir ama asıl önemli olan şey mantıksal açıdan
böyle bir sorunun sorulabilmesidir.
Böyle bir sorunun sorulabilmesini olası kılan şey olaylar,
düşünceler ve tarihin iletişim araçlarıyla yeniden üretilmesidir.
Bunların nedenlerini kavrayabilmek amacıyla ayrıntılara inmek
onları yok etmek demektir. Olayları durmadan araştırmak, bir
bellek oluşturmaya çalışmak şeylerin birbirlerine karıştırılma­
sına neden olabilir. Bu yaklaşım bellek oluşturmaya, olayları
nesnelleştirmeye çalışan tarihe karşı duyarsızlaşmaya itebilir.
Bir gün acaba Heidegger diye biri var oldu mu sorusunu sor­
durabilir? Gaz odalarını inkar eden Faurisson olayı iğrenç bir
paradoksa benzeyebilir (R. Fiı.urisson'un gaz odalarının tarihsel
anlamda var olmadığını söylemesi iğrenç bir şeydir) ancak bu
olay aynı zamanda bütün bir kültürel hareketin tercümesi gi­
bidir. Kökenlerinin iğrençliği nedeniyle sanrılar yaşayan, bun­
lar tarafından büyülenen, bunları unutmaları olanaksız olan
Another random document with
no related content on Scribd:
The Project Gutenberg eBook of Proxy
Planeteers
This ebook is for the use of anyone anywhere in the United States
and most other parts of the world at no cost and with almost no
restrictions whatsoever. You may copy it, give it away or re-use it
under the terms of the Project Gutenberg License included with this
ebook or online at www.gutenberg.org. If you are not located in the
United States, you will have to check the laws of the country where
you are located before using this eBook.

Title: Proxy Planeteers

Author: Edmond Hamilton

Release date: August 2, 2022 [eBook #68669]

Language: English

Original publication: United States: Better Publications, Inc, 1947

Credits: Greg Weeks, Mary Meehan and the Online Distributed


Proofreading Team at http://www.pgdp.net.

*** START OF THE PROJECT GUTENBERG EBOOK PROXY


PLANETEERS ***
PROXY PLANETEERS
By EDMOND HAMILTON

[Transcriber's Note: This etext was produced from


Startling Stories, July 1947.
Extensive research did not uncover any evidence that
the U.S. copyright on this publication was renewed.]
Doug Norris hesitated for an instant. He knew that another
movement might well mean disaster.
Here deep in the cavernous interior of airless Mercury, catastrophe
could strike suddenly. The rocks of the fissure he was following had
a temperature of hundreds of degrees. And he could hear the deep
rumble of shifting rock, close by.
But it was not these dangers of the infernal underworld that made
him hesitate. It was that sixth sense of imminent peril that he had felt
twice before while exploring the Mercurian depths. Each time, it had
ended disastrously.
"Just nerves," Norris muttered to himself. "The uranium vein is
clearly indicated. I've got to follow it."
As he again moved forward and followed that thin, black stratum in
the fissure wall, his eyes constantly searched ahead.
Then a half-dozen little clouds of glowing gas flowed toward him
from a branching fissure. Each was several feet in diameter, a faint-
glowing mass of vapor with a brighter core.
Norris moved hastily to avoid them. But there was a sudden flash of
light. Then everything went black before his eyes.
"It's happened to me again!" Doug Norris thought in sharp dismay.
Frantically he jiggled his controls, cut in emergency power switches,
overloaded his tight control beam to the limit. It was no use. He still
could not see or hear anything whatever.
Norris defeatedly took the heavy television helmet with its bulging
eyepieces off his head. He stared at the control-board, then looked
blankly out the window at the distant, sunlit stacks of New York
Power Station.
"Another Proxy gone! Seven of them wrecked in the last two weeks!"
It hadn't just happened, of course. It had happened eight minutes
ago. It took that long for the television beam from the Proxy to shuttle
from Mercury to this control-station outside New York. And it took as
long again for the Proxy control-beam to get back to it on Mercury.
Sometimes, a time-lag that long could get a Proxy into trouble before
its operator on Earth was aware of it. But usually that was not a big
factor of danger on a lifeless world like Mercury. The Proxies, built of
the toughest refractory metals, could stand nearly anything but an
earthquake, and keep on functioning.
"Each time, there's been no sign of falling rocks or anything like
that," Norris told himself, mystified. "Each time, the Proxy has just
blacked out with all its controls shot."

Then, as his mind searched for some factor common to all the
disasters, a startled look came over Doug Norris' lean, earnest face.
"There were always some of those clouds of radon or whatever they
are around, each time!" he thought. "I wonder if—" A red-hot thought
brought him to his feet. "Holy cats! Maybe I've got the answer!"
He jumped away from the Proxy-board without a further glance at
that bank of intricate controls, and hurried down a corridor.
Through the glass doors he passed, Norris could see the other
operators at work. Each sat in front of his control-board, wearing his
television helmet, flipping the switches with expert precision. Each
was operating a mechanical Proxy somewhere on Mercury.
Norris and all these other operators had been trained together when
Kincaid started the Proxy Project. They had been proud of their
positions, until recently. It was a vitally important job, searching out
the uranium so sorely needed for Earth's atomic power supply.
The uranium and allied metals of Earth had years ago been
ransacked and used up. There was little on Venus or Mars. Mercury
had much of the precious metal in its cavernous interior. But no man,
no matter how ingenious his protection, could live long enough on
the terrible, semi-molten Hot Side of Mercury to conduct mining
operations.
That was why Kincaid had invented the Proxies. They were
machines that could mine uranium where men couldn't go. Crewless
ships guided by radar took the Proxies to the Base on Mercury's
sunward side. From Base, each Proxy was guided by an Earth
operator down into the hot fissures to find and mine the vital
radioactive element. The scheme had worked well, until—
"Until we got into those deeper fissures with the Proxies," Doug
Norris thought. "Seven wrecked since then! This must be the
answer!"
Martin Kincaid looked up sharply as Norris entered his office. A look
of faint dismay came on Kincaid's square, patient face. He knew that
a Proxy operator wouldn't leave his board in the middle of a shift,
unless there was trouble.
"Go ahead and give me the bad news, Doug," he said wearily.
"Proxy M-Fifty just blacked out on me, down in Fissure Four," Norris
admitted. "Just like the others. But I think I know why, now!" He
continued excitedly: "Mart, seven Proxies blacking out in two weeks
wasn't just accident. It was done deliberately!"
Kincaid stared. "You mean that Hurriman's bunch is somehow
sabotaging our Project?"
Doug Norris interrupted with a denial. "Not that. Hurriman and his
fellow politicians merely want to get their hands on the Proxy Project,
not to destroy it."
"Then who did wreck our Proxies?" Kincaid demanded.
Norris answered excitedly. "I believe we've run into living creatures in
those depths, and they're attacking us."
Kincaid grunted. "The temperature in those fissures is about four
hundred degrees Centigrade, the same as Mercury's sunward side.
Life can't exist in heat like that. I suggest you take a rest."
"I know all that," Norris said impatiently. "But suppose we've run into
a new kind of life there—one based on radioactive matter? Biologists
have speculated on it more than once. Theoretically, creatures of
radioactive matter could exist, drawing their energies not from
chemical metabolism as we do, but from the continuous process of
radioactive disintegration."
"Theoretically, the sky is a big roof with holes in it that are stars,"
growled Kincaid. "It depends on whose theory you believe."
"Every time a Proxy has blacked out down there, there's been little
clouds of heavy radioactive gas near," argued Doug Norris. "Each
seems to have a denser core. Suppose that core is an unknown
radium compound, evolved into some kind of neuronic structure that
is able to receive and remember stimuli? A sort of queer, radioactive
brain?
"If that's so, and biologists have said it's possible, the body of the
creature consists of radon gas emanated from the radium core. You
remember the half-life of radon exactly equals the rate of its
emission from radium, so there'd be a constant equilibrium of the
thing's gaseous body, analogous to our blood circulation. Given
Mercury's conditions, it's no more impossible than a jellyfish or a
man here on Earth!"

Kincaid looked skeptical.


"And you think these hypothetical living Raddies of yours are
attacking our Proxies? Why would they?"
"If they have cognition and correlation faculties they might be
irritated by the tube emanations from the control-boxes of our
Proxies," Norris suggested. "They get into those control-boxes and
wreck the tube circuits by overloading the electron flow with their
own Beta radiation!"
"It's all pretty far-fetched," muttered his superior. "Radioactive life!
But all those Proxies blowing can't be just chance." He paused, then
added gloomily, "But I can just see myself telling a World Council
committee that your hypothetical living Raddies are what keep us
from delivering uranium! Hurriman would like that. It would convince
the Council that I'm as incompetent as he claims."
"He'll convince the Council of that anyway unless we deliver uranium
from Mercury quickly," retorted Norris. "And we'll never do it till we
get these Raddies licked. They're basically just complex clouds of
radioactive gas. A Proxy armed with a high-pressure gas hose
should be able to blow them to rags. Can't we try it, Mart?"
Kincaid sighed, and stood up.
"I was a practical man once," he said wearily, "and would have
booted you out of here if you'd suggested such stuff. But I'm a
drowning man right now, so I'll buy your straw. We'll send down a
couple of Proxies armed with gas hoses and see how they make
out."
Doug Norris eagerly went with his superior into the adjoining room
where the operators of the Base Proxies were on duty.
"Norris and I will take over two Proxies at base," Kincaid told the
sub-chief there.
Two operators took off their helmets and got out of their chairs.
Norris took the place of one, donning the television helmet.
The control and television beams were on. The compact kinescope
tubes in his helmet gave him a clear vision of the Base on Mercury,
as seen through his Proxy's iconoscope "eyes".
There were no buildings, for Proxies didn't need shelter. The seared
black rocks stretched under a brazen sky, beneath a stupendous
Sun whose blaze even the iconoscope filters couldn't cut down
much. The Base was just a flat area here beside the low rock hills. A
crewless ship lay to one side, its hatches open. Near it were the
supply-dumps of Proxy parts, the repair shops, the power plant.
"We'll get a couple of oxygen tanks from the supply dump and use
them for your gas hose weapons," Kincaid was saying.
The Proxies they were guiding did not look like men. They looked
like what they were—machines devised for special purposes. They
were like baby tanks, mounted on caterpillar drives, each with two
big jointed arms ending in claws, and a control-box with iconoscope
eyes. They clamped on the high-pressure oxygen tanks, clutched the
nozzles of the attached hoses, and rolled out of Base across the
seared plain toward the black rock hills. In a few minutes, they
entered the narrow cleft of Fissure Four.
Norris knew the way down here. He led, switching on his searchlight
even though he didn't really need it. The Proxy's iconoscope eyes
could see by the infra-red radiation from the superheated rock walls.
They finally reached the spot deep down in the fissure where his
disabled former Proxy still stood. Doug Norris reached his jointed
arms and quickly unclamped the shield of its control-box.
"Look there, Mart! The whole control's shot! They do it by
overloading the tubes with their own Beta emanations, all right."
Kincaid's Proxy had elbowed close, its big iconoscope eyes peering
closely. Here in the office, Kincaid uttered a grunt.
"That still doesn't prove the gas that did it was living. Instead of your
hypothetical Raddies, it could be—"
"Look there!" yelled Doug Norris suddenly. "There they come again!"
Three of the glowing gaseous things were flowing toward them along
the fissure. They poised for a moment in a lifelike way, and then
swept forward.
"Your gas hose!" yelled Norris to the man beside him. "Don't let them
get near you!"
The Raddies were advancing in a deliberate way. In spite of the
time-lag, Norris tried to raise his gas hose and trigger it. There
wasn't time. The eight-minute lag between his action and the result
out there on Mercury was fatally long. The glowing Raddies were
flowing up around the Proxies.
Doug Norris was momentarily dazzled by the brilliance of the Raddy
that enveloped his Proxy's control-box. It was like looking into a star
to look into the glowing, pulsing core of the thing.
His senses reeled queerly as he stared, hypnotized by the swirling
bright gas and the starlike, throbbing core. He sensed dimly that that
core was a kind of life possible on no terrestrial planet, a crystalized
gaseous neurone structure that used its own radon emanations as a
body.

He felt his senses staggering, darkening. It was as though he were


hypnotized by the brilliance of that pulsing core of light, as though it
were probing excruciatingly into his brain.
Then Doug Norris came out of his queer daze to find himself sitting
there with his helmet dead. He could see nothing. His movements of
the Proxy controls yielded no response.
"Blacked out, both our Proxies!" Kincaid exclaimed, dazedly taking
off his own helmet. "And we got some kind of kick-back shock."
Norris, still badly shaken, nodded unsteadily. "There must have been
a kick-back along the control beam when they blew the control-
boxes. The circuit breakers may have been slow." He added quickly,
"But you know now I was right! Those Raddies are living things, that
instinctively attack our Proxies!"
Kincaid frowned. "It looks like it. But no gas hose or any other
weapon will work against the brutes. The time-lag makes it
impossible to use weapons. Our only chance is to seal and ray-proof
the Proxies' control-boxes against them. That'll take time. But it's our
only chance to get uranium out of there, and it's got to be done
before Hurriman's clique gets the Council on our tail. I'll have the
boys bring the Proxies all back to Base at once."
Norris followed his chief back to his office. Winters, the office clerk,
was waiting there for them, and looking anxious.
"A bulletin just came over the news tape, Chief," he told Kincaid.
"Here it is."
Mart Kincaid read the tape, and his square shoulders seemed to sag
a little. He looked at them heavily.
"We won't need to worry any more about your Raddies, Doug. World
Council has just passed Hurriman's motion requesting an immediate
investigation of Proxy Project. It will begin tomorrow." He added
tonelessly, "You know what that means. When they find we've lost
nine valuable Proxies out there on Mercury without getting any
uranium at all yet, we'll be thrown out."
"Blast Hurriman!" Doug Norris raged. "The Proxy Project has been
your work from the start! You sweated to develop the things. Now
because there's a hitch, a bunch of bumbling politicians take it over!"
"It's all in a lifetime," Kincaid shrugged. "Winters, you tell the boys.
Have them pull their Proxies back to Base, and go home." He sat
down slowly in his chair then, and stared at the wall. "So it's over.
Well, right now I'm too tired to care."
Norris felt heartsick. "Isn't there any chance of stalling them long
enough to try our idea of rayproofing the Proxies?"
"You know there isn't," said his superior. "It'd take days to do that job.
Even if it worked against the Raddies, it'd take weeks more to get
out uranium. And Hurriman's bunch won't wait weeks."
He looked at the sick face of the younger man, then opened a desk
drawer and took out a bottle of Scotch and glasses.
"Here, have a drink," he ordered. "You're a little young yet, and you
take these things too seriously."
Norris unhappily drank the Scotch. But his nerves, still shaken by
that queer kick-back shock from the beam, didn't relax much.
"Mart, your calmness isn't fooling me," he said. "I know how much
the Proxies meant to you, the dreams you had of operating Proxies
on every planet man couldn't visit, even on worlds of distant stars."
Kincaid shrugged as he poured himself a drink. "Sure, I wanted all
that. But since when have scientists ever been able to buck
politicians?"
Darkness pressed the windows as night gathered. They sat silently
in the darkening office drinking the Scotch and looking at the tall,
lighted stacks of the distant New York Power Station.
Doug Norris found no comfort in the liquor's sting. His sense of
injustice deepened. The Proxies were Kincaid's, but just because he
couldn't produce uranium fast enough, they would be taken away
from him.
He said so, bitterly and at length. Kincaid only shrugged wearily
again.
"Forget it, Doug. Have another drink."
Norris discovered with mild surprise that the bottle was empty.
"We must have spilled some of it," he said a little thickly.
"There's another bottle in the drawer," Kincaid grunted. "They were
for the Project party next week, but that's all off now."

Norris opened the other bottle and generously refilled their glasses.
He sat down beside Kincaid, who was looking broodingly from the
window at the distant atomic power plant. Despite the warm physical
glow he felt, Doug Norris was unhappier than before. A new,
poignant sorrow had risen in him.
"You know, Mart, it isn't only what Hurriman's doing to the Project
that's got me down," he said sorrowfully. "It's what happened to old
M-Fifty today."
"M-Fifty?" Kincaid inquired. "You mean that Proxy you lost this
afternoon?"
"Yes, he was my special Proxy for all these months," Doug Norris
said. "I got to know him. He was always dependable, never jumped
his control beam, never acted cranky in a tight place." His voice
choked a little. "I loved that Proxy like a brother. And I let him down. I
let those Raddies wreck him."
"They'll fix him up, Doug," said Kincaid, a rich sympathy in his slightly
thickened voice. "They'll make him as good as new when they get
him back up to Base."
"Yes, but what good will that do if I'm not here to operate him?" cried
Norris. "I tell you, that Proxy was sensitive. He knew my touch on the
controls. That Proxy would have died for me."
"Sure he would." Kincaid nodded with owlish understanding. "Here,
have another drink, Doug."
"I've had enough," Norris said gloomily, refilling their glasses as he
spoke. "But as I was saying, that Proxy won't run for a bunch of
politicians and their ham-handed operators like he ran for me. He'll
know that I'm gone, and he won't be the same. He'll pine."
"That's the way it goes, Doug," Kincaid said sadly. "You lose your
best friend—I mean, your best Proxy—and I lose my Project, just
because we can't furnish enough uranium for power over there."
He gestured bitterly toward the distant stacks of New York Power
Station that soared like towers of light in the distant darkness.
"You know, I've got an idea in my mind about that," Kincaid added
slowly, as he stared at those towers.
Doug Norris nodded emphatically. "You're dead right, Mart. You're
absolutely right."
"Now wait, you didn't hear my idea yet," Kincaid protested a little
foggily. "It's this—we're losing the Project because we can't furnish
enough uranium for power. But suppose they didn't need uranium for
power any longer? Then they'd let us keep the Proxy Project!"
"Exactly what I say!" Norris declared firmly. "There's just one thing for
us to do. That's to find a way to produce atomic power from some
commoner substance than uranium. That'd solve our whole
problem."
"I thought I was the one who said that," Kincaid said, puzzled. "But
look—what fairly common metal could be used to replace uranium in
the atomic piles?"
"Bismuth, of course," Norris replied promptly. "Its atomic number is
closest to the radioactive series of elements."
"You took the words right out of my mouth!" Kincaid declared.
"Bismuth it is. All we have to do is to make bismuth work in an
atomic pile, then we can run the Proxy Project without this
everlasting nagging about supplying uranium."
Doug Norris felt a warm, happy relief. "Why, it's simple! We should
have thought of it before! Let's get some bismuth out of the supply
room and go over to the Power Station right now!" He leaped to his
feet, eagerly, if a trifle unsteadily. "No time to waste, if the Council
committee's to be on our necks tomorrow!"
Doug Norris felt like singing in his wonderful relief, as he and Kincaid
went down through the now deserted Project building to the supply
room. In fact, he started to raise his voice in a ribald ballad about a
Proxy's adventure with a lady automaton.
"You mus' have had a trifle too much Scotch, Doug," Kincaid
reproved him, with owlish dignity. "Such levity isn't becoming to two
scientists about to make the mos' wonderful invention of the
century."
They got one of the heavy leaden cylinders used for transport of
uranium and filled it carefully with powdered bismuth. Then, in
Kincaid's car, they drove happily toward the big Power Station.
The guards at the barrier gate knew them both, for it was nothing
new for Proxy Project men to bring uranium over to the Station. They
let them through, and the car eased along the straight cement road.
The huge, windowless buildings that housed the massive uranium
piles were a mile beyond. But no one went near those tremendous
atomic piles. Everything in them had to be handled by remote control
by the few technicians in Headquarters Building who kept them
operating.
"Mart, isn't it queer nobody ever thought of usin' bismuth instead of
uranium, before now?" Norris asked, out of his roseate glow.
"Scientists too c'nservative, that's the trouble," Kincaid answered
wisely. His voice soared. "We're about to launch a new epoch! No
more uranium shortage to worry 'bout! No more politicians botherin'
the Project!"
"And I'll be able to fix up old M-Fifty and run him myself again,"
added Doug Norris. He choked up once more. "When I think of that
Proxy that was like a brother to me, lyin' down in that lonely fissure
with the Raddies gloatin' over him—"
"Don't think about it, Doug," begged Kincaid, with tender sympathy.
"Soon's we get these atomic piles changed around, we'll go back
and get good old M-Fifty up again and fix him good as new."

That promise cheered Norris' grieving mind. He got out and helped
Kincaid carry the heavy lead cylinder into Headquarters Building.
The technicians they passed in the lower rooms saw nothing
surprising in the two Project men staggering along under the weight
of the cylinder. Nor did Petersen and Thorpe, at first.
Petersen and Thorpe were the two technicians on duty in the big,
sacred inmost chamber of controls. Visors here gave view of every
part of the distant, mighty atomic piles—the massive lead towers that
enclosed the graphite and uranium lattices, the gas penstocks that
led to giant heat turbines, the gauges and meters. And the banks of
heavy levers here could switch those lattices, make any desired
change in the piles, without the necessity of a man entering the zone
of dangerous radiation.
Petersen had surprise on his spectacled, scholarly face as he
greeted the two scientists.
"I didn't know you had another uranium consignment for us," he said.
Kincaid helped Norris place the lead cylinder in the breech of the
tube that would carry it mechanically to the distant pile.
"This isn't uranium—it's better than uranium," Kincaid announced
impressively.
"What do you mean, better than uranium?" Petersen asked in a
puzzled tone. He opened the end of the lead cylinder. "Why, this stuff
is bismuth! What is this, a crazy joke?"
Young Thorpe had been staring closely at Kincaid and Norris.
"They're both plastered!" he burst out.
Kincaid drew himself up in an unsteady attitude of outraged dignity.
"Tha's what thanks we get," he accused thickly. "We come here to
make a won'erful improvement in your blasted old atomic piles, and
we get insulted."
"Thorpe," Petersen said disgustedly, "get them out of here, and ...
Look out!"
Doug Norris had casually taken the heavy metal handle off one of
the big levers. He tapped Thorpe on the head with it just as Petersen
uttered his warning cry. The young technician slumped.
Petersen, suddenly pale, darted toward an alarm button on his desk.
But before he reached it, Norris' improvised blackjack tapped his
skull. And Petersen also sagged to the floor.
Before Petersen could reach the alarm button, the blackjack hit him.

Norris looked triumphantly at Kincaid, with a warm feeling of


righteous virtue.
"They won't bother us now, Mart. I just put them out for a little while
without hurting 'em."
"Quick thinking, Doug!" Kincaid approved warmly. "Can't let
reactionaries obstruc' course of scientific progress. We'd better tie
'em up in case they come around too soon."
Norris helped tie the two unconscious men with lengths of spare
cable. Then he and Kincaid stood swaying a little as they owlishly

You might also like