Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Dil ve Zihin ■ncelemelerinde Yeni

Ufuklar 1st Edition Noam Chomsky


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/dil-ve-zihin-incelemelerinde-yeni-ufuklar-1st-edition-no
am-chomsky/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Bilgi Sorunlar■ ve Dil Managua Dersleri 2nd Edition


Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/bilgi-sorunlari-ve-dil-managua-
dersleri-2nd-edition-noam-chomsky/

Internacionalismo ou Extinção 1st Edition Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/internacionalismo-ou-extincao-1st-
edition-noam-chomsky/

I segreti delle parole Noam Chomsky Andrea Moro

https://ebookstep.com/product/i-segreti-delle-parole-noam-
chomsky-andrea-moro/

Tre lezioni sull uomo Linguaggio conoscenza bene comune


Noam Chomsky

https://ebookstep.com/product/tre-lezioni-sull-uomo-linguaggio-
conoscenza-bene-comune-noam-chomsky/
Zihin ve Evren 1st Edition Thomas Nagel

https://ebookstep.com/product/zihin-ve-evren-1st-edition-thomas-
nagel/

Atatu rk ve Tu rk Dil Devrimi Kolektif

https://ebookstep.com/product/atatu-rk-ve-tu-rk-dil-devrimi-
kolektif/

Beyin ve Zihin Nöroplastite ve Zihinsel Gücün Önemi 2nd


Edition Jeffrey M Schwartz Sharon Begley

https://ebookstep.com/product/beyin-ve-zihin-noroplastite-ve-
zihinsel-gucun-onemi-2nd-edition-jeffrey-m-schwartz-sharon-
begley/

K■r■lgan Sapmalar - Sokak Mukavemetleri ve Yeni


Ba■kald■r■lar 1st Edition Engin Sustam

https://ebookstep.com/product/kirilgan-sapmalar-sokak-
mukavemetleri-ve-yeni-baskaldirilar-1st-edition-engin-sustam/

Türk Dil Bilgisi Toplant■lar■ 1 Birle■ik Fiil


Bildiriler ve Tart■■malar 2nd Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turk-dil-bilgisi-
toplantilari-1-birlesik-fiil-bildiriler-ve-tartismalar-2nd-
edition-kolektif/
. . . . .

DiL VE ZiHiN iNCELEMELERiNDE


.

YENi UFUKLAR

Noam Chomsky

Çeviren: Ferit Burak Aydar

BOCliAZiÇ
ÜNIVERS TESI
YAYINEV
Noam Chomsky
New Horizons in the Study of Language and Mind
Aviva Chomsky and Eric F. Menoya as Trustees of the Diane Chomsky
Irrevocable Trust © Onsöz: Neil Smith 2000.

Dil ve Zihin İncelemelerinde Yeni Ufuklar


© 20 1 1 BÜTEK A.Ş.

ISBN 978-605-68425-8-0

Bütek Boğaziçi Eğitim Turizm Teknopark


Uygulama ve Dan. Hiz. San. Tic. A.Ş.
Rumeli Hisan Mahallesi, Boğaziçi Üniversitesi
Güney Kampüs No: 1 1/2 Sanyer/lstanbul
Telefon: {0212) 287 03 12-13
Yönetim Yeri:
Boğaziçi Üniversitesi Yaymevi
Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüs
ETA B Blok, 5. Kat, No: 705
Sanyer/ lstanbul
bupress@boun.edu. tr
www .bounyayin.com
Telefon ve faks: {0212) 257 87 27
Sertifika No: 10821

Genel Yayın Yönetmeni: Murat Gülsoy


Yönetici Editör: Ergun Kocabıyık
Kapak Tasanmı: Kerem Yeğin
Baskı: Acar Basım ve Cilt Sanayi Ticaret A.Ş.
Beysan San. Sitesi Birlik Cad., No: 26
Acar Binası, Haramidere, lstanbul
Telefon: (0212) 422 18 00
Sertifika No: 1 1957

Birinci Baskı: Şubat 20 19 {2.000 adet)

Bu eserin bütünüyle veya kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak internette ya da herhangi bir veri saklama
cihazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun
hükümlerine aykındır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi
anlamına geldiği için suç oluşturmaktadır.
ÖN SÖZ

Neil Smith

Chomsky entelektüel dünyada eşi bulunmaz bir isimdir.


1950 ve 1960'lann "bilişsel devrim"inin başını çekmiş ve
o günden beri dilbilim alanına damgasını vurmuştur.
Chomsky'nin üretici dilbilgisi kuramı, farklı biçimleriyle,
dünya üzerinde birçok dilbilimciye rehber ve esin kaynağı
olmuş ve hemen herkes için bir mukayese ölçüsü teşkil et­
miştir. Chomsky'nin yazdıklarına katılmayabilirsiniz, ama
görmezden gelmek hem dargörüşlülük hem de bilimsellik­
ten uzak bir tutum olacaktır.
Chomsky 1949'da Pennsylvania Üniversitesi'nden me­
zun oldu. Modern İbranice üzerine olan lisans tezini sonra­
dan geliştirip genişleterek yüksek lisans tezi haline getirdi.
Bu eser henüz rüşeym halinde de olsa, modern üretici dil­
bilgisinin baŞlangıcıydı. O dönemde ele aldığı meseleler son­
radan filizlenerek bugün, üzerinden elli yıl geçtikten sonra
Chomsky'nin hfila katkı sunduğu ve büyük oranda onun
dehasının ürünü olan bir araştırma alanını tanımlamayı
sürdürüyor. Fakat bu entelektüel yolculuk onun zamanının
yalnızca yansını almıştır. Diğer yarısı ise siyasal eylemciliğe
ayrılmıştır ve Chomsky hükümetlerin yalanlarını, şirketler
dünyasının gizli gündemlerini gözler önüne sermiştir. Bu
faaliyeti nedeniyle tüm dünyada sayısız konferans venniş
ve yaklaşık elli kitap, yüzlerce makale, binlerce mektup ka­
leme almıştır. Chomsky'nin çalışmalarının bileşenleri ara­
sında çok az bağ olabilir, ama şöhreti ve kısmen de olsa
etkisi, ikisinin ortak ürünüdür. (Chomsky çok üretken bir
yazardır; eserlerinin temsili bir altkümesi hakkında yakın
döneme ait bir inceleme için, bkz. Smith [1999].)
viii • Önsöz

Dil konusundaki temel eserleri yalnızca dilbilim için


değil, felsefe ve psikoloji başta olmak üzere diğer disiplinler
için de büyük değer taşımaktadır. Bu kitapta bir araya ge­
tirilen denemeler, düşüncesindeki bu üçüncü kola odak­
lanmakta, özellikle de araştırmasının doğurduğu metafizik
meseleleri ele alıp felsefi dil incelemelerine sirayet etmiş
olan önyargı ve kafa karışıklığının bir kısmını ortadan kal­
dırmaktadır. Bunu yaparken geleneksel bilmecelere yeni
çözümler getirmekte, zihin-beden sorunundan bilimin bir­
leştirilmesine kadar genel anlamda ilgi çekici meselelere
yeni bakış açılan sunmaktadır.
Bu makalelerin özü, insanın dil yetisine dair Chomsky'­
nin "içselci'' yorumu üzerine kapsamlı bir tefekkürdür.
Felsefi geleneğin çoğu, dili bireylerin kısmen bildikleri bir
toplumsal kurgu olarak görmüştür. Bu görüş, dil ile dış
gerçeklik arasındaki ilişkiye standart gönderimsel anlam­
bilim kuramlarının temelinde yatan sözcük-dünya ilişkisi
üzerine kafa yormuştur. Chomsky bu gelenekten koparak,
dil bilgisinin bireysel olduğunu, insan zihnine/ beynine iç­
sel olduğunu uzun uzadıya ve bir dizi yaratıcı dilbilimsel
analiz yoluyla savunur. Doğru dil incelemesinin bu zihinsel
kurguyla ilgilenmesi gerektiğini iddia eder ve bu kuramsal
açılımı da yeni bir sözcükle adlandırır: "İ-dil", bir insanın
iç özelliği. Chomsky'nin görüşünün doğal sonucu, gündelik
hayattaki (ve felsefi) "dil" kavramına göre Çince (Hong Kong
ya da Beijing'de konuşulduğu şekliyle) ya da İngilizce (Sha­
kespeare ve bizlerin konuştuğu şekliyle) kişinin bütünlüklü
bilimsel kuramlar oluşturabileceği bir alan değildir.
Chomsky'nin içselci dil anlayışına yoğunlaşması eser­
lerini psikoloji ve nihayetinde biyoloji alanına yakınlaştı­
rır: İnsan dili "biyolojik bir nesne"dir. Dolayısıyla dil, doğa
bilimlerinin yöntemleriyle analiz edilmelidir ve dil incele­
melerinde diğer bilimsel çalışmalarda gördüğümüzün öte­
sinde bir kısıtlama olmamalıdır. Bu yöntem tam gelişimini
fizikte göstermiştir ve fizik için tipik olsa da, dilbilimin fi­
ziğe ya da "pozitif' bilimlerden birine indirgenebileceği so­
nucu çıkmaz buradan. Onun da "kuark ve benzerleri"nin
Ônsöz ix

diliyle tarif edilemeyecek kendi yasaları ve genellemeleri


vardır. Bu anlamda "doğalcılık" Chomsky'nin eserlerinin
hepsinde asli yere sahiptir ve dil analizinin kimya ya da
bakteriyolojiden farklı ya da ilave kıstasları karşılaması
gerektiğini savunan düalist talepleri açıkça dışlar. Dilbi­
lim için olması gereken başarı ölçüsü, tıpkı diğer ampirik
disiplinlerde olduğu gibi, felsefi yapılara uygunluk değil,
kuramlarının açıklayıcı içgörüsü ve gücüdür.
Chomsky'nin doğalcı tezinden birtakım sonuçlar çık­
maktadır: Doğal dillere mantık ya da matematikteki icat
edilmiş formel diller gibi yaklaşmak gerektiğini savunan
yaygın varsayımın, bireylere atfettiğimiz dil kurallarının
bilinçli şekilde erişilebilir olması talebinin ve zihinsel ola­
nın fiziki olana indirgenmesi gerekliliğinin hiçbir haklı
yanı yoktur.
Chomsky'nin felsefi düalizmi reddetmesini, en çarpıcı
şekliyle zihin-beden problemine yaklaşımında görüyoruz.
Felsefenin köklü problemlerinden biri zihnin fiziki olanı
nasıl etkileyebildiğini, tanımı gereği somut olmayan bir
şeyin uzamsal olarak yerleşik varlıklardaki değişikliklere
nasıl yol açabildiğini, başka bir deyişle zihnin bedeni na­
sıl harekete geçirebildiğini açıklamak olmuştur. Chomsky
bu kördüğümü daha temel bir zorluğu vurgulayarak
çözmüştür: Zihin-beden problemini formüle etmek bile
imkansızdır. Bunun nedeni, genel kanının aksine, zihin
hakkındaki anlayışımızın çok sınırlı olması değil, bedeni
oluşturan şeyin ne olduğu konusunda ölçütlerimizin ol­
mamasıdır. Chomksy konuyu netleştirmek amacıyla yaz­
dığı tipik derecede radikal bir yazıda, Isaac Newton'ın iç­
görülerinin temas mekaniğinin çöküşüne yol açması gibi,
Descartes'ın beden kavramının da çürütüldüğüne ve o
dönemden beri yerini alan bir şey olmadığına dikkat çek­
mişti. Bütünlüklü bir "beden" kavramının yokluğunda,
geleneksel zihin-beden probleminin kavramsal bir statüsü
olamaz; dolayısıyla özel nedensellik problemlerinin ortaya
çıkması da mümkün değildir. Daha genel konuşmak gere­
kirse, kimyacıların "kimyasal" olanı tanımlamak gibi me-
x• ônsöz

tafizik problemleri ne ölçüde varsa, "zihinsel" görüngüleri


(örneğin lisan bilgisi) doğalcı tarzda ele alma girişimleriyle
bağlantılı bir özel metafizik problem de o ölçüde vardır.
Bu görüşün bir diğer sonucu da bilimdeki yaygın in­
dirgemeci anlayışların uygunsuz görülmesidir. Zihinsel
olanla --dilbilim dahil- ilgili kuramlanrruzı beyin ve diğer
bağlantılı alanlarla ilgili kuramlanmızla birleştirmek iste­
diğimiz açıktır. Fakat moleküler biyolojideki devrimin so­
nucu olarak biyolojiyi kimyaya indirgeme örneğine karşın,
birleştirmenin indirgeme biçimine bürünmesi gerekmiyor.
Daha önemlisi, fiziki ya da psikolojik olanın bir tür önce­
liğe sahip olduğu iddiası yanlış anlaşılmıştır: Dilbilimdeki
kuramlar kimya ya da biyoloji kuramları kadar zengindir
ve en az bunlar kadar farklı alanlarda özgül tahminlerde
bulunur. Dolayısıyla mevcut anlayış düzeyimizde dilbilimi
nörolojiye indirgemeye çalışmanın verimli olması beklen­
mez. Örneğin ERP'lerle (olayla ilişkili beyin potansiyelleri)
ölçüldüğü şekliyle beyindeki elektriksel aktivitenin içerim­
lerini anlamayı ele alalım. Dilbilim farklı türde "olağan­
dışı" dil yapılan hakkında makul bir anlayışa sahiptir ve
olağandışılık, dilbilgisi ilkelerinden uzaklaşma üzerinden
tanımlanır; bu farkların bugün beyindeki belli elektriksel
aktivitelerle örtüştüğü görülmektedir. Bu tür ilişkilerden
hareketle, dilbilimsel gerçeklerin nöroloji üzerinden açıkla­
nabileceği düşünülmüştür. Ama burada ve diğer birçok ör­
nekte, sonuçlan anlamlandırmamızı sağlayan dilbilimdir;
çünkü elimizde konuyla ilintili bir elektrofizyoloji kuramı
yoktur. Dil hakkındaki ilgi çekici genellemeleri hücre ya da
nöronlar üzerinden ifade etmek, jeoloji ya da embriyoloji
hakkındaki genellemeleri parçacık fiziği bulguları üzerin­
den ifade etmek kadar imkansızdır. İki durumda da indir­
geme talepleri fazla ileri gitmektedir.
Bazı alanlarda, indirgeme şöyle dursun, bilimsel bir­
leşme bile ilkesel açıdan imkansız olabilir. Burada söz
konusu edilen, bazı alanlan anlamaktan aciz olduğumuz
şeklinde herkesin malumu olan bir iddia değil, daha in­
celikli bir husustur: Bünyemizin bazı yönlerini zekamızın
Ônsöz xi

anlaması doğuştan mümkün değildir. Farelerin zihinsel


açıdan asal sayı gibi kavramları anlamaktan aciz oldukla­
rından nasıl şüphe etmiyorsak, aynı şekilde, genetik ola­
rak belirlenmiş yapımızın da bazı alanları anlamaktan aciz
bir organizmadan ortaya çıktığından şüphe duymamamız
gerekir. Chomsky'nin ifade ettiği şekliyle, entelektüel dün­
ya "problemler" ve "gizemler" diye ikiye ayrılmıştır. İlki ku­
ramlarımıza boyun eğebilir (eğmeyebilir de), ama ikincisi
kesinlikle eğmeyecektir. Bilim Yapma Yetimiz görme, dil,
genetik vb. hakkında kuramsal kavrayışa ulaşmamızı sağ­
layabilir. Fakat buradan tüm alanların sınanabilir olduğu
sonucu çıkmaz ve bazı meseleler -örneğin özgür irade ya
da bilincin doğru tanımlanışı- zihinsel yeteneklerimizin
ötesinde olabilir ve her zaman bir gizem olarak kalabilir,
tıpkı asal sayıların fareler için bir gizem olduğunun var­
sayılması gibi. Burada iddia edilen, bu alanlar hakkında
hiçbir içgörüye sahip olamayacağımız değil, (belki de) hiç­
bir bilimsel içgörüye sahip olamayacağımız ve daha faz­
la anlamak için romancıların ya da şairlerin dehasına bel
bağlamamız gerekeceğidir.
Chomsky'nin bilimsel anlayışın kapsamı hakkında
karamsar olduğu alanlardan biri lisan bilgimizden farklı
olarak dil kullanımımızın tanımlanışıdır. Son yarım yüzyıl­
da yapılan çalışmalar "edinç" ("i-dil" yerine artık bu terim
kullanılmaktadır) incelemelerinin önünü açmıştır; ama
edincin dil kullanımımıza nasıl yansıyacağı hala bir kapalı
kutudur, belki de bir gizemdir. Bunu söylemek insanla­
rın işittikleri tümceleri zihinlerinde nasıl işlediklerine dair
anlayışımızda ilerleme kaydettiğimizi reddetmek anlamı­
na gelmez. Dil algısındaki ve dil üretimindeki deneysel ve
kuramsal incelemeler; dil edinimine ve dilde değişime da­
yalı içgörüler; normal ve patolojik öznelerde beyin işleyişi
analizi, bütün bunlar belli bir anlayışa ulaşmamızı sağla­
mıştır. Belli sözceleri bağlam içinde nasıl yorumladığımıza
ilişkin hazırlayıcı içgörüler bile vardır; ama bir insanın bir
resme baktığında sessiz kalmak yerine, neden "ne güzel"
ya da "bana Bosch'u hatırlatıyor" şeklinde tepki vermeyi
xii • Ônsöz

seçtiğini bilmekten hfila Rene Descartes kadar uzağız.


Bu derlemeye "Yeni Ufuklar" adı verilmiştir, ama yu­
karıda ele alınan konulardan birçoğu yıllardır ilgi odağı
olmuştur. Chomsky Cartesian Linguistics (1966) kitabın­
da fikirler tarihine dalışından bu yana kendi düşüncele­
rini daha geniş bir tarihsel ve genel bilimsel perspektife
yerleştirme konusunda çarpıcı bir yetenek sergilemiştir.
Onun tarihsel araştırmaları, fikri öncüllerin izini sürmeye
yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda dilbilimdeki geliş­
meleri, geleneksel bilimlerdeki, özellikle de kimya tarihin­
deki gelişmelerle kıyaslayarak aydınlatmamıza da yardım­
cı olur. Ayrıca Chomsky bu gelişmeleri psikoloji, felsefe,
matematik ve genel olarak bilişsel bilimlerdeki süregelen
çalışmalarla ilişkilendirir.
Yeni olanın iki yönü vardır. Bir yandan, eski görüş­
ler için yeni türde kanıtlar sunulmaktadır; diğer yandan,
daha önceleri formüle etmenin bile imkansız olduğu soru­
lar sormak mümkündür. Henüz bu soruların cevaplarını
bilmiyoruz, ama bunları ortaya koyabilmek bile heyecan
verici bir atılımdır.
Bunlardan ilki, Chomsky'yi uzun süredir şöhret (ya
da kötü şöhret) sahibi yapan bir iddiaya atıfla örneklen­
dirilebilir: Lisan bilgimizin önemli bir kısmı genetik olarak
belirlenmiştir, başka bir deyişle doğuştan gelir. Dilsel bir
şeyin doğuştan olduğu, bebeklerin dil edinmeleri gerçe­
ğinden anlaşılabilir; oysa kediler, örümcekler ve kayalar
için geçerli değildir bu. Chomsky'nin son kırk yıldaki ça­
lışmalarının çoğunda bu temel gerçeği açıklamak için tam
olarak nelerin insanın dil yetisinin "başlangıç durumu"na
bağlanmasının gerektiğine ilişkin teknik ayrıntıları dile ge­
tirmeye çalışmıştır. Dilbilimdeki ve ilintili disiplinlerdeki
ilerlemeler, bu belirlenimin nasıl gerçekleştiğini göstermek
üzere beyin bilimleri ve genetikten kanıtlar sunmak ve do­
layısıyla dilbilimin bu kısmını diğer bilimlerle birleştirmek
gibi "uzak bir proje"nin var olduğu bir durum ortaya çı­
karmıştır. Bu birleştirme Chomsky'nin eserlerinde merke­
zi değildir, ama onun dilbilim kuramının gelişimi, bunu
Önsöz xiii

gerçekleştirilebilir bir girişim haline getirmiştir.


İkinci yön ise lisan bilgimizi, bilişimizin geri kalanı­
na dair bir izahla ilişkilendirme olanağıdır. Bunun nasıl
gerçekleşebileceğini açıklamak yakın tarihe ilişkin bir
açıklamayı gerektiriyor. Mevcut üretici dilbilgisine iki bi­
leşen damga vurmuştur: Knowledge of Language'te (l 986)
ifade edildiği şekliyle "İlkeler ve Parametreler'' kuramı ve
en açık haliyle The Minimalist Program'de (1995c) gördü­
ğümüz Minimalizm. Chomsky ve takipçileri yıllarca doğal
dillerin engin karmaşıklığını (bireysel dillere baktığımızda
daha akıl almaz hale gelen bu karmaşıklığı) tarif edecek
yeterli biçimsel mekanizmaları yaratmak için ciddi çaba
harcamışlardır. Bu biçimsel araçlardan bazıları, özelde de
dönüşümler ve derin ve yüzeysel yapı kavramları özellikle
başarılı olmuş ve dilbilim dışında, felsefeciler, psikologlar,
hatta sıradan halk arasında bile belli bir geçerliliğe eriş­
miştir. Kuramın bu aşamasındaki sorun, ortaya çıkan
karmaşıklığın dillerin öğrenilemez diye görülmesine yol
açmış olmasıdır: Bir çocuk dil ediniminin gerçekleştiği bir­
kaç yılda bu çarpıcı karmaşıklığa nasıl erişebilir?
Chomsky lisan bilgimizin sandığımızdan çok daha
büyük ölçüde doğuştan olduğu yanıtını verir. İngilizce ya
da Japonca gibi özgül diller (örneğin bunlar arasındaki,
çevrenin tetiklediği farklar) elbette doğuştan olamaz; fakat
normal dil ediniminin seyri çok daha fazlasının doğuştan
olabileceğini göstermiştir. Mesele sadece ilk dilini öğrenen
çocuğun düşünebileceği hipotezler üzerinde kısıtlamalar
olması değildir; dilin bütün temel özellikleri doğuştan ge­
lir. Yani çocuğun maruz kaldığı dilin özelliklerini en baş­
tan öğrenmesi gerekmez; sadece, daha önceden belirlen­
miş takımdan belli seçenekleri tercih eder. Sözgelimi diller
ya "ön-başlı" (İngilizcede olduğu gibi, yüklem tümleçten
önce gelir) ya da "son-başlı"dır (Japoncada olduğu gibi,
tümleç yüklemden önce gelir) . Çocuk doğduğunda iki se­
çenek olduğunu bilir ve yapması gereken şey, öğrendiği
dilin "parametrelerini düzeltmek" amacıyla bir şalter kutu­
sundaki şalteri indirmeye benzer. Betimleme ile açıklama
xiv • Ônsöz

arasındaki gerilimin bu çözümünün diğer bilimlerdeki ge­


lişmeleri yansıtıyor olması kayda değerdir. İmmünolojide
antikor gelişimi hakkında "bilgilendirici" bir kuramın yeri­
ni, antijenlerin varlığının, yapay olarak üretilmiş olanların
bile, dış etkiye maruz bırakılmadan önce zaten organiz­
mada bulunan antikorları uyandırdığı bir "seçici" kuram
almıştır. Dil edinimiyle kurulan benzerlik çarpıcıdır.
Son yirmi yıldır geliştirilmiş olan İlkeler ve Paramet­
reler kuramı, belki de son 250 yılda dil konusuna gerçek­
ten yeni ilk yaklaşımdır. Dile dair önceki (geleneksel ya da
üretici) anlatımlardan kavramsal açıdan o kadar farklıdır
ki, Chomsky genellikle 1950'lerdeki eserleri için kullanılsa
da kendi dil kuramının "devrimci" sıfatını ilk kez burada
hak edebileceğini söyler. İlkeler ve Parametrelerin mevcut
versiyonu ( 1980'lerin başındaki versiyonundan son derece
farklıdır) 1990'ların Minimalist Program'ında saklıdır. Di­
siplinin temellerini yeniden düşünmek için radikal bir gi­
rişimdir ve kavramsal açıdan zorunlu olmayan ya da am­
pirik zorunluluğun dayatmadığı tüm kurgulardan (bilimin
olağan gereklilikleri) sakınır. Bu yeniden düşünme, üretici
dilbilgisinin ilk versiyonlarının betimleyici mekanizmaları­
nın çoğunun -derin ve yüzeysel yapı düzeyleri gibi başarılı
buluşların bile- terk edilmesi anlamına gelir ve yeni açık­
lama arayışları dayatmıştır.
Chomsky "Minimalizm"in henüz bir kuram olmadığını
vurgulamaya dikkat eder; bu sadece belli türde araştırma
çabalarını tanımlamak için bir program değildir. Her türlü
dil kuramının ses ile anlam arasında, telaffuz temsilleri
ile kelime ve cümlelerin mantıksal özelliklerinin temsilleri
arasında bir bağ kurması gerekir. Dolayısıyla bir dilbilgisi
(i-dil) temsilin iki düzeyini ("Sescil Biçim" [SB] ve "Mantık­
sal Biçim" [MB]) tanımlamak ve bunlar arasındaki bağları
somutlaştırmak zorundadır. İdeal olarak, başka bir düzey
bulunmaması ve bu bağın karmaşıklığının en alt düzey­
de olması gerekir. Bu demektir ki, öncesinde var olan iki
soruyu ciddi olarak ele almak, hatta formüle etmek bile
imkansızdır. Birincisi, bir insan dili, kavramsal bir prob-
Ônsöz xv

lem olarak ses ile anlamı birleştirme problemine ne kadar


iyi bir çözümdür? Doğal dillerin dilbilgilerinin bir anlamda
en uygun olduğunu söylemek doğru mudur? İkincisi, dil
yetisi ile diğer zihin/beyin sistemleri arasındaki ilişkiler
nelerdir? Özellikle de, ilkinde en uygun olandan sapmalar
ikincisinin dayattığı koşullara atfedilebilir mi?
Chomsky bu meseleleri "dil ne kadar 'kusursuz'dur?"
sorusu üzerinden ele alır ve biyolojik bir sistem için şaşır­
tıcı olsa da, cevap kusursuza yakındır. Bu demektir ki, dil
yetisinin (yani i-dilin) açık kıldığı kavramsal zorunluluktan
her türlü sapma, dışarıdan dayatılan koşullar tarafından
güdülenir. Chomsky bunlara, diğer zihin/beyin sistemle­
rinin dil yetisinin sağladığı temsillerden yararlanma ihti­
yacının dayattığı koşullar anlamında "okunabilirlik koşul­
ları" adını verir. Özellikle, söyleyiş ve algı sistemlerinin SB
temsillerinden yararlanma, kavramsal sistemin de MB'den
yararlanma ihtiyacına işaret eder. Bu arka plan dahilinde,
They elected Clinton [Clinton'ı seçtiler] ve Clinton was elec­
ted [Clinton seçildi] cümlelerinde "Clinton"ın işgal ettiği
farklı konumlarda görülen türde hareket ya da "yer değiş­
tirme" süreçleri kavramsal açıdan gereksiz gözükmektedir.
Neden doğal diller mantık ve matematiğin yapay dillerine
tamamen yabancı olan bu tür araçlardan yararlanır? Ge­
çici cevaplardan biri, yer değiştirmenin, bilgiyi en uygun
iletişim için yapılandırma ihtiyacı tarafından güdülenmiş
olabileceğidir. Eğer böyleyse, o zaman sanki dil yetisinin
bir özelliği sistemin dışından, zihnin/beynin başka bir bö­
lümünden dayatılıyor gibi gözükecektir.
Chomsky burada durmaz, dilin bu yüzeysel kusuru­
nu bir diğerine bağlamaya çalışır. Doğal diller, ikinci dil
öğrenenler için sorunlar doğuran ve felsefeciler için sıkıntı
kaynağı olan olgularla doludur. Ad çekimsel diziler ve dü­
zensiz fiiller gibi morfolojik karmaşıklıklar vardır ve bun­
ların kendi başına gerçek bir anlamı olmadığı ve anlam
bakımından faydasız olduğu görülmektedir. Bunlar yo­
rumlanamayan özellikler, yani anlamsal yorumu olmayan
özellikler postülasını zorunlu kılan bir başka kusur teşkil
xvi • Ônsöz

eder. Ne var ki, mevcut sözdizim kuramı bu gibi yorum­


lanamaz özelliklerin sistematik kullanımını sağlar: İşlevi,
dil yetisinin dışarıdan güdülendiğini gördüğümüz taşıma
süreçlerini yürütmektir. Bu varsayımlar doğruysa iki tür
yüzeysel "kusur"un teke indirilmesi gibi ilginç bir imkanı
da ortaya koyarlar. Aslında bu görüş doğruysa, kusurlar
gerçekten de sadece "yüzeysel"dir. Diğer zihin/beyin sis­
temlerinin ses ile anlamı birbirine bağlayan çözümlere
dayattığı kısıtlamalar dikkate alındığında, başka seçenek
olmayabilir, sonuçta kavramsal zorunluluk dilbilgisinin
biçimini bu şekilde açıklamaktadır.
Son olarak, denemeleri tek tek ele almak istiyorum. İlk
bölüm ("Dil İncelemelerinde Yeni Ufuklar") Chomsky'nin
dil yetisinin doğası hakkındaki mevcut düşüncelerine özlü
ve genel anlamda teknik olmayan bir giriş olup, fikirlerini
tarihsel ve entelektüel çerçevede (Galileo ve Descartes ge­
lenekleri çerçevesinde) sunmaktadır. Artık alışıldığı üzere
basit örnekleri ele alıp bunlardan derin sonuçlar çıkarır.
Eğer bir kütüphanede Savaş ve Ba nş ın iki nüshası var­
'

sa ve ikisi de farklı bir kişi tarafından ödünç alınmışsa,


bu kişiler aynı kitabı mı almışlardır, farklı bir kitabı mı?
Kitaba bir materyal mi yoksa soyut bir varlık olarak mı
baktığımıza bağlı olarak iki cevap da uygundur. Bu kadarı
zaten açık görülebilir, ama Chomsky'nin devamında gös­
terdiği gibi, dil felsefesi açısından ciddi içerimlere sahiptir.
Bir diğer çarpıcı gözlem de kitap gibi nesnelere böyle farklı
şekillerde bakılabileceğine dair bilgimizin bize çoğunlukla
deneyimden bağımsız olarak geliyormuş gibi görünmesi­
dir. Deneme büyük ölçüde konunun uzmanı olmayan kişi­
lerce anlaşılabilir düzeydedir, ama uzmanlara da sunacak
çok şeyi vardır.
"Dil Kullanımının Açıklanması" başlıklı 2. Bölüm dış­
salcı felsefecilerin, özellikle de Hilary Putnam'ın görüşleri­
nin bir eleştirisi ve dil araştırmasında doğalcılığın savunu­
sudur. Chomsky en başarılı dil değerlendirmesinin içsel,
zihinsel temsillerin hesaplanması üzerinden olduğu görü­
şünü doğrulayacak bir sürü yeni örnek sunar. Bu elbet-
Ônsöz• xvii

te Chomsky'nin en büyük teknik katkı sunduğu alandır,


ama değerlendirme sözdizim kuramında uzmanlık gerek­
tirmez. Açıklamalarının bir kısmı içselci i-dil kavramının
i-inanç kavramından yararlanarak epistemoloji alanına
genişletilmesini içerir. Yine, bu tez "ev'' ve "yakın" gibi yay­
gın sözcüksel birimlere dair bilgimizin derinliği ve ayrıntı­
larına ilişkin basit ama çarpıcı örneklerle açıklanır. John is
painting the house brown [John evi kahverengine boyuyor]
cümlesinde boyanan şeyin içinden ziyade dış yüzeyi oldu­
ğunu -kimse söylemese de- biliriz. Ama "ev"in anlamı dış
yüzeyiyle sınırlanamaz. Eğer iki insan yüzeyden, biri içe­
ride diğeri dışarıda olmak üzere aynı uzaklıktaysa, sadece
dışarıdakinin eve "yakın" olduğu söylenebilir. Yine, pratik
deneylerle kanıtlandığı üzere, çok küçük çocuklar bile bu
tür gerçekleri biliyor görünmektedir; dolayısıyla bilgi bir
anlamda organizmada daha önceden vardır.
"Dil ve Yorum" (3. Bölüm) bu fikirleri daha da ileri gö­
türür ve görüşlerini, özel olarak, Willard Quine, Michael
Dummett ve diğerlerine karşı çevirinin belirlenemezliği,
kamusal dile karşı kişisel dil, örtülü bilginin doğası ve dil
"kuralları"nın statüsü gibi meselelerde geliştirir. Chomsky
teknik literatürde yaygın bir yere sahip olan basit sözdi­
zimsel örnekleri ele alır ve bunları çeşitli felsefi görüşle­
ri savunmak üzere kullanır. Mary expects to feed herself
[Mary kamını doyurmayı umuyor] cümlesinin ("Mary'' ve
"kamını" [ herseifl derken aynı kişinin kastedildiği varsa­
yılır) yorumu ile bu eşgönderimli yorumun imkansız ol­
duğu I wonder who Mary expects to feed herself [Mary'nin
kamını kimin doyurmasını umduğunu merak ediyorum]
cümlesinin yorumunu ele alalım. Chomsky bu tür örnek­
lerin ve analizlerinin bazı içerimlerinden bahseder. Bunlar
Quine'ın "olgusal bir şey olmadığı" iddiasını çürütür; bun­
lar analitik-sentetik ayrımını desteklemek için kullanılabi­
lir; her türlü anlam bütüncülüğü anlayışı için problemler
doğurur ve dil yetimizin inanç sistemimizin diğer yönlerin­
den bağımsız olduğuna dikkat çeker.
xviii • Ônsöz

"Dil ve Zihin İncelemelerinde Doğalcılık ve Düalizm"


(4. Bölüm), felsefecilere "çatallanma tezi"ni örtülü bir bi­
çimde kabul etmelerinden ötürü saldırılarına geri döner.
Bu tez, dil incelemesinin genel olarak doğa bilimleri için
geçerli olanlara ilaveten standartlara ve koşullara tabi ol­
ması gerektiği görüşüdür. Chomsky "zihinsel" teriminin
dünyanın doğalcı araştırmaya tabi kılmak istediğimiz bir
yönünü ele aldığı gözleminden başlayarak, Descartes'tan
günümüze kadar fikirlerin -özellikle de dil incelemeleriyle
ilişkili olanların- özlü bir tarihini sunar ve bilhassa kim­
yayla ve görme incelemeleriyle benzerlikler kurar. Burada
zihin-beden probleminin ifade edilemez olduğu iması var­
dır; lisan bilgisini oluşturan şeyin tanımlanmasında bilin­
cin varsayımsal rolü nedensizdir; sadece dilsel bilginin iç­
selci yorumu yeteneklerimiz için bir açıklama sunabilecek
düzeydedir.
"Doğal Bir Nesne Olarak Dil" (5. Bölüm) aynı konula­
rın bir kısmına geri döner, ama dile ve lisan bilgisine daha
doğrudan odaklanır. Dilbilim, doğa bilimlerinden biridir ve
Chomsky bilim tarihinin bilgince ve bilgilendirici bir öze­
tinde kendi fikri öncüllerinin izini sürer. Dilbilimin "bilim­
sel" statüsü hakkında tekrar tekrar doğrulanan bu sava
karşın, Chomsky dili fizyolojik ya da fiziki olana indirgeyen
indirgemeci girişimleri ele alırken sert eleştirilerde bulu­
nur. İhtiyaç duyulan şey birleştirmedir ve indirgeme bu
tür bir bütünleşmede sadece az görülen bir olgudur. Mev­
cut dilbilimin kapsamına çocukların ilk dillerini nasıl öğ­
rendikleri ve yetişkinlerin dillerini nasıl kullandıkları gibi
problemler dahildir. Burada Chomsky iki şaşırtıcı gözlem­
de bulunur. Birincisi, diller gerçekten öğrenilebilirse, bu
şaşırtıcı bir ampirik keşif olacaktır; ikincisi, edim sistemle­
rinin sürekli başarısız olmasından anlaşılacağı üzere, dil­
ler kısmen kullanılmaz gözükmektedir. Bu bölüm, sezgi­
nin sınırları hakkında aydınlatıcı bir değerlendirmeyle son
bulur. Sezgi ya da dilsel yargılar dilbilimdeki tartışma için
merkezidir, ama Chomsky sıra matematik ya da felsefe­
nin teknik söz dağarcığına geldiğinde benzer bir sezginin
Ônsöz xix

olamayacağına ve felsefecinin sözgelimi İkiz-Yeryüzü hak­


kında sezgilere başvurmasının sistematik açıdan zararlı
olduğuna dikkat çeker.
"İçselci Perspektiften Dil" (6. Bölüm) aynı meseleler­
den bazılarını ele alır, ama bunu farklı örneklerle ve doğal­
cı bilimsel araştırma ile çoğu zaman "folk bilim" adı verilen
şey arasındaki farka dair uzun bir değerlendirmeyle yapar.
İkisi arasındaki ilişki apaçık değildir. Fizikte halk görüş­
lerinin, uzmanın kuram inşasını şekillendirmesini bek­
lemeyiz ve etnobilimin kendisi ilginç bir araştırma alanı
olmakla birlikte, bilim öncesi tartışmanın kavram ve kur­
gularının hiç değişmeden biçimsel i-dil kuramlarına taşı­
nacağını a priori olarak varsaymak için bir neden yoktur.
Daha özele inersek, dilimizi nitelendiren kurallara, bilince
erişilebilirlik koşulları dayatmak için hiçbir neden yoktur.
Eğer bir çocuk I rided my bike [Bisikletimi sürdüm] der­
se, düzenli geçmiş zaman kipine uyduğunu, hele hele bu
gerçeğin farkında olduğunu reddetmek için hiçbir neden
yoktur. Her zaman olduğu gibi, derin ve incelikli sonuçlar
-dil konusundaki dışsalcı kavramların kısırlığı ve içselci
olanların zorunluluğu- basit örneklerden çıkar.
"İçselci İrdelemeler" başlıklı son bölümdeyse, Chomsky
içselci perspektifinin izahına devam eder, hem yeni örnek­
ler hem de argümanlar sunar ve eleştirilerini çok çeşitli
hedeflere yöneltir; buna İkiz-Yeryüzü'nün belli yönleri de
dahildir. Aynca değerlendirmesini Minimalist Program'daki
son çalışmalarla birleştirir ve bölüm doğuştanlık kavram­
larının kapsamı ve önemi hakkında güçlü bir değerlendir­
meyle sona erer.
Burada yer almayan siyasal çalışmaları dışında,
Chomsky en çok sözdizim kuramlarıyla tanınır. Bu ki­
taptaki denemelerin çoğu kendisinin ünlü olduğu türden
açık ve şaşırtıcı örnekler sunmaktadır; Jahn was taa clever
ta catch ile eşdeğer anlamdaki Jahn was taa clever ta be
caught arasındaki karşıtlık; Jahn was clever ta be caught
ile olanaksız olan Jahn was clever ta catch arasındaki kar­
şıtlık. Bu sözdizimsel örneklere ilaveten, bu denemeler-
xx • Ônsöz

deki örneklendirmelerin çoğunun aldatıcı derecede basit


birimlere dayalı ince argümanlarla sözcüksel (lexical) ol­
ması çarpıcıdır. Argümanlar öncesindeki kadar güçlü bir
şekilde dile getirilir ve sonuçlar kırk yıldır savunduğu aynı
dünya görüşüne varır; ama argümanlar yenidir.
Chomsky'nin yazılarında etkileyici olan sadece ürper­
tici derinliği ve kayda değer kapsamı değil; yarım yüzyılın
ardından hfila şaşırtabiliyor olmasıdır: İngilizcenin anali­
zi için Japoncanın önemi konusunda insanlar doğal bir
küme oluşturmadıklarından, ünlü buluşu "derin yapı"yı
reddetmesinden dilin biyolojik doğasına karşın kusursuz­
luğa yakın olabileceği tahminine; sağduyu ile bilim ara­
sındaki gerilimden kahverengi bir ev ya da bir fincan çay
hakkında bildiklerimizin içerimlerine kadar. Hepsi birleşe­
rek dil ve zihin hakkında benzersiz ve ikna edici bir görüş
sunmaktadır.
Teşekkür

"Dil İncelemelerinde Yeni Ufuklar" başlıklı 1. Bölüm 2 1


Ocak 1997'de İspanya'da Balear Adaları Üniversitesi'nde
bir konferansta bildiri olarak sunulmuştur. "Dil Kullanı­
mının Açıklanması" başlıklı 2. Bölüm ilk kez PhiJosophical
Topics'te yayımlandı (1992, 20: 205-231) ve burada Philo­
sophical Topics editörünün izniyle yayımlanıyor. "Dil ve
Yorum: Felsefi Düşünceler ve Ampirik Araştırma" başlıklı
3. Bölüm ilk kez Inference, Explanation, and Other Frust­
rations: Essays in the Philosophy of Science'ta yayımlan­
dı (s. 99-128); haz. John Earman, © The Regents of the
University of California. Bu makale buraya University of
California Press'in izniyle alınmıştır. 4. Bölüm, "Dil ve Zi­
hin İncelemelerinde Doğalcılık ve Düalizm" Nisan 1993'te
Dublin'deki University College'ta Agnes Cuming Konferan­
sı'ndaki sunumun yayına hazırlanmış biçimidir ve ilk kez
Intemational Joumal of Philosophical Studies'de (1994, 2:
181-200) yayımlanmıştır. Burada Intemational Joumal of
Philosophical Studies'in izniyle basılmıştır. "Doğal Bir Nes­
ne Olarak Dil" başlıklı 5. Bölüm 23 Mayıs 1994'te Londra'da
University College'taki Jacobsen Konferansı ve 16 Mayıs
1994'te New York University School of Medicine'daki Ho­
mer Smith Konferansı'nda sunulan çalışmanın yayına ha­
zırlanmış biçimidir. Bu bölümün biraz değişik bir versiyo­
nu 6. Bölüm'le ("İçselci Perspektiften Dil") birlikte 1995'te
"Dil ve Doğa" başlığıyla Mind'da (104: 1-6 1) yayımlandı. Bu
yazının gözden geçirilmiş bir hali burada Oxford University
Press'in izniyle yeniden yayımlanmaktadır. "İçselci İrdele­
meler" başlıklı 7. Bölüm, Professor Bjorn Ramberg'in yayı­
na hazırladığı bir kitapta yayımlanacaktır* ve burada Pro­
fesör Ramberg ve MIT Press'in izniyle basılmıştır.

• Sözü edilen kitap yayımlanmıştır: Reflections and Replies: Essays on the


Philosophy of Tyler Burge, editörler: Martin Hahn, Bj0m T. Ramberg,
MiT Press, 2003 -ed. notu.
GİRİŞ

Geride bıraktığımız yarım yüzyılda, insanın bilişsel yetile­


ri, bu yetilerin doğası, eylem ve yorumla ilişkisi hakkında
yoğun ve çoğu zaman son derece verimli araştırmalar ya­
pılmıştır. Bu araştırmalar genellikle, "zihinsel şeyler, hatta
zihinler, beyinden doğan özelliklerdir" tezini benimsemek­
te, ama aynı zamanda "bu ortaya çıkan şeylerin ... düşük
düzeyli olaylar arasındaki etkileşimi kontrol eden ilkeler­
den, henüz bizim kavrayamadığımız ilkelerden doğduğu­
nu" da kabul etmektedir (Mountcastle 1998: 1). "Henüz"
sözcüğü bu dönem boyunca, ama doğnı ama yanlış, değiş­
mez bir izlek olan iyimserliği ifade etmektedir.
Bu tez, çok ikna edici nedenlerle savunulmuş olan on
sekizinci yüzyıl önermelerini yeniden canlandırmaktadır:
özellikle, Newton'ın, epeyce kaygı duymasına rağmen, ka­
bul edilmiş görünen "salt materyalist ya da mekanik bir
fiziğin imkansız" olduğu görüşü (Koyre 1957: 2 10); ve tıp­
kı Tann'nın "harekete, hareketin nasıl üretebildiğini asla
tasavvur edemeyeceğimiz etkiler katması" gibi, "madde­
ye fazladan bir de düşünme yetisi eklemeyi" tercih etmiş
olabileceği yönündeki "Locke önerisi"nin içerimleri (Loc­
ke 1975: 541, iV. Kitap, 3. Bölüm, 6. Kısım). Erken mo­
dern çağın öncülleri ve bunların gerisinde yatan düşünce,
kanaatimce, genelde gördüğünden daha yakın ilgiyi hak
etmektedir. Aynca hatırlatmakta yarar var, "zihin/beyin
etkileşimi"nin anlaşılamaması modern bilim devrimlerinin
başlangıcından bu yana ilerlemenin sınırlı olduğu tek alan
değildir. Yüksek zihinsel yetiler konusundaki araştırmalar
bazı alanlarda büyük başarılar elde etmiş olsa da, sonuç­
l&r sorunun temelinde yattığı düşünülen meselelere -ka­
naatimce, akla yatkın bir şekilde- inmeyi başaramamıştır.
Bu konulardan bazıları elinizdeki kitapta ele alınmaktadır.
24 •Dil ve Zihin İncelemelerinde Yeni Ufuklar

Özellikle son yirmi yılda ciddi ilerlemelerin kayde­


dildiği alanlardan biri dil incelemeleridir. Burada da ge­
leneksel sorunlar ufukta durmaktadır, hatta belki orada
bile değildir. Bu çalışmalara dair anlayışımda yukarıda söz
edilen zihin/beyin tezinin bir biçimi (çoğu zaman zımnen)
ön kabul olarak alınmaktadır ve bu çalışmaları psikoloji­
nin veya daha geniş düzlemde insan biyolojisinin parçası
olarak yorumlamak mümkündür. Bazıları ikna edici bir
ifadeyle bunu "biyo-dilbilim" olarak adlandırmıştır (Jen­
kins 1999). Konusu, insanların, özellikle de beyinlerinin
kendine has koşullarıdır: Bunlara "dilsel koşullar" diye­
lim. Biyo-dilbilim bu tür koşulların doğasını ve özellikle­
rini, bunların gelişimini ve çeşitliliğini ve doğuştan gelen
biyolojik özelliklerdeki temelini gün yüzüne çıkarmaya ça­
lışmaktadır. Bu doğuştan gelen özellikler, yüksek zihinsel
yetilerin kendine has bileşenlerinden olan bir "dil yetisi"ni
belirliyor gibi gözükmektedir (yani bir sistem olarak, öğe­
leri her türlü işleve sahip olabilir), insanların geniş ölçekte
paylaştıkları bir "türsel özellik"tir bu. Dil yetisi evrimin çok
yakın dönemine ait bir gelişmedir ve bilindiği kadarıyla,
önemli ölçüde biyolojik olarak yalıtılmıştır. Biyo-dilbilim
araştırmaları, bir gün "zihin/beyin" tabirindeki "/" işare­
tinin daha dolu bir içerik kazanacağı umuduyla, beynin
özelliklerine yönelik diğer yaklaşımlarla birleşme hedefine
doğru ilerler. Yalnızca dilsel koşulların doğası ve gelişimiy­
le değil, aynı zamanda bunların dil kullanımıyla ilişkisine
de kafa yorar. Bu koşulların bir dış araçla (üretim ve algı)
ilişkileri ve gerek dünya hakkında düşünme ve konuşma­
daki gerek diğer insan eylemleri ve ilişkilerindeki rolleri,
prensipte, bazen de gerçekte buna dahildir. Bazı alanlar­
da, özellikle de doğal dilde gönderim ve anlam problem­
lerine ilişkin olarak, bu yaklaşım bana aşağıda belirtilen
nedenlerden dolayı ciddi bir yeniden düşünmenin ufukta
olabileceğini hissettirmektedir.
Elbette bu "doğalcı" yaklaşımın, dille ilgili olguları ve
dil kullanımını araştırmanın uygun bir yolu olduğunu gös­
termek gerekiyor. Daha hırslı bir tez ise bu alanlarda genel
Giriş • 25

olarak yapıcı bir çalışma için (en azından örtülü, bazen


de açıkça yadsımaya rağmen) bunun ön gereklilik olduğu
ve benzer bir şeyin diğer bilişsel yetilerin incelenmesinde
de geçerli olduğudur. Aynca eleştirilerin (yaygın ve etkili
olanlar da dahil) yanlış yönlendirilmiş olduğunun da gös­
terilmesi gerekiyor. Ben bütün bunların son derece akla
yatkın olduğunu düşünüyorum. Çoğunluğu son birkaç
yılda yaptığım konuşmalara dayalı olan aşağıdaki maka­
leler bu yargılara dair bazı sebepler önermeye ve uygun,
araştırmaya değer gördüğüm bazı doğrultulann taslağını
sunmaya çalışmaktadır.
1
DİL İNCELEMELERİNDE YENİ UFUKLAR

istemli araştırmanın en eski dallarından biri olan

S dil incelemelerinin geçmişi klasik Hindistan ve


Yunanistan'a dayanmakta olup, zengin ve verimli
başarılarla doludur. Ama farklı bir açıdan bakıldığında,
gayet yenidir. Günümüzün başlıca araştırma girişimleri
yalnızca 40 yıl önce, geleneğin bazı önde gelen fikirlerinin
canlandırılıp yeniden inşa edilmesiyle şekillenmiş ve böy­
lece çok verimli olduğu kanıtlanan bir araştırmanın kapı­
lan açılmıştır.
Dilin yıllar boyu böyle bir çekim merkezi olması şaşır­
tıcı değildir. İnsandaki dil yetisi gerçek bir "türsel özellik"
gibi görünmektedir: İnsanlar arasında dil farklılıkları çok
azdır ve başka bir alanda ciddi bir benzeri yoktur. Belki
de en yakın benzerleri, bir milyar yıllık evrimsel uzaklık­
taki böceklerdedir. Serbestçe oluşturulmuş düşünceleri
ifade etmek için dil göstergelerini kullanma yeteneğinin
"insan ile hayvan arasındaki gerçek ayrım"a işaret ettiğini
savunan Descartes'ın görüşüne karşı çıkmak için bugün
de ciddi bir neden yoktur. Aynısı insan ile makine ilişkisi
için de geçerlidir; "makine" derken ister on yedinci ve on
sekizinci yüzyıl hayal gücünü ele geçiren otomatları, ister
günümüz düşünce ve tahayyülüne uyarıcı unsurlar sağla­
yan makineleri anlayalım, fark etmez.
Üstelik, dil yetisi her açıdan insan yaşamında, düşün­
cesinde ve ilişkilerinde kritik bir bileşendir. Biyoloji dün­
yasında yalnızca insanların karmaşık ve zengin bir tarihe,
28 •Dil ve Zihin İncelemelerinde Yeni Ufuklar

kültürel evrime ve çeşitliliğe sahip olmasının, hatta sayı­


larının devasa olması gibi teknik bir anlamda biyolojik ba­
şarının temel nedeni dil yetisidir. Yeryüzündeki garip olay­
lan gözlemleyen Marslı bir bilimci, bu benzersiz görünen
zihinsel örgütlenme biçiminin ortaya çıkışı ve bunun ma­
hiyeti karşısında şaşkınlığını gizleyemezdi. Birçok gizem­
li yönü olan bu konunun kendi doğalarını ve dünyanın
genelindeki yerlerini anlamaya çalışan canlıların merakını
uyandırması daha da doğaldır.
İnsan dili biyolojik olarak da eşine pek rastlanmayan
temel bir özelliğe dayalıdır: En saf biçimiyle doğal sayılarda
(1, 2, 3 ... ) görülen aynk sonsuzluk özelliği. Çocuklar bu
özelliği öğrenmezler; zihin zaten temel ilkelere sahip olma­
dığı takdirde, hiçbir kanıt bunları sağlayamaz. Benzer şe­
kilde, hiçbir çocuk üç-dört sözcüklük cümleler olduğunu,
ama üç buçuk sözcüklük cümceler olmadığını ve bunların
böyle sonsuza dek gittiğini öğrenmek zorunda değildir. Ke­
sin bir biçim ve anlamı olan daha karmaşık bir cümle kur­
mak her zaman mümkündür. Bu tür bilgiler bize, David
Hume'un ifadesiyle "doğanın kendi elinden" (1748/1975:
108, 85. Kısım), biyolojik mirasımızın parçası olarak geli­
yor olmalıdır.
Bu özellik, "en gizli düşüncelerimizi başka bir insa­
na 24 küçük karakterle" (Galileo 1632/ 1661, ilk günün
sonu) aktaracak bir araç keşfetmeyi gelmiş geçmiş tüm in­
san icatlarının en büyüğü olarak gören Galileo'yu cezbet­
mişti. Bu icat başarılı olmuştur, çünkü bu karakterlerin
temsil etmek üzere kullanıldığı dilin ayrık sonsuzluğunu
yansıtmaktadır. Kısa süre sonra, Port Royal Dilbilgisi'nin
yazarları birkaç düzine sesten düşündüklerimizi, hisset­
tiklerimizi ve hayal ettiklerimizi başkalarına sunmamı­
zı sağlayan sonsuz sayıda ifade geliştirmemizin bir aracı
olan "muhteşem icat"tan fevkalade etkilenmişlerdi; çağdaş
perspektiften bakıldığında, bu bir "icat" değildir, ama bu
durumda, hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz biyo­
lojik evrimin bir ürünü olarak "muhteşem"liğine diyecek
söz yoktur.
Dil İncelemelerinde Yeni Ufuklar • 29

Bilimcilerin görme sisteminden, bağışıklık sistemin­


den ya da dolaşım sisteminden bedenin organlan olarak
bahsetmeleri anlamında dil yetisi de bir "lisan organı" ola­
rak görülebilir. Bu şekilde kavrandığında, bir organ be­
denden ona zarar vermeden kopartılabilecek bir şey değil­
dir. Daha karmaşık bir yapının alt sistemidir. Ayırıcı temel
özellikleri ve etkileşimleri olan parçalan araştırarak tüm
karmaşıklığı anlamayı umarız. Dil yetisine dair inceleme­
ler de aynı şekilde ilerlemektedir.
Aynca temel niteliğinin genlerin bir ifadesi olması ba­
kımından lisan organının diğerlerine benzediğini varsa­
yıyoruz. Bunun nasıl olduğu araştırma açısından halen
uzak bir olasılıktır, ama dil yetisinin genetik olarak belir­
lenmiş "başlangıç durumu"nu başka şekillerde araştırabi­
liriz. Çok açık ki, her dil iki etken arasındaki etkileşimin
sonucudur: başlangıç durumu ve deneyimin seyri. Baş­
langıç durumunu, deneyimi "girdi" olarak alıp dili "çıktı"
-zihin/beyinde içsel olarak temsil edilen bir "çıktı"- olarak
veren bir "dil edinim düzeneği" olarak düşünebiliriz. Girdi
ve çıktı, her ikisi de incelemeye açıktır: Deneyimin seyrini
ve edinilen dillerin özelliklerini inceleyebiliriz. Bu şekilde
öğrenilenler, bize bu ikisine aracılık eden başlangıç duru-
mu hakkında çok şey anlatabilir.
Başlangıç durumunun türe özgü olduğuna inanmak
için güçlü nedenler de vardır: Eğer çocuklarım Tokyo'da
büyümüş olsaydı, oradaki çocuklar gibi Japonca konuşu­
yor olacaklardı. Bu demektir ki, Japonca konusundaki ka­
nıtlar, İngilizce için başlangıç durumuna ilişkin varsayım­
larla doğrudan ilişkilidir. Bu şekilde, başlangıç durumu
kuramının karşılaması gereken güçlü ampirik koşullan
belirlemek ve aynca dilin biyolojisi için birkaç soru sormak
mümkündür: Genler başlangıç durumunu nasıl belirler?
Başlangıç durumunda ve sonradan büründüğü durumlar­
da söz konusu olan beyin mekanizmaları nelerdir? Bunlar
doğrudan deney yapmanın mümkün olduğu çok daha ba­
sit sistemler için bile son derece zor sorulardır, ama bazı­
ları araştırma ufkunda olabilir.
30 • Dil ve Zihin İncelemelerinde Yeni Ufaklar

Burada anahatlarıyla ortaya serdiğim yaklaşım dil ye­


tisiyle, dilin başlangıç durumu ve sonradan büründüğü
durumlarla ilgilidir. Peter'ın dilinin D durumunda oldu­
ğunu varsayalım. D'yi Peter'ın "içselleştirilmiş dili" olarak
görebiliriz. Burada dilden bahsederken kastettiğim budur.
Bu şekilde anlaşıldığında, dil, "konuşma ve anlama tarzı­
mız" gibi bir şeydir ki, geleneksel dil anlayışlarından biri
budur.
Geleneksel bir terimi yeni bir çerçeveye uyarlayarak,
Peter'ın dili kuramını onun dilinin "grameri" olarak adlan -
dınyoruz. Peter'ın dili her biri kendi ses ve anlamı olan
sonsuz sayıda ifadeyi belirler. Teknik açıdan bakıldığında,
Peter'ın dili kendi dilinin ifadelerini "üretir". Bu nedenle
Peter'ın dili kuramı üretici dilbilgisi olarak adlandırılmak­
tadır. Her ifade Peter'ın edim sistemleri için "talimatlar"
sunan bir özellikler bütünüdür: söyleyiş aygıtı, düşünce­
lerini düzenleme tarzları vb. Dili ve onunla ilintili edim sis­
temleriyle birlikte, Peter'ın ifadelerin sesi ve anlamı hak­
kında muazzam bir bilgisi ve buna denk düşen bir şekilde
duyduklarını yorumlama, düşüncelerini ifade etme ve dili­
ni çok çeşitli şekillerde kullanma yetisi vardır.
Üretici dilbilgisi, çoğu zaman I 950'lerin "bilişsel devri­
mi" olarak adlandırılan bağlamda ortaya çıktı ve onun geli­
şiminde önemli bir etken oldu. Burada "devrim" tabiri uy­
gun olsun ya da olmasın, bakış açısında önemli bir değişim
vardı: Davranış ve ürünlerinin (metinler gibi) incelenmesin­
den, düşünce ve eylemin parçası olan iç mekanizmalara yö­
lenen önemli bir değişim. Bilişsel perspektif, davranışı ve
ürünlerini, araştırmanın nesnesi olarak değil, zihnin iç me­
kanizmalarına ve bu mekanizmaların eylemleri yerine ge­
tirip deneyimi yorumlarken nasıl işlediğine ilişkin kanıtlar
sağlayabilecek veriler olarak görür. Yapısal dilbilimin odak
noktasında yer alan özellikler ve kalıplar, ifadeleri üreten iç
mekanizmalarda yerlerini alırlar, ama diğer sayısız olguy­
la yan yana açıklanması gereken olgular olarak. Bu yakla­
şım "zihincidir", ama tartışma götürmez olması gereken bir
anlamda. Mekanik, kimyevi, optik ve diğer yönleriyle yan
Dil İncelemelerinde Yeni Ufuklar • 3 1

yana duran "dünyanın zihinsel yönleri"yle ilgilenir. Doğal


dünyadaki gerçek bir nesneyi (beyni, beynin durumlarını
ve işlevlerini) incelemeye ve böylece zihin incelemelerini ni­
hayetinde biyolojik bilimlerle bütünleşmeye doğru ilerletir.
"Bilişsel devrim," dünya hakkındaki anlayışımızı kök­
ten değiştiren bilim devriminin bir parçası olan, on yedinci
ve on sekizinci yüzyılın "ilk bilişsel devrimi" diye adlandı­
rabileceğimiz devrimin sezgi, başarı ve ikilemlerinden ço­
ğunu yenilemiş ve yeniden şekillendirmiştir. O dönemde
dil, Wilhelm von Humboldt'un ifadesiyle, "sınırlı araçları
sınırsız biçimde kullanma" olarak kabul ediliyordu; ama
bu içgörü ancak sınırlı şekillerde geliştirilebilirdi; çünkü
temel fikirler muğlak ve müphem kalmıştı. Yirminci yüz­
yılın ortasına gelindiğinde, formel bilimlerdeki ilerlemeler
çok keskin ve net bir biçimde uygun kavramlar sunmuş,
böylece bir dilin ifadelerini yaratan hesaplama ilkelerinin
kesin bir açıklamasını sunmayı ve böylece en azından
kısmen "sınırlı araçları sınırsız biçimde kullanma" fikrini
yakalamayı mümkün kılmıştı. Başka ilerlemeler de başarı
elde etme konusunda daha büyük bir umutla geleneksel
soruları araştırmanın yolunu açmıştı. Dil değişimi incele­
meleri büyük başarılar kaydetmişti. Antropolojik dilbilim
dillerin doğası ve çeşitliliği hakkında çok daha zengin bir
kavrayışı mümkün kılarak, birçok klişeyi hurdaya çıkardı.
Aynca belli konularda, özellikle de ses sistemleri inceleme­
lerinde yirminci yüzyılın yapısal dilbilimi sayesinde epey
ilerleme kaydedilmiştir.
Üretici dilbilgisi programını hayata geçirme yönün­
deki ilk girişimler, en iyi incelenen dillerde bile, en temel
özelliklerin es geçildiğini, en kapsamlı geleneksel dilbilgisi
kitaparının ve sözlüklerin yalnızca yüzeye dokunduğunu
hemen göstermişti. Dillerin temel özellikleri, tanınmadan
ve ifade edilme gereği bile duyulmadan her yerde ön kabul
olarak alınıyor. Amaç insanlara ikinci bir dil öğrenmele­
rinde yardımcı olmak, sözcüklerin yaygın anlam ve telaf­
fuzlarını bulmak ya da diller arasındaki farklara ilişkin ge­
nel bir fikre sahip olmaksa, bu gayet uygundur. Ama eğer
32 • Dil ve Zihin İncelemelerinde Yeni Ufuklar

amacımız dil yetisini ve büründüğü durumları anlamaksa,


"okurun zekasını" üstü kapalı bir şekilde ön kabul olarak
alamayız. Daha doğrusu, araştırmanın nesnesi budur.
Dil edinimi incelemeleri aynı sonuca varmaktadır. İfa­
delerin yorumlanmasına dikkatle bakıldığında, çocuğun
daha ilk evrelerden itibaren deneyimin sağladığından çok
daha fazla bilgiye sahip olduğu açıkça görülmektedir. En
basit sözcükler için bile geçerlidir bu. Bir çocuk dil gelişi­
minin zirve dönemlerinde, son derece belirsiz koşullarda ve
fevkalade sınırlı olarak maruz kaldığında, saatte bir sözcük
öğrenerek sözcük edinmektedir. Sözcükler hiçbir sözlüğün
içeremeyeceği kadar incelikli ve karmaşık tarzlarda anla­
şılmakta ve yalnızca soruşturmaya başlanmaktadır. Tekil
sözcüklerin ötesine geçtiğimizde, sonuç daha da çarpıcıdır.
Dil edinimi genel olarak organların büyümesine oldukça
benzemektedir; çocuğun yaptığı bir şeyden ziyade, çocuğun
başına gelen bir şeydir. Çevrenin önemli olmasına karşın,
gelişimin temel seyri ve ortaya çıkan şeyin temel özellikleri,
başlangıç durumu tarafından belirlenir. Ama başlangıç du­
rumu insanlarda ortak olan bir niteliktir. Demek ki temel
özellikleri bakımından, hatta en ince ayrıntısına kadar dil­
ler aynı hamurdan yoğrulmuştur. Marslı bilimcinin yalnız­
ca önemsiz farklılıklar sergileyen tek bir insan dili olduğu
sonucuna varması mantıksız değildir.
Diller üretici dilbilgisi bakış açısıyla daha dikkatli bir
şekilde araştırıldığında ortaya çıktı ki, dillerin çeşitliliği de,
karmaşıklık düzeyleri ve bunların ne ölçüde dil yetisinin
başlangıç durumu tarafından belirlendikleri mevzusu ka­
dar ciddi ölçüde hafife alınmıştı. Aynı zamanda, çeşitlilik
ve karmaşıklığın yüzeysel görünüşten başka bir şey ola­
mayacağını da biliyoruz.
Bunlar şaşırtıcı -çelişkili, ama reddedilemez- sonuç­
lardı. Modem dil incelemelerinin temel sorunu haline gel­
miş olan şeyi net bir biçimde ortaya koydular: Tüm dillerin
tek bir izleğin çeşitlemeleri olduğunu, ama aynı zamanda
bunların yüzeysel olarak farklı olan incelikli ses ve anlam
özelliklerini aslına sadık şekilde kaydettiğini nasıl göstere-
Another random document with
no related content on Scribd:
XI
Les Larmes.

Il n’y a que cela ! Tout est vain, excepté les larmes. L’histoire est
comme un songe puisqu’elle est bâtie sur le temps qui est une
illusion souvent douloureuse et toujours insaisissable, mais
certainement une illusion qu’il est impossible de fixer. Chacune des
parcelles infinitésimes dont l’ensemble constitue ce que nous
appelons la durée, se précipite au gouffre du passé avec une
rapidité foudroyante, et l’histoire n’est autre chose que ce
fourmillement d’éclairs enregistré dans des pupilles de tortues.
A mesure que l’histoire se déroule, elle devient aussitôt le secret
de Dieu, et l’authenticité, même la plus forte, aux yeux du penseur,
n’est qu’une opinion probable. Quelque documenté que puisse être
un historien, le fait qu’il a devant lui, l’ayant si péniblement ramené,
comme une épave, du fond des ténèbres, il sait bien qu’il ne le voit
pas. Sa forme essentielle, divine, lui échappe nécessairement. On a
des preuves certaines, indiscutables, d’un grand nombre
d’événements historiques à des époques bien déterminées ; mais
ces preuves, au fond, n’ont pas d’autre consistance que la nécessité
absolue de ces événements et de ces époques. Il FALLAIT cela et
pas autre chose. Critérium unique.
Jeanne d’Arc aurait pu être délivrée ou rachetée par le roi, — la
mort de Jeanne d’Arc n’était pas une conséquence nécessaire de sa
captivité, a-t-on dit. Sans doute, mais le contraire est arrivé, parce
que ces injustices énormes étaient indispensables à la réalisation
d’un plan énormément mystérieux que nous ne pouvons pas
connaître.
Voici quelques lignes fortes du capitaine Paul Marin que je ne me
lasse pas de citer :
« L’histoire telle que les hommes l’écrivent ! comment la
qualifier ? C’est une ébauche de vérité, au prix de l’histoire telle que
notre esprit conçoit que Dieu la fera lire au dernier jour, quand se
déroulera le livre illustrant en traits de feu les milliards d’images
animées, photographiées à chacune des minutes vécues par
l’humanité ; livre impartial où chacune des voix personnifiant les
milliards d’acteurs des drames passés, répétera, mot pour mot, les
paroles d’autrefois ; livre dont le mécanisme défie les enfantillages
des parleurs et des microphones ! Ce grand livre d’histoire, le jour où
il sera ouvert, permettra de juger, de comparer, de placer Jeanne
d’Arc à son rang. Après cette apparition, l’histoire écrite par les
historiens,… que sera-t-elle ? Hélas ! moins qu’une torche fumeuse
au prix des flots de lumière que verse le soleil, quand il émerge
radieux de son Orient. »
Alors, encore une fois, il n’y a que les larmes, quand on est
assez aimé de Dieu pour en avoir : Beati qui lugent. Les larmes, il
est vrai, brouillent la vue déjà si incertaine, mais la clairvoyance du
cœur peut la remplacer avec avantage, et une divination magnifique
peut illuminer le pauvre historien. Et puis, à une certaine profondeur
déterminée par le gisement des grands morts, on est bien forcé de
rencontrer la Solidarité universelle qui nous est cachée par le
mensonge social et que dénonce avec tant d’éloquence leur
poussière ! C’est cela surtout qui fait pleurer !
On se sent de plain-pied dans cette excessive misère de tous les
hommes. L’éblouissement de l’Héroïsme ou de la Beauté a disparu.
Qu’il s’agisse de Charlemagne, de Napoléon ou de Jeanne d’Arc, on
ne voit en eux que des proches, de très humbles frères dans
l’immense troupeau des cohéritiers de l’Expulsion. Les chants de
gloire, les cris d’enthousiasme, les acclamations populaires
n’existent plus, n’existèrent jamais que dans un rêve qui s’est
dissipé. Il n’y a plus que des larmes de pénitence, de compassion,
d’amour ou de désespoir, fleuves lumineux ou sombres qui vont aux
golfes inconnus.
Jeanne pleura de pitié sur la France que dévastaient les Anglais.
En quelque lieu que soit son âme, ne pleure-t-elle pas maintenant
d’une compassion plus grande sur la même France immolée par de
plus féroces barbares ?
En 1846, il y eut les Larmes prophétiques de la Mère de Douleur
qui pleurait sur sa Montagne, en suppliant son peuple d’avoir pitié de
lui-même, et ces Larmes saintes, qui devaient être si criminellement
dédaignées, ne purent tomber jusqu’à terre. Les Témoins ont dit
qu’elles remontaient vers le ciel. Il faut donc aujourd’hui les larmes
de plusieurs millions de mères ou de veuves pour les remplacer, et
c’est probablement tout ce qui restera de notre histoire
contemporaine qui paraît déjà le plus effrayant des songes !
XII
« Évêque, je meurs par vous ! »

Au moment de parler des juges de Jeanne d’Arc, et afin de


retarder encore un peu cette révoltante besogne, il paraît expédient
de mentionner le fait assez peu connu que voici.
Après l’inique sentence de relapse qui livrait la sainte au
bourreau séculier succédant aux bourreaux ecclésiastiques, et
jusqu’à la dernière minute de la dernière heure, il fut possible de la
sauver.
Il existait à Rouen un antique usage, privilège royal en des mains
ecclésiastiques « vrayment admirable et unique en son espèce et
qui, pour ceste cause, mérite d’être recognu de tous, mesmement en
ceste France… » a dit l’historien Pasquier. « Je puis dire, et en pétille
qui voudra, qu’en toute l’ancienneté, vous n’en trouverez un
semblable. » C’était le célèbre privilège de saint Romain que les
Anglais, en politiques habiles, avaient déclaré « vouloir maintenir et
défendre en l’honneur et révérence du glorieux patron de la ville »,
privilège que le peuple avait en singulière dévotion et qui devait se
perpétuer jusqu’à la fin du dix-huitième siècle, malgré les droits du
pouvoir royal et les susceptibilités des corps judiciaires.
En vertu de ce privilège de la fierte, le chapitre de la cathédrale
déclarait, chaque année, à la fête de l’Ascension, un prisonnier libre
et absous, dans une cérémonie à laquelle prenait part tout le clergé
de la ville, escortant en grande pompe la châsse de saint Romain
« levée » par le prisonnier, que l’Église venait de rendre à la vie et à
la liberté.
En 1431, l’Ascension tomba le 10 mai. Qu’eût fait le
gouvernement anglais, si le chapitre eût désigné Jeanne ? Et qu’eût
fait le peuple de Rouen, si le gouvernement anglais eût refusé
Jeanne au chapitre ? De précédents refus avaient ensanglanté la
ville. Mais le courage manqua au chapitre et, cette année-là, par une
ironie vraiment amère, au lieu de cette vierge innocente, le clergé
désigna un prisonnier vulgaire, coupable de viol ! Le rapprochement
avec Barabbas s’impose ici, formidablement.
La couardise générale déterminée par la férocité anglaise à
l’égard de la Pucelle est un des traits les plus remarquables de
l’histoire de la France au quinzième siècle. Il y a peu d’exemples
d’une telle défaillance de tous les courages. Fallait-il que Jeanne fût
un holocauste nécessaire ! Et combien dut être voulu de Dieu ce
comble d’iniquité qui provoquait sa justice pour le châtiment de
l’Angleterre, en même temps qu’elle procurait à sa victime la plus
haute gloire ! L’exécrable guerre de Cent ans qui allait s’éteindre
était un terrible compte à régler et le martyre de Jeanne d’Arc
comblait la mesure.
On sait la fin misérable de ses juges les plus acharnés et celle de
quelques-uns des puissants dont ils avaient été les serviteurs vêtus
d’infamie. Nous y reviendrons. Mais la justice divine exigeait la tête
et les entrailles de l’Angleterre, comme elle exigera demain la tête et
les entrailles de l’Empire allemand. Henri VI, roi légitime d’Angleterre
par la mort d’Henri V son père, et roi prétendu de France par la mort
de son aïeul Charles VI, n’avait pas dix ans lorsque Bedfort son
oncle et le cardinal de Winchester son grand-oncle, auteurs
véritables de la condamnation de Jeanne d’Arc, le conduisirent à
Rouen pour que cet enfant présidât nominativement au procès
abominable et, dans l’espoir de lui gagner un royaume, ayant tenu à
l’engager personnellement dans leur forfait.
Or, voici la sentence que, sans le savoir, prononcèrent les juges
prévaricateurs. Henri VI ne perdrait pas seulement le royaume de
France. Des deux couronnes qui avaient été placées sur son
berceau, aucune, à sa mort, ne lui resterait. Après quarante années
d’une guerre civile affreuse, la Rose blanche triompherait enfin, et ce
triste monarque, depuis longtemps le jouet ou l’instrument des
factions, mourrait à cinquante ans, dans la Tour de Londres,
prisonnier et victime de Glocester, exemple fameux de la malédiction
qui frappe les races royales après de grands crimes.
Quant à la nation anglaise, il lui faudrait, avant un siècle, expier
hideusement par l’apostasie. Le Tudor théologien et paillard naîtrait
bientôt et celui-là vengerait Jeanne d’Arc à sa manière, en
prostituant son peuple à la vache aride tout en or. Cela se ferait en
un clin d’œil, ad nutum regis, presque sans martyrs, pour la durée de
combien de siècles ? Du matin au soir, un certain jour, tout ce
royaume qui fut, autrefois, l’Ile des saints, serait hérétique par l’effet
d’une obéissance ignoble…
« Je sais que les Anglais seront tous boutés hors de France »,
avait dit Jeanne à ses juges, « tous, excepté ceux qui y mourront. Je
le sais par révélation aussi clairement que je vous vois… Écrivez-le,
afin que quand ce sera advenu, on ait mémoire que je l’ai dit. » Hors
de France ! Douze ans plus tard, après la bataille de Castillon et la
mort du vieux Talbot, cette prédiction était visiblement accomplie.
Mais, dans la bouche de Jeanne si injustement et si cruellement
condamnée, une telle menace pouvait-elle signifier moins que
l’expulsion du Royaume de Jésus-Christ, expulsion spirituelle,
expulsion des âmes, dans le sens le plus étendu !
On est ou on pourrait être porté à croire que le procès de Jeanne
d’Arc, assez ignoré de la multitude et connu seulement par quelques
réponses fameuses de l’héroïne, est entaché de fraudes et
d’irrégularités monstrueuses. Il n’en est rien. La minute du jugement
a été conservée et il paraît que c’est une pièce tout à fait
irréprochable. « Rédigée sous la haute direction de Cauchon », a
écrit un magistrat éminent, « cette œuvre fait honneur à son
patriotisme anglais, à sa science juridique et à ses talents littéraires.
Il est difficile d’en trouver une autre aussi révoltante au fond et aussi
habilement cachée sous des dehors hypocrites. Respect apparent
des formes, observation scrupuleuse des droits de la défense
(rendus illusoires, en fait, par le refus obstiné de tout défenseur), rien
n’y manque. Mais que peuvent les formes où n’est pas l’esprit ?
Qu’on imagine aujourd’hui tout un personnel judiciaire s’entendant
pour accabler l’innocence : un procureur, un juge d’instruction, une
chambre d’accusation, un procureur général, une cour d’assises, un
jury. L’innocence pourrait être condamnée dans les règles. C’est le
cas de Jeanne d’Arc. Quand le registre qui contenait la minute de
l’instrument authentique, eut été achevé, il fallut s’occuper d’en faire
des copies ou expéditions. Cauchon eût pu n’en demander qu’une,
comme il arrive pour tant de procès. Et alors cette expédition
perdue, ce procès, la grande gloire de Jeanne d’Arc, pouvait
disparaître à jamais. Il n’en fut pas ainsi et ce fut l’évêque lui-même,
circonstance étrange, qui prit les précautions nécessaires pour
immortaliser sa propre infamie et la gloire de sa victime. Les greffiers
eurent de lui l’ordre d’en dresser cinq expéditions. »
Ce serait une erreur de croire que Cauchon était une mitre
quelconque. Pierre Cauchon, « révérend père en Christ, par la divine
miséricorde, évêque de Beauvais », était, au contraire, un des plus
célèbres docteurs de son temps, licencié en droit canon, maître ès
arts, docteur en théologie, ancien recteur de l’Université de Paris et
conservateur de ses privilèges ; grand praticien en matière de droit,
ce que le procès qui a voué son nom à l’ignominie suffirait à établir,
et l’un des universitaires les plus engagés dans la cause
antinationale. Bombardé à l’épiscopat par la faction bourguignonne
en récompense de son zèle à entreprendre la justification du crime
de Jean sans Peur au concile de Constance, excommunié à Bâle,
anathématisé plus tard par la cour de Rome, suspect d’hérésie et
notoirement rebelle à l’autorité du Saint-Siège ; — où l’Angleterre
des Lancastre et de la Rose rouge, apostate future et déjà
pressentie, aurait-elle pu trouver un plus désirable serviteur ?
Jeanne d’Arc fut vouée à une mort certaine le jour où Bedfort et
le cardinal d’Angleterre eurent décidé de la livrer à Cauchon. Ce qui
suivit fut affaire de forme et de temps. Pour reprendre une
hypothèse émise plus haut, qu’on imagine un procès capital où
chacun des membres du jury aurait la certitude absolue de voir
confisquer tout son bien et d’être lui-même écorché vif, au cas d’un
verdict favorable à l’accusé ou seulement invocateur de
circonstances atténuantes, on aura, dans toute son exactitude, la
situation des juges ou assesseurs délibérants au nombre de plus de
soixante, par qui Jeanne devait être condamnée. Cauchon était le
premier homme du monde pour mener ainsi ce troupeau.
Il est hors de doute que tous ceux qui condamnèrent Jeanne
d’Arc ou qui la laissèrent condamner étaient absolument sûrs de son
innocence et que tous portèrent, jusqu’à la fin de leur vie, la honte et
le remords d’avoir participé à cette forfaiture. Cent témoignages
ultérieurs l’ont démontré surabondamment. Cette unanimité de
bassesse ou de lâcheté est une sorte de prodige qui déconcerte. On
a peine à concevoir cette multitude de prêtres, chacun d’eux
célébrant, chaque jour, les saints Mystères — on le suppose du
moins — et, la bouche pleine du Sang du Christ, consentant de
propos délibéré, sciens et prudens, à porter, trois mois, l’énorme
fardeau de cette effroyable complicité !
La plupart connaissaient assurément ce que Jeanne appelait le
Livre de Poitiers, réclamé par elle tant de fois au cours de ses
interrogatoires, c’est-à-dire le registre de la première enquête qui lui
avait été si favorable à Poitiers et dont la production à Rouen l’eût si
pleinement justifiée ! Ce document avait dû être criminellement
anéanti à l’instigation de Regnauld de Chartres.
Quelques-uns, torturés sans doute par leur conscience, joignirent
à leur adhésion cette réserve timide qui trahissait leur angoisse, en
aggravant leur injustice : « A moins que les révélations de cette fille
ne viennent de Dieu, ce qui n’est pas présumable. » D’autres qui font
peur, en proie au vertige de la prévarication, devinrent enragés, tel
ce chanoine de Rouen qui avait accablé la sainte et qui, témoin de
son supplice, quelques jours après, disait en pleurant : « Plût à Dieu
que mon âme fût où est son âme ! »
Parmi ces docteurs et maîtres « n’ayant devant les yeux que
Dieu et la vérité de la foi », il serait injuste, à ce propos, de ne pas
faire mention spéciale de Guillaume Évrard, théologien bourguignon
et prédicateur vanté qui, ayant été choisi par l’évêque pour un
sermon où il fallait anathématiser Jeanne, poussa le zèle de la
couardise jusqu’à feindre contre elle, dans son discours, l’indignation
la plus généreuse. Celui-là, aussi, dut verser des larmes devant le
bûcher. Tous les crocodiles pleuraient, dit-on, et Cauchon lui-même,
d’après un témoin.
Deux seulement, déjà convoqués et dans les griffes du démon de
Beauvais, refusèrent de prendre part au procès. Le premier, Nicolas
de Houppeville, vieux théologien de 65 ans, aima mieux se faire jeter
en prison sans jugement par l’ordre de Cauchon qui faisait
exactement tout ce qui lui plaisait. Le second, maître Jean Lohier,
eut le rare bonheur de pouvoir fuir, le même Cauchon voulant qu’on
le jetât dans la rivière. Le témoignage du greffier Manchon au sujet
de ce personnage, vingt ans plus tard, éclaire singulièrement le
ténébreux drame :
« Iceluy, maître Jean Lohier, quand il eut vu le procès — ce qui
en étoit écrit déjà — il dit qu’il ne valoit rien pour plusieurs raisons.
Premièrement, pour ce qu’il n’y avoit point forme de procès
ordinaire. Item, pour ce qu’il étoit traité en lieu clos et fermé où les
assistants n’étoient pas en pleine et pure liberté de dire leur pleine et
pure volonté. Item, pour ce que l’on traitoit en icelle matière
l’honneur du Roi de France duquel elle tenoit le parti, sans appeler le
Roi ni aucun qui fût de par lui. Item, pour ce que libellé ni articles
n’avoient point été baillés et si n’avoit quelque conseil icelle femme
qui étoit une simple fille, pour répondre à tant de maîtres et de
docteurs, et en grande matière, par espécial celles qui touchent ses
révélations, comme elle disoit. Et pour tout ce, lui sembloit que le
procès n’étoit valable. Desquelles choses monseigneur de Beauvais
fut fort indigné contre ledit Lohier et il dit aux maîtres : « Voilà Lohier
qui nous veut bailler belles interlocutoires en notre procès. Il veut
tout calomnier et dit qu’il ne vaut rien. On voit bien de quel pied il
cloche !… » Le lendemain, je parlai audit Lohier et lui demandai ce
qu’il lui sembloit dudit procès et de ladite Jehanne. Il me répondit :
« Vous voyez la manière dont ils procèdent. Ils la prendront, s’ils
peuvent, par ses paroles. Il semble qu’ils procèdent plus par haine
qu’autrement, et pour cette cause, je ne veux plus être ici. »
Mais tous ne pouvaient fuir et tous tremblaient, excepté ceux qui
avaient condamné Jeanne avant qu’elle fût prise et qui, la tenant
dans leurs mains, ambitionnaient de la brûler pour être agréables
aux Anglais que cela seul pouvait satisfaire, et obtenir d’eux, par ce
moyen, de fameuses récompenses.
Celui qui tremblait le plus, c’était précisément l’homme
indispensable sans lequel Cauchon n’aurait pu rien faire, Jean
Lemaître, inquisiteur commis au procès. Il refusa longtemps d’y
prendre part, mais on lui fit entendre clairement que s’il continuait, il
y avait pour lui danger de mort. Il ne se décida que sous la pression
des Anglais et on le vit constamment en proie à une terreur extrême.
« Je vois bien », disait le pauvre homme, « qu’il y va pour moi de la
vie, si je ne me rends pas à leur volonté. »
En outre, et sans insister plus longtemps sur les couards ou les
ambitieux de plus ou moins d’envergure, l’évêque de Beauvais avait
à sa dévotion de très précieuses canailles et d’inestimables
chenapans sacerdotaux. L’histoire a conservé le nom de messire
Jean d’Estivet, chanoine des églises de Bayeux et de Beauvais,
constitué promoteur ou procureur général de la cause, à raison de la
« fidélité, probité, connaissance, suffisance et idonéité de sa
vénérable et discrète personne », auteur de ce libelle ou réquisitoire,
épouvantable d’imposture et d’hypocrisie, qui tua l’héroïne. On
ignore quelle pouvait être l’ambition de cet admirable scélérat. Peut-
être faisait-il le mal pour le mal, en artiste. Quoi qu’il en soit, on sait
sa récompense qui ne se fit pas attendre. Quelques jours après le
bûcher, on le trouva mort à l’une des portes de Rouen, étouffé dans
un bourbier.
Il y eut aussi Loyseleur, le prêtre espion abusant du sacrement
de pénitence pour trahir Jeanne dans sa prison, où l’évêque avait
habilement dissimulé des écouteurs. Cet abominable individu, fuyant
le lieu du crime comme un maudit, s’en alla crever à Bâle d’une
apoplexie foudroyante.
Les autres qui soulèvent le cœur, même après ceux-là, reçurent
des salaires analogues et leur mémoire ne vaut pas l’encre qui
servirait à écrire leurs noms.
L’antique Université de Paris, vénérée dans le monde entier, ne
manqua pas une si belle occasion de se déshonorer à jamais. Cette
université tout anglaise par ses sentiments, avait fait cadeau à
Cauchon d’une demi-douzaine de ses plus illustres docteurs. Ils
furent, paraît-il, les plus acharnés et les plus retors. On se
représente la situation d’une simple fille de la campagne, ignorante
autant qu’il se peut des formes judiciaires et des captieuses
manigances de la théologie, en présence de cette meute de savants
haineux et perfides, privée de conseil et forcée de défendre, seule
contre tous, son âme limpide !
Elle pouvait se souvenir de l’avertissement évangélique : « Ne
préméditez pas vos réponses. Je vous donnerai moi-même une
bouche et une sagesse à laquelle tous vos ennemis ne pourront
résister et qu’ils ne pourront contredire. » — « Très-doux Dieu »,
disait-elle, « en l’honneur de votre sainte Passion, je vous requiers,
si vous m’aimez, que vous me révéliez comment je dois répondre à
ces gens d’église. » On connaît ses admirables et candides
réponses qui contraignirent la pieuse et docte synagogue à se
dévêtir effrontément, effroyablement devant la postérité…
« Jeanne », a dit un témoin, « n’aurait pu se défendre comme elle l’a
fait, dans une cause si difficile, contre tant et de si grands docteurs,
si elle n’eût été inspirée. »
Et quelle déchirante pitié cela devait être ! Chaque interrogatoire
durait trois, quatre heures et même plus, préalable supplice infligé
presque quotidiennement à une captive sans défenseur, exténuée
de misère dans une prison infecte où veillaient sur elle, jour et nuit,
des gardiens choisis parmi les plus horribles crapules de l’armée
anglaise. Cela, par la volonté formelle du « Révérend Père en
Christ » qui espérait sans doute, charitablement, la réduire par
l’inanition et le désespoir. Il fut même question de la soumettre à la
torture et on eut l’inqualifiable méchanceté de la placer en face des
instruments, abomination qui fit horreur au bourreau lui-même. Les
avis ayant été recueillis, on y renonça, l’un des opinants ayant fait
observer qu’il ne fallait pas qu’un procès « aussi bien fait » pût
donner prise à la calomnie.
« Le travail assidu de votre vigilance pastorale », écrivait à
Cauchon l’Université de Paris, « paraît excité par la ferveur immense
de votre très singulière charité ; votre sagesse éprouvée ne cesse
d’être l’appui le plus fort de la foi sacrée ; votre expérience toujours
en éveil vient en aide à votre pieux désir du salut public… Nous
nous empressons d’adresser les plus larges actions de grâce à
Votre Seigneurie dont le zèle ne sommeille pas un instant au cours
de ce procès fameux, entrepris pour l’exaltation du Nom Divin,
l’intégrité et la gloire de la foi orthodoxe et l’édification la plus
salutaire de tout le peuple fidèle… Que le Prince des pasteurs,
lorsqu’il se montrera à elle, daigne accorder à votre révérée
sollicitude une couronne de gloire immarcessible. » !! !
Jeanne d’Arc, objet de cette sollicitude, se sentit perdue. Son
innocence lumineuse pénétra du premier coup le cœur misérable de
son juge. C’est à lui surtout que vont ses réponses, les autres ne
pouvant être à ses yeux purs que les valets infiniment lamentables
de son bourreau :
« — Si vous étiez bien informé sur mon compte, vous devriez
me vouloir hors de vos mains. — Prenez bien garde à ce que vous
dites que vous êtes mon juge. Je vous le dis, vous prenez une
grande responsabilité de me charger ainsi. — Je suis venue de par
Dieu, je n’ai rien à faire ici. — Vous dites que vous êtes mon juge ; je
ne sais si vous l’êtes ; mais avisez bien à ne pas mal juger, car, en
vérité, je suis envoyée de par Dieu et vous vous mettriez en grand
danger ; et je vous en avertis, afin que si Notre-Seigneur vous en
châtie, j’aie fait mon devoir de vous le dire. — Je m’attends de tout à
Dieu mon créateur. Je m’attends à mon Juge. C’est le roi du ciel et
de la terre. — J’ai souvent, par mes Voix, nouvelles de vous,
monseigneur de Beauvais. »
Si on considère que Cauchon savait mieux que personne la
parfaite innocence de celle qui lui parlait ainsi, on est forcé de se
demander en tremblant ce que pouvait être après cela le sommeil de
Sa Seigneurie et de quel front il put accueillir le suprême adieu de sa
victime, quand on la conduisait au bûcher : « Évêque, je meurs par
vous ! J’en appelle de vous, devant Dieu ! »
D’ailleurs, tout le long de cet horrible procès de ténèbres et de
damnation, à supposer que le maudit eût un reste de conscience et
un cœur capable encore de palpiter, ne fût-ce qu’à la façon des
cœurs des chiens affectueux, comment eût-il pu ne pas sentir un
petit souffle d’angoisse, en écoutant les gémissements de cette
brebis du Bon Pasteur qu’on égorgeait en sa présence et par son
ordre :
— Voulez-vous donc que je parle contre moi-même ? — Seriez-
vous content que je me parjurasse ? — Ah ! vous écrivez bien tout
ce qui est contre moi et vous ne voulez pas qu’on écrive ce qui est
pour moi !
Cette dernière plainte, à l’occasion de la défense faite par
Cauchon au greffier d’enregistrer une déclaration qui pouvait lui être
profitable. « Taisez-vous, au nom du diable ! » cria le pontife à
quelqu’un qui tentait d’intervenir. Cela était si fort que, malgré la peur
générale, il y eut un long murmure…
« Je m’en attends à Notre-Seigneur », disait-elle avec résignation
lorsque, abusant de ses paroles, on cherchait à la mettre en
contradiction avec elle-même. Il y eut des Anglais pour applaudir à
son courage. « Vraiment, c’est une brave femme ! Que n’est-elle
Anglaise ! » s’exclama l’un d’eux.
Le Révérend « Père en Christ » ne broncha pas quand,
n’espérant plus rien en ce monde, elle demanda une sépulture
chrétienne : « Si mon corps meurt en prison, je m’attends que vous
le fassiez mettre en terre sainte. Si vous ne l’y faites mettre, je m’en
attends à Dieu ! » Il savait si bien que le corps de la vierge
merveilleuse n’aurait aucune sépulture.
Jeanne d’Arc, en effet, a eu ce privilège de ne pas subir la
corruption du tombeau. Peut-être aussi n’y avait-il plus de terre
sainte en un royaume où cet épouvantable prêtre avait marché !
XIII
L’Holocauste.

Et Charles VII, le roi de France, le Lieutenant de Jésus-Christ,


que faisait-il ? Absolument rien. Il avait son séjour à Poitiers ou à
Chinon, demeurant à peu près aussi étranger au gouvernement que
l’avait été son père en la dernière période de sa vie et de sa
démence. La Trémouille et Regnauld de Chartres n’étaient-ils pas là
pour gouverner à sa place ? Charles continuait de ne pas voir,
d’ignorer les affaires et de ne point régner. Probablement il ne savait
rien ou peu de chose touchant la cause qui se débattait à Rouen
contre son honneur et à son évident préjudice, ni touchant la
moribonde qui lui avait conservé son royaume et qu’il croyait ne lui
être plus bonne à rien.
Il aurait pu, cependant, sans risques ni fatigue, exercer au moins
un recours direct soit au Pape, soit au concile de Bâle, en ce
moment même convoqué. C’eût été un secours immense pour
Jeanne à qui on cachait soigneusement qu’elle pouvait en appeler à
cette grande assemblée jugeant en dernier ressort. L’enquête de
Poitiers, que Jeanne invoqua si vainement, avait reçu la sanction de
l’Inquisiteur général de Toulouse, la sanction du clergé de Poitiers et
enfin la sanction de Regnauld de Chartres lui-même,
supérieurement qualifié pour intenter auprès du tribunal de Rouen
une action efficace. Aucune instance de ce genre ne fut introduite.
Jeanne devait périr sans qu’un seul clerc ou avocat de son parti se
présentât pour la défendre.
Aucune démarche non plus n’avait été tentée par le roi pour
obtenir Jeanne à rançon. Le sordide Luxembourg se serait prêté si
volontiers, pourtant, à une surenchère, mais comment y faire
consentir La Trémouille qui tenait les cordons de la bourse royale et
qui ne les desserrait que pour lui seul ?
Enfin et surtout il y avait la voie des armes. La Hire était maître
de Louviers près de Rouen, les Français occupaient Beauvais et
Compiègne. De ces divers points les garnisons pouvaient se porter
rapidement sur la Normandie supérieure. Ce voisinage inquiétait
beaucoup les Anglais, « gens superstitieux » d’après un commun
proverbe, qui n’osaient se remettre en campagne, la Pucelle vivant
encore. « Les archives de La Rochelle, de Tours, d’Orléans, de
Compiègne », dit l’historien de Charles VII, Vallet de Viriville,
« témoignent assez combien le peuple des villes et des campagnes
était demeuré fidèle, dans ses sympathies, à celle que trahissaient
les grands et la fortune. Charles VII n’eût-il pas eu d’armée à sa
solde, ces villes dévouées la lui eussent fournie. Un ordre du roi eût
suffi pour la mettre en mouvement. Les milices urbaines, que dis-je ?
les populations entières que Jeanne avait remplies d’enthousiasme,
auraient marché à sa délivrance, hommes, femmes et enfants,
comme les croisés à la délivrance du Saint Sépulcre. »
Mais c’était trop demander à un roi fainéant. Il préludait d’ailleurs,
dès cette époque très probablement, par diverses farces, à son rôle
fameux d’amant d’Agnès Sorel qui devait lui mériter le surnom peu
héroïque de Charles le Bien servi. Ce prince, à qui Dieu avait fait la
grâce inouïe de lui envoyer Jeanne d’Arc, ne paraît pas même avoir
senti le remords de sa monstrueuse ingratitude.
Le 10 novembre 1449, Charles VII faisait son entrée triomphale
dans la capitale normande reconquise. Il y séjourna plus d’une
semaine, au milieu de toute sa cour où se trouvait Agnès Sorel,
partageant l’exaltation et l’ivresse de la foule. Pendant ce temps, que
fit-il pour Jeanne d’Arc ? Rien. Pas un souvenir pour celle à qui les
Anglais eux-mêmes attribuaient leur ruine, pour celle dont le martyre
avait fait pleurer les pierres, ayant expié, sur ce lieu même, le crime
de l’avoir sauvé ! Comment expliquer qu’en un tel moment, sous
cette pression patriotique de tout un peuple affranchi, Charles VII
n’ait pas, à Rouen même, anéanti sur l’heure la sentence odieuse ?
Tout le lui commandait : la mémoire de la victime, l’étendue du
service, sa rentrée dans cette ville où elle était morte pour lui,
l’outrage fait par sa mort au pays entier, et cette hypocrisie sans
égale qui avait sacrifié la sainte à une haine antifrançaise ! Il fallait
un acte prompt et éclatant… Il ne trouva pas mieux que de s’en aller
silencieusement, en caressant sa Dame de Beauté qui mourut,
d’ailleurs, quatre mois plus tard, de façon assez mystérieuse.
Il fallut l’opiniâtreté généreuse du cardinal d’Estouteville, qui
sentit la nécessité d’exonérer l’Église d’un forfait dont on avait voulu
se décharger sur elle, et l’énergique volonté de Calixte III pour
obtenir enfin la révision du procès et la sentence de réhabilitation
proclamée en 1456, vingt-cinq ans après la sentence abominable.
Ce qu’il y a de plus infâme dans ce poème de toute infamie, c’est
la prétendue abjuration de Jeanne d’Arc. On sait qu’il y eut, en
réalité, deux procès : la cause de lapse et la cause de relapse. La
première qui avait duré trois mois était entendue et Jeanne
condamnée. Il n’y avait plus qu’à la brûler comme sorcière. Mais
cela n’était pas la victoire complète. Il fallait que Jeanne se rétractât,
qu’il fût dit par elle que ses Voix l’avaient trompée, qu’elle s’accusât
elle-même, ou qu’on pût croire qu’elle s’accusait d’imposture, ce qui
aurait eu pour effet de disqualifier ses victoires, d’infirmer le sacre et
de déshonorer le roi de France.
L’héroïne, en son état normal, aurait préféré la mort. On profita
d’une heure d’extrême épuisement très calculé pour lui faire signer
par force une cédule d’abjuration à laquelle elle ne comprit rien,
sinon peut-être qu’on cesserait ensuite de la tourmenter. A l’enquête
de 1456, plusieurs témoins ont déposé qu’à ce moment même où on
lui tenait la main pour écrire, elle riait comme une insensée !…
« Considérant », dit la sentence de réhabilitation, « que l’abjuration a
été extorquée par fraude et violence, en présence du bourreau et
sous menace du feu, sans que l’accusée en ait compris la portée et
les termes, etc… »
La grâce qu’on paraissait vouloir lui faire à ce prix c’était déjà la
prison infamante et perpétuelle, « le pain de douleur et l’eau
d’angoisse », comme on disait. Or les Anglais voulaient le bûcher. Il
fallait le bûcher pour contenter ces bêtes féroces, crudelis et
horrenda crematio. Cauchon le savait, mais il était sûr de pouvoir les
satisfaire, ayant prévu diaboliquement que Jeanne rendue à elle-
même invaliderait avec énergie la rétractation de pacotille arrachée
à son agonie. A un grand personnage, Warwick ou Bedfort, lui
reprochant avec rage d’avoir déçu la vengeance anglaise, il
répondit : « N’ayez cure, nous la rattraperons bientôt » : Mox
rehabebimus eam.
Dans ce procès fameux et misérable dont certains aspects nous
paraissent aujourd’hui singulièrement puérils, l’un des chefs
d’accusation était les vêtements d’homme de Jeanne d’Arc
nécessités par sa présence continuelle au milieu des soldats et son
refus de les quitter dans une prison où elle était exposée sans
défense à la brutalité de ses gardiens. On voulut absolument que ce
fût un crime contre la morale, un attentat sacrilège à la loi divine, aux
saintes Écritures, aux canons de l’Église. La reprise des vêtements
féminins était une conséquence de l’abjuration. Elle y consentit,
croyant qu’on allait la conduire dans une prison ecclésiastique, où
elle eût été peut-être aussi exposée. On la ramena aux goujats
militaires qu’elle venait de quitter et, la nuit suivante, un seigneur
anglais, un lord qu’on ne nomme pas, affidé probable de son
Cauchon de juge, essaya de la violer. Elle remit alors les vêtements
d’homme qu’on avait laissés perfidement à sa portée. De ce fait elle
était relapse, d’autant plus qu’elle s’empressa de désavouer
formellement l’abjuration. Allégresse de Cauchon qui déclara
aussitôt à Warwick et aux personnes de son entourage : « Farewell !
Farewell ! Faictes bonne chière. Cette fois, elle est bien prise. » Le
procès de relapse fut bâclé instantanément. Oui, cette fois c’était le
bûcher sans rémission.
J’ai parlé des larmes… Comment ne pas penser aux larmes de
Jeanne d’Arc ? et comment y penser autant qu’il faudrait ? Car elle
pleura dans une excessive amertume, non pas seulement à cause
de l’affreux supplice qui l’attendait, mais surtout, on peut le croire, en
voyant, de sa sainte vue, toute l’iniquité humaine dont elle était,
accidentellement, une des victimes, — ses dernières larmes ayant
dû être aussi mystérieuses que sa destinée.
Quel délice pour les ennemis de la France de faire pleurer ainsi
une pauvre fille qui les avait tant épouvantés ! L’éblouissante
victorieuse n’était plus que cela pour ces brutes atroces, une pauvre
fille qui ne méritait aucune pitié. Lorsque frère Martin Ladvenu,
envoyé par Cauchon, lui eut annoncé la dure et méchante mort
qu’elle subirait dans quelques heures : « Hélas ! » cria-t-elle, « me
traite-t-on ainsi horriblement et cruellement qu’il faille que mon corps
net et entier, qui ne fut jamais corrompu, soit aujourd’hui consumé et
réduit en cendres ! Ha ! Ha ! J’aimerais mieux être décapitée sept
fois que d’être ainsi brûlée. Hélas ! si j’eusse été en la prison
ecclésiastique à laquelle je m’étais soumise et que j’eusse été
gardée par les gens d’Église, non par mes ennemis et adversaires, il
ne me fust pas si misérablement meschu comme il est ! Oh ! j’en
appelle devant Dieu, le grand Juge, des grands torts et ingravances
qu’on me fait ! »
La fin est insoutenable. « Elle sortit en costume de femme et je la
conduisis alors au lieu du supplice », a raconté l’huissier Massieu.
« En route, elle faisait de si pieuses lamentations que mon
compagnon frère Martin et moi ne pouvions retenir nos larmes. Elle
recommandait son âme à Dieu et aux saints si dévotement que tous
ceux qui l’entendaient pleuraient. » Toutefois, avant de mourir, il lui
fallut endurer encore un dernier et outrageant sermon de Maître
Nicolas Midi, un de ses juges les plus frénétiques. « Pour préserver
les autres membres », lui dit cet assassin, « force nous est de couper
le membre pourri. Jeanne, l’Église voulant éviter l’infection, te
retranche de son corps. Elle ne peut plus te défendre. Vade in
pace ! » L’Église, naturellement, c’était la clique de ces pharisiens
damnés.
Il est à remarquer que le même Nicolas Midi, devenu lépreux,
peu de temps après ce sermon, fut désigné, six ans plus tard, pour
haranguer Charles VII, à son entrée dans Paris. La prostitution de
ces théologiens et de leurs auditeurs, couronnés ou non, est à faire
chavirer la raison.
A la fin du sermon, Jeanne pria tous les prêtres qui étaient là en
grand nombre, de lui dire chacun une messe. Quelle messe
auraient-ils pu dire, sinon la messe des vierges martyres, et
comment leur fut-il possible de s’en acquitter, avec leurs mains
pleines de sang innocent pour tenir le calice, avec leurs doigts
rouges de ce sang pour porter à leurs bouches de réprouvés le
Corps du Christ ?
Le cœur manque pour aller plus loin. Comment lire, sans
trembler et sans pleurer, cette page horrible du Bourgeois de Paris :
« Et tantost elle fut de tous jugée à mourir et fut liée à une estache
qui estoit sur l’eschaffaut qui estoit fait de plastre, et le feu sus lui : et
là fut bientost esteinte et sa robe toute arse, et puis fut le feu tiré
arrière ; et fut veue de tout le peuple toute nue, et tous les secrets
qui peuvent estre ou doibvent en femme, pour oster les doubtes du
peuple. Et quand ils l’eurent assez à leur gré veue toute morte liée à
l’estache, le bourrel remit le feu grand sur sa povre charogne qui
tantost fut toute comburée et os et chair mis en cendres. Assez avoit
là et ailleurs qui disoient qu’elle estoit martyre et pour son droit
seigneur ; autres disoient que non. Ainsi disoit le peuple ; mais quelle
mauvaiseté ou bonté qu’elle eust faite, elle fut arse cestuy jour. »
Le chef de guerre incomparable, le vainqueur d’armées, le
preneur de villes, sainte Jeanne d’Arc finissant ainsi ! Et la justice ou
la compassion du monde mettant plus de quatre siècles à venir !
Conclusion.
La Croix de bois et la Croix de fer.

Lorsque Jeanne d’Arc fut conduite au bêcher, elle demanda une


croix pour la contempler dans ses derniers moments. Un Anglais en
fit une avec deux morceaux de bois et la lui présenta.
Cet Anglais, moins méchant que les autres, qui représentait alors
toute l’Angleterre catholique encore, malgré tout, aurait pu dire à la
martyre, comme le prêtre s’adressant au peuple, le Vendredi Saint, à
l’Adoration de la Croix : Ecce Lignum Crucis : « Voici le Bois de la
Croix où est pendu le salut du monde. »
A ce moment la Pucelle comprit ce que les Saintes lui avaient
annoncé de sa délivrance et de sa suprême victoire, et elle cria du
milieu des flammes que ses Voix ne l’avaient pas trompée. Cette
illuminative croix de bois fabriquée par un goujat compatissant était
la récompense terrestre de ses exploits et de ses vertus. Elle lui
suffisait pour mourir.
Le Goujat haineux et cruel qui est empereur de l’hérétique
Allemagne offre aujourd’hui la Croix de fer aux assassins et aux
incendiaires pour les récompenser de leurs crimes et il la leur donne
devant le brasier des villes en feu, les pieds dans le sang des
populations égorgées. Ce symbole des Hohenzollern, cette apostate
croix de fer est un prestige sûr pour exalter jusqu’à la démence la
férocité naturelle de ses soldats. Au lieu du salut du monde, c’est la

You might also like