Yokuş 1st Edition Nikos Kazancakis Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Yoku■ 1st Edition Nikos Kazancakis

Visit to download the full and correct content document:


https://ebookstep.com/product/yokus-1st-edition-nikos-kazancakis/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Gothikana 1st Edition Runyx

https://ebookstep.com/product/gothikana-1st-edition-runyx/

■srobbanás 1st Edition Variable

https://ebookstep.com/product/osrobbanas-1st-edition-variable/

Enkheiridion 1st Edition Epiktetos

https://ebookstep.com/product/enkheiridion-1st-edition-epiktetos/

Odysseia 1st Edition Homeros

https://ebookstep.com/product/odysseia-1st-edition-homeros/
Adoniada 1st Edition Adonis

https://ebookstep.com/product/adoniada-1st-edition-adonis/

■■■■■■ 1st Edition ■■■■■■■

https://ebookstep.com/download/ebook-51590108/

Poliedro Matemática 1st Edition

https://ebookstep.com/product/poliedro-matematica-1st-edition/

Poliedro Física 1st Edition

https://ebookstep.com/product/poliedro-fisica-1st-edition/

Fragmanlar 1st Edition Herakleitos

https://ebookstep.com/product/fragmanlar-1st-edition-herakleitos/
NİKOS KAZANCAKİS

YOKUŞ
GİRİT - İNGİLTERE. YALNIZLIK
Can Modern

Yokuş, Nikos Kazancakis


Yunanca aslından çeviren: Harun Ömer Tarhan
O Aniforos
© Niki Stavrou
© 2022, Can Sanat Yayınları A.Ş.
İlk (bu çeviride kaynak alınan) baskı: Kazancakis Yayınları, 2022.
Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının
yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. basım: Kasım 2022, İstanbul


Bu kitabın 1. baskısı 3 000 adet yapılmıştır.

Dizi editörü: Emrah Serdan


Düzelti: Mert Tokur
Mizanpaj: Bahar Kuru Yerek

Sanat yönetmeni: Utku Lomlu / Lom Creative (www.lom.com.tr)


Kapak tasarımı: Ayşe Merdit / Lom Creative (www.lom.com.tr)

Baskı ve cilt: Melisa Matbaacılık Yayıncılık San ve Dış Tic. Ltd.


Maltepe Mah. Davutpaşa Çiftehavuzlar Sk. No:16 Acar San. Sit.
Zeytinburnu, İstanbul
Sertifika No: 45099

ISBN 978-975-07-5895-9

CAN SANAT YAYINLARI


YAPIM VE DAĞITIM TİCARE T VE SANAYİ AŞ.
Maslak Mah. Eski Büyükdere Cad. İz Plaza Giz, No: 9/25, Sarıyer/ İstanbul
Telefon: (0212) 252 56 75 / 252 59 88 / 252 59 89 Faks: (0212) 252 72 33
canyayinlari.com
yayinevi@canyayinlari.com
Sertifika No: 43514
NİKOS KAzANCAKİS

YOKUŞ
GİRİT - İNGİLTERE - YALNIZLIK

ROMAN

Yunanca aslından çeviren

Harun Ömer Tarhan


Nikos Kazancakis'in Can Yayınları'ndaki diğer kitapları:

Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, 1982


Zorba, 1982
Kardeş Kavgası, 1985
Kaptan Mihalis, 1993,
El Greco'ya Mektuplar, 2003
Günaha Son Çağrı, 2003
İspanya, Yaşasın Ölüm, 2019
NİKOS KAZANCAKİS, 1883'te Girit'in Heraklion kentinde doğdu.
Atina Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra hukuk doktorasını veren
Kazancakis, felsefi açıdan ünlü düşünür Henri Bergson'dan etkilendi.
Lenin Barış Ödülü'ne değer görüldü; 1957'de Nobel Edebiyat Ödü­
lü'nü bir oy farkla kaybetti. Goethe ve Dante'nin yapıtlarını Yunancaya
çevirdi; Homeros'un Odysseia destanına 33.333 dizelik bir devam yapı­
tı yazdı. Kazancakis, altmışlarındayken İkinci Dünya Savaşı yıllarında ka­
leme aldığı Zorba romanıyla uluslararası üne kavuştu.Türkçeye çevrilen
yapıtları arasında Kaptan Mihalis, El Greco'ya Mektuplar, Kardeş Kavgası,
Günaha Son Çağrı, Yeniden Çarmıha Geri/en İsa, Zorba, İspanya ve Yaşasın
Ötüm sayılabilir. 1957'de öldüğünde, doğduğu kent Heraklion'daki kale
burçlarından birinin altına gömüldü. Mezar taşına,"Hiçbir şey ummuyo­
rum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm;' sözleri yazıldı.

HARUN ÖMER TARHAN, İYTE'de Fizik, Hacettepe Üniversitesi'nde


Felsefe,Ankara Üniversitesi'nde Yunan Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü.
Yunanistan devlet bursuyla Selanik Aristoteles ve Atina Kapodistrian
Üniversiteleri'nde Yunan Dili ve Kültürü öğreniminin ardından Onassis
bursuyla Girit Üniversitesi Felsefe ve Toplum Bilimleri bölümünde Eski
Çağ Felsefesi üzerine çalıştı. Japon Vakfı'nda Japonca, Goethe Enstitü­
sü'nde de Almanca öğrendi. Nikos Kazancakis, Hazret İnayet Han, Um­
berto Eco, Panos Çelebis, Dionysios Solomos gibi yazarların yapıtlarını
Türkçeye çevirdi.Yunanistan Büyükelçiliği'ndeki basın danışmanlığı göre­
vinin ardından yeniden memleketi Datça'da yabancı dil dersleri vermek­
tedir. Uzun yıllardır aikido ve kipsel müzikle uğraşmaktadır.
Nikos Kazancakis, Daphne Manastırı yıkıntılarında.
"Tanrı'yı nasıl sevmemiz gerekir?"
"İnsanları severek."
"İnsanları nasıl sevmemiz gerekir?"
"Onları doğru yola çekmeye emek vererek."
"Doğru yol hangisi?"
"Yokuş."
BİRİNCİ BÖLÜM
Girit
1

Gün ağarıyordu. Karayel esti ve deniz ürperdi; kara­


dan ince bir kekik kokusu iniyordu ve Kosmas pruvada
ayakta, yurdunun koynunu derin derin içine çekiyordu.
Önünde sarp kayalar dikiliyordu, yer yer ağaçlar karanlık
ediyor ve uzak dağların dorukları gül rengine bürünüyor­
du. Yirmi yıl önce tüyleri yeni bitmiş yanakları ve ruhuyla
buradan nasıl gitmişti ve şimdi nasıl dönüyordu! Kafasını
çevirdi; yanı başındaki genç, ufak tefek ve soluk benizli
kız, korku dolu kocaman gözleriyle o da ona bakıyordu.
Gülümseyerek, "Girit!" dedi ona ve sevecenlikle om-
zuna dokundu.
Kız irkildi.
"Evet," deyip sustu.
"Burada unutacaksın," dedi kısık bir sesle. ''.Artık yur­
dun burası. Unut öbürünü..."
Kız sustuğu için tatlı bir sesle, "Unut öbürünü..." di­
ye yineledi.
"Evet Kosmas..." dedi kız ve yeniden sustu. Sonra bir­
denbire kolunu yakalayıp kaygıyla sıktı; var olduğundan
emin olmak ister gibiydi. Az da olsa yatıştı.
Girit dağlarıyla, zeytinlikleriyle ve bağlarıyla hepten
bütünleşiyordu. Uzaktaki Megalo Kastro sabah ışığında
aydınlanıyordu. Kekik kokusu giderek artıyordu. Işık ar-
13
tık dağın doruklarından eteklerine doğru iniyor, aşağılara
ulaşıyor, dinginlikle dökülüp ovayı bir sel gibi basıyordu.
Ağaçlar ayırt edilmeye başladı, horozlar işitildi, dünya
uyanıyordu.
Adam kadına doğru eğildi.
"Şimdi baba ocağıma girince," dedi kısık bir sesle,
"lütfen kendini tut ve korkma. Hep yanında olduğumu
düşün, her zaman. Anam ermiş bir kadındır, seni seve­
cektir; kız kardeşim, bilmen gerekiyor ki..." derken sustu
ve öfkeyle kaşlarını çattı.
"Neyi?" diye sorup adama kaygıyla baktı kız.
"On iki yaşına girince, bizim kocamış ona seslenip:
'Dış kapının eşiğini aşmayacaksın,' demişti, 'gözüme gö­
rünmeyeceksin. Haydi yok ol!' O günden beri odasına
kilitlendi, bütün gün oturup dokuyor, iğne yapıyor, çeyi­
zini hazırlıyordu; kocamış eve dönünce uzaktan ayak
seslerini ilk o işitip koşarak odasına saklanmaya giderdi.
Yirmisine gelince pencereden ona bakan bir genci gör­
müş. Ertesi gün yine aynısı. Bir sonraki gün de aynı. Sev­
di onu... Bir akşam, karanlıkta ona bir kağıt parçası at­
mış: 'Gece yarısı gel, kapıda olacağım."'
Kosmas birden sustu, kaşlarının arasındaki damar
iyice şişmiş, atıyordu. Yeniden içinden bütün yabanıllık
fırlayıverdi; babasına karşı duyduğu öfke, korku ve sevgi.
Birdenbire Girit gözünün önünden yitip gitti, havadan
korkunç bir gölge süzülüp geçti.
"Sus," diye fısıldadı kız, "bana anlatmanı istemiyorum."
"Hayır, anlatmak zorundayım. Gece yarısı kız kar­
deşim basamaklar gıcırdamasın diye yavaş yavaş aşağı
inmiş... Ama babam işitip uyanmış, sessizce arkasından
gidip izlemiş. Kara yazgılı bacım avluya çıkmış, tam ka­
pıyı açmak için elini uzattığı anda babam saçlarından
yakalayıvermiş, tırnaklarını başına geçirip baygınlık içe­
risinde onu odasına geri çıkarmış. İçeri tıkıp kapıyı üstü-
14
ne kilitlemiş ve anahtarı da koynuna sokmuş. Bizim ko­
camışın ağzından bir sözcük dahi çıkmamış ama on beş
yıl oluyor, bacımın yüzü o günden beri ne kapıda ne de
pencerede göründü; bana dediklerine göre uyuyamıyor­
muş, gece yarısına doğru pencereyi açıp aşağı bakıyor­
muş, olur da yoldan geçen birisini görürse sesleniyor­
muş: 'Gece yarısı oldu mu?' Ardından hemen korku
içinde pencereyi örtüyormuş."
Kosmas sustu. Bacısının küçüklüğündeki sarı saçları,
mavi gözleri, sevimliliği... Sanki karanlık derin bir suydu
da içine bakıyordu.
"Peki şimdi?" diye sordu kız. "Ama baban öldü..."
derken sesi kısılıverdi.
"Demek babam öldü, öyle mi? Bilmem; artık çok
geç."
Güvertede birkaç adım attıktan sonra her zamanki
gibi biraz yatıştı. Ardından kıza döndü.
"Lütfen, korkma," dedi bir kez daha.
"Ama..." dedi kız. Kosmas ise sanki onun ağzını ka­
pamak ister gibi elini uzattı.
"Hayır, hayır..." dedi. "Ölmedi, göreceksin."
Kosmas, Megalo Kastro'nun ardından güneye, -hep­
ten sarp alnıyla, dimdik burnuyla, kapalı koca ağzıyla ve
ovanın üstüne atılarak inen kayalardan ve uçurumlardan
oluşan sakallarıyla, zeytinliklerle bağların üstünde uza­
nan bu kocaman tanrısal kafaya- ünlü Yuhtas Dağı'na
doğru baktı. Mermerleşmiş, karanlık, inceden ayağa kal­
dırılmış, ölü bir tanrı gibi sırtüstü uzanıyor, şimdi bile
sanki Girit'e bakıp efeleniyordu.
"Bizim kocamış ölmedi," diye düşündü Kosmas, kay­
gılı gözlerle önündeki dağa gözlerini dikerek. "İçimde
yaşadığı ve kımıldadığı sürece ölmemiştir; yaşadığım ve
onu düşündüğüm sürece ölmez. Başkaları onu unuta­
caktır, yaşamı bana bağlı. Ona tutunuyor olabilirim ama
o da bana tutunuyor..."
ıs
Böğrüne atasının tutunduğunu, kök saldığını ve on­
dan ayrılmayı istemediğini duyumsuyordu. Hep böyley­
di. Yaban ve dilsizdi ama tutsak ediyordu. Küçüklüğün­
deki babasını anımsıyordu; siyah boyalı sakalları, alnında
kara mendiliyle az konuşan ağır bir adamdı babası; Girit
özgürleşene dek gülmeyeceğine ant içmişti. Bir akşam
evlerine dayısı Dimitros oturmaya gelmişti, güleç ve iyi
yürekli biriydi; hamuru farklıydı. Söyleşirken bir şeyler
deyip güldü; babası kalın kaşlarını çatıp bir daha konuş­
madı. Dayısı gidince, babası dönüp şöyle demişti: "Hiç
utanması da yok, gülüyor."
Konuşmazdı, gülmezdi; insanlara bakar ve onları ya­
kınında istemezdi. Hiçbir sıkıntısı yoktu; sağlıklı, onurlu
ve varlıklıydı; iyi bir karısı, sağlıklı çocukları vardı; hiçbir
şeyi eksik değildi ama içinde derin bir darlanma, anlaşıl­
maz bir acı, bir "Ah!" duyar, boğazı düğümlenir, onu bo­
ğardı. İçindeki öfke bir ay, iki ay, altı ay derken iyice biri­
kip taşardı; artık içine sığmaz, neredeyse yüreğini parçala­
yacak gibi olurdu. İşte böyle zamanlarda, her altı ayda bir
sarhoş olurdu. Bu sarhoşlukları Kosmas şu an bile korkuy­
la anımsıyordu. Dört cücesi vardı, yoksul insanlardı, ken­
disine uşaklık etsinler diye onlara sürekli borç verirdi; altı
ayda bir, her sarhoş oluşunda işine yararlardı. Her birinin
bir becerisi vardı - biri iyi oynar, öbürü güzel şarkı söyler,
başkası kemençe 1 çalar, dördüncü de şaklabanlık ederdi.
O yazılı gün gelince de, ağa üvey oğluyla haber yollardı:
"Kapetan Mihalis'ten selamlar,"2 derdi, "dükkanı ka­
patıp eve buyrun."

1. Girit'te en yaygın çalınan saz olan lyra, klasik İstanbul kemençesine biçim ve
ses açısından çok benzeyen yaylı bir çalgıdır. (Ç.N.)
2. Kazancakis'in baba adı da Mihalis'tir. Yunanca kapetan sözcüğü "kaptan"
değil; bağımsızlık yanlısı çete başı demektir. [Kapetanyo, kapetanyos şeklinde
de kullanılır.] (Ç.N.)

16
Korku sarardı her birini. Dükkanlarındaki insanları
gönderirler, hazırlanabilmeleri için ağalarından uygun
görürse birkaç gün ertelemesini dilerlerdi. Yarım kalmış
işleri olurdu, hanımları hastalanırdı, bağbozumuna köy­
lerine gitmeleri gerekirdi. Kocamış bana mısın demez ve
üvey oğlunu bir kez daha yollardı:
"Buyurun diyor, çabuk!"
İşte böyle olunca da, bu kara yazgılılar dükkan­
cağızlarını kapayıverir ve cama bir parça kağıt yapıştırır­
lardı: "Sekiz gün yokum." Çünkü beylerinin sarhoşluğu­
nun süresi buydu. Bir haftalık azık alırlar, hanım ve ço­
cuklarına hoşça kalın deyip istavroz çıkardıktan sonra
teker teker varırlardı eve. Hizmetçi kadın onları bodru­
ma indirirdi; burada fıçılarla şarap, birer küp yağla zeytin
ve ikişer küp unla buğday olurdu. Duvar dibinde üzerin­
de yastık ve minderlerin olduğu uzunca bir asma kat,
onun önünde de uzun bir masa vardı. Bey ortada oturur,
ikisini sağına, ikisini soluna oturturdu; hizmetçi kadın
mezeleri indirir, avluda uşaklar tavukları boğazlamak
için koşuşturur ve şölen başlardı. Yerler, içerler ama ko­
nuşmazlardı. Dördünden hiçbiri keyiflenemezdi; bıkıp
usansalar da kimsenin gıkı çıkmazdı. Yavaş yavaş yiyip
içtikçe dirilirler, zihinleri bulanıklaşır, unuturlardı; bey
kaş göz edince kemençeci alırdı eline kemençeyi, şarkıcı
sesine iyi gelsin diye kafaya bir çiğ yumurta çekince şen­
lik başlardı. Dansçı havalara uçar, şaklaban şakalarını
patlatır, bütün bodrum inleyerek sarsılırdı. Gün geceye
döner, sabah olurdu. Gülmeyen, kımıldamayan bu koca­
mış içer ve izlerdi, şarkı söylemişliği de oynamışlığı da
yoktu. Konuklar sırtlarını duvara vererek ya da birbirle­
rinin omzuna yaslanarak kaçamak bir uyku çekerlerdi,
derken kocamışın bir dürtmesiyle zıplayıp yeniden yiyip
içmeye koyulurlardı. Üç, dört derken sekiz gün olurdu.
Sekizinde kocamış kalkıp kapıyı açardı, elini uzatıp ses-

17
sizce, "Gidin!" derdi. Kosmas bu dört zavallının birbirle­
rinin ardı sıra duvar dibinden nasıl gittiğini hiç unutmu­
yordu; kusmaktan ve uykusuzluktan beti benzi atmış,
tıraşsız ve kir içinde yalpalayarak... Kocamış ise kısrağına
binip Türk mahallelerinden geçerek kentin dışına çıkar,
hava almak için kırsala giderdi.
Kosmas kızgınlıkla başını salladı, sanki babasını üs­
tünden atmak istemişti; zihni dinginleşsin diye kıza bak­
mak için kafasını çevirdi. Pruvadaki halatlarla simitlerin
üzerinde oturuyor, kocaman kara gözleriyle giderek yak­
laşmakta olan kenti izliyordu...
Venedik Surları, 1 yıkık evler, alemi ile tepesi uçmuş
iki-üç minare ve tüm bunların yukarısında kara-mavi
kubbesiyle büyük bir kilise...
"Ermiş Minas'ın başkilisesi," deyip yanına oturdu
Kosmas, "Megalo Kastro'nun koruyucu ermişidir; Türk­
ler kiliseyi ele geçirmek için saldırdıklarında, at üzerin­
de, kısa kıvırcık sakalları, gümüş zırhı ve uzun kargısıyla
olduğu gibi ikonadan fırlayıp kilisenin kapısına atılarak
Türklerin üzerine akın etmiş..."
Elini kızın beline doladı, gövdesinin sıcaklığını, -san­
ki hintcevizi ve tarçın gibi kokan- soluğunun alışılmadık
kokusunu duydu; gemi halatlarının üzerinde, sevdiği yü­
zün dönüp onu öpmesi için içinde bir özlem doğuverdi.
İki yıldır bu yüz ona sevinç veriyordu; incecik kemikli,
sıcacık bu gövdeye bir türlü doyamıyordu; uzak bir ül­
keden, yabancı bir soydan, üzgün ve ürkmüş atalardan
gelmekteydi...
"Noemi," dedi ona sessizce, "iyi ki varsın."

1. Kilise aforoz ettiği için Kazancakis Girit halkınca tarihindeki en kalabalık


törenle Heraklion (Kandiye) kentinin en yüksek noktası olan ve Osmanlı or­
dusunun 24 yılda aşabildiği (1645-1669) bu surların üzerine gömülmüştür.
(Ç.N.)
Kız başını eğip adamın göğsüne sokuldu, içine girip
orada yok olmak istiyor gibiydi.
Hava iyice aydınlandı, sabahın solgun pembesinden
akça pakça yaban bir gül rengine döndü; deniz göğüslerle
doluyor, hoplayıp sıçrayarak güneşi karşılıyordu. Yuhtas'ın
görüntüsü giderek seyrekleşiyor, yerden yükselen buğu­
nun içinde yitip gidiyordu. Yukarıdaki gökyüzü sabah
tatlılığını yitirip mavimsi bir çeliğe dönüşmüştü.
"Her sabah," dedi kız ve iç geçirdi, "pencereyi açınca
babamın ağlayası gelirdi. 'Nasıl bir güzellik bu,' derdi;
'nasıl bir mucize!' Peki gördüğü neydi? Kapkara bacalar­
la kurşun rengi bir parça gökyüzü, paçavralar içinde tit­
reyen yamuk yumuk insanlar. Tanrım, kim bilir bir de
Girit'i görse ne derdi!"
"Yapayalnız Girit!" diye iç geçirdi, kafasını geminin
ambarından çıkartan yaşlı bir şalvarlı; saçı başı dağınık
halde, uykulu gözlerle bakıyordu. "Yapayalnız Girit!"
diye seslendi.
Aşağıya doğru ambara eğilip bağırdı: "Ulen çocuklar,
gelin de bütün şu yıkıntıları görün!"
Denizcinin biri geçerken "Sus moruk," diye bağırdı,
"sus, bak şimdi de Fritz'ler ve Fritz anaları ettiklerini ödü­
yor!"1 Ama yaşlı adam başını salladı. "Ulen, bütünAlman­
ya'nın canını çıkarsalar bile Girit'in ahı çıkmaz! Yapayal­
nız Girit!" diye yeniden iç geçirip, istavroz çıkardı. "Kadın
olsan cennete giderdin ama ne yazık ki bir adasın, kara
yazgılı!"
"Yapayalnız Girit!" dedi Kosmas da. "Ne çileler çekti
yine. Ben o sıralar hala Atina'daydım, utanmaya başlama­
mıştım daha, bir erkek gibi her şeyi bırakıp ben de tehli­
keye atılayım diye karar almamıştım. 41 Mayıs'ının son

1. Friedrich "Fritz" Schubert (1897-1947): Yunanistan'daki Alman işgali sıra­


sında gerçekleştirdiği kıyımlarla tanınan Nazi subayı. (Ç.N.)

19
günleriydi, gökyüzü karardı, uçaklarla doldu, hepsi bir­
den turnalar gibi Girit'in üstüne döküldüler. Kadınlarla
çocuklar çığlık çığlığa dağlara çıktılar; silahsız erkeklerse
'Ya özgürlük ya ölüm!' diye haykırarak atılıyorlardı. Daha
sonraları Afrika'dayken bir İngiliz subay bana yanmakta
olan yurdumu anlatmıştı. 'Peki ya erkekler?' diye sormuş­
tum ona. İngiliz gülmüş, 'Ellerinde paslı bıçaklarıyla "Ya
özgürlük ya ölüm!" diye bağırarak paraşütçülerin üstüne
atlıyorlardı,' demişti. 'Niçin gülüyorsun?' diye sormuş­
tum ona. 'Ağlamamak için,' diye karşılık vermişti; çünkü
onlar Libya Denizi kıyısındaki bir köye gitmiş, tam gemi­
ye atlayacakları sırada yaşlı bir kapetan bunlara 'Niçin
gidiyorsunuz?' diye sormuş, İngiliz de ona 'Yahu görmü­
yor musun kapetan, hepimizi öldürecekler,' demiş. 'Ee,
n'olmuş yani?' diye sormuş kapetan. 'Gitsen de yine bir
gün ölmeyeceğini mi sanıyorsun? Hiç olmazsa şimdi öl!'
deyince İngiliz, 'Tanrı gecinden versin,' diye yanıtlamış.
Koca Giritli de ona 'Tanrı belanı versin!' diye bağırıp sır­
tını dönmüş. Uzun zaman sonra öğrendim ki o koca ka­
petan benim dedemmiş."
"Bu Giritliler zorlu adamlar, ruhları çok katı; sanki
ormana girmiş gibi oluyorum," diye fısıldayıp adama ba­
karak, söylediklerini biraz tatlılaştırmak için gülümsedi.
"Haklı," diye düşündü Kosmas, "haklı... Giritlinin
ruhu katı, tek tabanca ve yaban, gergedan gibi..."
Afrika'ya savaşmaya gittiğinde bağrının nasıl da bir­
denbire açılıp en eski iblislerin dışarı fırladığını anımsa­
dı... Başlarda yanan bir köyü, akan kanı görmeye dayana­
mıyordu. İlk kez öldürülmüş bir insan gördüğünde az
kalsın bayılıyordu. Ama yavaş yavaş bu kanlı oyuna onu
da bulaştırdılar, tutku onu yönlendirmeye başladı, insa­
nın insan öldürmeye duyduğu o tarihöncesi karanlık öz­
lem... İçindeki bodrum kapakları açıldı ve en eski ataları
dışarı fırlayıverdi - kaplan, kurt, yabandomuzu...

20
Bir kez daha, "Haklı," diye mırıldanırken acısını pay­
laşır gibi kadına baktı.
"Sanırım buradan sağ çıkamayacağım," dedi kız, öy­
lesine kısık bir sesle söylemişti ki işitilmedi bile.
Geminin ambarlarından, bacalarından, her yerinden
yolcular çıkıyor ve pruvada toplanıyorlardı. Artık limana
girmişlerdi; sağda pençelerinin arasında açık İncil'iyle
kayaların arasına sıkıştırılmış taştan Venedik aslanı ışıl­
dadı. Liman uğulduyordu; ortalık çürümüş limon, yağ,
ağaçkavunu ve keçiboynuzu kokuyordu... Çivit rengi
deniz arkada fokurduyordu. Güneş iyice yükselmiş, artık
kavuruyordu. Kosmas dalgakırana atlayıverdi, uzanıp kı­
zın elini yakaladı.
"Önce sağ ayağını at," dedi sessizce. "Uğur getirsin."
Bitkin düşmüş olan kız önce sağ ayağını uzattı ve
adamın koluna tutunarak "Yoruldum," dedi.
"Ev yakın, dayan biraz, vardık sayılır," diye yanıtladı
Kosmas.
İlerlediler. Kosmas doyumsuzlukla evlere, insanlara
ve yollara bakıyordu. Her şey yaşlanmıştı; kara saçlar
ağarmış, avurtlar çukurlaşmış, boyalar dökülmüş, duvar­
lar yıpranmış, çoğu da yıkılmıştı. Eşiklerin çoğunu ot bü­
rümüştü. Kızın elini tutup sıktı.
"İşte benim yurdum," dedi, "işte bastığımız bu top­
raktanım ben."
Kız eğildi, yerden biraz toprak aldı, parmakları ara­
sında ufaladı.
"Sıcakmış," dedi, "hoşuma gitti."Ve uzaklardaki ken­
di soğuk yurdunu anımsadı.
Dar sokaklara girdiler. Kosmas kızın kolundan çık­
mıştı, biraz önden gidiyordu artık; tez elden varmak isti­
yordu. Yüreği çarpıyordu. Dönüp sağdaki sokağa girdi;
baba evinin kapısını ta uzaktan seçmişti; kapalıydı. Üst
katın penceresi, kapalıydı. Sokakta ne bir kimse ne de

21
bir ses vardı; sanki düş görüyordu. Üzerinde kalın bir
demir halkadan tokmağı olan kemerli eski kapıya yaklaş­
tı. İnceden dizlerinin bağı çözülüyordu. Dayandı.
Kapıyı çaldı. Avludan ayak sesleri işitildi, birisi inli­
yordu. Ayak sesleri durunca bir kez daha vurdu kapıyı.
Kapı açıldı, yaşlı bir kadıncağız beliriverdi karşısında;
akça pakça, bitkin, bir deri bir kemik ve kapkara giysiler
içinde. Adamı karşısında görür görmez, "Yavrum!" diye
çığlığı basıp kucağını açtı.
Ardından sıska bacısı da beliriverdi; o da eriyip git­
miş, saçları aklaşmış, gözleri kin ve acıyla dolmuştu. Yıl­
larca boşuna dimdik bekleyen göğüsleri sarkmıştı.
Sevinç ve gözyaşlarıyla, kolları sevdiği bu gövdeyi
özlemle sarıyordu.
İçeri girdiler; kocamışın hep oturduğu sedirin karşı
köşesinde bir kandil yanıyordu.
Kosmas bir anlığına irkildi, istavroz çıkardı.
"Kocamış ölürken bir şey dedi mi?" diye sordu.
"Hayır," diye yanıtladı anası, "hayvan gibi hırladı,
Meryem Ana ikonasını verdiğimizde fırlatıp attı."
"Acı çekiyor muydu?"
"Hayır, öfkesinden öldü."
"Yavaş!" dedi bacısı kandili göstererek. "İşitiyor bizi!"
Ama artık oğlu anasının yanındaydı, korkmuyordu;
yüksek sesle konuşmayı sürdürdü.
"Bütün altınını, biz gün yüzü göremeyelim diye top­
rağın altına sakladı. Ölmek üzereyken hepimizi kovduk­
tan sonra sürüne sürüne kırsala gitmiş ve toprağı kazıp
gömmüş. Akşamleyin geri döndü; mutluluk içerisinde
yatağa yığılıp ölesiye inlemeye başladı. Gözlerini açıp,
son duasını edip onu kutsamak için gelen papazı görünce
öfkelendi, 'Git buradan!' diye bağırdı adama. 'Lanetin üs­
tüme ola!' Papaz elindeki kutsal şarap kadehini gösterip
'Tanrı'dan korkmaz mısın?' diye sordu. Kocamış da, 'Ora-
22
sı benim bileceğim iş!' diye karşılık verdi. 'Çek git bura­
dan!' Gece yarısı at gibi kişnemeye başladı; bacın, ben ve
komşu kadınlar evin bir köşesine korkuyla toplanmıştık.
O her kişnediğinde şimdi ev tepemize yıkılacak diyor­
duk. Sonra birdenbire, sessizlik. 'Öldü!' dedi komşu Kati­
go Kadın. 'Kim bakmaya gidecek?' Ama kimse yeltene­
medi. 'Sen git gözlerini yum,' dedi Katigo Kadın bana,
'yoksa günaha girersin.' İstavroz çıkarıp gittim. Elleri ya­
tağın demirlerini sıkarken kalmış, tuttuğu yerler yamul­
muştu... "
Konuşurken, baştan beri avluda, dış kapının kirişin-
de dikilmekte olan kız birden anasının gözüne ilişiverdi.
"Yoksa?.." diye sordu sessizce.
"Evet, karım..."
Bacısı tiksintiyle yüzünü yana çevirdi; anasıysa oğlu­
na yanaşıp:
"Niye aldın bunu?" diye sordu yavaşça. "Kanımızı
bozacak. Yahudi."
"Çok yüce gönüllüdür. Yaşamımı ona borçluyum;
olmasaydı çoktan ölmüştüm. Tek sevincim o. Sev onu
ana. Sen de Maria..." deyip döndü ama bacısı kahve yap­
mak için içeri sıvışmıştı bile.
"Yahudi..." dedi yeniden anası, "ama onu sevdiğine
göre... Tek korkum var..."
"Neymiş?"
"Boğmasın onu..."
"Kim?"
Anası bir karşılık vermedi, dönüp yanmakta olan kan­
dile baktı. Kosmas anladı ve duvara yaslandı. Suskunluk.
İkisi de ruhun kırk gün evden ayrılmadığını bilirdi; avlu­
da gezip dolaşır, merdivenlerden inip çıkar, geceleyin ka­
pıyı mandallar, kandilin dibinde oturur ve her şeyi görüp
işitirdi. Babası, bir Yahudiyle evlendiğini öğrenir öğren­
mez haber göndermişti:
23
"Yaşadığım sürece Girit'e ayak basma!" Öleliyse
daha on gün olmuştu...
Kapıya doğru bir adım atıp "Hrisula," dedi, "gel hadi!"
Elinden tuttu ve onu anasına götürdü. ''Ana, kızın­
dır," dedi. Kız eğilip yaşlı kadının elini öptü; yeniden
doğrulup bekledi.
Anası konuşmadan kıza baktı. Akmakta olan burnu­
na, kalın dudaklarına, ürkmüş kocaman gözlerine, boy­
nunu saran ince altın zincire...
"Vaftiz oldun mu?" diye sordu yaşlı kadın, elini bile
uzatmadı.
"Vaftiz oldu," diye yanıtladı Kosmas. "Haçı burada
işte. Senin adını aldı, ana: Hrisula." Ardından kızın boy­
nundaki zinciri çekince sıcacık göğsünden küçük bir al­
tın haç çıkıverdi.
"Hoş geldin!" dedi anası ve çekinerek de olsa ona
dokundu.
Kosmas dönüp duruyordu, yüreği daralmıştı; bir yu­
karı bir aşağı çıkıp iniyor, konuşmadan kapılara, eski eşya­
lara dokunuyor, duvardaki koca saate, ikonaların yanında
asılı atalardan kalma gümüş tabancalara bakıyordu...
"Peki ya dedem?" diye sordu.
"Uzaktaki köyünde, ölüm döşeğinde..."
İki kadın eski püskü, uzun sedire oturdular. Ana ka­
palı pencereden dışarıya, çakıl serili avluya, fesleğen sak­
sılarına ve kuyunun üstündeki koruk yüklü asmalara
bakıyordu. Arada bir kıza yan gözle bir bakış atıyordu.
"Ne diyeyim ki ben şuna?" diye düşünüyordu. "Irkı
desen başka; başka bir Tanrı yaratmış, istemem bunu!"
Kız ise avludan uzaklara bakıyordu, asmaların üstün­
den uçsuz bucaksız karlı ovalara, ıssız kapkara fabrikalara,
buz kesmiş ormanlara ve kılıçlarıyla evlerin kapılarını kı­
rıp Yahudileri toplayan atlılara ... Karlar sıcak kanla eriyor,
çamur oluyor ve sürüyle erkek, kadın ve çocuk çığlıklar
24
atıyor, denklerini ve çocuklarını topluyor ve koşuşturu­
yordu...
Arkasına dönünce kocakarının kendisine baktığını
gördü. Ona gülümseyeyim dedi ama yapamadı; birden­
bire gözleri dolmuştu. Kocakarı üzüldü.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu yaşlı kadın. "Yurdu­
nu mu? Nerede doğdun?"
"Çok uzaklarda, Polonya'da... Kapkara bir fabrika
kentinde."
"Fabrikalarda ne yapıyorlar?"
"Toplar, uçaklar, makineler... Ama babam... " deyip
kendisini tuttu; "insanları öldüren makineler yaparak el­
lerini kirletmezdi, hahamdı..." demek istemişti.
"Baban?" diye sordu yaşlı kadın.
"İyi bir insandı. .." yanıtını verdi kız iç geçirerek.
Yaşlı kadın kalkıp avluya çıktı, bir fesleğen filizi ko-
parıp kıza verdi.
"Sizin oralarda da fesleğen var mı?"
"Yok."
"İsa'nın mezarında bitermiş," deyip sustu kadın.
Bir yandan da amcalar, teyzeler ve komşular gel­
mekteydi. Ev dolup taşmıştı. Kocamışı unutmuşlardı,
oğlanın gelişi nedeniyle herkes sevinç içindeydi. Karısını
tepeden tırnağa süzüyorlardı; güzel bir canlıydı, yabancı
ve kaygılandırıcıydı.
Katigo Kadın komşusunun kulağına eğildi:
"Çıkan kokuyu aldın mı?" dedi. "Yanaş bak, biraz
daha..."
"Yahudi karısı," diye mırıldanıp dudak büktü kom­
şu. "Böyle kokar bunlar..."
Kosmas geçerken bir an karısını görüp üzüldü. Kaz,
ördek ve saksağan sürülerinin arasındaki yaralı bir kuğu
gibi göründü ona. Hepsi kafalarını uzatıp ona bakıyor, bir­
takım sesler çıkarıyor ve kafalarını geri çekip susuyorlardı.

25
"Dinleyin, kandil nasıl da cızırdıyor!" dedi birdenbi­
re kocakarının biri, istavroz çıkarıp, Kiriye eleyson! 1 diye
bağırdı.
Hepsi birden sedirin köşesine dönüp baktı, yarı ka­
ranlığın içerisinde kandilin kıpkırmızı harlı gözü titre­
meden yanıyordu.
"Kocamış!" diye mırıldandı tombul bir kadıncağız;
beti benzi atmıştı.
"Nerede?"
"İşte orada, sedirin köşesinde, bacak bacak üstüne
atmış..."
''Aç pencereyi gitsin!" diye ürkmüş bağrışmalar işi­
tildi.
Kocakarılardan biri avlu penceresine yapışıp açınca
içeri güneş girdi.
"Şimdi bir şey görüyor musun Pinelopi Kadın?"
Tombalak komşu kadın istavroz çıkardı. "Tanrı'ya
övgüler olsun," dedi. "Gitmiş!"
Maria kahveleri getirdi. Solgun ve hırçındı, kırışık­
lıkları gizlesin diye boynuna kara bir kurdele bağlamıştı.
Hrisula'ya hınçla baktı; daha genç, daha güzeldi ve elin­
den kardeşini almıştı.
Kosmas sıkıntıdan çatlayacak gibi olmuştu. Kalkıp
kapıyı açtı ve kendini sokağa attı. Güneş yakıcıydı; in­
sanlar, hayvanlar ve meyveler çürüyor, sokaklar kir koku­
yordu. Yıkıntılar, çökmeye hazır dükkanlar, aşınmış so­
kaklar, yamalı pantolonlar, açlıktan çökmüş yüzler... Sa­
kalları kırlaşmış ve avurtları çukurlaşmış okul arkadaşla­
rını tanıyınca ürküp yolunu değiştiriyordu.
"Ölüm beni ırgalamıyor," diye düşünüyordu, "yıp­
ranmışlık ilgilendiriyor beni, aşağılıyor insanı. İşte bunu

1. (Yun.) Acı bize Efendimiz! (Ç.N.)

26
yenmem gerekiyor..." Yaşlanmıştı, çocukluk ve gençlik
yıllarının görenekleri de ufalanıp gidiyor, havada saçılıp
savruluyordu. Üstüne başka bir yaşam biçimi kurulabi­
lirdi ama ona ait olmazdı; sokaklar yeniden gençlerle do­
lup taşabilirdi ama onun gençliği olmazdı...
"Sevgili Kastro," diye mırıldandı sevecenlikle ona
bakarak, "yaşlandık bre..."
Bahçenin ve büyük meydanın önünden geçti. İlk
erotik yürek atışlarını burada duymuştu. Nasıl da gör­
müştü onu, sevdiği ilk kadını, günbatımında altından bir
bulutun içindeydi ve kendisinin avuçlarıysa yaseminler­
le doluydu! Bir yaz akşamıydı; allar, sanlar ve maviler
içinde evlenmemiş kızlar dimdik memeleri ve çözülmüş
saçlarıyla bir yukarı bir aşağı gidiyorlar, kurdeleler sevinç
içerisindeki bayraklar gibi arkalarında dalgalanıyorlar­
dı... Dünyayı ele geçirmeye başlayan, sancaklarla dona­
tılmış korvetlerdi. Genç oğlanlar da arkalarından gidi­
yorlardı, solgun, darlanmışlardı; gülüyormuş gibi yapı­
yorlardı ama yürekleri titriyordu. Kosmas da onlarla ko­
şuşturuyordu, on yedi yaşındaydı ve sıcacık hava hepten
yasemin kokuyordu...
Katananın biriyle karşılaşmamak için ve gençliğinin
yaz günbatımlarındaki, sancaklarla donatılmış kızlardan
biri kim bilir belki onu gözlerinden tanır diye yere baka
baka çabucak geçti meydandan.
Artık gece çökünce baba ocağına döndü ve eski oda­
sına çıktı; karısını sırtını yatağa dayamış ağlarken buldu.
Beline sarıldı, sevgiyle okşadı saçlarını, çenesine dokunup
üzgün yüzünü yukarı kaldırdı ve ona baktı. Kadın da gü­
lümsedi.
"Neyin var? Ne yaptılar sana?"
"Hiç... Hiçbir şey... Yorgunum."
Kollarıyla yüzünü örtüp sustu. Bir süre sonra sözler
ağzından dökülmeye başladı.

27
"Hepsi bana bakıyordu, havayı koklayıp yüzlerini
başka yana çeviriyor, aralarında fısıldaşıyorlardı. Annen
de üzüldü benim için. Ayağa kalkıp, 'Hanımlar!' dedi.
'Haydi uğurlar ola, yorgunuz. Yarına artık!' Ardından
elimden tutup beni buraya odana çıkardı. Sanki beni
öpecekmiş gibi eğildi ama yerinip vazgeçti. 'Uzan sen,'
dedi, 'kulak asma onlara, uyu. Ben de buraya yaslanmış,
seni bekliyordum."'
Ve birden hıçkırıklara boğuldu.
"Dayanamıyorum!" diye bağırdı. "Dayanamıyorum
artık, ölmek istiyorum. Kosma, engel ol ölmeme!" Aşağı
yığıldı, dizlerine sarılıp sıktı. "Bırakma beni!" diye bağır­
dı. "Bırakma beni!"
Kosmas eğilip kıvırcık saçlarını kaldırarak ensesin­
den öptü onu. Kız ürperdi, kollarını adamın dizlerinden
saldı ve dizleri üzerinde yere oturdu. Gözlerini yumup
gülümsedi. O sırada ay çıkmış, ışığı kızın yüzüne düş­
müştü; Kosmas korktu. Kalkıp onu kucağına alarak yata­
ğa yatırdı.
"Uyu," diye fısıldadı kulağına, "uyu, yoruldun."
Elini yakalayıp, "Tek başıma uyuyamıyorum, sen de
uzan yanıma..." dedi.
Adamın beline sarılıp bedenine dolandı, kendini
onun koynuna gömdü, anadilinde tatlıca bir şeyler mırıl­
danırken uykuya daldı.
Gökyüzünde ay ağır ağır yükseliyordu, kocaman,
suskun ve tatlılıkla doluydu. Gençliğindeki ay, bal damla­
yan geceler, yanıtsız büyük sorulara arkadaşlarıyla girişti­
ği gece boyu süren çekişmeler. Nereden? Nereye? Ne­
den? Birinci Dünya Savaşı yıllarıydı, yeryüzü gemi azıya
almıştı, dünyanın bütün ergenleri kaygılıydı.
Ay ışığı yatağa ak bir çarşaf gibi iyice yayılmıştı ar­
tık. Kansının bal rengi altından saçları yastığa saçılmış,
sanki birdenbire ışıltıyla dolmuş gibi sessizce ve yumu-
28
şacık parlıyordu. Yüzü mermer gibi ışıldıyordu. Kosmas
okşamak için elini uzattı ancak havada tuttu; onu uyan­
dırmaktan korktu.
"Ne çok seviyorum şu kadını, anlatılamaz," diye dü­
şündü. "Ne çok iyilik etti bana, anlatılamaz. Zihnimi açtı
ve yüreğimi de; bana kin duyduğum yabancı ırkları sev­
meyi, savaştığım yabancı düşünceleri anlamayı, bütün
insanların aynı kökten geldiğini duyumsamayı öğretti...
Kudüs'teki o günbatımında hangi yazgı onu elinden tu­
tup bana getirdi kim bilir?"
Başını silkip gülümsedi. "Yazgı değil," dedi kendine,
"ben, o günbatımında onu elinden ben yakaladım, baş­
kası değil!"
O günbatımında nerede bulundukları geldi aklına,
bir kitapçıdaydılar ve Kosmas sevdiği bir kitabı arıyor­
du; az ve öz sözlerle, ölçülü tutkularla ve en acı tatlarla
dolu Song Hanedanı'nın Çince şarkılarını. Umutsuz
günlerdi, savaş iyice azıtmıştı, kötülük güçleri Mısır sını­
rına dek ulaşmıştı, uçakları Filistin üzerinden geçerek
Irak'a gidiyor, yangın ve ölüm saçıyordu. Girit de pençe­
lerine düşmüştü. Açlık kasıp kavuruyordu Yunanistan'ı.
İskenderiye'nin kahvehanelerinde -kralcı, demokrat, ko­
münist... - Yunan subaylar birbirlerini öldürüyordu.
Çince şarkıları bulamamıştı, bezgince vitrinden dı­
şarı yola bakıyordu.
"Yarından sonra ayrılıyorum buradan," diye düşünü­
yordu, "cepheye gidiyorum, Afrika'ya; şarkılar da yanım­
da olsa iyiydi. Kıyımın ve yangının ortasında bu şarkılar
dinlendirirdi beni; sanki cebimde solmayan yaseminler
taşıyor gibi olurdum..."
Kızgınlıkla dışarı baktığı sırada, üstünde ipekten tu­
runcu bluzuyla sokaktan geçen bir kız gözüne takılmıştı.
Güneşte bir anlığına parlayıp gözden yitmişti. Sevdiği
bu renk onu karşı konulamazcasına bir böcek gibi çekip

29
sürüklüyordu. Fırladı. Kız ona tümüyle gizem, güzellik
ve de üzüntü dolu göründü.
Ansızın zihninde şu düşünce bir şimşek gibi çaktı:
"İstiyorsam ardından koşarım ve benim olur, istemiyor­
sam burada dikilip bırakırım ve geçip gider. İstediğimi
yaparım. Peki ne istiyorum?"
Bir şimşek daha çaktı zihninde: Kocaman bir Girit
kenti diye düşlediği Kastro'ya hiç inmemiş olan Giritli
çobanın öyküsünü anımsadı: Çoban buranın, ne ararsan
bulabileceğin gerçek bir cennet olduğunu işitmiştir yal­
nızca: İki kat köseleden çift tabanlı ak çizmeler, tüfekler,
kılıçlar, çuval çuval baklalar, mezgitier... Ve misk sabunu
kokulu kadınlar... Y ıllardır bu cenneti düşlüyormuş, yıl­
lardır özlemini çekiyormuş ve bir gün artık kendini tuta­
mamış. Kayalar parçalamasın diye çizmelerini omzuna
asmış ve dağdan aşağı Kastro'ya doğru inmiş. Koşmuş da
koşmuş, yedi saat... Günbatımına doğru koca kentin kale
kapısına varmış. Orada birden duraksamış, sanki Baş­
tançıkarı'yı yenemem diye korkmuş, değneğini yere vu­
rup bağırmış: "İster girerim; ister girmem. Girmiyorum!"
deyip geri dönmüş.
Kosmas sıçrayıverdi. "Ben gireceğim!" deyip kızın ar­
dından koştu. Birkaç adım sonra güneşte ışıyan turuncu
bluzu seçti, tam da Yahudilerin ağlamaya gittiği Süley­
man Tapınağı'nın duvarının dışında. Koşup önüne dikildi
· ve onu durdurdu. Kız başını kaldırıp korkarak ona baktı.
"Siz geçerken," dedi kıza, "şöyle düşündüm: 'İstiyor­
sam sizi durdururum ve arkadaş oluruz; yok istemiyor­
sam bırakırım ve gidersiniz.' Ben istediğime karar ver­
dim," diyerek gülümsedi.
Kız kaygılı gözlerle ona bakarak, "Ya delisiniz," dedi,
"ya da sıra dışı bir insan. Ama hiç zamanım yok..."
"Gelin konuşalım biraz, ardından kararınızı verirsi-
.
ruz..."
30
"Hiç zamanım kalmadı..." dedi kız yeniden. "Gidi­
yorum."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Gidiyorum!" dedi yeniden sesi titreyerek. Kosmas
kaygılanarak kolundan tuttu.
"Gitmeyin," dedi tatlı bir sesle, "benimle gelin..."
Sesinin tınısından ürkmüştü kız. "Gidiyorum," di­
yordu ama sanki "Yardım edin!" diye bağırıyordu.
Ona bakarken kızın kaytan kaşları titriyordu, bütün
yaşamını o anda tartıyor gibiydi; istiyorum ve istemiyo­
rum - sanki bütün yazgısı şu küçücük insancıl sözcük­
lerde toplanmıştı.
"Haydi," dedi Kosmas yavaşça.
"Nereye?"
"Hiçbir yere."
"Nereye?" diye sordu bir kez daha, mızırdanan kü­
çük bir çocuk gibi.
"Biraz birlikte yürüyelim, sonra gidersiniz. Konuşu­
ruz biraz. Yaşamak güç şey, yarından sonra ben de gidi­
yorum, uçağa binip, savaşa. Hepimiz ölmek üzereyiz.
Yaşam kısa, söyleşelim biraz."
Adamın yarından sonra ölebileceğini işiten kız sar­
sılmıştı. Bal rengi altından başını salladı. "Peki, söyleşe­
lim biraz," dedi. "Yaşam kısa, haklısınız; yürüyelim!"
Ömer Camii'ne doğru yola koyuldular. Alacakaran­
lık aldan maviye dönmüştü ve giderek lacivertleşiyordu.
Çolpan Y ıldızı masalsı caminin yukarısına yükselmiş,
gökte oynuyordu. Ölmek üzereymiş gibi konuşuyorlar­
dı. Çabuk çabuk, soluk soluğa, sanki günah çıkarıyorca­
sına söyleşiyorlardı. Kızı yüreklendirmek için ilkin Kos­
mas konuştu. Ona görkemli ve sevgili adası Girit'ten söz
etti, canavar babasından, yüce bir çilekeş olan anasın­
dan... Ruhunda, bu iki karşıt güç arasında verdiği savaş­
tan, barbarlık ile sevecenlik arasında nasıl savaştığından,
31
Another random document with
no related content on Scribd:
Fig. 183.—Saccharomyces mycoderma.
The “Ferment of Wine” (Saccharomyces ellipsoideus) produces
wine in the juice of grapes. Uncultivated yeast-cells are always
present on grapes; an addition of this species to the “must” is not
necessary to secure fermentation. A large number of other
“uncultivated” yeast-cells appear in breweries mixed with the
cultivated ones, and cause different tastes to the beer (S.
pastorianus, etc.). S. ludwigii, found, for instance, on the slimy
discharge from Oaks, produces abundant cell-chains on cultivation.
S. apiculatus is very frequently met with on all kinds of sweet fruits, it
has orange-like cells. S. mycoderma has cylindrical cells, often
united together in chains (Fig. 183): it forms a whitish-gray mass
(“fleur de vin”) on wine, beer, fruit-juice, etc., standing in bottles
uncorked or not entirely filled. It is thought that this Fungus causes
decomposition and oxydises the fluid in which it is found, but it
cannot produce alcoholic fermentation in saccharine liquids, and it
does not form endospores; hence it is uncertain whether it is true
Saccharomyces.

Fig. 184.—Oidium lactis: a branched hypha commonly met with; b a


hypha lying in milk and producing aerial hyphæ which give rise to oidia; c
a branch giving rise to oidia, the oldest (outermost) oidia are becoming
detached from one another; d a chain of divided cells; e germinating oidia
in different stages (slightly more magnified than the other figures).
The “Dry-yeast” used in baking white bread is “surface-yeast.” In
leaven, a kneaded mixture of meal, barm and water, which is used
for the manufacture of black bread, Saccharomyces minor is
present, and a species allied to this produces alcoholic fermentation
in dough with the evolution of carbonic acid, which causes the dough
to “rise.”
2. Oidium-forms. Of many Fungi only the Oidium-forms are
known, which multiply in endless series without employing any
higher form of reproduction. Oidium lactis (Fig. 184) is an imperfectly
developed form which frequently appears on sour milk and cheese. It
can produce a feeble alcoholic fermentation in saccharine liquids.
Thrush or aphthæ (O. albicans) appears as white spots in the
mouths of children. Several similar Oidium-forms are parasites on
the skin and hair of human beings, and produce skin diseases, such
as scurvy (O. schoenleinii) and ringworm (O. tonsurans).
3. Mycorhiza. These Fungi, which have been found on the roots
of many trees and heath-plants, particularly Cupuliferæ and
Ericaceæ, consist of septate hyphæ, and belong partly to the
Hymenomycetes, partly to the Gasteromycetes. It has been shown
that the Mycorhiza enters into a symbiotic relationship with the roots
of higher plants.
DIVISION II.

MUSCINEÆ (MOSSES).
In this Division a well-marked alternation of generations is to be
found. The development of the first or sexual generation
(gametophyte),[16] which bears the sexual organs, antheridia and
archegonia, commences with the germination of the spore, and
consists, in the Liverworts, of a thallus, but in the true Mosses of a
filamentous protonema, from which the Moss-plant arises as a lateral
bud. The second or asexual generation (sporophyte), developed
from the fertilised oosphere, consists of a sporangium and stalk.
The sexual generation, the gametophyte. The protonema in the
Liverworts is very insignificant, and not always very sharply
demarcated from the more highly developed parts of the nutritive
system. In the true Mosses the protonema is well-developed, and
consists of a branched, alga-like filament of cells, the dividing cell-
walls being always placed obliquely. In the parts exposed to the light
it is green, but colourless or brownish in those parts which are
underground (Fig. 186). The protonema is considered to be a lower
form of the stem, and grows in the same manner by means of an
apical cell; at its apex it may directly develope into a leaf-bearing
stem, or these arise from it as lateral branches (Fig. 186 k).
The more highly differentiated part of the vegetative system, the
“Moss-plant,” which is thus developed from the protonema, is in the
“thalloid” Liverworts generally a dichotomously-branched thallus
without any trace of leaf-structures (Fig. 194); in Marchantia (Fig.
197) and others, scale-like leaves (amphigastria) are found on the
under surface. The higher Liverworts and the Leafy-Mosses are
differentiated into a filamentous, ramified stem with distinct leaves
arranged in a definite manner, resembling the stem and leaves of the
higher plants (Figs. 186, 195, 200).
True roots are wanting, but are biologically replaced by rhizoids.
These are developed on the stems or thallus: in the Liverworts they
are unicellular, but in the Leafy-Mosses generally multicellular and
branched. In the latter group they are considered identical with the
protonema, and may become true protonema, and new plants may
be developed from them (Fig. 186 b).

Fig. 186.—A Lower portion of a Moss-plant with rhizoids (r), one of which bears
a reproductive bud (b). The dotted line indicates the surface of the ground; the
portions projecting above this become green protonema (p); k is a young Moss-
plant formed on one of these. B Germinating spore of Funaria hygrometrica, with
exospore still attached. C, D Older stages of the protonema.
The internal structure of the sexual generation is very simple. The
leaves in nearly all cases are formed of a single-layered plate of
cells; in the Leafy-Mosses, however, a midrib is very often formed,
and sometimes, also, marginal veins; and along these lines the
leaves are several layers of cells in thickness. The stem is
constructed of cells longitudinally elongated, the external ones of
which are narrower and sometimes have thicker walls than the more
central ones. Vessels are not found, but in several Mosses there is in
the centre of the stem a conducting strand of narrow, longitudinal
cells, which represents the vascular bundle in its first stage of
development. This strand contains elements for conveying water as
well as sieve-tubes. Stomata are entirely wanting in the sexual
generation of the Leafy-Mosses; they are found in a few Liverworts
(Marchantia), but their structure is not the same as in the higher
plants.
Vegetative reproduction takes place by gemmæ or buds
which arise on the protenema, the rhizoids, the thallus, or the shoots,
and become detached from the mother-plant; or else the protonema
and the older parts of the plant simply die off, and their branches
thus become independent plants. This well-developed vegetative
reproduction explains why so many Mosses grow gregariously. In
certain Marchantiaceæ special cupules, in which gemmæ are
developed, are found on the surface of the thallus (Fig. 197 A, s-s).
Again, protonema may also arise from the leaves, and thus the
leaves may act as reproductive bodies. Certain Mosses nearly
always reproduce vegetatively, and in these species the oospheres
are seldom fertilised.
Fig. 187.—Marchantia
polymorpha: a mature
antheridium.
Fig. 188.—Spermatozoids.
The first generation bears the sexual organs; both kinds are
found either on the same plant (monœcious), or on separate plants
(diœcious). In the thalloid Liverworts they are often situated on the
apex of small stems (gametophores), springing from the surface of
the thallus. In the Leafy-Liverworts and true Mosses the leaves
which enclose the sexual organs often assume a peculiar shape,
and are arranged more closely than the other leaves to form the so-
called “Moss-flower.” The male sexual organs are called antheridia.
They are stalked, spheroid, club- or egg-shaped bodies whose walls
are formed of one layer of cells (Fig. 187), enclosing a mass of
minute cubical cells, each one of which is a mother-cell of a
spermatozoid. The spermatozoids are self-motile; they are slightly
twisted, with two cilia placed anteriorly (Fig. 188), while posteriorly
they are generally a trifle club-shaped, and often bear at that part the
remains of the cytoplasm, the spermatozoid itself being formed from
the nucleus. In the presence of water the ripe antheridium bursts,
and its contents are ejected; the spermatozoids, being liberated from
their mother-cells, swarm about in the water in order to effect
fertilisation.
Fig. 189.—Marchantia polymorpha. A A young, and B a ripe
archegonium with open neck. C An unripe sporangium enclosed
by the archegonium a: st the stalk; f the wall of the sporangium.
Elaters are seen between the rows of spores.
The female sexual organs are termed archegonia. They are flask-
shaped bodies (Fig. 189), the lower, swollen portion (venter) having
a wall, in most cases from 1–2 cells thick, enclosing the oosphere
(Fig. 189 B, k): the long neck is formed of tiers of 4–6 cells,
enclosing a central row of cells—the neck-canal-cells (Fig. 189 A).
When the archegonium is fully developed, the walls of the neck-
canal-cells become mucilaginous and force open the neck of the
archegonium. The mucilage thus escapes, and, remaining at the
mouth of the archegonium, acts in a somewhat similar manner to the
stigma and conducting tissue of a carpel, by catching and conducting
the spermatozoids to the oosphere (Fig. 189 B, m), with whose cell-
nucleus they coalesce. With regard to the formation of the oosphere,
it may further be remarked that the lower part of the archegonium
originally encloses the so-called “central cell”; but shortly before the
archegonium is ripe, this cuts off a small portion, the ventral-canal-
cell, which lies immediately beneath the neck, and the larger, lower
portion becomes the oosphere.
The organs mentioned here, antheridia and archegonia, are present in the
Cryptogams (Pteridophyta) and the Gymnosperms. They have always the same
fundamental structure, but with slight modifications of detail. These plants are
therefore known as the Archegoniata.
The fertilisation of the Mosses cannot be effected without water.
Rain and dew therefore play a very important part in this process,
and for this end various modifications of structure are found.
Fig. 190.—Andreæa rupestris. Longitudinal
section through a sporangium at the time when
the mother-cells of the spores are dividing: p
pseudopodium; f foot; v vaginula; h neck; c
columella; w wall of the sporangium; e external
row of cells; s the spore-sac; t the spore-
mother-cells; r the calyptra with the neck of
archegonium (z).
Fig. 191.—Andreæa rupestris. Transverse section
through a ripe sporangium. In the middle is seen the four-
sided columella, surrounded by the numerous spores, drawn
diagrammatically. Surrounding them is seen the wall of the
sporangium, whose outer layer of cells is thickened and
coloured. The layer of cells is unthickened in four places (x),
indicating the position of the clefts (see Fig. 193).
Among the sexual organs, paraphyses—filamentous or club-
shaped bodies—are to be found.
The asexual generation, the sporophyte (Moss-fruit or
sporogonium). As the result of fertilisation the oosphere surrounds
itself with a cell-wall, and then commences to divide in accordance
with definite laws.[17] The embryo (Fig. 189 C) produced by these
divisions remains inside the wall a-a of the archegonium (Figs. 190,
199 D, E), and developes into the sporogonium, which remains
attached to the mother-plant, often nourished by it, as if the two were
one organism. The lower extremity of the sporogonium, the foot
(Figs. 190 f; 199 D), very often forces its way deep down into the
tissue of the mother-plant, but without an actual union taking place.
The central portion of the sporogonium becomes a shorter or longer
stalk (seta), while the sporangium itself is developed at the summit.
At a later stage, during the formation of the spores, the sporangium
very often assumes the form of a capsule, and dehisces in several
ways characteristic of the various genera (Figs. 192, 193, 194, 195,
200). The basal portion of the archegonium grows for a longer or
shorter period, forming a sheath, the calyptra, in which the capsule is
developed, but eventually it ceases to enlarge, and is then ruptured
in different ways, but quite characteristically, in each group.
Anatomically, the asexual generation is often more highly
differentiated than the sexual; thus, for instance, stomata are present
on the sporangia of the true Mosses, but are absent in the sexual
generation.
As the capsule developes, an external layer of cells—the
amphithecium—and an internal mass—the endothecium—are
differentiated. As a rule the former becomes the wall of the capsule
while the latter gives rise to the spores. In this Division, as in the
Pteridophyta, the name archesporium (Fig. 190 t) is given to the
group of cells inside the sporangium which gives rise to the mother-
cells of the spores. The archesporium is in general a unicellular
layer; in Sphagnum and Anthoceros it is derived from the most
internal layer of the amphithecium, but with these exceptions it arises
from the endothecium, usually from its most external layer. In the
true Mosses and in Riccia only spore-mother-cells are produced
from the archesporium, but in the majority of the Liverworts some of
these cells are sterile and become elaters (cells with spirally
thickened walls, Figs. 196, 189), or serve as “nurse-cells” for the
spore-mother-cells, which gradually absorb the nutriment which has
been accumulated in them. In Anthoceros, and almost all the Leafy-
Mosses, a certain mass of cells in the centre of the sporangium
(derived from the endothecium) does not take part in the formation of
the archesporium, but forms the so called “column” or “columella”
(Figs. 190, 191).
The spores arise in tetrads, i.e. four in each mother-cell, and are
arranged at the corners of a tetrahedron, each tetrahedron assuming
the form of a sphere or a triangular pyramid. The mature spore is a
nucleated mass of protoplasm, with starch or oil as reserve material.
The wall is divided into two layers: the external coat (exospore)
which is cuticularized and in most cases coloured (brown, yellowish),
and the internal coat (endospore), which is colourless and not
cuticularized. On germination the exospore is thrown off, the
endospore protrudes, and cell-division commences and continues
with the growth of the protonema (Fig. 186, B-D).
Fig. 192.—Andreæa petrophila. A ripe
sporogonium: a an archegonium which has
been raised with the pseudopodium; p the foot;
b the neck; d-e the dark-coloured portion of the
sporangium, whose outer cell-walls are
considerably thickened; c-c the thin-walled
portions where the dehiscence occurs; o the
lower extremity of the spore-sac; f calyptra; g
the apex of the sporangium. (Mag. 25 times.)

Fig. 193.—Andreæa petrophila. An empty


capsule; the calyptra has fallen off. (Mag. 25
times.)
The morphological explanation which Celakovsky has given of the
sporogonium, and which is not at all improbable, is, that it is homologous with an
embryo consisting of a very small stem-portion and a terminal spore-producing
leaf. This will be further explained in the introduction to the Flowering-plants (p.
236).
In the Liverworts the young sporogonium lives like a parasite,
being nourished by the sexual generation (only in Anthoceros has it
a slight power of assimilation). In the Leafy-Mosses, on the other
hand, with regard to the power of assimilation, all transitions are
found from abundant assimilation (Funaria, Physcomitrium) to almost
complete “parasitism” (Sphagnum, Andreæa). In the majority of the
operculate Mosses the sporogonium has a more or less perfect
system of assimilation, and is able itself to form a large portion of the
material necessary for the development of the spores, so that it
chiefly receives from the sexual generation the inorganic substances
which must be obtained from the soil. The more highly developed the
assimilative system of the sporogonium, the more stomata are
present.
Apospory. In some operculate Mosses it has been possible to obtain a
protonema with small Moss-plants from the seta, when severed from its Moss-
plant, and grown on damp sand.
The Mosses are the lowest plants which are provided with stem
and leaf. They are assigned a lower place when compared with the
higher Cryptogams, partly because there are still found within the
Division so many forms with a mere thallus, partly because typical
roots are wanting and the anatomical structure is so extremely
simple, and partly also because of the relation between the two
generations. The highest Mosses terminate the Division, the
Muscineæ and Pteridophyta having had a common origin in the
Algæ-like Thallophyta.
They are divided into two classes:—
Hepaticæ, or Liverworts.
Musci frondosi. True Mosses or Leafy-Mosses.

Class 1. Hepaticæ (Liverworts).


The protonema is only slightly developed. The remaining part of
the vegetative body is either a prostrate, often dichotomously-
branched thallus, pressed to the substratum (thalloid Liverworts),
with or without scales on the under side (Figs. 194, 197); or a thin,
prostrate, creeping stem, with distinctly-developed leaves, which are
borne in two or three rows (Figs. 195, 198), viz., two on the upper
and, in most cases, one on the under side. The leaves situated on
the ventral side (amphigastria) are differently shaped from the others
(Fig. 198 a), and are sometimes entirely absent. In contradistinction
to the Leafy-Mosses, stress must be laid on the well-marked
dorsiventrality of the vegetative organs; i.e. the very distinct contrast
between the dorsal side exposed to the light and the ventral side
turned to the ground. Veins are never found in the leaves.
The ventral part of the archegonium (calyptra) continues to grow
for some time, and encloses the growing embryo, but when the
spores are ripe it is finally ruptured by the sporangium, and remains
situated like a sheath (vaginula) around its base. The sporangium
opens, longitudinally, by valves or teeth (Fig. 194, 195, 197 b), very
rarely by a lid, or sometimes not at all. A columella is wanting
(except in Anthoceros, Fig. 194); but on the other hand, a few of the
cells lying between the spores are developed into elaters (Fig. 196),
i.e. spindle-shaped cells with spirally-twisted thickenings, which are
hygroscopic, and thus serve to distribute the spores. (They are seen
in Fig. 189 C, not yet fully developed, as long cells radiating from the
base of the sporangium. They are wanting in Riccia).

Fig. 194.—Anthoceros lævis (nat. size): K-K


capsules.
Fig. 195.—Plagiochila asplenioides: a
unripe, and b an open capsule; p involucre.
The ventral edge of each leaf is higher than its
dorsal edge, and covered by the dorsal edge of
the next one.

You might also like