Professional Documents
Culture Documents
Yokuş 1st Edition Nikos Kazancakis Full Chapter Download PDF
Yokuş 1st Edition Nikos Kazancakis Full Chapter Download PDF
Yokuş 1st Edition Nikos Kazancakis Full Chapter Download PDF
https://ebookstep.com/product/gothikana-1st-edition-runyx/
https://ebookstep.com/product/osrobbanas-1st-edition-variable/
https://ebookstep.com/product/enkheiridion-1st-edition-epiktetos/
https://ebookstep.com/product/odysseia-1st-edition-homeros/
Adoniada 1st Edition Adonis
https://ebookstep.com/product/adoniada-1st-edition-adonis/
https://ebookstep.com/download/ebook-51590108/
https://ebookstep.com/product/poliedro-matematica-1st-edition/
https://ebookstep.com/product/poliedro-fisica-1st-edition/
https://ebookstep.com/product/fragmanlar-1st-edition-herakleitos/
NİKOS KAZANCAKİS
YOKUŞ
GİRİT - İNGİLTERE. YALNIZLIK
Can Modern
ISBN 978-975-07-5895-9
YOKUŞ
GİRİT - İNGİLTERE - YALNIZLIK
ROMAN
1. Girit'te en yaygın çalınan saz olan lyra, klasik İstanbul kemençesine biçim ve
ses açısından çok benzeyen yaylı bir çalgıdır. (Ç.N.)
2. Kazancakis'in baba adı da Mihalis'tir. Yunanca kapetan sözcüğü "kaptan"
değil; bağımsızlık yanlısı çete başı demektir. [Kapetanyo, kapetanyos şeklinde
de kullanılır.] (Ç.N.)
16
Korku sarardı her birini. Dükkanlarındaki insanları
gönderirler, hazırlanabilmeleri için ağalarından uygun
görürse birkaç gün ertelemesini dilerlerdi. Yarım kalmış
işleri olurdu, hanımları hastalanırdı, bağbozumuna köy
lerine gitmeleri gerekirdi. Kocamış bana mısın demez ve
üvey oğlunu bir kez daha yollardı:
"Buyurun diyor, çabuk!"
İşte böyle olunca da, bu kara yazgılılar dükkan
cağızlarını kapayıverir ve cama bir parça kağıt yapıştırır
lardı: "Sekiz gün yokum." Çünkü beylerinin sarhoşluğu
nun süresi buydu. Bir haftalık azık alırlar, hanım ve ço
cuklarına hoşça kalın deyip istavroz çıkardıktan sonra
teker teker varırlardı eve. Hizmetçi kadın onları bodru
ma indirirdi; burada fıçılarla şarap, birer küp yağla zeytin
ve ikişer küp unla buğday olurdu. Duvar dibinde üzerin
de yastık ve minderlerin olduğu uzunca bir asma kat,
onun önünde de uzun bir masa vardı. Bey ortada oturur,
ikisini sağına, ikisini soluna oturturdu; hizmetçi kadın
mezeleri indirir, avluda uşaklar tavukları boğazlamak
için koşuşturur ve şölen başlardı. Yerler, içerler ama ko
nuşmazlardı. Dördünden hiçbiri keyiflenemezdi; bıkıp
usansalar da kimsenin gıkı çıkmazdı. Yavaş yavaş yiyip
içtikçe dirilirler, zihinleri bulanıklaşır, unuturlardı; bey
kaş göz edince kemençeci alırdı eline kemençeyi, şarkıcı
sesine iyi gelsin diye kafaya bir çiğ yumurta çekince şen
lik başlardı. Dansçı havalara uçar, şaklaban şakalarını
patlatır, bütün bodrum inleyerek sarsılırdı. Gün geceye
döner, sabah olurdu. Gülmeyen, kımıldamayan bu koca
mış içer ve izlerdi, şarkı söylemişliği de oynamışlığı da
yoktu. Konuklar sırtlarını duvara vererek ya da birbirle
rinin omzuna yaslanarak kaçamak bir uyku çekerlerdi,
derken kocamışın bir dürtmesiyle zıplayıp yeniden yiyip
içmeye koyulurlardı. Üç, dört derken sekiz gün olurdu.
Sekizinde kocamış kalkıp kapıyı açardı, elini uzatıp ses-
17
sizce, "Gidin!" derdi. Kosmas bu dört zavallının birbirle
rinin ardı sıra duvar dibinden nasıl gittiğini hiç unutmu
yordu; kusmaktan ve uykusuzluktan beti benzi atmış,
tıraşsız ve kir içinde yalpalayarak... Kocamış ise kısrağına
binip Türk mahallelerinden geçerek kentin dışına çıkar,
hava almak için kırsala giderdi.
Kosmas kızgınlıkla başını salladı, sanki babasını üs
tünden atmak istemişti; zihni dinginleşsin diye kıza bak
mak için kafasını çevirdi. Pruvadaki halatlarla simitlerin
üzerinde oturuyor, kocaman kara gözleriyle giderek yak
laşmakta olan kenti izliyordu...
Venedik Surları, 1 yıkık evler, alemi ile tepesi uçmuş
iki-üç minare ve tüm bunların yukarısında kara-mavi
kubbesiyle büyük bir kilise...
"Ermiş Minas'ın başkilisesi," deyip yanına oturdu
Kosmas, "Megalo Kastro'nun koruyucu ermişidir; Türk
ler kiliseyi ele geçirmek için saldırdıklarında, at üzerin
de, kısa kıvırcık sakalları, gümüş zırhı ve uzun kargısıyla
olduğu gibi ikonadan fırlayıp kilisenin kapısına atılarak
Türklerin üzerine akın etmiş..."
Elini kızın beline doladı, gövdesinin sıcaklığını, -san
ki hintcevizi ve tarçın gibi kokan- soluğunun alışılmadık
kokusunu duydu; gemi halatlarının üzerinde, sevdiği yü
zün dönüp onu öpmesi için içinde bir özlem doğuverdi.
İki yıldır bu yüz ona sevinç veriyordu; incecik kemikli,
sıcacık bu gövdeye bir türlü doyamıyordu; uzak bir ül
keden, yabancı bir soydan, üzgün ve ürkmüş atalardan
gelmekteydi...
"Noemi," dedi ona sessizce, "iyi ki varsın."
19
günleriydi, gökyüzü karardı, uçaklarla doldu, hepsi bir
den turnalar gibi Girit'in üstüne döküldüler. Kadınlarla
çocuklar çığlık çığlığa dağlara çıktılar; silahsız erkeklerse
'Ya özgürlük ya ölüm!' diye haykırarak atılıyorlardı. Daha
sonraları Afrika'dayken bir İngiliz subay bana yanmakta
olan yurdumu anlatmıştı. 'Peki ya erkekler?' diye sormuş
tum ona. İngiliz gülmüş, 'Ellerinde paslı bıçaklarıyla "Ya
özgürlük ya ölüm!" diye bağırarak paraşütçülerin üstüne
atlıyorlardı,' demişti. 'Niçin gülüyorsun?' diye sormuş
tum ona. 'Ağlamamak için,' diye karşılık vermişti; çünkü
onlar Libya Denizi kıyısındaki bir köye gitmiş, tam gemi
ye atlayacakları sırada yaşlı bir kapetan bunlara 'Niçin
gidiyorsunuz?' diye sormuş, İngiliz de ona 'Yahu görmü
yor musun kapetan, hepimizi öldürecekler,' demiş. 'Ee,
n'olmuş yani?' diye sormuş kapetan. 'Gitsen de yine bir
gün ölmeyeceğini mi sanıyorsun? Hiç olmazsa şimdi öl!'
deyince İngiliz, 'Tanrı gecinden versin,' diye yanıtlamış.
Koca Giritli de ona 'Tanrı belanı versin!' diye bağırıp sır
tını dönmüş. Uzun zaman sonra öğrendim ki o koca ka
petan benim dedemmiş."
"Bu Giritliler zorlu adamlar, ruhları çok katı; sanki
ormana girmiş gibi oluyorum," diye fısıldayıp adama ba
karak, söylediklerini biraz tatlılaştırmak için gülümsedi.
"Haklı," diye düşündü Kosmas, "haklı... Giritlinin
ruhu katı, tek tabanca ve yaban, gergedan gibi..."
Afrika'ya savaşmaya gittiğinde bağrının nasıl da bir
denbire açılıp en eski iblislerin dışarı fırladığını anımsa
dı... Başlarda yanan bir köyü, akan kanı görmeye dayana
mıyordu. İlk kez öldürülmüş bir insan gördüğünde az
kalsın bayılıyordu. Ama yavaş yavaş bu kanlı oyuna onu
da bulaştırdılar, tutku onu yönlendirmeye başladı, insa
nın insan öldürmeye duyduğu o tarihöncesi karanlık öz
lem... İçindeki bodrum kapakları açıldı ve en eski ataları
dışarı fırlayıverdi - kaplan, kurt, yabandomuzu...
20
Bir kez daha, "Haklı," diye mırıldanırken acısını pay
laşır gibi kadına baktı.
"Sanırım buradan sağ çıkamayacağım," dedi kız, öy
lesine kısık bir sesle söylemişti ki işitilmedi bile.
Geminin ambarlarından, bacalarından, her yerinden
yolcular çıkıyor ve pruvada toplanıyorlardı. Artık limana
girmişlerdi; sağda pençelerinin arasında açık İncil'iyle
kayaların arasına sıkıştırılmış taştan Venedik aslanı ışıl
dadı. Liman uğulduyordu; ortalık çürümüş limon, yağ,
ağaçkavunu ve keçiboynuzu kokuyordu... Çivit rengi
deniz arkada fokurduyordu. Güneş iyice yükselmiş, artık
kavuruyordu. Kosmas dalgakırana atlayıverdi, uzanıp kı
zın elini yakaladı.
"Önce sağ ayağını at," dedi sessizce. "Uğur getirsin."
Bitkin düşmüş olan kız önce sağ ayağını uzattı ve
adamın koluna tutunarak "Yoruldum," dedi.
"Ev yakın, dayan biraz, vardık sayılır," diye yanıtladı
Kosmas.
İlerlediler. Kosmas doyumsuzlukla evlere, insanlara
ve yollara bakıyordu. Her şey yaşlanmıştı; kara saçlar
ağarmış, avurtlar çukurlaşmış, boyalar dökülmüş, duvar
lar yıpranmış, çoğu da yıkılmıştı. Eşiklerin çoğunu ot bü
rümüştü. Kızın elini tutup sıktı.
"İşte benim yurdum," dedi, "işte bastığımız bu top
raktanım ben."
Kız eğildi, yerden biraz toprak aldı, parmakları ara
sında ufaladı.
"Sıcakmış," dedi, "hoşuma gitti."Ve uzaklardaki ken
di soğuk yurdunu anımsadı.
Dar sokaklara girdiler. Kosmas kızın kolundan çık
mıştı, biraz önden gidiyordu artık; tez elden varmak isti
yordu. Yüreği çarpıyordu. Dönüp sağdaki sokağa girdi;
baba evinin kapısını ta uzaktan seçmişti; kapalıydı. Üst
katın penceresi, kapalıydı. Sokakta ne bir kimse ne de
21
bir ses vardı; sanki düş görüyordu. Üzerinde kalın bir
demir halkadan tokmağı olan kemerli eski kapıya yaklaş
tı. İnceden dizlerinin bağı çözülüyordu. Dayandı.
Kapıyı çaldı. Avludan ayak sesleri işitildi, birisi inli
yordu. Ayak sesleri durunca bir kez daha vurdu kapıyı.
Kapı açıldı, yaşlı bir kadıncağız beliriverdi karşısında;
akça pakça, bitkin, bir deri bir kemik ve kapkara giysiler
içinde. Adamı karşısında görür görmez, "Yavrum!" diye
çığlığı basıp kucağını açtı.
Ardından sıska bacısı da beliriverdi; o da eriyip git
miş, saçları aklaşmış, gözleri kin ve acıyla dolmuştu. Yıl
larca boşuna dimdik bekleyen göğüsleri sarkmıştı.
Sevinç ve gözyaşlarıyla, kolları sevdiği bu gövdeyi
özlemle sarıyordu.
İçeri girdiler; kocamışın hep oturduğu sedirin karşı
köşesinde bir kandil yanıyordu.
Kosmas bir anlığına irkildi, istavroz çıkardı.
"Kocamış ölürken bir şey dedi mi?" diye sordu.
"Hayır," diye yanıtladı anası, "hayvan gibi hırladı,
Meryem Ana ikonasını verdiğimizde fırlatıp attı."
"Acı çekiyor muydu?"
"Hayır, öfkesinden öldü."
"Yavaş!" dedi bacısı kandili göstererek. "İşitiyor bizi!"
Ama artık oğlu anasının yanındaydı, korkmuyordu;
yüksek sesle konuşmayı sürdürdü.
"Bütün altınını, biz gün yüzü göremeyelim diye top
rağın altına sakladı. Ölmek üzereyken hepimizi kovduk
tan sonra sürüne sürüne kırsala gitmiş ve toprağı kazıp
gömmüş. Akşamleyin geri döndü; mutluluk içerisinde
yatağa yığılıp ölesiye inlemeye başladı. Gözlerini açıp,
son duasını edip onu kutsamak için gelen papazı görünce
öfkelendi, 'Git buradan!' diye bağırdı adama. 'Lanetin üs
tüme ola!' Papaz elindeki kutsal şarap kadehini gösterip
'Tanrı'dan korkmaz mısın?' diye sordu. Kocamış da, 'Ora-
22
sı benim bileceğim iş!' diye karşılık verdi. 'Çek git bura
dan!' Gece yarısı at gibi kişnemeye başladı; bacın, ben ve
komşu kadınlar evin bir köşesine korkuyla toplanmıştık.
O her kişnediğinde şimdi ev tepemize yıkılacak diyor
duk. Sonra birdenbire, sessizlik. 'Öldü!' dedi komşu Kati
go Kadın. 'Kim bakmaya gidecek?' Ama kimse yeltene
medi. 'Sen git gözlerini yum,' dedi Katigo Kadın bana,
'yoksa günaha girersin.' İstavroz çıkarıp gittim. Elleri ya
tağın demirlerini sıkarken kalmış, tuttuğu yerler yamul
muştu... "
Konuşurken, baştan beri avluda, dış kapının kirişin-
de dikilmekte olan kız birden anasının gözüne ilişiverdi.
"Yoksa?.." diye sordu sessizce.
"Evet, karım..."
Bacısı tiksintiyle yüzünü yana çevirdi; anasıysa oğlu
na yanaşıp:
"Niye aldın bunu?" diye sordu yavaşça. "Kanımızı
bozacak. Yahudi."
"Çok yüce gönüllüdür. Yaşamımı ona borçluyum;
olmasaydı çoktan ölmüştüm. Tek sevincim o. Sev onu
ana. Sen de Maria..." deyip döndü ama bacısı kahve yap
mak için içeri sıvışmıştı bile.
"Yahudi..." dedi yeniden anası, "ama onu sevdiğine
göre... Tek korkum var..."
"Neymiş?"
"Boğmasın onu..."
"Kim?"
Anası bir karşılık vermedi, dönüp yanmakta olan kan
dile baktı. Kosmas anladı ve duvara yaslandı. Suskunluk.
İkisi de ruhun kırk gün evden ayrılmadığını bilirdi; avlu
da gezip dolaşır, merdivenlerden inip çıkar, geceleyin ka
pıyı mandallar, kandilin dibinde oturur ve her şeyi görüp
işitirdi. Babası, bir Yahudiyle evlendiğini öğrenir öğren
mez haber göndermişti:
23
"Yaşadığım sürece Girit'e ayak basma!" Öleliyse
daha on gün olmuştu...
Kapıya doğru bir adım atıp "Hrisula," dedi, "gel hadi!"
Elinden tuttu ve onu anasına götürdü. ''Ana, kızın
dır," dedi. Kız eğilip yaşlı kadının elini öptü; yeniden
doğrulup bekledi.
Anası konuşmadan kıza baktı. Akmakta olan burnu
na, kalın dudaklarına, ürkmüş kocaman gözlerine, boy
nunu saran ince altın zincire...
"Vaftiz oldun mu?" diye sordu yaşlı kadın, elini bile
uzatmadı.
"Vaftiz oldu," diye yanıtladı Kosmas. "Haçı burada
işte. Senin adını aldı, ana: Hrisula." Ardından kızın boy
nundaki zinciri çekince sıcacık göğsünden küçük bir al
tın haç çıkıverdi.
"Hoş geldin!" dedi anası ve çekinerek de olsa ona
dokundu.
Kosmas dönüp duruyordu, yüreği daralmıştı; bir yu
karı bir aşağı çıkıp iniyor, konuşmadan kapılara, eski eşya
lara dokunuyor, duvardaki koca saate, ikonaların yanında
asılı atalardan kalma gümüş tabancalara bakıyordu...
"Peki ya dedem?" diye sordu.
"Uzaktaki köyünde, ölüm döşeğinde..."
İki kadın eski püskü, uzun sedire oturdular. Ana ka
palı pencereden dışarıya, çakıl serili avluya, fesleğen sak
sılarına ve kuyunun üstündeki koruk yüklü asmalara
bakıyordu. Arada bir kıza yan gözle bir bakış atıyordu.
"Ne diyeyim ki ben şuna?" diye düşünüyordu. "Irkı
desen başka; başka bir Tanrı yaratmış, istemem bunu!"
Kız ise avludan uzaklara bakıyordu, asmaların üstün
den uçsuz bucaksız karlı ovalara, ıssız kapkara fabrikalara,
buz kesmiş ormanlara ve kılıçlarıyla evlerin kapılarını kı
rıp Yahudileri toplayan atlılara ... Karlar sıcak kanla eriyor,
çamur oluyor ve sürüyle erkek, kadın ve çocuk çığlıklar
24
atıyor, denklerini ve çocuklarını topluyor ve koşuşturu
yordu...
Arkasına dönünce kocakarının kendisine baktığını
gördü. Ona gülümseyeyim dedi ama yapamadı; birden
bire gözleri dolmuştu. Kocakarı üzüldü.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu yaşlı kadın. "Yurdu
nu mu? Nerede doğdun?"
"Çok uzaklarda, Polonya'da... Kapkara bir fabrika
kentinde."
"Fabrikalarda ne yapıyorlar?"
"Toplar, uçaklar, makineler... Ama babam... " deyip
kendisini tuttu; "insanları öldüren makineler yaparak el
lerini kirletmezdi, hahamdı..." demek istemişti.
"Baban?" diye sordu yaşlı kadın.
"İyi bir insandı. .." yanıtını verdi kız iç geçirerek.
Yaşlı kadın kalkıp avluya çıktı, bir fesleğen filizi ko-
parıp kıza verdi.
"Sizin oralarda da fesleğen var mı?"
"Yok."
"İsa'nın mezarında bitermiş," deyip sustu kadın.
Bir yandan da amcalar, teyzeler ve komşular gel
mekteydi. Ev dolup taşmıştı. Kocamışı unutmuşlardı,
oğlanın gelişi nedeniyle herkes sevinç içindeydi. Karısını
tepeden tırnağa süzüyorlardı; güzel bir canlıydı, yabancı
ve kaygılandırıcıydı.
Katigo Kadın komşusunun kulağına eğildi:
"Çıkan kokuyu aldın mı?" dedi. "Yanaş bak, biraz
daha..."
"Yahudi karısı," diye mırıldanıp dudak büktü kom
şu. "Böyle kokar bunlar..."
Kosmas geçerken bir an karısını görüp üzüldü. Kaz,
ördek ve saksağan sürülerinin arasındaki yaralı bir kuğu
gibi göründü ona. Hepsi kafalarını uzatıp ona bakıyor, bir
takım sesler çıkarıyor ve kafalarını geri çekip susuyorlardı.
25
"Dinleyin, kandil nasıl da cızırdıyor!" dedi birdenbi
re kocakarının biri, istavroz çıkarıp, Kiriye eleyson! 1 diye
bağırdı.
Hepsi birden sedirin köşesine dönüp baktı, yarı ka
ranlığın içerisinde kandilin kıpkırmızı harlı gözü titre
meden yanıyordu.
"Kocamış!" diye mırıldandı tombul bir kadıncağız;
beti benzi atmıştı.
"Nerede?"
"İşte orada, sedirin köşesinde, bacak bacak üstüne
atmış..."
''Aç pencereyi gitsin!" diye ürkmüş bağrışmalar işi
tildi.
Kocakarılardan biri avlu penceresine yapışıp açınca
içeri güneş girdi.
"Şimdi bir şey görüyor musun Pinelopi Kadın?"
Tombalak komşu kadın istavroz çıkardı. "Tanrı'ya
övgüler olsun," dedi. "Gitmiş!"
Maria kahveleri getirdi. Solgun ve hırçındı, kırışık
lıkları gizlesin diye boynuna kara bir kurdele bağlamıştı.
Hrisula'ya hınçla baktı; daha genç, daha güzeldi ve elin
den kardeşini almıştı.
Kosmas sıkıntıdan çatlayacak gibi olmuştu. Kalkıp
kapıyı açtı ve kendini sokağa attı. Güneş yakıcıydı; in
sanlar, hayvanlar ve meyveler çürüyor, sokaklar kir koku
yordu. Yıkıntılar, çökmeye hazır dükkanlar, aşınmış so
kaklar, yamalı pantolonlar, açlıktan çökmüş yüzler... Sa
kalları kırlaşmış ve avurtları çukurlaşmış okul arkadaşla
rını tanıyınca ürküp yolunu değiştiriyordu.
"Ölüm beni ırgalamıyor," diye düşünüyordu, "yıp
ranmışlık ilgilendiriyor beni, aşağılıyor insanı. İşte bunu
26
yenmem gerekiyor..." Yaşlanmıştı, çocukluk ve gençlik
yıllarının görenekleri de ufalanıp gidiyor, havada saçılıp
savruluyordu. Üstüne başka bir yaşam biçimi kurulabi
lirdi ama ona ait olmazdı; sokaklar yeniden gençlerle do
lup taşabilirdi ama onun gençliği olmazdı...
"Sevgili Kastro," diye mırıldandı sevecenlikle ona
bakarak, "yaşlandık bre..."
Bahçenin ve büyük meydanın önünden geçti. İlk
erotik yürek atışlarını burada duymuştu. Nasıl da gör
müştü onu, sevdiği ilk kadını, günbatımında altından bir
bulutun içindeydi ve kendisinin avuçlarıysa yaseminler
le doluydu! Bir yaz akşamıydı; allar, sanlar ve maviler
içinde evlenmemiş kızlar dimdik memeleri ve çözülmüş
saçlarıyla bir yukarı bir aşağı gidiyorlar, kurdeleler sevinç
içerisindeki bayraklar gibi arkalarında dalgalanıyorlar
dı... Dünyayı ele geçirmeye başlayan, sancaklarla dona
tılmış korvetlerdi. Genç oğlanlar da arkalarından gidi
yorlardı, solgun, darlanmışlardı; gülüyormuş gibi yapı
yorlardı ama yürekleri titriyordu. Kosmas da onlarla ko
şuşturuyordu, on yedi yaşındaydı ve sıcacık hava hepten
yasemin kokuyordu...
Katananın biriyle karşılaşmamak için ve gençliğinin
yaz günbatımlarındaki, sancaklarla donatılmış kızlardan
biri kim bilir belki onu gözlerinden tanır diye yere baka
baka çabucak geçti meydandan.
Artık gece çökünce baba ocağına döndü ve eski oda
sına çıktı; karısını sırtını yatağa dayamış ağlarken buldu.
Beline sarıldı, sevgiyle okşadı saçlarını, çenesine dokunup
üzgün yüzünü yukarı kaldırdı ve ona baktı. Kadın da gü
lümsedi.
"Neyin var? Ne yaptılar sana?"
"Hiç... Hiçbir şey... Yorgunum."
Kollarıyla yüzünü örtüp sustu. Bir süre sonra sözler
ağzından dökülmeye başladı.
27
"Hepsi bana bakıyordu, havayı koklayıp yüzlerini
başka yana çeviriyor, aralarında fısıldaşıyorlardı. Annen
de üzüldü benim için. Ayağa kalkıp, 'Hanımlar!' dedi.
'Haydi uğurlar ola, yorgunuz. Yarına artık!' Ardından
elimden tutup beni buraya odana çıkardı. Sanki beni
öpecekmiş gibi eğildi ama yerinip vazgeçti. 'Uzan sen,'
dedi, 'kulak asma onlara, uyu. Ben de buraya yaslanmış,
seni bekliyordum."'
Ve birden hıçkırıklara boğuldu.
"Dayanamıyorum!" diye bağırdı. "Dayanamıyorum
artık, ölmek istiyorum. Kosma, engel ol ölmeme!" Aşağı
yığıldı, dizlerine sarılıp sıktı. "Bırakma beni!" diye bağır
dı. "Bırakma beni!"
Kosmas eğilip kıvırcık saçlarını kaldırarak ensesin
den öptü onu. Kız ürperdi, kollarını adamın dizlerinden
saldı ve dizleri üzerinde yere oturdu. Gözlerini yumup
gülümsedi. O sırada ay çıkmış, ışığı kızın yüzüne düş
müştü; Kosmas korktu. Kalkıp onu kucağına alarak yata
ğa yatırdı.
"Uyu," diye fısıldadı kulağına, "uyu, yoruldun."
Elini yakalayıp, "Tek başıma uyuyamıyorum, sen de
uzan yanıma..." dedi.
Adamın beline sarılıp bedenine dolandı, kendini
onun koynuna gömdü, anadilinde tatlıca bir şeyler mırıl
danırken uykuya daldı.
Gökyüzünde ay ağır ağır yükseliyordu, kocaman,
suskun ve tatlılıkla doluydu. Gençliğindeki ay, bal damla
yan geceler, yanıtsız büyük sorulara arkadaşlarıyla girişti
ği gece boyu süren çekişmeler. Nereden? Nereye? Ne
den? Birinci Dünya Savaşı yıllarıydı, yeryüzü gemi azıya
almıştı, dünyanın bütün ergenleri kaygılıydı.
Ay ışığı yatağa ak bir çarşaf gibi iyice yayılmıştı ar
tık. Kansının bal rengi altından saçları yastığa saçılmış,
sanki birdenbire ışıltıyla dolmuş gibi sessizce ve yumu-
28
şacık parlıyordu. Yüzü mermer gibi ışıldıyordu. Kosmas
okşamak için elini uzattı ancak havada tuttu; onu uyan
dırmaktan korktu.
"Ne çok seviyorum şu kadını, anlatılamaz," diye dü
şündü. "Ne çok iyilik etti bana, anlatılamaz. Zihnimi açtı
ve yüreğimi de; bana kin duyduğum yabancı ırkları sev
meyi, savaştığım yabancı düşünceleri anlamayı, bütün
insanların aynı kökten geldiğini duyumsamayı öğretti...
Kudüs'teki o günbatımında hangi yazgı onu elinden tu
tup bana getirdi kim bilir?"
Başını silkip gülümsedi. "Yazgı değil," dedi kendine,
"ben, o günbatımında onu elinden ben yakaladım, baş
kası değil!"
O günbatımında nerede bulundukları geldi aklına,
bir kitapçıdaydılar ve Kosmas sevdiği bir kitabı arıyor
du; az ve öz sözlerle, ölçülü tutkularla ve en acı tatlarla
dolu Song Hanedanı'nın Çince şarkılarını. Umutsuz
günlerdi, savaş iyice azıtmıştı, kötülük güçleri Mısır sını
rına dek ulaşmıştı, uçakları Filistin üzerinden geçerek
Irak'a gidiyor, yangın ve ölüm saçıyordu. Girit de pençe
lerine düşmüştü. Açlık kasıp kavuruyordu Yunanistan'ı.
İskenderiye'nin kahvehanelerinde -kralcı, demokrat, ko
münist... - Yunan subaylar birbirlerini öldürüyordu.
Çince şarkıları bulamamıştı, bezgince vitrinden dı
şarı yola bakıyordu.
"Yarından sonra ayrılıyorum buradan," diye düşünü
yordu, "cepheye gidiyorum, Afrika'ya; şarkılar da yanım
da olsa iyiydi. Kıyımın ve yangının ortasında bu şarkılar
dinlendirirdi beni; sanki cebimde solmayan yaseminler
taşıyor gibi olurdum..."
Kızgınlıkla dışarı baktığı sırada, üstünde ipekten tu
runcu bluzuyla sokaktan geçen bir kız gözüne takılmıştı.
Güneşte bir anlığına parlayıp gözden yitmişti. Sevdiği
bu renk onu karşı konulamazcasına bir böcek gibi çekip
29
sürüklüyordu. Fırladı. Kız ona tümüyle gizem, güzellik
ve de üzüntü dolu göründü.
Ansızın zihninde şu düşünce bir şimşek gibi çaktı:
"İstiyorsam ardından koşarım ve benim olur, istemiyor
sam burada dikilip bırakırım ve geçip gider. İstediğimi
yaparım. Peki ne istiyorum?"
Bir şimşek daha çaktı zihninde: Kocaman bir Girit
kenti diye düşlediği Kastro'ya hiç inmemiş olan Giritli
çobanın öyküsünü anımsadı: Çoban buranın, ne ararsan
bulabileceğin gerçek bir cennet olduğunu işitmiştir yal
nızca: İki kat köseleden çift tabanlı ak çizmeler, tüfekler,
kılıçlar, çuval çuval baklalar, mezgitier... Ve misk sabunu
kokulu kadınlar... Y ıllardır bu cenneti düşlüyormuş, yıl
lardır özlemini çekiyormuş ve bir gün artık kendini tuta
mamış. Kayalar parçalamasın diye çizmelerini omzuna
asmış ve dağdan aşağı Kastro'ya doğru inmiş. Koşmuş da
koşmuş, yedi saat... Günbatımına doğru koca kentin kale
kapısına varmış. Orada birden duraksamış, sanki Baş
tançıkarı'yı yenemem diye korkmuş, değneğini yere vu
rup bağırmış: "İster girerim; ister girmem. Girmiyorum!"
deyip geri dönmüş.
Kosmas sıçrayıverdi. "Ben gireceğim!" deyip kızın ar
dından koştu. Birkaç adım sonra güneşte ışıyan turuncu
bluzu seçti, tam da Yahudilerin ağlamaya gittiği Süley
man Tapınağı'nın duvarının dışında. Koşup önüne dikildi
· ve onu durdurdu. Kız başını kaldırıp korkarak ona baktı.
"Siz geçerken," dedi kıza, "şöyle düşündüm: 'İstiyor
sam sizi durdururum ve arkadaş oluruz; yok istemiyor
sam bırakırım ve gidersiniz.' Ben istediğime karar ver
dim," diyerek gülümsedi.
Kız kaygılı gözlerle ona bakarak, "Ya delisiniz," dedi,
"ya da sıra dışı bir insan. Ama hiç zamanım yok..."
"Gelin konuşalım biraz, ardından kararınızı verirsi-
.
ruz..."
30
"Hiç zamanım kalmadı..." dedi kız yeniden. "Gidi
yorum."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Gidiyorum!" dedi yeniden sesi titreyerek. Kosmas
kaygılanarak kolundan tuttu.
"Gitmeyin," dedi tatlı bir sesle, "benimle gelin..."
Sesinin tınısından ürkmüştü kız. "Gidiyorum," di
yordu ama sanki "Yardım edin!" diye bağırıyordu.
Ona bakarken kızın kaytan kaşları titriyordu, bütün
yaşamını o anda tartıyor gibiydi; istiyorum ve istemiyo
rum - sanki bütün yazgısı şu küçücük insancıl sözcük
lerde toplanmıştı.
"Haydi," dedi Kosmas yavaşça.
"Nereye?"
"Hiçbir yere."
"Nereye?" diye sordu bir kez daha, mızırdanan kü
çük bir çocuk gibi.
"Biraz birlikte yürüyelim, sonra gidersiniz. Konuşu
ruz biraz. Yaşamak güç şey, yarından sonra ben de gidi
yorum, uçağa binip, savaşa. Hepimiz ölmek üzereyiz.
Yaşam kısa, söyleşelim biraz."
Adamın yarından sonra ölebileceğini işiten kız sar
sılmıştı. Bal rengi altından başını salladı. "Peki, söyleşe
lim biraz," dedi. "Yaşam kısa, haklısınız; yürüyelim!"
Ömer Camii'ne doğru yola koyuldular. Alacakaran
lık aldan maviye dönmüştü ve giderek lacivertleşiyordu.
Çolpan Y ıldızı masalsı caminin yukarısına yükselmiş,
gökte oynuyordu. Ölmek üzereymiş gibi konuşuyorlar
dı. Çabuk çabuk, soluk soluğa, sanki günah çıkarıyorca
sına söyleşiyorlardı. Kızı yüreklendirmek için ilkin Kos
mas konuştu. Ona görkemli ve sevgili adası Girit'ten söz
etti, canavar babasından, yüce bir çilekeş olan anasın
dan... Ruhunda, bu iki karşıt güç arasında verdiği savaş
tan, barbarlık ile sevecenlik arasında nasıl savaştığından,
31
Another random document with
no related content on Scribd:
Fig. 183.—Saccharomyces mycoderma.
The “Ferment of Wine” (Saccharomyces ellipsoideus) produces
wine in the juice of grapes. Uncultivated yeast-cells are always
present on grapes; an addition of this species to the “must” is not
necessary to secure fermentation. A large number of other
“uncultivated” yeast-cells appear in breweries mixed with the
cultivated ones, and cause different tastes to the beer (S.
pastorianus, etc.). S. ludwigii, found, for instance, on the slimy
discharge from Oaks, produces abundant cell-chains on cultivation.
S. apiculatus is very frequently met with on all kinds of sweet fruits, it
has orange-like cells. S. mycoderma has cylindrical cells, often
united together in chains (Fig. 183): it forms a whitish-gray mass
(“fleur de vin”) on wine, beer, fruit-juice, etc., standing in bottles
uncorked or not entirely filled. It is thought that this Fungus causes
decomposition and oxydises the fluid in which it is found, but it
cannot produce alcoholic fermentation in saccharine liquids, and it
does not form endospores; hence it is uncertain whether it is true
Saccharomyces.
MUSCINEÆ (MOSSES).
In this Division a well-marked alternation of generations is to be
found. The development of the first or sexual generation
(gametophyte),[16] which bears the sexual organs, antheridia and
archegonia, commences with the germination of the spore, and
consists, in the Liverworts, of a thallus, but in the true Mosses of a
filamentous protonema, from which the Moss-plant arises as a lateral
bud. The second or asexual generation (sporophyte), developed
from the fertilised oosphere, consists of a sporangium and stalk.
The sexual generation, the gametophyte. The protonema in the
Liverworts is very insignificant, and not always very sharply
demarcated from the more highly developed parts of the nutritive
system. In the true Mosses the protonema is well-developed, and
consists of a branched, alga-like filament of cells, the dividing cell-
walls being always placed obliquely. In the parts exposed to the light
it is green, but colourless or brownish in those parts which are
underground (Fig. 186). The protonema is considered to be a lower
form of the stem, and grows in the same manner by means of an
apical cell; at its apex it may directly develope into a leaf-bearing
stem, or these arise from it as lateral branches (Fig. 186 k).
The more highly differentiated part of the vegetative system, the
“Moss-plant,” which is thus developed from the protonema, is in the
“thalloid” Liverworts generally a dichotomously-branched thallus
without any trace of leaf-structures (Fig. 194); in Marchantia (Fig.
197) and others, scale-like leaves (amphigastria) are found on the
under surface. The higher Liverworts and the Leafy-Mosses are
differentiated into a filamentous, ramified stem with distinct leaves
arranged in a definite manner, resembling the stem and leaves of the
higher plants (Figs. 186, 195, 200).
True roots are wanting, but are biologically replaced by rhizoids.
These are developed on the stems or thallus: in the Liverworts they
are unicellular, but in the Leafy-Mosses generally multicellular and
branched. In the latter group they are considered identical with the
protonema, and may become true protonema, and new plants may
be developed from them (Fig. 186 b).
Fig. 186.—A Lower portion of a Moss-plant with rhizoids (r), one of which bears
a reproductive bud (b). The dotted line indicates the surface of the ground; the
portions projecting above this become green protonema (p); k is a young Moss-
plant formed on one of these. B Germinating spore of Funaria hygrometrica, with
exospore still attached. C, D Older stages of the protonema.
The internal structure of the sexual generation is very simple. The
leaves in nearly all cases are formed of a single-layered plate of
cells; in the Leafy-Mosses, however, a midrib is very often formed,
and sometimes, also, marginal veins; and along these lines the
leaves are several layers of cells in thickness. The stem is
constructed of cells longitudinally elongated, the external ones of
which are narrower and sometimes have thicker walls than the more
central ones. Vessels are not found, but in several Mosses there is in
the centre of the stem a conducting strand of narrow, longitudinal
cells, which represents the vascular bundle in its first stage of
development. This strand contains elements for conveying water as
well as sieve-tubes. Stomata are entirely wanting in the sexual
generation of the Leafy-Mosses; they are found in a few Liverworts
(Marchantia), but their structure is not the same as in the higher
plants.
Vegetative reproduction takes place by gemmæ or buds
which arise on the protenema, the rhizoids, the thallus, or the shoots,
and become detached from the mother-plant; or else the protonema
and the older parts of the plant simply die off, and their branches
thus become independent plants. This well-developed vegetative
reproduction explains why so many Mosses grow gregariously. In
certain Marchantiaceæ special cupules, in which gemmæ are
developed, are found on the surface of the thallus (Fig. 197 A, s-s).
Again, protonema may also arise from the leaves, and thus the
leaves may act as reproductive bodies. Certain Mosses nearly
always reproduce vegetatively, and in these species the oospheres
are seldom fertilised.
Fig. 187.—Marchantia
polymorpha: a mature
antheridium.
Fig. 188.—Spermatozoids.
The first generation bears the sexual organs; both kinds are
found either on the same plant (monœcious), or on separate plants
(diœcious). In the thalloid Liverworts they are often situated on the
apex of small stems (gametophores), springing from the surface of
the thallus. In the Leafy-Liverworts and true Mosses the leaves
which enclose the sexual organs often assume a peculiar shape,
and are arranged more closely than the other leaves to form the so-
called “Moss-flower.” The male sexual organs are called antheridia.
They are stalked, spheroid, club- or egg-shaped bodies whose walls
are formed of one layer of cells (Fig. 187), enclosing a mass of
minute cubical cells, each one of which is a mother-cell of a
spermatozoid. The spermatozoids are self-motile; they are slightly
twisted, with two cilia placed anteriorly (Fig. 188), while posteriorly
they are generally a trifle club-shaped, and often bear at that part the
remains of the cytoplasm, the spermatozoid itself being formed from
the nucleus. In the presence of water the ripe antheridium bursts,
and its contents are ejected; the spermatozoids, being liberated from
their mother-cells, swarm about in the water in order to effect
fertilisation.
Fig. 189.—Marchantia polymorpha. A A young, and B a ripe
archegonium with open neck. C An unripe sporangium enclosed
by the archegonium a: st the stalk; f the wall of the sporangium.
Elaters are seen between the rows of spores.
The female sexual organs are termed archegonia. They are flask-
shaped bodies (Fig. 189), the lower, swollen portion (venter) having
a wall, in most cases from 1–2 cells thick, enclosing the oosphere
(Fig. 189 B, k): the long neck is formed of tiers of 4–6 cells,
enclosing a central row of cells—the neck-canal-cells (Fig. 189 A).
When the archegonium is fully developed, the walls of the neck-
canal-cells become mucilaginous and force open the neck of the
archegonium. The mucilage thus escapes, and, remaining at the
mouth of the archegonium, acts in a somewhat similar manner to the
stigma and conducting tissue of a carpel, by catching and conducting
the spermatozoids to the oosphere (Fig. 189 B, m), with whose cell-
nucleus they coalesce. With regard to the formation of the oosphere,
it may further be remarked that the lower part of the archegonium
originally encloses the so-called “central cell”; but shortly before the
archegonium is ripe, this cuts off a small portion, the ventral-canal-
cell, which lies immediately beneath the neck, and the larger, lower
portion becomes the oosphere.
The organs mentioned here, antheridia and archegonia, are present in the
Cryptogams (Pteridophyta) and the Gymnosperms. They have always the same
fundamental structure, but with slight modifications of detail. These plants are
therefore known as the Archegoniata.
The fertilisation of the Mosses cannot be effected without water.
Rain and dew therefore play a very important part in this process,
and for this end various modifications of structure are found.
Fig. 190.—Andreæa rupestris. Longitudinal
section through a sporangium at the time when
the mother-cells of the spores are dividing: p
pseudopodium; f foot; v vaginula; h neck; c
columella; w wall of the sporangium; e external
row of cells; s the spore-sac; t the spore-
mother-cells; r the calyptra with the neck of
archegonium (z).
Fig. 191.—Andreæa rupestris. Transverse section
through a ripe sporangium. In the middle is seen the four-
sided columella, surrounded by the numerous spores, drawn
diagrammatically. Surrounding them is seen the wall of the
sporangium, whose outer layer of cells is thickened and
coloured. The layer of cells is unthickened in four places (x),
indicating the position of the clefts (see Fig. 193).
Among the sexual organs, paraphyses—filamentous or club-
shaped bodies—are to be found.
The asexual generation, the sporophyte (Moss-fruit or
sporogonium). As the result of fertilisation the oosphere surrounds
itself with a cell-wall, and then commences to divide in accordance
with definite laws.[17] The embryo (Fig. 189 C) produced by these
divisions remains inside the wall a-a of the archegonium (Figs. 190,
199 D, E), and developes into the sporogonium, which remains
attached to the mother-plant, often nourished by it, as if the two were
one organism. The lower extremity of the sporogonium, the foot
(Figs. 190 f; 199 D), very often forces its way deep down into the
tissue of the mother-plant, but without an actual union taking place.
The central portion of the sporogonium becomes a shorter or longer
stalk (seta), while the sporangium itself is developed at the summit.
At a later stage, during the formation of the spores, the sporangium
very often assumes the form of a capsule, and dehisces in several
ways characteristic of the various genera (Figs. 192, 193, 194, 195,
200). The basal portion of the archegonium grows for a longer or
shorter period, forming a sheath, the calyptra, in which the capsule is
developed, but eventually it ceases to enlarge, and is then ruptured
in different ways, but quite characteristically, in each group.
Anatomically, the asexual generation is often more highly
differentiated than the sexual; thus, for instance, stomata are present
on the sporangia of the true Mosses, but are absent in the sexual
generation.
As the capsule developes, an external layer of cells—the
amphithecium—and an internal mass—the endothecium—are
differentiated. As a rule the former becomes the wall of the capsule
while the latter gives rise to the spores. In this Division, as in the
Pteridophyta, the name archesporium (Fig. 190 t) is given to the
group of cells inside the sporangium which gives rise to the mother-
cells of the spores. The archesporium is in general a unicellular
layer; in Sphagnum and Anthoceros it is derived from the most
internal layer of the amphithecium, but with these exceptions it arises
from the endothecium, usually from its most external layer. In the
true Mosses and in Riccia only spore-mother-cells are produced
from the archesporium, but in the majority of the Liverworts some of
these cells are sterile and become elaters (cells with spirally
thickened walls, Figs. 196, 189), or serve as “nurse-cells” for the
spore-mother-cells, which gradually absorb the nutriment which has
been accumulated in them. In Anthoceros, and almost all the Leafy-
Mosses, a certain mass of cells in the centre of the sporangium
(derived from the endothecium) does not take part in the formation of
the archesporium, but forms the so called “column” or “columella”
(Figs. 190, 191).
The spores arise in tetrads, i.e. four in each mother-cell, and are
arranged at the corners of a tetrahedron, each tetrahedron assuming
the form of a sphere or a triangular pyramid. The mature spore is a
nucleated mass of protoplasm, with starch or oil as reserve material.
The wall is divided into two layers: the external coat (exospore)
which is cuticularized and in most cases coloured (brown, yellowish),
and the internal coat (endospore), which is colourless and not
cuticularized. On germination the exospore is thrown off, the
endospore protrudes, and cell-division commences and continues
with the growth of the protonema (Fig. 186, B-D).
Fig. 192.—Andreæa petrophila. A ripe
sporogonium: a an archegonium which has
been raised with the pseudopodium; p the foot;
b the neck; d-e the dark-coloured portion of the
sporangium, whose outer cell-walls are
considerably thickened; c-c the thin-walled
portions where the dehiscence occurs; o the
lower extremity of the spore-sac; f calyptra; g
the apex of the sporangium. (Mag. 25 times.)