İkinci Hayat Kaçmak Kovulmak Dönmek Üzerine Denemeler Nurdan Gürbilek Full Chapter Download PDF

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

■kinci Hayat Kaçmak Kovulmak

Dönmek Üzerine Denemeler Nurdan


Gürbilek
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/ikinci-hayat-kacmak-kovulmak-donmek-uzerine-denem
eler-nurdan-gurbilek/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Hayat Popüler Kültür ve Hayat Mecmuas■ 2nd Edition


Burcu Sabuncuo■lu

https://ebookstep.com/product/hayat-populer-kultur-ve-hayat-
mecmuasi-2nd-edition-burcu-sabuncuoglu/

G O D S 02 Spanish version 1st Edition Jonathan


Hickman

https://ebookstep.com/product/g-o-d-s-02-spanish-version-1st-
edition-jonathan-hickman/

G O D S 01 Spanish version 1st Edition Jonathan


Hickman

https://ebookstep.com/product/g-o-d-s-01-spanish-version-1st-
edition-jonathan-hickman/

SINO KA Who Are You Dino Lingo

https://ebookstep.com/product/sino-ka-who-are-you-dino-lingo/
Kör Ayna Kay■p ■ark Edebiyat ve Endi■e 2nd Edition
Nurdan Gürbilek

https://ebookstep.com/product/kor-ayna-kayip-sark-edebiyat-ve-
endise-2nd-edition-nurdan-gurbilek/

Denemeler Birinci Seri 1st Edition Ralph Waldo Emerson

https://ebookstep.com/product/denemeler-birinci-seri-1st-edition-
ralph-waldo-emerson/

Levayih i Hayat Hayattan Sahneler 2nd Edition Fatma


Aliye

https://ebookstep.com/product/levayih-i-hayat-hayattan-
sahneler-2nd-edition-fatma-aliye/

Ciencia e Ingeniería de Materiales 9th Edition


Callister William D Rethwisch David G

https://ebookstep.com/product/ciencia-e-ingenieria-de-
materiales-9th-edition-callister-william-d-rethwisch-david-g/

TAGA SAAN KA Where Are You From Dino Lingo

https://ebookstep.com/product/taga-saan-ka-where-are-you-from-
dino-lingo/
z
c:
...,.
c..
Nurdan Gürbilek
il>
:J
C)
c::
...,.
C"'
İkinci Hayat
('!)
';1:;" KAÇMAK, KOVULMAK, DÖNMEK
ÜZERİNE DENEMELER
Nurdan Gürbilek
ikinci Hayat
Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler
Nurdan Gürbilek Boğaziçi Üniversitesi, lngiliz Dili ve Edebi­
yatı Bölümü'nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akın­
tıya Karşı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı. ilk ki­
tabı Vitrinde Yaşamak'ta SO'li yıllann Türkiyesi'ndeki kültü­
rel değişimi konu alır. Kitaplannda Türkçe edebiyat ürünle­
rini, Türkiye'nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeleri,
Türkçe edebiyata yön veren endişeleri, edebiyatın mağdur­
luk, incinmişlik ve dışlanmışlık hissiyle ilişkisini ve yazarın öz­
günlük kaygısını inceledi. Edebiyat eleştirisinin toplumu an­
lamakta ne kadar önemli bir alan olduğunu kanıtlayan öz­
gün bir eleştirel üslup geliştirdi. Metis Seçkileri dizisi için
Walter Benjamin'in yazılarından Son Bakışta Aşk derleme­
sini hazırlamıştır. iki kitabında, Vitrinde Yaşamak ve Kôtü
Çocuk Türk'te yer alan denemelerinden yapılan bir derleme
lngilizcede The New Cultural Climate in Turkey: living in
a Shop Window (Zed, 2010) başlığıyla yayımlandı. Eserf�­
rinin edebiyatın bütününe deneme penceresinden bakan
sorgulayıcı bakış açısı nedeniyle 201o yılı Erdal Öz Edebiyat
Ödülünü, Benden ônce Bir Başkası kitabıyla da 2011 Cev­
det Kudret Edebiyat Ödülünü kazanmıştır.
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
Yayınevi Sertifika No: 43544

ikinci Hayat
Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine
Denemeler
Nurdan Gürbilek

© Nurdan Gürbilek, 2020


© Metis Yayınları, 2020

Kitapta yer alan yazılardan "Uzun Yürüyüş, Eksik Halk: Tepetak­


lak llerlemek"in ilk versiyonu "Uzun Yürüyüş, Eksik Halk: Ayhan
Geçgin'in Düşünce Deneyi" adıyla Express (Haziran 2016, sayı
144) dergisinde, "Gevezelik Çağında Edebiyat"ın ilk versiyonu
"Gevezelik Çağında Edebiyat: Barış Bıçakçı'da Cümle Savaşları"
adıyla Birikim (Haziran 2017, sayı 338) dergisinde yayımlandı.

ilk Basım: Mayıs 2020

Yayıma Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen

Kapak Resmi: Geleneksel Japon sanatı Kintsugi (kırılmış


seramikleri altın ya da gümüş ile birleştirerek tamir etme
tekniği) ile onarılmış fincan.
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197 Topkapı, lstanbul
Matbaa Sertifika No: 44865

ISBN-13: 978-605-316-191-2

Eserin bütünüyle ya da kısmen fotokopisinin çekilmesi, mekanik ya da elektronik


araçlarla çoğaltılması, kopyalanarak internette ya da herhangi bir veri saklama ci­
hazında bulundurulması, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun hüklim­
lerine aykındır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının çiğnenmesi anla­
mına geldiği için suç oluşturmaktadır.
Nurdan Gürbilek

İkinci Hayat
KAÇMAK, KOVULMAK, DÖNMEK
ÜZERiNE DENEMELER

�metis
METİS YAYINLARI
NURDAN GÜRBİLE K KOLEKSİYONU

VİTRİNDE YAŞAMAK 1992

YER DEÖİ ŞTİREN GÖLGE 1995

EV ÖDEVİ 1999

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK 2001

KÖR AYNA, KAYIP ŞARK 2004

MAÖ DURUN DİLİ 2008

BENDEN ÖNCE BİR BAŞKASI 2011

SESSİZİN PAYI 2015

İKİNCİ HAYAT 2020


İçindekiler

Sunuş 9

1
Kökenler, Başlangıçlar
Tekne 1 7, Ülke 19, Yurt 23

2
Eve Dönmenin Yollan
Liman 29, Borç 32, Çukur 34, Tepe 40

3
Aile Sırlan
Enkaz 45, Sır 47, Hafıza 52
Doğal Tarih 54, Anlatı 57

4
Sınır
Mübadele 65, Deplasman 72

5
Uzun Yürüyüş, Eksik Halk
Çıkmaz 73, Kapan 75, Kaçış Çizgisi 79
Düşünce Deneyi 84, Çatlak 88, Halk 94, Hastalık 106
Neşe 108, Ölü Dil 113
6
İkinci Hayat
Coğrafya 121, Yapıt 122, Ölü Hayat 124
İnsanlık 1 26, Eşik 130

7
Yazının Kanatları
Kanat 135, Gelgit 138, Yeraltı 141
Üslup 144

8
Taşra, Kuyu, Kader
Emanet 149, Tıkanma 154, Kuyu 157
Bozkır 160

9
Gevezelik Çağında Edebiyat
Laf Kalabalığı 167, Aforizma 173, İroni 176
Kanat 183, Yağmur 188, Yazar 193

10

Gece Kahvesi 199


Sunuş

BAŞLANGIÇTA "yer duygusu" üzerine düşünüyordum. "Yer"e,


"yurt"a, "ev"e farklı yazarların açtığı kapılardan girecek, o farklar
üzerinden ilerleyecektim. Daha ilk yazıda yıllar öncesinden çıkıp
gelen bir tartışma sahnesi üzerine düşünürken buldum kendimi.
80'li yılların sonunda bir dergi çıkarmak üzere bir araya gelmiş
bir grup genç Walter Benjamin'in bir fragmanı üzerine konuşuyor­
lar. Benjamin'in otuzlarının ortalarında yazdığı, 1928'de Tek Yön'
de yayımlanan "Eve Dön! Her Şey Affedildi": "Tıpkı barfıkste bü­
yük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk, er ya da
geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi
için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptı­
ğımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi ede­
meyeceğimiz bir şey vardır. On beşimi;zdeyken evden kaçmamış
olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı
alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır." 1
Sadece içinde büyüdükleri evlere değil, onlara yuva oluştur­
muş bazı hazır düşüncelere de mesafe alabileceklerine inandıkları,
yeni bir başlangıca hazırlandıkları bir zamanda fragman hemen
yakalıyor toplantıdakileri. Bugünün "doğduğun ev kaderindir" ik­
limi o yıllarda henüz yerleşmiş değil. Ama eve dönüş hikayeleri-

1. Walter Benjamin, "Geri Dön! Her Şey Affedildi!'', Son Bakışta Aşk içinde,
çev. İskender Savaşır-Sabir Yücesoy, Metis, 8. basım, 2018, s. 57. Bir başka
çeviri: "Evine Dön! Her Şeyi Affettik", çev. Tevfik Turan, Tek Yön, YKY, 1999,
s. 14-15.
10 İKİNCİ HAYAT

nin hep çok sevildiği bir ülkede yaşıyorlar. Tek Yön'ün "talih çar­
kı"nı kendileri için çevirme fikri onları cesaretlendiriyor.
Cümlelere bazen taşıyabileceklerinden fazla yük bindirdiğimiz
olur. Böyle düşünmüş olacak, aralarından biri, cümlenin hangi ev­
den, hangi aileden, hangi sınıftan gelirse gelsin bütün insanları içi­
ne alacak kadar genişletildiğinde doğruluk anını yitirebileceğini
hatırlatmak, belki de işi baştan zora koşmak gerektiğini düşündüğü
için bir başka Benjamin cümlesini masaya bırakıyor. Bu kez 1932,
Berlin Günlüğü'nden: "Berlin'de hiç sokakta yatmadım. Günbatı­
mını ve tan vaktini gördüm, ama il<lsi arasında kendime hep gide­
cek bir yer buldum. Yalnızca yoksulluk ya da kötülüğün, şehri ken­
dilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manzaraya
dönüştürdüğü insanlar, ancak onlar şehrin benden esirgenmiş bil­
gisine sahip. Benim her zaman gidebileceğim bir yerim vardı."2
Yeni cümle ağır konulan da beraberinde getiriyor. Zaten hep
·oradaydılar. 90'1ar yaklaşıyor. Yersiz yurtsuzların uzun yürüyüş­
leri henüz bugün olduğu kadar görünür değil, ama evsizliğin şehri
kendilerine karanlıktan gün ağarana kadar dolaşılacak bir manza­
raya dönüştürdüğü insanlar şehirde izlerini çoktan bırakmışlar.
"On beşinde" evden kaçabilmek için ortada bir ev olması gerekir.
Tek Yön fragmanı gözümde değerini hiç yitirmedi. Cümlelerin
bir bağlamı olması (ne zaman, kaç yaşında, hangi evde yazıldığı)
güçlerini azaltmaz. Tersine daha keskin kılar. Ama cümlelerin ge­
nişleyebilmek için sınırlarını fark etmesi gerekir. Sonradan oku­
duğum bir Martin Jay yazısını (1995, "Tekinsiz Doksanlar") aynı
tartışma bölgesine kaydetmişim. Freud'un Unheimliche'sinin ("te­
kinsiz") 90'larda eleştirel düşüncenin temel mecazlanndan biri­
ne dönüştüğünü, ama bu kez "tekinsiz"in düşüncenin merkezine
bir endişe kaynağı olarak değil, yabancılardan arınmış bir Heim
("ev") kurmayı amaçlayan totaliter tasarıların panzehiri olarak
yerleştiğini söyler orada Jay. Burada bir problem var, diyordur:
Y ığınların yersiz yurtsuzluğa zorlandığı bir çağda evin mecazi an-

2. Benjamin, Berliner Chronik, Suhrkamp Verlag, 1988, s. 42.


SUNUŞ 11

lamının düzanlamını silecek kadar öne çıkmasında bir terslik var.


Düşünce için bir ikili ödev: Evin perili olduğunu kabul edelim, ha­
yaletlerle yüzleşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların
başlarını sokacak bir çatıları olduğundan da emin olalım.3
Farklı cümlelerin yankılandığı bir gerilim hattında kurmaya
çalıştım ben de bu yazıları. Bir yanda insanın enginlere açılabil­
mek için bir koruyucu hücreye, bir eve ihtiyacı olduğunu söyleyen
("Ev ilk evrenimizdir") Bachelard var. Diğer yanda bir "Yola Çı­
kış" Kafka'sı: "Buradan uzağa işte, buradan uzağa, hep uzağa bu­
radan, ancak böylelikle hedefime varabilirim." Bir yanda yeni si­
lahların ancak kaçış çizgilerinde yaratılacağını söyleyen ("kaç­
maktan daha eylem dolu bir şey olamaz") Deleuze var. Diğer yan­
da "yurt saçmalıkları" bu alanı ele geçirdi diye ona duyulan ihti­
yacı yok sayamayacağımızı söyleyen Jean Amery: "İnsanın bir
yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir." Ar­
kalarda bir yerde, evin toplumsal dayanağıyla birlikte bireysel an­
lamını da yitirdiğini, bugün çoktan bir çıkar bölgesine dönüştüğü­
nü söyleyen Adomo'nun sesi duyuluyor: "Ev geçmişte kalmıştır."
Bu düşünce hatlarını uzlaştırmayı değil, varacakları yeri daha
iyi görebilmek için ayn ayn ilerletmeyi deniyorum. Bugün Ador­
no'dan bir şeyler alacaksak, zihinsel gerilimin gevşeme ihtimaline
karşı "uzlaşmazlıkların çarpıcı kılınması"nın gerekli olduğu yo­
lundaki ısrarıdır. Herkesin güvenli bir eve (Heim) ihtiyacı vardır.
Ama o güvenli evin içinde daima bir sır (Geheim) vardır. Cümle­
lerin sırasını da değiştirebiliriz: Evin içinde daima bir sır vardır.
Herkesin başını sokabileceği güvenli bir eve ihtiyacı vardır.
İkinci problem doğrudan edebiyatı ilgilendiriyor. Yazarlar bir
yeri anlatmakla kalmaz, daima yeniden yaratırlar. "Vatan" Namık
Kemal'in bölgesiyse, "ülke" Cemil Meriç'in, "topraklar" Orhan
Kemal'in, "memleket" Nhım Hikmet'in, "coğrafya" Tanpınar'ın-

3. Jay'in tartıştığı düşünürlerden biri, varlıkbilimin karşısına hayaletbilimle


(ya da musallatbilimle) çıkan, Marx'ın Hayaletleri'nin yazan Derrida'dır. Martin
Jay, "Tekinsiz Doksanlar", çev. Erkan Erginci, Pasaj, sayı 2, Eylül-Aralık 2005,
s. 122.
12 İKİNCİ HAYAT

dır. Bu sözcüklerin aynı yere işaret ettiğini kim söyleyebilir? Ce­


mil Meriç "ülke" sözcüğünden mağdurluk, hüsran ve öfkeden
yontulmuş bir ülke yaratmıştı. Nazım Hikrnet'in "memleket"i yer­
yüzünün dört bucağına, Ak.deniz'e, Ortadoğu'ya, Afrika'ya, Hin­
distan'a açılan; kahredici olduğu kadar yaratıcı da olan bir mem­
leketti. Orhan Kemal "topraldar"dan kanla beslenen, bir o kadar
da bereketli topraklar, Tanpınar "coğrafya"dan yalılar, köşkler,
çeşmeler ve mescitlerle dolu, sılanın kendisinden çok sıla özle­
minden yapılmış bir kültürel coğrafya yaratmıştı.
Bugün yazarın böyle bir yeri yok artık. Sadece "ülke"ye,
"memleket"e, "topraklar"a başka yazarlar bizden önce yerleştiği
için değil, sadece bu yerleri yüklendikleri ideolojik içerikten arın­
dırmak bugün daha zor olduğu için de değil, bugün dünya artık
başka bir yere dönüştüğü için de böyle yazılamıyor artık. Dünya
bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne kaldıkları ne de gittikleri
yere yerleşebilenlerin dünyası olduğu için, bu yerinden edilmeler
dünyanın yerleşik düzeniyle birlikte "ülke", "yurt'', "memleket"
kavramlarını da yerinden ettiği için böyle yazmak inandırıcı değil
artık. Haritayı yüzyıl önce Kafka çizmişti. Babaya Mektup'ta dün­
ya haritasının üzerine boydan boya uzanmış bir baba vardır. Oğul
kaçacak yer arar, ama haritada yer kalmamıştır.
Edebiyatın yersizliğe verdiği güçlü yanıtlardan biri yazarın
yurdunun yazı, toprağının dil, ülkesinin edebiyat olduğudur. Yir­
minci yüzyılın başında dünyanın farklı bölgelerinde kimi biraz er­
ken kimi biraz daha geç bir dilsel vatana sığındı yazarlar. Pessoa'
nın "Benim vatanım Portekizce"si, Tanpınar'ın "Üslup ferdin esas
malikanesidir"i, Adomo'nun "Artık bir yurdu kalmamış kişi için
yaşanacak bir yer olur yazı"sı vs. Yukarıda sözünü ettiğim tartışma
sahnesinin bu bölgeye kaydettiğim bir parçası da var. O toplantıda
Tek Yön fragmanının büyüsünün bozulmasına en çok kederlenen,
çocukluk evini çoktan geride bırakmış, tam kapıyı çarpıp çıkacağı
yaşta ailesiyle birlikte göç ettiği şehirde bir tutunma mücadelesine
destek vermek zorunda kalmış bir arkadaşımızdı. Evin arka oda­
sında kendine sözcüklerden bir ev kurmuştu. Şimdi o ev de dağıl-
SUNUŞ 13

sın istemiyordu. Cümleye bir sınır çekilmesine sanki son kaçış ka­
pısını da kapatmışız gibi tepki göstermişti. Bu kitabın bir engebe­
si, üzerinde düşüneceği problemlerden biri de bu olsun.
Buraya bir zorunlu ek yapmam gerekiyor. Koronavirüs Yer'i
vurduğunda bu kitabın yazıları çoktan tamamlanmıştı. Sunuş ya­
zısının son cümlelerini yazıyordum. Yaptığı işi evden sürdürebi­
len, daha önemlisi başını sokacak bir evi olan herkes gibi ben de
eve çekildim. Öyle görünüyor ki bu kitapta tartıştığım birçok kav­
ram ("ev", "yurt", "sınır", "mahalle", "toprak", "coğrafya") koro­
na-sonrası dünyada olumlu ve olumsuz yeni anlamlar kazanacak.
Sınırda bekleyen göçmenler ve sınır tanımayan virüsler: Bundan
sonraki "yer" fikrimizi büyük ölçüde onlar belirleyecek. Ben bu­
rada Martin Jay'in evin mecazi anlamıyla düzanlamı arasındaki
ilişkiye dair uyarısını, o ikili ödevi bir kez daha tekrarlamakla ye­
tineceğim. Evin tekinsiz olduğunu kabul edelim, hayaletlerle yüz­
leşelim, ama hayaletlerin musallat olduğu canlıların başlarını so­
kacak bir çatıları olduğundan da emin olalım.
Başlangıç sorusunu Latife Tekin'den alıyorum. Manves City de '

işçi lideri Ersel'in hapisten çıktıktan sonra Erice'ye dönerken zih­


ninden geçen cümle. Ben soruya dönüştürdüm: "Evi dağılanın
yurdu genişler mi?" Cümlenin içindeki kaybı ("dağılan ev") ve
imkanı ("genişleyen yurt"), yitirileni ve gelmekte olanı birlikte dü­
şünebilecek miyiz? Ev dağıldığıyla mı kalacak, yoksa o kaybın
içinden daha geniş bir yurt tanımına varabilecek miyiz? Kapısını
başkalarına sımsıkı kapatmış bir kompartmana, bir kişisel hücreye
mi dönüşecek ev, yoksa o koruyucu hücreyi geniş bir ortaklık ze­
mininde yeniden tanımiayabilecek miyiz? Son yılların popüler
"coğrafya kaderdir"i, yerlici düşüncenin modası hiç geçmeyen
"Eve dön!" çağrıları, sadece faşistlerin değil kapitalizmin de temel
şiarına dönüşen "Ya sev ya terk et" buyruğu. Kökenler ve başlan­
gıçlar, dağılan evler ve ikinci hayatlar, yerleşenler ve uzaklaşanlar,
"dilsel vatan" ve sınırları üzerine denemelerden oluşuyor İkinci
Hayat.
1

Kökenler, Başlangıçlar

"Diğer yazarların bir başlangıç noktası var. Tutuna­


cakları bir şey var... Bir dile ya da bir geleneğe ya da
tarihe ya da anlık bir önyargıya veya modaya yasla­
nıyorlar; dünyalıklarını yaşadıkları döneme ait bir
bağdan ya da inançtan -ya da bunların yokluğundan­
çıkarıyor, bunları yeriyor ya da övüyorlar. Ama her
halükarda başlayacak bir şeyleri var, benimse yok."

1896 tarihli bir mektuptan .


JOSEPH CONRAD
TEKNE

Bu çağın yakıcı görüntüsünü (karaya vuran insan bedeni) ilk hi­


kayeleştirenlerden biri yinninci yüzyılın başında Joseph Conrad'
dı. "Arny Poster" (1901) ABD'ye gitmek üzere bindiği tekne İngil­
tere açıklarında batan Doğu Avrupalı Yanko Goorall'ın hikayesi­
dir. Kazadan bir tek o kurtulur. Nerede olduğunu bilmediği bir sa­
hilde o yerin sakinleri tarafından vahşi bir yaratıkmış gibi avlanır.
Zamanla bir iş edinir, müşfik Amy Poster' la evlenir, bir çocuğu da
olur. Ama yurdunu geride bırakanın yabancı topraklardaki tutun­
ma öyküsü değildir Conrad 'ınki. Eve dönüş yoktur; yeni bir ev de
olmayacaktır. Hikayenin sonunda kimsenin anlamadığı bir dilde
sayıklayarak tek başına ölür Yanko Goorall. Karaya çıkabilmiş,
ama karanın parçası olamamıştır.
"Arny Foster"ı okurken insan ister istemez Conrad'ın kendisi­
nin de yabancı topraklarda kimsenin anlamadığı bir dilde sayıkla­
yarak ölmekten korkmuş olabileceğini düşünür, der Edward Said.
Conrad'ın (J6zef Teodor Konrad Korzeniowski) kendisi de Polon­
yalı bir göçmendir. Karanın parçası olmayı başarmış, sonradan öğ­
rendiği İngilizcenin usta yazarları arasına girebilmiştir, ama yapıt­
larındaki sürgünler kayıtsız gözler önünde yapayalnız bir ölüm
sahnesini hayal etmeye yazgılıdır. ı
Sürgün sürgünü yorumlar. Bizler de Said'in "Amy Poster" yo­
rumunu ("sürgün hakkında yazılmış en keskin metin"), Filistinli
sürgünün kendisini.o de evden uzakta, kayıtsız gözler önünde yitip

1. Edward Said, "Dünyalar Arasında", Kış Ruhu, çev. Tuncay Birkan, Metis,
3. basım, 2016, s. 14 ve "Kış Ruhu", a.g.y., s. 36.
18 İKİNCİ HAYAT

gitmekten korkmuş olabileceğini düşünerek okuruz. 1947'de aile­


siyle birlikte Kudüs'ten ayrılmak zorunda kalmıştır Edward Said.
Bir süre sömürge Kahire'sinde bir Hıristiyan azınlık olarak yaşa­
dıktan sonra on beş yaşında öğrenim görmesi için ABD'ye yollanır.
Said'in Conrad'a duyduğu erken ilgi-ilk kitap Joseph Conrad ve
Otobiyografide Kurmaca'dır hayat boyu süren ısrarlı bir konuş­
-

maya dönüşecektir. Karanlığın Yüreği'nin yazarı, Filistinli edebi­


yat öğrencisini yeryüzünün fethiyle "fikir" arasındaki karanlık
ilişkiye odaklanması ve anlatı stratejileriyle olduğu kadar rotasın­
dan çıkmış bir hayatı yazıda yeniden inşa etme çabasıyla da bü­
yüler. "Köken" fıkrine karşı "başlangıçlar"ı öne çıkardığı Başlan­
gıçlar'da bile Conrad'ın "başlangıçsızlığı"nın ("diğer yazarların
bir başlangıç noktası var[ ... ] benimse yok"2), kendine başlangıç­
sızlıktan bir başlangıç yaratabilmiş olmasının izi vardır. Yersiz
Yurtsuz 'un yazarı için yaşadıklarının altında kırk yıl boyunca çın­
layan bir "sabit melodi"ye dönüşmüştür Conrad. 90'ların başında
bir hastalık teşhisiyle kendi ölüm sahnesinin fazla uzak olmadığını
öğrendiğinde bir kez daha "Amy Poster" üzerine düşünürken bu­
lur kendini. Hastanede yazmaya başladığı Yersiz Yurtsuz'da kendi
elli yıl önce batan teknesi üzerine düşünüyordur. Otuz yedi yıldır
New York'ta yaşıyorum, karaya tutunabildim, ama bunca yıl sonra
yerinden edilmişlik neden ha.rn içimi kemirmeye devam ediyor?
Cümlelerin ardında da bir hayat var. Benjamin "on beşinde ev­
den kaçmamış olmanın" (Tek Yön) telafi edilemeyeceğini söyledi­
ğinde doğup büyüdüğü Berlin'de, otuzlarının ortalarındaydı he­
nüz. Said on beşinde evden yollanmanın "hayatının en yıkıcı de­
neyimi" (Yersiz Yurtsuz) olduğunu söylediğinde Kudüs'ten ayrıl­
mak zorunda kalmasının üzerinden elli küsur yıl geçmiş, hayatının
sonuna yaklaşmıştı. Gençle yaşlının "ev" yanıtlan farklıdır.3 Belki

2. Edward Garnett, Lettersfrom Conrad, s. 59, akt. Edward Said, Başlangıç­


/ar: Niyet ve Yöntem, çev. Ferit Burak Aydar, Metis, 2009, s. 236.
3. İskender Savaşır "Yuva ve Yol Üzerine Serbest Çağnşımlar" (2013) adlı
yazısında yuva-yol ilişkisini kişinin yaşam evreleri (çocukluk, gençlik, ortayaşlı­
lık) açısından ele almışu. Yuvanın insana güven mi, yoksa sıkıntı mı verdiği-
KÖKENLER, BAŞLANGIÇLAR 19

daha önemlisi, evden kendi isteğiyle kaçanla ("mutluluğun kris­


tali") evden kovulanın ("yıkıcı deneyim") yanıtlan arasındaki
farktır. Sartre Sözcükler'de kendini anavatanından gururla kopa­
rırken, Yahudi-Avusturyalı göçmen öğrencisi Andre Gorz'un Le
traitre'inde (Hain) telaşlı bir yurt hasreti vardır, der Jean Amery.
Soru da onun sorusudur: "İnsan Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar?"4

ÜLKE

Yerinden edilmiş kişiler çağında göçmen-sürgün figürünün ente­


lektüel için bir model olması gerektiğini söyler Edward Said: Bu
dünyada bir göçmen ya da sürgünmüş gibi düşünmek gerekir.s
80'lerin ortalarından ölümüne kadar yirmi yıl boyunca sürgün
üzerine defalarca yazdı: "Kış Ruhu" (1984), "Entelektüel Sürgün"
(1993), "Dünyalar Arasında" (1998), "Eleştiri ve Sürgün" (2001).
Yerinden edilmişliğe ısrarla geri dönmesinin bir nedeni konuya
kendisinin de çoktan yakalanmış olmasıysa, diğeri sürülmüş ol­
manın telafisizliğine mi, yoksa düşünsel imkanlarına mı ağırlık
vermesi gerektiğine sanki tam karar verememiş olmasıdır. Birin­
den söz edince diğeri eksik kalıyor, telafisizlikten söz etmeden im­
kanlardan da söz edilemiyordur.
Sürgün üzerine konuşmak ne kadar çekiciyse, sürgün hayatının
o kadar zor olduğunu söyleyerek başlar "Kış Ruhu". Sürgünün ya­
ratıcılığın önkoşuluymuş gibi ele alınmasına, anlamlı bir hayatın
girizgahı olarak yüceltilmesine, halkları etkileyen kolektif karak-

nin -yolun bir aşkınlık heyecanı mı, yoksa yıpratıcı bir korku mu doğurduğunun­
birçok başka şeyin yanı sıra insanın hayatının hangi evresinde olduğuna bağlı ol­
duğunu söylüyordu. İskender Savaşır'ın Defteri, defterisk.blogspot.com.
4. Jean Amery, "İnsen Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar?'', Suç ve Kefaretin Öte­
sinde: Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, çev. Cemal Ener, Metis,
2. basım, 2019, s. 69.
5. "Entelektüel Sürgün'', Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay
Birkan, Aynntı, 1995, s. 72.
20 İKİNCİ HAYAT

terinin görmezden gelinmesine itiraz ediyordur Said. Bu çağda


sürgünün nasıl bir yazgıya dönüştürüldüğünü anlayabilmek için,
"haritası edebiyat tarafından çıkarılmış deneyim alanı"nı (Dante,
Ovidius, Joyce, Nabokov, Conrad) bir süreliğine de olsa bir kenara
bırakmak gerekir. Bugün Paris sadece adlarını bildiğimiz sürgün
yazarların değil, varlıklarından haberdar bile olmadığımız, ne yurt­
larına dönme ne de yeni bir yurt edinme imkam olan Ortadoğulu,
Uzak Asyalı, Afrikalı göçmenlerin de şehridir. Bu çağın kitlesel
yerinden etmelerinin karanlık perspektifinden bakıldığında, bir in­
sanın doğup büyüdüğü yerle arasında zorla açılmış bir çatlaktır
sUrgUn. Ne geldiği yerden kapabilmek ne gittiği yere bağlanabil­
mek, hayatını yitirdiklerine yanarak yaşamak, çoğu durumda yitik
yurdu muzaffer bir toprak ideolojisi içinde yeniden kurma isteği.
"Romantik sürgün" fikrine bu çatlağı görmezden geldiği için karşı
çıkar Said. Sürgün sürgünün babasıdır. Filistinliler kendileri de sü­
rülmüş bir halkın sürgünleridir. Said'in cümlelerinde, Conrad'ın
hazin "Amy Foster"ı yankılanır. Ev uzakta değildir, ama geri dö­
nüş yolu çoktan kaybolmuştur.
"Kış Ruhu"nu okuyanlar, yazının bitmeye yakın adeta makas
değiştirdiğini fark etmişlerdir. Yazının sonlarına doğru dünyayı bir
"yabancı ülke" gibi görmenin insana verdiği emsalsiz hazdan söz
eder Said. Yankılanan cümleler bu kez "Amy Foster"ınkiler değil,
on ikinci yüzyılda Saksonya'da yaşamış bir keşişin, St. Victorlu
Hugo'nunkilerdir: "Memleketini güzel bulan insan daha yolun ba­
şındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bü­
tün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir." De­
vamı şöyle: "Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki
tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan sevgisini her yere yay­
mıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür."6
Said bu pasaja savaş yıllarında kendisi de İstanbul'da sürgünde
yaşayan Erle Auerbach'ın "Dünya Edebiyatının Filolojisi" adlı ya-

6. Erich Auerbach, "Dünya Edebiyatının Filolojisi", Yabanın Tuzlu Ekmeği,


çev. Sezgi Durgun, Haluk Barışcan, Cevdet Perin, Fikret Elpe, Metis, 2010, s. 292.
KÖKENLER, BAŞLANGIÇLAR 21

zısında rastlar. Yazıyı Mariam Said'le birlikte İngilizceye çevirir­


ken pasajın kozmopolit içeriğinden olduğu kadar cümlelerinin gü­
zelliğinden de etkilenmiştir. Bu iki cümle Said 'in birçok yapıtında
("Kış Ruhu"nda, Metin, Dünya ve Eleştirmen'in girişinde, Şarki­
yatçılık'ta, Kültür ve Emperyalizm'de) tekrar tekrar karşımıza çı­
kar. Alıntı elden ele geçerken bağlamı da değişmiştir. Pasajı St.
Victorlu Hugo dünyaya duyulan sevgiyi söndürmek için söylemiş,
Auerbach da dünyaya doğru sevgiyi duymak isteyenler için iyi bir
yol olacağını söyleyerek alıntılamıştır. Şimdi de Said aynı pasajı
milli ya da bölgesel sınırları aşmak isteyen herkes için bir model
olabilir umuduyla aktarır: "Bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi
gören insan mükemmeldir."
İnsanın yaşadığı yeri bir "yabancı ülke" gibi görmesini hemen
Şarkiyatçılık dairesine hapsetmek, Said'i kendi silahıyla vurmak
isteyenler olabilir. Said'in Şarkiyatçılık'ta çoktan kat ettiği bir yol­
du bu. Said'in "yabancı ülke"den söz ederken kastettiği, düşünce­
nin kendi kültürünü üstün kültürün bakış açısından görmesi değil,
kendi kültürel yuvasından uzaklaşabilme yeteneğidir. 1 İnsanın sa­
dece başka kültürleri değil, kendi kültürünü de "tuhaf" bulma ye­
teneği. 8 "Kış Ruhu"ndan: "Sürgün, kişinin bir memleketi olduğu-

7. Edward Said, Şarkiyatçılık: Batı'nın Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner,


Metis, 10. basım, 2017, s. 271 .
8 . "Uzak kültürleri tuhaf bulursunuz," der Benedict Anderson, "ama eve dön­
düğünüzde kendi kültürünüzün de en az o kadar tuhaf olduğunu fark edersiniz."
Anderson bir sürgün değildi, ama Sınırları Aşarak Yaşamak adlı otobiyografisinde
kendisini herhangi bir yerin yerlisi olarak göremediğini anlatır. Annesi İngiliz, ba­
bası İrlandalı, bakıcısı Vietnamlıdır. Çin'de doğmuş, İngiltere, İrlanda, ABD, En­
donezya, Filipinler ve Siam'da yaşamış, hiçbir yerde oranın yerlisi olacak kadar
uzun yaşamamıştır. Yabancılık bir dışlanmayı da beraberinde getirir. Kalifomi­
ya'da aksanına gülmüşler, Waterford'da Amerikan ağzını garipsemişler, İngilte­
re'de İrlanda şivesiyle dalga geçmişlerdir. Anderson'ın Hayali Cemaatler'inin or­
taya çıkmasında bu dı§lanmışlık engelinin bir imkana dönüştürülebilmiş olması­
nın da payı vardır. Kitabı mümkün kılan şey bu çoğul bağlılık, bu "tuhaflık de­

neyimi", bu "karşılaştırmalı hayat bakışı"dır. "Biz"i tahkim etmek üzere değil,


yadırgamak için kullanılmış bir karşılaştırma. Sınırları Aşarak Yaşamak, çev. Ayet
Aram Tekin, Metis, 2. basım, 2019, s. 1 02, 130.
22 İKİNCİ HAYAT

nu, bu memlekete sevgi ve bağlılık duyduğunu varsayar; her türlü


sürgün için geçerli olan şey, yurdun ve yurt sevgisinin kaybolmuş
olması değil, bu kaybın her ikisinin varoluşuna da içkin olmasıdır.
Deneyimlere kaybolmak üzere olduklarını düşünerek bakın bir.
Bu deneyimleri gerçekliğe bağlı tutan nedir? Onlardan neyi kur­
tarırdınız? Nelerden vazgeçerdiniz? Ancak bağımsızlığa ve taraf­
sızlığa ulaşmış biri, memleketi 'güzel' olan ama içinde bulunduğu
koşullar bu güzelliği yeniden ele geçirmesini imkansız kılan biri
cevaplayabilir bu soruları. (Böyle biri yanılsama ve dogmaların
sunduğu ikarnelerden tatmin olmayı da imkansız bulacaktır.)"9 Pa­
saj Said'deki en güçlü yorumunu on yıl sonra "Entelektüel Sür­
gün"de bulur. Sürgün hayatının sadece mutsuzluk ya da hınç gibi
olumsuz duygular değil, başkalarının gerçekliğini görmemizi en­
gelleyen kesinlikleri aşmamızı sağlayabilecek keskin bir bakış açı­
sı da üretebileceğini söylüyordur Said. Yerliliğin tanıdık muhabbet
dünyasının dışına çıkabilmek, çoğunluğa uyum göstermek zorun­
da kalmamak, aynı topluluğa dahil arkadaşlarımızı kırma endişe­
sinden kurtulmak, işte bütün bunlar diyordur, insana emsalsiz bir
haz verir.
Bu iki uğrak, yerinden edilmenin telafısizliğiyle yuvadan uzak­
laşmanın düşünsel imkanları, Said 'in sürgün yazılarında birlikte
var olur. Birinci uğrağın sabit melodisi yabancı topraklarda tek ba­
şına ölen Yanko'nun kederli hikayesiyse, ikincisininki dünyayı ya­
bancı bir ülke gibi gören Saksonyalı keşişin cümleleridir. Evden
zorla koparılmış olmanın telafısizliğiyle ("hayatımın en yıkıcı de­
neyimi") evden uzaklaşmanın hazzından ("mutluluğun kristali")
hangisinin ağır bastığına tam karar verememiş, birincisine uğra­
madan ikincisine varamayacağını anladığı için bir çifte bakışta ka­
rar kılmış gibidir Said. Kayıp mı, imkan mı? "Bu dünyada bir göç­
men ya da sürgünmüş gibi düşünmek gerekir" önerisini bu iki ters
akıntının anaforunda okumak gerekir. İç içe geçmiş, birbirini
unutmaya yatkın iki gerçek. Bu dünyada vatansızlık, bir ulusal ik-

9. "Kış Ruhu", s. 41-42.


KÖKENLER, BAŞLANGIÇLAR 23

tidarın güvencesinden yoksun olmak bir kabustur. Hemen ardın­


dan, ikincisi: Düşüncenin bir hazzı varsa eğer, kendi kültürel yu­
vasından uzaklaşabilmesinden, o yuva dahil bütün dünyayı bir ya­
bancı ülke gibi görebilmesinden kaynaklanır.

YURT

Soruyu Tolstoy sormuştu: "İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?" Öy­


küde, daha fazla toprak uğruna canından olan bir adamı anlatıyor­
du. Altmışına yaklaşan, doğru bir hayat sürüp sürmediğini sorgu­
layan, uçsuz bucaksız topraklarını topraksız köylülere dağıtmak
isteyen Tolstoy'un yanıtı açıktı. İnsana cansız bedenin sığacağı ka­
dar toprak lazım. Amery soruyu değiştirdi: "İnsan Yurda Ne Ka­
dar İhtiy�ç Duyar?" Soruyu yedi yıl Auschwitz ve Buchenwald
toplama kamplarında kaldıktan, yurdu sandığı Almanya'nın hiçbir
zaman yurdu olmadığını anladıktan sonra sormuştu.
Yanıtın, insanın yurdun yerine koyabilecek bir şeyi olup olma­
dığına göre değiştiğini söyler Arnery. Para, itibar, şöhret, din. Bun­
ların hepsi yabancı topraklarda yurdun yerine geçebilecek "ikame
yurt"lardır. İnsan yanında ne kadar azını taşıyabiliyorsa, yurda da
o kadar ihtiyaç duyar. İnsan ne kadar az parası, ne kadar az şöhreti,
ne kadar az itibarı, ne kadar az inancı varsa, yurda o kadar ihtiyaç
duyar. Proust, Beckett, Sartre manevi yurttaşlarım olabilir, ama
onlardan zevk alabilmem için sokakta kendi yurttaşlarıma rastla­
mam gerekir. Kültürel enternasyonalizm ancak yurdun güvenli
topraklarında serpilebilir. Benim böyle bir yurdum yok artık.
Aynı konuya bir başka kapıdan, Sennett'in Yabancı'sından da
girebilirdim. Yuvanın nimetlerini yücelten her türlü sürgün imge­
sini, kişinin kendini başka bir şeye dönüştürme yeteneğini baştan
dışarıda bıraktığı için karşısına alır Sennett. Uzun yıllar Britanya
ve Kıta Avrupası'nda sürgünde yaşayan Rus düşünür Aleksandr
Herzen'den söz ediyordur. Şehirden şehire sürüklenmiş, gittiği her
24 iKİNCİ HAYAT

yerde memleket hasreti çekmiş, yaşlılığında yaranın iyileşmeye­


ceğini kabul ettikten sonra anlamıştır: Ona özgürlük duygusu ve­
ren aynaya baktığında kendisinin kim olduğunu söylüyor olması
değil, söyleyemiyor olmasıdır. Hatıratında sürgün arkadaşlarına
verdiği tavsiye de budur: "Katıl, ama özdeşleşme!" Karaya çık,
ama parçası olma.
Sennett'in "yabancı"sı bir evrensel yurttaş değil, onu geldiği
yere bağlayan kültürel bavulu kolay kolay fırlatıp atamayacağını
fark eden biridir. O ağır yükle başa çıkmanın tek yolu, onu bazı
yerinden-etmelerle hafifletebilme becerisi geliştirmektir. Yabancı
figürünün ("gittiği yerde bir yabancı olarak kalan bir Rus"), ener­
jisini nesneleri temsil etmekten çok yerinden etmeye hasretmiş
modern sanatçınınkine benzer bir rol oynadığını söyler Sennett.
Bugünün kimlikçi dünyasına tutulan bu yabancılaştırıcı ayna, in­
sanın kendini tanımlarken başvurduğu verili çerçeveleri bozma­
nın, kendini (ve başkalarını) kültürel tiplerden daha fazlası olarak
görmenin, kendine bir ikinci hayat kurmanın imkanını taşır. ıo
Kökende ısrar eden bir dünyada ("Russun sen, Rus kal") insa­
nın yeni birine dönüşebileceği fıkri ferahlatıcıdır. Amery'nin karşı
çıktığı bu değildi. Bu ikinci hayatın kendisi için imkansız kılındı­
ğını söylüyordu. Kendini Alman Hans Meyer'den kulağa Fransız
gibi gelen Jean Amery'ye dönüştürme çabası sonuç vermemişti .iL
Suç ve Kefaretin Ötesinde'nin önsözünde soruya ("insan yurda ne
kadar ihtiyaç duyar?") bu dünyada herkes için geçerli bir cevap
verilemeyeceğini söyler: "Çünkü ben bu soruyu Üçüncü Reich'tan
sürülmüş olan birinin fazlasıyla özgül konumu açısından ele ala-

1 0. Richard Sennett, Yabancı: Sürgün Üzerine İki Deneme, çev. Tuncay Bir­
kan, Metis, 2. basım, 2017. Aynı yerde "milli varlık" idealinin insanlara tam da
yerinden edilmişliğin yazgıya dönüştüğü koşullarda cazip geldiğini de söyler Sen­
nett. Toprak tam da kaosa dönüşen bir dünya tehdidi belirdiğinde bir kalıcılık un­
suru olarak yeniden belirir. Kimliğin, kökenin, toprağın öne çıktığı bugünün dün­
yasında yabancının tuhaf aynasını buna rağmen değil, tam da bu yüzden önemli
buluyordur Sennett. A.g.y., s. 87.
11. Amery 1978'de 66 yaşında intihar etti.
KÖKENLER, BAŞLANGIÇLAR 25

cağım." Gelecek kuşakların yurtsuz yapamayacaklarını ya da yap­


mamaları gerektiğini söylemiyordur. Söylediği, bugün yurt denin­
ce akla sadece milliyetçiliğin gelmesinin, "yurt saçmalıkları" bu
alanı ele geçirdi diye yurt ihtiyacının yok sayılmasının doğru ol­
madığıdır. Yurt denen şeyin "ikinci sınıf bir kozmopolitizm"le ta­
kas edilemeyecek kadar önemli olduğunu söyleme cesaretini "eh­
liyetli bir yurtsuz" olmasından almıştır. Bu dünyada insanın bir
yurda ihtiyaç duymaması için önce ona sahip olması gerekir:
"Dublin olmasa Joyce, Viyana olmasa Joseph Roth, Illiers olmasa
Proust ne olurdu?" Eğer insan sadece yurdunu tanıyorsa bu bir dü­
şünsel tükenişe yol açar, ama yurdu olmayan insan da bir karma­
şanın içinde kaybolur. Kaçmak başka, kovulmak başka.
Şükrü Argın "İnsan Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar?"dan ha­
reketle yazdığı yazıda bir dönemselleştirme yapmıştı: "Kant mo­
demitenin şafağında evden sokağa çıkmanın keyfi ve neşesiyle ya­
zıyordu; bugün biz modemitenin alacakaranlığında ensemizde 'sı­
çan deliği'nin soğuk nefesiyle, keder ve korkuyla sığınabileceği­
miz evler arıyoruz ya da her an aramak zorunda kalabiliriz."12 Sa­
id'in sürgün yazılarında bu iki imge ("sokağa çıkmanın keyfi" ve
"sıçan deliği") bir çifte perspektifte, Said'in kendi deyişiyle bir
"kontrpuan" oluşturmak üzere bir araya gelir. İki uğrak son kitapta
bile uzlaştırılmış değildir. Yersiz Yurtsuz'u yazdığında neredeyse
kırk yıldır New York'ta yaşıyordur Said. Amerikan üniversitele­
rinde iyi bir kariyeri olmuş, Şarkiyatçılık'ın başlattığı tartışma sa­
yesinde sadece akademik dünyada değil, akademi dışında da güçlü
bir yankı uyandırabilmiştir. Buna rağmen iğretilik duygusundan
neden hala kurtulamadığını anlamaya çalışıyordur. Yerinden edil­
miş yığınların kendisi kadar şanslı olmadığının da farkındadır.
Sürgün bir seçim değil, insanın başına gelen şeydir. Ama yer in­
sanın ayağının altından bir kez kaydıktan sonra kendisi için bir se­
çim anının da belirdiğini söyleyecektir. Kitabın sonlarına doğru,

12. Şükrü Argın, "Kendimize Ait Bir R om a Express, sayı 158, Aralık 2017,
'',

s. 46-56.
26 İKİNCİ HAYAT

sadece son kitap sona ererken değil, bu dünyadaki kendi hikaye­


sinin de sona erdiğini hissettiği anda, ancak o zaman seçim cüm­
lesini kurar Edward Said: Topluluğa duyulan kör sadakat ile kişiyi
yalnızlaştıran entelektüel duruş arasında bir seçim yapmak gerek­
tiğinde ikincisini seçeceğim.13
"Entelektüel Sürgün"de güçlü insanın bağımsızlığa bağları
reddederek değil, onları işleyerek ulaştığını söylemişti. İmgeyi bir
kez daha "Amy Foster"ın batan teknesi vermiştir. "Amy Foster"
yazarının yabancı bir dilde kendi başlangıçsızlığından kurduğu
ikinci hayat. "Bir entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil,
karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer." 14 Köken değil,
başlangıç.

13. Edward Said, Yersiz Yurtsuz: Anılar, çev. Aylin Ülçer, Metis, 3. basım,
2017, s. 370 ve 387-89.
14. Edward Said, "Entelektüel Sürgün", a.g.y., s. 68.
2

Eve Dönmenin Yolları

"Oraya döneriz, kuşun yuvaya, kuzunun ağıla döndüğü gi­


bi oraya dönmeyi düşleriz. Bu dönüş göstergesi, sonsuz
düş kurmalann belirtisidir, çünkü insanın dönüşleri, insan
yaşamının büyük ritmi içinde, yılları aşan, tüm ayrılıklara
karşı düş kurma yoluyla savaşan ritimle gerçekleşir. Ara­
larında yakınlık kurulan yuva ve ev imgeleri bağlılığın iç­
tenlikli bileşkesini yansıtır."

Mekanın Poetikası
GASTON BACHELARD
LİMAN
Gittim, Aldım, Döndüm

M ekdnın Poetikası 'nda şimşek gibi çakan imgenin kavramdan far­


kını inceliyordu Bachelard. "Ev"e yüklediğimiz düşsel değerden,
imgenin içimizde nasıl yankılandığından, evin kabukla, kovukla,
yuvayla yakınlığından söz ediyordu. Bir imge fenomenolojisi: Biz
evin içinde olduğumuz sürece, ev de bizim içimizdedir. Düşleri­
mizde hep oraya, o ilk evrene döneriz: "Kuşun yuvaya, kuzunun
ağıla döndüğü gibi oraya dönmeyi düşleriz."!
İdeolojiler de gücünü aynı dönüş düşünden alır. Temel bir fark­
la: İnsanın içine doğduğu o ilk evren, enginlere açılabilmek için
gerekli o koruyucu hücre, sabit kimliğin mecazına dönüşmüştür.
Bugünün çağdaş mitolojileri de öyle. Fırat Mollaer "eve dönen
adam" figürünün Türkiye'de yerlici mitolojinin kurucu figürlerin­
den biri olduğundan söz etmişti. Barthes'ın tanımladığı biçimiyle
bu "çağdaş söylen"de kahraman yabancı etkilere kapılıp uzaklara
savruluyor, doğup büyüdüğü topraklara yabancılaşıyor, ama tam
kritik anda hakikati kavrayıp eve dönüyordu.2 Türkiye'de birçok

1. Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası, çev. Aykut Derman, Kesit, 1996,


s. 119.
2. Fırat Mollaer, "Eve Döl).en Adamlar: Yerlici Mitolojinin Eleştirisi", Yerli­
ci/iğin Retoriği, Phoenix, 2018, s. 1 21-34. Bu konuyu ilk kurcalayanlardan biri,
90'ların sonunda Tuncay Birkan'dı. Sağcı-yerlici yazarların Batılılaşma tarihini
bir "evden kaçış tarihi" olarak okuduklarından söz ediyor, özellikle de İsmet
Özel'in Türkiye solunu bir "evden kaçan oğullar" anlatısına yerleştirdiğini söy­
lüyordu. "Evin Reddi", Birikim, sayı 111-112, Temmuz-Ağustos 1998. Yerlici mi­
tolojide ev sakinlerinin tamamının erkek olması ayrıca· incelenmeyi hak ediyor.
Eve dönen adamlar, evden kaçan oğullar vs.
30 İKİNCİ HAYAT

şair, yazar, düşünür kendi etkilenme, kapılma ya da savrulma hi­


kayelerini böyle dile getirdi. Edebiyat tarihçileri yazarların düşün­
sel yolculuklarını bu anlatıya yerleştirdiler. Bu yerlici "Geri Dön!
Her Şey Affedildi" anlatısında her şey sanki bir Peyami Safa ro­
manının apansız bildung'undaki gibi gerçekleşir. Yahya Kemal
"mektepten memlekete" döner. Tanpınar "cezri bir Garpçılıktan"
Şark'a döner. Necip Fazıl Paris .arzusunu geride bırakıp "Büyük
Doğu"ya döner. Cemil Meriç "yarım asır Avrupa tefekkürü ile uğ­
raştıktan sonra" esas limana, "bu ülke"ye döner. Peyami Safa'nın
kendisi de "Garp treni"nden tam zamanında inip millete döner. Bir
modernlik coğrafyasına yelken açan, nice badireler atlatan, gittiği
yerden alacağım alıp eve dönen Türkiyeli Odysseus. Gezdim, al­
dını, döndüm.
Anlatının bazı kurucu mecazlarını Yahya Kemal kitabında Tan­
pınar vermişti. "Kırılan zinciri yeniden bağlayan" şair, "evin anah­
tan"ru bulan adamdır Yahya Kemal. On sene Avrupa'da yaşadık­
tan, kayıtsız şartsız Avrupalı olduktan sonra "kendine gelen" adam.
Sadece kendine gelen adam değil, bize kendimizi veren adam:
"Kaçış kapılan arayan insan değil, [ . .. ] eve dönen adam." Tanpı­
nar'ın anlatının diğer anlatıcılarından en önemli farkı, evi merke­
zinde anne kaybının durduğu dişil bir sahneye taşımasıydı. Yahya
Kemal'in birçok şiirinde "bir çeşit vicdan azabına çok benzeyen
bu eve dönüş" olduğunu söyler. "Kaybolan Şehir"de kaybolan şe­
hir Üsküp "ölen annenin kendisi"dir. Şiiriyle ölü anneyi geri ge­
tiren, bizi öksüzlükten kurtaran adamdır Yahya Kemal.3
A nlatının daha yaygın, daha politik vurgular taşıyan eril ver­
siyonu "virilite"nin yazarı Cemil Meriç'e aittir. Sadece Meriç üze­
rine yazanlar değil, 70'lerdeki söyleşilerinde Meriç'in kendisi de
bu hikayeye yerleşir. Coğrafi keşiflerini tamamladıktan, Batı irfa­
nından alacağını aldıktan sonra eve dönmüştür Bu Ülke'nin yazarı:

3. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, YKY, 2001, s. 46-47. "Yahya Kemal
ve Şiirimiz", Edebiyat Üzerine Makaleler, haz. Zeynep Kennan, Dergfilt, 3. ba­
sım, 1993, s. 336.
EVE DÖNMENİN YOLLARI 31

"Klasikler, romantikler, parnas ve sembolizm. Uğramadığım iske­


le kalmadı. Sonra Uzak Doğu'da dört yıllık bir cevelan [gezinti]
ve ülkeme dönüş." Şu da: "Yarım asır Avrupa tefekkürü ile uğraş­
tıktan sonra kendi gerçeklerine dönen eski bir müstağrip ." Bir ..

başka söyleşiden: "Sonra Bu Ülke ... Ve yuvaya dönen yolcu. Öf­


keleri, acıları, inkisarlariyle Cemil Meriç."4
Figürün Türkiye'de geniş bir kesimi etkilemesinin, önce uzak­
laşıp sonra eve dönenin evden hiç aynlmayandan daha etkileyici
olmasının nedenleri var. Birinden Mollaer söz etmişti: "Eve dönen
adam" sürüklenişi kaydeden, ona bir yanıt oluşturmaya çalışan bir
reaktif modernlik anlatısıdır. Yabancı coğrafyalara açılıp sonra eve
dönenin, yerlici anlatıya evden hiç ayrılmayana göre daha güçlü
bir figür, merkezinde bir seçim filıının durduğu bir karşılaştırma
perspektifi sunduğunu eklemek gerekir. Gittim, karşılaştırdım, evi
seçtim. Gittim, kıymetini bilememişim, geri döndüm.
Eve dönmek için her zaman çoktan geç kalındığını, ne dönülen
yerin bırakılan yer, ne dönen kişinin vaktiyle giden olduğunu he­
pimiz kendi hayatımızdan biliririz.5 Kuşun yuvasına, kuzunun ağı­
lına, hayvanın kovuğuna döndüğü gibi dönülmüyor eve. Dönüşten
bir ideolojik anlatı çıkarılabilmesi için hikayenin arızalı yanların­
dan arındırılması gerekir. Mollaer kahramanın yolculuğunu anla­
tıya sığdırabilmek için kapılma deneyimine eşlik eden karmaşık
duyguların sonraki kimlik. lehine reddedilmesi gerektiğini söyle­
mişti. Yahya Kemal'in Hatıralar'ında Paris'ten ayrılırken yaşadı­
ğını söylediği hüzünden söz ediyor, o hüznün hikayeden silindi­
ğini söylüyordu. Daha çarpıcı olan, Tanpınar anlatılarındaki silin-

4. Sırasıyla Cemil Meriç ile Söyleşiler, haz. Mehmet Tekin, Çizgi, 2003, s.
41; Jurnal, 2. cilt, haz. Mahmut.Ali Meriç, İletişim, s.197 ve Cemil Meriç ile Söy­
leşiler, s. 1 13.
5. Ayfer Tunç'un "Akide Şekeri" (Memleket Hikayeleri, İletişim, 3. basım,
2016) öyküsü doğup büyüdükleri Adapazan'na dönen, çocukluk memleketlerinde
şehrin yerlileri değil, yeni sakinleri olmaktan kurtulamayan bir yaşlı çiftin öykü­
südür. Adapazarı zihinlerine "kıpkınnızı ve parlak bir akide şekeri" olarak kazın­
mıştır. Öykü de bunu anlatır: Akide şekeri çocukluğun şekeri, memleket çocuk­
luğun ülkesidir.
32 İKİNCİ HAYAT

medir. Huzur yazannın evle ilgili yakınmaları ("Türkiye evlatla­


rına kendinden başka bir şeyle meşgul olma fırsatı venniyor. Bu
bakımdan bizim eve çok benziyor'', "Türkiye beni yedin!") büyük
yazara değil, onun sızlanan ikizine, Kırtıpil Hamdi'ye mal edilir.
Ya da Cemil Meriç: Bu Ülke yazarının anlatıya yerleştirilebilmesi
için bu ülkeyle ilgili bazı cümlelerinin ("Düşüncenin kuduz köpek
gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?", "gürbüz
çocukların ana kamında boğulduğu bir ülke", "sen, taşların diş gı­
cırdattığı, uluduğu, yılışık kahkahalar attığı, homurdandığı bir ül­
kede yaşıyorsun") silinmesi gerekmiştir. Hikayenin bir ideolojik
kalıba dökülebilmesi için arıza çıkaran yanlarının törpülenmesi,
pürüzlerinden arındırılması, sonunda bir buyruğa eklenebilir hale
getirilmesi gerekir. "Eve dönen adam"ın içinde bir "Eve dön!"
çağrısı, çağrının içinde bazen gizli bazen apaçık bir "Ya sev ya
terk et!" buyruğu vardır.

BORÇ
Köyünü Unutan Adam

Hasan Ali Toptaş'ın Taşraya Bakmak ta yayımlanan bir çocukluk


'

fotoğrafı var. 6 On bir- on iki yaşlarında, bir kasaba kahvesinde,


herhalde çocukluğunun geçtiği Çal'da, bir elinde gazoz şişesi, di­
ğerinde bir Kemalettin Tuğcu kitabı gururla bakıyor kameraya ge­
leceğin yazan. Köyünü Unutan Adam. Toptaş'ın elindeki Tuğcu
kitabının adı, bu.
Köyünü unutan adam, adamların bu geri dönmeyeni, Tuğcu
için eşsiz bir vicdan malzemesiydi. Onu bir dönem bu kadar etkili
kılan, gözünü şehre dikmiş çocuklara o ağır borçluluk bölgesinden
seslenmesiydi. Y ıllar sonra kendine sözcüklerden bir ikinci hayat
kurarken, doğup büyüdüğü kasabanın, içinde bir Tuğcu sesiyle

6. Fotoğraf, Toptaş'ın derlemede yayımlanan "Taşranın da Ötesinde" adlı ya­


zısının başında yer alıyor. Taşraya Bakmak, haz. Tanıl Bora, İletişim, 2005, s. 260.
EVE DÖNMENİN YOLLARI 33

konuştuğunu hissetmiş midir Toptaş? Yazıya göç edebilir, kendine


sözcüklerden bir hayat kurabilirsin, ama seni yaratan benim, bana
olan borcunu sakın unutma!
Semih Kaplanoğlu'nun Yumurta filminde Ayla'nın Yusuf'a
"Bunu bir borç gibi düşünün" dediği bir sahne var. "Yusuf Üçle­
mesi"nin ilk, Yusuf'un yaşamöyküsündeki son filmdir Yumurta.
Baba ölmüş (Bal), anneyle oğulun iki kişilik toplumu bozulmuş
(Süt), Yusuf kasabadan ayrılmıştır. Yumurta'da Yusuf'un İstanbul'
da bir sahaf dükkanı işlettiğini, Bal adlı bir şiir kitabı çıkardığını,
bir de şiir ödülü kazandığını öğreniriz. Anlaşılan gerisi gelmemiş,
şehirden de şiirden de umduğunu bulamamıştır Yusuf. Ankara'da
öğretmen okulunu bitirip kasabaya dönen gençlik aşkıyla konuş­
masından, Yusuf'un doğup büyüdüğü yerden daha gençlik yılla­
rında, demek şiire bağlandığı sırada uzaklaşmış olduğunu anlarız.
Kız: "Tire'den başka bir yerde yaşayamam, derdin." Yusuf: "Ben
buradan nefret ederdim."
Bal şairinin annesinin ölümü üzerine doğup büyüdüğü kasaba­
ya dönmesiyle başlar Yumurta. Yusuf'un ölüye son borcunu öde­
dikten sonra kasabadan ayrılmak istemesine rağmen bir türlü ay­
nlamayışının filmi. Annenin ölümüyle bir "Burada kal!" devreye
girmiş gibidir. Bunu Yusuf için buyruk olmaktan çıkarıp bir arzu­
ya dönüştüren, ölü annenin hayattaki sözcülüğünü üstlenen genç
kızdır. Ölünün emanetlerini Yusuf'a teslim eden, ölünün bir adak
sözü olduğunu Yusuf'a ileten ("söz verilmişse yapmak lazım"),
Yusuf'un ölüye olan borcunu hatırlatan, belli ki annenin sağlığın­
da Yusuf'a eş seçtiği Ayla. Çocukluğun bal-süt-yumurta üçlüsü­
nün kahvaltı sofrasında buluştuğu bir eve dönüş sahnesiyle kapa­
nır Yumurta. O son sahnede Yusuf'un yüzünde sadece ölüye olan
borcunu ödemiş olmanın değil, borç duygusuyla arzuyu aynı ço­
cukluk evinde nihayet uzlaştırmış olmanın huzuru var. Ölüye (ve
elçisine) sadece borç duygusuyla değil, arzuyla da yaklaşılabilece­
ğini, esas arzunun ona duyulması gerektiğini mi söylüyor Kapla­
noğlu? Doğup büyüdüğü yere yabancılaşmış, şiire sığınmış inanç­
sız erkeğin eve dönüşünde bu mu var? Kaybın ardından geriye,
Another random document with
no related content on Scribd:
HIS GREAT WORK.

From the “Boston Post.”


The death of the brilliant young Southerner whose eloquence yet
rings in our ears followed so closely upon his visit to Boston that it
doubtless arouses a keener sense of regret and a clearer realization
of loss here than in other communities. Mr. Grady, moreover, in
speaking for the New South, whose aspirations he so ably
represented, while addressing the whole nation, yet brought himself
more closely to New England in his arguments, his contrasts and his
fervid appeals; and, whether it was admiration of his courage in
combating the remnants of traditional prejudices in the heart of the
section in which this feeling once was the strongest, or a sympathy
with the sentiments which he expressed in such captivating
language, it cannot be doubted that the warmest recognition which
he has received outside his own State is that which he won from this
community.
In all his efforts to spread that knowledge of the sentiments and
the purposes of the South which would tend to make the restored
union of the States more secure and more harmonious, Mr. Grady
has addressed himself especially to New England. It was at the
meeting of the New England Society in New York, in 1886, that he
made the first notable speech which evoked such a ready and
generous response from all sections of the country; and the last
public words which he spoke in furtherance of the same purpose
were those delivered upon Plymouth Rock at the end of the recent
visit which he described as a pilgrimage.
It is seldom, indeed, that a people or an idea has the fortune to
possess such an advocate as Mr. Grady. He not only knew where to
carry his plea, but he had a rare gift of eloquence in presenting it.
Whether Mr. Grady, as his field of effort enlarged, would have
developed a more varied talent as an orator, can never be known;
but in the illustration of the one subject on which he made himself
heard before the people he showed himself a master of the art. On
this topic, full of inspiration for him, he spoke with a brilliancy and
power which were unapproachable. Since Wendell Phillips, there is
none possessed of such a strength of fervid eloquence as that which
this young man displayed. Much of the effect produced by his
speeches, of course, must be attributed to the existence of a
sentiment seldom aroused, but ready to respond to such an appeal;
but when every allowance is made for the circumstances under
which he achieved his triumphs of oratory, there remains the
inimitable charm which gave power and effect to his words.
If Mr. Grady had been simply a rhetorician, his place in the public
estimation would be far different from that which is now accorded
him. Without the talent which he possessed in so remarkable
degree, he could not have produced the effect which he did; but
back of the manner in which he said what he had to say, which
moved men to tears and to applause, were the boldness, the
frankness and the entire sincerity of the man. His words brought
conviction as his glowing phrases stirred the sentiment of his
hearers, and amid all the embellishments of oratory there was
presented the substantial fabric of fact. His last speech in Boston
was as strong in its argument as it was delightful in its rhetoric.
The influence which Mr. Grady has exerted upon the great
movement which has consolidated the Union and brought the South
forward in the march of industrial development cannot now be
estimated. He has not lived to see the realization of what he hoped.
But there can be no doubt that his short life of activity in the great
work will have far-reaching results.
NEW ENGLAND’S SORROW.

From the “Boston Herald.”


The death of Henry W. Grady comes at a time and under
conditions which will cause a deep feeling of sorrow and regret in the
minds of the people of New England. He came to us only a few days
ago as a representative of our Southern fellow-countrymen, grasping
the hand of good will that was extended to him, and professing, in
the eloquent addresses that he made, a desire to do all that he could
to allay any differences of opinion or prejudices that might exist
between the people of the North and those of the South. One means
of doing this, and one which appealed particularly to the inhabitants
of New England, was the unquestioned admiration that he had for
our traditions and institutions, an admiration which he owned was so
far cherished in the South as to lead many of its people to copy our
methods. The New South was a change from the Old South, for the
reason that its people were discarding their former theories and
opinions, and were to a large degree copying those which we have
always held.
It is needless at this time to speak of Mr. Grady’s attempt to
defend the Southern method of settling the race problem, but,
although there were many who believed that he did not fully make
out his case, his statement of it threw a light upon the question which
was probably new to a large number of those who heard or read his
words.
Of Mr. Grady’s eloquence it can be said that it was spontaneity
itself. Rarely has a man been gifted with so remarkable a command
of language and so complete a knowledge of its felicitous use. There
was in his address an exuberance of fancy which age and a wider
experience of men and methods would have qualified, but no one
can doubt that this gift of his, combined as it was with high intentions
and honesty of purpose, would have made of him in a few years
more, if he had been spared, a man of national importance in the
affairs of our country.
It is sad to think that this young and promising life was thus
unexpectedly cut off, and by causes which seem to have been
avoidable ones. It is probable that Mr. Grady unconsciously
overtaxed himself on his Northern trip. He arrived in this city
suffering from a severe cold, which would probably have yielded to a
day or two of complete rest. But not only were there fixed
appointments which he had come here to meet, but new
engagements and duties were assumed, so that during his short stay
here he was not only in a whirl of mental excitement, but was
undergoing constant physical exposure.
A man of less rugged strength would have yielded under this trial
before it was half over, but Mr. Grady’s physique carried him through,
and those who heard his last speech, probably the last he ever
delivered, at the dinner of the Bay State Club, will remember that,
though he excused himself on account of his physical disabilities, the
extemporaneous address was full of the fire and pathos of his native
eloquence. But, although unaware of the sacrifice he was making, it
is probable that Mr. Grady weakened himself by these over-exertions
to an extent that made him an easy prey to the subtle advance of
disease.
His death causes a vacancy that cannot easily be filled. The South
was in need, and in years to come may be in still greater need, of an
advocate such as he would have been. She will, no doubt, find
substitutes for this journalist-orator, but we doubt whether any of
these will, in so short a time, win by their words the attention of the
entire American people or so deservedly hold their respect and
admiration.
A NOBLE LIFE ENDED.

From the “Philadelphia Telegraph.”


The country will be startled to learn of the death of Henry W.
Grady. No man within the past three years has come so suddenly
before the American people, occupying so large a share of
interested attention not only in the South but in the North. None has
wielded a greater influence or made for himself a higher place in the
public regard. The career of Mr. Grady reads like a romance. Like a
true Georgian, he was born with the instincts of his people
developed to a marked degree, and his rise to a position of honor
and usefulness was certain, should his life be spared. But like the
average man, even in this country of free opportunities, he had to
fight his way over obstacles which would have discouraged if not
crushed out the spirit of a less courageous and indomitable man. He
was too young to take any part in the late great internal strife, but as
a bright-minded boy he emerged from that contest with vivid and
bitter memories, an orphan, his father having fallen beneath the
“Stars and Bars.” His young manhood, while not altogether clouded
by poverty, started him upon the battle of life without any special
favoring circumstances, and without the support of influential friends
to do for him in a measure what doubtless would gladly have been
done could his future have been foreseen. But he started out for
himself, and in the rugged school of experience was severely taught
the lessons of self-reliance and individual energy which were to
prepare him for the responsibilities of intellectual leadership amongst
a people in a sadly disorganized condition, who were groping in the
dark, as it were, seeking the light of prosperity. He never but for a
short time left his own State, and as his field of observation and work
enlarged and his influence extended, his love for it seemed to grow
more intense. It became with him, indeed, a passion that was always
conspicuous, and upon which he loved to dwell, with pen or tongue,
and some of his tributes to the Empire Commonwealth of the South,
as he loved to call it, will proudly be recorded by the future historian
of the annals of the time.
It was as an active editor of the Atlanta Constitution that Mr. Grady
found the sphere of labor in which he was to win high honor, and
from which he was to send out an influence measured only by the
boundaries of the South itself, if it did not extend, in fact, to the
borders of the nation. He wrote and spoke, when appearing in public,
from a patriotic and full heart. His utterances were those of a man
deeply in love with his country, and earnestly desirous of promoting
her highest prosperity and happiness. Some of his deliverances
were prose poems that will be read with delight by future generations
of Southern youth. They came forth flashing like meteors, doubtless
to the astonishment of their author himself, for he seemed to reach
national prominence at a single bound. There were times when Mr.
Grady seemed to falter and slip aside in discussing some of the
burning questions of the hour, but this was due to his great sympathy
with his own people, his toleration of their prejudices, and his desire
to keep step with them and be one with them throughout his work in
their behalf. But he was an ardent young patriot, a zealous and true
friend of progress, and the New South will miss him as it would miss
no other man of the time. He set a brilliant example to the younger
men as well. He reached for and grasped with a hearty grip the hand
of the North in the spirit of true fraternity, and it is a pathetic incident
that the climax to his career should have been an address in the very
center of the advanced thought of New England. His death seems
almost tragic, and doubtless was indirectly, at least, due to the
immense pace at which he had been traveling within the past three
years; a victim of the prevailing American vice of intellectual men,
driving the machine at a furious rate, when suddenly the silver cord
is loosed, the golden bowl is broken, and the people of the
Southland will go mourning for one who ought, they will sadly think,
to have been spared them for many years, to help them work out
their political, industrial, and social salvation. The name of Henry W.
Grady is sure of an enduring and honored place in the history of the
State of Georgia, and in the annals of the public discussions in the
American press, during a time of great importance, of questions of
vast concern to the whole people.
A TYPICAL SOUTHERNER.

From the “Chicago Tribune.”


In the death of Henry W. Grady the South has lost one of its most
eminent citizens and the newspaper press of the whole country one
of its most brilliant and dashing editors. He was a typical Southerner,
impulsive, sentimental, emotional, and magnetic in his presence and
speech, possessing those qualities which Henry Watterson once
said were characteristic of Southerners as compared with the
reasoning, reflective, mathematical nature of Northern men. His
death will be a sad loss to his paper and to the journalism of the
whole country. He was a high-toned, chivalrous gentleman, and a
brilliant, enthusiastic, and able editor, who worked his way to the top
by the sheer force of his native ability and gained a wide circle of
admirers, not alone by his indefatigable and versatile pen but also by
the magnetism and eloquence of his oratory. It is a matter for
profound regret that a journalist of such abilities and promise should
have been cut off even before he had reached his prime.
HIS NAME A HOUSEHOLD POSSESSION.

From the “Independence, Mo., Sentinel.”


A few years ago there shot athwart the sky of Southern journalism
a meteor of unusual brilliancy. From its first flash to its last expiring
spark it was glorious, beautiful, strong. It gave light where there had
been darkness, strength where there had been weakness, hope
where there had been despair. To the faint-hearted it had given
cheer, to the timid courage, to the weary vigor and energy.
The electric wires yesterday must have trembled with emotion
while flashing to the outside world the startling intelligence that
Henry W. Grady, the editor of the Atlanta Constitution, was dead. It
was only last week this same world was reading the touching and
pathetic tribute his pen had paid to the dead Southern chief; or less
than a week, listening with pleased and attentive ears to the silver
tones of his oratory at the base of Plymouth Rock, as he plead for
fair play for the people of his own sunny Southland.
Henry W. Grady was one of the foremost journalists of the day. He
was still numbered among the young men of the Republic, yet his
name and fame had already become a household possession in
every part of the Union. Not only was he a writer of remarkable vigor,
but he was also a finished orator and a skillful diplomat. As a writer
he combined the finish of a Prentiss with the strength and vigor of a
Greeley. Not so profuse, possibly, as Watterson, he was yet more
solid and consistent. By force of genius he had trodden difficulty and
failure under foot and had climbed to the highest rung of the ladder.
By his own people he was idolized—by those of other sections
highly esteemed. Whenever he wrote all classes read. When he
spoke, all people listened.
He was a genuine product of the South, yet he was thoroughly
National in his views. The vision of his intelligence took in not only
Georgia and Alabama, but all the States; for he believed in the
Republic and was glad the South was a part of it.
His death is not only a loss to Atlanta and Georgia, to the South
and the North, but a calamity to journalism.
EDITOR, ORATOR, STATESMAN, PATRIOT.

From the “Kansas City Globe.”


In the death of Henry W. Grady the South has lost one of its
foremost and best men. He was pre-eminently the foremost man of
the South, and to the credit of the section it can be said that he had
not attained to such a position by services in the past, but by duty
conceived and well discharged in the present. He was not a creature
of the war, but was born of the events succeeding the war and
which, in turn, he has helped to shape for the good of the South, in a
way that has represented a sentiment which has induced
immigration and the investment of capital, so that, short as has been
the span of his life of usefulness, it has been long enough to see the
realization of his greatest ambition and hopes—the South redeemed
from the despair of defeat and made a prosperous part of a great
nation and a factor in working out a glorious future for a reunited
people.
Intensely Southern in his sentiments, devotedly attached to his
section and as proud of it in poverty and defeat as in the day of its
present prosperity, to which he much contributed, Henry W. Grady
comprehended the situation as soon as man’s estate allowed him to
begin the work of his life, and he set about making a New South, in
no sense, as he claimed in his famous Boston speech, in
disparagement of the Old South, but because new ideas had taken
root, because of new conditions; and the new ideas he cultivated to
a growth that opened a better sentiment throughout the South,
produced a better appreciation of Southern sentiment in the North,
and helped to harmonize the difference between the sections that
war sought to divide, but which failing still left “a bloody chasm” to be
spanned or filled up. That it is obliterated along with the ramparts of
fortresses and the earthworks of the war, is as much due, or more, to
Henry W. Grady than any man who has lived in the South, a survivor
of the war, or brought out of its sequences into prominence.
Early appreciating the natural advantages, the undeveloped
resources of the South, he has advocated as editor and orator the
same fostering care of Southern industry that has enabled the North
to become the manufacturing competitor with any people of the
world. He sought, during his life, to allay the political prejudice of the
South and the political suspicion of the North, and to bring each
section to a comprehension of the mutual advantages that would
arise from the closest social and business relations. He fought well,
wrote convincingly and spoke eloquently to this end, and dying,
though in the very prime of his usefulness, he closed his eyes upon
work well done, upon a New South that will endure as a nobler and
better monument to his memory than would the Confederacy, if it
had succeeded, have been for Jefferson Davis.
The South has lost its ablest and best exponent, the
representative of the South as it is, and the whole country has lost a
noble character, whose sanctified mission, largely successful, was to
make the country one in sentiment, as it is in physical fact.
A SOUTHERN BEREAVEMENT.

From the “Cincinnati Times-Star.”


The loss which the Daily Constitution sustains in the death of Mr.
Grady is not a loss to a newspaper company only; it is a loss to
Atlanta, to Georgia, to the whole South. Mr. Grady belonged to a
new era of things south of the Ohio River. He was never found
looking over his shoulder in order to keep in sympathy with the
people among whom he had always lived. He was more than
abreast of the times in the South, he kept a little in advance, and his
spirit was rapidly becoming contagious. He wasted no time sighing
over the past, he was getting all there is of life in the present and
preparing for greater things for himself and the South in the future.
His life expectancy was great, for though already of national
reputation he had not yet reached his prime.
There was much of the antithetical in the lives of the two
representative Southern men who have but just passed away. The
one lived in the past, the other in the future. The one saw but little
hope for Southern people because the “cause” was “lost,” the other
believed in a mightier empire still because the Union was preserved.
The one, full of years, had finished his course, which had been full of
mistakes. The other had not only kept the faith, but had barely
entered upon a course that was full of promise. The one was the
ashes of the past, the other, like the orange-tree of his own sunny
clime, had the ripe fruit of the present and the bud of the future. The
death of the one was long since discounted, the death of the other
comes like a sudden calamity in a happy Christmas home. The North
joins the South to-day in mourning for Grady.
A MAN WHO WILL BE MISSED.

The death of Mr. Henry W. Grady, of the Atlanta Constitution, is a


loss to South and North alike. The section which poured out a few
days ago its tributes of regret for the leader of the Southern
Confederacy may well dye its mourning a deeper hue in memory of
this greater and better man, whose useful life is cut short before he
had reached his prime. Mr. Grady has held a peculiar and trying
position; and in it he has done more, perhaps, than any other one
man to make the two sections separated by the War of the Rebellion
understand each other, and to bring them from a mere observance of
what we might call a political modus vivendi to a cordial and real
union. It was not as a journalist, although in his profession he was
both strong and brilliant, it was rather as the earnest and eloquent
representative of the New South, and as the spokesman of her
people that he had acquired national prominence. He was one of the
few who both cared and dared to tell to the people of either section
some truths about themselves and about the other that were
wholesome if they were not altogether palatable. He was wholly and
desperately in earnest. He had much of the devotion to his own
section and his own State that characterized the Southerner before
the war. But he had what they had not: a conception of national
unity; of the power and glory and honor of the nation as a whole, that
made him respected everywhere. Whether he appeared in Boston or
in Atlanta, he was sure of an interested and sympathetic audience;
and his fervid orations, if they sometimes avoided unpleasant issues
and decked with flowers the scarred face of the ugly fact, did much,
nevertheless, to turn the eyes of the people away from the past and
toward the future.
We have been far from agreeing with Mr. Grady’s opinions, either
socially or politically. The patriotic people of the North can have no
sympathy with the attempt to cover with honor the memory of
treason, which found in him an ardent apologist. We believe that we
have gone to the limit of magnanimity when we agree to forego
question and memory, and simply treat the men who led and the
men who followed in the effort to destroy the nation as if that effort
had never been made. And we do not hold that man as guilty of
sectionalism and treason to a reunited country who talks hotly of
“rebels” and sneers at “brigadiers,” as that man who speaks of these
leaders of a lost cause as “patriots,” obedient to the call of duty. To
that error Mr. Grady, in common with other leaders of his time,
inclined the people of his section. Politically he was, of course,
through good or through evil report, an uncompromising Democrat.
Nor can we think his treatment of the race issue a happy one. The
North has come, at last, to do justice to the South in this respect, and
to acknowledge that the problem presented to her for solution in the
existence there of two races, politically equal before the law but
forever distinct in social and sentimental relations, is the gravest and
most difficult in our history. But the mere plea to let it alone, which is
the substance of Mr. Grady’s repeated appeal, is not the answer that
must come. It is not worthy of the people, either North or South. It is
not satisfactory, it is not final, and the present demands more of her
sons. But, in presenting these points of difference, it is not intended
to undervalue the work which Mr. Grady did or underestimate the
value of the service that lay before him. With tongue and pen he
taught his people the beauty and the value of that national unity into
which we have been reborn. He sought to lead them out of the
bitterness of political strife, to set their faces toward the material
development that is always a serviceable factor in the solution of
political problems, and to make of the new South something worthy
of the name. The work that he did was worthy, and there is none who
can take and fill his place. The death that plunged the South in
mourning a short time ago was merely the passing of an unhealthful
reminiscence. The death of Grady is a sorrow and a loss in which
her people may feel that the regret and the sympathy of the North
are joined with theirs.
AT THE BEGINNING OF A GREAT CAREER.
From the “Pittsburg Post.”
The death of Henry W. Grady will be received with profound regret
throughout the Northern States, while in the South there will be
deeper and more heartfelt sorrow than the death of Jefferson Davis
called forth. The book of Mr. Davis’s life was closed before his death,
but it seemed as if we were but at the beginning of Mr. Grady’s
career, with a future that held out brilliant promise. He had all the
characteristics of warm-blooded Southern oratory, and his magnetic
periods, that touched heart and brain alike, were devoted to the
single purpose of rehabilitating the South by an appeal to the
generosity and justice of the North. No speech of recent years had a
greater effect than his splendid oration at the New England Society
dinner in New York last year on the “New South.” It was happily and
appropriately supplemented by his recent address to the merchants
of Boston. He was a martyr to the cause he advocated and
personated, for it was in the chill atmosphere of New England he
contracted the disease of which he died. Rarely has it been given to
any man to gain such reputation and appreciation as fell to Mr.
Grady as the outcome of his two speeches in New York and Boston.
He was only thirty-eight years old; at the very beginning of what
promised to be a great career, of vast benefit to his section and
country. He was essentially of the New South; slavery and old
politics were to him a reminiscence and tradition. At home he was
frank and courageous in reminding the South of its duties and
lapses. At the North he was the intrepid and eloquent defender and
champion of the South. Both fields called for courage and good faith.
THE PEACE-MAKERS.

From the “New York Churchman.”


The premature death of Mr. Grady has taken from the career of
journalism one of its most brilliant followers. In him has passed away
also an orator of exceptional powers, ready, versatile, and eloquent,
a man of many gifts, a student with the largest resources of literary
culture, and at the same time enabled by his practical experience
and training to use these resources to the best advantage.
But the point we wish especially to note is that Mr. Grady, while
deeply attached to the South, and inheriting memories of the great
civil contest which made him early an orphan, was one of those who
both recognized the finality of the issue and had the courage to say
so.
He will be remembered at the North as one who spoke eloquent
words of conciliation and friendship, who did his share in healing the
wounds of war, and in smoothing the way toward complete national
accord. “Blessed are the peace-makers” is the inscription one would
place above his too-early opened grave.
We have not the space at our command to do extended justice to
Mr. Grady’s great powers, or to picture at length his bright history.
That has been done in other places and by other hands. But we
cannot pass by the work he did for reconciliation without some
expression of acknowledgment. Such words as his, offered in behalf
of peace, will survive not merely in their immediate effect, but in the
example they set.
ONE OF THE BRIGHTEST.

From the “Seattle Press.”


One of the brightest men in America passed away on Monday.
Henry W. Grady, the editor of the Atlanta Constitution, Georgia’s
leading paper, and which has come to be regarded by many as the
ablest paper in the South, had within a very brief period impressed
his personality upon the current history of the nation. Five years ago
he was little more than locally known. Being a guest at a dinner of
the New England Society at Boston, he made a speech which was
the happiest inspiration and effort of his life. It was the right word
spoken at the right time. It lifted him at once to the dignity of a
national figure. It was the greeting of the New South to the new order
of things. It touched the great heart of the North by its warm tribute to
the patriotism and faithfulness of the martyred President, Abraham
Lincoln, being the first Southern utterance which did full justice to the
memory of that great man. It was not a sycophantic nor an
apologetic speech, but the voice of one who accepts accomplished
results in their fullness, recognizes all the merits of his opponent,
and bravely faces the future without heart-burnings or vain regrets.
Mr. Grady’s speech was published in almost every paper in the land,
in whole or in part, and, to borrow an old phrase, “he woke up one
morning and found himself famous.” Since then all that he has
written, said or done has been in the same line of patriotic duty. He
has been no apologist for anything done by the South during the war.
He never cringed. He was willing that he and his should bear all the
responsibility of their course. But he loved the whole reunited
country, and all that he spoke or wrote was intended to advance
good feeling between the sections and the common benefit of all.
Mr. Grady was a partisan, but in the higher sense. He never
descended to the lower levels of controversy. His weapon was
argument, not abuse. And he was capable of rising above his party’s
platform. He could not be shackled by committees or conventions.
He nervily and consistently proclaimed his adhesion to the doctrine
of protection to American industry, although it placed him out of line
with his party associates.

You might also like