Sanatçının Kendine Yolculuğu Sanat Ve Edebiyat Üzerine Psikanalitik Denemeler 2nd Edition Nilüfer Erdem Güngörmüş Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 58

Sanatç■n■n Kendine Yolculu■u Sanat

ve Edebiyat Üzerine Psikanalitik


Denemeler 2nd Edition Nilüfer Erdem
Güngörmü■
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/sanatcinin-kendine-yolculugu-sanat-ve-edebiyat-uzerin
e-psikanalitik-denemeler-2nd-edition-nilufer-erdem-gungormus/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Öteki Pusula Sanat ve Edebiyat Üzerine Denemeler 4 1st


Edition Enis Batur

https://ebookstep.com/product/oteki-pusula-sanat-ve-edebiyat-
uzerine-denemeler-4-1st-edition-enis-batur/

Marx Benjamin Adorno Sanat ve Edebiyat 1st Edition Onur


Bilge Kula

https://ebookstep.com/product/marx-benjamin-adorno-sanat-ve-
edebiyat-1st-edition-onur-bilge-kula/

Sanat ve arzu Ulus Baker

https://ebookstep.com/product/sanat-ve-arzu-ulus-baker/

Karanl■ktan I■■k Yontanlar Sanat Üzerine Denemeler 3


1st Edition Enis Batur

https://ebookstep.com/product/karanliktan-isik-yontanlar-sanat-
uzerine-denemeler-3-1st-edition-enis-batur/
Alman Dü■üncesinde Sanat ve A■k■nl■k Sanat■n Modern
Dünyadaki Rolü Ömer B Albayrak

https://ebookstep.com/product/alman-dusuncesinde-sanat-ve-
askinlik-sanatin-modern-dunyadaki-rolu-omer-b-albayrak/

Sanat Neye Yarar 1st Edition John Carey

https://ebookstep.com/product/sanat-neye-yarar-1st-edition-john-
carey/

Sanat 101 Leonardo da Vinci den Andy Warhol a Sanat


Hakk■nda Bilmeniz Gereken Her ■ey 10th Edition Eric
Grzymkowski

https://ebookstep.com/product/sanat-101-leonardo-da-vinci-den-
andy-warhol-a-sanat-hakkinda-bilmeniz-gereken-her-sey-10th-
edition-eric-grzymkowski/

Mimarl■k Zor Sanat 4th Edition Dog An Tekeli

https://ebookstep.com/product/mimarlik-zor-sanat-4th-edition-dog-
an-tekeli/

Kör Ayna Kay■p ■ark Edebiyat ve Endi■e 2nd Edition


Nurdan Gürbilek

https://ebookstep.com/product/kor-ayna-kayip-sark-edebiyat-ve-
endise-2nd-edition-nurdan-gurbilek/
Nilüfer Erdem Güngörmüş
Sanatçının Kendine Yolculuğu
Sanat ve Edebiyat Üzerine
Psikanalitik Denemeler

Psikanalist, Psike lstanbul ve Uluslararası Psikanaliz Birliği


(IPA) üyesi eğitim ve süpervizyon analisti. lstanbul Üniversi­
tesi lngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Klinik Psikoloji
Yüksek Lisansını lstanbul Bilgi Üniversitesi'nde tamamladı.
The lnternational Journal of Psychoanalysis (IJP) Avrupa
Yıllıkları Baş Editörüdür. 2009'dan bu yana çıkan /JP Türkçe
Uluslararası Psikanaliz Yıllıkları yayın kurulu üyesi, 2014-19
sayıları editörü ve daimi çevirmenlerinden biridir. ilk hikaye
kitabı Büyük A Patika Yayınları'ndan çıkmıştır (2. Basım: Eve­
rest, 2014). Uzun metraj senaryosu Korkuyorum Anne'yi
(Metis, 2009) Reha Erdem'le birlikte yazmıştır. Psikanaliz,
edebiyat, sinema ve Sevim Burak üzerine makaleleri kitap ve
dergilerde yayımlanmıştır. Sevim Burak'ın Ford Mach 1 ro­
manını elyazmalarından derleyerek kitap haline getirmiştir
(YKY, 2003). Çevirileri: Robert Bresson, Sinematograf Üze­
rine Notlar (Nisan, 1992; Küre, 2012). Marguerite Duras,
Yeşil Gözler (Metis, 1990), G. G. Casanova, Anılar (Nisan,
1992), Marguerite Duras, Ôlüm Hastalığı (H. Bayrı ile bir­
likte, Metis, 1990). Jacques Lacan, Seminer 11. Kitap: Psi­
kanalizin Dört Temel Kavramı (Metis, 2013), Wilfred R.
Bion, Tereddütlü Düşünceler (Metis, 2017). Lacan çevirisiyle
lstanbul Psikanaliz Derneği 2014 Çeviri Ödülünü almıştır.
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www .metiskitap.com

Yayınevi Sertifika No: 43544

Sanatçının Kendine Yolculuğu


Sanat ve Edebiyat Üzerine
Psikanalitik Denemeler
Nilüfer Erdem Güngörmüş

© Nilüfer Erdem Güngörmüş, 2021


©Metis Yayınları, 2021
©Metin içinde kullanılan resimlerin yayın hakları
Selma Gürbüz'e aittir.

ilk Basım: Aralık 2021


ikinci Basım: Nisan 2022

Yayıma Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen

Kapak Fotoğrafı: Vivian Maier, Oto-Portre, 1955


Kapak Tasarımı: Semih Sökmen

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 44865

ISBN-13: 978-605-316-244-5

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak internette ya da herhangi bir veri saklama ci­
hazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hüküm­
lerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi anla­
mına geldiği için suç oluşturmaktadır.
Nilüfer E. Güngörmüş

Sanatçının
Kendine Yolculuğu
SANAT VE EDEBİYAT ÜZERİNE
PSİKANALİTİK DENEMELER

�metis
Bu kitaptaki bazı yazılar daha önce aşağıdaki kaynaklarda
yayımlanmış, kitaba alınırken gözden geçirilmişlerdir:
"Boş Oda", Psikanalitik Bakışlar 1: Aktarım-Karşıakta­
rım içinde, haz. N. Erdem, 2006, PPPD Yayını; Fransızcası
Revuefrançais de psychanalyse 5: 1417-23, 2006.
"Moby Dick: Güzellik mi Çirkinlik mi?", Cogito, Tuhaf­
lık ve Yaratıcılıkbaşlıklı 72. sayı, 2012.
"Hayatın Mırıltısı", Sinema ve Psikanaliz: Filmler ve Bi­
linçdışı, haz. Özden Terbaş, Psike İstanbul Psikanaliz Kitap­
lığı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2013.
"Oidipus'un Adresi", Notos, sayı 53, "Adres Defteri" dos­
yası, Ağustos-Eylül 2015.
"Mehmed Siyah Kalem'den Sevim Burak'a Birey ve Ka­
ranlığı", "Sevim Burak, Birey ve Karanlığı" başlığıyla, Adam
Öykü, Kasım-Aralık 2004.
"Sonbahar: Travmayla Anlam Arasında Kurulan S'ağaltı­
cı Bir Köprü", Sinema ve Psikanaliz 2: Kayıp ve Zaman, haz.
Özden Terbaş, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.
"İnsanın Zamanı, Kayaların Zamanı, İçimizdeki Zaman",
Notos, sayı 83, "İçimizdeki Zaman" dosyası, Kasım-Aralık
2020.
İçindekiler

Giriş
9

Boş Oda
29

Moby Dick:
Güzellik mi Çirkinlik mi?
41

Hayatın Mırıltısı
57

Oidipus'un Adresi
69

Mehmed Siyah Kalem'den Sevim Burak'a


Birey ve Karanlığı
77
Eşsiz Şiirler Biçip Dilmıe Sanatı
91

Selma Gürbüz'ün Yapıtları


ve Yaratmanın Hazzı Üzerine
103

Sonbahar:
Travmayla Anlam Arasında Kurulan
Sağaltıcı Bir Köprü
115

İnsanın Zamanı, Kayaların Zamanı,


İçimizdeki Zaman
127
Giriş

PSİKANALİZ başından itibaren sadece bir tedavi yöntemi olarak


değil, aynı zamanda insan zihni ve ruhsallığının nasıl işlediğini an­
lama ve açıklama girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Psikanaliz te­
davisi sağlıklı ve patolojik durumları birbirinden ayıran sınırların
aslında zannedildiği gibi keskin olmadığı ve birinden diğerine ge­
çişin mümkün olduğu fıkri üzerine kuruludur. Psikanaliz, ruhsal­
lığın yapılanmasının yasalarını ve biçimlerini araştırır, yapılanma
sürecinin sekteye uğradığı durumları tanımlar ve aksayan gelişme
sürecinin nasıl tekrar eski akışına kavuşturulacağını veya bozulan
yapının nasıl onarılacağını tarif eder. Analizdeki kişinin kendisi­
nin de fark edeceği gibi tedavi olmakla kendini tanımak, tedavi ol­
makla kendi ruhsallığının derinliklerini kavramak ayrılmaz şekil­
de iç içe ilerler. Bu yüzden, bir anlamda, psikanalizin amacının te­
davi etmek olmadığına, tedavinin psikanalizin sonuçlarından sa­
dece biri olduğuna dair kuramsal tartışmalar da ortaya atılmıştır.
Psikanalizin insan zihnini ve ruhsallığını kliniğin yardımıyla
başka türlü mümkün olmayan bir keskinlikle gözlemleyebilmesi
sosyal bilimler ve insan bilimleri kadar sanat ve edebiyat eleştirisi
alanında da faydalanılan bir bilgi birikiminin oluşmasına yol aç­
mıştır. Bu yönüyle de psikanaliz, tedavinin ötesine uzanan bir etki
alanına sahip olmuştur.
Psikanaliz tedavisi söze dayanır. Söylemeyi ve dinlemeyi esas
alır. Doğal olarak kuram da yıllar içinde, daha da vurgulu bir şe-
10 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUGU

kilde, insanın duyularıyla algıladığı dünyayı temsillere ve simge­


lere, esas itibariyle de dilsel temsillere dönüştürme süreçlerini
merkezine almıştır. Psikanalize göre seansta, analistle analizan
arasında, bilinçdışından bilinçdışına bir konuşma gerçekleşir. Baş­
langıçta, bilinçdışının diline hfilcim olan ve odadaki iletişimin bu
yönüne odaklanan kişi analisttir. Analist tutumu, sözel müdahale­
leri ve yorumlarıyla, bilinçdışının dile geldiği bu iletişim boyutunu
analizanın da fark etmesini ve dikkatinin hep orada asılı kalmasını
sağlar. Bu yönüyle düşünüldüğünde, psikanaliz tedavisinde arka
planda süregiden bir deneyim alışverişi vardır. Bu alışveriş, tanım­
lanamayan, adlandırılamayan duygu ve düşünceleri kelimelere
dökmenin yollarını bilen birinin, bu bilgiyi o işte henüz acemi olan
birine aktarmasını içerir. Bu yüzden analist-analizan ilişkisi çoğu
zaman bir usta-çırak ilişkisine benzetilir. Hatta analizan daha son­
ra kendisi de analist olacaksa, gerçek anlamda bir usta-çırak iliş­
kisine de dönüşür. Psikanaliz sürecinin sonunda analizan da artık
bilinçdışının dilinden anlamaktadır ve bu şekilde kendi kendini
analiz etme/tedavi etme kapasitesini kazanmıştır. Usta-çırak iliş­
kisi sanatla ve edebiyatla uğraşanlara hiç de yabancı değildir. Hat­
ta "uğraşmak" terimini okur olarak, dinleyici veya izleyici olarak
uğraşmak anlamında da genişletmeliyiz.
Bilinçdışının dili hem evrensel hem de son derece bireysel bir
dildir. Dış dünyada da has yazarlar/ sanatçılar ve özellikle de şair­
ler bize bilinçdışının diliyle konuşurlar. Psikanalizde kişinin ruh­
sal acısını tanımak ve acı veren ruhsal yapılanmayı dönüştürmek
üzere geliştirilen kuramların büyük bir kısmı ve ruhsal işleyişe da­
ir tanımlamaların çoğu, psikanalizden çok önce başka bir amaçla
kendi sanatları bağlamında sanatçılar ve edebiyatçılar tarafından
dile getirilmiştir. Bu ortak ilgi alanını insan zihninin karanlık kı­
sımlarına olan merak çerçevesinde düşünebiliriz. Psikanalizde
"ruhsallık" olarak adlandırdığımız alan sanat ve edebiyatta sanat­
çının yaratımlarının ve esinlenmesinin kaynağı olan alana denk
düşer. Esas itibariyle ele gelmeyen, karanlık, muğlak bir alan ola­
rak tanımlanır. Psikanalistle sanatçı, kendi disiplinlerinin araçla-
GİRİŞ 11

nyla bu alanı tanımlar ve ona yer yer örtüşen açıklamalar getirirler.


Fransız psikanalist Andre Green'in tanımıyla edebiyat, dilin
ruhsal gerçekliğe göndermede bulunacak şekilde işlenmesidir.
Bunun çok güzel bir tanımlama olduğunu ve Green'in bu tanım­
lamayla iç içe geçmiş iki işleme işaret ettiğini düşünüyorum. Bun­
lardan biri, dilin ve kelimelerin dönüştürülmesi ve bu dönüşüm so­
nucunda gidererek daha zengin ve karmaşık sözel ifadelerle yeni
anlamlara ulaşılmasıdır. Diğeri ise göndermede bulunulan ruhsal
gerçekliğin dile gelmesiyle ortaya çıkan ruhsal işlemdir. Buna psi­
kanaliz dilinde, bazı durumlarda temsil edilemeyen ruhsal içerik­
lerin temsile kavuşturularak zihinselleştirilmesi, bazı durumlarda
da bastırılmış olanın bilinçli hale getirilmesi diyoruz.
Bu çift taraflı işlemin sanatta /edebiyatta ve psikanalizde ele
alınış biçimleri her iki alanın kendine özgü amaçlarına göre fark­
lılık gösterse de, sonuçta psikanalizle sanatların ruhsal malzemeyi
işleme biçimleri arasındaki yakınlık apaçık ortadadır. Ö zellikle
yazarların ve sanatçıların tanıklıklarından biliyoruz ki, bu kişiler
sanatlarını konuşturarak sadece beğenilecek eserler ortaya çıkar­
makla kalmıyorlar, aynı zamanda eserin oluşumu sırasında kendi
içlerinde de bir dönüşümün gerçekleştiğini fark ediyorlar. Sanat­
ları aracılığıyla nasıl esrimeye girdiklerini, nasıl esinlendiklerini,
kendi karanlıklarına dalıp, içsel bir yolculuğu tamamlayıp kendi
derinliklerinden hakikati nasıl bulup çıkardıklarını anlatan yazar­
lar öteden beri var olmuştur. Fakat ruhsal süreçleri anlatan bu ifa­
deleri ait oldukları alana, yani ruhbilimi alanına katmayı akıl eden
ilk kişi Freud'dur. Freud psikanaliz kuramını geliştirirken en az
hastalarına dair gözlemleri kadar, içinde sanatçı ve edebiyatçıların
deneyimlerinden örneklerin de bulunduğu "sağlıklı" ya da "nor­
mal" durumlara dair gözlemlerden de faydalanmıştır. Ve psikana­
lizi ayn bir disiplin olarak yerleştirmek için çalışırken, analistlerin
eğitiminin edebiyat ve insan bilimleri alanında da bir eğitimi içer­
mesi gerektiğini söylemiştir. Freud bunu iki yönden teşvik ediyor­
du. Birincisi edebiyat ve insan bilimlerinin terbiyesinden geçmek
analistlerin kendilerinin ve ötekinin bilinçdışını dinleme becerile-
12 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

rini geliştimıesi bakımından önemliydi. İkincisi kuramı ve tekniği


geliştirmek için bire bir edebiyattan ve insan bilimlerinden destek
alınması gerektiğini düşünüyordu. Psikanalistleri, edebiyatı klinik
çalışmalarına katmaları yönünde teşvik ediyordu. Jung ve Rank'ın
çalışmaları, Freud 'un zamanından buna örnektir.

İlginçtir ki psikanalizle sanat ve edebiyat arasında bugün de de­


vam eden bu sıkı dostluğa rağmen, alttan alta hiç kesintisiz işleyen
bir şüphe ve çekinme de vardır. Sanatla ya da edebiyatla uğraşan,
yaratıcılıkla bir şekilde ilişkisi olan ve psikanalize gelen hemen
hemen herkesin tedirginlikle sorduğu "Psikanalizden geçersem
yaratıcılığımı kaybeder miyim?" sorusu bunun çok açık bir ifade­
sidir. Daha ilk görüşmelerden itibaren doğrudan yada örtük bi­
çimde dile getirilen bu soru, kuşkusuz içinde pek çok anlamı aynı
anda barındırır. Böyle bir sorunun gündeme getirilmesi belki ya­
ratıcılıkla acı çekmek arasında kurulan bağla ilişkilidir; kişi ruhsal
acıdan kurtulunca içinin bomboş kalacağını hayal ediyor olabilir.
Ya da kendisine ne kadar acı veriyor olursa olsun iç dünyasının ka­
ranlıklarında gezinen duygu ve düşüncelerin değerli olduğuna dair
bir sezgisi vardır ve analistin bu zenginlikleri onun elinden alma­
sını (çalmasını) istemez. Kaynağını kişinin kendi ruhsal yapılan­
masından, geçmişinden, hatıralarından alan daha pek çok anlamı
olabilir. Çoğu durumda, yaratıcılığın kökenindeki güçlü duygular,
duygulanımlar, dürtüler, çatışmalar ve travmatik deneyimler aynı
zamanda kişinin yaşama ayak uydurmasını güçleştiren ruhsal sı­
kıntıların da kaynağını oluşturma potansiyeline sahiptir. Oysa sa­
natçının işi iç dünyasıyladır; orada korunması gereken, onun kim­
liğini oluşturan ve sanatı için kullanılacak bir şeyler vardır. İç dün­
yasında ortaya çıkabilecek herhangi bir değişim, olumlu bile olsa,
bu yüzden korkutucudur, sesini ve kimliğini kaybetme tehdidini
duyumsatır. Dolayısıyla yaratıcılıkla ilgili uğraşları olan bir kişi
psikanalize geldiğinde paradoksal olarak kendisinde olan bir şey-
GİRİŞ 13

den hem kurtulmak hem d e kurtulmamak ister. Analiz sürecinde


hem değişmek hem de değişmemek ister.
Oysa psikanalizin kurucusu Freud 'un bireysel analiz sürecinin
hedefini yeniden sevebilmek ve çalışabilmek olarak tanımladığı
düşünülürse, sanki yersiz bir soru ve kaygıdır bu. Nedenleri üze­
rine sadece klinikte kişinin bireysel deneyimleri çerçevesinde de­
ğil, psikanalizin toplum içindeki yeri çerçevesinde de düşünülme­
yi hak eder. Psikanalitik düşünce toplum içinde belli bir görünür­
lüğe sahiptir. Çeşitli disiplinlerden ya da uğraş alanlarından çok
sayıda kişi kendi uğraşıları dahilinde psikanaliz kuramından ya­
rarlanır. Psikanalizle başka araştırma alanlarını bir araya getiren
akademik programlar vardır. Psikanaliz kavramları, klinik dışında,
bireyleri ve toplumları tanımlayan türlü durumları açıklamak için
sıklıkla kullanılır. Psikanalizin Oidipus karmaşası, bilinçdışı, bas­
tırma, savunma, ego (benlik, ben), iğdiş edilme, yansıtma gibi kav­
ramları gündelik konuşmalara kadar girmiştir. Tekinsizlik, yücelt­
me (sublimation), idealizasyon gibi kavramları sanat eleştirisinde
kullanılır. Ama psikanalitik düşüncenin belkemiğini oluşturan, ya­
ratıcılığa dair kuramları, görünen o ki toplum içinde, insanların
zihninde kendine bir yer bulamamıştır.
Belli bir perspektiften düşünüldüğünde, Freud 'un histeriye dair
ilk görüşlerinden rüyaların yorumuna, haz ilkesiyle gerçeklik il­
kesi arasındaki karşıtlıktan haz ilkesinin ötesine, yaşam ve ölüm
dürtülerinin karşıtlığına, narsisizmden topluluk psikolojisine bü­
tün kuramı, yaratıcılık yetisinin incelenmesini ve keşfedilmesini
içerir. Psikanalizin incelediği tüm ruhsal durumlar kişinin çatış­
madan kurtulabilmek ya da travmadan sağ çıkabilmek, tüm çare­
sizliğine rağmen ruhsal olarak hayatta kalabilmek için ruhsallığın
bir işlevi olan yaratıcılık yetisini nasıl kullanabildiği ya da kulla­
namadığını tarif eder. Belirtiler, çaresizlik içindeki kişinin yarat­
tığı uzlaşıya dayalı çözümlerdir. Rüyalar ve düşlemler her istedi­
ğini gerçekleştirme imkanına sahip olmayan insana düşlemsel
düzlemde dürtü doyumu sağlayan yaratıcı hamlelerdir. Başka bir
deyişle, psikanaliz sürecinin sonunda yeniden sevebilme ve çalı-
14 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

şabilme yetisine kavuşan insan, psikanalizin tanımladığı anlamda


yaratıcı gücüne tam anlamıyla kavuştuğu ve yaratıcılığını artık pa­
tolojinin değil verimli bir hayatın hizmetinde kullandığı için bu
sonuca ulaşır.
Psikanaliz kuramının ilerleyen yıllarda bütün açıklığıyla göz­
ler önüne serdiği gibi, insanın "düşünceleri düşünme" 1 yetisi başlı
başına yaratıcı bir edimdir. Psikanalizin yüz yılı aşan tarihinde
Freud'dan Melanie Klein'a ve Klein'dan D. W. Winnicott ve W. R.
Bion'a uzanan hat üzerinde kuram, yaratıcılık işlevi ekseninde iz­
lenebilecek dikkate değer bir gelişim göstermiştir. Yaratıcılığı sağ­
lıklı bir ruhsallığın vazgeçilmez bileşeni olarak ortaya koyan ku­
ramsal gelişimi psikanalitik açılımlarıyla rüya, düş/em ve oyun
hatları üzerinden izleyebiliriz.

Freud yaşamı boyunca tek bir ödül almıştır ve o da ilginç bir şe­
kilde, yaratıcılığa adanmış olan Goethe Ödülü'dür. 1927 'de başla­
tılan ödül her yıl "yaratıcı çalışmaları Goethe'nin anısına adanmış
bir onura layık olan müesses başarının sahibi bir kişiye" verilir.
Freud 1930 yılında ödüle layık görülür. Bu vesileyle kaleme aldığı
konuşmada psikanalizin neyin peşinde olduğunu yalın biçimde
aktarır: " Ömrümü verdiğim çalışma tek bir amaca yönelik oldu.
Zihinsel işlevin sağlıklı ve hasta insanlardaki nispeten zor fark
edilen bozukluklarını gözlemledim ve bu tarz işaretlerden yola
çıkarak bu işlevlere hizmet eden aygıtın nasıl inşa edildiğini, bu
süreçte hangi eşzamanlı ve birbirine karşıt güçlerin iş başında ol­
duğunu çıkarsamaya -ya da tahmin etmeye- çalıştım."2 Bu çalış­
manın ona gösterdiği şey, hem normal hem de patolojik ruhsal sü­
reçlerin, olayların aynı doğal akışı içerisinde ortaya çıktığıdır. Psi-

1. W. R. Bion, "Bir Düşünme Kuramı", Tereddütlü Düşünceler, çev. Nilüfer


Erdem, Metis, 2020 [20 17].
2. S. Freud, "The Goethe Prize" (1930), The Standard Edition ofthe Complete
Psychological Works of Sigmund Freud, 21: 205-14, s. 208.
GİRİŞ 15

kanaliz ruhsal patolojik görüngüleri gözlemleyip inceledikçe pa­


tolojik olmayan, normal ruhsallığın işleyişini keşfetmiştir. Freud
aynı ödül töreni konuşmasında "Ben bu dar düşünceler içerisin­
deyken beklenmedik şekilde bahşettiğiniz bu onurla beni o düşün­
celerden çekip çıkardınız," der.3 Konuşmasında vurgulu bir saygı
ve nezaketle Goethe'ye karşı kendisini daha geride bir konuma
yerleştirmektedir. Bu hiç de yabancısı olmadığımız bir tutumdur.
Psikanalistle sanatçının insanın iç dünyasındaki aynı ırak bölge­
lerde dolaştığını daha en başından fark eden Freud, ruhsallığın
keşfinde sanatçının hep psikanalistin bir adım önünde gittiğini
vurgulamıştır.
Freud bir okur ve izleyici olarak sanatla yakından ilgilidir.
Tüm sanatlar içinde ilgisini en fazla çekenin edebiyat ve heykel
sanatı olduğunu belirtir. Michelangelo'nun Musa heykelini ele al­
dığı çalışmasında söylediği gibi, sanat yapıtında istenen etkiyi ya­
ratmak için kullanılan yöntemler ve teknikleri değerlendirecek ka­
dar işin erbabı değildir, fakat yaratılmak istenen etkiyi derinden
hisseder. O, incelediği yapıtların daha ziyade konusuyla ilgilenir
ve sanat yapıtlarında bizi etkileyen şeyin ne olduğunu ve nereden
kaynaklandığını bulmaya çalışır.4
Hayal kurmanın ruhsal işlevlerini ve yaratıcılığı incelediği Ya­
ratıcı Yazarlar ve Hayal Kurma başlıklı metninde konuya şu söz­
lerle girer: "Hiç değilse kendimizde veya bizim gibi kişilerde ya­
ratıcı yazarlığa bir şekilde benzer bir etkinlik keşfedebilseydik! O
etkinliğin incelenmesi, yazarların yaratıcı çalışmalarını açıklama­
ya başlayacağımıza dair bir umut verirdi bize. Nitekim, bunun
mümkün olması ihtimali de var. Ne de olsa yaratıcı yazarlar kendi
türleri ile insanlığın ortak akışı arasındaki mesafeyi azaltmayı se­
verler; her insanın özünde bir şair olduğunu ve son insan can ver­
meden son şairin de yeryüzünden silinmeyeceğini sık sık söyleye-

3. S. Freud, a.g.y., s. 208.


4. S. Freud, "The Moses of Michelangelo" (1914), The Standard Edition of
the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, 13: 209-38.
16 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUGU

rek bizi temin ederler."5


Freud 'un aradığı yaratıcı yazarlığa benzer o etkinlik hayal kur­
madır. Ve bahsedilen metinde hayal kurmanın ruhsallıkta ne işe
yaradığını, içeriğinin ne olduğunu ve yaratıcı yazarın hayal kur­
makla nerelere varmaya çalıştığını inceler. Freud'a göre rüyalar,
hayaller ve düşlemler benzer şekilde işlev gösterir, hepsi de bir ar­
zunun gerçekleştirilmesine yarar. Yaratıcı yazarın mahareti, kendi
iç dünyasının derinliklerinden getirdiği kimi zaman rahatsız edici,
kimi zaman utandırıcı ya da dehşete düşürücü arzulan bize estetik
bir biçim altında, haz alacağımız şekilde sunabilmesinde yatar.
Böylece tıpkı hayallerde ve rüyalarda olduğu gibi doyurulması im­
kansız bir arzunun doyurulmasını, ondan haz alabilmemizi sağlar.
Yazar kendi iç dünyasını yapıt aracılığıyla okura açar, okur ona
sunulan öznel deneyimi kendi öznel deneyimiyle buluşturup onu
ruhsal bir yaşantıya çevirerek anlamlandırır. Her rn;t'kadar Freud
içerik olarak hazza ve arzunun gerçekleşmesine odaklanarak ko­
nuyu oldukça sınırlandırsa da, görüşleri bugünün edebiyat, sanat
ve yorumlama kuramlarına doğru güçlü açılım potansiyelleri taşır.
Çünkü o, öznel deneyimlerin buluşmasından bahsederken, bilinç­
lilik düzeyinde olup biten etkilenme, empati, akılcı kavrayış ve
öykünme gibi yüzeysel etkileşimleri değil, bilinçdışı süreçleri kas­
tetmektedir. Bilinçdışı süreçler ise hazzın ve arzunun ötesinde çok
zengin ve karmaşık ruhsal malzemeyle ve işleyişlerle ilişkilidir.
Zaten Freud 'un kendisi de kuramını geliştirme sürecinde narsisiz­
min ruhsallıktaki kurucu yerini ve yaşam ve ölüm dürtülerinin
açıklanrnası güç oyununu kuramının merkezine alarak bu yeni
alanlan keşfedip işlemeye başlamıştır. Bugün, bazen sadece Fre­
ud 'un merkeze aldığı şekilde arzu ve haz odaklı düşündüğümüzde
bile bu düşünüş artık onun kastettiğinden daha kapsamlı süreç ve
mekanizmalara ve farklı seviyelerdeki deneyimlere işaret etmek­
tedir. Benzer şekilde, Freud 'un düşlemden ifantasie, phantasy)

5. S. Freud, "Creative Writers and Day-Dreaming" ( 1 908), The Standard Edi­


tion of the Complete Psychologica/ Works of Sigmund Freud, 9: 1 4 1 -54, s. 143.
GİRİ Ş 17

bahsederken kastettiği şey de daha onun zamanında, çok kısa sü­


rede başka yollara saparak, psikanalizde sonradan çok büyük ku­
ramsal ve teknik başkalaşmalara neden olacak açılımlara kavuş­
muştur.

Freud 'un kuramını büyük bir yaratıcılıkla işleyen Melanie Klein,


çocuklarla yaptığı psikanaliz çalışmalarındaki gözlemlerinden yo­
la çıkarak iç dünyayı farklı bir biçimde, doğuştan gelen bazı temel
düşlemlerin mekanı olarak tarif eder. Bana kalırsa, Melanie Klein'
ın yeni bakış açısı onun kadın oluşuyla da ilişkilidir. Önermeleri
hamilelik ve lohusalık dönemlerinin ruhsallığına dair bilgilerle de
ilişkili görünmektedir ve muhtemelen sadece çocuk analizindeki
gözlemlerin değil, rahim içindeki fetüsle ve yeni doğan bebekle iç
dünyada yaşanan yoğun ruhsal deneyimlerin de esinlediği kavra­
yışlar taşır. Melanie Klein yeni doğan bebeğin bedensel işlevlerle,
dürtü ve duyumlarla sıkı sıkıya bağlı, henüz bedenden kopmamış
ruhsallığı üzerine bir kuram sunar. Bebeğin, saldırgan dürtülerin
cirit attığı ruhsallığını yaşamın başlangıcından itibaren yıkıcı sal­
dırgan düşlemlerle ve kaygılarla dolu bir mekan olarak tanımlar.
Henüz dile böylesine uzak olan ve dünyayla deneyimi son derece
sınırlı olan bebeğin düşlemlerinden bahsetmesi kimilerine yadır­
gatıcı gelir. Oysa bugün, fetüs üzerine çalışmalar bebeğin dünyaya
gelmeden çok önce, yaklaşık dördüncü aydan itibaren özellikle
işitme ve dokunma duyuları aracılığıyla ben/ben olmayan, iç ger­
çeklik/dış gerçeklik ayrımlarının üzerine kurulacağı deneyimleri
yaşamaya ve temsiller oluşturmaya başladığını göstermektedir. 6
Dolayısıyla bebek dünyaya ilkel temsillerin filizlenmiş olduğu bir
iç dünyayla gelir. Boş değil, tam tersine Klein'ın betimlediği gibi

6. Bkz. S. Maiello, "Prenatal Experiences of Containment in the Light of Bi­


on's Model of Container/Contained" , 1 Child Psychother. 38 (3): 250-67, 2012
ve S. Maiello, "The Sound-Object: A Hypothesis about Prenatal Auditory Expe­
rience and Memory " , 1 Child Psychother. 21 ( 1): 23-4 1 , 1995.
18 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

oldukça kalabalık bir dünyadır bu.


Melanie Klein çağdaşı olan takipçilerinden İngiliz psikanalist
Susan Isaacs'ı bilinçdışı düşlem üzerine bir makale yazmaya teş­
vik eder. Amacı bilinçdışı düşleme dair oluşum aşamasındaki ku­
ramının anlaşılır bir dille toparlanmasıdır. Isaacs 1948 yılında ya­
yımlanan "Düşlemin Doğası ve İşlevi" başlıklı bir bakıma tarihi
makalesinde amaçlananın çok ötesine giderek özgün bir düşlem
kuramı formüle eder. Klein'ın kuramındaki düşlemi Freud'un dür­
tü kavramıyla bütünleştirerek şöyle der: "Düşlem (ilk olarak) iç­
güdünün zihinsel sonucu, ruhsal temsilcisidir. Bilinçdışı düşlem
olarak deneyimlenmeyen herhangi bir itki, herhangi bir dürtüsel
arzu veya tepki yoktur."7 Ona göre "ruhsal mekanizmalar" diye so­
yut terimlerle ifade edilen şey aslında kişinin bilinçdışı düşlem
olarak deneyimlediği zihinsel süreçlerden başka bir şey değildir.
Bilinçdışı düş/em ruhsal gerçekliktir. Isaacs metni ho yunca "düş­
lem"den ziyade "bilinçdışı düşlemleme etkinliği"nden bahseder,
yer yer de "düşlemlemek" fiilini kullanır ve düş/emin, bilinçdışı
düşünme olduğunu söyleyerek son noktayı koyar. Çığır açıcı bu
ifade daha sonra İngiliz psikanalist Bion'un psikanalizin paramet­
relerini değiştiren düşünme kuramında8 tam anlamına kavuşacak­
tır. Ama Isaacs'ın işlediği kadarıyla da hemen fark edeceğimiz gibi
bilinçdışı düşünme anlamına gelen düşlemleme etkinliği, yaratı­
cılık adını verdiğimiz düşünme biçiminin ta kendisidir ve bu dü­
şünme biçimi insanın temel bilinçdışı düşünme halidir. Bu düşün­
me hali dünyayı algılama ve ifade etme biçimimizi şekillendirir.
Dünyanın bizim süzgecimizden geçmiş görünümüne damgasını
vurur. Bu anlamda, dünyayı algılayışımız ve ifade edişimiz başlı
başına yaratıcı bir süreç ve edimdir.
Amerikalı psikanalist T. H. Ogden, Isaacs'ın düşlem kavram­
laştırmasının psikanaliz kuramında Freud-Klein çağından Bion-

7. S. Isaacs, "The Nature and Function of Phantasy". lnt J Psychoanal. 29:


73-97, s. 8 1 , 1984. (Aynca haz. J. Riviere, Deve/opments in Psycho-Analysis için­
de, s. 62- 1 2 1 , Hogarth, 1952.)
8. W R. Bion, "Bir Düşünme Kuramı".
GİRİŞ 19

Winnicott çağına geçişi sağladığını ileri sürer. Onun da belirttiği


gibi Freud-Klein çağında ana soru "ne düşündüğümüz"dür, Bion­
Winnicott çağında ise "nasıl düşündüğümüz" olur.9

Freud'un Rüyaların Yorumu adlı kapsamlı çalışması 4 Kasım


1899'da, 1900 tarihini taşıyarak yayımlanmıştır. Freud bu yapıtta
dile gelen yepyeni kavrayışın onun düşünce evreninde yeni bir ça­
ğın başlangıcı olduğunu hissetmektedir, bu nedenle kitabın yayım­
lanmasının insanlık tarihindeki yeni bir çağın açılışına denk gel­
mesini önemser. Kitabın bütünü yedi yüz sayfadan fazla tutar. İki
yüz rüya analizi içerir. Bunlardan kırk yedisi Freud'un rüyasıdır,
diğerleri etraftan ve meslektaşlarından topladığı rüyalardır. Freud'
un bu kitaptaki rüyalarının analizi ve dostu Fliess'e kendi rüyaları
üzerine yorumlarını yazdığı mektuplar onun otoanalizini oluştu­
rur. ıo Freud bu kitapta birçok şeyi bir arada gerçekleştirir. Üç kı­
sım olarak düşünebilecek kitabın ilk kısmında o güne kadar rüya­
larla ilgili dile getirilmiş, elde edebildiği bütün verileri toparlar,
inceler ve yorumlar. Kitabın 11.-VI. bölümlerini içeren ikinci kı­
sımda rüyanın nasıl oluştuğuna dair psikanalitik anlayışını ortaya
koyar, rüya düşünceleri kavramını ortaya atar ve işler, kendi sap­
tadığı rüyanın oluşum mekanizmalarını tanımlar, rüya yorumu
üzerine geliştirdiği tekniği açıklar, derlediği rüyaları kendi tekni­
ğiyle yorumlar. VII. bölümü oluşturan son kısımda ise ruhsal ay­
gıtın psikanaliz kuramındaki ilk tanımını (Bilinçdışı-Önbilinç-Bi­
linç) yapar. Freud'un rüyaya bakışındaki ana eksen arzunun ger­
çekleşmesi eksenidir. Ancak derlediği rüya örneklerine ve kendi
rüyalarına getirdiği yorumlardaki anlamların zenginliği onun çok-

9. T. H. Ogden, "Susan Isaacs'ı Okumak: Kökten Gözden Geçirilmiş Bir Dü­


şünme Kuramına Doğru'', Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2012 içinde, haz. Bella
Habip, çev. Nilüfer Erdem, Sel, 20 1 2 .
10. Freud'un otoanaliziyle ilgili bkz. Didier Anzieu, Freud'un Otoanalizi ve
Psikanalizin Keşfi, çev. Nesrin Demiryontan, Metis, 20 1 5 (2003] .
20 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUGU

boyutlu düşündüğüne tanıklık eder. Aynı şekilde, rüyanın oluşum


mekanizmalarını saptamasındaki yaratıcılığı ve isabetli bakış açısı
onun kategorileştirdiğinden çok daha derin bir işleyişi daha baştan
kavramış olduğunu düşündürür. Freud'un tarif ettiği haliyle rüya
görmek, iç dünyasının derinliklerine dalarak yapıtını meydana ge­
tiren sanatçının yaptığı işin tıpatıp aynısıdır. Diyebiliriz ki rüya
gördüğü (rüyayı yarattığı) ve rüyasını anlattığı esnada herkes ya­
ratıcı bir sanatçıdır. Rüya tamamen bilinçdışı bir işlemdir. Anla­
tıldığında büyük ölçüde bilinçli bir düzenlemeye tabi tutulur. Sa­
natçının yaratımının önemli bir kısmı da bilinçdışı düzeyde ger­
çekleşir. Onu somut malzemeye dönüştürerek işlediği noktada bi­
linçli hale gelmeye başlar.
Freud'un rüyayla ilgili sezgilerini bugünün psikanalizine bağ­
layan, önemli bir saptaması vardır: Rüyanın bir göbeği olduğun­
dan bahseder. Rüyanın göbeğine kitabının iki yerlnde değinir.
Bunlardan ilki 23-24 Temmuz 1895 tarihli rüyanın analiz edildiği
kısımdır. Burada şöyle der: "Rüyanın bu kısmında yorumun rüya­
nın gizli anlamının tamamını takip edebilecek kadar ileriye gide­
mediğini hissettim. Üç kadın arasında yaptığım karşılaştırmayı
devam ettirseydim bu beni çok uzaklara götürürdü. - Her rüyanın
daha fazla derinine inilemeyen en az bir noktası, deyim yerindeyse
bir göbeği vardır, bu onun bilinmeyenle temas noktasıdır."ıı
Daha ileride, "Rüyaların Unutulması" ara başlıklı bölümde ise
rüyanın göbeğiyle ilgili daha fazla ayrıntı verir: "En kapsamlı şe­
kilde yorumlanan bir rüyanın bile genellikle karanlıkta bırakılması
gereken bir parçası vardır; bunun nedeni, yorumlama çalışması sı­
rasında o noktada, çözülemeyen ve rüyanın içeriğine ilişkin bilgi­
mize de hiçbir şey katmayan karmaşık bir rüya düşünceleri yuma­
ğı olduğunun farkına varmamızdır. Orası rüyanın göbeğidir, rüya­
nın aşağılarda bilinmeyene doğru uzandığı noktadır. ... Şeylerin
doğası gereği, yorumlamanın bizi yönlendirdiği rüya düşüncele-

1 1 . S. Freud, "The Interpretation of Dreaıns" (1900), The Standard Edition of


the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, 4: ix-627, s. 1 1 1 .
GİRİŞ 21

rinin belirli bir sonları yoktur; her yöne doğru dallanıp budakla­
narak düşünce dünyamızın girift ağına yayılmaları kaçınılmazdır.
Bu ağ örüntüsüne özellikle yakınlaştığımız noktada, rüyanın arzu­
su, miselyumundan çıkan mantar gibi boy gösterir."12
Bana göre, Freud ile Bion'un kuramları arasındaki geçiş yeri
tam olarak rüyanın göbeği denen o noktaya denk düşmektedir.
Freud arzu konusuna olan ağırlıklı ilgisi nedeniyle rüyaların gel­
diği o karanlık yeri araştırmak yerine onun hemen eşiğinde durur,
bilinmeyenle temas edilen yerde geri çekilir ve arzunun mantar gi­
bi bittiği noktaya odaklanır. Freud'un tanımladığı arzu ve belleğin
bittiği yerde ise Wilfred Bion'un ne arzunun ne de belleğin olduğu
O alanı başlar. Sanki Bion tam bu noktada bayrağı Freud'dan dev­
ralarak rüyanın göbeğinden aşağılara doğru uzanan -açılan- o ka­
ranlık yere bakar. Bion'un O olarak adlandırdığı ruhsallığın en de­
rin katmanları oralarda başlar. Bion düşünme kuramını yıllar için­
de, bu karanlık alanı daha net biçimde kavramlaştırarak tahkim et­
miştir.

Psikanalitik anlamda, düşünmenin yaratıcı bir süreç olduğu fikri


sağlam temellerine Bion ve Winnicott'un kuramlarıyla kavuşur.
Bion'a göre Freud'un tarif ettiği dinamik bilinçdışı görünme­
yen düşünme süreçlerimizin sadece bir kısmını kapsar. Bion daha
ziyade O alanındaki dönüşümlere odaklanır. O alanı, temsili ve adı
olmayan coşkuların (beta öğelerinin) alanıdır. Ruhsallığımızın iş­
levi beta öğelerini sürekli dönüştürerek ham algı malzemesinden
düşünme malzemesi üretmektir. Düşünceler ruhsallığın ayrımlaş­
mamış katmanlarından ayrımlaşmış katmanlarına doğru, düşün­
cenin en ilkel hallerinden (beta öğelerinden alfa öğelerine, önkav­
rayışlara ve kavrayışlara uzanan hallerinden) daha gelişmiş halle­
rine (kavramlara, soyut düşüncelere, düşlemlere, mitoslara, bilim­
sel düşünceye) doğru dönüştürülürler. Bu işlemin esası rüyalaştır-

1 2. S. Freud, a.g.y., s. 525.


22 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUGU

ma etkinliğidir. Artık Freud'un Rüyaların Yorumu'nda izini sür­


düğü rüya düşüncelerinin de kökenine, doğuşuna inilmiştir. Aynca
görüldüğü gibi Isaacs'ın öne sürdüğü bilinçdışının düşünmesi olan
düşlemleme etkinliği rüyalaştırma etkinliğine, rüya görmeye dö­
nüşmüştür. Düşlemleme bunun sadece bir parçasıdır.
Rüyalaştırma içeriden ve dışarıdan gelen duyumları, coşkulan
durmaksızın işlemek anlamına gelir. Dolayısıyla bu ruhsallık mo­
delinde zihinle ruhsallık birdir ve aralıksız işler. Sadece gece uy­
kuda değil, uyanıkken de rüya görmeye devam ederiz. Algı veri­
lerinin bu şekilde işlenmesini dünyayı kendimiz için sürekli giy­
direrek, dayayıp döşeyerek her an kurma, inşa etme ve anlam üret­
me halinde olmak şeklinde tarif edebiliriz. Rüyalaştırma işleminin
gerçekleşemediği durumda karşı karşıya kalacağımız gerçeklik
çıplak gerçekliktir ve artık farklı bir algı düzeyine aittir. O haliyle
anlamsızdır. -:-
Buradan çıkan bir sonuç ortalama, "sağlıklı", normal ruhsallı­
ğın bu aralıksız kurma ve anlam üretme etkinliğiyle, yaratıcı bir
ruhsallık olduğudur. Bunun tersi, yani dış gerçekliğin çıplak şe­
kilde algılanmasına yol açan yetersiz bir temsil çalışmasının ol­
ması, anlamın bir türlü oluşamamasına ve bu açmaza tahammül
edebilmek için giderek paylaşılan gerçeklikten uzaklaşan alterna­
tif, dayanaksız anlam örüntüleri oluşturulmasına yol açar. Bu ise
çeşitli dereceleri ve görünümleriyle psikotik durumu oluşturur.
Ruhsallığın bu şekilde anlaşılması bugün psikanalizde sanatın
anlamını çok ötelere taşımıştır. Sanatsal ve edebi etkinlik, rüya­
laştırma olarak adlandırılan işleme biçiminin sanat /edebiyat nes­
nesinin sınırlan içerisinde gerçekleştirilmesi anlamına gelir. Sa­
natın ve edebiyatın açtığı bu alan ruhsallık bakımından hayati
önem taşır. İnsanın ruhsal anlamda sağ ve sağlıklı kalabilmesi için
sanata ve edebiyata ihtiyacı vardır.


G İRİŞ 23

Benzer düşünceleri İngiliz psikanalist D. W. Winnicott "geçiş ala­


nı" ve "oyun" kavramlaştırmasıyla işlemiştir. Winnicott psikana­
list olmadan önce çocuk doktorudur. Yaşamlarının ilk aylarından
itibaren takip ettiği bebeklerle çalışmasından derlediği engin bir
deneyimi vardır. Bebekleri en başından itibaren anne babalarıyla
birlikte gözlemlemiştir. Bu onun, tek başına bebek diye bir şey ol­
madığını, ancak bir anne-bebek biriminden bahsedilebileceğini
söylemesine neden olur. Winnicott buradan yola çıkarak bebek ile
anne (daha sonra tüm çevre) arasındaki geçiş alanını kavramlaş­
tınr. 13 Geçiş alanı iki ruhsallık arasındaki tam anlamıyla ne birine
ne de ötekine ait olan, iki ruhsallığın buluşmasıyla oluşturulan bir
alandır. Bebek bu alanda ilk "ben ve ben olmayan" deneyimlerini
yaşar ve ötekilik kavramıyla kendilik kavramı, iç dünya ile dış dün­
ya kavramlaştırması eşzamanlı olarak yavaş yavaş ortaya çıkar.
Psikanalizin yönünü değiştiren büyük kuramcılar arasında ya­
ratıcılığa en dolaysız değinen kişi Winnicott'tur. Bebeğin geçiş
alanını keşfedip kullanışını yaratıcı bir hamle olarak niteler. Geçiş
alanının daha sonra çocuğun oyununa dönüştüğünü ve çocuğun
oyun oynamasının yaratıcı bir edim olduğunu vurgular. Gelişim
süreci içinde, erişkinlikte, oyun alanının sanat ve edebiyatın yara­
tıcılık alanına dönüştüğünü ve yaratıcılığın olmazsa olmaz yaşam­
sal niteliğini açıkça dile getirir. 14
Psikanalitik anlayışa göre yaratıcılık kavramının tanımını tam
anlamıyla yapabilmek için "yıkıcılık" kavramlaştırması çerçeve­
sinde düşünmemiz gerekir. Çünkü yaşamın başlangıcından itiba­
ren bebeğin ruhsallığına, önemli ölçüde, saldırgan dürtülerle ve
yok edilme kaygılarıyla başa çıkma çabası damgasını vurur. Ya­
ratıcı hamle ötekiyle bir arada yaşayabilmenin ve ötekinin kaynak­
larından faydalanabilmenin; dürtülerin istilasına karşı ayakta ka-

13. D. W. Winnicott, "Geçiş Nesneleri ve Geçiş Olguları" ( 1 967), Oyun ve


Gerçeklik, çev. Tuncay Birkan, Metis, 202 1 [ 1998], s. 19-48.
14. D. W. Winnicott, a.g.y.
24 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

labilmenin; ilk dönemlere özgü doğal yıkıcılığın kötücül saldır­


ganlığa dönüşmesini önlemenin; dış dünyanın değiştirilemeyen
koşullarına, engellenmeye, gecikmelere tahammül etme kapasite­
sini artırabilmenin yoludur.
Gelişimin ilk evresinde bebek nesneyi (ben olmayanı, ötekini)
yaratırken aynı anda dış dünyayı da yaratmaktadır. Ancak bunun
için gerçek nesneye (anneye, ya da onun yerine geçen ve sürekli­
liği olan, bakım veren kişiye) ihtiyaç vardır. Winnicott bebeğin
nesneyi, yani anneyi dış gerçeklikte tekrar tekrar bulmasının öne­
mine değinir. Nesnenin tekrar tekrar bulunması onun hayatta kal­
dığının kanıtı olduğu için önemlidir. Çünkü Winnicott'a göre nes­
nenin bulunması/yaratılması önce onun yıkıcı dürtülerle tahrip
edilip ortadan kaldırıldığı anlamını içerir. Bunun en basit söylenişi
anne ortada görünmediğinde bebeğin onu kendisinin yok ettiğini
zannetmesidir. Çünkü bebeğin henüz öteki kavramımn tam yer­
leşmediği tümgüçlü dünyasında, olan biten her şey kendisinden
sorulur. Anne yoksa tümgüçlü bebek onu tahrip ettiği içindir. An­
nenin tekrar bulunması yıkıcılığın vuku bulmadığının kanıtıdır.
Öte yandan bebeğin dünyasında ilkel bir dişe diş, göze göz adaleti
hüküm sürer. Bu bağlamda, nesne yıkıcı dürtü ataklarıyla tahrip
edilmişse (örneğin bebek memeye açlıkla saldırıp, onu öldüresiye
tüketmişse) düşlemde geri dönüp aynıyla misillemede bulunacak
demektir. Nesnenin bebeğin onu tekrar acıktığında yeniden bula­
cağı şekilde hayatta kalması misillemede bulunmamak ile eşan­
lamlıdır. ıs Dolayısıyla bebeğin tümgüçlü hakimiyeti altındaki
dünya yanılsamasından yavaş yavaş çıkarak ben ve ben olmayanın
birlikte var olduğu (temsillerle oluşturulan) dünyaya geçmesi, an­
ne-nesneyi yeniden bulduğu/yarattığı, yaratıcı bir süreç sonucun­
da gerçekleşir.

1 5 . D. W. Winnicott, "Nesne Kullanımı ve Ö zdeşleşmeler Yoluyla İ lişki Kur­


ma" , Oyun ve Gerçeklik, s. 1 24.
GİRİŞ 25

Yıkıcılık, Bion tarafından başka bir formülasyonla, bağlara yapı­


lan yıkıcı saldırılarla tarif edilir. Bu bağlamda yaratıcılık, bağlar/
bağlantılar kurmakla eş anlamlıdır. Bir ile birin iki etmesi bağ kur­
maktır. İki ile biri birleştirebilmek, üçü kavramlaştırmak, yani Oi­
dipus üçgenini kurabilmek, daha gelişkin bir bağ kurabilmektir.
Üçü kavramlaştıramamak, örneğin sadece anne ile bebeği bağla­
yabilmek, babayı inkar etmek, anne ile baba arasındaki bağlara,
ilk sahneye saldırıdır: Anne ile babanın birleşiminden bir bebeğin
dünyaya gelmesini inkar etmek, yani yaratıcılığı inkar etmektir.
Düşünceleri, kavramları birbirine bağlayabilmek, bağ kurma ye­
tisinin daha gelişmiş bir görünümüdür. Anlam üretmek yaratıcı­
lıktır. Anlamsızlık üretmek bağlara saldırıdır ve yaratıcılığa karşıt
bir akımdır. . .
Bion'un burada tamamıyla ele alamayacağımız zengin kuramı­
nın temellerinde iki sanatçının önemli izi vardır. Bunlardan biri
Samuel Beckett'tir. Bion gençlik yıllarında, henüz psikanalist ol­
madan önce Beckett'in terapisti olmuştur. Bion'un kuramında yer
yer Beckett'in edebiyatı yankılanır. Beckett'in edebiyatında da Bi­
on'la karşılaşmasının izleri vardır. 16 Bion'un anlam üretme ve an­
lamı yıkma, bağlar kurma ve bağlara saldın kavramlarının arka
planında, sözgelimi Godot 'yu Beklerken 'in çorak ilişkisel ortamı­
nı ve anlamın sürekli çözülmesini hatırlatan bir ses benzerliği yok
mudur?
Bion'a esin veren diğer sanatçı İngiliz şair John Keats'tir. Bion
ondan "olumsuzluk yetisi" kavramını alarak psikanalize dahil et­
miştir. Keats bununla büyük şairlerin bir özelliği olan bilinmeyene
tahammül etme yetisini kastetmektedir: "Dilke'yle bir sürtüşmem
olmadı, çeşitli konularda tartışmam oldu; kafamda birçok şey bir­
birine eklendi ve birden, özellikle edebiyatta hangi niteliğin başa­
rılı insanın özelliği olduğu zihnimde parlayıverdi; Shakespeare'in

16. Bion-Beckett etkileşimiyle ilgili bkz. Didier Anzieu, Beckett, çev. Nesrin
Dem iryontan, Metis, 2020.
26 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÔU

sınırsızca sahip olduğu o özellik, Olumsuzluk Yetisi, yani insanın


huzursuzca gerçeğin ve mantığın peşinde koşmadan belirsizlikler,
gizemler ve şüpheler içinde kalabilme becerisi - Keats." 17
Keats'in şair için değer biçtiği olumsuzluk yetisini, Bion da
psikanalistin sahip olması gereken içsel tutumu tanımlamak için
kullanır. Psikanalist analizanda dile gelmeye çalışan hakikati du­
yabilmek için, seansta, beklentisiz bir biçimde, belirsizlik içinde,
zihinsel eyleme doğru atılmadan oturabilmelidir. Arzusuz ve bel­
leksiz olmalıdır. Aynı şekilde analizan da kendi iç dünyasının de­
rin katmalarından, O alanından yükselen hakikati duyabilmek ve
temsillere dönüştürerek dile getirebilmek için analiz ortamındaki
belirsizliğe katlanabilmelidir.
Yaratıcılık üzerine çokça düşünen Andre Green, bu kavramla
benzer yönleri olan "olumsuzun çalışması" kavramını ortaya at­
mıştır. Ruhsal bir işleme biçimine işaret eden olumsunın çalışma­
sı hem tıkanıklığı hem açılımı getirme gücüne sahiptir. Eğer kişi
kendi içinde olumsuza yani yokluğa yer açabilirse, yokluğa taham­
mül edebilirse buradan yaratıcı bir çıkış mümkün olur. Çünkü
yokluğun simgeleştirilmesi temsillerin ve simgeleştirmelerin yo­
lunu açar. Buna karşılık kişinin belirsizliğe ve engellenmeye ta­
hammülü olmadığında bu ruhsallığın simgeleştirme yetisini hasa­
ra uğratır.
Böylece olumsuz kavramı etrafında, şairle ya da sanatçıyla psi­
kanalistin / analizanın içsel yolculukları birbirine daha da sıkı bi­
çimde bağlanır. Kendi iç dünyasının belirsizliğine dalabilme yeti­
sini sanatının içinde kazanmış bir sanatçı muhtemelen sabırlı, me­
raklı ve yorulmak bilmeyen bir analizan olacaktır. Şiirsel belirsiz­
liğe aşina ve ondan haz alan bir analist de kuşkusuz analizanın ka­
ranlığında korkusuzca kalabilme yetisine sahip olacaktır.

1 7 . W. R. Bion, Attention and Interpretation, Kamac, 1970, s. 1 25 .


G İRİŞ 27

Bu giriş çerçevesinde yaptığımız kuramsal gezinti psikanalizin ya­


ratıcılıkla ilgili sorulara verdiği bazı karşılıkları, önerdiği düşün­
me, kavrama biçimlerini ana hatlarıyla gösteriyor. Tıpkı psikanaliz
tedavisinde olduğu gibi sanatsal yaratıcılıkta da esas olan bireysel
süreçlerin tekilliği ve biricikliğidir. Bu kitapta yer alan, farklı ta­
rihlerde kaleme aldığım denemeler, sanatsal yaratıcılıkla psikana­
litik düşüncenin kesiştiği noktalardan doğan böylesi tekil örnekler
olmayı amaçlıyor. Bu yazılarda besteci Alvin Lucier'in Boş Oda
yapıtını, Hermann Melville'in Moby Dick 'ini, Henry Bauchau'nun
Oidipus Yollarda ve Andrey Platonov'un Can romanlarını, Özcan
Alper'in Sonbahar filmini, Sevim Burak'ın yapıtlarındaki şiirsel
dünyanın dinamiklerini, Sevim Burak'la Mehmed Siyah Kalem'in
okur ve izleyici zihnimde yarattıkları kardeş çağrışımları, Reha
Erdem'in Hayat Var filminde duyulur hale gelen iç dünyanın mı­
rıltısını ve Selma Gürbüz'ün oyun hazzını düşündüren resimlerini
ele aldım. Psikanalitik ve sanatsal yaratıcılık anlarına odaklanan
bu denemelerin, gezindiğimiz kuramsal patikalara anlam kataca­
ğını umuyorum.
Boş Oda

BOŞLUKTAN BAHSETMEK, boşluğun olduğu yerden konuşmak hay­


li irkiltici ve zor. Bana boşluğun olduğu yerden seslenme arzusu­
nu ve cesaretini çağdaş bir sanatçının eseri verdi. Bu sanatçı ABD'
li besteci Alvin Lucier. Eseri ise J'm Sitting in a Room (Bir Oda­
da Oturuyorum) adıyla bilinen elektroakustik bestesi; sanatçının
teknolojinin imkanlarını kullanarak yaptığı deneysel bir müzik
çalışması. Amacım bu eseri psikanalitik açıdan eleştirmek veya
Lucier'in kendisi hakkında psikanalitik tahminler ve çıkarsama­
larda bulunmak değil, sadece eserle etkileşim içinde kalarak,
uyandırdığı sorular üzerine psikanalizin bakış açısıyla düşünmeye
çalışmak. Bunun için de sık sık esere döneceğim. Psikanalizin ak­
tarım ve karşıaktarım süreçlerine dair bulgularını merkeze alacak
ve sorularımı Didier Anzieu'nün "deri-ben(lik)" (le moi-peau),
J. L. Donnet'nin "psikanalitik yerleşim" (le site analytique) ve An­
dre Green'in "olumsuzun çalışması" (le travail du negatif) kav­
ramlarına dayandıracağım.
Sanat eseri, onu alımlayan kişide bir düşünme ve anlamlandır­
ma süreci başlatır. Bu süreçte sanatçının eseriyle getirdiği malze­
me ve biçimler kadar, onu alımlayan kişinin kendi ruhsallığından
kattığı malzeme ve biçimler de önemlidir. Bir anlamda bu iki ki­
şinin ruhsallıkları sanat eserinin oluşturduğu alan üzerinde bulu­
şup bir etkileşime girerler ve bunun sonucunda anlamlar oluşur.
Yani analizdeki aktarım-karşıaktarım ilişkisi içinde tekrar tekrar
anlamlar üretilmesi sürecinin bir benzeri yaşanır. Elbette psikana-
30 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

liz ile sanatın kendine özgü araçları ve pratik amaçları birbirinden


farklıdır. Bu metinde ister istemez bu fark da yer yer gündeme ge­
lecek.

Alvin Lucier l'm Sitting in a Room adlı bestesini 1970 yılında ger­
çekleştirir. Aslında ortaya koyduğu eser modem sanatta perfor­
mans veya happening denen sanat olaylarına denk düşen bir ça­
lışma gibi de düşünülebilir. Lucier bu performansında, kendi ka­
leme aldığı kısa bir metni boş bir odada okuyup sesini teybe kay­
deder. Sonra bu kaydı odada tekrar tekrar çalıp kaydederek, so­
nunda sözlerin silindiği tuhaf bir müzik elde eder. ı
Sanatçı bu metinde aynı anda yaptığı işi tarif eder. Yani şimdi
bir odada oturmuş sesini kaydetmekte olduğunu, tekrar tekrar kay­
dedeceğini vs. Aynca konuşmasında bir pürüz olduğunu söyler.
Dinlerken bunun kekeleme olduğunu açıkça duyarız. Ve bir amaç­
tan bahseder.
Metinde şunları söyler:

Şu an sizin bulunduğunuzdan başka bir odada oturuyorum. Konuşan


sesimin çıkardığı sesi kaydediyorum. Sonra odaya doğru bu kaydı tekrar
tekrar çalacağım; odanın titreşim frekansları, belki de r-r-ritmi haricinde,
konuşmamı andıran her şeyi yok edecek kadar kuvvetleninceye kadar.
İşte o zaman sizin duyacağınız şey, odanın konuşma tarafından telaffuz
edilmiş doğal titreşim frekansları olacak. Bu yaptığım işe fiziksel bir ol­
gunun kanıtlanması olarak b-b-bakmıyorum, bu daha çok, konuşmamda
bulunabilecek herhangi bir pürüzü o-o-ortadan kaldırmanın bir yolu.2

Bir müzik parçası olarak herhalde bu eserin en etkileyici yanı


sanki bir sihirle müziği açığa çıkartmasıdır, yani kelimelerden ha­
reket edip sözün silindiği ve yerini müziğe bıraktığı bir noktaya

l. "I am Sitting in a Room " parçası şu linkten dinlenebilir: https://www.you­


tube.com/watch?v=fAxHILK30yk.
2. 1 am sitting in a room different from the one you are in now. 1 am recording
the sound of my speaking voice and 1 am going to play it back into the room again
BOŞ ODA 31

ulaşmasıdır. Bu anlamda Lucier'in konuşan bir özneden hareket


edip giderek bedensizleşen ve benliksizleşen bir sese ulaştığını ile­
ri sürebiliriz.
Psikanaliz açısından düşünüldüğünde Lucier'in müziğinin olu­
şum süreci, bir bantın geriye sarılması gibidir. Duyumlardan, be­
lirsizlikten hareket ederek, söz aracılığıyla anlamın yeniden kurul­
masına doğru ilerleyen psikanaliz sürecinin tersi yönde işler. Veya
daha genelleştirirsek bu parça insanın düşünme süreçlerinin geli­
şiminin tersine sarılması gibidir. Duyumlardan hareket edip tem­
sillere, simgelere, kelimelere, önce somut, sonra soyut kavramlara
ulaşan düşünme etkinliğinin tersi yönde gider. Anlamdan, henüz
anlamın doğmadığı veya anlamın duyumlara sıkı sıkıya bağlı ol­
duğu birincil bir du�a geri döner. Bizi gittikçe daha somut bir
varlık kazanan yoklukla veya boşlukla karşı karşıya bırakır.
Yokluk veya boşluk, öncelikle ötekinin varlığı ve yokluğuyla
ilişkilidir. Zaten okuduğu metnin başında Lucier de siz dediği bi­
rinin o sırada orada olmayışının altını çizerek bunu belirtir. Böy­
lece bizde zamana, mekana ve ötekine ilişkin bir dizi soru uyan­
dırır. Mekan boş mudur? Ö tekinin olmadığı yer boşluk mudur?
Ötekinin olmadığı yerde mekanın taşıyıcı ve dönüştürücü bir iş­
levi olabilir mi? Boş odaya gönderilen ses nasıl bir zaman süre­
cinden geçerek dönüşür? Ötekinin olmadığı yerde dönüşümden
geçen bu ses hiilii bir insan sesi olarak değerlendirilebilir mi? Veya
ötekinin olmadığı yerde halii insan olarak kalmaya devam edebilir
miyiz? Ötekinin olmadığı yerde hiilii bir bedene ve benliğe sahip
olmaya devam edebilir miyiz? Sesimiz içimiz midir, dışımız mı­
dır? Lucier'in yaptığı gibi bedeni aradan çıkartıp ses mekana ema­
net edilebiliyorsa, o zaman içimizle dışımız arasındaki sınır ner-

and again until the resonant frequencies of the room reinforces themselves so that
any semblance of my speech with perhaps the exception of r-r-rhythm, is de­
stroyed. What you will hear, then, are the natura! resonant frequencies of the room
articulated by the speech. 1 regard this activity n-n-not so much a demonstration
of a physical fact, but more of a way to s-s-smooth out any irregularities my
speech might have.
32 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

dedir? Bu sının oluşturan nedir? Bu çerçeve içinde bedenli oluşu­


muzun anlamı nedir?

"Yokluk" üzerine düşünmek 20. yüzyıl sanatının ve felsefesinin


ana yönelimlerinden birini oluşturur. Ö zellikle edebiyatta bugün
de hala süregelen olumsuzluk akımı diyebileceğimiz bir kol bu dü­
şünceden beslenir. Bu yönde bir örnek vermek gerekirse, mesela
Beckett'in adını anabiliriz. Beckett, anlamını arayan sözlerin bir­
birini izlediği, anlam çerçevelerinin silindiği bir yerden konuşur.
Lucier de yapıtıyla bu konumlandırma içinde düşünülebilir. As­
lında bana göre bütün sanatların çıkış noktası yokluktur. Yazarın
boş kağıt karşısındaki çaresizliği aynı zamanda onun yazma nede­
nidir. Yokluğu kuşatmak ve simgeleştirmek hem çar�izliği ifade
eder hem de çarenin ta kendisidir. Dolayısıyla Lucier'in, sanatıyla,
bir özneden kaynaklanan sesi benliksiz bir sese dönüştürmesi hem
onun yokluk karşısındaki çaresizliğini ifade eder hem de yokluğu
simgesel düzlemde temsil edilebilir hale getirmesine imkan verir.
Çağdaş psikanalize damgasını vuran kavramlardan biri olan
"olumsuzun çalışması" tam da bu bağlamda düşünülebilir. "Olum­
suzun çalışması" öznenin olumsuzu, yokluğu temsil edebilme,
kavramlaştırabilme kapasitesine işaret eder. Freud 'un kuramının
merkezine yerleştirdiği, arzunun varsanı düzeyinde gerçekleştiril­
mesi fikri düşünüldüğünde, olumsuzun çalışması kavramında vur­
gu olumsuzun varsanıyla deneyimlenmesi üzerindedir. Andre
Green3 İngiliz psikanalistlerin, felsefi düzlemde olumsuzun çalış­
ması veya yokluk fikri üzerinde durmalarına gerek olmadan, ken­
diliğinden bu kavrama vardıklarını belirtir ve Winnicott ile Bion'
un olumsuzla, olmayan nesneyle (yok-nesneyle) ilgili kuramsal­
laştırmalarını buna örnek gösterir. 4

3. Andre Green, Le travail du negatif, Minuit, 1993.


4. Winnicott ile Bion'un kavramları sanat ve yaratıcılıkla ilgili daha geniş bir
çerçevede, bu kitabın Giriş k ı smında ele alınmıştır.
BOŞ ODA 33

Green potansiyel olarak yapıcı bir olumsuzdan söz eder. Nes­


nenin yokluğu karşısındaki yaratıcı çözüme değinir. Yaratıcı çö­
züm, ayrılık olduğunda kaybın yaratacağı muhtemel kaygıyı gö­
rüp, bir nesne yaratarak buna karşı durmaktır. Bu yeni nesne var
olan nesneye farklı bir statü verilmesiyle ortaya çıkar. O da "ol­
mayan nesne"dir. Yani yokluğun kavramsallaştınlmasıdır.
Analiz sürecinde aktarım-karşıaktarım ilişkisi içinde yaşanan
da bunun bir eşi değil midir? Analist önce olmayan nesnenin ye­
rine yeni bir nesne olarak yerleştirilir. Böylece analizan yokluğu,
olmayanı kuşatıp ele alma imkanına sahip olur. Analizin sonlan­
\
ması sürecinde ise bu defa analistin okluğunu kavramlaştırır.
Bu noktada Lucier'in eserine dönecek olursak, Lucier de met­
nin başına yerleştirdiği "şu an sizin bulunduğunuzdan başka bir
oda" sözleriyle daha baştan bir yokluğu, ötekinin yokluğunu dü­
şündürür bize. Öteki olmadığında neler olacağına dair bütün kaygı
dolu soruların kapısını açar. Sonra yokluğu kuşatma ve kavram­
laştırma işine girişir.
Bu eser boşluğun boş olmadığı hipotezinden hareket eder. Me­
kanda hiçbir şey olmadığı zaman bile doğal ses titreşimleri vardır.
Ve insan sesi bu titreşimlerle etkileşime girebilir. Belki bunu bir
dilek gibi de düşünebiliriz, sanki sanatçı yokluğun yarattığı kay­
gıyla karşı karşıya olan insanın konumundan içten içe şu dileği
seslendirmektedir: Mekan boş olmasın, odada titreşimler olsun,
odanın titreşimleri sesimi sarıp sarmalasın, sanki biri varmış gibi
onu işleyip, dönüştürüp, geri yansıtsın ve bu dönüşüme baktığımda
diyeyim ki "Oda boş değilmiş". Gerçekten de Lucier yokluktan, bu
dileği gerçekleştiren ve bizim de kulaklarımızla duyduğumuz yeni
bir varlık çıkarmayı başarır. Olumsuzu yaratıcı çözüm yönünde
kullanır.

34 SANATÇININ KENDİNE YOLCULUÖU

Diğer taraftan Lucier bir bedenin ve benliğin yok oluşunu temsil


eden bir müzik üretir. Ortaya çıkan eseri bir yaşantının ifadesi ola­
rak dinlediğimizde, olumsuzun tekrar tekrar kendi üzerine kapa­
narak hem fiziksel hem ruhsal varlığı yıkıp yok ettiğini görürüz.
Daha doğrusu, anlamın silinmesi yönünde katettiği yolun sonun­
da, dağıttığını görürüz. Lucier'in müziği bizi benliğin oluştuğu ilk
evrelere geri götürür ve şunu sezdirir: Ötekinin olmadığı yerde ke­
limeler anlamlarını kaybeder veya bulamaz. Duyumlar anlama dö­
nüşemez. Ötekinin olmadığı yerde varlığımız tehlikeye girer. Hat­
ta ortadan kalkabilir. Bedeni ve benliği toparlayan anlamdır.
Lucier'in müziğiyle sezdirdikleri Fransız psikanalist Didier
Anzieu'nün ileri sürdüğü kavramlarla örtüştürülebilir. Anzieu5
ruhsallığın gelişmesi için bedensel bir dayanağa ihtiyaç olduğu­
nu vurgular. Ruhsal aygıtın gelişebilmesi için sabit ve belirgin bir
temel hoşnutluk hissine, narsisist bir kundağa, ruhsal zara (enve­
loppe) ihtiyaç vardır. Anzieu bunu karşılayan deri-ben(lik) kavra­
mını ortaya atar. Deri-benlik, temsili bir oluşumdur ve "gelişme­
sinin erken evrelerinde, çocuğun benliğinin beden yüzeyi deneyi­
minden hareketle kendini kendisine benlik olarak temsil etmek
için kullandığı bir şekillendirme" olarak tanımlanır.6 Bebeğin be­
deninin yüzeyinde hissettiklerinden, yani duyumlardan hareketle
gelişir. Anzieu deri-benliği içimizle dışımızı ayıran, hem ruhsal­
lığa hem gerçekliğe değen bir arayüzey olarak tanımlar.
Bebeğin gelişimi deri-benlikten düşünen benliğe giden bir yol
izler. Bedensel temasla oluşan deri-benliğin aşılması, yani duyum­
lardan düşünceye geçilmesi dokunma yasağı sayesinde mümkün
olur. Dokunma yasağı, çocuğun nesneyle arasına mesafe koyar
(yani bir boşluk koyar) ve simgeleştirmeyi hem teşvik eder hem
de buna imkan hazırlar.

5 . Didier Anzieu, Deri-Ben, çev. Nesrin Demiryontan, Metis, 2020 [2008] ;


çeviride kullandığım terminolojiye uygun küçük değişiklikler yapılmıştır.
6. A.g.y., s. 78.
Another random document with
no related content on Scribd:
of accommodation which has at no time been intermitted, and to the
result which now calls for our congratulations as corroborating the
principles by which the public councils have been guided during a
period of the most trying embarrassments.”
When Madison spoke of the “principles by which the public
councils have been guided,” he meant to place at their head the
principles of embargo and non-intercourse,—a result of Erskine’s
arrangement hardly more agreeable to commercial America than to
despotic England; but however England might resent what Canning
would certainly think an offence, Americans were in no humor for
fault-finding, and they received Madison’s allusions with little protest.
The remainder of the Message contained nothing that called for
dispute.
The Federalist minority—strong in numbers, flushed by victory
over Jefferson, and full of contempt for the abilities of their
opponents—found themselves suddenly deprived by Erskine and
Madison of every grievance to stand upon. For once, no one
charged that Madison’s act was dictated from the Tuileries. The
Federalist newspapers, like their Republican rivals, advanced the
idea that their success was the natural result of their own
statesmanship. Their efforts against the embargo had opened the
path for Canning’s good-will to show itself, and the removal of
Jefferson’s sinister influence accounted for the brilliancy of
Madison’s success. The attempt to approve Erskine’s arrangement
without approving Jefferson’s system, required ingenuity as great as
was shown in the similar attempt of Madison to weigh down
Erskine’s arrangement by coupling it with the embargo. These party
tactics would hardly deserve notice had not John Randolph, in
drawing a sharp line between Jefferson and Madison, enlivened the
monotony of debate by comments not without interest.
“Without the slightest disposition to create unpleasant sensations,”
said he, “to go back upon the footsteps of the last four years, I do
unequivocally say that I believe the country will never see such
another Administration as the last. It had my hearty approbation for
one half of its career; as for my opinion of the remainder of it, it has
been no secret. The lean kine of Pharaoh devoured the fat kine; the
last four years, with the embargo in their train, ate up the rich harvest
of the first four; and if we had not had some Joseph to have stepped
in and changed the state of things, what would have been now the
condition of the country? I repeat it,—never has there been any
Administration which went out of office and left the country in a state
so deplorable and calamitous as the last.”
Not satisfied with criticising Jefferson, Randolph committed
himself to the opinion that Canning had been influenced by the same
antipathy, and had been withheld from earlier concessions only by
Jefferson’s conduct:—
“Mr. Canning obtained as good a bargain from us as he could have
expected to obtain; and those gentlemen who speak of his having
heretofore had it in his power to have done the same, did not take into
calculation the material difference between the situation in which we
now stand and the situation in which we before stood.”
In the virulence of temper with which Randolph blackened the
Administration of Jefferson, he could not help committing himself to
unqualified support of Madison; and even Barent Gardenier, whose
temper was at least as indiscreet as Randolph’s, seemed to revel in
the pleasure of depressing the departed President in order to elevate
the actual Executive, whose eight years of coming power were more
dangerous to the opposition than the eight years of Jefferson had
ever been.
“I am pretty well satisfied,” said Barent Gardenier,[64] “that when
the secret history of the two last years is divulged, it will be found that
while the former President was endeavoring to fan the flames of war,
the Secretary of State ... was smoothing the way for the happy
discharge of his Presidential duties when he should come to the chair.
I think it did him honor.... It is for the promptitude and frankness with
which the President met the late overture that I thank him most
cordially for my country. I approve it most heartily.... And it is now in
proof before us, as I have said and contended, that nothing was
wanting but a proper spirit of conciliation, and fair and honorable
dealing on the part of this country, to bring to a happy issue all the
fictitious differences between this country and Great Britain.”
Political indiscretion could go no further. The rule that in public life
one could never safely speak well of an opponent, was illustrated by
the mistake of the Federalists in praising Madison merely to gratify
their antipathy to Jefferson. Had they been silent; or had they shown
suspicion, they would have been safe; but all admitted that French
influence and hostility to England had vanished with Jefferson; all
were positive that England had gained what she had sought, and
that Canning had every reason to be satisfied. For the moment
Madison was the most popular President that ever had met
Congress. At no session since 1789 had such harmony prevailed as
during the five weeks of this political paradise, although not one
element had changed its character or position, and the harmony, like
the discord, was a play of imagination. Congress passed its bills with
unanimity altogether new. That which restored relations of commerce
with England passed without discussion, except on the point whether
French ships of war should be admitted to American ports.
Somewhat to the alarm of the Eastern men, Congress decided not to
exclude French national vessels,—a decision which threw some
doubt on Madison’s wish to push matters to a head with Napoleon.
Yet care was taken to avoid offence to Great Britain. Little was said
and nothing was done about impressments. An attempt to increase
the protective duties was defeated. Not a voice was raised on behalf
of France; not a fear of Napoleon’s revenge found tongue.
Although no one ventured to avow suspicion that Canning would
refuse to ratify Erskine’s act, news continued to arrive from England
which seemed hard to reconcile with any immediate thought, in the
British ministry, of giving up their restrictive system. June 10, the day
when amid universal delight the new arrangement went into effect,
the public pleasure was not a little disturbed by the arrival of news
that on April 26 the British government had issued a very important
Order in Council, revoking the order of Nov. 11, 1807, and
establishing in its place a general blockade of Holland, France, and
Italy. This step, though evidently a considerable concession,—which
would have produced its intended effect in checking hostile feeling if
Erskine had not intervened,—roused anxiety because of its remote
resemblance to Erskine’s arrangement, which it seemed to adopt by
means that the United States could not admit as legal or consistent
with the terms of Erskine’s letters.
“The new Orders,” wrote Madison to Jefferson,[65] ... “present a
curious feature in the conduct of the British Cabinet. It is explained by
some at the expense of its sincerity. It is more probably ascribed, I
think, to an awkwardness in getting out of an awkward situation, and
to the policy of withholding as long as possible from France the motive
of its example to have advances on her part toward adjustment with
us. The crooked proceeding seems to be operating as a check to the
extravagance of credit given to Great Britain for the late arrangement
with us, and so far may be salutary.”
Such reasoning was soon felt to be insufficient. The more the
new order was studied, the less its motive was understood. How
could Canning in January have authorized Erskine to withdraw the
orders of 1807 without reserve, when in April, without waiting to hear
from Erskine, he himself withdrew those orders only to impose
another that had every mark of permanence? How could Erskine,
April 18, have been authorized to throw open the ports of Holland,
when his Government, April 26, was engaged in imposing a new
blockade upon them? So rapidly did the uneasiness of Congress
increase that Erskine was obliged to interpose. June 15 he wrote an
official note to the Secretary of State, which the President sent the
same day to Congress.[66]
“I have the honor,” said Erskine, “to enclose a copy of an Order of
his Majesty in Council issued on the 26th of April last. In consequence
of official communications sent to me from his Majesty’s government
since the adoption of that measure, I am enabled to assure you that it
has no connection whatever with the overtures which I have been
authorized to make to the government of the United States; and that I
am persuaded that the terms of the agreement so happily concluded
by the recent negotiation will be strictly fulfilled on the part of his
Majesty.”
The expressions of this letter, if carefully read, still left cause for
doubt; and Madison saw it, although he clung to what he thought he
had gained. June 20 he wrote again to Jefferson:[67]—
“The ‘Gazette’ of yesterday contains the mode pursued for
reanimating confidence in the pledge of the British government given
by Mr. Erskine in his arrangement with this government. The puzzle
created by the Order of April struck every one. Erskine assures us that
his Government was under such impressions as to the views of this,
that not the slightest expectation existed of our fairly meeting its
overtures, and that the last order was considered as a seasonable
mitigation of the tendency of a failure of the experiment. This
explanation seems as extraordinary as the alternative it shows. The
fresh declarations of Mr. Erskine seem to have quieted the distrust
which was becoming very strong, but has not destroyed the effect of
the ill grace stamped on the British retreat, and of the commercial
rigor evinced by the new and insidious duties stated in the
newspapers. It may be expected, I think, that the British government
will fulfil what its minister has stipulated; and that if it means to be
trickish, it will frustrate the proposed negotiation, and then say their
orders were not permanently repealed but only withdrawn in the mean
time.”
Madison had chosen to precipitate a decision, with a view to
profiting in either case, whether England consented or refused to
have her hands thus forced. Indeed, if he had not himself been old in
the ways of diplomacy, Turreau was on the spot to warn him, and
lost no chance of lecturing the Administration on the folly of trusting
Erskine’s word.
Meanwhile Turreau so far lost his temper as to address to
Secretary Smith a long letter complaining of the persistently
unfriendly attitude of the United States government toward France.
So strong was the language of the letter that Turreau was obliged to
withdraw it.[68] Robert Smith attempted to pacify him by assurances
that the new Administration would respect the Spanish possessions
more strictly than the old one had done.
“The Secretary of State did not deny that there might have been
some attempt in that direction,” reported Turreau, June 14,[69] “but at
the same time, while himself alluding to the affair of Miranda, he
attributed these events to causes independent of the actual
Administration and anterior to its existence, and especially to the
weakness and the indiscretions of Mr. Jefferson; that he [Smith] was
then in the Cabinet, and knew better than any one how much the want
of vigor (mollesse), the uncertainty, and absence of plan in the
Executive head had contributed to the false steps of the Federal
government.”
The new Administration meant to show vigor. Every act and
expression implied that its path was to be direct to its ends. The
President and Congress waited with composure for the outcome of
Erskine’s strange conduct.
No new measure was suggested, after June 10, to provide for the
chance that Erskine’s arrangement might fail, and that the Order in
Council of April 26, 1809, might prove to be a permanent system.
Congress seemed disposed to indulge the merchants to the utmost
in their eagerness for trade. The nearest approach to suspicion was
shown in the House by appropriating $750,000 for fortifications.
Randolph, Macon, Eppes, and Richard M. Johnson tried to reduce
the amount to $150,000. The larger appropriation was understood to
mean an intention of preparing for attack, and eighty-four members
sustained the policy against a minority of forty-seven; but
notwithstanding this vote and the anxiety caused by the new Order in
Council, Congress decided to stop enlistments for the army; and by
an Act approved June 28 the President was authorized, “in the event
of a favorable change in our foreign relations,” to reduce the naval
force, although the words of the Act implied doubt whether the
favorable change would take place.
Nothing could be happier for Madison than this situation, where
all parties were held in check not only by his success but by his
danger. So completely was discipline restored, that June 27 he
ventured to send the name of J. Q. Adams a second time to the
Senate as minister to Russia; and nineteen Republicans confirmed
the nomination, while but one adhered to the opinion that the mission
was unnecessary. The power of England over America was never
more strikingly shown than by the sudden calm which fell on the
country, in full prospect of war with France, at a word from a British
minister. As Canning frowned or smiled, faction rose to frenzy or lay
down to slumber throughout the United States. No sooner did the
news of Erskine’s arrangement reach Quebec May 1, than Sir James
Craig recalled his secret agent, John Henry, from Boston, where he
still lingered. “I am cruelly out of spirits,” wrote Secretary Ryland to
Henry,[70] “at the idea of Old England truckling to such a debased
and accursed government as that of the United States;” but since
this was the case, Henry’s services could no longer be useful. He
returned to Montreal early in June.
June 28 Congress adjourned, leaving the Executive, for the first
time in many years, almost without care, until the fourth Monday in
November.
CHAPTER V.
Erskine’s despatches were received by Canning May 22, and
the “Morning Post” of the next day printed the news with approval:
“Upon this pleasing event we sincerely congratulate the public.” The
“Times” of May 24 accepted the arrangement: “We shall not urge
anything against the concessions.” May 25, with “considerable pain
though but little surprise,” the same newspaper announced that
Erskine was disavowed by the Government.
Canning’s abrupt rejection of Erskine’s arrangement without
explanation must have seemed even to himself a high-handed
course, at variance with some of his late professions, certain to
injure or even to destroy British influence in America, and likely to
end in war. To the settlement as a practical measure no objection
could be alleged. No charge of bad faith could be supported. No
shadow of law or reason could be devised for enforcing against
America rights derived from retaliation upon France, when America
enforced stronger measures of retaliation upon France than those
imposed by the Orders in Council. Neither the Non-importation Act of
1806, nor the “Chesapeake” proclamation of 1807, nor the embargo,
nor the Non-intercourse Act of March, 1809, could be used to justify
the rejection of an arrangement which evaded or removed every
British grievance. Even the subject of impressments had been
suppressed by the American government. Madison flung himself into
Canning’s arms, and to fling him back was an effort of sheer
violence.
Perhaps the effort gave to Canning’s conduct an air that he would
not naturally have cared to betray; for his manner was that of a man
irritated by finding himself obliged to be brutal. In the want of a
reason for rejecting the American arrangement, he was reduced to
rejecting it without giving a reason. The process of disciplining
Erskine was simple, for Erskine had disregarded instructions to an
extent that no government could afford to overlook; but President
Madison was not in the employ of the British king, and had a right to
such consideration at least as one gentleman commonly owes to
another.
Canning addressed himself first to the simpler task. May 22, a
few hours after receiving the despatches from Washington, he wrote
a despatch to Erskine in regard to the “Chesapeake” arrangement.
[71] He reminded Erskine that his instructions had required the formal
exclusion of French war-vessels and the formal withdrawal of the
“Chesapeake” proclamation before any arrangement should be
concluded. Not only had these conditions been neglected, but two
other less serious errors had been made.
Variations from the rigor of instructions might be ground for
reproving Erskine, but could hardly excuse a disavowal of the
compact; yet the compact was disavowed. An impression was
general that the Ministry were disposed to ratify it, but were withheld
by the paragraph in Robert Smith’s letter defining what was due from
his Britannic Majesty to his own honor. Milder Foreign Secretaries
than George Canning would have found themselves obliged to take
notice of such a reflection, and Canning appeared at his best when
his adversaries gave him an excuse for the lofty tone he liked to
assume.
“It remains for me,” he continued, “to notice the expressions, so full
of disrespect to his Majesty, with which that note concludes; and I am
to signify to you the displeasure which his Majesty feels that any
minister of his Majesty should have shown himself so far insensible of
what is due to the dignity of his sovereign as to have consented to
receive and transmit a note in which such expressions were
contained.”
Canning was hardly the proper person to criticise Robert Smith’s
disrespectful expressions, which, whatever their intention, failed to
be nearly as offensive as many of his own; but this was a matter
between himself and Erskine. Even after granting the propriety of his
comment, diplomatic usage seemed to require that some demand of
explanation or apology from the American government should
precede the rejection of an engagement otherwise satisfactory; but
no such step was in this case taken through Erskine. His settlement
of the “Chesapeake” outrage was repudiated without more words,
and the next day Canning repudiated the rest of the arrangement.
Nothing could be easier than to show that Erskine had violated
his instructions more plainly in regard to the Orders in Council than
in regard to the “Chesapeake” affair. Of the three conditions imposed
by Canning, not one had been fulfilled. The first required the repeal
of all Non-intercourse Acts against England, “leaving them in force
with respect to France;” but Erskine had doubly failed to secure it:[72]

“As the matter at present stands before the world in your official
correspondence with Mr. Smith, the American government would be at
liberty to-morrow to repeal the Non-intercourse Act altogether, without
infringing the agreement which you have thought proper to enter into
on behalf of his Majesty; and if such a clause was thought necessary
to this condition at the time when my instructions were written, it was
obviously become much more so when the Non-intercourse Act was
passed for a limited time. You must also have been aware at the time
of making the agreement that the American government had in fact
formally exempted Holland, a Power which has unquestionably
‘adopted and acted under the Decrees of France,’ from the operation
of the Non-intercourse Act,—an exemption in direct contravention of
the condition prescribed to you, and which of itself ought to have
prevented you from coming to any agreement whatever.”
Here, again, sufficient reasons were given for punishing Erskine;
but these reasons were not equally good for repudiating the compact
with the United States. No American vessels could enter a Dutch
port so long as the British blockade lasted; therefore the exemption
of Holland from the non-intercourse affected England only by giving
to her navy another chance for booty, and to the Americans one
more empty claim. Canning himself explained to Pinkney[73] “that the
exemption of Holland from the effect of our embargo and non-
intercourse would not have been much objected to by the British
government” if the President had been willing to pledge himself to
enforce the non-intercourse against France; but for aught that
appeared to the contrary, “the embargo and non-intercourse laws
might be suffered without any breach of faith to expire, or might even
be repealed immediately, notwithstanding the perseverance of
France in her Berlin and other edicts; and that Mr. Erskine had in
truth secured nothing more, as the consideration of the recall of the
Orders in Council, than the renewal of American intercourse with
Great Britain.”
Thus Canning justified the repudiation of Erskine’s arrangement
by the single reason that the United States government could not be
trusted long enough to prove its good faith. The explanation was
difficult to express in courteous or diplomatic forms; but perhaps its
most striking quality, next to its want of courtesy, was its evident want
of candor. Had the American government evaded its obligation, the
British government held the power of redress in its own hands.
Clearly the true explanation was to be sought elsewhere, in some
object which Canning could not put in diplomatic words, but which
lay in the nature of Perceval’s system. Even during the three days
while the decision was supposed to be in doubt, alarmed merchants
threw themselves in crowds on the Board of Trade, protesting that if
American vessels with their cheaper sugar, cotton, and coffee were
allowed to enter Amsterdam and Antwerp, British trade was at an
end.[74] The mere expectation of their arrival would create such a fall
in prices as to make worthless the accumulated mass of such
merchandise with which the warehouses were filled, not only in
London, but also in the little island of Heligoland at the mouth of the
Elbe, where a system of licensed and unlicensed smuggling had
been established under the patronage of the Board of Trade.
Deputations of these merchants waited on Earl Bathurst to represent
the danger of allowing even those American ships to enter Holland
which might have already sailed from the United States on the faith
of Erskine’s arrangement. Somewhat unexpectedly ministers refused
to gratify this prayer. An Order in Council of May 24, while
announcing the Royal repudiation of Erskine’s arrangement,
declared that American vessels which should have cleared for
Holland between April 19 and July 20 would not be molested in their
voyage.
The chief objection to Erskine’s arrangement, apart from its effect
on British merchants, consisted in the danger that by its means
America might compel France to withdraw her decrees affecting
neutrals. The chance that Erskine’s arrangement might involve
America in war with Napoleon was not worth the equal chance of its
producing in the end an amicable arrangement with Napoleon which
would sacrifice the last defence of British commerce and
manufactures. Had the British government given way, Napoleon, to
whom the most solemn pledges cost nothing, would certainly
persuade President Madison to lean once more toward France. The
habit of balancing the belligerents—the first rule of American
diplomacy—required the incessant see-saw of interest. So many
unsettled questions remained open that British ministers could not
flatter themselves with winning permanent American favor by partial
concession.
To Canning’s despatch repudiating the commercial arrangement,
Erskine made a reply showing more keenness and skill than was to
be found in Canning’s criticism.
“It appears from the general tenor of your despatches,” wrote
Erskine[75] on receiving these letters of May 22 and 23, “that his
Majesty’s government were not willing to trust to assurances from the
American government, but that official pledges were to have been
required which could not be given for want of power, some of them
also being of a nature which would prevent a formal recognition. Had I
believed that his Majesty’s government were determined to insist upon
these conditions being complied with in one particular manner only, I
should have adhered implicitly to my instructions; but as I collected
from them that his Majesty was desirous of accomplishing his
retaliatory system by such means as were most compatible with a
good understanding with friendly and neutral Powers, I felt confident
that his Majesty would approve of the arrangement I had concluded as
one likely to lead to a cordial and complete understanding and co-
operation on the part of the United States, which co-operation never
could be obtained by previous stipulations either from the government
of the United States, who have no power to accede to them, or from
Congress, which would never acknowledge them as recognitions to
guide their conduct.”

This reply, respectful in form, placed Secretary Canning in the


dilemma between the guilt of ignorance or that of bad faith; but the
rejoinder of a dismissed diplomatist weighed little except in history,
and long before it was made public Erskine and his arrangement had
ceased to interest the world. Canning disposed of both forever by a
third despatch, dated May 30, enclosing to Erskine an Order in
Council disavowing his arrangement and ordering him back to
England.
When the official disavowal appeared in the newspapers of May
25, Canning had an interview with Pinkney.[76] At great length and
with much detail he read the instructions he had given to Erskine,
and commented on the points in which Erskine had violated them.
He complained of unfriendly expressions in the American notes; but
he did not say why the arrangement failed to satisfy all the legitimate
objects of England, nor did he suggest any improvement or change
which would make the arrangement, as it existed, agreeable to him.
On the other hand, he announced that though Erskine would have to
be recalled, his successor was already appointed and would sail for
America within a few days.
If Canning showed, by his indulgence to American vessels and
his haste to send out a new minister, the wish to avoid a rupture with
the United States, his selection of an agent for that purpose was so
singular as to suggest that he relied on terror rather than on
conciliation. In case Erskine had obeyed his instructions, which
ordered him merely to prepare the way for negotiation, Canning had
fixed upon George Henry Rose as the negotiator.[77] Considering the
impression left in America by Rose on his previous mission, his
appointment seemed almost the worst that could have been made;
but bad as the effect of such a selection would have been, one man,
and perhaps only one, in England was certain to make a worse; and
him Canning chose. The new minister was Francis James Jackson.
Whatever good qualities Jackson possessed were overshadowed by
the reputation he had made for himself at Copenhagen. His name
was a threat of violence; his temper and manners were notorious;
and nothing but his rank in the service marked him as suitable for the
post. Pinkney, whose self-control and tact in these difficult
circumstances could hardly be too much admired, listened in silence
to Canning’s announcement, and rather than risk making the
situation worse, reported that Jackson was, he believed, “a worthy
man, and although completely attached to all those British principles
and doctrines which sometimes give us trouble will, I should hope,
give satisfaction.” The English press was not so forbearing. The
“Morning Chronicle” of May 29 said that the appointment had excited
general surprise, owing to “the character of the individual;” and
Pinkney himself, in a later despatch, warned his Government that “it
is rather a prevailing notion here that this gentleman’s conduct will
not and cannot be what we all wish, and that a better choice might
have been made.”[78]
Jackson himself sought the position, knowing its difficulties. May
23, the day of his appointment, he wrote privately to his brother in
Spain: “I am about to enter upon a most delicate—I hope not
desperate—enterprise.”[79] At a later time, embittered by want of
support from home, he complained that Canning had sent him on an
errand which he knew to be impossible to perform.[80] So well
understood between Canning and Jackson was the nature of the
service, that Jackson asked and received as a condition of his
acceptance the promise that his employment should last not less
than twelve months.[81] The delicate enterprise of which he spoke
could have been nothing more than that of preventing a rupture
between England and America; but until he studied his instructions,
he could hardly have known in its full extent how desperate this
undertaking would be.
Canning made no haste. Nearly two months elapsed before
Jackson sailed. After correcting Erskine’s mistake and replacing the
United States in their position under the Orders in Council of April
26, Canning, June 13, made a statement to the House of Commons.
Declining to touch questions of general policy for the reason that
negotiations were pending, he contented himself with satisfying the
House that Erskine had acted contrary to instructions and deserved
recall. James Stephen showed more clearly the spirit of Government
by avowing the opinion “that America in all her proceedings had no
wish to promote an impartial course with respect to France and this
country.” The Whigs knew little or nothing of the true facts; Erskine’s
conduct could not be defended; no one cared to point out that
Canning left to America no dignified course but war, and public
interest was once more concentrated with painful anxiety on the
continent of Europe. America dropped from sight, and Canning’s last
and worst acts toward the United States escaped notice or
knowledge.
The session of Parliament ended June 21, a week before the
special session of Congress came to an end; and while England
waited impatiently for news from Vienna, where Napoleon was
making ready for the battle of Wagram, Canning drew up the
instructions to Jackson,—the last of the series of papers by which,
through the peculiar qualities of his style even more than by the
violence of his acts, he embittered to a point that seemed altogether
contrary to their nature a whole nation of Americans against the
nation that gave them birth. If the famous phrase of Canning was
ever in any sense true,—that he called a new world into existence to
redress the balance of the old,—it was most nearly true in the sense
that his instructions and letters forced the United States into a
nationality of character which the war of the Revolution itself had
failed to give them.
The instructions to Jackson[82]—five in number—were dated July
1, and require careful attention if the train of events which brought
the United States to the level of war with England is to be
understood.
The first instruction began by complaint of Erskine’s conduct,
passing quickly to a charge of bad faith against the American
government, founded on “the publicity so unwarrantably given” to
Erskine’s arrangement:—
“The premature publication of the correspondence by the American
government so effectually precluded any middle course of explanation
and accommodation that it is hardly possible to suppose that it must
not have been resorted to in a great measure with that view.
“The American government cannot have believed that such an
arrangement as Mr. Erskine consented to accept was conformable to
his instructions. If Mr. Erskine availed himself of the liberty allowed to
him of communicating those instructions on the affair of the Orders in
Council, they must have known that it was not so; but even without
such communication they cannot by possibility have believed that
without any new motive, and without any apparent change in the
dispositions of the enemy, the British government could have been
disposed at once and unconditionally to give up the system on which
they have been acting, and which they had so recently refused to
relinquish, even in return for considerations which though far from
being satisfactory were yet infinitely more so than anything which can
be supposed to have been gained by Mr. Erskine’s arrangement.”
Canning attributed this conduct to a hope held by President
Madison that the British government would feel itself compelled,
however reluctantly, to sanction an agreement which it had not
authorized. In this case the American government had only itself to
blame for the consequences:—
“So far, therefore, from the American government having any
reason to complain of the non-ratification of Mr. Erskine’s
unauthorized agreement, his Majesty has on his part just ground of
complaint for that share of the inconvenience from the publication
which may have fallen upon his Majesty’s subjects, so far as their
interests may have been involved in the renewed speculations of their
American correspondents; and his Majesty cannot but think any
complaint, if any should be made on this occasion in America, the
more unreasonable, as the government of the United States is that
government which perhaps of all others has most freely exercised the
right of withholding its ratification from even the authorized acts of its
own diplomatic agents.”
In this spirit Jackson was to meet any “preliminary discussion”
which might arise before he could proceed to negotiation. Canning
did not touch on the probability that if Jackson met preliminary
discussion in such a spirit as this, he would run something more than
a risk of never reaching negotiation at all; or if Canning considered
this point, he treated it orally. The other written instructions given to
Jackson dealt at once with negotiation.
The “Chesapeake” affair came first in order, and was quickly
dismissed. Jackson was to require from the President a written
acknowledgment that the interdict on British ships was annulled
before any settlement could be made. The Orders in Council came
next, and were the subject of a long instruction, full of interest and
marked by many of Canning’s peculiarities. Once more he explained
that Erskine had inverted the relation of things by appearing to recall
the orders as an inducement to the renewal of trade,—“as if in any
arrangement, whether commercial or political, his Majesty could
condescend to barter objects of national policy and dignity for
permission to trade with another country. The character even more
than the stipulations of such a compact must under any
circumstances have put out of question the possibility of his
Majesty’s consenting to confirm it.” He related the history of the
orders, which he called “defensive retaliation,” and explained why
Erskine’s arrangement failed to effect the object of that system:—
“In the arrangement agreed to by Mr. Erskine the incidental
consequence is mistaken for the object of the negotiation. His Majesty
is made by his minister to concede the whole point in dispute by the
total and unconditional recall of the Orders in Council; and nothing is
done by the United States in return except to permit their citizens to
renew their commercial intercourse with Great Britain. Whereas,
before his Majesty’s consent to withdraw or even to modify the Orders
in Council was declared, the United States should have taken upon
themselves to execute in substance the objects of the Orders in
Council by effectually prohibiting all trade between their citizens and
France, or the Powers acting under her decrees, and by engaging for
the continuance of that prohibition so long as those decrees should
continue unrepealed.”
As in the “Chesapeake” affair, so in regard to the orders,—
Canning’s objection to Erskine’s arrangement was stated as one of
form. That the “Chesapeake” proclamation was no longer in force;
that Congress had effectually prohibited trade with France; and that
the President had engaged as far as he could to continue that
prohibition till the French Decrees were repealed,—these were
matters of notoriety. England took the ground that the United States
were liable to the operation of the British retaliatory orders against
France, even though Congress should have declared war upon
France, unless the declaration of war was regularly made known to
the British minister at Washington, and unless “the United States
should have taken upon themselves,” by treaty with England, to
continue the war till France repealed her decrees.
Canning was happy in the phrase he employed in Parliament,
March 6, to justify the course of ministers toward America.
“Extension of the law of nations” described well the Orders in Council
themselves; but the instruction to Jackson was remarkable as a
prodigious extension of the extended orders. The last legal plea was
abandoned by these instructions, and the subject would have been
the clearer for that abandonment were it not that owing to the rapidity
of events the new extravagance was never known; with Canning
himself the subject slipped from public view, and only the mystery
remained of Canning’s objects and expectations.
Another man would have temporized, and would have offered
some suggestion toward breaking the force of such a blow at a
friendly people. Not only did Canning make no new suggestion, but
he even withdrew that which he had made in February. He told
Jackson to propose nothing whatever:—
“You are to inform the American Secretary of State that in the
event of the government of the United States being desirous now to
adopt this proposal, you are authorized to renew the negotiation and
to conclude it on the terms of my instructions to Mr. Erskine; but that
you are not instructed to press upon the acceptance of the American
government an arrangement which they have so recently declined,
especially as the arrangement itself is become less important, and the
terms of it less applicable to the state of things now existing.”
The remainder of this despatch was devoted to proving that, the
late order of April 26 had so modified that of November, 1807, as to
remove the most serious American objections; and although the
blockade was more restrictive than the old orders as concerned
French and Dutch colonies, yet the recent surrender of Martinique
had reduced the practical hardship of this restriction so considerably
that it was fairly offset by the opening of the Baltic. America had the
less inducement to a further arrangement which could little increase
the extent of her commerce, while England was indifferent provided
she obtained her indispensable objects:—
“I am therefore not to direct you to propose to the American
government any formal agreement to be substituted for that which his
Majesty has been under the necessity of disavowing. You are,
however, at liberty to receive for reference home any proposal which
the American government may tender to you; but it is only in the case
of that proposal comprehending all the three conditions which Mr.
Erskine was instructed to require.”
The fourth instruction prescribed the forms in which such an
arrangement, if made, must be framed. The fifth dealt with another
branch of the subject,—the Rule of 1756. Canning declined to accept
a mere understanding in regard to this rule. Great Britain would insist
on her right to prohibit neutral trade with enemies’ colonies, “of which
she has permitted the exercise only by indulgence; ... but the
indulgence which was granted for peculiar and temporary reasons
being now withdrawn, the question is merely whether the rule from
which such an indulgence was a deviation shall be established by
the admission of America or enforced as heretofore by the naval
power of Great Britain.” As a matter of courtesy the British
government had no objection to allowing the United States to
sanction by treaty the British right, so that legal condemnations
should be made under the authority of the treaty instead of an Order
in Council; “but either authority is sufficient. No offence is taken at
the refusal of the United States to make this matter subject of
compact. The result is that it must be the subject of an Order in
Council.”
The result was that it became the subject of a much higher
tribunal than his Majesty’s Council, and that the British people, and
Canning himself, took great offence at the refusal of the United
States to make it a subject of one-sided compact; but with this
concluding touch Canning’s official irony toward America ended, and
he laid down his pen. About the middle of June, Jackson with three
well-defined casus belli in his portfolio, and another—that of
impressments—awaiting his arrival, set sail for America on the
errand which he strangely hoped might not be desperate. With his
departure Canning’s control of American relations ceased. At the
moment when he challenged for the last time an instant declaration
of war from a people who had no warmer wish than to be permitted
to remain his friends, the career of the Administration to which he
belonged came to an end in scandalous disaster.
Hardly had the Duke of York stopped one source of libel, by
resigning May 16 his office of commanderin-chief, when fresh

You might also like