Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Felsefe Tarihi 2 Hellenizmden

Augustinus a 1st Edition Umberto Eco


Riccardo Fedriga
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/felsefe-tarihi-2-hellenizmden-augustinus-a-1st-edition-
umberto-eco-riccardo-fedriga/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Antik Yunan 1st Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/antik-yunan-1st-edition-umberto-
eco/

Popüler Roman Kahramanlar■ 1st Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/populer-roman-kahramanlari-1st-
edition-umberto-eco/

Edebiyata Dair 3rd Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/edebiyata-dair-3rd-edition-umberto-
eco/

Chroniques d une société liquide 1st Edition Umberto


Eco

https://ebookstep.com/product/chroniques-d-une-societe-
liquide-1st-edition-umberto-eco/
La Edad Media II Catedrales caballeros y ciudades 1st
Edition Umberto Eco

https://ebookstep.com/product/la-edad-media-ii-catedrales-
caballeros-y-ciudades-1st-edition-umberto-eco/

Antikça■ Felsefesi Homeros tan Augustinus a Bir Dü■ünce


Serüveni 1st Edition Çi■dem Dürü■ken

https://ebookstep.com/product/antikcag-felsefesi-homeros-tan-
augustinus-a-bir-dusunce-seruveni-1st-edition-cigdem-durusken/

Augustinus 2nd Edition Therese Fuhrer

https://ebookstep.com/product/augustinus-2nd-edition-therese-
fuhrer/

A insondável mat eria do esquecimento 2nd Edition


Carlos Umberto Pozzobon

https://ebookstep.com/product/a-insondavel-mat-eria-do-
esquecimento-2nd-edition-carlos-umberto-pozzobon/

Felsefe S■n■f■ ■lkokul Ö■retim Program■yla


Bütünle■tirilmi■ Çocuklarla Felsefe Uygulamalar■ 1st
Edition Özge Özdemir

https://ebookstep.com/product/felsefe-sinifi-ilkokul-ogretim-
programiyla-butunlestirilmis-cocuklarla-felsefe-uygulamalari-1st-
edition-ozge-ozdemir/
3991 1 ALFA 1 TARiH 1 146

Felsefe Tarihi 2: Hellenizmden Augustinus'a

UMBERTO ECO (1932-2019)


Gülan Adı ve Foucault Sarkacı gibi romanlarıyla bir anda dünya çapında tanınan
Umberto Eco, aynı zamanda ortaçağ tarihi, estetiği ve göstergebilim uzmanıdır.
1971'den bu yana Bologna Üniversitesinde profesör olarak çalışan Eco yapısalcı­
lık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tarunmaktadır.Yıiksek
lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık üzerine yapan Eco'nun çalışmaları
1960'ların ortasından itibaren öncü yapıtlara, kitle kültürüne yönelmiştir. Son
dönemlerdeyse edebiyat eleştirileri, tarih ve iletişim yazıları önemli bir yer tut­
maktadır. Ro1and Barthes'tan sonra, "ayrıntıların anlamı" ya da "ayrıntıların sos­
yolojisi" adı verilen anlayışın temellerini atan Umberto Eco'nun pek çok eseri
Türkiye'de yayımlandı.
Alfa'daki kitapları: Ortaçağ 1 (2014). Ortaçağ 2 (2014), Ortaçağ 3 (2015), Ortaçağ 4
(2015), Popiiler Roman Kahraman/an (2017), Antik Yunaıı (2017), Antik Yakındoğıı
(2019). 1 6. Yüzyıl (2019), Felsefe Tarihi 1 (2020).

RICCARDO FEDRIGA
Bologna Üniversitesinde Felsefe ve İletişim Bölümünde öğretim üyesiclir. Milano
Devlet Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu olup felsefe tarihi ve fikirlerin ve
okumanın tarihi üzerine çalışmaktadır.
Başlıca eserleri: La Sesta Prosa: discussioııi medievali su prescienza, libertiı e contingeıı­
za; Meller le braclıe al mondo: Compatibilismo, conosceııza e libertiı

LEYLA TONGUÇ BASMACI


İstanbul'da doğdu. İtalyan Lisesinde okuduktan sonra, Boğaziçi Üniversitesi İngi­
liz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Pennsylvania State University'de
karşılaştırmalı İngiliz ve İtalyan edebiyatları alanında yüksek lisans derecesi aldı.
İstanbul İtalyan Kültür Heyetinde İtalyanca öğretmenliği, Dünya Yayınevinde
metin yazarlığı ve çevirmenlik yaptıktan sonra, uzun süre British Council İstan­
bul ofisinde Sanat Etkinlikleri Sorumlusu olarak görev yaptı. Halen İtalyanca ve
İngilizceden çeviriler yapıyor.
Felsefe Tarihi 2: HellenizmdenAııgıı.stinNS'a
© 2018,ALFA BasımYayım Dağıtım San. veTic. Ltd. Şti.

Storia dtlla Filoıofıa: Dall'ellmi.smoAdAgo.stino


© 2015, EM Publishers Srl.

Kitabın Türkçe yayın hakları Ka1em Ajans aracılığıyla Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd.
Şti.'ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında,
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir elektronik veya mekanik araçla çoğaltılamaz. Eser
sahiplerinin manevi ve mali hakları saklıdır.

Eski Yunanca ve Latince danışmanlığı için Eyüp Çorakh'ya teşekkür ederiz.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak


Genel Müdür Vedat Bayrak
Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu
Kitap Editörü: Ergün Ahmet Akça
Kapak Tasarımı Adnan Elmasoğlu
Sayfa Tasarımı Muzaffer Aysu

ISBN 978-625-449-187-0 (Karton Kapak)


ISBN 978-625-449-057-6 (Karton KapakTakım)
ISBN 978-625-449-189-4 (Ciltli)
ISBN 978-625-449-056-9 (CiltliTakım)

1 . Basım: Kasım 2020

Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
ÇiftehavuzlarYolu,Acar Sanayi Sitesi, No: 8 Bayrampaşa İstanbul
Tel: (212) 674 97 23 Faks: (212) 674 97 29
Sertifika No: 45099

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve T ic. Ltd. Şti.


Alemdar Mahallesi,T icarethane Sokak No: 15 34110 Cağaloğlu İstanbul
Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00
www.alfakitap.com - info@alfakitap.com
Sertiftka No: 43949
EDITOR
FELSEFE UMBERTO ECO &
TARİHİ RICCARDO FEDRIGA

:ı:
ID

3
il..
ID
::::J

l>
c

c
111
...

::::J
c
111
111

ÇEVİREN, LEYLA TONGUÇ BASMACI

ALFAıTARIH
.

lcindekiler

13 Hellenistik Çağda Felsefe ve Bilim


15 Epikourosçuluk James Warren
-

25 Stoacılık Paolo Togni


-

39 Antikçağda Kuşkuculuk - Lorenzo Corti


49 Eukleides ve İskenderiye Alimleri - Luca Simeoni

KÜLTÜREL ORTAM

54 İskenderiye: Mouseion ve Kütüphane - Giovanni Di


Pasquale
60 Dünya'nın Sınırları: Hellenistik ve Geç Antikçağ
Coğrafyacıları - Giovanni Di Pasquale

KÜLTÜREL ORTAM

68 Bilimsel Yorumlar ve Koleksiyonlar - Giovanni Di


Pasquale
72 Hellenistik Çağda Astronomi - Giorgio Strano
84 Arkhimedes - Paolo Del Santo

METİNLER

90 Ml Epikouros, Herodotos'a Mektup, 35-44


92 M2 Epikouros, Menoikeus'a Mektup, 133-135
93 M3 Diogenes Laertios, Ünlü Filozofların Yaşamları ve
Öğretileri, VII 39-40
94 M4 Sekstos Empeirikos, Pyrrhonculuğun
Ana Hatları, I 25-30

DAHA AYRINTILI BİLGİ


96 Antikçağ Ansiklopedileri - Umberto Eco
105 Romalıların Felsefesi
107 Cicero - Anna Maria Ioppolo

KÜLTÜREL ORTAM
113 Eski Roma'da Aile - Eva Cantarella
117 Seneca - Andrea Piatesi
125 Epiktetos ve Marcus Aurelius - Angelo Giavatto
131 Lucretius - Ivano Dionigi

METİNLER

136 Ml Lucius Annaeus Seneca, Boş Zaman Üzerine,


4, 1-2; Ruhun Dinginliği, 5, 1-3
138 M2 Epiktetos, Kılavuz Kitap 9, 14, 19
139 M3 Lucretius, Evrenin Yapısı, I 62-79

DAHA AYRINTILI BİLGİ

140 Romalılarda Bilim - Giovanni Di Pasquale


151 İmparatorluk Döneminde Yunan
Felsefesi
153 Plotinos - Riccardo Chiaradonna

KÜLTÜREL ORTAM
170 İmparatorluk ve İktidar İmgeleri - Claudia Guerrini
177 Yeni-Platoncu Okullar - Alessandro Linguiti
189 Galenos - Valentina Gazzaniga

METİNLER
198 Ml Plotinos, Enneadlar, V 1 [101. 8.10-14; IV 8 [61.
1.23-50
199 M2 Plotinos, Enneadlar, II 9, 1.1-18; V 3-10
201 M3 Proklos, Platoncu Teoloji, III 7

DAHA AYRINTILI BİLGİ


203 Antikçağın İşitsel Peyzajı - Maurizio Bettini
2 1 1 Geç Antikçağda Felsefi ve Dini
Gelenekler
213 Gnosis - Umberto Eco

KÜLTÜREL ORTAM
221 Ortodoksluktan Çoğulculuğa: Aziz Pavlus'un
Mektuplar'ı ve Hıristiyanlığın Yorumlanması - Enrico
Norelli
227 Klemens ile Origenes Marco Di Branco
-

234 Eirenaios ve Tertullianos Federica Caldera


-

242 Corpus Hermeticum - Umberto Eco

METİNLER
248 Ml Tertullianus, Savunma 24, 5-6; 30, l, 3-4; 37, 4-6
249 M2 Hermes Trismegistos, Corpus Hermeticum

DAHAAYRJNTILI BİLG:li
251 Antikçağdan Ortaçağa Hayvanların Ruhu ve Dili -
Umberto Eco
263 Antikçağdan İlham Alanlar
265 Augustinus - Massimo Parodi

KÜLTÜREL ORTAM
288 Dünya bir Kitaptır: Ortaçağda Sembolizm ve
Alegorizm Umberto Eco
-

298 Severinus Boethius Claudio Fiocchi


-

313 Okumak, Düşünmek, Tefekkür Etmek: Ortaçağda


Felsefe ve Monastisizm - R oberto Limonta
326 Johannes Scotus Eriugena Armanda Bisogno
-

METİNLER
337 Ml Augustinus, İtirajlar, XI 10.12-13.15
338 M2 Augustinus, Düzen
340 M3 Severinus Boethius, Felsefenin Tesellisi
342 M4 Johannes Scotus Eriugena, Doğanın
Sınıjlandınlması

DAHA AYRINTILI BİLGİ


344 Düz Dünya, Dünya'nın Diğer Tarafı ve Küresel Dünya -

Umberto Eco
Hell e n i s tik Çağda Fels efe ve Bilim

M ô 323 - Büyük İskender ölür


1
Aristoteles ölür - MÔ 322

Epikouros Atina'da
1
-Mô 306
Okulunu ("Bahçe") kurar
1
Kitionlu Zenan, Stoa Poikile'yi
okulunun merkezi haline getirir; - MÔ 300
Eukleides Elemanlar'ı yazar

Arkesilaos Akademeia'nın
skholarkhes'i olur ve ona kuşkucu - Mô 265
bir yönelim kazandırır

Arkhimedes, Syrakousai'nin
Romalılar tarafından kuşatması - Mô 212
sırasında ölür

11
MÔ 168-
Roma Üçüncü Makedonya
Savaşı'nı kazanır

Kuşkucu Akademeia'nın lideri


Karneades elçi olarak - MÔ 155
Roma'ya gönderilir

MÔ 149-
I Üçüncü Pön Savaşı Kartaca'nın
.
ı mesıyle sona erer
yok ed"l

1
M Ô l4S-
Korinthos Romalılar
tarafından yok edil"ır

MÔ 30 - Kleopatra ölür
HELLENİSTİK ÇAGDA
FELSEFE VE BİLİM

Klasik felsefenin Hellenistik döneminin genelde (Büyük İskender'in ölümün­


den tam olarak bir yıl sonra) Aristoteles'in MÔ 322'deki ölümüyle başladığı ve
Ptolemaios hanedanının son Mısır kraliçesi Kleopatra'nın MÔ 30'daki ölümüy­
le sona erdiği söylenir. Hellenistik çağda daha gelişmiş bir felsefi "-okul" fikri
ortaya çıkar. Platon'un Akademeia'sı ve Aristoteles'in Lykeion'u bazı açılardan
birer felsefe okulu sayılabilirse de, Hellenistik çağda doğal dünya, mantık,
epistemoloji ve etik alanında az veya çok ayrıntılı yorumlar sunan, birbirleriy­
le rekabet halinde çeşitli öğretiler geliştirilir. Bu düşünce okulları kurumsal
açıdan az veya çok katı bir biçim edinir, başlarında ortak bir kararla seçilen
bir lider veya skholarkhes bulunur ve bu liderin ölümünden sonra onu izleyecek
halefi de oldukça resmi bir prosedürle belirlenir. Bu dönemin başlıca iki okulu
Stoacılann ve Epikounosçulann okullarıdır. Ancak Kynikler ile Kyreneliler gibi
daha küçük okulların da var olduğu ve Platon'un Akademeia'sı ile Peripatetik­
lerin de varlıklarını sürdürdükleri unutulmamalıdır.
Bir tek Epikourosçulann ilk yıllarıyla ilgili olarak, Diogenes Laertios'un
Epikouros'un biyografisinde aktarıldığı için kayda değer miktarda metne sahi­
biz. Daha sonraki döneme ait olan Cicero ile Lucretius'un eserleri, MÔ I. yüz­
yılın felsefi ortamını daha iyi anlamamıza izin verir, ama tarihçiler Hellenistik
çağın felsefesi konusunda kısmi ve dolaylı tanıklıkları temel almak zorunda
kalır. Dolayısıyla MÔ III. yüzyıl sonlarının ve II. yüzyıl başlarının felsefi hayatı
hakkında geniş bilgi sahibi olmak zordur.
Hellenistik çağın başlan kendinden önceki klasik çağın devamını oluştu­
rur. Başlıca faaliyet merkezi Atina olmaya devam eder ve klasik çağın büyük
filozoflarının etkisi hissedilmeye devam edilir. Bu dönemde ortaya çıkan felsefi
akımların çoğu Sokrates'e dayanır, ama her Hellenistik Sokratesçi okulun farklı
bir Sokrates algısı vardır. Dolayısıyla Stoacılar ve Akademeiacılar bir anlamda
hem Sokrates'in mirası hem de bilme imkanı gibi önemli felsefi meseleler açı­
sından rekabet halindedir. Aralarındaki tartışmalar, Erken Hellenistik çağın
felsefesine özgü bir başka yönü takdir etmemizi sağlar: Bu dönemde felsefe,
birbirlerinin görüşleri konusunda son derece bilgili olan ve muhtemelen sık
sık karşı karşıya gelen oldukça küçük bir aydın topluluğunun faaliyetidir. An­
cak felsefi okulların sayısının giderek artması, tarafların kendi yaklaşımlarına
sığındıkları anlamına gelmez. Örneğin Cicero'nun Academica eserinden kav-

13
F E L S E F E TARİHİ 2

ranılır imgelere ilişkin bazı izlenimlerin anlaşılması yoluyla bilgiye ulaşma ih­
timali konusunda Stoacılar ile Akademeiacılar arasındaki tartışmanın okulun
ilk iki kuşağı döneminde geliştiği ve tarafların birbirlerinin yaklaşımı konu­
sunda derin bilgi sahibi olmasını gerektirdiği anlaşılır. Savlar ile karşı savlar
sunmanın alışılageldik olduğu bir dünyada böyle bir durum şaşırtıcı değildir.
Cicero'nun Academica eserinden aynca Erken Hellenistik çağdan günümüze
ulaşmış metinlerin yorumlanmasının genelde zor olduğu da anlaşılır. Cicero
tarih açısından Stoacılar ile Akademeiacılar arasındaki tartışmalara daha ya­
kınsa da, o bile MÔ III. yüzyılın felsefi ortamını, dönemin en hassas meseleleri­
nin tartışıldığı karmaşık bir savaş alanı olarak gösterir.
Bu uzun süreli ve hararetli tartışma içerisinde filozofların yaklaşımlarını
birbirinden ayırt etmek zordur ve iç içe geçmiş farklı okulların hikayeleri bu
işi daha da zorlaştırır. Farklı okulların taraftarlarının belli bir dogmayı ı;a­
vunmaya başlamadan veya birkaç yaklaşımı birleştirmeden önce hep bir arada
eğitim alınası; bu döneme özgü bir adettir. Aynı felsefi akım içerisinde sıklıkla
fikir aynlıkları ve bölünmeler de yaşanır. Zaman içinde az veya çok sabit bir
terminolojinin gelişmesi, bu değişken durumun ve farklı felsefi okulları karşı
karşıya getiren tartışmaların sonucu olabilir. Ortak terimlerin genel olarak ka­
bul görmesi, kısmen farklı bakış açılarını eleştirmeyi kolaylaştıran pratik bir
zorunluluktur.
Hellenistik çağın ·üç yüzyılında bireysel kıyaslama ve felsefi etkileşim
adetleri muhtemelen ortadan kalkmaz, ama bu dönemde felsefe alanında "me­
tinselleştirme" olarak tanımlanabilecek olguda artış olur. Hellenistik filozoflar
genelde verimli yazarlardır ve zaman içinde Stoacı ve Epikourosçu metinlerden
oluşan bir corpus'un [külliyat] giderek gelişmesi, bu doğrultudaki yorumcuları
cesaretlendirir. Bu sürece hem felsefe tarihinin hem de münferit okulların ta­
rihinin yeniden kurgulanmasına izin veren belgelerin toplanıp sınıflandırılma­
sına duyulan ilgi de eşlik eder. Filozofların sıralamasını, hocalarla öğrencileri
arasındaki etkileşimleri ve ilişkileri ayrıntılı şekilde konu alan diadokhai tü­
rü, Hellenistik çağın başlarından itibaren gelişir ve çağdaş felsefi düşünceleri
Sokrates'ten önceki filozoflara bağlama arzusunu yansıtır. Birçok felsefe okulu,
kurucularının entelektüel biyografisine giderek daha çok ilgi duyar ve onu ken­
di felsefi kimliklerinin teminatı olarak görür.

14
EPİKOUROSÇULUK
James Warren

Epikouros ve Epikourosçuluğun Kökeni


Hellenistik çağın en önemli felsefe okullarından birinin kurucusu olan Epiko­
uros MÔ 34l'de Samos'ta [Sisam], Atinalı anne-babadan doğar. Uzun bir süre
boyunca yolculuklar yapan ve Lampsakos ile Mytilene'de Epikourosçu gruplar
oluşturan Epikouros, Mô 306 civarında Atina'ya yerleşir. Şehrin hemen dışın­
da, Bahçe adı verilen bir yerde, sayısız öğrencisi olan bir felsefe okulu kurar.
MÔ 271 'de öldüğünde mülkünü, Herınarkhos'un (MÔ y. 325-250) liderliğinde­
ki okulla ilgilenmeye devam etmeleri şartıyla iki Atinalı arkadaşına bırakır
(Herınarkhos Atina yurttaşı olmadığı için okulun yasal sahibi olmaya hakkı
yoktur) . Epikouros'un ölümünden yüzyıllar sonra bile Epikourosçu topluluklar
Akdeniz'in dört bir tarafına yayılmaya devam eder ve Cicero'nun arkadaşı Atti­
cus (MÔ ll0-32), Roma toplumunun ileri gelen bazı şahsiyetleri ve tiran katili
Kassios, Epikourosçuluğu benimser.

Kaynaklar ve Belgeler
Epikouros'un hayatına ve kişiliğine dair birçok ayrıntıyı, müritleri tarafından
muhafaza edilmiş mektupları ve felsefi eserleri sayesinde biliyoruz. Bu eserler,
Diogenes Laertios'a ait Ünlü Filozoflann Yaşamlan ve Öğretileri gibi eserlere
dahil olmaları veya MS 79'de Vezüv yanardağının patlamasıyla Herculaneum'da
bulunan ve sayısız eser arasında Epikouros'un metinlerini de içeren zengin bir
kütüphanenin lavların altında muhafaza edilmiş olması gibi tesadüfi nedenler­
le günümüze ulaşabilmiştir. Lucretius'un muhtemelen MÔ 1. yüzyılda yazdığı
De rerum natura (Nesnelerin Doğası Üzerine) adlı, heksametron [altılı ölçül
veznindeki Latince şiir de Epikouros'un eserlerini Roma halkına tanıtmayı
amaçlar. Lucretius'un Latin edebiyatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğu
gibi (Vergilius'u düşünmek yeterli olacaktır) bu şiir de Epikouros'un doğa fel­
sefesini ve Hellenistik çağda Roma'da nasıl karşılandığını anlamamız açısın­
dan önemli bir rol oynamıştır.

15
F E L S E F E TA R İ H İ 2

Epikouros'un portresi, MÖ m. yüzyıla ait bir eserin Roma dönemi kopyası, II.
yüzyıl, Ravenna, Museo Nazionale

16
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I N U S ' A

Her halükarda bütün bu bilgilerin çeşitli ellerden geçtiğini ve birtakım Epi­


kourosçu çevrelerde kurucularının imgesinin idealleştirilmesine katkıda bulu­
nan geniş kapsamlı bir edebi hareket bağlamında göz önüne alınması gerekti­
ğini unutmamak gerekir.
Epikouros'un antikçağdan günümüze ulaşmış çeşitli büstlerinde ve heykel­
lerinde derin düşüncelere dalmayı ifade etmek üzere tasarlanan alışılageldik
felsefi pozlar yerine ciddi, ama huzurlu bir yüz ifadesiyle Epikourosçu huzurlu
hayat idealini simgeleyen, acı veya kaygı bilmeyen, sakallı bir adam görürüz.
Elimizdeki tanıklıklar temelinde, Epikourosçuluğun etkisi en azından m.
yüzyıl başlarına kadar sürer, ama Hıristiyanlığın siyasi ve entelektüel alanlara
hiikim hale gelmesi karşısında direnemez, çünkü neredeyse tüm önemli felsefi
meseleler de Epikourosçularla Hıristiyanlar birbirine zıt görüşler sergiler.

Dünya Görüşüne Metodolojik bir Yaklaşım


Epikouros Dünya'nın ve insanların dünyada kapladığı yerin felsefi yorumunu
sunar; ona göre bu yer eksiksiz olmalı ve istikrarlı, mutlu bir hayata erişmeyi
amaçlamalıdır. Epikouros'un metodolojik yaklaşımı temelde tecrübidir; Kuşku­
cuların duyumlarımızın gerçeklik konusunda faydalı bilgiler sunma yetisine
dair şüphelerini reddeder ve tüm duyumların Dünya'nın gerçekte nasıl olduğu­
nun en doğru tasviri olduğu konusunda ısrar eder.

Samos Heraion'unda bir sütun


kaidesi, MÔ III. yüzyıl

17
F E L S E F E TA R İ H İ 2

Bilgi
Ancak Epikouros'a göre her halükarda sadece duyumları temel alarak maddi
gerçeklik konusunda aceleci sonuçlara varmaktan kaçınılmalıdır. Bir yandan
duyuların izlenimleriyle çelişen bir görüş edinmek kesin olarak yanlışsa da,
diğer yandan bu izlenimlere tamamıyla güvenmemeliyiz. Örneğin suyun için­
de duran küreğin eğri göründüğü ve görme duyumuzun bu görüntüyü bize gü­
venilirmiş gibi aktardığı doğruysa da, bundan küreğin eğri olduğu sonucuna
varmamalıyız. Dolayısıyla kürekten elde ettiğimiz duyumları doğrulamak son
derece önemlidir. Bu amaçla, elde edilen izlenimlerin hepsiyle tutarlı olan bir
görüş edinmek için küreği farklı şartlar altında ve dokunma gibi duyulardan
da yararlanarak görmek gerekir. Bu yöntem doğrudan algılanamayacak şeyler
söz konusu olduğu zaman bile uygulanmalıdır; bu durumda da edindiğimiz
görüşlerin hiçbir duyumla çelişmemesi gerekir. Örneğin Epikouros'a göre ev­
renin görünmez ve bölünmez madde parçacıkları olan atomlardan oluştuğuna
inanmamız gerekir; boşlukta sürekli olarak hareket eden atomlar bazen bir
araya gelerek görünür ve makroskopik nesneler oluşturur.
Bu atomcu görüş, gerçeklikten algıladıklarımızla, duyulardan bağımsız çeşit­
li temel önermelerin bileşiminden zorunlulukla elde edilen sonuç olarak sunulur.

Atomizm ve Tesadüf
Atomcu kozmolojiye göre aynca evren büyüklük ve süre açısından sonsuzdur
ve bizim dünyamız (veya kosmos) , sonsuz sayıda olası Dünya'dan sa-
'
dece biridir. Evrenin belli bir yerinde bir sınır olması için herhangi

Epikouros, bir neden yoktur ve olduğu kabul edilse bile bu sefer evrenin dı­

Doğa Kuramı şında ne olduğu sorunu ortaya çıkar.


Bu önermeye dayanan önemli ahlaki sonuçlar da söz konusu­
dur. Dünyamız çeşitli atomların rastgele çarpışmasından oluşmuş
ve belirli bir nedenle yaratılmamış veya tasarlanmamıştır. Çevremiz­
deki her şey adetleri ve ihtiyaçları göz önüne alınarak yaratılmış gibi görünse
de, aslında sadece en etkin ve başarılı örneklerinin hayatta kaldığı çeşitli gi­
rişimlerin ve rastgele hataların sonuçlandır. Bu elbette hayatımızın anlamsız
veya amaçsız olması gerektiği anlamına gelmez. Epikouros'un yapmak istediği
şey, insanların hayatlarını ve yaşadıkları dünyayı bir veya daha fazla ilahi ya­
ratıcıya borçlu oldukları gibi bunaltıcı bir fikirden kurtarmaktır.

Atomlar
Epikouros'un atomcu görüşü birçok açıdan Leukippos ile Demokritos'un yüzler­
ce yıl önce öne sürdüğü görüşü hatırlatırsa da, aralarında bazı ufak tefek farklı­
lıklar söz konusudur. Her şeyden önce Epikourosçular atomların, maddi olarak

18
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I N U S ' A

iskelet kupası, Boscoreale. Oturanlar Zenon ve Epikouros, sütunun


üzerindeki moira Clotho. Yazıtta "Zevk en yüce iyidir" yazıyor,
Mô I. yüzyıl, Paris, Musee du Louvre

bölünmez olsalar da, teorik olarak bölünmez olan küçük parçalardan


(Lucretius'un terminolojisine göre minimal oluştuklarını belirtir. Bu küçük par­
çalar paradoksal olarak hem kesif hem de yaygındır ve atomların farklı (ama
sonsuz değil) biçimlere sahip olması bunların birleşimine bağlı olduğu için Epi­
kourosçular bazen makroskopik nesnelerin olgusal niteliklerindeki farklılıkları,
onları oluşturan atoınlann biçimleri temelinde açıklarlar. İkinci olarak Epikou­
rosçular, atoınlann ağırlıklarının ve etkilerinin yam sıra öngörülen seyirlerinin
de bazen saptığına inanırlar. Daha sonra Lucretius'un clinamen adım vereceği
bu sapma çok küçük olsa da, sebepsiz bir hareket olduğu için eleştirmenleri ara­
sında alay konusu olur, ama muhtemelen Epikourosçulara göre inkar edilemez
bir hakikat olan insanların kendi belirledikleri şekilde hareket edişini açıklamak
için öne sürülmüştür. Rastgele hareket eden atoınlardan oluşan bir dünya görü-

19
F E L S E F E TA R İ H İ 2

şü fiziksel determinizmi tehdit eder. (bkz. Demokritos) İnsanın sorumluluk duy­


gusu özgür olduğuna ve determinizm onunla uyumsuz olduğuna göre, atomların
hareketinin tamamıyla rastgele olamayacağı sonucu ortaya çıkar. .

Dionysios'un doğumu, Perge (Türkiye) tiyatrosundan bir alçak kabartma, II. yüzyıl

Tanrılar ve Öte Dünyada Hayat


Epikourosçular tannlann insan biçimli olduğunu ısrarla savunurlar. Kozmolo­
jilerin de ilahi yaratıcılara yer yoktur; ama insan toplumlarında ilahi varlıklara
inancın neredeyse evrensel bir özellik olduğunu göz önüne alarak, bu inancın
gerçek bir olguyu temel alması gerektiği sonucuna varırlar. Onlara göre in­
sanların büyük kısmı, hem gereksiz olan hem de tannlann ilahi doğalarıyla
uyumlu olmayan çeşitli endişeler ile nitelikleri hatalı olarak tanrılara atfeder.
Tanrılar varsa, ideal hayatlar sürüyorlardır, bundan dolayı da Epikourosçulara
göre onların tamamıyla insanlara özgü il.det veya inanışlara ilgi duyacağını
düşünmek anlamsızdır. Bir tanrı, gözdesi bazı ölümlülere yardımcı olınakla ve­
ya ritüelleri doğru şekilde yerine getirmeyenleri cezalandırmakla uğraşacaksa,
ideal bir hayat süremez.

Ataraksia
Benzer şekilde tanrılar bir dünya yaratma ihtiyacı duysalardı veya Dünya'nın
işleyişine müdahale etmek zorunda kalsalardı, haklan olan hayattan daha kötü

20
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I N U S ' A

bir hayatlan olurdu. Dolayısıyla tannlann, ölümlülerin de arzu etmesi gere­


ken, kaygılardan yoksun bir hayat sürdüklerini düşünmek doğru olacaktır. Bir
Epikourosçu dindar olduğunu ilan edebilir, ama tannlara bağlılığı,
tannlann insanlara karşı tamamıyla kayıtsız olduğunu kabul
Epikouros,
etmelidir. Bir tann, Epikourosçunun arzu ettiği hayat modelini
"İnsanlar
temsil eder ve tüm endişelerden yoksun bir hale (ataraksia)
arasında bir
ulaşan herhangi bir Epikourosçu bir tann sayılmayı hakkeder.
tanrı gibi"

Ölüm
Bu tanrısal hayat idealinin bir Epikourosçunun, atomlardan oluşan tüm di­
ğer bileşimler gibi ölümlü olduğunun ve bir gün hayatının sona ereceğinin
bilincini de temel aldığı sanılır. Epikourosçular ölümden sonra hayat olabi­
leceği fikrini reddederler ve insanların beden ve ruh bileşiminden oluştu­
ğuna inanırlarsa da, beden gibi ruhun da belirli bir tür atomdan oluşan bir
bileşim olduğu ve kişinin ölümüyle yok olup dağıldığı konusunda ısrarcı­
dırlar. Ölüm korkusu insanlann mutsuzluğunun başlıca nedenlerinden biri­
dir; Epikourosçular bu korkudan kurtulmak için ölümün söz konusu kişinin
tamamıyla yok olması anlamına geldiğini belirtirler. Bu durum göz önüne
alınınca sözde öte dünyada yaşanabilecek cezalandırmadan veya ödüllendir­
meden dolayı endişe etmek akıldışı olacaktır, bu durumda insanlann hatalı
olarak öte dünyada ödüllendirilmek amacıyla verdikleri uğraşlar anlamsız
hale gelir. Hiçbir parçamız ölümden sonra hayatta kalmayacağına göre kork­
mamız yersizdir.

HAZZIN D O GASI

Hedonizm
Epikourosçular ablak açısından da neyin iyi neyin kötü olduğunun kararlaştı­
nlması gerektiğinde, haz ve acı deneyimimizin hakikatin ölçütü sayılınası ge­
rektiğine inanırlar. Epikourosçulara göre zevk veren deneyimler iyi, acı veren
deneyimler de tabii ki kötüdür.
Epikourosçular çok küçük çocuklann ve akıl sahibi olmadıklan için hay­
vanlann haz peşinde koşup acıdan kaçındıklannı, hatta hazzın iyiliğine ve acı­
nın kötülüğüne dair bir inançlan olmadan bu şekilde davrandıklanna göre bi­
rini isteyip diğerini reddetmelerinin tamamıyla doğal olması gerektiğini vur­
gularlar. Epikourosçulann felsefesine göre her türlü haz hedef alınmamalıdır,
çünkü belirli bir hazzı elde etmeye çalışmak daha üstün başka bir hazza engel
olabilir veya daha büyük bir acıya neden olabilir. Hayatımızdan azami haz al-

21
FELSEFE TARİHİ 2

mayı planlıyorsak, duyulanmızın sunduğu kanıtlan göz önüne almanın yanı


sıra, akıl ve muhakemenin de önemli bir rol oynadığını kabul etmeliyiz.

Bir kline 'ye otunnuş iki şölen davetlisi ve bir kadın müzisyen (hetaira),
MO I. yüzyıl, Paris, Musee du Louvre

Epikourosçular hazzın doğasına sıra dışı bir açıdan bakarlar. Antikçağ


filozoflannın büyük kısmının tersine, haz ile acı arasında bir halin varlığını
reddederler ve azami hazzın, bütün acı ortadan kaldınldığı zaman yaşandığı
sonucuna vanrlar. Epikourosçular aynca hem bedenen tam acı yokluğu (on­
lann tarifine göre aponia) hem de ruhen tam acı yokluğu (ataraksia) haline
ulaşıldığı zaman haz değişime uğrayabilir, ama artamaz.

Hazların Hakimiyeti
Epikourosçulara göre haz dolu bir hayat ne lüks ne de aşınlık içerir. Hayatın
amacı bütün acılann ortadan kaldınlması ise, mümkün olduğu kadar acı­
lardan yoksun bir hayat temin etmenin en etkili yolu, tamamıyla doğal ve

22
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I N U S ' A

zorunlu olmayan tüm hazları da ortadan kaldırmaktır. Örneğin siyasi iktidar


arzusunu gerçekleştirmek zor olduğu ve bu yolda ilerlerken birçok acıya ne­
den olabildiği için, Epikourosçular tarafından tamamıyla doğaya aykırı sayı­
lır. Siyasi iktidar hiçbir insani ihtiyacı karşılamadığı için, iyi bir Epikourosçu
onu göz önüne almayacaktır ve benzer şekilde, çok spesifik olan veya elde
edilmesi zor olan hiçbir şeyi arzulamayacaktır. İnsanın, en temel açlığını ve
fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak dışında belli bir yiyeceğe doğal bir ihtiyacı
olmadığı için, iyi bir Epikourosçu sadece aç veya susuz olmamayı isteyecek­
tir. Bu ihtiyaçların tam olarak ne şekilde karşılanacağına kayıtsız olmalıdır.
Epikouros'un kendisi sadece su ve ekmekle güzel bir şekilde karnını doyura­
bilmekle böbürlenir.

Gereksiz Olandan Kurtulmak


Epikourosçu öğretinin genel stratejisi, risklerden kaçınmayı temel alır; acının
yok edilmesi hazzın hedeflenmesi anlamına geldiğine göre, üzüntü ve huzur­
suzluk kaynaklarını ortadan kaldırmayı başaranlar ipso facto olabilecek en
zevkli hayatın tadını çıkaracaktır. Antikçağ (ve modern zaman) eleştirmenle­
rinin büyük kısmı görünürdeki bu katılığı, Hedonist iyi hayat vaadiyle uzlaş­
tırmakta zorluk çeker, ama Epikourosçular tüm gereksiz unsurlarından kurta­
rılmış olan hazzın doğasına ilişkin bu algının tüm insanların olabilecek en iyi
şekilde yaşamasına izin verdiğini öne sürerler. Öte yandan Epikourosçuların
fedakarlıklarla dolu bir hayat yaşadığını varsaymak yanlış olur. Epikouros­
çuların yaptığı, en rağbet gören şeylerin mutlu bir hayat sürmek için elzem
olınadığını ve onları ölçüsüz şekilde arzulamanın kaygıdan yoksun bir hayat
yaşamayı imkansız hale getirdiğini görmektir.

Dostluğun ve Toplumun Rolü


Epikourosçular dostluğun ve toplumun mutlu bir hayatta temel rol oynadığına
inanır. Toplumsallık insanların doğal bir niteliğidir ve dostların hayatın kalite­
si üzerinde olumlu bir etkisi olması, güvenlik unsurunun yanı sıra birer haz ve
yardım kaynağı oluşturması mümkündür. Epikourosçuların dostluğu, birbirle­
rine değer veren dostlar arasında karşılıklı bir yardım ve haz alışverişi olarak
gördüğü anlaşılmaktadır.
Epikourosçu grupların kendi aralarında oldukça yoğun bir toplumsallık
sergilediği açıktır: Epikouros'un öğrencileri düzenli olarak bir araya gelip be­
raber yemek yerler ve birbirlerinin esenliğine ilgi gösterirler. Bu, etkili bir eği­
tim sistemi için elzem sayılabilir: bir öğrencinin hocasının tavsiye ve açıkla­
malarına ihtiyacı olabilir, hoca da öğrencinin şahsi ihtiyaçlarını ve eğilimlerini
göz önüne alarak ona en uygun şekilde tavsiyelerde bulunmayı öğrenmelidir.

23
F E L S E F E TA R İ H İ 2

Adalet
Siyaset kuramına gelince, Epikourosçular adaletin, başkalarından kaynakla­
nan saldırılardan ve acıdan korunma ihtiyacından doğduğunu, dolayısıyla iyi
bir yasanın tüm yurttaşlara kaygıdan yoksun, huzurlu bir hayat sürme imkanı
vermesi gerektiğini öne sürerler. Adalet bu genel gayenin ötesinde kendi başına
herhangi bir değere sahip değildir ve tüm geçerli hukuki sistemler bu gayeyi
gözetse bile, yürürlükteki yasalar bağlamlara ve farklı toplumsal şartlara bağlı
olarak farklılık gösterebilir.
Epikourosçuluğun eleştirmenleri bu yaklaşıma şu argüman temelinde karşı
çıkmışlardır: Eğer yasaların kendi başlarına bir değeri yoksa, o zaman onları
ihlal etmek kötü bir hareket değildir ve eğer Epikourosçular cezalandırılmaya­
caklarından emin oldukları için yasaları ihlal edebilirlerse, bunu yapmamaları
için neden yoktur ve daha da kötüsü, eğer yasaları ihlal etmek genel anlam- ,
da esenliklerine katkıda bulunursa, o zaman yasaları ihlal etmenin son derece
tavsiye edilir bir eylem olduğu sonucuna varılabilir. Epikouros da bu eleştiriye
cevaben, suç işleme sonucunda tutuklanma olasılığının yeterince endişeye (do­
layısıyla da acıya) neden olduğunu, bundan dolayı yasaları ihlal etmemenin
daha iyi olduğunu söyler.
Epikourosçuların dost çevreleri dışında toplumun geri kalanıyla ilişkileri
bazen gergindir. Yurttaş statüsüne sahip olanlar genelde kamusal hayata faal
olarak katılım gösterir ve muhtemelen Epikouros'un siyasete ilgisizliğini şüp­
heli bulup gizli tanrı tanımazlığının toplumun yapısı için bir tehdit oluşturdu­
ğunu düşünürler.
STOACILIK
Paolo Togni

Stoacı Okul ve Doktrini


Eski tüccar, Kitionlu Zenan, MÔ 300 yılı civarında Platon'un Akademeia'sından
ayrıldıktan sonra Atina'nın Boyalı Revakları'nı (Stoa Poikile). Hellenistik çağın
en önemli felsefi okulu haline gelecek olan akımının merkezi olarak belirlemiş­
tir. Stoacı düşünce, geçirdiği evrim boyunca, Zenon'un oluşturduğu ilk profilin
çeşitli yönleri üzerinde etkili olan ve onu köklü şekilde değiştiren çeşitli etkile-

Attalos stoa'sından bir parça, MÖ y. 1 40, Atina, Agora Müzesi

25
F E L S E F E TA R İ H İ 2

re maruz kalır. Stoacı öğretinin özellikle MÔ II ile I. yüzyıl arasında geçirdiği


dönüşümler o kadar etkilidir ki, Hellenistik Stoacılık iki döneme ayrılarak ele
alınır. MÔ III ile II. yüzyıl arasında yaşanan Eski Stoacılığın başlıca temsilcile­
ri, Zenon'un yanı sıra Khioslu Ariston, Assoslu Xleanthes, Soloilu Khrysippos,
Babilli Diogenes ve Tarsoslu Antipatros'tur. MÔ II ile 1. yüzyıl arasında gelişen
Orta Stoacılık döneminde ise okulun liderleri önce Rodoslu Panaitios, sonra da
Apameialı Poseidonios'tur. Ancak Hellenistik Stoacılığın en azından iki yönü,
yüzyıllar boyunca muhafaza edilir: Bunlar bir yandan okulun Sokratesçi köke­
ni, diğer yandan Stoacı düşüncenin sistematik yapısıdır.

S okrates'in Varisleri
Stoacılar kendilerini Sokratesçiliğin tek hakiki varisi olarak göriirler ve
doktrinleriyle, gelenekler yoluyla aktarılan Sokratesçi öğretilerin gerçek muha­
fızları ve yorumcuları olduklarına inanırlar. Öte yandan Zenon'un, Kynik okul
başta olmak üzere Stoa'yı kurmadan önce üyesi olduğu tüm felsefi okullar da
Sokrates'ten türediklerini iddia ederler.

Sokrates ve mousa'sı, Mousa '!ar Lahidi'nden bir aynntı,


Roma, MÖ II. yüzyıl, Faris , Musee du Louvre

26
HELLENİZMDEN AUGUSTINUS 'A

Stoa Sokratesçiliğinin en ilginç yönlerinden biri, Sokrates'e atfedilen ve iyi­


liğin bilgisi için erdemli bir hayat sürmenin zorunlu olduğunu savunan "ah­
laki entelektüalizm" adlı felsefe tezinin radikalleştirilmesiyle ilgilidir. Hem
Sokrates'e hem de Stoacılara göre erdem (arete) ve bilgi (episteme) özdeştir, ama
Stoacı filozoflara göre bunlar, erdemli zihinleriyle sıradan insandan (phaulos)
ayırt edilen bilgelerin (sophos) uzmanlık alanıdır.

Bilge
Bilgeler, doğayla uyumlu şekilde yaşamayı, yani kozmik olaylan anlama ve
kendi varlığını onların seyrine göre ayarlama becerilerine sahip tek canlı olan
insana doğanın bahşettiği bilişsel araçları doğru şekilde kullanmayı·öğrenmiş
olanlardır. Büyük bir emek ve sabırla bu potansiyeli fiiliyata çeviren, evrene
hakim olan ve diğer insanların çoğuna karanlık ve gizemli gelen ilahi işleyişleri
gerçek anlamda bilen ve yorumlayan insan bilgedir.
Dolayısıyla Stoacılann ahlaki entelektüalizmi, kozmik olguların bilgisiyle
uyunılu pratik bir hayatın yaşanması arasındaki zorunlu bağlantının kuram­
laştırılması anlamına gelir. Stoacı bilgeler erdemli olmak zorundadır, çünkü
olaylar konusunda bilgi sahibi olmak kendi varlıklarını o olaylara adapte et­
melerine neden olur. Ancak erdem emaresi olan bu adaptasyonda Stoacı bilgeyi
niteleyen özgürlük de sergilenir. Olayların seyrine adaptasyon, insanın kade­
rini pasif olarak kabullenmesi anlamına gelmez. Bilge kendi kendini erdemli
olmaya zorlamaz. Tam tersine Stoacı bilgeler bireysel kaderlerin, dolayısıyla
da kendi kaderlerinin gerçekleşmesinin, evrenin tamamını kapsayan ve kaçınıl­
maz olarak iyiyi amaçlayan ilahi bir projenin gerçekleşmesi açısından işlevsel
olduğunun bilincindedir. Dolayısıyla özgürlük de ilahi takdir tarafından karar­
laştırılmış bir projeye bilinçli olarak uymak anlamına gelir. Stoacı bilgeler bu
projeye uymakla onun gerçekleşmesine katkıda bulunduklarını bilirler.

Stoacı Felsefe Sistemi: Mantık, Fizik ve Etik


Stoacılar, Ksenokrates'in (MÔ 396-314) öne sürdüğü ayrımı temel alarak felse­
feyi üç kısma ayırır: mantık, fizik ve etik. Stoacılar felsefeyi bir meyve bahçesi­
ne benzetirler: bahçe duvarı mantığa, toprak ve ağaçlar fiziğe, meyveler
de etiğe tekabül eder. Bu analoji Stoacılann felsefe algısının en
önemli yönüne işaret eder: her şeyin belirlenmesinde üç kısmın
Diogenes
gerekliliği ve birbirine bağımlı olmaları. Dolayısıyla felsefe ge­
Laertios, Stoacı
rekli ve birbirine bağlı kısımlardan oluşan bir sistem ve orga­
felsefenin
nik bir bütündür.
üç kısmı
Bu ayrımın metodoloji üzerinde doğrudan yansıması olur.
Bu analojide mantık yapısal bir elemana (duvar) benzetilmiştir:

27
FELSEFE TARİHİ 2

Felsefe, mantığı hareket noktası olarak görmelidir. Bu durumda felsefe ku­


ramsal açıdan bir sisteme tekabül ederken, metodolojik açıdan diğer iki kı­
sımdan önce gelir.

Kaynak Meselesi
Antikçağ felsefesi ve bilimi alanla­ Dolayısıyla Stoacı felsefeyi yeni­
rında araştırma yürütenlerin kar­ den kurgulayabilmek için Diogenes
şı karşıya kaldığı sorunlardan biri, Laertios'un Ünlü Filozofların Ya­
kaynakların yeniden kurgulanma­ şamları ve ôUretileri eseri gibi son­
sıdır. Genelde orijinal eserlerden raki döneme ait dolaylı kaynaklara;
geriye sadece sonraki dönemlerde veya Aetius ile Arius Didimus'un
yaşamış ve Yunan filozoflann dokt­ derlemelerine veya Kuşkucu Sextos
rinleriyle ilgilenmiş alimler saye­
Empeirikos'un Mantıkçılara Karşı
sinde aktarılmış bazı frangmanlar
eserine; veya Hıristiyan apolojist­
kalır. Antikçağ Stoacılan bu açıdan
ler gibi Stoacı kuramları tartışıp
önemli bir örnek teşkil eder: Helle­
eleştirmiş ve Hıristiyan inancımn
nistilı: dönem Stoacılannın en önemli
yaklaşımını savunmuş yazarların
üç temsilcisinin (Zenon, Kleanthes ve
eserlerine başvurmamız gereklidir
Khıysippos) hiçbir eseri günümüze
(bu durumda alıntıladıkları metin­
eksiksiz ulaşmamıştır. Bazılarının
lere apaçık bir şekilde karşı olan
çok üretken olmuş olmasına rağ­
tanıkların güvenilirliği meselesi de
men (Khrysippos'un 165 eser yazdığı
ortaya çıkar).
sanılır), eserlerinden geriye birkaç
fragmandan başka bir şey kalma­ Stoacı filozofların bütün frag­

mıştır. Eserleri eksilı:siz olarak günü­ manlarının yayınlanmasım Alman

müze ulaşan İmparatorluk dönemi filolog Hana von Arnim'in 1 903 ta­
Stoacı filozofları Seneca, Epiktetos rihli eserine borçluyuz (Stoicorum
ve Marcus Aurelius'tur. Veterum Fragmenta) .

Mantık
Stoacılara göre mantık, felsefenin ana konusu logos olan kısmıdır v e logos bu­
rada evrenin tamamını yöneten akılcı ilke anlamına gelir. Dolayısıyla mantık,
günümüzde ayn olarak ele almaya alışkın olduğumuz bir dizi disiplini içerir.
Stoacılar mantığı iki kısma ayırır. Bir yanda "güzel konuşma bilimi" olarak
tanımlanan retorik vardır. Diğer yanda da "doğru olanın, yanlış olanın ve ne
doğru ne de yanlış olamn bilimi" olarak tanımlanan diyalektik vardır. Bu ta­
nımlama, Stoacıların diyalektiğe dahil ettiği araştırma alanının ne kadar bü­
yük olduğuna işaret eder. Aslında Stoacı diyalektiğin temelinde her yönüyle
hakikatin (aletheia) yer aldığını söyleyebiliriz.

28
H E L LE N İ Z M D E N AU GUSTINU S ' A

Mantık ve Hakikat
Hakikat, özellikle semantik açıdan incelenir. Diyalektiğin bir bölümü olan se­
mantik, Stoacılann ifade edilebilir (lekta) adını verdiği cisimsel olmayan var­
lıklarla özdeşleşen anlamlan inceleyen bölümdür. Lekton terimiyle en karma­
şık biçimleriyle dilbilimsel yüklemler (kategoremata), tam biçimleriyle öner­
meler (aksiomata) yoluyla anlamdınlan bir durum kastedilir.
Bir önerme, doğru veya yanlış olması mümkün olan cisimsel bir varlıktır.
Doğru olan, "var olana," yanlış olan da "var olmayana" tekabül eder. "Var olan"
aynı zamanda hem doğru olana hem de doğru olanın temsil ettiği gerçekliğe
tekabül eder. "Var olmayan" da aynı zamanda hem yanlış olana hem de yanlış
önermeyi düşünen veya ifade edenlerin inandığı veya olduğunu sandığı var ol­
mayan şeye tekabül eder.
Semantiğin konusu, var olanı yansıtan (doğru oldukları takdirde) veya
çarpıtan (yanlış oldukları takdirde) önermelerken, Stoacı bilgi kuramının te­
melinde var olan nesnelerin öznenin zihnindeki az veya çok sadık temsilleri

Nike ve bir savaşçı, Troia'da Palladium'a sanlı bir yılana kurban adarken. Hellenistik bir eserin
Roma dönemi kopyası, MÔ I. yüzyıl sonu, Paris, Musee du Louvre

29
F E L S E F E TAR İ H İ 2

(phantasiai) yer alır. Zihin, ruhun egemen (hegemonikon) kısmıdır; Stoacıların


pneuma adı verilen, hava ve ateşten oluşan, gaz şeklinde bir töz olarak gördü­
ğü ruh, zihnin kontrolü altında olan yedi kısımdan oluşur (beş duyu, tohum ve
ses üretme) . İnsan doğduğu zaman zihin tamamıyla el değmemiştir. Stoacılar
zihni deneyimler yoluyla münferit temsillerin yazıldığı beyaz bir kağıda ben­
zetir; bu temsiller pneuma üzerinde gerçek anlamda izler (Zenon'un tanımına
göre) veya eğilimler (Khrysippos'un tanımına göre) bırakır. Özne çevresindeki
gerçeklikleri yorumlamada yararlandığı kavram dağarcığını oluşturmak için
duyusal temsilleri temel alır. Bu dağarcık, Stoacıların kavrayış ve ön kavrayış
(pro/.epseis) adını verdiği kavrayıcı temsiller bütününden oluşur. Dolayısıyla
Stoacı bilgi kuramı son derece deneysel ve materyalist bir nitelik sergiler.

Akılcılık ve Bilgi
Stoacılara göre yedi yaşından itibaren insanın ruhunda akıl gelişir ve yavaş
yavaş zihnin tamamına nüfuz eder, böylece zihin tamamıyla akılsal hale gelir.
Stoacıların insan zihninin tam akılcılığına dair tezin (Panaitios ve Poseidonios
bu tezi reddederek Platon'un klasik üçlü ayrımını savunurlar), ahlak ve kuram
alanında da yansımaları söz konusudur. Bu tez bir yandan zihnin temsillerin
(veya izlenimlerin) oluşumuna katkıda bulunduğu ve içeriğini kavramsallaştır­
dığı, dolayısıyla içeriğin önermeler yoluyla ifade edilebile'ceği anlamına gelir.
Öte yandan akıl sahibi olmak, özneye temsilleri birbirinden ayırt etme ve han­
gisine onay (synkatathesis) vereceğini seçme becerisi bahşeder. Bir tek Stoacı­
ların "kavrayıcılar" (kata/.eptikai) olarak tanımladığı temsiller onayı hak eder;
bunlar doğru olmanın yanı sıra kendi hakikatlerinin izini sergilerler ve akıllı
özne onları tanımak için gerekli olan bütün araçlara sahiptir.
Temsillerin ruh tarafından nasıl benimsendiği, zihinsel bir adetin (habitus,
yani davranma şekli) oluşumunu belirler; bu zihinsel adet kataleptik temsillere
verilen onay tarafından belirlendiği zaman, daha önce gördüğümüz üzere sade­
ce bilgelere özgü bir dağarcık olan bilgiyle özdeştir. Bilgenin zihnindeki temsil­
lerin hepsi kataleptik olup doğru olmak zorunda olduğu için bilge, gnoseolojik
açıdan bilgiyle özdeş olan hakikate sahiptir.

Fizik
Stoacılara göre fizik, doğal olguların bilgisi anlamına gelir. Bundan dolayı di­
yalektik gibi fizik de bir tek bilgelere özgüdür; bilgenin içinde bulunduğu ev­
reni yöneten yasaları bilmesi, ona hayatını doğayla uyumlu olarak sürdürme
becerisini verir. Stoacı felsefede "doğa" (physis) terimi, bağlamına göre farklı
anlamlarda kullanılır. Her anlam, bu terimin fiziğin araştırma konusu olan ol­
gu evrenine farklı uygıılanışlarını yansıtır.

30
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I NU S ' A

Oturan bir yaşlının başsız heykeli, genelde Solnüi Khrysippos'la


özdeşleştirilir, II. yüzyıl, Faris, Musee du Louvre

31
FELSEFE TARİHİ 2

Doğa Nedir
"Doğa" terimi, Stoacı tanımlarından birine göre evrenin tamamına nüfuz eden
oluşum ilkesi pneuma'nın birleşme gücüyle özdeştir. Stoacılar, evreni doldu­
ran varlıkları, dört düzeyden oluşan hiyerarşik bir skala doğrultusunda sınıf­
landırır. Skalanın ilk düzeyinde sopalar ve taşlar gibi inorganik nesneler yer
alır. En üst düzeyde de akıllı canlılar (hem insanlar hem de tanrılar) bulunur.
Her düzeyde pneuma'yı oluşturan iki unsurun (hava ve ateş) birleşme derecesi
giderek yükselir. Dolayısıyla her düzeye doğanın farklı bir tezahürünün teka­
bül ettiğini söyleyebiliriz.
Pneuma'nın birleşme düzeyini belirleyen, ateşe benzeyen unsurunun dü­
zeyidir. Akıllı varlıklar en zeki olanlardır, çünkü ruhları en seyrek olanlardır;
başka bir deyişle pneuma'daki ateşin yoğunluğu en üst düzeydedir.

Evrensel Zeka
Stoacıların doğal skalasının temelinde yer alan evrensel zeka ilkesine göre,
Stoacıların saf zihin olarak gördüğü Tanrı evrenin tamamına yayılmıştır, inor­
ganik nesnelerde unsurların birleşmesi, esirde de saf akıl (nous) şeklinde te­
zahür eder. Bu da Stoacılara göre sopalar ve taşlar dahil olmak üzere pneuma
sahibi her çeşit varlığın, ait oldukları basamağa göre az veya çok zeki olduğu
anlamına gelir. Esir de, Stoacıların yaşayan ve akıllı bir varlık olarak gördüğü
evrenin ruhunun hakim kısmıyla özdeştir. Bu anlamda insanın logosu evrenin
logosunu yansıtır, yani mikrokozmos, makrokozmosu yansıtır ve evreni yöneten
akılcı ilke insanı da yönetir.
Stoacılara göre bireysel ruh gibi evrensel ruh da maddesel bir doğaya sa­
hiptir. Dolayısıyla evren cisimsel varlıklarla doludur: bundan dolayı var olan
nesneler sadece ci simlerdir. Baş özellikleri, eylemde bulunmak ve başka cisim­
lerin eylemine maruz kalmaktır. Evrenin cisimselliği, Stoacılara göre evrenin
dışında bulunan ve cisimsel olmayan boşluğu da içerir.
Boşluğun dışında cisimsel olmayan başka varlıklar da vardır: daha önce
sözünü ettiğimiz ifade edilebilirlerin yanı sıra zaman ve mekiin.

Evrenin S onsuz Döngüsü


Stoacıların evreni sınırlıdır, küreseldir, hareketsizdir, çoğuldur (yani çok sayıda
gezegenden oluşur) ve hem saf akıl hem de Stoacıların başka bir tanımlaması­
na göre doğayla özdeş "zanaatkar ateş" (pyr tekhnikon) olan Tanrı tarafından
oluşturulmuştur. Evren oluşturulduğu için bütün canlı varlıklar gibi bozulma­
ya ve ölmeye mahkumdur; bu da, Stoacıların makrokozmos ile mikrokozmos
arasında oluşturduğu paralelliğin bir başka ilginç yönünü teşkil eder.

32
H E L L E N İ Z M D E N AU G U S T I N U S ' A

Evrenin sonu, hem çözülmesine neden olacak hem de yeni bir evrenin olu­
şumuna kaynak olacak olan büyük bir yangınla (ekpyrôsis) gerçekleşecektir. Ev­
renin tamamı ebedi bir döngüde ateşten kaynaklanır ve ateşle çözülür. Bundan
dolayı Stoacılar evrenin hem sonlu hem de ebedi olduğunu savunurlar; evren
sınırlı ve ölümlü olduğu için sonludur, ama oluş ve bozuluş döngüsünden do­
layı ebedidir. Her döngüde aynı olaylar aynı şekilde tekrarlanır: Sokrates yi­
ne Sophroniskos'un oğlu olarak doğar, Atina mahkemesi de Sokrates'i yeniden
ölüm cezasına çarptırır. Stoacılar "döngüsel dönüşler" veya "kozmik periyotlar"
kuramını bazı varyasyonlarla da olsa Platon'un Timaios'undan almıştır. Ancak
bu tez de, evrenin ebedi ve yok olmaz olduğuna inanan Panaitios tarafından
reddedilecektir.

Determinizm ve Sorumluluk
Stoacı felsefenin katı determinizmi, "döngüsel dönüş" öğretisinin önemli so­
nuçlarından biridir. Evren, tüm olayların atfedilebileceği, ebediyet boyunca
aynen tekrarlanan ilahi yasalarla yönetilir. Dünyayı yöneten ebedi yasalar her
halükarda olabilecek en iyi yasalardır; ilahi takdir (pronoia) , yani Dünya' ya
en iyi düzeni bahşeden Tanrı'nın kendisi tarafından dayatılırlar. Dolayısıyla
erdemli insan, evrensel düzenin bir parçası olduğunu anlayıp kendi kaderini
kabullenmekten başka bir şey yapamaz.
Stoacılara göre doğa insana onay aracını bahşettiği için determinizm birey­
sel sorumluluklarla çelişmez. Hangi temsillere onay verip vermemeyi belirleme
becerisi, kaderinde zaten belirlenmiş olsalar bile, insanı kendi seçimlerinin ve
eylemlerinin baş sorumlusu haline getirir.

Bahçe ve Stoa
MÔ IV. yüzyıl sonlarında Atina'nın Platon'un Akademeia'sının yakınla­
felsefe dünyasına Hellenistik dö­ rında kurar. Satın aldığı ev bir bahçe
neme ve İmparatorluk döneminin ve bir bostan içerdiğinden, Yunan­
bir kısmına hakim olacak iki yeni cada hem bahçe hem bostan hem de
felsefe okulu dahil olur: Platon'un meyve bahçesi anlamına gelen kepos
Akademeia'sı ile Aristoteles'in Lyke­ olarak bilinegelir. Bahçe'ye misafir
ion'una Epikouros'un Bahçe'si ile Ki­ olan Epikourosçular, aralarında ka­
tionlu Zenon'un Stoa'sı eklenir. dınların ve kölelerin de olduğu bir
dostlar topluluğudur ve bir eğitim
Bahçe
programını izlemekten ziyade, ken­
Epikouros okulunu MÔ 307-306'da, dilerini hocalarının doktrininin baş­
Atina'nın Dipylon kapısının hemen lıca ilkelerinden ilham alınmış bir
dışındaki Kerameikos bölgesinde, hayat tarzı uygulamaya adarlar ve

33
Another random document with
no related content on Scribd:
Fig. 336. Glossopteris Browniana, Brongn. Sporangia. (× 30). After Arber.
The rhizome of Glossopteris Browniana has been described in
detail by Zeiller, who first demonstrated that the fossils originally
assigned by Royle[1318] to the genus Vertebraria represent the stem
of this and, as we now know, of some other species of Glossopteris.
Vertebraria occurs in abundance in Permo-Carboniferous strata in
association with Glossopteris; the differences between Australian,
Indian, and South forms, though expressed by specific names, are
insignificant. The stems are usually preserved in the form of
flattened, single or branched, axes sometimes bearing slender
branched roots and characterised by one or two, or less frequently
three, longitudinal grooves or ridges (fig. 337) from which lateral
grooves or ridges are given off at right angles, dividing the surface
into more or less rectangular areas 1 cm. or more in length. The
surface of these areas is often slightly convex and in some
specimens the outlines of cells may be detected. Mr Oldham has
described some interesting examples of Vertebraria from India in
which the longitudinal and transverse grooves are occupied by a
dark brown ferruginous substance or by the carbonised remains of
plant-tissues (fig. 338, C, D). In transverse section, a Vertebraria
cast appears to be divided into a number of wedge-shaped
segments radiating from a common centre. Prof. Zeiller[1319] has
figured specimens of Vertebraria with portions of Glossopteris fronds
still attached.

Fig. 337. Vertebraria indica, Royle. Nat. size. (After Feistmantel.)


The rhizome of Glossopteris, as represented by the Vertebraria
casts, is aptly compared by Zeiller[1320] with that of the recent
Polypodiaceous fern Onoclea struthiopteris. Sections of the recent
stem (fig. 338, E, F) show that the form is irregularly stellate owing to
the presence of prominent wings which anastomose laterally at
intervals as shown by the examination of a series of sections. The
leaf-traces are derived from the steles of adjacent wings. Fig. 338 (B
and A) represents somewhat diagrammatically a longitudinal and
transverse view of a Vertebraria; the radiating arms represented in
the transverse section (fig. A) are the stem ribs or wings and the
segments between them are intrusions of sedimentary material. The
rectangular areas characteristic of the surface of a Vertebraria are
the intruded segments of rock: these are separated at intervals by
transverse grooves, which mark the course of vascular strands given
off at each anastomosis of the longitudinal wings to supply the
leaves.

Fig. 338.
A, B. Vertebraria indica. (After Zeiller.)
C, D. V. indica. (Nat. size. After Oldham.)
E, F. Onoclea struthiopteris. (× 2. After Zeiller.)
Mr Oldham, who discovered the connexion between Glossopteris
and Vertebraria independently of Dr Zeiller, does not agree with the
interpretation of the structural features of the rhizome which Zeiller
bases on a comparison between Vertebraria and Onoclea
struthiopteris. Oldham[1321] describes Vertebraria as consisting of a
central axis “joined to an outer rind by a series of radial septa,” the
spaces between the septa being divided into chambers by
transverse partitions. His view is that the rhizome of Glossopteris
was a cylindrical organ and not an irregularly winged axis like the
stem of Onoclea. Zeiller[1322] has replied in detail to Oldham’s
interpretation and adheres to his original view, that the rhizome
consisted of a solid axis with radial wings or flanges which at
intervals anastomosed transversely in pairs at the nodes. It may,
however, be possible that the spaces between the longitudinal and
transverse grooves on a Vertebraria axis, which have been filled with
the surrounding rock, were originally occupied in part at least by
secondary wood, and the transverse strips of carbonaceous
material[1323] lying in the grooves may represent medullary-ray tissue
and accompanying leaf-traces. The longitudinal striations seen in
some specimens of Vertebraria on the areas between the grooves
may be the impressions of woody tissue. It is impossible without the
aid of more perfectly preserved material to arrive at a satisfactory
conception of the structural features of a complete Glossopteris
rhizome.
Fig. 339. Glossopteris fronds attached to rhizome. (From a specimen lent
by Dr Mohlengraaff. Considerably reduced.)
In the specimen of Glossopteris Browniana shown in fig. 339
several leaves are attached to an axis which shows none of the
surface-features of Vertebraria. I am indebted to the kindness of Dr
Mohlengraaff of Delft for the loan of this specimen which was
obtained from Permo-Carboniferous rocks in the Transvaal. An axis
figured by Etheridge[1324] from an Australian locality bears a tuft of
Glossopteris leaves, possibly G. Browniana; in place of the
rectangular areas characteristic of Vertebraria it shows transversely
elongated leaf-scars or, on the internal cast, imbricate rod-like
projections which Etheridge suggests represent vascular bundles.

Glossopteris indica, Schimper. Figs. 340, A, 341.


It is a question of secondary importance whether or not the fronds
which Brongniart spoke of as a variety of Glossopteris Browniana
should be recognised as specifically distinct. The careful
examination by Zeiller of the venation characters has, however,
afforded justification for separating G. Browniana and G. indica. We
must admit that the slight and not very constant differences in the
size and form of the meshes produced by the anastomosing of the
lateral veins are characters which cannot be recognised as having
more than a secondary value, though, as a matter of convenience,
we employ them as aids to determination. The arbitrary separation of
sterile leaves, which differ by small degrees from one another in form
and in the details of venation, by the application of specific names is
a thankless task necessitated by custom and convenience; it is,
however, idle to ignore the artificial basis of such separation. Mr
Arber has recently published, in his valuable Glossopteris Flora, an
analytical key which serves to facilitate the description and
determination of different types of frond[1325].
Fig. 340.
A. Glossopteris indica, Schimper. (½ nat. size.)
B. Glossopteris angustifolia, Brongniart. (Nat. size.) From Arber, after
Feistmantel.
The large leaves of Glossopteris indica, reaching a length in
extreme cases of 40 cm. and a breadth of 10 cm., are characterised
by a rather greater regularity in the arrangement of the meshes and
by the greater parallelism of the upper and lower sides of each mesh
(fig. 341) and by less difference in size between the venation
meshes than in G. Browniana, the leaves of which are usually
smaller. The relatively thick epidermis consists of rectangular cells
with stomata in depressions[1326]. The scale-leaves[1327], rather larger
than those of G. Browniana, are more or less rhomboidal with
rounded angles and reach a length of 1·5–6 cm. and a breadth of
1·5–2·5 cm. The rhizome is practically identical with that of G.
Browniana[1328].

Fig. 341. Glossopteris indica, Schimp. (× 1½.) From Arber, after Zeiller.
This species occurs in great abundance in the Permo-
Carboniferous rocks of India, Australia, and in various parts of South
Africa, and elsewhere. It has been recognised also by Amalitzky[1329]
in Upper Permian beds in Russia and by Zeiller in the Rhaetic series
of Tonkin[1330].
Fig. 342. Glossopteris angustifolia var. taeniopteroides. (× 3½.)

Glossopteris angustifolia, Brongniart. Figs. 340, B; 342.


It is convenient to retain this designation for linear fronds with an
acute or obtuse apex and a venation-reticulum composed of long
and narrow meshes (fig. 340, B). It is by no means unlikely, as Arber
suggests, that the same plant may have produced leaves of the G.
indica type and narrower fronds which conform to G. angustifolia. In
his description of some Indian specimens of G. indica, Zeiller draws
attention to the variation exhibited in regard to the extent of
anastomosing between the secondary veins: some examples with
very few cross-connexions agree more closely with Taeniopteris than
with Glossopteris as usually defined[1331]. The venation shown in fig.
342 illustrates an extreme case of what is almost certainly a
Glossopteris leaf of the G. angustifolia type. This specimen, which
was discovered by Mr Leslie in the Permo-Carboniferous sandstone
of Vereeniging (Transvaal), has been referred to a variety of
Brongniart’s species as G. angustifolia var. taeniopteroides[1332] on
account of the almost complete absence of any cross-connexions.
The reference to Glossopteris, which my friend Dr Zeiller suggested,
is amply justified by the form of the leaf as a whole, by the angle at
which the lateral veins leave the midrib, a feature in contrast to the
wider angle at which the lateral veins are usually given off in
Taeniopteris (figs. 329, 332), and by the similarity to the Indian
specimens already mentioned. Several authors have described
leaves or leaflets under the generic name Megalopteris[1333] from
Carboniferous and Permian rocks which bear a close resemblance
to the South African variety, but in some cases at least Megalopteris
is known to be a pinnate and not a simple leaf. The leaf figured by
Jack and Etheridge as Taeniopteris sp.[1334] from Queensland may
also be an example of Glossopteris. Comparison may be made also
with the Palaeozoic leaves described in the first instance by
Lesquereux and more recently by Renault and Zeiller as species of
Lesleya[1335] (fig. 347).

Fig. 343. Blechnoxylon talbragarense, Eth.: s, scale-leaves; x, secondary


xylem. (After Etheridge. A × 2; B × 3; C much enlarged.)
Blechnoxylon talbragarense, Etheridge. Fig. 343.
Under this name Etheridge[1336] described some specimens from
the Permo-Carboniferous Coal-Measures of New South Wales,
which he regards as a fern, comparable, in the possession of a
cylinder of secondary xylem, with the recent genus Botrychium and
with Lyginodendron and other members of the Cycadofilices. The
slender axis (1–3 mm. in diameter) appears to consist of a zone of
radially disposed tissue (fig. 343, C, x), which is probably of the
nature of secondary xylem, enclosing a pith and surrounded
externally by imperfectly preserved remnants of cortex. Unfortunately
no anatomical details could be made out, but the general
appearance, if not due to inorganic structure, certainly supports
Etheridge’s determination. The stem bore at intervals clusters of
linear-lanceolate leaves (reaching 12 mm. in length) in close spirals
(fig. 343, A and B); the leaves are characterised by a strong midrib
and forked secondary veins. Small “pyriform” bodies of the nature of
scale-leaves occur in association with the fronds (fig. 343, B, s).
In his description of this interesting plant, Etheridge quotes an
opinion which I expressed in regard to the comparison of the stem
with those of Botrychium, Lyginodendron, and other genera. No
satisfactory evidence has been found as to the nature of the
fructification. Although the leaves of Blechnoxylon are much smaller
than those of Glossopteris, I am now disposed to regard the genus
as closely allied or even generically referable to Glossopteris. The
crowded disposition of the leaves is like that in Glossopteris, shown
in fig. 339 and in the figures published by Etheridge and by Oldham;
the association of scale-leaves and foliage-leaves is another feature
in common. The absence of a reticulum of anastomosing veins can
no longer be considered a fatal objection to the suggestion that the
Australian type may be a species of Glossopteris. If the view that
Blechnoxylon is not a distinct genus is correct, the occurrence of
secondary xylem is favourable to the opinion already expressed that
Glossopteris is more likely to be a Pteridosperm than a true fern. The
data at present available render it advisable to retain Mr Etheridge’s
name: the comparison with Glossopteris lacks confirmation.
BLECHNOXYLON
Fig. 344. Glossopteris retifera. (Nat. size. From Arber, after Feistmantel.)

Glossopteris retifera, Feist. Fig. 344.


In some Glossopteris leaves the anastomosing secondary veins
form a coarser reticulum, as in the example represented in fig. 344.
The name G. retifera was given by Feistmantel[1337] to Indian fronds
of this type; similar forms have been described as G. conspicua and
G. Tatei. The type illustrated by G. retifera is recorded also from
Permo-Carboniferous rocks in Zululand[1338], Natal, the Transvaal,
Cape Colony, and the Argentine.
Gangamopteris.
In 1847 McCoy[1339] described a leaf-fragment from Permo-
Carboniferous rocks in New South Wales as Cyclopteris angustifolia.
The type-specimen of this species, which is now in the Sedgwick
Museum, Cambridge, has been re-described by Mr Arber[1340].
Subsequently[1341] McCoy instituted the generic name
Gangamopteris for leaves, like that previously referred by him to
Cyclopteris, from the Bacchus Marsh Sandstone, of New South
Wales, but he did not publish a diagnosis of the genus until several
years later[1342]. Feistmantel[1343], who has described many species of
Gangamopteris from the Lower Gondwana strata of India, slightly
modified the original diagnosis. The genus is represented by sterile
fronds only. We know nothing of the stem, and such evidence as is
available in regard to the form of the fertile leaves is of a
circumstantial kind. It is, however, highly probable that
Gangamopteris is not a true fern but a Pteridosperm.
Leaves simple, sessile, varying in shape; obovate or spathulate, broadly
lanceolate or rarely linear; the apex is usually blunt (fig. 345) but occasionally
gradually tapered. In general appearance a Gangamopteris leaf is similar to
that of Glossopteris indica, the chief distinction being the absence of a midrib.
Gangamopteris leaves are on the whole larger than those of Glossopteris;
many of them reach a length of 20 cm. and some of the large Indian fronds are
nearly 40 cm. long. The venation of Gangamopteris shows a greater uniformity
in the size and shape of the meshes than that of Glossopteris. The middle of
the lamina, especially in the lower part, is occupied by a few vertical veins from
which branches curve upwards and outwards towards the edge of the lamina.
The secondary veins are connected by frequent anastomoses and agree very
closely with those of Glossopteris. The lamina becomes narrower towards the
base, which is either cuneate or in some cases slightly auriculate (fig. 345).

As I have elsewhere pointed out[1344], the presence or absence of a


midrib is not in itself a character of real taxonomic importance. In the
recent fern Scolopendrium vulgare the frond has a prominent midrib,
while in S. nigripes there is no median rib. Mr Arber has expressed
the opinion that “it is extremely doubtful whether the genus
Gangamopteris should not be merged in Glossopteris[1345].” The
retention of the two names is, however, convenient, and it would
tend to confusion were we to carry to its logical conclusion the view
that the recognised distinction between the two genera may not be a
mark of generic difference.
Gangamopteris is confined to Palaeozoic strata, a fact which leads
White[1346] to speak of the Gangamopteris rather than of the
Glossopteris Flora. It occurs in South America, South Africa,
Australia, and India, extending as far north as Kashmir; it has been
discovered by Amalitzky in Permian rocks of Russia[1347]. The
Russian rocks in which Glossopteris and Gangamopteris were found
are no doubt of Permian age. In Australia, South Africa, Brazil and
Argentina, and in the Indian Coal-fields, Gangamopteris is a
characteristic genus of Lower Gondwana rocks. These strata are
usually spoken of as Permo-Carboniferous in order to avoid the
danger of attempting on insufficient data a precise correlation with
European formations.
Feistmantel speaks of Gangamopteris as most abundant in the
Talchir-Karharbári beds, though it is represented also in the overlying
Damuda series. In Australia the genus occurs in rocks which
correspond in position and in their plant fossils with the Talchir-
Karharbári beds of India; similarly, in South Africa and South
America the Gangamopteris beds are homotaxial with those of India
and Australia. The leaf described by Carruthers[1348] from Brazil as
Noeggerathia obovata (the type-specimen is in the British Museum)
is no doubt specifically identical with Gangamopteris cyclopteroides
Feist.[1349] In a paper by Mr Hayden on Gangamopteris beds in the
Vihi Valley, Kashmir, evidence is adduced in support of the
conclusion that the rocks are “not younger than Upper Carboniferous
and may belong to the base of that subdivision or even to the Middle
Carboniferous[1350].” It would seem that Gangamopteris was a very
widely spread genus during the latter part of the Carboniferous
period in the vast Southern Continent to which the name Gondwana
Land is often applied, and that it flourished in the Southern Flora
during at least part of the Permian period: with other members of the
Glossopteris Flora it migrated to the North where it has been
preserved in Permian rocks of Northern Russia. The Glossopteris
Flora must have had its birth in the Southern hemisphere. The
conclusion seems inevitable that the leaves of Glossopteris and
Gangamopteris in the shales and sandstones of India, South Africa,
South America, and Australia are relics of the vegetation of a
continent of which these regions are the disjuncta membra. Darwin
wrote to his friend Hooker in 1881, “I have sometimes speculated
whether there did not exist somewhere during long ages an
extremely isolated continent, perhaps near the South Pole[1351].” It is
probable that Gangamopteris is one of the genera which flourished
on this continent.

Gangamopteris cyclopteroides, Feistmantel[1352]. Fig. 345.


1876. Feistmantel, Records Geol. Surv. India, Vol. ix. Pt iii. p.
73.

The specimen represented in fig. 345 illustrates the characters of


this commonest representative of the genus.
Fig. 345. Gangamopteris cyclopteroides, Feist. (Nat. size. From Arber,
after Feistmantel.)

Gangamopteris kashmirensis, Seward.


1905. Seward, Mem. Geol. Surv. India, Vol. ii. Mem. ii.

This type agrees closely with G. cyclopteroides in size and in the


form of the leaf, but it is distinguished by the flatter form of the arch
formed by the lateral veins, by their greater inclination to the margin
of the lamina, and by the more acutely pointed apex of the lamina.
This species, though not very sharply distinguished from G.
cyclopteroides, is important as coming from beds which have been
assigned on other than palaeobotanical evidence to an Upper or
possibly a Middle Carboniferous horizon[1353].
We have no definite information in regard to the nature of the
reproductive organs of Gangamopteris, but such evidence as there
is supports the view expressed by Dr White[1354] and shared by some
other authors that Gangamopteris and Glossopteris should be
assigned to the Pteridosperms. Despite the abundance of
Gangamopteris leaves, no fertile specimen has been discovered.
This negative evidence may prove to be as correct as that which led
Stur[1355] to exclude Neuropteris, Alethopteris and Odontopteris from
the ferns. The only evidence of a positive kind is that furnished by Dr
David White in his recent Report on the Palaeozoic Flora of South
Brazil. This author describes some small Aphlebia-like leaves under
two new generic names Arberia[1356] and Derbyella[1357]. The
differences between the two sets of specimens, so far as can be
determined from the reproductions of imperfect impressions, are
slight, and it is by no means clear that a distinction of generic rank
exists. These scale-leaves are on the average about 2 cm. in length;
the lamina is oval or rounded and has more or less prominent lobes.
In Derbyella there are indications of anastomosing veins. The
specimens referred to Arberia minasica are, as White points out,
very similar to the fossil described by Feistmantel from Lower
Gondwana rocks of India as probably a portion of an inflorescence of
Noeggerathiopsis[1358]. Feistmantel’s specimen is represented in fig.
346: the curled lobes may have originally borne seeds. In the
Brazilian examples the abruptly truncated lobes “bear evidence of
separation from reproductive bodies.” An important point is the
association of these scale-leaves with Gangamopteris fronds and
with gymnospermous seeds of the Samaropsis type. On the leaves
assigned to Derbyella aurita circular depressions occur at the base
of the lobes which are described as probably due to sporangia.
Dr White’s discovery gives us increased confidence in expressing
the view that Gangamopteris bore its reproductive organs on
specialised leaves very different from the sterile fronds; it also
strengthens the suspicion that the genus is a member of the class of
seed-bearing fern-like plants.

Fig. 346. Arberia sp. (= Noeggerathiopsis of Feistmantel). (Nat. size. After


Feistmantel.)

Lesleya.
This generic designation was instituted by Lesquereux[1359] for
simple oval-linear leaves from the Coal-Measures of Pennsylvania.
The leaves so named are probably generically identical with the
specimen doubtfully assigned by Brongniart[1360] to the Coal-
Measures, and made by him the type of the genus Cannophyllites on
the ground of a resemblance to the leaves of the recent flowering
plant Canna. Fig. 347 illustrates the form of a Lesleya leaf from the
Coal-basin of Gard, named by Grand’Eury L. simplicinervis[1361], a
type in which the veins are frequently unbranched and not
repeatedly forked as in most examples of the genus (fig. 329, C).
The features of the genus are, the oval-linear or lanceolate shape of
the presumably simple frond, its entire or, in one species at least (L.
Delafondi, Zeill.), finely dentate margin, the stout rachis giving off at
a very acute angle numerous dichotomously branched secondary
veins. In L. Delafondi (fig. 329, C), described by Zeiller[1362] from the
Lower Permian of Autun, the frond may reach a length of more than
20 cm. and a breadth of 8 cm. Similar species are represented by L.
ensis[1363] from the coal-field of Commentry, and L. grandis[1364] from
Upper Carboniferous rocks of North America. The genus is
characteristic of Upper Carboniferous and Lower Permian strata: the
form of the leaf and the direction of the secondary veins suggest
comparison with Glossopteris, but in Lesleya there are no cross-
connexions between the veins. Nothing is known as to the
fructification, a fact which naturally evokes the opinion that the genus
is a Pteridosperm[1365] and not a true fern. Some years before the
discovery of Pteridosperms, Grand’Eury[1366] suggested that Lesleya
might be a Gymnosperm; his opinion being based on the woody
nature of the rachis and on the simple venation of Lesleya
simplicinervis.

Fig. 347. Leslya simplicinervis, Grand’Eury. (Reduced: after Grand’Eury.)


Neuropteridium.
In their monograph of fossil plants from the Bunter Series of the
Vosges, Schimper and Mougeot[1367] described some pinnate leaves
of ferns as species of the genus Neuropteris. In 1869 Schimper[1368]
placed these in a new sub-genus Neuropteridium, in order to draw
attention to the fact that their fronds appear to be simply pinnate and
not bipinnate or tripinnate as in Neuropteris. The type-species of
Neuropteridium is N. grandifolia Sch. and Moug. from the Bunter
Sandstones of the Vosges. The genus includes Triassic European
species and the widely distributed Permo-Carboniferous species
from Brazil[1369] originally described by Carruthers as Odontopteris
Plantiana. It is probable that some Carboniferous plants, particularly
species from the lower members of the formation, referred to the
genus Cardiopteris, are not genetically distinct from the Indian and
southern hemisphere type Neuropteridium validum (= Odontopteris
Plantiana).
Fronds pinnate, linear; a broad rachis bears pinnules which may be either
semicircular or broadly linear with an entire or lobed margin. The longer
pinnules may exceed 6 cm. in length. The pinnules agree with those of
Neuropteris in being attached by the median portion of the lamina and not by
the whole base, which is more or less auriculate. In some cases the repeatedly
forked veins diverge from the centre of the pinnule base; in others there is a
midrib which persists for a short distance only, and in some species the more
persistent median vein gives the segments a closer resemblance to those of
Neuropteris. Fructification unknown, with the exception of obscure indications
of sporangia (?) on the fertile leaves of a Triassic species.

You might also like