Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Psikanaliz Yaz■lar■ 34 Bireysel ve

Toplumsal Travmalar 1 1st Edition


Kolektif
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/psikanaliz-yazilari-34-bireysel-ve-toplumsal-travmalar-
1-1st-edition-kolektif/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Psikanaliz Yaz■lar■ 35 Bireysel ve Toplumsal Travmalar


2 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/psikanaliz-yazilari-35-bireysel-ve-
toplumsal-travmalar-2-1st-edition-kolektif/

Psikanaliz Defterleri 4 Çocuk ve Ergen Çal■■malar■


Çocuk ve Ergen Cinselli■i Kolektif

https://ebookstep.com/product/psikanaliz-defterleri-4-cocuk-ve-
ergen-calismalari-cocuk-ve-ergen-cinselligi-kolektif/

Fenomenoloji ve Toplumsal ■li■kiler 1st Edition Alfred


Schütz

https://ebookstep.com/product/fenomenoloji-ve-toplumsal-
iliskiler-1st-edition-alfred-schutz/

Psikanaliz ve Hikaye Anlat■c■l■■■ 2nd Edition Peter


Brooks

https://ebookstep.com/product/psikanaliz-ve-hikaye-
anlaticiligi-2nd-edition-peter-brooks/
Psikanaliz ve Din Freud Jung ve Din Alg■s■ 6th Edition
Erich Fromm

https://ebookstep.com/product/psikanaliz-ve-din-freud-jung-ve-
din-algisi-6th-edition-erich-fromm/

Türk Dil Bilgisi Toplant■lar■ 1 Birle■ik Fiil


Bildiriler ve Tart■■malar 2nd Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/turk-dil-bilgisi-
toplantilari-1-birlesik-fiil-bildiriler-ve-tartismalar-2nd-
edition-kolektif/

Emperyalizm Teori ve Güncel Tart■■malar 1st Edition


Kolektif

https://ebookstep.com/product/emperyalizm-teori-ve-guncel-
tartismalar-1st-edition-kolektif/

Kitaphaber 01 Kitap ve Ele■tiri Dergisi 1st Edition


Kolektif

https://ebookstep.com/product/kitaphaber-01-kitap-ve-elestiri-
dergisi-1st-edition-kolektif/

Yaz Albert Camus

https://ebookstep.com/product/yaz-albert-camus/
Baharlık Kitap Dizisi 34

PSİKANALİZ YAZILARI
bireysel ve toplumsal travmalar 1
individual and social traumas 1

ilkbahar 2011

BA�LAM
Bağlam Yayınlan 436
Psikanaliz Yazılan
Baharlık Kitap Dizisi 34
Bireysel ve Toplumsal Travmalar / 1
İlkbahar 2017

ISBN: 975-6947-36-5 (TK No)


978-605-9911-30-6 (34. Cilt)

Psikanaliz Yazılan
Yayın Yönetmeni: Talat Parman
Yayın Kurulu: Talat Parman, Ayça Gürdal Küey,
Behice Boran, Evrem Tilki
Danışma Kurulu: Talat Parman, Ayça Gürdal Küey, Elda Abrevaya,
Raşit Tükel, Vehbi Keser

Birinci Basım: Temmuz 2017


Kitap Tasarımı: Canan Suner
Kapak Görseli: Peter Paul Rubens, Consequences ofWar, 1637-38

Baskı: Umut Kağıtçılık Sanayi Ticaret Ltd. Şti.


Fatih Cad. Yüksek Sok. No: 11/1 Başakhan Merter/İstanbul

Yayınevi Sertifika Numarası: 11081


Matbaa Sertifika Numarası: 22826

BA�LAM YAYINCILIK Hobyar Mah. Narlıbahçe Sok. No: 9/3 Cağaloğlu/İstanbul


Tel: (0212) 513 59 681244 41 60 Tel-Faks: (0212) 243 17 27
Web: www.baglam.com e-mail: baglam@baglam.com
sunuş

enim çocukluk anılanm yok. Öyküm, °'§ağı yukan on


iki yll§ıma kadar bir iki satırla �zetlenebilir; babamı
dört yll§ında yitirdim, annemi altı. "1 Psikanalizin
yaşamının hemen tümüne eşlik ettiği Georges Perec'e
aittir bu satırlar.
Haziran 1940'da babası savaşın hemen başında cep­
hede ölür. Bir yıl sonra annesi yaşamını kurtarmak için oğlunu Kızıl Haç
treni ile Villard-de-Lans'daki bir yatılı yuvaya gönderir. Kendisi ise kısa bir
süre sonra Auscwitch kampına gönderilir ve orada ölür. Mezan bile olmaya­
caktır. 1945'de halası ve eniştesi onu evlat edinir. Ancak sorunlu bir çocuk­
tur ve evden kaçar. Bu kaçış, l 940'ların sonlarına doğru, ünlü psikanalist
Françoise Dolto ile uzunca bir psikoterapi yapmasına yol açar. Psikanalizle
ilk karşılaşmasıdır bu. Daha sonra genç erişkinlik döneminde, 1956-1957
yıllan arasında kaygılan ve ketlenmeleri onu bir başka ünlü psikanalist
Michel de M'Uzan'a götürür. Ne var ki, bu analiz kısa süreli olacaktır.
Georges Perec üzerine çalışmalarıyla tanınan Claude Burgelin, Pe­
rec'in yazarlık yolculuğuna psikanalizin baştan sona eşlik ettiğini söyler.
Döneminin en ünlü psikanalistleri dinlemiştir Perec'i. Burgelin şöyle der:
"Onun metirderinin büyük bölümü analize getirilmiş soru ve yanıtlar
olarak da okunabilir, kenar notlan, dii§ünce filizleri olarak... Belki de
Perec o dönemin psikanalizle bu denli mayalanan tek önemli yazandır.
Ama psikanalizin önerdiği kurallara ve kafeslere göndemıe yapmadan
dii§ünme ve hissetme özgürlüğünü koruyarak. Sezgi, ahenk ve doğru
uzaklığı en basit terimle oluşturma sanatı Perec 'in belirgin niteliğiyse eğer,
bu niteliklerin yalnızca ona özgü olan saygı, hafif alay, keskin duyarlılık­
la harmanlanması analiz sayesinde gerçekleştirebilmi§tir."2

1 Georges Perec, Wou le Souvenir d'Enfance, Denoel, Paris, 1975, s.17. Türkçesi: W ya da
Bir Çocukluk Hatırası, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis, İstanbul, 2001.
2 Claude Burgelin, "Perec et Pontalis Une histoire de lettres, d'enveloppe et de destinatai­
res", us Cah rers de l'Heme Perec, 1 16, Ed de L'Herne, Paris, 2016, s. 214.

5
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

Onun ilk iki analizi hakkında çok şey bilmesek de, bir ayrılık ve in­
tihar girişimi sonucu yaşadığı karmaşık dönemden çıkabilmek için
1971-1975 yıllan arasında haftada üç kez J-B Pontalis'in divanına
uzanarak girdiği analizi hem onun hem de analistinin yapıtlarında hayli
yankı bulan bir uğraş olacaktır. Analizini sonlandırdıktan hemen sonra
yayımladığı "W ya da Bir Çocukluk Hatırası" bu analizin ürünüdür.
Saralı Chiche, Perec hakkında yazdığı "Bir açılımın divanda uzun
arayışı" başlıklı yazısında şöyle der: "Cesaret edip söyleyelim, hiç bir
davranı§çı terapi 'W ya da Bir Çocukluk Hatırası ' gibi bir mucizeye yol
açamaz. Çünkü bir varoluşsal deneyim olarak analitik deneyimin hiçbir
şekilde yeri doldurulamaz çerçevesi gereklidir; seansların olduğu günler
(seans/söylenecek sözler/hiç söylenecek yok), seanslann olmadığı günler
(seans/söylenecek sözler/hiç söylenecek yok), değişmez kurallar, güven
verici ve ürkütücü alışıklık."3
Burgelin'e göre Perec için öyküsü dile gelemeyen bir acıya ulaşma­
nın zafer yolu ancak anlatılabilecek bir buluştan geçer. Bu Freud'un
bilinçdışına ulaşmanın zafer yolu düşlerin yorumudur deyişini anım­
satmaktadır. Çünkü Perec de belleğin ancak geçmişten onarılanlar ve
yapılandınlanla kişisel bir öykü yorumu oluşturabildiğini bilmektedir.
"W ya da Bir Çocukluk Hatırası"nın ikinci bölümündeki olimpiyat
kurgusu Françoise Dolto'ya anlatılmış olmalıdır. Aile ağacı üzerine
teyzesiyle konuşmalarından beslenen ama yanın kalmış bir proje olan
Ağaç'ın kökeninde bu anlatı vardır şüphesiz. Aynca Dolto'nun ergen­
lerdeki yaratıcı olanakları desteklediğini bildiğimizden, Perec'in yazar
olmayı seçmesinde onun rolü olduğunu da düşünebiliriz.
Georges Perec'in J-B Pontalis ile analizi, yapıtı üzerine yapılan tüm
değerlendirmelerde her zaman çok önemli bir nirengi noktası olarak
kabul edilecektir. Ancak biz psikanalistler için bu analizin bir diğer
önemli unsuru, analistin de bu uğraştan değişmiş olarak çıkmasıdır.
Perec'in birçok yapıtında analizlerinin izi vardır şüphesiz. Ancak
analisti Pontalis de yazılarında dokuz kez Perec ile olan analitik uğraşı­
na yer verir. Burgelin "Hiçbir analiz yoktur ki yani gelip geçen ve uçup

3 Saralı Chiche, "Sur le divan, la longue qu�te d'une ouverture'', Le Magazine Liıteraire,
sayı: 579, Sophia, Paris, Mayıs 2017, s.81

6
SunU§

giden sözcükler, onu dile getirenlerin sözcük ağına bu kadar takılmış,


bu kadar tutulmuş olsun,"4 der. Perec kadar Pontalis de, daha da uzağa
gitmişlerdir bu analizle. Aslında Georges Perec analistini uzağa, çok
uzağa götürmüştür, ta Auschwitz'e kadar.
"Pierre 'in annesi bir gaz odasında yok olmuştu. Bitmeksizin doldurdu­
ğu o boş odalann altında, işte bu oda vardı. Tüm adlann altında, adsız
olan. Tüm kalıntılann altında, en ufak bir iz bırakmadan yiten anne. Bir
gün, sahi ne zamandı, Pierre ve ben, kalıntı olmayan ve mucizevi bir
şekilde bilinmez alıcılarina giden sözcükler bulmayı başardık."5
Çünkü, J-B Pontalis için "karşı aktarım biz ölümüne yaralandığımızda
ortaya çıkandır."6 Bu sözleri Perec'in analizi devam ederken yazar. Çünkü
o da babasını çok erken yaşta yitirmiştir. Çünkü o da Perec'e kendisine
başka türlü bir yaşam verebilmesini sağlarken, kendisine o zamana kadar
olmuş olduğundan başka bir analist olma olanağını vermiştir.
Her analizden analizan kadar analist de, şüphesiz ki değişmiş olarak
çıkar. Perec-Pontalis analitik çiftinin öyküsü, ikisinin yazdıklarından
yola çıkarak bize bu değişimin iki taraf için de ne denli önemli ve
dahası ne denli gerekli olduğunu göstermektedir.
Ne diyelim, dansı tüm analizlerin başına!

***

Psikanaliz Y azılan'nın 35. sayısı 2017 sonbaharında yayımlanacaktır.


Bu sayının da dosyası Bireysel ve Toplumsal Travmalar üzerine olacaktır.
Yazı ve çeviri önerilerinizi lütfen psikanalizyazilari@yahoo.com.tr adre­
sine gönderiniz.

TALAT PARMAN

4 Burgelin, a.g.y., s.215.


5 J-B Pontalis, L'Amour des Commencements, Galliınard, Paris, 1986, s.171. Türkçesi: Bll§­
langıçlann Aşkı, çev. Burcu Aliefendioğlu, Bağlam, İstanbul, 2006.
6 J-B Pontalis "A partir du contre-transfert: le mort et le vif entrelaces", NRP, sayı: 12, Gal­

liınard, Paris, 1975, s.75.

7

içindekiler L Contents

sunuş
presentation ls
TALAT PARMAN

önsöz
preface l ıı
ILKER ÖZY/W/RIM

nedenbiliınsel bir unsur olarak travma ve psikanaliz


trauma as an etiological element and psychoanalysis l 19
TALAT PARMAN

savaş nevrotiklerinin elektrikle tedavisi üzerine 127


resmi görüş ( 1920)
memorandum on the electrical treatment of war neurotics
appendix: freud's testimony as expert witness
S/GMUND FREUD ÇEViREN/ TRANSLATED BY BARJŞ ÖZGEN ŞENSOY

travma ve simgeleştirme 139


trauma and symbolization
RENE ROUSS/UON ÇEVİREN/ TRANSLATED BY A. LALE ORHON BAYKAL

"travmanın bireysel ve kolektif boyutlan": bilinçdlfı Sl l


kabus gerçeğe dönüştüğünde
"trauma-personal and collective dimensions" -when an
(unconscious) nightmare comes true
JOSEPH TRIEST ÇEViREN / TRANSLATED BY PITEY GONCA ÖZBAY

utancın güzergahı olarak muğlaklık


ambiguity as the route to shame l 69
SILV/A AMAT/ SAS
ÇEViRENLER / TRANSLATED BY BARIŞ ÖZGEN ŞENSOY, EVREM TILKl, FERHAN ÖZENEN
ölüm kapıdaydı...
death was at the door. ..
191
MELİS TANIK SiVRi

rüzgar çıkmadan hen_ıen ö nce edilmiş bir söz ya da


..
savaş ve travma uzerıne . not
hır
1103
a rwte for war and trauma or a statement that was said just
before the wind
PINAR ARSLANTÜRK

bireysel �e t?plumsal travmayla temasta psikanalitik


.
l H5
çalışma uzerıne notlar
rwtes on psychoanalytic work with individual and social traumas
İLKER ÖZYIWIRIM, AYŞE LALE ORHON BAYKAL, BARAN GÜRSEL, AYLIN KULA GÜNEY

t?,PIW?sal travmalarla psikanalitik çalışma üzerine


soyleşiler
1145
ınteroiews on psychoanalytical work with social traumas
HAZIRLAYANLAR / PREPARED BY BARIŞ ÖZGEN ŞENSOY, İLKER ÖZYIWIRIM

.. .
d osya otesı
analitik yakınhğın doğası üzerine 1163
TUBA TOKGÖZ

ı
ingilizc� özetler 17 5
summarıes

etki�l�k duyurulan
.
actıvıtıes
l lSO
.. ..

onsoz

ravma kavramı, psikanaliz içinde gelgitli de olsa,


zaman zaman geri plana düşse, unutulsa, kenara itilse
de, yine de belirleyici bir yere sahiptir. Laplanche ve
Pontalis (1967) ruhsal travmayı şöyle tanımlıyorlar:
"Bir öznenin ya§amında yoğunluğu, öznenin uygun
bi,çimde yanıtlama kapasitesini a§ması, altüst edici ve uzun soluklu etkiler
ta§ımasıyla tanımlanan ruhsal organizasyonu etkileyen olaylardır. Eko­
nomik terimlerle söylersek, travma öznenin toleransını ve ba§etme kapasite­
sini a§an uyanm akışı ile karakterizedir. "ı Fenichel'in de belirttiği gibi
uyarımın fazlalığı ya da aşınlığı ise görelidir, kişinin başetme kapasitesi­
nin ötesini belirtir. Uyaranın şiddeti yanında, kişinin bütün geçmiş
deneyimlerinin yarattığı hassasiyetler ve ruhsal yapısal özellikleri, olayın
kişiye özel yansımaları gibi çeşitli faktörler belirleyicidir: "Travma göreli
bir kavramdır; bünyeye olduğu kadar geçmi,ş ya§antılara, travmadan önce
ve travma anındaki koşullara bağlı olan zihinsel ekonomi etmenleri hangi

derececkki uyanmlann ki,şinin ba§etme kapasitesini a§acağını belirler. '12


Bu bağlamda, psikanalizin bir yandan 'travma' çerçevesinde biçimlenmiş
bir ruhsallık kuram ve pratiği olduğu düşünülebilecekken diğer yandan
psikanalizin, travma merkezli yaklaşımlarla karşıtlaşarak kendini konum­
landırdığı da söylenebilir.
Travmatik etki bireyseldir ama bu etki her zaman toplumsal bir çer­
çevede yaşanır, deneyimlenir, içselleşir, biçimlenir. Son yıllarda art
arda gelen acı verici ve dehşet uyandıncı travmatik durumlar, gittikçe
belirginleşen ve süreğenleşen şiddet ve yıkım, bireysel travmalarda

1 J. Laplanche, J.B. Pontalis [ 1 967] The Language of Ps ycho-Analys is, Translated by


Donald Nicholson-Smith, The Hogarth Press and the lnstitute of Psycho-Analysis, Lon­
don, 1973, s.465.
2 O. Fenichel, The Psychoanalytic Theory of Neuros is, W. W. Norton & Company, New York,
1945.

11
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

toplumsalın gölgesini iyice yoğunlaştırmaktadır. İ şte, içinden geçtiğimiz


zamanların, bu topraklarda yıllardır aralıksız yaşananların, bireysel
travmalarda toplumsal belirleyenlerin etkisine ağırlık ve görünürlük
kazandırması bizi travmayı, özellikle de toplumsal travmayı3 psikanali­
tik bağlamda yeniden düşünmeye çağırmaktadır.
Bu sayı bu çağrıya olabildiğince/ yettiğince bir ses vermeyi hedefle- /

mektedir.
İ kinci Dünya Savaşı'na giden kriz günlerinde, Edward Glover, İ ngi­
liz Psikanaliz Derneği üyelerine bir form göndererek, hastalarının
krize tepkilerini paylaşmalarını ister. Glover, gelen yanıtlara göre
·

hastaların, olanları çocuksu çatışmaları bağlamında yorumladıklarını/


deneyimlediklerini ve politik liderleri ebeveyn imagoları olarak algı­
ladıklarını bildirir. Ancak, ek olarak daha ilginç bir not düşer; görece
'normal' ve 'patolojik' olan analizanlar arasında savaşı yorumlamaları
açısından pek fark yoktur.
Birinci Dünya Savaşı karşısında Freud'un (1915) yaşadığı 'hayal kı­
rıklığı' belki de benzer bir durumla ilintilidir. Savaş öncesi uygar
dünyada eski çağlarda aynı kelime ile karşılanan yabancı ve düşman
kelimeleri ayrılmış, bir hoşgörü ve ortaklık hissi yerleşmiştir. Farklı
ülkeler ve uluslar arasında insanlar baskı altında kalmadan, engellen­
meden çok geniş bfr anayurt yaratmıştır; bu ortak yurtta farklı ulusların
sanatları, doğaları, tarihi eserleri, bilimsel gelişmeleri ve duyarlılıkları
paylaşılır hale gelmiştir. Bütün bunlardan, uygar dünyanın insanı,
bütün yabancılıkları aşarak, kendi 'Pamassus' ve 'Atina Okulu'nu
yaratmıştır. Bu dünya insanına, Freud'un tabiriyle, farklı uluslara ait bu
büyük sanatçılardan, düşünürlerden, eleştirmenlerden, hatta peygam­
berlerden hiçbiri "ba§ka bir dil konU§tuğu i,çin yabancı gelmez " ve bu
insan bundan dolayı "hiçbir zaman kendini kendi ulusuna ya da sevgili

3 Her kavram kendi ilintileri, ilişkileri, bağladıkları, içerdikleri kadar aynı zamanda dışla­
dıklarını, dikkatten kaçırdıklarını, sınırlılıklannı da kendinde taşır. Bu anlamda, her
kavram, açık yanı kadar saklı tarafıyla da tutum alıcı, yargı vericidir. Toplumsal travma
kavramı da kuşkusuz bunlardan malüldür. Travmaya vurgu yapmakta ancak belki top­
lumsal suç, şiddet, sorumluluk kısmen kenarda kalmaktadır. Aynca literatürde toplumsal
travma yerine benzer başka kavramlarda kullanılabilmektedir. Örneğin, bizim bu dosya
boyunca tercih ettiğimizin aksine, Joseph Triest yazısında, travmanın kolektif deneyim­
lenme süreçlerine vurgu yapmak amacıyla "kolektif travma" kavramını kullanmıştır.

12
Önsöz

ana diline ihanet etmiş olmakla suçlamaz. "4 Ama savaşla birlikte bütün
bunlar altüst olmuştur; uygar insan olmadık düşmanlıklara, acımasızlık­
lara, akıl almaz bir yıkıcılığa gömülmüştür. "Bilim bile soğukkanlı
tarafsızlığını yitirmiştir; onun hayata derinden küsmüş hizmetçileri
(biliminsanlan) onda düşmanla savaşmak için silah arar"5 olmuşlardır.
Bu hayal kırıklığı içinde Freud'un derdi ve umudu ise en azından
dilini konuştuğu, sevdiklerinin adına savaştığı ülkenin "tarafsız bir
tarihin saxfalannda uygarlığın yasalarını en az çiğneyen ülke " olması­
dır. Bu umudunu bile "ama böyle bir zamanda kim kendini kendi dava­
sına yargıç atamaya cesaret eder ki? "6 gibi temkinli bir soruyla bağlar.
Jones tüm bu yorum ve soruları daha da ileri taşır; psikanalistler dahil
analiz edilmişler ile analiz edilmemişlerin politik çatışma ve karşıtlıklar
gibi meselelere yaklaşımlarının benzer olduğu gözlemini paylaşır. 7
Anlaşılan, savaş benzeri ağır toplumsal çalkantı ve etkiler karşısında
ortaya çıkan gerileme ile 'farklılıklar' -belki psikanalizden geçmiş
olmanın yarattıkları bile- silinmektedir.
Bu gerçekten böyle midir? Eğer gerçekten böyle ise bu bize ne söyler?
Hanna Segal, seksenlerde nükleer tehdide karşı etkinliklerde bulu­
nan uluslararası bir psikanalistler grubu oluşturdu. O zaman şöyle
diyordu: "Çaresizlik, dehşet ve tümgüçlülüğün garip bir kanşımında
yaşıyor. gibiyiz - çaresizlik ve tümgüçlülük kısır bir döngü şeklinde
birbirini artınyor. Duyarsızlığımızın kökeninde yer alan çaresizliğin bir
kısmı kaçınılmaz. Korkunç derecede tehdit edici bir tehlikeyle karşı
karşıyayız. Ancak bir kısmını ise kendimiz tetikliyoruz ve bu kendini
doğrulayan kehanete dönüşüyor. Yıkıcılığın güçlerinin dehşetinin karşı­
sında, sorumluluklarımızdan inktir, yansıtma ve parçalama aracılığıyla
geri çekiliyoruz. 118
Toplum gibi sorumluluk da gitgide parçalanıyor, inkAr ediliyor ve
yansıtılıyordu. Bu inkar ve yansıtma, bizi gerçekten çaresiz kılacaktı,

4 S. Freud, ''Thoughts For The Times On War and Death", SE, 14: 277-278. Hogarth Press,
London, 1915.
5 a.g.e., s.275.
6 a.g.e., s.278-279.
7 D. Birkett "Psychoanalysis and War." Brit. ]. Ps ychother., 8: 300-306, 1992.
8 H. Segal, Ps ychoarıalysis, Lüerature and War. , Routledge, 1997, s.126.

13
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

bizi başkalarının ellerine bırakacaktı; ya paranoyaklaşacak ya da güçlü


birilerini idealize edecektik. Segal, bütün bu yaşananların ve tepkilerin
ölüm dürtüsüyle ilintili olup olmadığını, öyle ise de durumun kökten
umutsuz olmasını beklememiz gerekip gerekmediğini sorar ve umutsuz­
luğu yaratanın ölüm dürtüsü değil, hastalarımızda da gördüğümüz gibi,
bu dürtüler ile onlar arasında oluşan savunmaların kısır döngüsü oldu­
ğunu belirtir. Freud da, sıklıkla belirtildiğinin aksine hem toplumsal
gerçeklikte hem analitik çalışmada bu kısır döngülerin kırılabileceğine
dair umutsuz ve karamsar değildir -ama gerçekçidir-; karşı güçler ve
potansiyeller de her zaman vardır.
Segal, -içinden geçtiğimize benzer zamanlarda- "analist olarak bu
trajik dramada nasıl bir rol alacağımızı" sorar. Öncelikle kendimize
bakmamız, diğer insanlar gibi yıkıcı eğilimler taşıdığımızı ve onlara
benzer savunmalar kullandığımızı görmemiz gerektiğini söyler ve şöyle
devam eder:
"Bizler de aynı inkarlara eğilimliyiz, ve daha da fazlası, psikanalitik
tarafsızlığın arkasına saklanabiliriz. Biliyoruz ki, psikanalistler olarak
tarafsız olmalıyız ve mesela, psikanalist olarak, bireyler olarak destekle­
yebileceğimiz politik görüşlerimiz ne olursa olsun, politik tartışmalara
girmemeliyiz. Ancak böylesi bir tutumun da bir inkar kalkanı olabileceği
durumlar mevcuttur. Gerçeklerle temas edebilmek ve ruhsal gerçekleri
fark edebilmek, ki herkesten çok bizim bildiğimiz bir şeydir, ve bunları net
bir biçimde dillendirebilmek, aslında psikanalitik duruş budur. Korkula­
rımızla yüzleşmeli ve yıkıma karşı güçlerimizi harekete geçirmeliyiz. Ve
duyulmalıyız. . . 'Sessizlik insanlığa karşı esas suçtur'. Sözcüklerin gücüne
ve hakikati dile getirmenin terapötik etkisine inanan biz psikanalistler
sessiz kalamayız. '19
Sesimizi dayanışmanın sesine eklemenin yolunu bulmalıyız. Evet,
ama nasıl?
Travmalar ve belki özellikle toplumsal travmalar sessizlikte yoğrulur,
sessizlikle el ele gider, sessizlikte boğulur. Soykırım mekAnlarından,
işkencehanelerden ses sızmaz. Yaslılar, yas yerleri sessizdir. Kırımdan
kurtulanların sessizliğinden, bu sessizliğin onurundan bahsedilir; kırım

9 Segal, a.g.e., 1997, s.127.

14
Önsöz

yaşayan kuşaklar çocuklarına 'konuşmamışlardır'. Darbeciler sessizlik


bekler, onlar için " sessizlik sağlıklılıktır" 1 0 ; toplumun onlara ve olanla­
ra sessizliğinden bahsedilir. Sessizlik de sanki bulaşıcıdır. Peki sessiz­
lik sessiz midir? Spivak'ın (1999) " Madun konuşabilir mi?" sorusuna
belki başka yerden (de) yaklaşılmalıdır: Madun duyulabilir mi ya da
sessizlik nasıl duyulur?
Belki de analistin dayanışmaya "ses veren" eylemi buradan başlar.
Eylem demişken, psikanalistlere -hatta bazen psikanalistlerce- ey­
lemde, sokakta neden daha fazla olmadıkları için suçlamalar yapılabil­
mektedir. Adorno da benzer suçlamalara uğraması, açık eylemlilik
göstermemeleri ve mütevekkil olmakla suçlanmaları üzerine yazdığı
karşı Y!lzıda, eleştirel bir kuram geliştirmeye katkı sunduklarını ama
bunlardan. pratik sonuçlar çıkarmaya, eylem programlan hazırlamaya
açık ve hazır olmadıklarını belirtir; ''praksise asıl pratik insanların
egemenliğinden ve pratik ideallerden kurtulmak için ihtiyaç vardır" diye
de ekler. Einstein, barışa yönelik "yeni ve verimli eylem biçimlerinin
yolunu" açacağı umuduyla, Freud'a "insanlığı savaşın tehdidinden
kurtarmanın herhangi bir yolu var mıdır? "ıı diye, Freud sokakta ve
eylemde olduğu için değil, insanın "karanlık derinliklerini" dinlediği,
dillendirdiği için sormuştu. O zaman analistler illa sokakta, eylemde
olmayab.ilirler, bu anlaşılırdır. Ama "ortadaki her şeyi acımasızca
eleştirmeli" , analiz etmelidirler; sessizlikte "bastırılanı" duyabilir,
bastıranın bunu nasıl sağladığını duyurabilir olmak zorundadırlar.
Psikanalistin praksisi, düşünme ve eylemesi öncelikle budur.
Bir başka soru şudur: Peki psikanaliz sadece travmanın yaralarını
sarmakla mı yetinecek yoksa bir gün toplumsal şiddet ve yıkımı önle­
mekte etkili olabilecek mi? Yanıtlaması zor. Otoriterlik, farklılıkların
kendi egemenliğini kabul etmesini bekler, onların karar verme özgür­
lüklerini kendine göre sınırlar. Totaliterlik ise bir adım sonrasını,
farklılıkların kendi benliklerini silip totaliter benliğe eklemlenmesini,
onu içselleştirm«;ısini, en azından ona hayranlık duymasını ve kendin­
den farklı bir karan tasarlayamaz, düşünemez, isteyemez olmalarını

ıo J. Puget, "Belonging and Ethics", Ps ychoanal. hıq. , 12: 551 -569, 1992.
11
S. Freud, "Why War?", SE, 22, Hogarth Press, London, 1933, s 199
. .

15
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

talep eder. Psikanalizin yönelimi ise bunların tam tersinedir; analiz ile
işgal edici nesnelerin ve özdeşleşimlerin yerine farklılığa, farklı özdeş­
leşimlerin eşzamanlı ve karşılıklı işlerliğiyle otantik/özgül özdeşleşimle­
re yer ve 'özneleşmeye' aralık açmaktır. Otoriterlikten totaliterliğe doğru
giderken psikanalistler bu gidiş karşısında -küçük ama anlamlı olabile­
cek- engelleyici bir rol alabilecekler mi? En azından kendilerini toplu­
mun genel havasından, gidişatından ayrıştırabilecekler mi? Göreceğiz!
Bunları sağlamaya destek olabilecek derin potansiyellerimiz olduğu­
nu unutmamalıyız. Ancak, hayatın hep bizden büyük bir tarafı olduğunu
akılda tutarak, bu potansiyellerle bağımızı, bağlantımızı koparacak
bilinçdışı süreçlere ve savunmalara karşı da -hep olduğu gibi öncelikle
içsel .olmak üzere- analitik çabamızı yoğunlaştırmalıyız. Adomo, "bir
zamanlar neler düşünülmüş ise baskı altında unutturulabilirler, uçup
gidebilirler. Ama sağlam olarak düşünülmüş bir §ey, ba§ka bir yerde,
ba§kaları tarafından düşünülmek zorundadır: Bu güven, en yalnız, en
güçsüz düşünceye bile e§lik etmektedir " demekte ve işte bundan "ele§tirel
düşünen gerçekte salıp koyvermeyen, vazgeçmeyen biridir "12 diye devam
etmektedir.
Yaşamı boyunca ayrımcılığa uğramış, Büyük Savaş'ı görmüş, Nazile­
rin hışmına uğramış, seksenli yaşlarında göç etmek zorunda kalmış
Freud da vazgeçmemiştir. Yahudilere saldırıların iyice çığırından
çıktığı, Freud'un kitaplarının yakıldığı ve Hitler'in Avusturya'yı ilhak
etmek üzere Viyana'ya geldiği gece, Freud toplantıda meslektaşlarına
"Titus 'un Kudüs 'teki tapınağı yıkmasından sonra Haham Jochanan ben
Sakkai, Jabneh 'te Tevrat incelemeleri yapılacak bir okul açılması için
izin istemi§ti. Biz de aynısını yapacağız. Sonuçta tarihimizde, gelenekle­
rimizde ve bazılarımız ki§isel deneyimlerimizde zulüm görmeye alı§ığız "13
demiştir. Psikanalistler kahramanlar olmadılar, olmaları da gerekmiyor.
Ancak, anlaşılan, psikanalitik çalışmayı sürdürebilmek, analist kala­
bilmek, yani analitik etik -özellikle de baskı zamanlarında- "kahraman­
sı " yönelimleri de gereksinmektedir.

12 T. Adomo (1 969] "Tevekkül'',Toplum Üzerine Yazılar, çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınla­
n, İstanbul, 1990, s.106.
13 M. Edmundson (2007] Freud'un Son Yıllan: Köktencüigin Yükseli.§i, Fa§izm ve Psikanaliz,
çev. Dost Körpe, Encore Yayınlan, İstanbul, 2009, s.90.

16
ÖnsiJz

İçinden geçtiğimiz bu baskı, yıkım ve 'mutsuzluk' zamanlarında,


Adorno'dan, psikanaliz ve analistler için anlamlı olabilecek son bir
alıntı ile bitireyim: "Mutsuzluğu nerede belirler ve dile getirirse orada,
mutluluğun kendisidir düşünce. Mutluluk, böylece, evrendeki mutsuzlu­
ğun içlerine kadar uzanır. Kendini mutsuzluktan kahretmeyenler, tevek­
küle de kapılmazlar. ııı4 U manm bu sayıda başlayan ve gelecek sayıda
devam edecek olan çalışma, bu dosyalarda yer alan okuyacağınız yazı­
lar, baskı, mutsuzluk ve tevekküle karşı, toplumsal dayanışma ve
iyileşme yönünde psikanalitik düşün ve paylaşıma katkı sağlayıcı olur.

Kaynakça
Adomo, T. [1969] ''Tevekkül", Toplum Üzerine Yazılar, çev. Yılmaz Öner, Belge
Yayınlan, İstanbul, 1990.
Birkett, D. (1992) "Psychoanalysis and War." Brit. ]. Psychother. , 8: 300-306.
Edmundson, M. [2007] Freud'un Son Yılları: KiJktenciliğin Yükseli§i, Fll§İzm ve
Psikanaliz, Çev. Dost Körpe, Encore Yayınlan, İstanbul, 2009.
Fenichel, O. (1945) The Psychoanalytic Theory of Neurosis, W. W. Norton &
Company, New York.
Freud, S. [1915] "Thoughts for the Times on war and Death", SE, 14: 273-300.
Hogarth Press, London, 1986.
Freud, S. [1933] "Why War?", SE, 22: 195-2 16, Hogarth Press, London, 1986.
Laplanc.he, J., Pontalis, JB. [1967] The Language of Psycho-Analysis, Translated
hy Donald Nicholson-Smith, The Hogarth Press and the lnstitute of Psycho­
Analysis, London, 1973.
Puget, J. (1992) "Belonging and Ethics", Psychoanal. lnq., 12: 551-569.
Segal, H. (1997) Psychoanalysis, Literature and War, Routledge, London.
Spivak, G.C. [1999] Madun Konuşabilir mi?, çev. D. Hattatoğlu, G. Ertuğrul, E.
Koyuncu, Dipnot Yayınlan, Ankara, 2016.

ILKER ÔZYIWIRIM

14 Adorno, a.g.e, 1 969, s. 106.

17
ntnenhilimsel bir unsur olarak
travma· ve psikanaliz
TALAT PARMAN

IX. yüzyıl sonlarında tıp sözcük dağarcığına giren


bir sözcük olan travmanın kökeninde yaralamak,
delmek demek olan Yunanca Titrosko vardır.
Travma Garnier Delamare Tıp Sözlüğü'nde: "Yara.
Bir d14 §iddet tarafından olU§turulan yerel zedelen­
me" . 1 olarak tanımlanır. Delmek, yaralamak savaşı
ve şiddeti çağrıştırmaktadır. Travmatolojinin bir tıp dalı olarak ortaya
çıkışı da aslında motorlu taşıtların artması yani makinanın insanın
yaşamına girmesi ve kazalara yol açması ile olmuştur. Dış şiddet yalnız­
ca savaşta değil, barışta da kaza ve diğer yollarla ortaya çıkabilmekte­
dir. Öyleyse travma kavramı şiddet, yaralanma ve zedelenme gibi
anlamlara gönderme yapmaktadır.
Öte yandan bazı sözlükler travmanın "mekanik olarak etki eden bir
dı§ unsurun yarattığı yerel yaralanma" anlamının yanı sıra "bir öznenin
ki§iliğini benzer heyecanlara duyarlı kılarak deği§tiren §iddetli heye­
can"2 olarak ruhsal alanda da kullanılmakta olduğunu belirtirler. Bu
elbette Sigmund Freud'un ve psikanalizin travma kavramına katkısıdır.
Bu konuda Türkçe sözcüklere baktığımızda bazılarının travmanın
hem tıbbi hem de ruhsal anlamlarına gönderme yaptığını görüyoruz.
TDK'nın Türkçe Sözlüğü travma sözcüğüne "1. Bir doku ya da organın
yapısını ya da biçimini bozan ve d14tan mekanik bir etki sonucu olU§an

• Travma sözcüğüne Türlcçe karşılık olarak örselerune, yaralanma, zedelerune gibi sözcükler
önerilmiş olsa da, hem bu sözcüklerin örellikle bedene gönderme yapmalan hem de Travma
sözcüğünün hayli yaygın bir kullanımı olması nedeniyle özgün biçimini kullanmaya karar venlik.
1 Garnier Delamare, Dictionnaire des Termes de Medecine, Maloine, Paris, 2000, s.818.
2 P. Robert, Le Petü Rob ert, Dictionnaires Le Robert, Paris, 1988, s.2008.

19
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

yerel yara. 2. Canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve etkili


yaralanma belirtileri bırakan yll§antı ''3 anlamlan önerirken Nuri Bilgin
hayli kapsamlı Sosyal Psikoloji Sözlüğü 'nde travma için şöyle der:
"Travma genel anlamda bir ki§inin maruz kaldığı ve psikolojik dengesini
bozan bir olay olarak tanımlanabilir. .. Travma bireylerin psikolojik
direnç ya da toparlanma (resilience) kapasitelerine göre kolay ya da zor
başa çıkılan bir yara olarak yaşanmaktadır. ''4 Yine TDK'nın Ruhbilim
Terimleri Sözlüğü travmayı yaralanma sözcüğü ile karşılamakta ve
"canlı üzerinde beden ve ruh açısından önemli ve kapsamlı incinme ve
yaralanma belirtileri bırakan yaşantılar'"' demektedir.
Ancak bazı psikanaliz sözlüklerinde travma ile birlikte travmatizm
kavramı da kullanılmaktadır. Burada travmanın bir olaya, oysa travma­
tizmin travmanın beden veya ruhsallık üzerine olan etkisine yani bir
sürece gönderme yaptığını belirtmek gerekir. Psikanaliz sözlüklerinde
travma ve travmatizmin birlikte ele alınıp alınmaması konusunda bir
anlaşma yoktur. Laplanche ve Pontalis'in Psikanaliz Sözdizimi'nde,
Travma veya Travmatizm (Ruhsal) başlığı altında "öznenin yaşamında
yoğunluğuyla belirgin olan uygun yanıt veremediği yaşam olayı, bunun
ruhsal düzenlemede yarattığı altüst olU§ ve ruhsal yaşamın düzenlenme­
sinde neden olduğu kalıcı patojen etkiler. Ekonomik terimlerle, travmatizm
göreceli olarak öznenin dayanıklılığı ve bu uyanlan yönetme ve özümleme
yetisi için aşın olan bir uyanm akınını tanımlar''6 denmektedir. Laplanc­
he ve Pontalis bedendeki zedelenmeye gönderme yapan tıbbi kullanım­
daki travma teriminin psikanaliz tarafından ruhsal alana aktarılırken üç
unsurunun korunduğunu belirtirler: "şiddetli bir şok (darbe), bir zorlama
ve bütünün düzenleni§ini etkileyen sonuçlann ortaya çıkması. ·�
Diğer bir deyişle yazarlar ruhsal travmanın bedensel travmanın ta­
nımındaki şiddetli bir şok oluşturma, bir zorlama olarak yaşanma ve
ruhsal düzenlemenin bütününü etkileyen sonuçların ortaya çıkmasını
içerdiğini ama öte yandan bunların travmatik niteliğe sahip olmasının
öznenin dayanıklılığına, uyanları yönetme ve özümleme yetisine bağlı
olduğunu da belirtmektedirler.

3 TDK, Türkçe Sözlük, TDK Yayınlan, Ankara, 1983 s.1203.


4 Nuri Bilgin, Sosyal Psikoloji Sözlügü, Bağlam Yayınlan, İstanbul, 2003, s.394.
5 TDK, Ruhbilim Terimleri Sözlügü, TDK yay., Ankara, 1974, s. 1 74.
6 J.Laplanche, J.B. Pontalis (1967), Vocabulaire dl! /,a Psychanalyse, PUF, Paris, 1973, s. 499.
7 J. Laplanche-J.B. Pontalis (1967), agy. s.500.

20
Nedenbilimsel Bir Unsur Olarak Travma ve Psikanaliz

Claude Le Guen ise Freudcu Sözlüğü'nde "travma, travmatizm" başlığı


altında şöyle bir tanım önerir: "Bir travma, ruhsal yaşamı çok kısa zaman­
da gerçekkşen ve alışılmış yollarla ortadan kaldıramayacağı dış uyaranla­
nn hayli arttığı bir yaşantıyla karşı kaşıya bırakır; uyanm-kalkanlannda
bir zorlanma olur, bir şaşkınlık durumu ortaya çıkar, bir takılmaya (fixa­
tion) yol açar, bu uyanmlar enerjinin yönetiminde ve süreç/,erin düzenlenme­
sinde, ekonomi,sinde kalıcı düzensizlik/,ere neden olurlar. •'6
Oysa Alain de Mijolla'nın Uluslararası Psikanaliz Sözlüğü'nde yalnız­
ca travmatizm başlığı kullanılır ve Françoise Brette bu başlık için kaleme
aldığı metinde tanım olarak "genellikle etkin olan savunma düzenekkrini
başarısız kılmaya yeterli düzeydeki uyanm akımına yol açan ani ve şiddet­
li olay. Travmatizm sıklıkla bir şaşkınlık hali yaratır ve kısa ya da uzun
sürede ruhsal ekonomide bir düzensizlik ortaya çıkanr'� der.
Pierre Kaufmann yönetiminde yayınlanan Freudcu Katkı Sözlüğü ise bu
kez yalnızca travma terimine yer verir ve farklı bir yaklaşımı öne sürer:
"Freud'da yalnızca travma söz konusudur, travmatizm değü. Öyleyse bir
fark olduğu düşünü/,ebilir: travmatizm özneyi dışardan vuran olaya, travma
i,se bu olayın öznede yarattığı etkiye gönderme yapar ve özellik/,e ruhsal
alandakine. "10 Burada yukarıdaki tanımlamanın tersi önerilmektedir.
Elbette başka psikanaliz sözlüklerine de gönderme yapmak ve yakla­
şım farklılıklarını ortaya koymak önemli olacaktır. Ancak yazının
sınırlılığı çerçevesinde bunlarla yetinmek yerinde olacaktır. Çünkü
burada 'önemli olan travma kavramının psikanaliz için hem çok temel
hem de hayli tartışmalı olmasıdır. Bu çerçevede travmanın yalnızca
olumsuz bir göndermesi olmayabileceğini ve başka bir yazının konusu
olması gereken travma ve yaratıcılık ilişkisinin de hayli önemli olduğu­
nu vurgulamak uygun olacaktır.
Bu noktada Yunanlı psikanalist Gerassimos Stephanatos'un travma
sözcüğünün Yunancası olan titrosko'nun kökeninde "içine girmek",
"cinsel ilişkide bulunmak" anlamlarının da olduğuna dikkatimizi çekti­
ğini de aktarmak gerekir. Stepahanatos "Eschyle'in, titrosko yükkmini
birincil anne toprak Gaia ile onu kaplayan göğün Ouranos 'un çift/,eşmesini

8 Claude Le Guen, Dictwnnaire Freudien, PUF, Paris, 2008, s. 1633-1634.


9 Françoise Brette ''Traumatisme", Dictwnnaire lntematwnak de la Psychanalys e, ed. Alain
de Mijolla, Calınan-Levy, Paris, 2002, s.1771.
ıo Pierre Kaufmann, L'Apport Freudien, Larousse, Paris, 1998, s.606.

12 1
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

anlatmak için kullandığını"ıı aktanr. Yunan mitolojisi burada travmayı


evrenin doğuşuna yol açan bir olguyla yani olumlu olarak anmaktadır. Bu
ilk çiftleşme kendisi olumsuz olmasa da, tıpkı ilk sahne için olduğu gibi
diğerleri yani onu görenler veya düşlemleyenler için travmatiktir. Çünkü
bir iz bırakır. Travma her şeyden önce bir izdir, iz bırakan bir anıdır.

Psikanalizin nk Adımlan ve Travma


Travma kavramı tarihsel açıdan psikanaliz için temel bir yere sahiptir.
Freud, Breuer ile birlikte kaleme aldığı 1895 tarihli Hisleri Üzerine İnce­
lemeler'de ruhsallığı anlamak için bir ekonomik anlayış önerdiğini ve
travmanın sonuçlarının, ruhsallığın sebat-direşme ilkesine (konstanzprin­
zip) göre ortadan kaldıramamasına bağlı olduğunu belirttiğini biliyoruz.
Ancak Freud'un travmanın özellikle hislerinin oluşumunda oynadığı
temel rol konusunda Charcot'nun yaklaşımını benimsediğini de unut­
mamak gerekir. Freud 1886 ilkbahannda Viyana Üniversitesi'nin
bursuyla Paris-Salpfüriere Hastanesinde Profesör Charcot'nun yanında
yaptığı çalışmadan döndüğünde Üniversiteye bu konuda bir rapor
sunar. Bu raporda Chacot'nun hislerinin t:Cavmalar sonucunda ortaya
çıktığını belirtiğini aktanr. 12 Altı ay sonra Ekim 1886'da Viyana Tıp
Kurumunda Charcot'nun hisleri konusundaki ve özellikle erkek histeri­
si üzerine olan düşüncelerini ele alan bir konferans verir. Bu konuşma­
nın bir bölümünde şöyle der: "Charcot'nun araştırmalarında ortaya
çıkan şudur, eğilimli olsun olmasın erkeklerde histerinin önemsiz bir
travmadan sonra ortaya çıkması olasılıkla yaşanan ruhsal şok sonucu­
dur. "13 Ve şöyle sürdürür: "Benzer verilere literatürde rastlanmaktadır ve
çok ufak bir travmadan sonra ortaya çıkan ruhsal şokun histeriye yol
açtığı uzun zamandır bilinmektedir. "14 Burada travma olarak söz edilen
daha çok trenlerin yarattığı kaza ve bedensel zedelenmelerdir. Ancak
fiziksel travmanın önemiyle, yarattığı ruhsal şokun, dolayısıyla ruhsal

11
Gerassimos Stephanatos "Le Trauma Psychique et son Historisation Possible a
l'Adolescence'', Le Trauma entre Crı!ation et Destnıction, dir. Kostas Nassikas,
L'Harmattan; Paris, 2004, s. lll.
12
Sigınund Freud (1886) "Compte Rendu de mon Voyage d'Etudes a Paris et a Berlin"
Oeuvres Completes, Vol I, Fr çev. Laplanche et ali, PUF, Paris, 2015, s.1 3-23.
13 Sigınund Freud (1886) "De l'Hysterie Masculine" Oeuvres Completes, Vol I, Fr çev.
Laplanche et ali, PUF, Paris, 2015, s.47.
14 Sigmund Freud (1886) agy. s. 48.

22
Nedenbilimsel Bir Un.sur Olarak Travma ve Psikanaliz

travmanın şiddeti arasında doğrudan bir bağlantı olmadığı Charcot'nun


ve dolayısıyla Freud'un dikkatini çekmiştir.
Freud Chacot'nun Salı Dersleri'nin Almanca çevirisine eklediği not­
larda ise bu konuda ilerde daha da geliştireceği çok net bir yaklaşıma yer
verir: "Kendini ortaya koyuşu ne şekilde olursa olsun, histerik nöbetin
çekirdeği bir anıdır, hastalığı başlatan belirleyici bir sahnenin varsanısal
yeniden canlanmasıdır. (. . . ) Anının içeriği genel olarak ruhsal travmadır,
yoğunluğuna bağlı olarak hastada histerik ortaya çıkışa nedendir ya da
olayın belli bir anda oluşmuş olması travmaya dönüşmesine neden olmuş­
tur. (... ) Travma sinir sisteminde eylemsel bir tepkiye kendini kurtaramadı­
ğı bir uyanm fazlalığı olarak tanımlanabilir. Histerik nöbet belki travma­
ya bir tepki oluşturma çabası olarak anlaşılabilir. "15
Ve nihayet Josef Breuer ile birlikte kaleme aldığı Hisleri üzerine
İncelemeler'in başında şöyle der: ". . . çalışmalanmız histerik belirtilerin
çoğu için, belki de hepsi için neden olucu unsurlann ruhsal travmalar
olarak adlandırılması gerektiğini göstermiştir. Korku, kaygı, utanç,
ruhsal acı uyandıran tüm yaşantı deneyimleri ve elbette kişinin duyarlı­
lığına bağlı olarak, bunlar bir travma değerini alabilirler. "16
Böylece Freud travmanın ruhsal zeminde de gerçekleşebileceğini ve
ruhsal sorunların kökeninde ruhsal travmaların olduğu düşüncesini açık
bir şekilde savunmaktadır. Bundan sonraki aşama bu travmaların cinsel
içerikli olduklarını vurgulamak olacaktır.
15 Ekim 1895'de Wilhelm Fliess'e yazdığı mektupta şöyle der: "Büyük
bilimsel sım sana sözel veya yazılı olarak açıkladım mı daha önce? Histeri
bir öncinsel, cinsel bir korkunun sonucudur. Takıntı nevrozu ise daha sonra
kınamaya dönüşen bir öncinsel cinsel hazzın sonucudur. "Öncinsel" (pre­
sexuel) erinlikten öncesi cinsel ürünlerin ortaya çıkışından öncesi demektir,
söz konusu olaylar daha sonra anılar olarak etkin olurlar. "17
21 Nisan 1896'da da Viyana Psikiyatri ve Nöroloji Derneğinde, His­
lerinin Nedenbilimi (Etiologie) üzerine başlıklı bir konuşma yapar.

15 Sigmund Freud (1892-1894) "Extraits des Notes de Freud sur sa Traduction des Leçons
du Mardi de Charcot", O euvres Completes, Vol I, Fr çev. Laplanche et all, PUF, Paris,
2015, s. 339-340.
16Josef Breuer ve Sigmund Freud (1895) "Du m�anisme Psychique de Phenomenes
Hysteriques" Etudes sur l'Hysterie, Oeuvres Compleres, Vol il, Fr çev. Laplanche et all,
PUF, Paris, 2009, s. 26.
17 Sigmund Freud (1887-1904) Lettres a Wilhelm Fliess , Fr çev. Fr.Kahn, Fr Robert, PUF,
Paris, 2006, s.185-186.

123
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

Burada histerinin kökeninde erken cinsel travmaların olduğunu ve


bunları çocuksu cinsel sahneler olarak adlandırır. ıs Bu konferansının
hayli soğuk karşılandığını ve toplantıyı yöneten Krafft-Ebing'in konuş­
mayı "bilimsel peri masalları" olarak adlandırdığının Freud tarafından
aktanldığını biliyoruz.
Freud 1896 tarihli "Savunma Psikonevrozları Üzerine Yeni Açıkla­
malar" metninde ise ". . . açıklanması gereken bu yaşanan deneyimlerin
kendilerinin değil ama onların birey cinsel olgunlaşmaya eriştikten sonra
anı olarak yeniden canlandırılmalarının travmatik olduğudur"ı9 der.
Böylece travma bir yandan ruhsal bir ağırlık kazanmakta, bir yandan
cinsel bir nitelik edinmekte ama öte yandan psikanalitik kuramda çok
önemli bir yer edinecek olan sonradan etki (nachtraglichkeit-differed
action - apres coup) kavramı ortaya atılmaktadır.
Ve nihayet 21 Eylül 1897'de Wilhelm Fliess'e baştan çıkarma kura­
mından (neurotica) vazgeçtiğini diğer bir deyiŞle cinsel travmanın erişkin
tarafından çocuğa uygulanan gerçek bir travmatik baştan çıkarma olma­
dığı ve bunun çocuksu ruhsallığın bir ürünü ve doğal olarak Oedipus
karmaşasının ürünü olan bir düşlem olduğunu anladığını yazar. Freud
şöyle yazar: "Seninle hemen büyük sım paylaşmalıyım, son aylarda yavaş
yavaş bende ortaya çıkanı. Neurotü:a 'ma artık inanmıyorum. •"2o
Böylece çocuksu cinsellik, Oedipus karmaşası ve ruhsallığın temel
bir ürünü olarak düşlem psikanalitik kuramdaki vazgeçilmez yerlerini
alacaktır. Bu da bireyin ruhsal gerçekliğinin en az onu çevreleyen dış
gerçeklik kadar önemli olduğunu psikanalizin kabul etmesi anlamına
gelmektedir.2ı
Özetlemek gerekirse, travma Freud tarafından daha psikanalizin ilk
yıllannda ruhsal sorunlann, o arada özellikle histerinin temel nedenbi­
limsel unsuru olarak görülmüştür. Freud'a göre travma fiziksel olmak­
tan çok ruhsallıkta bıraktığı izle, onun tarafından anı olarak adlandırı­
lan unsurla nitelendirilmelidir. Freud daha sonra travmanın cinsellikle

18 Sigmund Freud (1896) "Sur l'Etiologie de l Hysterie


' Oeuvres Comp�tes, Yol III, Fr çev.
"

Laplanche et ali, PUF, Paris, 1989 , s. 149-180.


19 Sigmund Freud (1896) "Nouvelles Remarques sur les Nevro-psychoses de
De fense Oeuvres Comp�tes, Yol III, Fr. çev. Laplanche et ali, PUF, Paris, 1989, s. 125.
"

20 Sigmund Freud (1887-1904) Lettres a Wilhelm Flress, Fr çev. Fr.Kahn, Fr Robert, PUF,
Paris, 2006, s.334.
21
Bu konuda aynntılı bilgi için bkz. J.Laplanche, J-B Pontalis (1964) Temel Düşlem,
Kökenlerin Düşlem� Düşlemin Kökenleri Çev. Talat Parman, Bağlam yay. İstanbul, 2002.

24
Nedenbilimsel Bir Unsur Olarak Travma ve Psikanaliz

ilgili niteliği üzerinde durmuş ve ancak çocuklukta geçen olayın trav­


matik özelliğine ancak erişkin cinselliğine geçildikten sonra kavuştu­
ğunu belirtmiştir. Ve son olarak travmanın her zaman dış gerçeklikten
kaynaklanmayabileceği ve düşlemin sonucu olarak oluşabileceğini
ortaya koymuştur.

Travma ve PsikanaUtik Kuram


Didier Anzieu "Erken Cinsel Travmatizmin Freud tarafından Bulunu­
şu"22 başlıklı yazısında Charcot'nun daha 1880'lerde histeri ile travmatik
nevrozu birbirine yaklaştırdığını, beyinde anatomik bir lezyon olmasa da
işlevsel bir lezyonun belirtilere neden olduğunu belirttiğini aktarır. Böylece
beyinde ciddi hasar yaratan bir fiziksel travma düşüncesi yerini sinir
sistemini etkileyen bir şokun varlığına bırak:niıştır. Ancak ruhsal travma­
dan ilk söz edenlerin Breuer ve Freud olduğunu da vurgular. Burada
önemli olan fiziksel travmanın ruhsal iz bırakması değil - ki bu Charcot
tarafından kısmen kabullenilmişti- nedenbilimsel olanın da ruhsal olabile­
ceğidir. Yani ruhsal bir neden ruhsal bir bozukluğa, semptoma yol açmak­
tadır. Böylece travma kavramı nedenleriyle ve sonuçlarıyla fiziksel­
bedensel düzlemden ruhsal düzleme geçmiş olmaktadır. Ama öte yandan
travmanın tanımı böylece çok daha öznel olmaktadır. Bir kişi için travma­
tik olan bir diğeri için olmayabilmektedir. Bu da elbette klinisyeni hasta­
nın kişisel öyküsüne önem vermeye itecektir. Böylece travma sözcüğü tıp
.
alanından çıkmakta ve ruhsal travma bir inceleme alanı olmaktadır. Ancak
Anzieu bu ilerlemenin bedelinin de travma sözcüğünün sıradanlaşması
olduğunu belirtir. Anzieu travmanın psikanalitik kuramda ekonomik,
dinamik, topik ve genetik olarak nasıl ele alındığını şöyle özetler:
Ekonomik yaklaşıma göre travma sonucu ruhsal aygıt niceliksel ola­
rak ani bir uyarım fazlalığı ile karşılaşır. Yukarıda da belirtildiği gibi bu
bir duygulanım (korku, çaresizlik) olarak yaşanır ve otomatik olarak
boşaltılmaya çalışılır. Freud'a göre histerik nöbetin (semptomların ortaya
çıkışının) nedeni budur. Öteki yol travmatik olayın yeniden yaşanması ve
uyarımın boşaltılması (abreaction) ve tasarımının özümlenmesidir, ki
Breuer'le birlikte önerecekleri katarsis yönteminin amacı da budur.
Travmaya dinamik açıdan bakılırsa, duygulanım baskılanmış, tasarım

22 Didier Anzieu "Decouverte par. Freud du Traumatisme Sexuel Precoce'', ]oumal de


Psychnalyse d'Enfam, 9, Ed. Du Centrion, Paris, 1991, s.1 5-32.

l2s
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

bastırılmış ancak anı geriye dönmeye eğilimli hale gelmiştir. Burada


Anzieu, Freud'un "histerikler anımsamalanndan hastadırlar" sözünü
anımsatır. Freud'un hemen hemen aynı dönemde ruhsal enerji olarak
libido kavramını tanımladığını biliyoruz. Böylece histerik semptomun bir
işlevi daha ortaya çıkmaktadır; bir arzunun gerçekleştirilmesinin libidi­
nal olarak yerine getirilmesi. Çünkü aşın uyarılma bir libidinal uyarılma­
dır ve libido ruhsallıkta serbest enerji olarak dolaşmak yerine burada
bilinçdışında bir tasarıma takılmaktadır. Ancak bu libidinal hareketlen­
me henien olmamakta, çocuklukta öznenin tanık olduğu veya katıldığı
ancak anlamadığı bir cinsel sahne, erinlik sonrası birincisini andıran bir
başka sahne ile travma ortaya çıkmaktadır. Çünkü sahnenin cinsel
anlamı anlaşılmıştır; bu da ruhsallığın libidinal artışla ve ona bağlı olarak
kaygıyla karşılaşması demektir. Bu süreç yine yukarda yer verilen sonra­
dan etki kavramının ortaya çıkışına neden olmuştur.
Topik (yerleştirme) açıdan ise baskılanan duygulanım ve bastırılan
tasarım bilinçten uzaklaştırılmış ve Freud'un hemen o yıllarda tanımla­
dığı bilinçdışına geriletilmişlerdir. Yine Freud'a göre histeriklerin
bilinçlerinde düşüncelerin dağılmaları ile kendini gösteren açık bilinç­
lilik ve ikincil durum (etat second) arasında bir bölünme vardır ve işte
bu ikinci durumda travmatik tasarım geriye dönüş yapar. Psikanalizin
genetik bakış açisı ise Freud'un oto-analizi ve çocuksu cinselliği keş­
fetmesiyle gelişecektir. Freud için çocukluk döneminde oluşan olaylar
daha sonraki patolojik olguların nedenidir. Bu noktadan sonra Freud
için her histerinin travmatik bir histeri olduğu ve travmatik nevrozlar­
daki sürece boyun eğdiği net hale gelmiştir.
Öyleyse travma psikanalizin ilk yıllarında Sigmund Freud için önce
yol gösterici olmuş, daha sonra kuramsal açıdan zengin bir kaynak
oluşturmuştur. Freud kendisinden önceki düşünürlerin, bilim insanla­
rının katkılarını her zaman dağarcığına dahil etmiş ancak onların belki
de travmatik olacağını düşünerek sorgulamadıkları konulan ele almış,
onların cesaret edemedikleri soruları sormuştur.

26
savaş nevrotilderinin elektrikle
tOOavisi ürerine resmi görüş
(1920}*
SJGMUND FREUD
ÇEVİREN: BARIŞ ÖZGEN ŞENSOY

arış zamanlarında bile, travmalardan (yani, tren

, kazası vb. gibi korkutucu ve tehlikeli deneyimler­


den) sonra zihinsel yaşamlarında ve sinir sistemi
aktivitelerinde ağır bozukluklar görülen, doktorla­
, rın haklarında bir karara varamadığı birçok hasta
mevcuttu. Kimileri bu hastaların sinir sistemlerin­
de, travmatik olmayan hastalıklarda görülen kanama ve iltihaplara
benzer ağır hasarların söz konusu olduğunu varsaydı. Anatomik muaye­
ne bu. süreçleri doğrulamadığında bile, gözlenen belirtilerin dokulardaki
daha incelikli değişikliklerden kaynaklandığına dair inançlarını koru­
dular. Bu sebeple, travmatik olguları organik hastalıklarla aynı sınıfta
değerlendirdiler. Başka doktorlarsa daha en baştan travmatik olguların
yalnızca işlevsel bozukluklar olarak değerlendirilebileceğini ve sinir
sisteminin anatomik olarak zarar görmediğini iddia ettiler. Ancak, tıbbi
görüş böylesi ağır işlev bozukluklarının organda büyük bir hasar söz

•Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ordusunda görevli


doktorlann savaş nevrozu yaşayanlara uygunsuz biçimde elektrik tedavisi uyguladığına
dair birçok şikayet olur. Durumu soruşturmak üzere bir komisyon oluşturulur ve
Freud'dan da bir bilirkişi raporu istenir. Freud raporu Şubat l 920'de hazırlar ve Ekim
1920'de komisyon karşısında okur. Ardından salonda bir değerlendirme ve tartışma olur.
Raporun çevirisinde (S. Freud, "Memorandum on the Electrical Treatment of War
Neurotics (1920)", lnt. }. Psycho-Anal., 37: 16-18, 1956.) temel alınmıştır. (ç.n.)

27
Bireysel ve Toplumıı al Travmalar

konusu olmaksızın nasıl ortaya çıkabileceğini açıklamak konusunda


uzunca bir süre zorlandı.
Yakın zamanda sonlanan savaş, böylesi travmatik olguların muazzam
sayıda ortaya çıkmasına ve inceleme altına alınmasına neden oldu.
Sonuçta, tartışma işlevsel görüşün lehine sonuçlandı. Doktorlann büyük
kısmı artık 'savaş nevrotikleri' olarak adlandınlanlann sinir sistemin­
deki somut hasarlar nedeniyle hasta olduğuna inanmamaktadır; arala­
nnda bakış açısı daha net olanlar da halihazırda belirsiz 'işlevsel deği­
şim' · tanımını kullanmak yerine, belirsizliğe mahal vermeyen 'zihinsel
değişim' kavramını kullanmaya karar verdiler.
Savaş nevrozlannın kendilerini daha çok motor bozukluklar -titreme
ve felçler- olarak dışavurmuş olmasına rağmen ve kişinin yakınında
patlayan bir şarapnelin yol açtığı sarsıntı ya da toprak altında kalmak
gibi durumlarda yaşanan muazzam etkinin büyük mekanik sonuçlara
yol açacağını farz etmek akla yatkın olsa da, gözlemler savaŞ nevrozları
olarak adlandınlanların kökeninin ruhsal doğasına dair şüphe bırakmı­
yordu. Aynı belirtilerin cephe gerisinde, savaşın dehşetlerinin çok
uzağında ya da izinden döndükten hemen sonra belirdiği düşünüldü­
ğünde, bu görüşe nasıl karşı çıkılabilirdi ki? Doktorlar, bu sebeple
savaş nevrotiklerini banş zamanındaki sinir hastalarına benzer şekilde
ele almaya yönelmişti.
Psikiyatrinin psikanalitik adıyla bilinen ve benim kurucusu olduğum
ekolü, 25 yıldır barış zamanında ortaya çıkan nevrozlann kökeninin,
duygusal yaşamdaki rahatsızlıklara dayandığını öğretmekteydi. Bu
açıklama şimdi de genel anlamıyla savaş nevrotiklerine uygulanmak­
taydı. Daha da ileri giderek, nevrotik hastaların zihinsel çatışmalardan
mustarip olduklarını ve belirtilerde dışavurulan istek ve eğilimlerin
hastanın kendisi tarafından dahi bilinmediğini -yani bilinçdışı- olduğu­
nu öne sürdük. Bu yüzden bütün savaş nevrozlarının doğrudan nedeni­
nin, askerin, aktif görevi tarafından kendisine dayatılan, hisleri için
tehlikeli ve aşın olan taleplerden uzak durmaya yönelik bilinçdışı
eğiliminin olduğunu çıkarsamak kolaydı. Hayatını kaybetme korkusu,
öteki insanlan öldürme emrine muhalefet, kendi kişiliğinin üstleri
tarafından acımasızca baskılanmasına isyan - bunlar savaştan kaçma
eğiliminin beslendiği en önemli duygulanımsal kaynaklardı.

28
Savaş Nevrotiklerinin E/,ektrikle Tedavisi Üzerine Resmi Görü§

Bu duygulanımsal güdülerin çok güçlü ve açıkça bilinçli olduğu bir


asker, eğer ki sağlıklı birinden bahsediyorsak, kaçmak ya da hasta gibi
davranmak zorundadır. Fakat savaş nevrotiklerinin yalnızca çok küçük
bir kısmı hasta numarası yapanlardan oluşmaktadır; içlerinde aktif
göreve karşı isyan eden ve onları hastalığa sürükleyen duygusal itkiler,
onlar bunun bilincine varmadan iş görürler. Bilinçdışı kalırlar; çünkü
hırs, öz saygı, yurtseverlik, itaat etme alışkanlığı gibi güdüler ve başka­
larının teşkil ettiği örnekler, uygun bir durum belirip de, bilinçdışı
işleyen başka güdüler tarafından alt edilene kadar daha güçlüdürler.
Savaş nevrozunun nedenlerine dair bu içgörü, öncelikle oldukça sağlam
temelli görünen ve son derece etkili olduğu ispatlanmış bir tedavi
yöntemine yol açmıştır. Nevrotiğe hasta numarası yapan biri gibi dav­
ranmak ve hasta numarası yapan biri olmadığı bilinmesine rağmen,
bilinçli ve bilinçdışı niyetler arasındaki psikolojik farkı görmezden
gelmek amaca uygun görünmüştür. Hastalığı, kişiyi katlanılmaz bir
durumdan kurtarma amacına hizmet ettiği için, hastalığın kökenleri,
eğer hastalık ona aktif görevden daha da katlanılmaz bir hale gelirse,
net bir biçimde zayıflayacaktır. Kişi, nasıl savaştan hastalığa kaçmışsa,
şimdi de kendisini hastalıktan yeniden sağlığa kaçışa, yani aktif görev
için hazır olma durumuna zorlayan yöntemlere başvurulacaktır. Bu
amaçla, acı verici elektrik tedavisi uygulanmış ve başarılı olmuştur.
Doktorlar, geçmişe dönüp baktıklarında, bu elektrik akımının gücünün
işlevsel bozukluklarda kullanılagelenle aynı olduğunu iddia ederken,
gerçekleri göz ardı etmektedirler. Bu yalnızca en hafif olgularda etkili
olurdu. Üstelik bu, savaş nevrotiğinin hastalığı ıstıraplı bir hale getiril­
meli, böylece de güdülerin dengesi hastanın iyileşmesi yönünde ağır
basabilmeli, şeklindeki altta yatan argümana da uymamaktadır.
Almanya ordusunda terapötik amaçlarla geliştirilen bu ıstıraplı · teda­
vi yöntemi şüphesiz daha ölçülü kullanılabilirdi. Eğer Viyana Klinikle­
rinde kullanılsaydı, kişisel olarak inanıyorum ki, Profesör Wagner­
Jauregg'in1 inisiyatifi ile asla acı verici bir dereceye kadar yükseltil­
mezdi. Tanımadığım diğer doktorlar için kefil olamam. Genelde tıp

1 Julius von Wagner-Jauregg, Viyana Üniversitesi'nde 1893'ten 1928'e kadar psikiyatri


profesörüydü.

129
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

insanlarının psikolojik eğitimi kesinlikle eksiktir ve bunların bir kısmı,


hasta numarası yaparak tedavi arayışında olan hastanın sonuçta öyle
olmadığını unutabilir.
Ancak, bu terapötik prosedür en başından beri bir damgalanma taşı­
yordu. Hastanın iyileşmesini hedeflemiyordu ya da önceliği bu değildi;
her şeyden önce göreve hazır olmayı yeniden tesis etmeyi hedefliyordu.
Bu noktada tıp kendi özüne yabancı bir amaca hizmet etmekteydi.
Doktorun kendisi askeri buyruğa tabiydi ve kendisine emredilen görev­
ler dışındaki düşünceler tarafından yönlendirilmeye izin verdiği takdir­
de, korkması gereken, kıdem kaybı ya da görevini ihmal suçlaması gibi
kişisel tehlikeler vardı. Normal olarak bir hekim için belirleyici bir
ağırlık taşıyan insanlığın idealleri ile ulusal bir savaşın talepleri arasın­
daki çözümsüz çatışma, onun faaliyetini bulandırmak zorundaydı.
Aynca, yüksek elektrik akımı tedavisinin başarılarının, söylemek
gerekir ise başta muhteşemdir, sonuçta kalıcı olmadığı ortaya çıktı. Bu
tedaviyle sağlığını yeniden kazanmış ve cepheye geri gönderilmiş bir
hasta, bu işi yeniden tekrarlayabilir ve hastalığı nüksedebilir; bu sayede
en azından zaman kazanmıştır ve o an en acil olan tehlikeden kaçmıştır.
Bir kez daha ateş altındaysa elektrik akımı korkusu azalmıştır, tıpkı
tedavi esnasında aktif görev korkusunun sönmesi gibi. Savaş yıllan
boyunca da, kitlelerin halet-i ruhiyesinde hızlı bir biçimde artan yor­
gunluk ve çarpışmaya karşı büyüyen bir hoşnutsuzluk kendini gittikçe
daha fazla hissettirir; böylece bahsettiğim tedavi, etkileri bağlamında
başarısız olmaya başlar. Bu şartlar altında, ordu doktorlarının bazıların­
da, Almanlara özgü olan, asla olmaması gereken, başka hiçbir şeyi
gözetmeksizin niyetlerini gerçekleştirme eğilimine yol açar. Akımın
gücünün yanı sıra geri kalan tedavinin şiddeti, savaş nevrotiklerini
hastalıktan kazandıkları avantajdan mahrum etmek için katlanılamaz
bir seviyeye çıkarılmıştır. Alman hastanelerinde tedavi süresince
ölümlerin ve tedavinin sonucu olarak intiharların yaşandığı gerçeği asla
yadsınamaz. Ancak, Viyana Kliniklerinin de tedavinin bu evresinden
geçip geçmed�ğini söyleyemem. Savaş nevrozlarının elektrikle tedavisi­
nin etkisizliği üzerine kesin kanıtlar ortaya koyabilecek konumdayım.
1918'de Posen'de bir savaş nevrozları hastanesinin başında olan Dr.
Ernst Simmel, ağır savaş nevrozu vakalannda benim tarafımdan gelişti-

30
Savcı§ Nevrotiklerinin Elektrikle Tedavisi Üzerine Resmi Görll§

rilen psikoterapötik yöntemle elde edilen sıradışı derecede olumlu


sonuçlarla ilgili bir kitapçık yayımladı. Bu yayının sonucu olarak, Eylül
1918'de2 Budapeşte'de gerçekleştirilen bir sonraki Psikanalitik Kong­
re'ye Alman, Avusturya ve Macar Ordu Kumandanlığı'ndan resmi
delegeler katıldı; bu delegeler savaş nevrozlarının salt psikolojik teda­
visi için Merkezler açılmasına söz verdiler. Bu söz, böylesi temkinli,
yoğun emek gerektiren ve meşakkatli tedavi söz konusu olduğunda,
hastaların en hızlı bir biçimde göreve hazır olmasının yeniden sağlan-.
ması konusunda garanti verilemeyeceği açıkça belirtilmesine rağmen
verildi. Böylesi merkezlerin kurulması için hazırlıklar, devrim patlayıp
bütün savaşa ve o güne kadar kontrolü tamamıyla elinde tutan idari
birimlerin etkisine son verinceye kadar devam ediyordu. Ancak, savaşın
sonuyla savaş nevrotikleri de ortadan kayboldu, ki bu da hastalıklarının
nedeninin ruhsal kökeninin nihai fakat etkileyici bir kanıtıdır.
Viyana, 23 Şubat 1920.

Freud'un Büirki§i Olarak Tanıklığı•


Başkan: Başlangıç olarak birtakım noktalara işaret etmeme izin verin.
Profesör (Freud), Prof. Wagner ve Viyana ekolüne birçok noktada
muhalefet mi etmektedir?
Prof. Wagner: Neden (sorduğunuzu) söyler misiniz? Bununla ilgili bir
şey yazdım mı?
Prof. Freud, bilirkişi: Bu durumları kavrayışımızda herhangi bir anlaş­
mazlığımız yok; bunda tamamen birbirimize katılıyoruz. Yalnızca
temaruzun (simulation) sınırlarını biraz fazlaca geniş tuttuğunu öne
sürmek isterim. Bu olguların birçoğu söz konusu olduğunda, ben daha
az hasta taklidi daha çoklukla nevroz görüyor olurdum, ancak bu bir
ilke farkı meselesi değil. Onun gibi ben de biliyorum ki, bütün bu
nevrozlar savaş koşullarından hastalığa bir kaçıştır. Bu kavram benimle
ortaya çıktı ve tıp bilimi bunu sahiplendi. Amaçlılık kavramı ilk olarak

2 Orijinal metinde bu tarih oldukça net bir biçimde 1818 olarak yazılmıştır.
• Tartışma tutanakları yetmişli yıllanla bakanlık arşivlerinde bulunmuştur. Raporun anlına
eklediğimiz bu tartışma tutanaklarının çevirisinde " M.S. Gunther and H. Trosman,
"Freud as Expert Witness; W agner-Jauregg and the Problem of the War Neuroses", Annu.
Psychoanal., 2: 3-23, 1974" içindeki ilgili bölüm temel alınmıştır. (ç.n.)

13 1
Bireysel ve Toplumsal Travmalar

barış zamanı nevrozlarına uygulandı. 3 Her nevrozun bir amacı vardır;


belirli kişilere yönelmiştir; cennetten bir köşede veya benzer bir du­
rumda hızla ortadan kaybolabilir; çünkü ortada bir neden kalmayacak­
tır. Nevrozların anlaşılması konusunda tamamen aynı noktada olduğu­
muzu doğrulamaktan dolayı mutluyum ve yalnızca Hofrat Wagner'ın
ortaya koyduğll bulguların altını çizebilirim. 4 Bu nevrozların hapsedilme
döneminde ortaya çıkmaması çok ilginçtir. Bunun iki nedeni vardır.
İlki, kendini tehlikeden kurtarma amacı yoktur ve ikincisi, nevroz bir
işe yaramaz: Bu şekilde hapisten kaçılamaz. Bu yüzden güdü kaybol­
muştur. Bizim tahminimize göre, bütün bu nevrotikler savaş kaçağıdır.
Hastalık numarası yapanların sayısı az olmalıdır.
Prof. Wagner: İtiraflar (vardı)!
Prof. Freud: Bununla ilgili tartışmayacağım. Bu durumların çoğu güçlü
bilinçdışı niyetler tarafından dayatılmıştır; bunların arasında şimdiye
dek kişisel bağımsızlığı yeniden kazanma niyetine değinilmedi. Birçok
eğitimli insan için, askeri muameleye boyun eğmek zorunda olmak
korkunçtur ve üstleri tarafından kötü muameleye maruz kalmak bizim
ordumuzda da Almanya'nın ordusunda da birçok kişiyi etkilemiştir.
Psikanalitik yöntemlerle nevrozu iyileştirme çabalarımız esnasında
üstlere karşı hiddetin sıklıkla hastalığın temel nedeni olduğunu bulduk;
cephede değil de hastanede ortaya çıkan birçok olgu bu açıklamayı
doğruladı. Üstüne düşününce, genel bir yanılgının baskın olduğu olgu­
lardan biri olduğunu kabul etmek durumunda kaldım; soruya dair
birçok yönden söylenmiş şeyler var. Sansasyonellik derdindeki gazete­
lerin çirkin bir şekilde, eski sistemden intikam hisleriyle kışkırtıcılık
yaptıklarını belirtmekte doğru bir yan var. Ancak şu da doğru ki bizde
zorunlu askerlik uygulaması vardı; erkekler için askeri hizmet zorun­
luydu; onlara savaşa gitmek isteyip istemedikleri sorulmamıştı ve bu
yüzden insariların kaçmak istemesini anlamak gerekir. Doktorlar cephe
gerisindeki bir makineli silaha benzer bir rol üstlenmek, kaçanları geri
göndermek zorundaydı. Şüphesiz bu, savaş yönetiminin isteğiydi.

3 Freud'un "Friedensvorstellungen" kavranu birebir olarak banş döneminde nevrotik


görünümlere atıfta bulunmaktadır.
4 "Hofrat" son verilmiş monarşiden kalma bir Avusturya sıfatıdır: Kraliyet danışma meclisi
üyesine denk düşer.

32
Sava§ Nevrotiklerinin Elektrikle Tedavi-si Üzerine Resmi Görü§

Doktorlar bireysel olarak bu rolle farklı şekillerde başa çıkmış olabilir­


ler. Tıp mesleği açısından bu, kendi standartları göz önüne alındığında
ziyadesiyle uygunsuz olan bir görevdi. Doktor öncelikle hastanın tara­
fında olmalıdır, herhangi bir başka tarafta değil. Görevi, başka birisine
hizmet etmeye başladığı anda zarar görür; savaş görevi için bir an evvel
insanları ıslah etme zorunluluğunu üstlendiği anda ortaya tıp mesleği­
nin sorumlu tutulamayacağı bir çatışma çıkar. İnsani değerlere itaat ile
zorunlu askerlik görevi arasında bir uzlaşma sağlanamaz. İnsani görev­
lerini unutan ve esnek bir tarzda davranarak görmezden gelip üstlerin­
deki baskıya yanıt veren doktorlar olmuş olabilir. Kudret hislerinin
vahşi bir tarzda belirmesine izin vermişlerdir. Her ne kadar Viyana'da
olup biten her şeyden haberim olmasa da, suçlananların böyle insanlar
olmadıklarına eminim, zira Hofrat Wagner'in da - ki kendisini 35 yıldır
tanının - hastalarını tedavisinde güdüleyici gücünün insaniyet olduğunu
biliyorum. Bay Kauders'i ve hastalığının öyküsünü dinledim. Yaniltıldı­
ğına inanıyor. Ancak, Hofrat Wagner'in bütün bu grotesk görüngünün
bilinçli hasta numarasından kaynakladığına dair iddiasına pek katıla­
mıyorum. Banş zamanlarında nevrozlarda yüzeye çıkan şeyleri biliyo­
rum. Hasta numarasını varsaymak muhtemelen çok aceleci olur. Bu
adam hasta numarası yapıyor görünmemektedfr. Önce başına bir şey
gelmiştir; ne olduğunu bilmiyorum ve bir hasar açığa çıkmıştır.
Prof. Wılgner: Hayır.
Prof. Freud: Ama bu hastanın öyküsünde mevcut.
Başkan: Bir şok mu vardı?
Prof. Freud: Hassas bir nokta olduğu ortaya konulmuştur.
Prof. Wagner: Bu hassas bir noktadır ve bir hasar değildir.
Prof. Freud: O zaman düşük nabzı, vs. mevcuttu. Ancak bu asli değildir.
Hasar yalnızca bir kum tanesidir; küçük bir hasardan zamanla bir
nevroz gelişmiştir ve Wagner Kliniği'nde bulunduğunda şüphe götürmez
bir biçimde nevrotiktir. Bu, hasta numarası olarak ele alınmış ve kendi­
sine bir haksızlık yapılmıştır. Hastayı özellikle etkileyen ve onu derin­
den üzen işte bu haksızlıktır. Bütün nevrotikler kendilerini hasta gibi
gösterirler; bilmeden bunu yaparlar ve bu onların hastalığıdır. Bilinçli
ret ile bilinçdışı ret arasında büyük bir fark olduğunu hatırlamak zorun-

133
Another random document with
no related content on Scribd:
Rumores de actualidad, política, administración, modas,
gastronomía, temperatura, negocios, calidad y dinero, gustos, el
boquerón del Muelle... de todo se habla y sobre todo se discute, y, lo
que es peor, nadie se entiende.
Así las cosas, dan las doce y media, y entran algunos de los que
salieron á las nueve. Con este refuerzo, más el de tal cual perezoso
que vuelve de los jardines de la Alameda, ávido de conversación, la
controversia, ó mejor dicho, las controversias van subiendo de
temperatura; crece la gritería, aumenta la confusión, y el alboroto de
la tertulia acaba por parecerse al de una jauría de sabuesos en la
pista de un cervatillo.
Mientras tú, en tan breves como duras é inútiles palabras, llamas al
orden á la tertulia, discurren por delante de la puerta ciertas
parroquianas, esperando á «que se larguen los ociosos». De éstas
puede asegurarse, juzgando piadosamente, que contrabandean; es
decir, que quieren polvos de arroz ó vinagrillo... ó son
excesivamente modestas, tienen mala dentadura, peor mano ó
cualquiera de esos defectos ostensibles que obligan á vivir á las
mujeres presumidas un término más atrás que sus semejantes, por
no patentizarse con todos sus detalles naturales.
Óyese al fin la una; y lo que no han podido conseguir ruegos ni
amenazas, lo alcanza, si bien poco á poco, el recuerdo de la sopa
humeando sobre la mesa de cada tertuliano: despejar la tienda.
Media hora después se cierra ésta, que, al cabo, logró diez minutos
de calma y de soledad, que aprovechan algunas pudibundas
parroquianas necesitadas.
Por la tarde, desde las dos y media, hora en que vuelve á abrirse,
hasta las tres, apenas la visita nadie más que los mismos pinches
de las ocho y media, de paso para sus escritorios; y ya no entra en
carácter hasta el anochecer, hora en la cual se reviste de una
gravedad inalterable. La tertulia del crepúsculo la forman el apacible
y prudente señor mayor, de vuelta del muelle de Maliaño ó de los
Cuatro-Caminos; el viejo canónigo después que, aburrido de pasear
en los claustros de la catedral, tomó su pocillo de aromático
chocolate; el atribulado cesante, el militar retirado, el joven juicioso,
ó «buen muchacho», que tiene la manía de la higiene pública ó de la
policía urbana; el veterano catedrático de humanidades; el orondo
rentista... y no pocas veces el gobernador civil, ó el militar, ó el
alcalde... ó los tres juntos. El fondo de la conversación entonces es
grave y filosófico, y rara vez se localiza una cuestión si el joven
juicioso no hace una excursión por los presupuestos del municipio ó
el empedrado de la capital ó tal otro ramo del ornato público,
convencido de que con éstas y otras análogas materias es con lo
que se prueban y se patentizan una razón bien sentada, una
inteligencia exquisita y una formalidad venerable.
Esta pacífica reunión dura hasta poco después de anochecido. Una
hora más tarde en el invierno, y dos en el verano, se cierra la tienda,
excepto las noches de baile de lustre, en el cual caso la Guantería
permanece abierta hasta que ha provisto sus elegantes
superficialidades el último invitado ó contribuyente á la fiesta.—
Desde que salen los señores de la tertulia grave hasta que se cierra
la tienda, rara vez se presenta en ella cuadro que llame la atención:
el tendero de al lado, el boticario de enfrente, el peluquero de más
arriba... gente toda apreciabilísima, pero que, cansada de bregar
con sus parroquianos, sólo desea el reposo y la quietud.—Esta
ocasión es la que suele aprovechar el guantero para hacer en sus
libros el balance del día, porque el guantero es hombre que lleva así
sus cuentas, á fuer de honrado y precavido.

IV
Además de los pormenores apuntados, que son los más
característicos, diariamente, de la Guantería, deben consignarse
también, como entremeses variables hasta lo infinito, algunos otros,
verbigracia: el corredor que pide un fósforo y toma asiento durante
dos minutos para respirar; el forastero que desea saber dónde se
venden buenas langostas de mar ó ron puro de Jamaica; el pollo
desatentado ó la doncella pizpireta que preguntan cuándo es, ó por
qué se ha suspendido el baile, el baile de campo, de cuya sociedad
es el guantero administrador, más que administrador, el alma y la
inteligencia, la varita mágica que allana las dificultades, reclutando
socios, extendiendo circulares, invitando á forasteros, procurando
orquesta y servidores, y transformando en un edén en breves días el
ya, de suyo, bello jardín de la calle de Vargas; la oficiosa señora que
indaga por quién tocan á paso, ó de quién es el bautizo, ó á quién
han dado el Viático; el cartero mismo que quiere averiguar en qué
calle y en qué casa vive la persona cuyo nombre, sin más señas,
contiene el sobre de una carta recién llegada, ¡y qué sé yo cuánto
más! porque la Guantería es una agencia universal, y su dueño una
guía de viajeros, un libro de empadronamientos, un registro de
policía, en punto á datos y curiosidades locales.
Consideremos ahora el mentidero en día de fiesta, y ejemplo al
canto.
Son las doce de la mañana: la concurrencia, no cabiendo en la
tienda, invade el portal inmediato y parte de la calle. La sesión está
fraccionada en grupos que apenas logran oirse, en fuerza de lo
mucho que gritan. En uno, la joven América, vestida á la europea,
se afana porque le comprenda su teoría sobre la comenencia de la
infusión de razas, un jurisconsulto de gran volumen, que, olvidando
la severidad del Digesto, y sin negar al indiano la oportunidad de su
descurso, acaba por hacerle creer que Bezana se llamó Bucefalonia
en tiempo de los romanos; la ciencia de Hipócrates, dejando sus
rancios aforismos, predica higiene moderna, y haciendo
aplicaciones al bello sexo, vacila entre el zapato de charol con moña
y las botinas de marrón; un procurador le arguye contra los escotes
de los trajes de baile, y aun de paseo en verano, y un mayorazgo,
dueño de una gran huerta, sostiene lo contrario, porque piensa
explotar las hojas de sus higueras, en día no lejano, si los vestidos
no dan en subir al paso que van bajando; el matrimonio anda en un
rincón á merced de un meritorio con cinco hijos, que le defiende, y
de un mal humorado que le acribilla; la hacienda pública se arregla
más allá con los cálculos de un desarreglado que jamás pudo
establecer en su casa el orden y la economía; el arte dramático
moderno perece bajo las iras de un erudito que no distingue la prosa
del verso más que por el tamaño de los renglones; la religión, la
política, el baile, tienen allí también su grupo de competentes, sin
que le falten, por supuesto, al comercio, cuyo grano merece la
preferencia de ciertos hombres de chapa, siempre y en todas partes.
Entre tanto, tú, mi buen amigo, detrás del mostrador, pides, ya que
no parroquianos, cuya entrada es imposible, un poco de luz para
clasificar los guantes que en horas anteriores has desparramado por
servir á algún precavido consumidor; pero ni luz ni parroquia te
conceden los que, en el egoísmo de su deleite, se curan muy poco
del daño que te hacen.
De pronto se revuelven las masas, ábrese un angosto sendero, y, á
toda fuerza de puños y caderas, avanza hasta el mostrador una
robusta pasiega. La imprudente ama de cría desenvuelve ante el
concurso una tira informe y deshilada, y pide un par igual, pero «que
alargue y encoja».
—¿Para quién son?—pregunta un curioso, rollizo y alegrote, movido
de no sé qué sentimiento.
—Para la señorita,—contesta la montaraz nodriza, sin sospechar el
cúmulo de deducciones que pudieran desprenderse de este solo
dato. Ignora la desdichada que, como al naturalista le basta un
diente hallado en un basurero para saber el género, la especie, la
edad, la estatura y otra porción de circunstancias del animal á que
perteneció, á un ocioso de la Guantería le sobra una liga vieja
para... ¡bah, yo lo creo!
La animación de la concurrencia crece con este motivo (no el de la
liga, sino el de los empellones de la pasiega); ésta se amosca,
lanzando por su bendita boca más rayos y centellas que una
tempestad; y tú, que necesitas ya muy poco para estallar, empiezas
á tratar de «usted» á la reunión, detalle terrible que suele preceder á
tu tardío, pero imponente enojo, concluyendo... por largarte á la calle
por la puerta falsa, cerrando la principal, en la imposibilidad de
arrojar á los demás fuera de la tienda. ¡Ejemplo sublime! Dos
minutos después no queda un ocioso en la Guantería. Vuelves
entonces á entrar en ella, abres la puerta de la calle, respiras con
ansia, vas á lanzar una exclamación de sorpresa al encontrar el
local libre y despejado, y antes que despliegues los labios, te ves
envuelto en la misma muchedumbre de marras. Pero tu fisonomía
se halla ya serena, tu voz firme y segura, y en tu pecho no queda el
más leve enojo hacia los invasores. Y ¿cómo tan repentino cambio?
¿Consiste en que la frecuencia de esas escenas te ha
acostumbrado á mirarlas con indiferencia, ó en que, en la
imposibilidad de corregir á tanto incorregible, te resignas á sus
vandálicos atropellos? No, seguramente: es que los breves
momentos en que te ves solo detrás del mostrador, te hacen
extranjero en tu propia casa, te entristecen y te afectan hasta el
extremo de que ofrezcas, en tus adentros, la mejor caja de guantes
por el peor de tus amigos. Porque no puedes vivir sin su presencia;
tú me lo has confesado más de una vez: te son tan necesarios como
á nosotros la Guantería.
No la cierres nunca, Juan, aun cuando la fortuna te persiga más allá
de tus ambiciones, ó no te respondo de los resultados. ¿Qué sería
de nosotros si al salir un día de casa nos hallásemos esa puerta
cerrada? Mediten un poco sobre este punto mis contertulios. La
Guantería, como la salud, no se sabe lo que vale hasta que se ha
perdido.
En una ocasión, y por un motivo que no quiero recordarte por no
afligir tu corazón de padre, hallé cerrada la puerta ¡caso inaudito! en
un día de trabajo. Nunca, hasta entonces, había reparado yo en el
aspecto de los sillares de aquella puerta, desnudos de las
charoladas hojas que de ordinario los revisten; jamás me pareció la
calle de la Blanca más larga, más silenciosa, más triste. Llegaron
varios contertulios; pasmáronse, como yo, ante tal espectáculo, y
mustios y cabizbajos dímonos á vagar por la población. Sobronos el
tiempo, aburrímonos en todas partes, y tornamos á casa en el
mayor desaliento. Tres días sin Guantería, y comprendo en
Santander hasta la revolución.
Así, pues, Juan incomparable, explota, estruja tu establecimiento
famoso mientras lo necesites para provecho de tus hijos y sostén de
tu familia; pero si, como he dicho ya, llegaran sus productos á
colmar tus modestas ambiciones, antes de cerrarle considera que es
indispensable para tu gloria y deleite de tus infinitos amigos; y ya
que, á pesar de su utilidad patente y preclara historia, no le declare
el Gobierno monumento nacional, ilustre Senado montañés, quede
siempre abierto para que los futuros santanderienses aprendan allí,
como nosotros, á ser excelentes ciudadanos y tan buenos amigos
como lo es tuyo el que, en prueba de ello, te dedica estos renglones.
1869.
NOTAS:
[2] Este artículo, que se reproduce á instancias de varias
personas que le conocían, se publicó muchos años hace en un
periódico de esta capital. Tiempo después se rehizo con objeto
de incluirle en uno de los libros del autor, propósito que no llegó á
realizarse por causas que no importan un rábano á los lectores;
pero sírvales á éstos de gobierno que hoy se publica tal cual
entonces quedó restaurado, y tengan en cuenta los años que van
corridos cuando su excesiva malicia ó nimia escrupulosidad les
lleve á investigar el por qué de ciertos casos y cosas que en el
esbozo aparecen, y acaso no se ven ya en el original.—(N. de la
ed. de 1876).
EL PEOR BICHO

Si cambiándose un día las tornas, ó trastrocándose los poderes,


fueros y obligaciones entre los seres condenados á purgar sobre la
pícara tierra el delito de haber nacido, se tomara residencia por los
que hoy son sus esclavos al tiranuelo implume, al bípedo soberbio
que habla y legisla de todo y sobre todo de tejas abajo, y aun, á las
veces, osa levantar sus ojos profanos más arriba del campanario de
su lugar, como si todo le perteneciera en absoluta indisputable
propiedad, ¡magnífica lotería le iba á caer!
Y cuenta que no hablo del hombre encallecido en el crimen; ni del á
quien la altura de su poderío hizo desvanecerse y desconocer la
índole y naturaleza de sus gobernados; ni del guerrero indomable á
quien embriaga la sed de una funesta gloria, y han hecho creer que
ésta puede fundarse alguna vez sobre montones de cadáveres
mutilados y de ruinas humeantes: refiérome al hombre vulgar, al
hombre de la familia, y, por tanto, no excluyo á las mujeres ni á los
niños; tomo, en fin, por tipo para mis observaciones, al hombre de
bien, á la mujer de su casa, al niño cándido; y empiezo por asegurar
que ninguna de estas criaturas se acuesta una sola noche sin un
delito que, en justas represalias, no le costara una mano de leña,
cuando no el pellejo, si se suspendieran las garantías que hoy nos
mantienen en despótico dominio sobre los irracionales, y tocara á
éstos empuñar el látigo.
No pretendo ser el descubridor de esta verdad manoseada en
fábulas y alegorías hasta el infinito; pero nihil est novum sub sole; y
si la forma de mi breve tarea lo parece, en ello doy cuanto puede
exigírseme.
Hemos de convenir de antemano en que todo bicho viviente tiene su
sensibilidad física como el hombre, y, á falta de razón, un instinto
que le hace amar la vida y aterrarse enfrente de todo peligro de
perderla; y hay que conceder forzosamente que el frío, el hambre, la
sed, la fatiga, la persecución, los palos y las heridas atormentan á
los irracionales, en lo físico, lo mismo que á nosotros.
Esto entendido, recordemos algunos de los actos de ferocidad más
comunes en la vida del hombre, ejercidos sobre las demás
especies.
¿Han visto ustedes matar un cabritillo? Yo sí, tentado del demonio
de la curiosidad. La tímida bestezuela lamía, con su lengüecita, roja
y brillante como una cinta de raso, la mano del pedazo de bárbaro
que la sujetaba; y cuando éste hundió en su cuello, blanco como la
nieve, medio palmo de navaja, el pobre animal gimió con la angustia
de un niño delante de un objeto horrible; lanzó después algunos
quejidos débiles, suspiró trémulo y cerró los ojos con que poco
antes parecía implorar el perdón del carnicero.
Siempre que veo, diariamente, conducir centenares de estas reses
al matadero, recuerdo con verdadero disgusto aquella escena, que
me he guardado muy bien de volver á presenciar.
Nada más corriente y acreditado entre nosotros que el caldo de
gallina, ese líquido que se administra cincuenta veces al día á los
enfermos, y se recomienda, por substancioso, á todas horas, y se
usa á cada veinticuatro en la cocina de la gente que sabe y puede
cuidarse. Y ¿se han fijado ustedes con atención en los preliminares
que exige la costumbre para obtener el susodicho caldo? Pues no
tienen malicia, que digamos. Se coge la gallina, la coloca una
fregona incivil entre sus rodillas, le pliega el pico sobre el cuello; y
con un cuchillo, de ordinario roñoso y desportillado, le sierra el
cráneo por la mitad. No cabe suplicio más feroz... ni más frecuente.
El que se emplea en los mataderos con el ganado vacuno, es más
breve; pero en cambio, es tal la cantidad de reses sacrificadas en
ellos diariamente que se engulle la humanidad, que debiera, siglos
hace, haber puesto en alarma á la especie, no obstante lo bestia
que es.
Y ¿qué diremos del señor de la cerda, del apreciable individuo «de
la vista baja», en sus postrimerías? ¡Cuánta iniquidad se comete
con él! Tan mimado, tan cebadito durante el año, ¿para qué? Para
dar con una muerte ignominiosa ocasión á una fiesta de vecindad;
para ofrecer su agonía por blanco á la burla, á la sátira y al escarnio
de un barrio entero... y no es exageración. En los pueblos rurales
que yo conozco, entran por docenas las personas que rodean á la
cerdosa bestia en su último trance: unas para atesar las cuerdas
que la impiden moverse y hasta gruñir; otras para tener por las
cerdas del lomo; varias con ellas para cargarse sobre la mole y
sujetar su cabeza contra el apoyo en que yace todo el cuerpo; quién
para revolver la sangre cuando fluya; quién, en fin, para los
preparativos de cada operación de las subsiguientes al sacrificio.
En medio del grupo descuella el matarife, que comienza su tarea
lavando la garganta del reo, y raspando en seguida la parte lavada
con un cuchillo que no mide menos de dos pies de hoja; fija después
la afilada punta en un hoyuelo que forma el tocino cerca del pecho, y
¡chiff! le sopla dentro media vara de hierro, saliendo por la herida,
acto continuo, un torrente de sangre que se precipita en una caldera
por el mango del cuchillo y sobre la mano que no le suelta. Ni las
ligaduras, ni el peso que le oprime en tan crítico instante, impiden al
herido animal darse un par de revolcones sobre el poyo y lanzar un
gruñido que dura medio minuto. Cuando la sangre fluye en menor
cantidad, el matador revuelve bonitamente el arma buscando á
tientas el corazón, y ¡figúrense ustedes lo que pasará allá dentro! Á
la cuarta ó quinta calicata de esta clase, espira la víctima entre la
rechifla, los puñetazos y los improperios de sus matadores, que le
hacen esta despedida por todo consuelo. Vienen después la
chamusquina, y las fricciones de teja, y la apertura en canal, y el
desbandullamiento, y el disputarse el rabo y la vejiga los chicos de
la casa; y en éstas y otras operaciones se pasa todo un día. Al
siguiente se destocina, ó descuartiza, y se salan los pedazos, y se
hacen los chorizos, y dura aún la broma y el buen humor, en torno á
los sangrientos despojos, media semana.
Aunque la forma de éstos y otros delitos, que no quiero citar por no
hacer de este artículo una carnicería, lleva en sí todas las
condiciones de alevosía, ensañamiento y premeditación que tan
duramente castiga el Código cuando la víctima es un hombre, éste
se ha ido acostumbrando á ellos, cediendo á las exigencias de una
supuesta necesidad que le obliga á cometerlos.
Pero si admitimos como razón atenuante esta salvedad, hay que
convenir en que otros mil que diariamente consuma el mismo tirano
son penables á todas luces.
Por ejemplo: don Serafín Rosicler es un rentista modelo de hombres
pacíficos y morigerados; ni se enfada, ni juega, ni fuma, ni murmura.
Vive perpetuamente con su mujer y sus hijos, y para sus hijos y su
mujer. Por única diversión, extraña al régimen doméstico, se permite
salir todas las mañanas muy temprano á tirar cuatro perdigonadas á
los pajaritos de su huerta. Y estos pajaritos son, según las
estaciones, la tórtola, el jilguero, la golondrina ó la calandria; es
decir, lo más bello, lo más inofensivo y tímido de la volatería. Pero
don Serafín, como todos los cazadores, hiere con más frecuencia
que mata; y cuando hace el recuento de sus víctimas para volverse
á almorzar, entre los seis ú ocho pájaros que contiene su morral,
halla tres ó cuatro que están vivos, aunque con un ala rota ó el
pecho atravesado.—«Éstos, para los niños», exclama lleno de
satisfacción el seráfico rentista. Y al llegar á casa, entrega gozoso á
sus inocentes retoños los inválidos animalitos. Los cuales,
aletargados por el dolor de sus heridas, apenas se mueven al variar
de poseedor; y como esta circunstancia no divierte á los rapaces,
cada uno examina el que le pertenece, pluma á pluma y hueso á
hueso. Así consigue tropezar con el ala rota ó con la patita hecha
astillas, á cuyo brusco contacto el pobre animalito se estremece y
abre el pico y quiere extender las alas. ¡Felicísimo descubrimiento!
El angelito ya sabe cómo poner en actividad aquel cuerpo inerte. Y
tira que tira de la pata ó del ala, ó pincha que pincha la herida, se
pasa medio día, hasta que, no hallando chiste en la tarea, comienza
á aporrear los muebles de la sala con la cabeza del pájaro, ó le
echa, vivo aún, á la lumbre, ó le ata al extremo de un cordel para
que el gato le vaya destrozando poco á poco.
Don Cleofás es un sabio, y estudia incesantemente las funciones del
estómago, la circulación de la sangre y la actividad de los venenos;
y como gusta de ver las cosas con sus ojos y no con los de la
ciencia, tiene la casa llena de animales que le ayudan en sus
experimentos. Quiere estudiar, por ejemplo, la virtud de un tósigo
que ha extraído de la planta a ó b: va al corral, atrapa un conejo, le
lleva á su gabinete, le aplica á los ojos, ó á la lengua, ó á una herida
que al efecto le hace, una pluma mojada en el veneno; y si éste es
fino, el animal cae como herido del rayo; pero si es lento, allí le
tienen ustedes un día ó una semana sufriendo horrores y
presentando á cada instante síntomas que el sabio devora con
ansiedad febril. Para estudiar la circulación, diseca á un pollo, ó á un
perro, ó á otro conejo, una arteria, le pasa una lámina de cristal por
debajo, y al microscopio en seguida. Si ve entonces lo que deseaba,
yo no lo sé; pero es evidente que el suplicio del animal que le sirve
en la experiencia debe ser morrocotudo. ¿Y cuando le lleva su
fanatismo hasta el extremo de querer estudiar los fenómenos de la
digestión sobre el terreno, y, para conseguirlo, abre al perro ó al
gato un boquerón en el pecho hasta dejar descubierto el estómago,
ó taladra quizá esta víscera y le encaja dentro un aparato de su
invención, capaz de ver, palpar y analizar los jugos... y qué sé yo
cuántas cosas más?
Cierto es que, con tamañas atrocidades, dicen que ha ganado y
gana todos los días mucho la ciencia; pero también es verdad que la
vida humana sigue tan achacosa y breve como antes, y á esto me
atengo. Juzgo, pues, punto menos ocioso que el delito del cazador
de pajaritos, el de los sabios que sacrifican centenares de víctimas
al afán de sorprender á la naturaleza animal un secreto que, aun
después de descubierto, no había de hacer más feliz á la
humanidad.
Juan es un jornalero que se gana el sustento con el trabajo de un
par de bueyes que le pertenecen. Parece natural que Juan tuviera
los cinco sentidos puestos en aquellas mansas bestias que son su
pan y su abrigo, y que las mimase como á las niñas de sus ojos.
Pues no, señor: todos los días les pega dos docenas de palizas, una
cada vez que, por arrastrar más carga que la que pueden sufrir,
resbalan en el repecho de una calle adoquinada, y besan repetidas
veces el duro suelo hasta sangrar por los hocicos.
Lo que hace Juan con los bueyes, hace Pedro con un caballejo que
también le sostiene con su trabajo. Palo para que ande, y más palo
si se para ó si tropieza.
Cuando los bueyes se caen de viejos, Juan los engorda un poco y
los envía al matadero.
La recompensa que da Pedro á las fatigas de su caballo, que le ha
servido diez ó quince años, es aún más digna de la ingratitud de la
raza humana: se le vende por un puñado de pesetas á un contratista
de la plaza de toros; y dicho está con esto que Pedro es español, y
que, por ende, acude solícito á la corrida en que sale á la arena su
caballo con los ojos vendados, para que no vea el peligro á que le
expone el picador que le monta, al acercar su pecho indefenso á las
astas de la fiera, que á la primera embestida le arroja al suelo y le
desgarra el vientre. Pedro no pierde ripio de esta escena; y al ver á
su caballo levantarse aún, merced á los palos que se le administran,
y al contemplar cómo el noble bruto, sin exhalar un quejido, pisa y
desgarra sus propias entrañas, patea frenético, y grita pidiendo
«¡más caballos!» y llama, porque tarda un instante en aparecer otro
de refresco, ladrón al empresario, pillos á los picadores, tunantes á
los chulos y estúpido al presidente; pero no vomita estos
improperios porque hayan desbandullado á su caballo, no, señor,
sino porque el toro, que tal hizo en tan breves instantes, promete
hacer mucho más, y es un dolor que no se le ofrezca prontamente
abundancia de víctimas. Y la prensa ilustrada, al siguiente día,
cuando reseña la función, al llegar á este toro que destrozó siete
caballos é hirió á tres lidiadores, le llama bueno y voluntarioso, y al
pobre jaco de Pedro, sardina, aleluya, oblea y otras transparencias
por el estilo; del picador que lastimó con el hierro, indebidamente, el
cuello de la fiera, y á lo cual debió el pobre hombre salir vivo de la
suerte, dice que es un tumbón, y que el presidente debió enviarle á
la cárcel.
Si los caballos supieran leer, no podrían menos de simpatizar con
los periodistas que, en su empresa de difundir la luz de la
civilización por todos los rincones del globo, consagran diariamente
largas columnas ad majorem gloriam de la celebérrima fiesta
nacional.—«En los circos taurinos, dirían, se nos trata inicuamente;
pero también es verdad que allí es donde vemos al hombre medir á
su semejante con la misma vara que á nosotros, animado contra él
de mayor ferocidad que el toro, que no embistiera si no se le
hostigara».
Donde no se lidian toros, hay carreras de caballos; y para estas
bestias quizá no sea preferible, á morir de una cornada, espirar con
los pulmones entre los dientes, por haber corrido dos leguas en diez
minutos buscando el oro de la apuesta... de sus amos.
Y si no hay carreras, hay batallas abundantes, gracias á Dios, y
cuadros en ellas, cuyas bayonetas mechan en un instante un
escuadrón que acude á desordenarlos, porque los hombres no han
podido conseguirlo.
Todos éstos y otros muchos favores por el estilo, tienen que
agradecernos los animales que más nos sirven y acompañan,
incluso el fidelísimo can, cuya raza medio extermina todos los años
la estricnina, con el filantrópico objeto de acabar con la media
docena de excepciones rabiosas, que son, precisamente, los únicos
perros que no comen la morcilla traidora.
Pero no se contenta el hombre con esto sólo; no ejerce su tiranía
exclusivamente sobre aquellos irracionales que encuentra en su
terreno y pueden ayudarle ó estorbarle. Surca también los mares, y
de su seno roba el esquivo pez, y le fríe, á veces vivo, ó le reduce á
la triste condición de cautivo en una mezquina vasija, ó, cuando
más, en una tinaja, donde le enseña, por dos cuartos, al son de un
organillo saboyano. ¡Digno destino de un ser que tuvo por cuna y
por barreras de su libertad el seno y la inmensidad del Océano!
Armado hasta los dientes, penetra asimismo en las montañas y en
los bosques, y destroza cuanto pasa al alcance de su plomo
mortífero: lo mismo cae entonces la tímida cierva que el valiente
jabalí; lo mismo persigue sañudo y feroz al oso forzudo que al débil
gazapo, y lo mismo le deleita la agonía del primero que la del
segundo. Su único afán es matar, sin otro objeto que la gloria de la
matanza.
Entre tanto, acosado por el hambre ó extraviado en la senda, un
fiero morador de las selvas baja un día al valle; pasa rápido junto á
la morada de un hombre; halla delante una res de la pertenencia de
éste, y le tira una zarpada que vale al salvaje animal media libra de
carne. Sábelo el hombre; toca á concejo; ármanse los vecinos;
echan tras la fugitiva bestia; alcánzanla en el monte; danle una
batida, y acaban con su vida á palos. Cunde la noticia del suceso;
apodérase de ella la prensa; desgañítase ésta pidiendo á las
autoridades que exijan á sus dependientes la más exquisita
vigilancia; llama héroes á los apaleadores, y no parece sino que el
equilibrio del globo terrestre dependió del buen éxito de la paliza
aquélla. ¿La llevarían menuda los hombres, si después de ésta y
otras fechorías fuesen llamadas las bestias á legislar sobre la tierra?
Mas contra esta consideración se subleva nuestro orgullo de raza. Ó
somos, ó no somos hombres. ¿Lo somos? Luego el mundo y cuanto
en él y sobre él crece y respira, nos pertenece.
Niego resueltamente este principio tiránico. Si en la mente sublime
del Hacedor supremo cupo, al crear la oveja y el caballo, la idea de
que el hombre utilizase el vellón de la una y el trabajo del otro, no
pudo ofrecerle los tormentos y la agonía de entrambos para su
deleite. La crueldad y la ingratitud son vicios de la humana
naturaleza, no la obra inmediata de quien es la suma perfección. Por
eso los castiga inexorable.
Por tanto, creo que, en el supuesto caso, merece el hombre la
consabida paliza como un santo un par de velas.
Más aún: creo que el hombre es el bicho de peor intención, más
malo, más dañino de cuantos viven sobre la faz de la tierra.
Y lo pruebo con nuevas razones. Hemos visto hasta aquí que el
bípedo á quien Platón llamó implume, persigue y atormenta á los
irracionales siempre y en todas partes... y porque le da la gana. Se
ha observado más. Al hallarse sorprendido el hombre con la
presencia de un individuo de una especie que no es la suya, su
primer impulso es tirarle con lo que encuentre á mano; matarle, si es
posible.
Las bestias, en su estado de libertad, huyen del hombre y viven con
sus propios recursos, y las más feroces no le atacan si, en su
insensato atrevimiento, no va él á provocarlas en sus recónditas
guaridas. El mismo tigre no mata si el hombre no le obliga á ello; la
víbora no muerde si no la pisan.
Se llama fiero al león, carnicero al lobo, porque viven á expensas de
la sangre de las especies inferiores. Y ¿qué hace el hombre? Eso
mismo y algo más. El león no devora al león, ni el lobo al lobo; pero
el hombre devora también al hombre, de lo que pueden certificar no
pocas tribus salvajes de ambos hemisferios.
Nuestro orgullo de raza vuelve á sublevarse aquí, y exhibe como
protesta, contra ese resabio de la barbarie, al hombre civilizado.
Acepto el reto, por más que, probada mi tesis con relación á la
especie, nada signifique contra ella la excepción del individuo.
El hombre de la civilización devora también á sus semejantes.
Como pueblo, ataca al de enfrente por ensanchar un palmo más su
territorio, ó por vengar la injuria envuelta en una frase que su misma
diplomacia no ha logrado descifrar; y en estas perdurables
empresas sacrifica millares de víctimas, que ni el consuelo tienen, al
morir, de saber por qué se han batido; tala los campos, arrasa
aldeas, villas y ciudades, y siembra el luto y la desolación por todas
partes.
Como individuo, explota, humilla, veja y martiriza á cuantos halla un
grado más abajo que él en la escala de la fortuna; por satisfacer una
venganza mezquina, acecha á su enemigo, y, rastrero y cobarde, le
clava un puñal en el corazón; tiene esclavos, así como suena;
esclavos á quienes apalea y acorrala, y vende y cambia y anuncia,
como si fueran bestias; y por último, so pretexto de un pudor que, á
serlo, infamara al mismo Lucifer, más de dos veces arroja al fondo
de una letrina el fruto de su propia sangre.
Para coronamiento de gloria de la especie, recuérdese que ésta
necesita una ley y un verdugo para matar con hierro á quien con
hierro mata.
Ahora, respóndaseme con franqueza:
¿Es esto devorar á sus semejantes? Y si no lo es, de ello á comerse
uno al vecino en pepitoria, ¿hay muchos pasos de distancia?
Que se ponga de moda en París la carne humana como se ha
puesto la de caballo, y, aunque no peco de rollizo, verán ustedes lo
que tardo yo en liar el petate y en buscar, más que de prisa, una
guarida donde jamás haya respirado la prole de Adán.
Entre tanto, bueno es que conste que veinte siglos ha dijo Plauto:
Homo, homini lupus: el hombre es lobo para el hombre.
Su enfermedad, como se ve, procede de muy atrás; y como quiera
que, lejos de decrecer, ha ido en aumento, puede fundarse en ello la
esperanza de que, si Dios no lo remedia, no ha de sanar en los
siglos de los siglos.
Tal es el único consuelo que puedo ofrecer en este instante á las
especies inferiores, que, como el hombre mismo, gimen bajo la
tiranía del lobo del poeta.
1870.
LA MUJER DEL CIEGO
¿PARA QUIÉN SE AFEITA?

Es evidente que el hombre se acostumbra á todo.


Ama con delirio á su esposa, á su hijo, á su madre: cree que si la
muerte le arrebatara el objeto de su amor, no podría sobrevivirle; y
llega la muerte al cabo, y le lleva la prenda querida... y no se muere:
la llora una semana, suspira un mes, viste de luto un año; y con el
crespón que arranca de su sombrero á los trece meses, desarraiga
de su pecho el último recuerdo doloroso.
Vive en la opulencia, contempla la miseria que agobia á su vecino, y
cree de buena fe que si él se arruinara sucumbiría al rigor de la
desesperación antes que aclimatarse á las privaciones, á la levita
mugrienta, á la estrechez de una boardilla y, sobre todo, al desdén
de los ricos; y un día la instable rueda da media vuelta, y le coge
debajo, y le desocupa los bolsillos, y le desgarra el frac, y le reduce
á la más precaria de las situaciones; y lejos de morirse, frota y
cepilla sus harapos, devora los mendrugos de su miseria, y con
cada humillación que le produce el desprecio de sus mismas
hechuras, más afortunadas que él, siente mayor apego á la vida.
Quién se imagina, porque nació en América, que sin aquel sol, sin
plátanos, sin dril y jipi-japa, fenecería en breve; y la suerte le
trasplanta á la mismísima Laponia, y allí, bajo una choza de hielo,
sin sol, chupando témpanos, royendo correas de bacalao y vestido
de pieles, engorda como un tudesco.
Quién otro, artista fanático, gana el pan que le sustenta vergando
pipas de aceite ó pesando fardos de pimentón...
Y si así no fuera; si Dios, en su infinita misericordia, al echar sobre
la raza de Adán tantísima desdicha, tanta contrariedad, no hubiera
dado al hombre una memoria frágil, un corazón ingrato, un cuerpo
de hierro y una razón débil y tornadiza, ¿cómo llegaría al término de
su peregrinación por este mundo pícaro sin ser un santo?
Pues bien: esta misma ley, que tal se enseñorea de nuestro corazón
y de nuestro temperamento por su propio é inatacable origen, se
impone también al humano criterio y le obliga á aceptar como cosas
corrientes los absurdos más peligrosos.
No es otra la razón del baile, como fórmula solemne del regocijo
social en la Europa civilizada, donde, oficialmente, el rubor, la
compostura, el decoro de la doncella, tienen un culto; ni me explico
de distinta manera la causa de que en esos certámenes lujosos de
la escogida sociedad, sea la mujer casada la que da el tono en
salones, espectáculos y paseos, con pleno, omnímodo, amplísimo
consentimiento de su legítimo consorte.
Y ahora que estamos en nuestro terreno, discurramos sobre este
hecho tan notorio como transcendental.
Y pregunto yo:
—¿Para qué se adorna la mujer?

You might also like