Psikanalitik Kişilik Çalışmaları 1st Edition W. R. D. Fairbairn Full Chapter Free

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Psikanalitik Ki■ilik Çal■■malar■ 1st

Edition W. R. D. Fairbairn
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/psikanalitik-kisilik-calismalari-1st-edition-w-r-d-fairbairn
/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Pratique Grammaire B1 1st Edition Evelyne Sirejols

https://ebookstep.com/product/pratique-grammaire-b1-1st-edition-
evelyne-sirejols/

A medida B1 guía didáctica 1st Edition Anaya

https://ebookstep.com/product/a-medida-b1-guia-didactica-1st-
edition-anaya/

Lo straniero A2 B1 Primi Racconti 1st Edition Marco


Dominici

https://ebookstep.com/product/lo-straniero-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

L eredità B1 B2 Primi Racconti 1st Edition Luisa Brisi

https://ebookstep.com/product/l-eredita-b1-b2-primi-racconti-1st-
edition-luisa-brisi/
Deutsch intensiv Wortschatz B1 Das Training 1st
Edition Arwen Schnack

https://ebookstep.com/product/deutsch-intensiv-wortschatz-b1-das-
training-1st-edition-arwen-schnack/

Ritorno alle origini B1 B2 Primi Racconti 1st Edition


Valentina Mapelli

https://ebookstep.com/product/ritorno-alle-origini-b1-b2-primi-
racconti-1st-edition-valentina-mapelli/

Un giorno diverso A2 B1 Primi Racconti 1st Edition


Marco Dominici

https://ebookstep.com/product/un-giorno-diverso-a2-b1-primi-
racconti-1st-edition-marco-dominici/

100 DELF B1 Version scolaire et junior 1st Edition


Sylvie Cloeren

https://ebookstep.com/product/100-delf-b1-version-scolaire-et-
junior-1st-edition-sylvie-cloeren/

La nuova Prova orale 1 A1 B1 1st Edition Telis Marin

https://ebookstep.com/product/la-nuova-prova-orale-1-a1-b1-1st-
edition-telis-marin/
Genel Yayın: 5 770
PSİKOLOjİ/PSİKANALİZ

W.R.D. FAIRBAIRN
PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

ÖZGÜN ADI
Psychoanalytic Studies of the Personality

TAYLOR Ilı FRANCIS E-LIBRARY, 2001


COPYRIGHT ©1952 W.R.D. FAIRBAIRN

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 2023


Sertifika No: 40077

İNGİLİZCE ÖZGÜN METİNDEN ÇEVİREN


MENEKŞE ARIK

DÜZELTİ
OZAN KIZILER

EDİTÖR
DEVRİM ÇETİNKASAP

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

GRAFİK TASARIM UYGULAMA


TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI

I. BASIM: ŞUBAT 2023, İSTANBUL

ISBN 978-625-429-368-9

BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. 2622. SOK. NO: 6/31
BAGCILAR İSTANBUL
Tel. (0212) 445 32 38 Faks: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 44871

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 2'4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 39 95
e-posta: info@iskultur.com.tr
www.iskultur.com.tr
W. R. D. FAIRBAIRN

Psikanalitik
Kişilik Çalışınaları

Çeviren: Menekşe Arık

TÜRKiYE $BANKASI
Kültür Yayınları
İÇİNDEKİLER

Önsöz (Ernert Jones) .......................... ................ .. ... ................................................................................................................................................. VII


Giriş ....................................................................... ........ ................ ........... .. ....................................................................................................................................................... IX

BİRİNCİ KISIM: Nesne İlişkilerine Dayalı Kişilik Kuramı ..................................................... 1


1. Kişilikteki Şizoid Etkenler (1940) ................................................................................................................................... ........ 3
il. Psikozların ve Psikonevrozların Psikopatolojisine
Yeni Bakış (1941) 1 ................................................................. 21

III. Bastırma ve Kötü Nesnelerin Geri Dönüşü


("Savaş Nevrozlarına" özel atıfla) (1943) ... .............................. .................................................... 43

iV. Nesne İlişkileri Bağlamında İçruhsal Yapı (1944) ................................................................. 61

. V. Nesne İlişkileri ve Dinamik Yapı (1946) .................................................................... ............................. 101


VI. Nesne İlişkilerine Dayalı Kişilik Kuramının
Gelişimindeki Adımlar (1949) ........ ............................................................................................................................................ 113
VII. Yazarın Kişilik Yapısıyla İlgili Görüşlerindeki
Gelişimin Özeti (1951) ................. ................................................................................................................................................................. 121

İKİNCİ KISIM: Klinik Yazılar ........................ . ...... . . .. . . .


............... ................... ........................................................... ............. 135
1. Bir Kadın Hastanın Dini Fantezileri Üzerine Notlar (1927) ..................... ... 137
il. Fiziksel Genital Anormalliği Olan Hastanın
Analizinden Parçalar (1931) ........ ............ .. ................................................................................................................................ ...... 14 7
III. Kralın Ölümünün Analizden Geçen Hastalara Etkisi (1936) .. . ........... 165
ÜÇÜNCÜ KISIM: Çeşitli Makaleler 171
1. Komünizmin Sosyolojik Anlamına
Psikanaliz Işığında Bakmak (1935) ................................................................................................................................... 173
il. Psikolojinin İzinli ve Yasaklı Konuları (1939) .................................................................................. 183

III. Savaş Nevrozlarının Doğası ve Anlamı (1943) .................................................................. 189


iV. Cinsel Suçluların Tedavisi ve Rehabilitasyonu (1946) ..................................... 211

Kaynakça .................................................... ....................................................... . . . . .


.......... ................... ..... . ........... .. ..... . ..... ........... ......... .. .. ............... . ..... . 217
.... .

Dizin ................................................................................................................................................................................................................................................................... 219


ÖN SÖZ

Dr. Fairbairn psikanaliz alanında çok özel ve ilgi çekici bir konumdadır.
En yakınındaki meslektaşlarının yüzlerce kilometre uzakta olması ve onlar­
la nadiren buluşması birtakım zorluklar doğurduğu gibi büyük faydalar da
sağlamıştır. En büyük faydası, dikkatini dağıtan ve işine karışan bir şey olma­
dığından, kendi günlük çalışma deneyiminden ortaya çıkan kendi fikirlerini
geliştirmeye bütünüyle odaklanabilmiş olmasıdır. Bu durum özgün fikirlerin
önünü açar, Dr. Fairbairn 'in özgünlüğü de tartışmasızdır. Öte yandan, yal­
nız çalışan birinin gözünden kaçabilecek hususlara işaret eden, tek taraflı
düşünme riskini hafifleten çalışma arkadaşlarıyla tartışma imkanının yerini
doldurmak için çok kuvvetli bir özeleştiri meziyeti gerekir. Kitabın içeriğine
dair yapılacak değerlendirmelerin önüne geçmek bana düşmez, ama düşünce
ufkumuzu açacağına kesin olarak inandığımı söyleyebilirim.
Dr. Fairbairn'in yenilikçi fikirlerini tek cümlede ifade etmek mümkün ol­
saydı şöyle denebilirdi. Freud'un yaptığı gibi çeşitli erojen bölgelerin tahrikin­
den ve üreme organlarının faaliyetiyle doğan içsel gerilimden kaynaklanan
sinir sistemi uyarımını başlangıç noktası almak yerine, Dr. Fairbairn kişiliğin
merkezi olan benlikten başlayarak benliğin destek bulabileceği nesneye ulaş­
ma çabalarını ve bu yolda karşılaştığı güçlükleri anlatır. İlerleyen sayfalarda
işlediği bu temanın biyoloj ik olarak içgüdü problemlerine, psikoloj ik olarak
da dışarıdaki nesnelerle içerideki nesneler arasındaki hayret verici etkileşime
yansımalarını derinlemesine incelemiştir. Bütün bunlar psikanalize yeni bir
soluk getirerek verimli tartışmalara öncülük edecektir.

ERNEST JONES
G İ RİŞ
David E. Scharff, MD ve Ellinor Fairbairn Birtles

Fairbairn 'in nesne ilişkilerine dayalı kişilik kuramının nihai haline ulaştığı
"Nesne İlişkileri Bağlamında İçruhsal Yapı" makalesinin yayımlanmasından
bu yana elli yıl geçti. Bu makalede Fairbairn'in esas katkıları bütün olarak yer
alsa da sonradan ufak tefek değişiklikler, örneklemeler, uygulamalar gelmiştir.
Bu kitabın ilk dört makalesi Fairbairn'in özgün katkısının temelini oluştur­
maktadır. Bunlardan önce yazdığı makaleleri okuyunca Freud'un başlıca eser­
leri üzerine yaptığı dikkatli incelemelerin, bastırma ve çözülme süreçlerine gös­
terdiği yakın ilginin ve mantıksal düşünceye bağlılığının on üç yıllık ilk dönem
psikanaliz yazılarına rehberlik ettiğini görmek zor değildir. Freud'a gösterdiği
yakın ilginin bariz olduğu o ilk yazılarında bile, açık seçik ifade edilmese de
zaman içinde öne çıkan bir varsayım bulunur: Yaşamdaki olayların anlamı son
derece kişisel ve kişiye özgüdür, her bireyin yaşam seyri ve bağlamı içinde anla­
şılabilir ancak. Fairbairn başından beri her bireyin büyüme ve gelişim bağlamı­
nı ailenin oluşturduğunu savunmuştur. Belki Freud hariç ilk dönem yazarların
hepsini geride bırakacak şekilde, Fairbairn'in klinik odak noktasını, önceden
belirlenmiş bir yapının gözler önüne serilmesi değil, aile deneyiminin terapi4eki
bireysel anlatıyı nasıl şekillendirdiğini anlamak olmuştur. Bu kitapta yer alan iki
ilk dönem yazısında bunu açıkça görebiliriz: genital anormalliği olan hastanın
analizi üzerine yazısı ( 1 93 1 ) ve Kral V. George'un ölümü gibi ulusal bir olayın
üç analiz hastası açısından taşıdığı farklı anlamları daha kısaca örneklendirdiği
yazısı ( 1 936). Savaş nevrozlarının doğası üzerine makalesinde ( 1 94 3 ) bunun
daha açık seçik ifade edildiğini görürüz. Bu konular ilk dönem klinik ve kuram­
sal yazılarında da belirgindir; yakın zamana kadar derlenmemiş olan bu yazılar
artık iki cilt halinde basılmıştır: From Instinct to Sel{: Selected Papers of W. R.
D. Fairbairn [İçgüdüden Kendiliğe: W . R. D . Fairbairn'in Seçme Yazıları] . O
yazılarda Fairbairn'in klinik açıdan aileye odaklanmasına paralel olarak ruhsal
örgütlenmenin gözler önüne serilmesine yoğun ilgisini görebiliriz.
X PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

Fairbairn ruhsal mekanizmalarla ilgilenmeye başladığında Freud'un izin­


den giderek 1929'da Edinburgh Üniversitesi 'ne verdiği tıpta uzmanlık tezin­
de çözülme ile bastırma arasındaki farklılıkları irdelemiş, bir dizi seminer ve
makalede yapısal kuramın ve libido kuramının doğasını incelemiştir. Bugün
yine From Instinct to Sel{ [İçgüdüden Kendiliğe] kitabında basılmış olan bu
makale ve seminerlerde Fairbairn'i nihayetinde psikanaliz kuramını köklü bir
şekilde yeniden biçimlendirmeye götüren huzursuzluk sezilmektedir. 1 9 30'la­
rın sonlarında, Melanie Klein ve takipçilerinin gelişmekte olan çalışmalarına
giderek daha fazla eğilen Fairbairn 'in nesne ilişkilerine dayalı kişilik kura­
mına doğru ilerleyişini gösteren yazılar arasında, hastalarının V. George'un
ölümüne verdiği tepkiler üzerine makalesinin yanı sıra sanat psikolojisi ko­
nusunda yaratıcılığın ilişkisel yönüne ve kişilerarası iletişime odaklanan iki
makalesi (From Instinct to Sel(, Cilt il) bulunmaktadır. Bu makalelerde ayrıca
Klein 'ın devrim niteliğindeki fikri olan psikolojik onarım fikrini kullanmış,
bu kavramın sanatçının iç nesne dünyasındaki hasarı onarma fırsatını nitele­
diğini düşünmüştür.
1 940 tarihli " Kişilikteki Şizoid Etkenler" makalesi gerçekten özgün olan
yazılarının ilkidir ve birdenbire analitik düşünceye yeni bir yol açmıştır. Geri­
ye dönüp bakınca görebildiğimiz eğilimlere rağmen, bu kitabın en başında yer
alan bu makalenin yayımlanmasından önceki hiçbir şey, Fairbairn'in 1 940-44
yılları arasında olgunlaşan içgörülerinin özgünlüğü ve devrimci niteliğine dair
işaret vermiş sayılmaz. Bu yıllar arasında yazdığı ve bu kitabın ilk 100 say­
fasını oluşturan makalelerle Fairbairn psikanaliz kuramında köklü değişiklik
yapmıştır.
Fairbairn'in bebeğin ve çocuğun ilişki ihtiyacını gelişimin merkezine koy­
ması, psikanalizin yeni rotasını belirlemiştir. Anne babayla ve çocuklukta
merkezi önem taşıyan diğer kişilerle yaşananların içselleştirilmesi ve yumuşa­
tılması üzerine inşa edilen bir ruhsal yapı kuramı oluşturmuş, kendilik veya
benliğin tüm ilişkilerde kaçınılmaz olan tatminsizliklerle nasıl baş ettiğini gös­
termiştir. Ortaya koyduğu ruhsal yapıda dışarıda yaşananlar yansıma bulu­
yor, benliğin faaliyeti de bunların etkisini yumuşatıyordu.
Bu kitabın sayfalarında gömülü anlamları tam olarak idrak etmek psika­
nalizin neredeyse elli yılını almıştır. Fairbairn'in ilk dönem yazıları ve 1 952'de
Psychoanalytic Studies of the Personality [Psikanalitik Kişilik Çalışmaları]
yayımlandıktan sonra yazdıkları bu ikinci baskı yapılana kadar derlenmemiş,
o yüzden nispeten pek tanınmamıştır. İlk yazıları Fairbairn'in düşüncesinin
kökenlerini anlatırken, sonrakiler nesne ilişkilerine dayalı kişilik kuramının
bilimsel ve felsefi temelini kurmaya katkıda bulunmaktadır. Sonraki yazıları
ayrıca kuramı daha geniş çapta kişilik rahatsızlıklarına ve patolojik durumla­
ra uygulamakta, 1 952'de kitabın ilk basımında kalmış olan bazı tutarsızlıkla­
rı tashih etmektedir.
GİRİŞ XI

Fairbairn'in Düşüncesinin Kökenleri


Freud'un insan doğasına dair görüşü, kaynağını Platoncu düşünceden alan ve
Batılı zihniyette Hıristiyanlıkla kutsal bir yere konmuş olan zihin-beden ikiliğini var­
sayıyordu. Bu görüşe göre, insana dair kuvvetler beden ile zihin, cinsellik ile saldır­
ganlık, altbenlik ile benlik, birey ile toplum arasında sonu gelmez bir çatışma içinde­
dir. Fairbaim'in insan doğasını bütünleşmeye ve özne-nesne arasında karşılıklılığa
varmaya çalışan ayrılmaz bir bütün ve katılımcı olarak düşünen görüşe dayanarak
psikanalize eleştirel bakışla yeni bir yön vermesi, Freud ile ters düşer ve kaynağını
özellikle 19. yüzyıl Avrupa felsefesinde ele alındığı şekliyle daha doğrudan Aristote­
les geleneğinden alır. Fairbaim'in açıklamalarının temelini oluşturan özne-nesne iliş­
kisi bu gelenekte insanın dil, sembolleştirme, akılcı düşünme kapasitesinin temelidir.
Fairbaim'in felsefi vizyonu, tıp fakültesine girmeden önce Edinburgh Üniversitesi'n­
deki ilk lisansı olan "Zihin Felsefesi" alanındaki çalışmalarından gelmiştir. Bu alan
insanın psikolojisine felsefi açıdan yaklaşıyor, mantık, etik, hukuk ve eğitim felse­
feleri gibi zihin ürünlerine odaklanıyordu. Müfredatın metafiziksel içeriği Profesör
Andrew Seth Pringle-Pattison ( 1 882) etkisiyle oluşturulmuş ve Kant'ın, Hegel'in,
Lotze'un çalışmalarıyla doldurulmuştu. İlaveten Yunan felsefesi çalışmaları ve Fair­
baim'in Almanya'da aldığı Almanca dersleri bunları tamamlıyordu. Bu ders prog­
ramı, özellikle Hegel ve Kant'ın eserleri, Fairbaim'e başkasına dair öznel deneyimi­
mizi derinlemesine irdeleme imkanı vermiş, bu irdelemeler nihayetinde Fairbaim'in
kendi düşüncesinin ana dayanağı olarak "içsel nesne" teriminde berraklaşmıştır.
Herbert Spencer Konuşması'nda Einstein düşünce biçimlerinin bilimsel
kuramlara nasıl sindiğini ele almıştır:

Bu alanda keşifler yapan kişi, hayal gücünün inşalarını öyle zorunlu ve


öyle doğal şeyler gibi görür ki bunları kendi düşüncelerinin yaratımlarından
ziyade kesin gerçeklikler saymaya meyleder. (1933: 143)

Einstein'ın kuramsal fizikçiye dair söyledikleri psikanaliz kuramcısı için de ay­


nen geçerlidir. Fairbaim'in bireylerin çevrelerinden ve nesnelerinden farklılaşma
süreciyle ve dolayısıyla öznel deneyimin dinamikleriyle yoğun meşguliyeti hem iç
hem dış gerçekliğe dair birer epistemolojik statü haline geldi. Bu şekilde düşünme
tarzına eriştikten sonra artık dünyayı başka türlü görmesi mümkün değildi.
Bireye dair görüşünün ilk kaynağı Hegel'di. Hegel ( 1 8 17'de) giderilmemiş
arzudan doğan tatminsizliklerin her insanın ötekine sahip olma ihtiyacıyla
bağlantılı olduğunu, arzunun tatmin edici olmayan doğasının da bir başka
özbilinç yaratılmasına yol açtığını yazıyordu ( Singer, 1 9 8 3 : 57- 8 ) . Arzuyla
güdülenen karşılaşmaların tatmin edici olmayan doğası fikri, Fairbairn'de
benliğin bölünmesi ve dolayısıyla da içruhsal yapının inşası, kişilik gelişimi ve
psikopatoloj inin temel motivasyonu halini alır. Bu yolu izleyen Fairbairn 'in
geliştirdiği bireyleşme psikolojisi ve kendilik kimliği psikoloj isi, içgüdülerin
doyumundan ziyade anlama ve değere dayalı olmuştur.
Xll PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

Fairbairn'in ilk dönem yazıları ve dersleri 1994'e kadar yayımlanmamıştı.


1928'den 1930'a kadar geçen yıllarda Fairbairn Freud'un yazılarındaki üç yö­
nün açımlanmasına odaklanmıştır: ruhsal yapı, içgüdü kuramı ve bastırmanın
doğası. Freud'u hem açıklayan hem eleştiren bir kitap yazmaya niyet ettiği
anlaşılıyor. Bu ilk dönem yazıları son derece etraflıdır. 1930'ların ortasında
Edinburgh Üniversitesi'ndeki öğretim görevinden ayrılıp tam zamanlı olarak
özel muayenehanesine geçince bu hayalden vazgeçmiş gibi görünüyor.
Bugün From Instinct to Sel( (Cilt il) [İçgüdüden Kendiliğe] olarak yeni­
den basılan bu ilk dönem çalışmalarının hepsinde Freud'un enerji kavramını
sorunlu bulmuştur. Freud'un zihin-beden ikiliği varsayımının düşündürdüğü
gibi enerji ve yapının birbirinden ayrı tutulmasının mümkün olmadığını, özü
itibarıyla birbirleriyle ilişkili olduklarını zaten anlamıştı. Yeni düşünce mo­
deli, Einstein'ın görelilik kuramında E = MC2 diye tarif ettiği enerji ve yapı
arasındaki karşılıklı ilişkiydi. Bu formülde enerji ve kütle birbirinin yerine
geçebilir ve karşılıklı ilişki içindedir. Fairbairn'in psikolojisinde de böyledir;
zihinsel yapı ile anlam birbiriyle ilişkilidir ve aralarındaki bağı duygulanım
yükü oluşturur, kuramsal bir enerji miktarı değil.

İlk Dönem Çalışmaları


Fairbairn başlarda ruhsal yapıya odaklandı. Edinburgh Üniversitesi'nde ver­
diği derslerin temeli olan seminerlerde (1928), Freud'un ruhsal yapı topografi­
sine dair varsayımlarıyla ilişkili olduğunu düşündüğü mantıksal tutarsızlıkları
tespit ediyordu. Benliğin altbenlikten doğmuş, ama ona temelden karşıt oldu­
ğunu söylemek mantıksal olarak tutarsızdır, diye yazıyordu, üstbenliğin benliğe
benzer şekildeki karşıtlığı da öyle. Sonraki yıl üstbenlik üzerine yazdığı iki maka­
lede, Freud'un bu üç yapı arasındaki ilişkiye dair açıklamalarını irdeledi (1929a;
1929b). Freud'un üstbenliğinin ilkel doğasını ve hem bilinçli hem bilinçsiz bir
görüngü olarak, bastırmanın hem faili hem hedefi olarak işlev göstermesini tar­
tışıyordu. Kendi klinik deneyimine göre, Freud'un ruhsal işlevleri ve görüngüleri
yapı saymasının hata olduğunu düşünüyordu. Rahatlıkla gözlemlenebilen üst�
benlik görüngüsü hakkında şüphesi bulunmazken, psişe içinde faaliyet gösteren
işlevlerin benliğe karşıt ve onun üstüne bindirilmiş ayrı bir yapıya dayanma­
dığı sonucuna varıyordu. Onun yerine, Freud'un üstbenlik gelişimini nesneyle
özdeşim sürecine benzeten açıklamalarına katılıyor, ama gelişiminin "duygu
oluşumu" ile ilişkili olduğunu ekliyordu; bu da nesne ilişkilerinde duygulanımı
merkezi role koyma yolunda ilk adımdı. Fairbairn'e göre, sonuçta gelişen bir
"kompleks" veya "ruhsal yapı" ortaya çıkıyordu. "Üstbenlik genelde kompleks­
ten daha çok, ikinci bir kişiliktense daha az örgütlü olmakla birlikte, yine de
benzer düzende bir ruhsal örgütlenme olarak görünür" diye yazıyordu (1929a:
20). Fairbairn'i daha sonra yapacağı ilk dönem anne-çocuk ilişkisinden kaynak­
lanan içselleştirilmiş benlik tanımına götürecek ilk adım bu olabilir. Fairbairn bu
GİRİŞ Xlll

yazılarda Freud'un altbenliği içgüdüsel dürtülerin yuvası olarak görmesine katı­


lıyordu, ama bu yazılar aynı zamanda içgüdü kuramından benliğin nesneleriyle
ilişkisine dayalı bir kişilik kuramına yönelmesinin başlangıcına işaret etmektedir.
Üstbenliğin doğası üzerine yazdığı ve yakın zaman önce From Instinct to
Sel( (Cilt il) [İçgüdüden Kendiliğe] kitabında "Üstbenlik" başlığı altında bası­
lan makalelerde, Fairbairn (1929a) Freud'un üstbenlik hipotezini işlev ve yapı
bakımından çözümlemiştir. Burada, "üstbenlik bastırmanın yapısal failiyse
kendisi nasıl bastırılmış oluyor?" diye sorar. Benlik ve üstbenliğin enerjisiz
yapılar olduğu, diyalektik ilişkinin her ikisini de etkileyip değiştirebildiği so­
nucuna varır. Sorgulamasında enerji ve yapının ayrılmaz olduğu, üstbenlik
işlevlerinin içsel nesne ilişkilerinin karşılıklı etkileriyle ilgili olduğu şeklindeki
sonraki konumlarına doğru ilerlemeye başlar. Fairbairn bu seminerlerde ilk
kez "benlik" terimi yerine "örgütlü kendilik" terimini kullanır, bu da içruhsal
yapıya kişilik kazandırma yolunda ilk adım olmuştur.
Fairbairn, Freud'un yapısal kuramının ardından libido kuramını, yaşam ve
ölüm içgüdülerini inceledi (1930). Freud'un düşüncesindeki "karşıt kuvvet­
ler" ihtiyacını, Helmholtz'un 19. yüzyıl bilimsel düşüncesi üzerindeki etkisine
yoruyordu. Sonradan bu ilk dönem çalışmasını özetlerken şunları yazmıştır:

Freud'un libidonun esasen haz aradığı fikri, enerjiyi yapıdan ayrı tutma­
sının doğrudan sonucudur; zira enerji yapıdan ayrı tutulduğunda, rahatsız
edici olmadığı, hoşa gittiği düşünülebilecek tek ruhsal değişim, kuvvetlerin
dengeye gelmesini sağlayan, yani yönsüz değişimdir. Halbuki enerjinin yapı­
dan ayrılmaz olduğunu düşünürsek, anlaşılır olabilecek tek değişim yapısal
ilişkilerdeki ve yapılar arası ilişkilerdeki değişimlerdir. ( 1944: 126)

Fairbairn'in aşağı yukarı aynı dönemde yazdığı uzmanlık tezi (1929b)


"Çözülme ve Bastırma" başlığını taşıyordu. Freud, Janet, Rivers, McDougall
ve diğerlerinin yazılarını takip ederek, çözülmenin insanın genel bir kapasitesi
olduğu, bastırmanın ise "hoşa gitmeyen" şeylere uygulanan özel bir çözülme
örneği olduğu sonucuna varıyordu. Üstelik "çözülmeye uğrayan unsurlar esa­
sen ruhsal yapıya ait eğilimlerden oluşmaktadır" (1929b: 94). "Hoşa gitme­
yen" kavramını genişletip basit doyum kavramının ötesinde taşıdığı duygusal
bileşeni dikkate alırsak, Fairbairn'in sonradan ileri sürdüğü bir fikre, bebe­
ğin sevgi dolu bakım görmediği deneyimlerin en "hoşa gitmeyen" deneyimler
olarak algılanarak bastırıldıkları fikrine doğru ilerleriz. Çözülme ile bastır­
ma arasındaki ilişkiye dair incelemeleri, Fairbairn'in sonradan geliştirdiği bu
"hoşa gitmeyen" deneyimlerin aşırılığının etkisiyle kişiliğin bölündüğü fikrine
zemin hazırlamıştır; daha sonraki yazılarında, insanın kişiliğinin bölünmesi­
nin ve bastırılmasının "insan olarak sevilme ve sevgisine kabul görme arzu­
sunun hüsrana uğramasının" etkisiyle gerçekleştiğini yazmıştır ( Psikanalitik
Kişilik Çalışmaları, s. 39-40).
xıv PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇAUŞMALARI

Fairbairn'de "İçruhsal Yapı "


Bu kitaptaki yazılar Fairbaim'in olgun eserlerinin gövdesini oluşturur. Maka­
lelerin ilkinde kişilik bölünmesinin herkeste olduğunu anlatır, sonraki makalede
psikopatoloji çerçevesini bağımlılığın farklı evrelerine dayalı olarak gözden geçir­
meye başlar. Yenidoğanın mutlak bağımlılığı yavaş yavaş olgunlaşma yolundan
ilerleyerek yetişkin kişiliğin olgun bağımlılığına varır. İnsanın tek başına gelişmesi
mümkün değildir, bu nedenle mecburen dış dünyadaki başkalarıyla ilişkilerine ba­
ğımlıdır. Her insanın başlangıçta ebeveynlerine bağımlılığı genişleyerek hepimizin
kültüre, eğitime, siyasi düzene, kanuna ve doğaya bağımlılığına varır. Fairbaim
olgun bağımlılığı "farklılaşmış bireyin farklılaşmış nesnelerle işbirliğine dayalı iliş­
kiler kurabilmesi" diye tanımlar (Psikanalitik Kişilik Çalışmaları, s . 1 45 ) . Birey
başka bireylerin bütünlüklerini kendi bütünlüğüyle eşit düzeyde kabul ede­
bildiğinde gerçekleşir bu . Fairbaim bu makalede çeşitli sendromları, çocuksu
bağımlılıktan olgun bağımlılığa geçiş sırasında içsel nesne ilişkileriyle baş et­
menin kişiden kişiye değişen teknikleri olarak tanımlar.
Kitabın 1 944 tarihli üçüncü makalesi.ne gelindiğinde, Fairbaim kuramını esa­
sen bitmiş haliyle ortaya koyabilmektedir; başta bütün olan, ama farklılaşmamış
haldeki kendilik veya benlik, kaçınılmaz tatminsizlik karşısında nesneyi içine alır,
sonra nesnenin hala duygusal olarak katlanılmaz nahoşlukta görünen yönleri­
ni böler ve bastırır. Ancak buradaki yenilik, benliğin bir parçasının da bu kısmi
nesnelerle bağlantılı olarak bölünüp ayrılması ve bu kümelenmenin, bilinçte ta­
şınamayan sorunlu ilişkinin duygusal tonuyla nitelenmesidir. Yine bu makalede
zulmedilme ve reddedilme etrafında örgütlenen benlik ve nesne kümelenmeleri
(sonradan libido karşıtı benlik ve nesne diye adlandırmıştır); libidinal benlik ile
nesne arasındaki ilişki (ki bunu da ihtiyacın aşırı uyarılması etrafında inşa edilen
ilişki diye tanımlar), merkezi benlik ile ideal nesne yani nesnenin bastırmaya tabi
tutulmayan yönü arasındaki ilişki anlatılır. İçruhsal yapı böylece bastırma ve karşı­
lıklı etki yoluyla birbiriyle dinamik ilişki içinde olan altı altparçadan oluşur. Kendi­
liğin nesne parçalarının aslında benlik yapıları olduğunu, bu yüzden bağımsız ola­
rak ruhsal edimde bulunabildiklerini de belirtir (Psikanalitik Kişilik Çalışmaları,
s. 132). Bu kitapta yer alan sonraki yazılar ve yayımlandıktan sonra yazdığı diğer
makaleler kuramsal ince ayarlamalara ve ilave uygulama alanlarına ayrılmıştır.
Fairbairn'in düşüncesinin nispeten az ilgi görmüş bir yönü, çocukların cinsel
gelişimine dair yaptığı gözden geçirmedir. Oidipal durumun kastrasyon komplek­
sine, penisin olması veya olmamasına, hatta aktif pasif cinsiyet özelliklerine bile
dayanmadığını düşünüyordu . Oidipal sorunun başlangıcının dağ başında terk edi­
len bebeğin yaşadığı ilk mahrumiyete dayandığını ( 1 954: 1 16 vd .), ebeveynlerin
çocuğu engelleme ve hüsrana uğratma kapasitesiyle ilişkili olduğunu belirtmiştir.
Cinselliğin gelişimi sadece çocuğun narsisistçe fantezisini kurduğu fikirlere değil,
çocuğun cinsel ilişkililik içerdiğini anladığı bağımlılık ilişkisinin canlı gerçekliği­
ne de yaslanır, uyaran ve reddeden nesneler bedenin cinsel parçalarına yansıtılır.
GiRİŞ XV

Cinsiyet ve cinsel yönelim özdeşim ve nesne arayışının harmanlanmasına dayanır.


Fairbaim'e göre olgunluk, genitalliğin kişiliğe cinsel olarak işlemesiyle ilgili değil­
dir artık; genital organları da olan tam bir kişiyle ilişki kurma kapasitesine ulaşan
olgun bireyle ilgilidir. Sonuç olarak, çocuğun gelecekteki ruh sağlığına ve esenliğine
yatkınlık doğuran şey ebeveynin çocuğun ihtiyaçlarına olgun yanıtlar vermesidir,
cinsel gelişimin nispeten yalıtılmış bir yönü değil .
Bu bakış açısı Fairbaim'in nesne ilişkilerine dayalı gelişim fikrini daha geniş
toplumsal konulara uygulamasını sağlamıştır. Her birey ancak olgun biri olarak
toplumun katılımcı bir üyesi haline gelebileceğinden, toplumun gelişmekte olan
bireyin psikolojik ihtiyaçlarını karşılama biçimi toplumu da etkileyecektir. Dolayı­
sıyla toplumu yöneten bireylerin kendilerinin olgun bağımlılığa ilerlememiş olduğu
veya çocuksu bağımlılık koşullarına benzer mahrumiyetlerin yeniden üretildiği bir
toplum, potansiyeline ulaşması önlenmiş, olgun olınayan bireylerin ağır basmasını
teşvik eden bir toplum olacaktır. Toplumda hüsran yaratan ve tepkisel olarak şid­
detli saldırganlığa yol açan tam da böyle durumlardır. Üstelik olgunlaşmamış birey­
lerin baskın olduğu toplumlarda, ötekilere kısmi nesne veya şey muamelesi yapma
eğilimi artacaktır, tıpkı antisemitizmde olduğu gibi (From Instinct ta Self, Vol . il).
Fairbaim'in ruhsal gelişimin içkin genetik ve bünyesel kapasitelere dayandı­
ğını ve bunlarla etkileşimde olduğunu göz ardı etmediğini de belirtmek gerekir.
Nasıl ki karbon atomunun yapısı moleküler ilişki kapasitelerini belirler, her bire­
yin potansiyeli de özgün genetik yatkınlık yapısına bağlıdır. Bireyin içsel yapıları
ve genetik kapasiteleri de benzer bir gelişim esnekliği sağlar. Bu kadarı Freud'un
dürtülere ve kişiliğin içkin temeline dair tartışmasından da çıkmaktadır. Fakat
Fairbairn'e göre, gelişim her zaman fiili deneyimle birlikte hareket eder ve dürtü­
ler ancak deneyim yapısı içerisinde anlam kazanır. İçsel gerçeklik ve dolayısıyla
kişilik, dış gerçeklikle karşılaşma diyalektiği yoluyla sürekli evrimin sonucudur.
1943'te Fairbaim'in Britanya Psikanaliz Cemiyeti'nde Arına Freud grubu
ile Kleincılar arasındaki "Bilimsel Tartışmalar"a kısa süreliğine katılmasıyla
bu düşünce hattına ilginç bir ekleme gelmiştir. Orada okuduğu bir yazıda
(1943) çocuğun içinden doğan katkılar için "fantezi" sözcüğünün uygun bir
terim olmadığını söyledi:

Melanie Klein ve takipçilerinin özenle geliştirmiş olduğu "ruhsal gerçek­


lik" ve "içsel nesneler" kavramları geldikten sonra, açıklayıcı bir kavram
olarak "fantezinin" miadının dolduğunu söylemeden edemeyeceğim; kanaa­
timce artık "fantezi" kavramının yerine Benliğin ve içsel nesnelerinin doldur­
duğu "içsel gerçeklik" kavramını geçirmenin vakti gelmiştir.

Fairbaim yazdıklarının meslektaşlarınca baŞta yanlış anlaşılması ve hafife alın­


masıyla hayal kırıklığına uğrar. ilk birkaç eleştiri yazısı, hatta Winnicott ve Khan
tarafından yazılan yazı (1953) dahil, meselenin özünü kaçırıp önerdiği değişiklikleri
reddediyordu . Charles Rycroft'a yazdığı 1Eylül 1955 tarihli mektubunda şöyle der:
XVI PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇAUŞMALARI

Kitabıma dair çıkan eleştiri yazılarında en çok dikkatimi çeken şey, gö­
rüşlerimin çeşitli yanlarına ilgi gösterilse de içruhsal yapıya dair görüşlerimin
öylece yok sayılması oldu. Bu bende hayal kırıklığı yarattı, zira bence görüş­
lerim arasında en önemli olanlar bunlardı.

Bu yanlış anlamayı düzeltip Fairbairn'in çalışmalarında yüklü anlamları ayrıntı­


landırmak sonraki yazarlara düşmüştür. Guntrip ve Sutherland bunu ilk yapanlardı;
ikisi de Fairbairn'in analizanı, öğrencisi, meslektaşıydı. Guntrip işe Fairbairn'in çalış­
malarını özetleyerek başladı (Guntrip, 1961) ve sonra, kendiliğin bir türlü bulamadığı
besleyici/destekleyici nesne arayışı temasını takip ederek nesneden besleyici/destekleyici
ilişki görememesi sonucunda benliğin derinlere bastırdığı parçasını "gerilemiş libidinal
benlik" kavramıyla tanımladı (Guntrip, 1969). Bazılarına Guntrip'in kuramsal işle­
mesi Fairbairn'in kuramının simetrisini bozmuş gibi gelse de Guntrip'in Fairbairn'in
kendilik kuramına giden yazılarının etki alanını genişlettiğine kimsenin şüphesi yoktur.
Sutherland de benzer şekilde Fairbairn'i tanıtarak işe başlamıştır. Menninger Kli­
niği'nde 1963'te sunduğu çığır açan yazısında Fairbairn'in çalışmalarının bilimsel
temelini vurgulamış ve daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlamıştır; bu kitle içinde
yer alanlardan biri olan Kernberg, kendi çalışmalarında Fairbairn'den epey fayda­
lanmıştır. Sonrasında Sutherland psikanaliz kuramının ve uygulamasının gelişimi­
ni kolaylaştırması ve ayrıntılı kavrayışı sayesinde, en başta da önemli uluslararası
psikanaliz kaynaklarındaki (British ]ournal of Medical Psychology, lnternational
Journal of Psychoanalysis, International Library of Psychoanalysis) editörlüğü ve
üstlendiği Tavistock Kliniği Tıbbi Direktörlüğü sayesinde Fairbairn'in fikirlerini psi­
kanalizin gelişiminde sessiz, ama derinden bir dalga gibi hayatta tutan kişi olmuştur.
1989'da yayımladığı Fairbairn biyografisi ve kendi makalelerinin derlemesi olan
Therapy of the Autonomous Self le [Özerk Kendiliğin Terapisi] birlikte, Suther­
land'in kendiliğin evrimine olan ilgisinin Fairbairn'in çalışmalarını Guntrip'inkine
paralel, ama özgün esere daha sadık biçimde kuramsal olarak ileri taşıdığı görüldü.
Fairbairn'in çalışmalarından hareketle önemli eserler ortaya çıkaran yazarlardan
belki de en çok tanınanı John Bowlby'dir. Son yirmi beş yılda anne-bebek ilişkisine
dair kavrayışımızda muazzam ilerleme kaydetmemizi sağlayan Bowlby, geliştirdiği
bağlanma kuramı ve bebek gelişimine etolojik yaklaşımda Fairbairn'in izinden gittiğini
(kişisel yazışmasında) özel olarak belirtir. Henry Dicks, Fairbairn'in eserlerini Klein'ın
yansıtmalı özdeşim çalışmalarıyla harmanlayarak evlilik alanına ve etkileşim psikoloji­
sine uyguladı (1967). Bu sayede Shapiro ve Zinner (yayımlandığı yer J. Scharff, 1989),
daha sonra Scharff ve Scharff (1987) Fairbairn'in çalışmalarını ABD'de aile terapisi
alanında uyguladı. Kernberg (1963; 1976; 1980) Fairbairn'in çalışmalarının ABD'de
tanınmasını sağladı ve nesne ilişkilerine dünya çapında yeni bir ivme kazandırdı. Gro­
tstein'ın Splitting and Projective Identification [Bölme ve Yansıtmalı Özdeşim] (1981)
kitabında bir kısmı yayımlanan çalışmalarıysa bölmenin merkezi rol oynadığı fikrini
geliştirdi. Sutherland (1989) Kohut'un yazılarında (1971, 1977) Fairbairn'in kendilik
hakkında yazdıklarının yankılandığına işaret ederek Fairbairn'in analiz kuramına çiz-
GiRiŞ XVll

diği yeni yönün herkese mal olduğunu doğruluyordu, öyle ki onun çizdiği yönde ilerle­
yenler yolu kendilerinin bulduğunu sanabildiler. Daha yakın zamanda Rayner (1991),
Padel (1972; 1992), Ogden (1986) Fairbairn'in katkılarını önemli görüp incelediler.
Mitchell güncel analiz kuramındaki en ilginç gelişmelerden biri olarak Fairbairn'in
katkılarını ilişkisel kuramının merkezine koydu (1988); Jill ve David Scharff, Washin­
gton Psikiyatri Okulu'ndan meslektaşlarıyla birlikte, Fairbairn ve Sutherland'in yeni
derlenen makalelerinin yayıma hazırlanmasında görev aldılar (Sutherland, 1994; Fair­
bairn, 1994) ve Fairbairn'in kavramlarının aile ve evlilik terapisi, travma gibi alanlarda
uygulanmasını teşvik ederken kendilik ve nesne ilişkilerine dayalı bütünleşik psikotera­
pi ve psikanaliz düşüncesini geliştirmeye devam ediyorlar (D . Scharff, 1992; J. Scharff,
1992; D . ve J. Scharff, 1994) .
Fairbairn'in çalışmalarının ölümünden bu yana uygulandığı sahaların bu kısa ta­
raması son derece eksik olup geniş vizyonunun hakkmı vermekten çok uzaktır. Bu
kitapta yer alan makalelerde analiz uygulamalarının kapsamını genişleten Fairba­
irn, analitik vizyonun toplumsal meselelere ve politikalara, ulusçuluk ve uluslararası
ilişkilerin anlaşılmasına uygulanması gerektiğini düşünüyordu . Fram Instinct ta Sel{
[İçgüdüden Kendiliğe] kitabında yayımlanan diğer yazılarında nesne ilişkilerini ve
psikanalizi sanat psikolojisine, felsefeye, eğitim ve çocuk gelişimine uygulamıştır. Bu
yolların henüz başında olsa da fikirlerinin potansiyel uygulama alanlarını ve kulla­
nışlılığını görmemize yetecek kadar ilerlemiştir. Fikirleri bugün psikanaliz vizyonu­
nun o kadar ayrılmaz parçası haline gelmiştir ki söylenmesine gerek olmayan apaçık
gerçeklere dönüşmüştür; sanki ilişki ihtiyacı öteden beri gelişimin ve terapinin temel
olgularından biri olarak görülmüş, bölmenin değişik biçimleriyle hayatın başından
itibaren önemli olduğu hep biliniyormuş gibi gelir. Fairbairn'den önce analistin tek­
nik doğruluk için çabalayan ve sürece dahil olmayan, tarafsız bir yansıtma ekranı
olduğu savunuluyordu . Onun vizyonu sayesinde artık analistin terapi ilişkisine dahil
olduğunu, hastayla aynı gelişimsel süreçlerle ve içsel dinamiklerle boğuştuğunu, bu
süreçlerin dışında ve üstünde olduğu için değil, kendi deneyimleri vasıtasıyla hasta­
larının büyüme ve gelişme süreçlerinde yanlarında olabildiği için yardım edebildiğini
görüyoruz . Fairbairn terapi sürecinin nihayetinde temel değişim vasıtası olarak ilişki­
nin önemine bağlı olduğunu söylüyordu:

Benim kanaatimce, asıl belirleyici etken hastanın analistle olan ilişkisidir; diğer
etkenlerin...etki göstermeyi bırakın, var olınası bile bu ilişkiye bağlıdır, zira analistle
terapi ilişkisi olmadığı takdirde hiçbiri meydana bile gelınez. (Fram Instinct ta Sel{
[İçgüdüden Kendiliğe], Cilt 1: "Psikanalizin Doğası ve Amaçları Üzerine" (1958: 379))

Bu kitabın 1952'deki ilk basımından bu yana, ilişkiye odaklanma yeni psikana­


liz düzeninin parçası oldu; psikanalizin felsefeye, bilime, beşeri bilimlere, toplumsal
anlayışa katkılarını biçimlendirdi . Fairbairn bize psikanaliz kuramının ve uygula­
masının merkezinde ilişkilerin yer aldığını, ama daha da önemlisi insan olarak ya­
şantımızın ve her türlü akıbetimizin merkezinde kişisel ilişkilerin yer aldığını öğretti .
XVlll PSİKANALİTIK KiŞiLİK ÇALIŞMALARI

REFERANSLAR

Bowlby, J. (1969, 1973, 1980) Attachment and Loss, Vols. 1, il and III, Lan­
don: Hogarth.
Dicks, H. V. (1967) Marital Tensions, London: Routledge & Kegan Paul.
Einstein, A. (1933) ' On the Method of Theoretical Physics: The Herbert Spen­
cer Lecture delivered at Oxford on 10 June 1933', Oxford: Clarendon
Press. Reissued in N. G.
Coley and V. M. D. Hali (eds) (1980) Darwin ta Einstein: Primary Sources on
Science
and Belief, Harlow and New York: Longman.
Fairbairn, W. R. D. (1928) ' The Ego and the ld', in D. E. Scharff and E. F.
Birtles ( eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1929a) ' The Super-Ego', in D. E. Scharff and E. F. Birtles (eds) (1994) From
Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1929b) ' Dissociation and Repression', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds) (1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1930) 'Libido Theory Re-examined', in D. E. Scharff and E. F. Birtles (eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1943) ' Phantasy and lnternal Objects', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds)
(1994) From Instinct ta Sel(, Vol. il, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1944) 'Endopsychic Structure Considered in Terms of Object-Relations­
hips',
reprinted in this volume, pp. 82-136.
- (1952) Psychoanalytic Studies of the Personality, Landon: Tavistock and
Routledge & Kegan Paul.
- (1954) ' The Nature of Hysterical States', in D. E. Scharff and E. F. Birtles
(eds)
(1994) From lnstinct ta Sel(, Vol. 1, Northvale, NJ: Jason Aronson.
- (1958) ' On the Nature and Aims of Psychoanalysis', in D. E. Scharff and
E. F. Birtles (eds) (1994) From Instinct ta Sel(, Vol. 1, Northvale, NJ: Jason
Aronson.
- (1994) From Instinct ta Sel(: Selected Papers of W. R. D. Fairbairn: Volu­
mes I & ll. Ed. D. E. Scharff & E. F. Birtles. Northvale, NJ: Jason Aronson.
Grotstein, J. S. (1981) Splitting and Projective Identification, New York: Jason
GİRİŞ XIX

Aronson.
Guntrip, H. (1961) Personality Structure and Human Interaction, London:
Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis.
- (1969) Schizoid Phenomena. Object-Relations and the Sel{, New York: ln­
ternational Universities Press.
Hegel, G. W. F. (1817) 'The Logic of Hegel ', in The Encyclopaedia of the Phi­
losophical
Sciences, trans. W. Wallace (1874), Oxford: Clarendon Press.
Kernberg, O. F. (1963) 'Discussion of Sutherland's " Object-Relations and the
Conceptual
Model of Psychoanalysis '' ,' British Journal of Medical Psychology 36:121-4.
- (1976) Object-Relations and Clinical Psychoanalysis, New York: Jason
Aronson.
- (1980) Internal World and External Reality: Object-Relations Theory App­
lied, New York: Jason Aronson.
Kohut, H. (1971) The Analysis of the Sel{, New York: International Universi­
ties Press.
- (1977) The Restoration of the Self, New York: lnternational Universities
Press.
Mitchell, S. (1988) Relational Concepts in Psychoanalysis, Cambridge, MA:
Harvard University Press.
Ogden, T. H. (1986) The Matrix of the Mind, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Padel, J. (1972) 'The Contribution of W. R. D. F airbairn', Bul/etin of the Euro­
pean
Psycho-Analytical Federation 2: 13-26.
- (1992) 'Fairbairn's Thought on the Relationship between Inner and Outer
Worlds',
London: Free Association.
Pringle-Pattison, A. Seth (1882) The Development {rom Kant to Hegel, Lon­
don: Williams
& Norgate.
Rayner, E. (1991) The Independent Mind in British Psychoanalysis, Northva­
le, NJ: Jason
Aronson.
Scharff, D. E. (1992) Refinding the Object and Reclaiming the Sel{, Northvale,
NJ: Jason
Aronson.
Scharff, D. E. and Scharff, J.S. (1987) O bject-Relations Family Therapy, Nort­
hvale, NJ:
Jason Aronson.
- (1994) Object-Relations Therapy o{ Trauma, Northville, NJ: Jason Aronson.
Scharff, J.S. (ed . ) (1989) Foundations of Object-Relations Family Therapy,
Northvale,
NJ: Jason Aronson.
- (1992) Projective and Introjective Identification and the Use of the Thera­
pist's Sel{, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Singer, P. (1983) Hegel, Oxford and New York: Oxford University Press.
Sutherland, J. D. (1963) 'Object-Relations and the Conceptual Model of Psy-
choanalysis',
British ]ournal of Medical Psychology 36: 109-24 .
- (1989) Fairbairn's Journey to the Interior, London: Free Association.
- (1994) Therapy of the Autonomous Sel{, Northvale, NJ: Jason Aronson.
Winnicott, D. W. and Kalın, M. (1953) 'Review of Psychoanalytic Studies of
the
Personality by W. R. D. Fairbairn', lnternational Journal of Psychoanalysis
34: 329-33.
1. KI SI M

NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI


KİŞİLİ K KURAMI
BİRİNCİ BÖLÜM
Kişi l i kteki Şizoid Etken ler (1 940)1

Şizoid nitelikteki zihinsel süreçlerle son zamanlarda giderek daha çok meş­
gul olmaya başladım ve artık bana öyle geliyor ki bu tür süreçlerin kişiliğe
belirgin şizoid mahiyet katacak kadar öne çıktığı vakalar bütün psikopatoloj i
alanında en ilginç ve en bol malzemeyi sağlayan vakalardır. Bu görüşü destek­
leyen çeşitli hususlardan özellikle şunlara değinebilirim: (1) Tüm psikopato­
loj ik durumlar içinde kökü en derine inenler şizoid rahatsızlıklar olduğundan
hem kişiliği meydana getiren esasları hem de en temel zihinsel süreçleri ince­
lemek için en uygun fırsatı sunanlar da onlardır. (2) Terapide şizoid vakanın
analiz edilmesi, psikopatolojik süreçlerin olanca çeşitliliğiyle tek bir kişide
incelenmesine imkan tanır, zira bu tür vakalarda nihai duruma varılıncaya
kadar genellikle kişiliği savunmak için eldeki tüm yöntemler kullanılmıştır. (3)
Yaygın kanaatin aksine, aşırı gerilemiş halde olmayan şizoidler, ister normal
ister anormal her türlü insandan daha derin içgörü yeteneğine sahiptir; bu­
nun sebebi, en azından kısmen, epey içedönük olmaları (yani iç dünyalarıyla
meşgul olmaları ) ve iç dünyalarındaki derin psikoloj ik süreçleri iyi tanımala­
rıdır (bu süreçler düpedüz "psikonevrotik " diye sınıflandırılanlarda da elbette
mevcut olmakla birlikte en inatçı savunmalar ve çetin dirençlerle bilinç dışın­
da tutulur) . (4) Yine yaygın kanaatin aksine, şizoidlerin hatırı sayılır aktarım
kabiliyeti olup terapi sürecini ilerleten beklenmedik imkanlar sunarlar.
Açık şizoid rahatsızlıklar şu kategorilere ayrılabilir:
(1) Şizofreni.
(2) Şizoid Tipte Psikopatik Kişilik - bu grubun psikopatik kişilik vakaları­
nın çoğunluğunu teşkil ettiği pekala söylenebilir (epileptik kişilikler de bunun
dışında değildir) .

ı Bu makalenin kısaltılmış hali 9 Kasım 1 940'ta Britanya Psikoloji Cemiyeti İskoçya Şubesi
karşısında okunmuştur.
4 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

( 3) Şizoid Karakter - kişilikleri kesinkes şizoid özellikler barındırmakla


birlikte psikopatik diye düşünülemeyecek kişilerden oluşan geniş bir gruptur.
(4) Şizoid Durum veya geçici şizoid epizot - benim fikrimce, ergen " sinir
krizlerinin" önemli bölümü bu kategoriye girer.
Bu açık şizoid rahatsızlar bir yana, psikonevrotik semptomlarla gelen (ör­
neğin histerik, fobik, obsesif veya sadece kaygılı) hastalarda da esasen şizoid
özelliklere sık rastlanır. Tabii bu tür özellikler, mevcutsa dahi, kişiliği koru­
yagelmiş psikonevrotik savunmalar analitik tedavi sırasında (ve vasıtasıyla)
zayıfladığında ortaya çıkacaktır muhtemelen; fakat analist altta yatan şizoid
zemine aşinalık kazandıkça şizoid özelliklerin varlığını ön görüşmede tespit
etme ihtimali artar. Masserman ve Carmichael tarafından 1 00 psikiyatrik
vakanın incelendiği çalışmada (journal of Mental Science, Sayı. LXXXIV, s.
893-946) yer alan otuz iki şizofreni hastasının geçmişinde histerik ve obsesif
semptom görülme oranı bu açıdan ilginç bir bulgudur. Bu yazarlar "otuz iki
hastanın en az on beşinde açık şizofreni sendromu gelişmeden önce histerik
semptomlar görüldüğünü kesin olarak " tespit etmiştir. Obsesyon ve kom­
pulsiyonların görülme oranıyla ilgili olarak da " bunların en sık görüldüğü
grubun şizofrenler olduğunu" söylemişlerdir; otuz iki vakanın on sekizinde
obsesyon, yirmisinde kompulsiyon görülmüştür. Yine ilginç bir not olarak,
kendi müşahedem altındaki bir dizi askeri vakadan nihai tanısı " Şizofreni"
veya " Şizoid Kişilik " olanların % 50'sine muayeneye sevk edilirken "kaygı
nevrozu" veya " histeri " ön tanısı konmuştu. Her ne kadar bu rakamlar açık
şizoid hastanın kişiliğini korumak için boş yere psikonevrotik savunmalara
ne ölçüde başvurduğuna dair bir gösterge olsa da altta yatan şizoid eğilimin
bu tür savunmaların işe yaramasıyla ne ölçüde gizleniyor olabileceğine dair
herhangi bir şey söylememektedir.
Görünüşte psikonevrotik semptomlarla gelen vakalarda esasen şizoid
özelliklerin ne kadar yaygın görüldüğü anlaşıldığında, belli bir psikopato­
loj i etiketi yapıştırmakta zorlandığımız sorunlardan ötürü analize başvuran
bazı kişilerde de analitik tedavi seyrinde benzer özelliklerin varlığını tespit
etmek mümkün olur. Sosyal ketlenme, işe odaklanamama, karakter sorunları,
sapkın cinsel eğilimler ve iktidarsızlık, kompulsif mastürbasyon gibi psiko­
cinsel sorunlarla analiste başvuranların pek çoğu bu gruba girer. Münferit
gibi görünen semptomlarla (örneğin delirme korkusu veya teşhircilik kaygısı)
gelenlerin veya analitik tedavi talebi yersiz bulunanların (örneğin " bana fay­
dası olur gibi geliyor" veya " ilginç olur gibi geliyor " ) çoğunluğu da yine bu
gruba dahildir. Seans odasına gizemli bir edayla veya hayretler içinde girenler,
konuşmaya Freud'dan bir alıntıyla başlayanlar veya " burada ne işim var hiç
bilmiyorum " diye söze girenler de bu grupta yer alır.
Bahsettiğim bu kategorilere giren vakalar analitik olarak incelendiğinde,
tam anlamıyla kendine yabancılaşma veya gerçekdışılık gibi görüngülerin yanı
sıra gerçeklik hissinin nispeten hafif ve geçici olarak bozulmasının da esasen
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLiK KURAMI I BİRİNCİ BÖLÜM 5

şizoid nitelik taşıdığının farkına varmak mümkün olur; örneğin (kişinin ister
kendisine ister çevreye atfettiği) "yapaylık " hissi, dünyayla arasında bir cam
varmış gibi hissetme, tanıdık kişileri veya ortamları yabancılama, yabancı şey­
lerin tanıdık gelmesi. Yabancı şeylerin tanıdık gelmesiyle bağlantılı ilginç bir
deneyim olan " dejavu "nun da yine şizoid bir süreç içerdiği düşünülmelidir.
Uyurgezerlik, füg, çifte kişilik, çoklu kişilik gibi çözülmeli görüngülere de aynı
şekilde bakmak gerekir. Çifte ve çoklu kişilik tezahürlerine bakacak olursak,
Janet, William James ve Morton Prince'ın anlattığı birçok vaka titizlikle in­
celendiğinde bunların esasen şizoid nitelikte olduğu sonucuna varılabilir. Ja­
net'nin, klasik kavramı "histeri " ye temel oluşturan çözülmeli görüngülerin
tezahürü diye aktardığı pek çok vakanın pekala şizofrenik davranışlar sergi­
lediğini söylemek de yerinde olacaktır; benim yorumuma göre bu olgu, kendi
gözlemlerime dayanarak halihazırda vardığım sonucu desteklemektedir: His­
terik kişilikte, ne kadar derinde gömülü olursa olsun, gerek az gerek çok, ama
her daim şizoid bir unsur bulunur.
Şizoid görüngüleri bu anlattığım şekilde daha geniş çerçevede düşünüp
" şizoid " teriminin yananlamını genişlettiğimizde, terimin düzanlamı da kaçı­
nılmaz olarak genişlemeye uğrar ve sonuçta ortaya çıkan şizoid grubun hayli
kapsamlı olduğu görülür. Örneğin her toplulukta bulunan fanatikler, ajitatör­
ler, suçlular, devrimciler ve sair düzen bozucu unsurların büyük kısmı bu gru­
ba girer. O kadar göze çarpmamakla beraber aydın kesimde de şizoid özellik­
lere çokça rastlanır. Elitlerin burjuvalara dudak bükmesi, marjinal sanatçının
kültürsüzü hor görmesi şizoid nitelikte hafif tezahürler olarak görülebilir. Üs­
telik ister edebi ister sanatsal ister bilimsel olsun böylesi entelektüel uğraşların
az çok şizoid özellikler taşıyanları bilhassa cezbettiği anlaşılmaktadır. Bilimsel
uğraşların çekiciliği, şizoidin düşünce süreçlerine fazlasıyla kıymet vermesi
kadar mesafeli tavrından da ileri gelir; zira bilim alanında her iki özelliğin de
faydasını görmek işten bile değildir. Bilimin obsesyonel cazibesi öteden beri
bilinmektedir elbette, her şeyin derli toplu ve kılı kırk yaran doğrulukta olma­
sına duyulan kompulsif ihtiyaçtan kaynaklanır; lakin şizoid cazibe de ondan
aşağı kalmaz ve hiç olmazsa aynı ölçüde dikkate alınmalıdır. Son olarak, önde
gelen bazı tarihsel şahsiyetlerin şizoid kişilik ya da şizoid karakter diye yo­
rumlanmaya müsait olduğunu ileri sürebilirim, hatta tarihte iz bırakanlar da
genellikle bu gibi şahsiyetlerdir sanki.
Şizoid kategori diye tasavvur ettiğimiz gruba giren çeşit çeşit insanın ortak
özelliklerinden üç tanesi özel olarak bahsetmeye değecek kadar göze çarpar:
( 1 ) tümgüçlülük tavrı, (2) kendini yalıtma ve mesafe koyma, (3) iç dünyay­
la fazla meşgul olma. Fakat bu özelliklerin illa açıktan açığa görünmediğini
hesaba katmak gerekir. Dolayısıyla tümgüçlülük tavrı bilinçli de bilinçdışı da
olabilir. Ayrıca belli faaliyet alanlarıyla sınırlı kalabilir. Aşırı telafi çabasıyla
satıhta yer alan bir aşağılık hissi veya alçakgönüllülük kisvesine bürünebilir
yahut kıymetli bir sır gibi bile korunabilir. Kendini yalıtma ve mesafelenme
6 PSİKANALİTİK KİŞİLiK ÇALIŞMALAR!

tavrı da sosyallik maskesi veya üstlenilen birtakım rollerle örtülebilir; hatta


bazı bağlamlarda hatırı sayılır duygusallık eşliğinde ortaya çıkabilir. İç dün­
yayla meşguliyetse şizoid özellikler içinde şüphesiz en önemlisidir; iç dünya
dış gerçeklikle yer değiştirse de bir tutulsa da üst üste koyulsa da kişinin iç
dünyasıyla fazla meşgul olduğu gerçeği değişmez.
Buraya kadarki değerlendirmelerden ortaya çıkan " Şizoid " kavramının,
özellikle düzanlamıyla düşünüldüğünde, Jung'un formüle ettiği "İçedönük "
tip kavramıyla epey örtüştüğü gözden kaçmayacaktır. Jung daha önceki ya­
zılarından birinde ( Collected Papers on Analytical Psychology [Analitik
Psikoloji Üzerine Toplu Yazılar] ( 1 9 1 7), s. 347)2 şizofreninin ( " erken buna­
ma " ) sadece içedönük tipte görüldüğü yönünde fikir beyan etmiştir, bu da
içedönüklük ile şizoid gelişim arasında ilişki olduğunu kabul ettiğine işaret
eder. Jung'un " İçedönük " kavramıyla burada bahsedilen " Şizoid " kavramı
arasındaki örtüşme, bahsedilen grubun gerçekten var olduğunu teyit etmesi
bakımından ilgiye değer, zira iki kavrama birbirinden tamamen bağımsız yol­
lardan ulaşılmıştır. Elbette böyle bir örtüşmenin varlığını kabul etmem hiçbir
şekilde Jung'un temel psikoloj ik tipler kuramını kabul ettiğim anlamına gel­
mez. Hatta tam aksine benim şizoid grubu dayandırdığım temel, mizaçtan
ziyade kesin surette psikopatoloj ik etkenlerdir. Bu arada, şizoid terimine en
baştaki kullanımından ötürü yapışıp kalan uğursuz çağrışımlar yüzünden,
bahse konu grubu " şizoid " değil de " içedönük " terimiyle anlatmayı yeğle­
yenler olabilir. Fakat şizoid terimi, içedönük gibi salt betimlemekle kalmayıp
psikoloj ik kökene ışık tuttuğu için çok değerli bir avantaja sahiptir.
Bu şekilde düşünecek olursak istisnasız herkesi şizoid saymak gerektiği
eleştirisine hazır olmam gerekiyor. Aslında bu eleştiriye dünden hazırım, ama
bir şartla; çünkü bu önemli şart koşulmasa " Şizoid " kavramım o kadar geniş
kapsamlı olurdu ki hiçbir anlam ifade etmez hale gelirdi. Bu kavramı anlamlı
kılan şart şudur: Bütün mesele hangi zihinsel düzeyin ele alındığıdır. En temel
şizoid görüngü, benliğin bölünmüş olmasıdır; benim diyen iddia edemez ki
benliği en derin düzeyde bile bölünme emaresi göstermeyecek kadar bütün­
leşmiş olsun yahut büyük acılar, zorluklar, yokluklar çekerken (örneğin ağır
hastalık geçirirken, Kuzey Kutbu'nu keşfe giderken, Pasifik'in ortasında bir
teknede dımdızlak kalmışken, amansız zulme, modern savaşların saçtığı deh­
şete uğramışken) daha yüzeysel düzeylerde bile bu tür bölünme emareleri or­
taya çıkmasın. Burada hayati önem taşıyan etken, benlikte bölünme emaresi
görmek için zihnin ne kadar derinine inmemiz gerektiğidir. Fikrimce, zihnin
en derin düzeyinde benlik her daim az ya da çok bölünmüş haldedir, bir başka
deyişle (Melanie Klein 'ın terimleriyle aynı şeyi ifade edecek olursam) psişenin
temel konumu her daim şizoid konumdur. Tabii ki gelişim süreci ideal bir
seyir izlemiş olan mükemmel insanı kurguladığımızda bu ifade geçerliliğini

2 1908 tarihli "The Content of the Psychoses" (Psikozların İçeriği) adlı makale - ç.n.
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLiK KURAM! 1 BiRiNCi BÖLÜM 7

yitirir; lakin böylesi bir gelişim seyri bir kişiye bile nasip olmamıştır. Benliği,
hangi şart altında olursa olsun, en basit bölünmüşlük emaresi bile gösterme­
yecek kadar tek parça ve istikrarlı birinin olduğuna ihtimal vermek zordur.
Başı beladayken anormal bir sükunet ve kayıtsızlık duymamış ya da utançtan,
şaşkınlıktan bir anlığına kendi kendine dışarıdan bakar hale gelmemiş " nor­
mal " insan pek yoktur; geçmişle bugünün, hayalle gerçeğin birbirine karıştığı
"dejavu " denen o tuhaf deneyimi de çoğu insan yaşamıştır. Tüm bunların
esasen şizoid görüngüler olduğunu öne sürmekteyim. Hele bir evrensel görün­
gü vardır ki istisnasız herkesin en derinde şizoid olduğunu kesinkes ki!nıtlar:
Rüyadır bu; zira Freud'un araştırmalarına göre, insan rüyada kendini genel­
likle iki veya daha fazla ayrı kişi olarak görür. Bu noktada rüyalarla ilgili edin­
diğim fikrin şu minvalde olduğunu söyleyebilirim: Rüyada gözüken kişiler,
rüya görenin ya 1) kişiliğinin bir yönünü ya da 2 ) iç dünyasında kişiliğinin bir
yönüyle, genellikle özdeşim üzerinden, ilişki kurduğu bir nesneyi temsil eder.
Her halükarda, rüya görenin kendini rüyada birden fazla kişi olarak görmesi,
rüyadaki bilinç düzeyinde rüya görenin benliğinin bölünmüş olduğundan baş­
ka bir şekilde yorumlanamaz. Bu yüzden, rüya evrensel bir şizoid görüngüdür.
Freud'un tanımladığı haliyle " üstbenlik " de benliğin bölünmüş olduğuna işa­
ret eden evrensel bir görüngü olarak yorumlanmalıdır; madem "üstbenlik " ile
" benlik " birbirinden ayırt edilebilecek yapılardır, üstbenliğin sırf varlığı bile
şizoid konumun tesis edilmiş olduğuna kanıt teşkil eder.
" Şizoid" terimine önem kazandıran benlik bölünmesi kavramı ancak psi­
koloj ik köken bakımından düşünüldüğünde aydınlatıcı bir kavram olur. Bu
yüzden benlik gelişimine kısaca göz atmak gerekir. Freud'un en çok üzerinde
durduğu benlik işlevi, uyum sağlama işlevidir; benlik bu işlevi yerine getirir­
ken temel içgüdüsel faaliyetler ile dış dünyada hüküm süren şartlar, özellikle
de toplumsal koşullar arasında ilişki kurar. Lakin benliğin bütünleştirme iş­
levleri olduğu da unutulmamalıdır; ( 1 ) gerçekliğe dair algıları bütünleştirmek
ve (2) davranışları bütünleştirmek bu işlevlerin en önemlilerindendir. Benliğin
önemli işlevlerinden biri de iç dünya ile dış dünya arasındaki ayrımı gözet­
mektir. Benliğin bölünmesi bu işlevlerin tümünün kademeli gelişimini, farklı
derecelerde ve oranlarda da olsa, tehlikeye atar. Dolayısıyla, gelişim süreci
sonunda benlik bütünlüğünün çeşitli derecelerde olabileceğini görmek gerekir.
Hatta kuramsal bir bütünlük ölçeği düşünebiliriz; bir uçta tamamen bütünleş­
miş benlik, öbür uçta bütünleşmenin hepten sekteye uğraması, arada da çeşitli
bütünlük dereceleri bulunur. Böylesi bir ölçekte şizofrenler alt basamaklarda
yer alırken, şizoid kişilikler biraz daha üst basamaklarda, şizoid karakterler
daha da üst basamaklarda vs. diye gider; fakat bölünmenin olmadığı kusursuz
bütünleşmeyi temsil eden en üst basamak sadece kuramsal bir ihtimal olarak
görülmelidir. Bu ölçeği aklımızda tutarsak, yeterince ağır şartlar altında her­
hangi bir insanın da birtakım şizoid özellikler gösterebileceğini daha rahat
anlayabiliriz. Bazıları ancak ergenlik, evlilik, savaş zamanı askere gitmek gibi
8 PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

durumların getirdiği yeni şartlara alışmak gerektiğinde benlik bölünmesi ser­


gilerken, bazıları alelade günlük olaylar karşısında bile bu tür emareler gös­
terebilir. Elbette pratikte, bu hayali ölçeği oluşturmanın önünde aşılması zor
engeller bulunur; şizoid tezahürlerin pek çoğunun, Freud'un da belirttiği gibi,
aslında benliğin bölünmesine karşı savunmalar olması gibi. Yine de bu şekil­
de hayali bir ölçeği gözümüzde canlandırmak, benlik bölünmesi bakımından
genel konumu kestirmemize yardımcı olur.
Her ne kadar Bleuler'in klasik "şizofreni " kavramı doğrultusunda benlik
bölünmesini en karakteristik şizoid görüngü saymamız gerekse de psikana­
listler şizoidin libidinal yönelimiyle hep daha çok ilgilenmiş, hatta ağırlıklı
olarak buna odaklanmışlardır; Abraham'ın libidinal gelişimin psikolojik kö­
kenlerine dayanan kuramının da etkisiyle, şizoid türden klinik tezahürlerin ilk
oral evreye saplanmadan kaynaklandığı düşünülegelmiştir. Benlik bölünmesi
muhtemelen yaşamın bu ilk evresinde, bu evredeki iniş çıkışların gelişmemiş,
deneyimsiz bebek üzerindeki etkisiyle meydana gelmeye başlar; demek ki ben­
lik bölünmesi ile libidinal oral içealım arasında çok yakın ilişki vardır. Ben­
liğin bölünmesinde rol oynayan sorunların bugüne dek gördüğü ilgiden çok
daha fazlasını hak ettiğini düşünüyorum; benim bu sorunlara ne kadar önem
verdiğim, şimdiye kadar söylediklerimden biraz anlaşılabilir. Fakat şimdi ilk
oral evreye saplanmanın ortaya çıkardığı veya yön verdiği, dolayısıyla şizoid
örüntünün belirlenmesinde önemli payı olan bazı gelişmeleri ele alacağım.
Bebeğin benliği her şeyden önce "ağız benliği " diye tanımlanabilir. Bu olgu
her insanın gelişimini derinden etkilemekle beraber, sonradan şizoid özellikler
gösterenler üzerindeki etkisi daha da belirgindir. Bebeğin başlıca arzu organı,
başlıca faaliyet aracı, başlıca tatmin ve hüsran vasıtası, başlıca sevgi ve nefret
kanalı, en önemlisi de yakın sosyal temas kurmasının ilk yolu ağızdır. İnsanın
kurduğu ilk sosyal ilişki kendisi ile annesi arasındadır; bu ilişkinin odağında­
ki eı:nzirme durumundaysa bebeğin ağzı kendi libidinal tutumunun, annenin
memesi de libidinal nesnesinin odağını teşkil eder. Bu şekilde kurulan ilişkinin
doğası da haliyle insanın sonraki ilişkilerini ve genel anlamda sosyal tutumu­
nu derinden etkiler. ilk oral evredeki söz konusu duruma libidinal saplanma
olması halinde, bu evreye uygun olan libidinal tutum abartılı bir şekilde süre­
gider ve geniş çaplı etkiler doğurur. Bunların ne tür etkiler olduğunu anlama­
nın belki de en iyi yolu, ilk başlardaki oral tutumun kendisini oluşturan temel
özelliklere bakmaktır. Bu özellikler şöyle özetlenebilir:
(1) Her ne kadar çocuğun annesiyle kurduğu duygusal ilişkide, anne kişi
olarak var olsa ve çocuğun libidinal nesnesi esasında annenin bütünü olsa
da yine de libidinal ilgi ağırlıklı olarak annenin memesine yoğunlaşır; sonuç
olarak, ilişkide sarsıntılar meydana geldiği ölçüde, memenin kendisi libidinal
nesne rolünü üstlenir, yani libidinal nesne (kişi veya bütün nesneden ziyade )
vücudun bir organı, bir başka deyişle kısmi nesne biçimini alır.
(2) Libidinal tutumun "alma" yönü "verme " yönüne ağır basar.
NESNE İLİŞKİLERİNE DAYALI KİŞİLİK KURAM! 1 BİRİNCİ BÖLÜM 9

( 3) Libidinal tutumu nitelendiren sadece almak değil, aynı zamanda içine


katmak ve içselleştirmektir.
(4) Libidinal durum dolu olma ve boş olma hallerine muazzam anlam yük­
leyen bir durumdur. Çocuk aç olduğunda, tahminen, kendini boş hisseder;
doyana kadar beslendiğindeyse tahminen kendini dolu hisseder. Öte yandan,
annenin memesi ve çocuğun bakış açısından tahminen annenin kendisi de
normalde dolu olup emzirdikten sonra boş hale gelir - çocuk, annenin içinde
bulunduğu şartları kendi dolu ve boş olma deneyimi bakımından anlayabili­
yor olsa gerektir. Yoksunluk durumundaysa boş olma hali çocuk için özel bir
anlama bürünür. Kendini boş hissetmekle kalmaz; içinde bulunduğu durumu,
annesini kendisinin boşalttığı şeklinde yorumlar - zira yoksunluk hem oral
ihtiyacını artırmış hem de bu ihtiyaca saldırgan nitelik katmıştır. Yoksunluk
ayrıca içealım ihtiyacının kapsamını genişletir; bebeğin içine almaya ihtiyaç
duyduğu şey memenin içindekilerle sınırlı kalmayıp memenin kendisini, hatta
bütünüyle anneyi kapsar hale gelir. Bebeğin memeyi boşaltmaktan ötürü yaşa­
dığı kaygı böylece libidinal nesnesini yok etme kaygısına yol açar; annenin em­
zirdikten sonra kendisini bırakıp bırakıp gitmesi de bu izlenimi güçlendiriyor­
dur muhtemelen. Çocuk, sonuç olarak, libidinal tutumundan ötürü libidinal
nesnesinin gözden kaybolduğu ve tükendiği çıkarımına varır; sonraki aşamada
da yiyeceğin yendiği zaman dış dünyadan kaybolduğunu, hem karnım doysun
hem ekmeğim dursun diyemeyeceğini öğrenince bu çıkarım teyit edilmiş olur.
İlk oral evreye saplanma olduğu ölçüde, o evredeki libidinal tutumun tüm
bu özellikleri yoğunlaşarak sürüp gider, şizoid karakter ve semptomları belir­
leyen etkenler haline gelir. Bu etkenlerin yol açabileceği gelişmelerden bazıları
aşağıda ele alınacaktır.

1 . Kısmi Nesneye (Vücudun Organına) Yönelme Eğilimi


Önce bu etkenin ilk oral tutumdaki rolüne bakalım: İnsanlara kendi içinde
değeri olan kişiler değil de daha aşağı bir şeymiş gibi davranma yönündeki
şizoid eğilimi besler. Bu eğilime örnek olarak verebileceğimiz bir vakada, şi­
zoid tipte, son derece zeki bir adam, eşiyle gerçek duygusal temas kuramadı­
ğı hissiyle bana gelmişti; eşine gereksiz yere kusur buluyor, sevgi göstereceği
yerde surat asıyordu. Eşine karşı gayet bencil tavırlarını anlattıktan sonra,
genel olarak da insanlara pek sokulmadığını, başkalarını aşağı yukarı ilkel
havyanlar yerine koyduğunu ekledi. Bu son söylediğinden, yaşadığı sıkıntı­
ların kaynaklarından birini tespit etmek zor değildi. Rüyalarda hayvanların
genellikle vücudun organlarını simgelediği anımsanacaktır; bu olsa olsa eşini
de başkalarını da kişi değil kısmi nesne saydığını teyit etmeye yarar. Benzer
tutum sergileyen bir şizofreni hastası da karşılaştığı insanlara, barbar kabile­
sine girmiş antropolog gözüyle baktığını anlatmıştı. Yine az çok benzer tutum
gösteren bir asker vardı; geçmişi öteden beri şizoid kişiliği olduğuna işaret
1 Q PSİKANALİTİK KİŞİLİK ÇALIŞMALARI

ediyordu, savaş zamanı askerdeyken akut şizoid duruma geçmişti. Küçükken


annesi ölmüş, ebeveyn olarak hatırladığı sadece babasıymış. Okulu bitirdik­
ten sonra çok geçmeden evden ayrılmış, bir daha da babasıyla görüşmemiş,
hayatta olup olmadığını bile bilmiyordu. Yıllarca başıboş, göçebe bir hayat
sürmüş, ama nihayetinde evlenip yuva kurmanın kendisine iyi geleceği fikrine
varmış. Kurmuş da. Evliliğinden mutlu olup olmadığını sorduğumda önce bir
şaşkınlık ifadesi kapladı yüzünü, ardından alaycı bir gülümseme. " Onun için
evlendim ya, " dedi üstten üstten, başka bir yanıta lüzum yokmuş gibi. Verdiği
karşılık elbette şizoidin iç dünya ile dış dünya arasında yeterince ayrım yapa­
mamasına örnek teşkil ettiği kadar, şizoid özellikler taşıyanların libidinal nes­
neleri kendi içinde değeri olan kişiler gibi değil de ihtiyaç giderme aracı gibi
görme eğilimine de örnektir. Bu eğilim de ilk oral evrede görülen kısmi nesne
olarak memeye yönelimin sürekli hale gelmesinden kaynaklanır.
Şizoid özellikler gösteren kişilerin kısmi nesne yönelimi, büyük oranda ge­
rilemeci bir olgudur ve kaynağını aldığı ilk oral evreyi takip eden aşamada
ebeveynle, özellikle de anneyle kurulan duygusal ilişkilerin tatmin edici olma­
ması sebebiyle ortaya çıkar. Sevgisini kendiliğinden, sahici bir şekilde göstere­
rek çocuğa insan olarak sevildiğini hissettiremeyen anne, bu şekilde gerileme­
yi en çok körükleyen anne tipidir. Sahiplenici anneler de kayıtsız anneler de
bu kategoriye girer. Belki de en kötüsü hem sahiplenici hem kayıtsız izlenimi
verenlerdir - örneğin kendini biricik oğluna adamış, ama her ne pahasına
olursa olsun onu şımartmamayı kafasına koymuş anne. Anne çocuğu insan
olarak gerçekten sevildiğine inandıramadığında, çocuğun annesiyle duygusal
ilişkiyi kişisel temelde sürdürmesi zorlaşır; sonuç olarak, durumu basitleştir­
mek amacıyla, ilişkilerini daha basit olan önceki biçimine geri döndürmeye,
kısmi nesne olarak annenin memesiyle kurduğu ilişkiyi canlandırmaya yöne­
lir. Bu türden gerilemeye örnek olarak genç bir şizofrenin vakasını verebiliriz;
gerçek hayatta annesine karşı derin husumet beslerken, rüyasında tavanından
süt akan bir odada yattığını görüyordu - söz konusu oda ise evde annesinin
yatak odasının hemen altındaki odaydı. Bu tür gerilemeci süreçler Nesnenin
Kişiliksiz/eşmesi diye tanımlanabilir; yanı sıra, tipik olarak, arzu edilen nesne
ilişkisinin niteliği de gerilemeye uğrar. Gerileme burada yine ilişkileri basit­
leştirmeye yarar; duygusal temasın yerini bedensel temas alır. Bunu da Nesne
İlişkisinin Duygulardan Arındırılması diye tanımlayabiliriz.

2. Libidinal Tutumda Almanın Vermeye Ağır Basması


İlk oral evrede almanın vermeye ağır basması doğrultusunda, şizoid eğilimli
kişiler duygusal olarak vermekte bir hayli zorlanır. Bu bağlamda ilginç bir nok­
tayı hatırlatalım: Organizmanın en temel eğilimi oral içealımdır, önem sırala­
masında onun hemen ardından gelen ise boşaltım faaliyetleridir (dışkı ve idrar
yapma ) . Boşaltım faaliyetinin biyolojik amacı gereksiz ve zararlı maddeleri
NESNE iLİŞKiLERİNE DAYALI KiŞİLİK KURAMI I BiRiNCi BÖLÜM 1 1

vücuttan atmaktır elbette, ama çocuk çok geçmeden boşaltımı biyoloj ik amaca
uygun olarak kötü libidinal nesnelerle baş etmenin klasik yolu olarak görmeyi
öğrenir; çocuk için boşaltımın ilk psikoloj ik anlam ve önemi, yaratıcı faaliyet
niteliği taşımasından ileri gelir. Boşaltım kişinin ilk yaratıcı faaliyeti, ortaya
çıkan ürünler de ilk yaratımlarıdır - içsel olup dışsallaştırdığı, kendine ait olup
verdiği ilk şeydir. Bu bakımdan, boşaltım faaliyeti, esasen almaya dayanan oral
faaliyete tezat teşkil eder. İki libidinal faaliyet arasındaki bu karşıtlık, tam tersi
yönde başka bir karşıtlığın da aynı anda mevcut olmasına engel değildir; zira
diğer taraftan, tabii ki oral içealım tutumu nesneye değer verme, boşaltım tu­
tumuysa nesneyi değersizleştirme ve reddetme anlamı taşır. Fakat konumuzla
ilgili olan nokta şudur ki zihnin derinlerinde, almak vücutta biriktirmenin, ver­
mekse vücuttan atmanın duygusal eşdeğeridir. ilaveten, derinlerde, vücudun
içindekilerle zihnin içindekilerin duygusal anlamı aynıdır; dolayısıyla insanın
birine karşı tutumu öbürüne karşı tutumunu yansıtır. İlk çocukluk döneminde
oral içealım tutumunun vücudun içindekilere aşırı değer vermesi gibi, şizo­
id eğilimli biri de zihnin içindekilere aşırı değer verir. Zihninin içindekilere
böyle aşırı değer vermesi, örneğin, sosyal bağlamda duygularını dışavurma
güçlüğünde kendini gösterir. Böyle biri için, duygularını dışavurmanın par­
çası olan verme unsuru, içindekileri kaybetme anlamı taşır; bu nedenle sosyal
temaslardan çoğu kez bitkin düşer. O yüzden insanlarla birlikte uzun zaman
geçirdiğinde " içinden bir gücün akıp gittiğini" hisseder, duygu deposu tekrar
dolabilsin diye bir süre sessiz, sakin ve yalnız kalmaya ihtiyaç duyar. Hastala­
rımdan biri, müstakbel nişanlısıyla üst üste iki gün görüşemiyordu; çünkü çok
sık görüştüklerinde kişiliğinin kuruyup zayıfladığını hissediyordu. Şizoid eğili­
min belirgin olduğu kişiler, duygusal kayba karşı savunma olarak duygulanımı
bastırma ve mesafe koymaya başvurur, bu yüzden başkalarına soğuk, hatta
uç durumlarda insanlıktan çıkmış gibi görünürler. Böylelerine "içine kapanık
kişilikler" denir; duygularını ne kadar içlerine kapadıklarına bakınca bu ifade
fevkalade yerindedir. Duygusal kayıpla ilgili kaygı bazen kendini tuhaf şekil­
lerde gösterir. Örneğin analize başvuran genç bir adamın vakasını ele alalım;
ilk görüşmede sezdiğim o hafiften esrarengiz havayı taşıyanların alttan alta
şizoid eğilim barındırdığı kanaatine varmışımdır, herhangi bir somut semptom
ortaya koyamadıkları da çok olur. Üniversite öğrencisi olan bu hastanın nesnel
problemi sınavlardan sürekli kalmasıydı. Özellikle sözlü sınavlarda çok zorla­
nıyordu; işin çarpıcı yanı, doğru yanıtı bildiğinde bile çoğu zaman soruya yanıt
verememesiydi. Babasıyla ilişkisinden kaynaklı sorunların bunda rolü olduğu
ortaya çıkacaktı elbette, ama kendisine odaklandığımızda, yaşadığı zorluğun
aldığı biçim şu bakımdan önemliydi: Doğru yanıtı vermek, güç bela elde ettiği
(yani içselleştirdiği ) bir şeyi vermek, dolayısıyla çok değerli bir şeyi kaybetmek
demekti. Şizoid eğilimli kişilerin duygusal anlamda vermeyle ilgili sıkıntılarını
aşmak için yararlandığı çeşit çeşit teknik vardır. Bunlardan ikisine değinebili­
riz: (a) rol yapma tekniği, (b) teşhircilik tekniği.
1 2 PSIKANALİTIK KiŞiLiK ÇALIŞMALARI

(a) Rol Yapma Tekniği


Şizoid biri rol yaparak veya belli bir role bürünerek bolca his sergileye­
bilir, göz dolduran sosyal temaslar kurabilir; ama bu şekilde aslında hiçbir
şey vermiyor, hiçbir şey kaybetmiyordur; çünkü sadece bir rolü oynadığında,
kendi kişiliği işin içine girmiyordur. Oynadığı rolü içten içte reddeder; böylece
kendi kişiliğini el değmemiş ve dokunulmaz halde tutmayı amaçlar. Lakin
şunu da eklemek gerekir ki bazen rol yaptığının gayet bilincinde olsa da bazen
hiç farkında olmayıp ancak analitik tedavi sırasında farkına varır. Bilinçli rol
oynamaya örnek verebileceğim bir vakada, şizoid özellikleri belirgin genç bir
adam, ilk görüşmemizde odaya girer girmez söze Freud alıntısıyla başlamıştı.
Böylece daha baştan kendini psikanalize kaptırmış biri gibi görünmeye çalı­
şıyordu, ama bende anında uyandırdığı şüphe bunun bir rolden ibaret oldu­
ğuydu; analitik tedavi başladığı gibi de bu şüphem doğrulandı. Büründüğü rol
aslında benimle sahici duygusal temas kurmaya ve sahiden duygusal anlamda
bir şeyler vermeye karşı savunmaydı.

(b) Teşhircilik Tekniği


Teşhirci eğilimler her zaman şizoid zihniyetin öne çıkan bir parçasıdır ve
tabii ki rollere meyletmeyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu eğilimler büyük oranda
bilinçdışı olabilmekte, çoğunlukla da kaygıyla gizlenmektedir; yine de ana­
litik tedavi sırasında apaçık ortaya çıkarlar. Edebi ve sanatsal etkinliklerin
şizoid yatkınlığı olan kişilere çekici gelmesi, kısmen, doğrudan sosyal temas
kurmadan teşhirci nitelikte dışavurum imkanı sağlamasındandır. Teşhircili­
ğin savunma olarak kullanılmasının önemi, "vermenin" yerine "göstermeyi "
koyarak vermeden verme yolu sunmasında yatar. Ancak kaybetmeden verme
problemini çözmeyi amaçlayan bu yolun da külfeti yok değildir; zira aslen
verme edimine yüklenen kaygı, gösterme edimine aktarılır, "gösteriş yapma "
sonuçta " kendini gösterme " halini alır. Hal böyle olunca, teşhirci durumlarda
yoğun ıstırap çekilebilmekte, "görülmenin" zerresi bile sancılı bir mahcubi­
yete yol açabilmektedir. Verme ile gösterme arasındaki bağlantıyı, şizoid ki­
şilik öğeleri barındıran bekar bir kadın hastanın tepkisinde görebiliriz. 1 940
yılında bir gece Almanların attığı bombanın evimin civarına düştüğünü sabah
gazetede okumuş, haberden bombanın düştüğü yerin evimden yeterince uzak
olduğunu ve benim güvende olduğumu anlamış, içi sevinçle dolmuştu. Fakat
duygusal olarak o kadar çekingendi ki bana dair hissettiklerini herhangi bir
şekilde doğrudan ifade etmeye içi elvermiyor, ama anlatmak da istiyordu. Bu
açmazdan sıyrılma çabasıyla, bir sonraki seansta, bin bir zahmetle kendisi
hakkında bir şeyler yazdığı kağıt parçasını bana verdi. Böylece bana bir şey
vermiş oldu; ama verdiği şey, bir anlamda, kendisine dair bir görünümün
kağıt üstündeki yansımasıydı. Bu olayda gösterme tutumundan verme tutu­
muna doğru ilerlediği besbelliydi; ne de olsa dolaylı bir şekilde bana zihninin
Another random document with
no related content on Scribd:
Se soutavi seljässä delfiinein, sen lempeä lainehet laulaa,
ja kanssa Vellamon impyein, hän aikojen aalloilla kaulaa. Siis
viritä virtesi, nuori mies! Voi, pian se riittyvi rinnan lies, ja
vanhuus jo sauvoilla hoippuen saa. Suo kantelos kajahtaa!

Hiihtäjän virsiä

Hiihtäjän hyräily.

Hyvä on hiihtäjän hiihdellä, kun hanki on hohtava alla, kun


taivas kirkasna kaareutuu — mut hauskempi hiihtää, kun
ruskavi puu tuul' ulvovi, polku on ummessa ja tuisku on
taivahalla.

Hyvä on hiihtäjän hiihdellä, kun ystävä häll' on myötä, kun


latu on aukaistu edessään — mut parempi hiihdellä yksinään,
tiens' itse aukaista itselleen ja yksin uhmata yötä.

Hyvä on hiihtäjän hiihdellä, kun tietty on matkan määrä, kun


liesi viittovi lämpöinen, — mut sorjempi, uljaampi hiihtää sen,
joka outoja onnen vaiheita käy eikä tiedä, miss' oikea, väärä.

Ja hyvä on hiihtäjän hiihdellä, kun riemu on rinnassansa,


kun toivo säihkyvi soihtuna yöss' — mut käypä se laatuun
hiihtää myös hiki otsalla, suurissa suruissa ja kuolema
kupeellansa.
1898.

Se Herra, jota ma palvelen

Se Herra, jota ma palvelen, se ei ole Herra teidän, ei tunne


se kirkkoja, munkkeja, ei kuule se messuja heidän. Se Herra
se asuvi korvessa ja hän on korven Herra. Hänet kasvoista
kasvoihin siellä ma näin, kun metsiä hiihdin kerran.

Sinä hiihdät päivän ja hiihdät kaks' ja yksin jo olevas' luulet


ja olevas' herra jo metsän ja maan — niin kaukaa sa kohinan
kuulet ja humisten taipuvi metsän puut ja kalliot haljeten
huhuu. Oi, lankea maahan sa polvillesi Se on Herrasi ääni, mi
puhuu.

Hän tuli ja nosti mun jalkeillen mua katsoen silmäteriin:


"Sinä siiskö se kaipaat metsähän? Mikä miehen on mennyt
veriin? Hyvä! Korpi on asua annettu ja suksi on hiihtää suotu,
mut muistaos ihminen metsässäi, sa että vaan olet luotu.

Ota viita, viljele, kesytä maa, ota vesi ja verkkosi heitä,


pane paulat, aseta ansapuut ja sangat sammalin peitä, mut
lähde laululla metsähän, älä veikaten vettä souda, vaan hyviä
virsiä hyreksien sinä eräsi viidasta nouda!

Näät mun on meri ja mun on maa ja mun on metsän valta.


Ja vaikka sa kylästä väistyitkin, et väisty mun voimani alta.
Mut että sa ihminen tietäisit, mitä metsien Herra vaatii, niin
kuuntele korvin avoin nyt, kun sulle hän lakinsa laatii:
Ei riitä ne ripit, ei mittapuut, kun ahmaa aalto syvä. Ja vasta
kun paha sa olla voit, niin voit sinä olla hyvä. Ole hyvä kuin
laps', ole syvä kuin mies, ole voimakas niinkuin vuori, min
povessa palkeet ja vasarat käy, mut päällä on kivinen kuori.

Pidä pääsi pystyssä metsämies, sinä maailman silmäterä!


Mut jos sinä korpehen kaadutkin, älä kantoja syyksesi kerää,
kukin päähänsä silmää kaksi sai, kukin oman on onnensa
seppä. Sitä onneas et sinä antaa saa, jos kuivuis' kuu ja
leppä.

Pyri aina ja ylemmä, joutsimies,


kuin siipesi täysin kantaa.
Mies kasvavi kanssa tahtonsa
ja tahto voimia antaa.
Ken täällä ei kurota kuusehen,
ei kapsahda katajaankaan.
Ken täällä ei tavota taivaihin,
ei pääse se päälle maankaan.

Näe unia suuria, unten mies!


Uni puoli on todellisuutta.
Uni kulkevi edellä kyntäjän
ja viittovi uraa uutta.
Vain yksi valta on metsässä:
On mies ja miehen usko!
Sitä kuulevi pedot ja metsän puut
ja aika ja aamurusko.

Mut yksi on Herra herrallakin,


jota pääse et palvelemasta.
Näät siinä, miss' alkavi velvollisuus,
siin alkavi elämä vasta.
Ja sen on meri ja sen on maa
ja sen on metsän valta
ja vaikka sa kylästä väistytkin,
et väisty sen voiman alta.

Ja vaikka sa korpea hiihtäisit kuin hirvi ja jalopeura, se


Herra sun kulkevi kupeellas, se kantapäilläsi seuraa, se
kurkistaa joka kuusesta ja pensaista, puista se puhuu, ja
ympäri nuotios' yöllisen käy ääni, mi käskee ja huhuu,

Ja vaikka sa vuorille kiipeisit kuin kotka, mi saalista noutaa,


se pilvenä piirtävi vierelläs', se sotkana järvet soutaa, se
kasvaa ja paisuu ja karttuu vaan, sadan virstan on saappahat
hällä, ja vuortenkin huipuilta huutavi se ukkosen jylinällä:

Ja vaikka sun ois koko mahti maan, veen kunnia, vuorten


kulta, niin sentään ma ropohon viimeiseen olen veroni vaativa
sulta. Minä taivahan rantoja taivallan, käyn Otavan olkapäitä.
Ja jos sinä tahdot korpehen, niin laulele lakeja näitä!"

Pois kulki mun Herrani korvessa.


Taas kaikki, kaikk' oli hiljaa,
Mut uudet tuulet mun sydämmessäin
ne tuutivat uutta viljaa.
Ja taasen ma tartuin sauvahain
ja sukseni sujutin jälleen.
Mut usein, niin usein korvessain
olen saanut ma huoata tälleen:

"Oi, ethän sa kasvojas' käännä pois, sinä Herra, ystävä,


veikko, jos olikin suuri sun korpesi ja hiihtäjä jos oli heikko.
Sinä käskithän ylemmä lentämään kuin siivet heikot kantaa.
Mies kasvavi kanssa tahtonsa ja tahto voimia antaa."

1898.

Laulu onnesta.

Kell' onni on, se onnen kätkeköön, kell' aarre on, se aarteen


peittäköön, ja olkoon onnellinen onnestaan ja rikas
riemustansa yksin vaan.

Ei onni kärsi katseit' ihmisten. Kell' onni on, se käyköön


korpehen ja eläköhön hiljaa, hiljaa vaan ja hiljaa iloitkohon
onnestaan.

1898

Orvon laulu.

En apua saanut, en apua saanut, kun nuorna ma äidistä


orvoksi jäin, kun kuljin ma kerjäten mieron teillä ja anelin
rakkautta kyyneleillä, en apua saanut ja yö oli ainoa ystäväin.

En apua saanut, en apua saanut, kun taistelin, eksyin ja


epäilin, kun epäilin muita ja itseäni ja sylkytin sairasta
sydäntäni, en apua saanut ja yksin ma kuljin ja kamppailin.
En apua saanut, en apua saanut, en olisi paljoa pyytänyt,
vain vähäsen lämpöä ympäriltä, vain hiukan hienoutta
ystäviltä, — kun oisin saanut, niin ehkä paljon ois paremmin
nyt.

En apua saanut, en apua saanut, nyt sitä en pyydä, en


kaipaakaan. Minä elelen kaukana korvessani ja kehrään öisiä
aatteitani ja mitä ma mietin, sen tietävi huojuvat hongat vaan,

En apua saanut, en apua saanut, mut joku jos heltyis' mun


laulustain, ja käsi jos poskelle kohois' kellä, ja miettimään
kävis' mieli hellä, niin hälle, hälle

sois' laulu hiihtäjän ladulta ain'.

Jos voisin laulaa kuin lintu laulaa, tai lailla honkien huoju
vain kun metsän äänillä puhua voisin, kun purona pulppuisin,
käkenä soisin, niin näinpä, näinpä sois' laulu hiihtäjän ladulta
ain':

"Oi, älkää ihmiset ilotella, jos orpo tiellänne lankeaa, ei ole


orvolla äidin kättä, vaan yksin hoippuen, ystävättä, hän etsii,
eksyy ja yksin syynsä hän sovittaa!"

En apua saanut, en itse saanut, mut näin jos kuiskisi


kuusipuut ja käsi kun poskelle kohois' kellä ja miettimään
kävis' mieli hellä, niin ehkä, ehkä, mit' en ma saanut, sen saisi
muut.

1899.
Iltatunnelma.

Mun päiväni ammoin mennyt on,


yhä mailla on illan rusko.
Mit' tää on? Miks' ei joudu jo yö,
kun hiljaa, hiljaa niin sydän lyö
ja kuollut on kunto ja usko?

Kas, taivahat kuinka ne loimottaa!


Joko tullut on tuomion päivä?
Tää heijastus silmäni huikaisee.
Tuhat kertaa mieluummin pimeyteen,
missä ympär' on huuru ja häivä!

Olin minäkin nuori ja onnellinen.


Näin unta ma kesästä kerta.
Kas, hämärän neittä ma lempiä sain,
ma hirveä hiihdin, mi pakeni vain —
te nähkää hangilla verta.

Veri punainen ratkesi rinnastain.


Veit paljon sa tyttöni multa.
Ja vereni nuori ja lämpöinen
se kirjoja kirjoitti hangillen:
sinä siunattu, kiitetty, kulta!

Runoruusut rintani raadellun


te rastitte hiihtäjän matkaa
yli vuorien, yli laaksojen,
ohi murheen ja onnelan ovien —
Mihin? Tee ei miel' juuri jatkaa.
On päivä jo ammoin laskenut,
yhä poissa on hiihtäjän rauha,
käs' vaipuvi, henkeni herpoutuu.
Oi, eikö jo kohoa kalpea kuu
ja lasken yöhyt lauha?

1898.

Hautalaulu.

Levoton on virta ja vierivä laine,


meri yksin suuri ja meri ihanainen.
Nuku virta helmassa meren.

Tuuli se kulkee ja lentävi lehti.


Onnellinen on se, ken laaksohon ehti.
Nuku lehti helmassa laakson.

Päivä kun nousee, niin sammuvi tähti.


Ei se ijäks' sammu, ken elämästä lähti.
Nuku tähti helmassa päivän.

1898.

Oi, varjele Herra mun järkeäin —


Oi, varjele Herra mun järkeäin, mua varjele hullun yöstä,
mua kurita, mut älä anna mun näin elävänä hautahan syöstä.
Mun pääni on niin sairas, mun päiväni levoton ja yö kun
musta joutuu, niin poissa mun uneni on. Herra, varjele järkeni
valo!

Minä kuulen ääniä kummia,


joit' eivät toiset kuule.
Ja vaikka ma syntiä paljon tein,
mua paatuneeks' älä luule.
Ei aina ole huono, ken täällä lankeaa,
voi olla jalka heikko ja kivinen olla maa.
Herra, varjele järkeni valo!

Älä usko, mit' ihmiset sanovat, älä kysele heiltä mua, mut
kysy mun kuolleelta äidiltään, joka lienevi lähellä sua. Mua
ihmiset ei nähneet, ne näki mun varjoni vain, minä itse
kaukana kuljin ja kaukaa viestit sain. Herra, varjele järkeni
valo!

Sain viestit mailta vierailta,


joit' eivät toiset tunne.
Minä nään vain sumua silmissäin,
ma vaikka katson kunne.
En erota ma muuta kuin kasvot äityein.
Oi, äiti, äiti, äiti, oi ota mun sydämein!
Herra, varjele järkeni valo!

Minä olin hänen kultasilmänsä


ja hän mua hemmotteli.
Hän rukoili mun puolestain
niin kauan kuin hän eli.
Oi, ethän, ethän, äiti, mua heitä vieläkään.
Kun sua vain ma muistan, niin itken yhtenään.
Herra, varjele järkeni valo!

Kas itku syömen puhdistaa — Oi, kiitos, kiitos Herran, viel'


että voin ma itkeä — kai anteeks' annat kerran. Oi, Herra,
Herra, Herra, ota multa kaikki muu, ota leipä, laulun lahja, tai
sulje mullalla suu, mutta varjele järkeni valo!

1898.

Kuoleman renkinä.

Kuljin ma kuoleman peltoja pitkin,


kuolema kynti ja minä itse itkin.

"Tule mies rengiksi!" kuolema huusi —


"Saat palan peltoa ja laudanpäätä kuusi".

"Tulen minä rengiksi," huusin ma vastaan.


Tottahan Tuonela hoitavi lastaan.

Siitä asti kynnän mä kuoleman sarkaa —


viikot ne vierii ja elonhetket karkaa.

Ystävä on kaukana ja sydämeni jäässä —


Herra, koska seison ma sarkani päässä?

1898.
Rauhattoman rukous.

Minä tääll' olen vieras, vieras vaan, olen ollut alusta


saakka, ovat outoja minulle laaksot maan ja outo on elämän
taakka. Minä kuljen ja katson kummastuin joka puuta ja joka
kukkaa, minä kuljen kumpuja itkusuin ja itken ihmisrukkaa.

Me soudamme haahta haurasta, min ympäri aallot pauhaa;


me kuljemme suurta korpea ja emme löydä rauhaa. Tiet
riidellen ristivät toisiaan ja ystävä toista pettää. Mikä riemu se
koskaan päällä maan on päättynyt kyynelettä?

Mikä laps' se on matkalle lähtenyt, joka joutunut tääll' ei


harhaan? Mikä hyvä se täällä on hyötynyt, joka kuollut ei liian
varhaan? Kun ystävän parhaan sa kohtasit jo aika on hyvästi
heittää. Ketä hellimmin tänään sa rakastit, sen huomenna
hauta peittää.

Oi, joutuos kirkkahin joulu-yö, oi, syntyös sydämihin, oi,


syntyös syömehen jokaiseen, joka tutkivi: mistä? mihin? Oi,
syntyös rauha mun rintaani kuin syntyi seimehen lapsi, sinä
rauhani nuori ja naurusuu, sinä kukkani kultahapsi.

Ja kilvan kulkisi kumartamaan sua turhan tietoni aatteet,


kuka kullat tois, mikä mirhamit, mikä päärlyt ja
purppuravaatteet, Mun henkeni tietäjät harmaapäät erämaita
ne etsien käypi, mut taivas on tumma ja tähdetön ja yö yhä
hämärtäypi.

Minä lapsena vanhaksi vanhenin.


En nuor' ole koskaan ollut.
Toki kerran ma keväästä haaveilin,
mut haavehet nuo oli hullut.
Olen väsynyt lauluni valheeseen,
Herra, tee minut lapseksi jälleen!
Minä tahdon soittoni särkyneen
viedä suurelle virittäjälleen.

1898.

Ja vuodet ne käy yhä vaikeammiks'.

Ja vuodet ne käy yhä vaikeammiks' ja haaveet ne käy yhä


haikeammiks', ne polttaa, ne hehkuu, ne halaa. Joka ilta ma
mietin: Kai huominen uus' tuo lohdun ja loppuvi
rauhattomuus! Yö loppuu, mut murheet ne palaa.

Ne tulevat niinkuin kotihin, ne tuovat uusia vieraitakin, jotka


nimeltä tunnen ma juuri. Se murhe, mi eilen mun murtaa oli,
suli hymyks', kun tänään suurempi tuli — koska tulee se
suurin, se suurin?

Koska saavut sa tuskani korkein, sinä maailman valtias


mahtavin, jota lapsesta saakka ma uotin, jota vapisin öisin mä
vuoteellani, jonk' katsehen tunsin ma kasvoillani, kun hetkeksi
onneeni luotin?

Sun edessäs' tahdon ma polvistua, mut silmihin katsoa


tahdon ma sua ja sanoa: Henkeni annan! mut mieltäni nuorta
en milloinkaan. Se tuskassa tulta iskevi vaan, sen kanssani
hautahan kannan.

1899.

Mua pelottaa.

mua pelottaa, Mua pelottaa, mua pelottaa tämä erämaa,


mua pelottaa nämä ihmiset, nämä katsehet niin oudot ja
kylmät ja kylläiset.

En tunne ma muita, en itseäin.


Miten outojen joukkoon ma jouduinkin näin?
Toki jossakin muualla parempi ois'?
Kun huoata vois'
tai nukkua, nukkua nuorena pois!

Oi, vieraita oomme me ihmiset


kuin eri tähdillä syntynehet,
kuka kotoisin kuuhuen helmasta on,
kuka auringon,
kuka aivan, aivan on koditon.

Minä lapsonen koditon laaksoissa maan, minä hankia


hiihdän ja harhailen vaan, minä sydäntä etsin, mi sylkähtäis',
joka luokseni jäis', yö vaikka mun ympäri hämärtäis'.

Minä etsin suojoa itseltäin ja omilta hulluilta mietteiltäin;


mua pelottaa nämä ihmiset, nämä katsehet, mut enin mun
syömeni syvyydet.
1899.

Sydämeni talvi.

Talvella lauluja tehdä ei, talvella tehdään työtä, talvella


tuvassa istutaan, iltoja pitkiä iloitaan, talvella paljon on yötä.

Talvella talossa kiirettä ei, talvell' on pitkät puhteet, talvella


hiljaa haastellaan, lauluja vanhoja lauletaan, kuulu ei isännän
nuhteet.

Huurtehessa on honkapuut,
hyyteessä ikkunalaudat.
Ihmiset takkahan tuijottaa,
hiljaa hiiliä liikuttaa —
liikkuvi muistojen haudat.

Talvella murheita muisteta ei, talvella paljon on lunta,


muistoja kauniita katsellaan, riemuja vanhoja riemuitaan,
nähdähän kesästä unta.

Varpuset jäätyvät oksillaan, paksu on hanki maassa,


ihmiset kulkee ja askaroi — mielessä lintujen laulut soi,
kellojen kilke haassa.

Sisällä siintävi taivas sees, kukkivat kummut ja kedot,


laulavi leivot ja linnut muut — ulkona huojuvat honkapuut,
ulvovat metsien pedot.
Kuollut on usko ja rakkaus,
jäässä on ruusurukat.
Mutta kun illalla ikkunaan
loistavi kuu tahi tähti vaan,
kauniit on hallankin kukat.

Suru on siltoja siskojen,


sääli on hallan kukka.
Talvella toistansa säälitään,
itseään sekä ystäviään:
Ystävä, ystävä rukka!

Voi sinun hullua sydäntäs',


voi sinun hullua päätäsi
Tiedä en, kump' oli hullumpi,
hullut ne vaan oli kummatki,
tarvis ol' talven jäätäs'.

Tahdoitko toivoja toteuttaa,


näitkö sä onnesta unta?
Hangessa toivojen hauta lie.
Kaikilla meillä on yksi tie.
Talvella paljon on lunta.

1899.

Metsän kosija

(1898).
I.
Yksin hiihtäjä.

Minä hiihtelen hankia hiljakseen, jo aurinko maillehen


vaipuu, minun mieleni käy niin murheisaks', minun rintani
täyttää kaipuu. Latu vitkaan vie. Vai vääräkö lie? Niin pitkä on
yksin hiihtäjän tie.

Ja kuusien varjot ne tummentuu.


Minä annan aattehen luistaa.
Ja jos minä korpehen kaadun näin,
mua tokkokan kukaan muistaa?
Kylä kaukana on.
Nyt lepohon
ei aikaa vielä, ei aattelohon.

Olen hiihtänyt metsää, järveä ja rimpeä rannatonta, olen


laskenut rinteitä laaksojen ja kohonnut vuorta monta, ja
vuorien taa mun jäi kotomaa, mut voimani, voimani raukeaa.

Olen vierinyt maita ma vieraita ja ottanut merkkejä puista,


olen pyrkinyt, tahtonut, taistellut ja levänneeni en muista. Mut
määräni pää yhä loitoksi jää, Mun on niin kylmä, mua
väsyttää.

Ne nousevat lapsuusmuistot nuo, ne aukee maailmat


armaat, näen silmät mä äitini lempeän taas ja taattoni hapset
harmaat. Se vast' oli mies! Se taruja ties, kun joutui ilta ja
leimusi lies'.

Minä hiihtelen hankia hiljakseen


Tuul' hiljaa heittävi lunta.
Koti tuuliako ollut ja siskot ois'
vai oisko se ollut unta?
Miten korvessa näin
nyt yksinäin
minä hiihtäisin? Missä on ystäväin

Ei, enhän mä korpea hiihdäkään, minä hiihdänhän siskojen


kanssa, koti tuolla se vilkkuvi kultainen, tuli taasen on
takassansa, emo huolella käy, eikö lapsia näy, kun ilta jo
hangilla hämärtäy.

Älä murehdi turhia, äitini mun, me tullaan, tullaanhan kyllä,


me tulemme poskin niin lämpimin, meill' onhan villaista yllä, ja
jos kylmäksi jää sormi yks' tai tää, sun suukkosi kyllä sen
lämmittää.

Me hiihdämme alta ikkunan,


me katsomme salaa sisään:
Isä pitkää piippua polttelee,
emo takkahan halkoja lisää.
Hei, hip hip huraa!
kaikk' kerrassaan!
Ovi auki ja äidin helmahan vaan.

Ja kuusien varjot ne tummentuu, Tuul' hiljaa heittävi lunta.


Joko kotihin korpien hiihtäjä sai vai ollutko lie vain unta? Uni
tuskat vie. Päivä loppunut lie ja loppunut yksin hiihtäjän tie.
II.

Tellervo.

Ken siellä? Ken metsässä huhuilee? Kuka viidakon oksilla


vilkkaa? Ken heittävi huntua valkeaa ja puuhun piirtävi
pilkkaa? Se Tellervo on, tytär hongikon, opas metsien vieno ja
vallaton.

Hän saapuvi, hämärän iMpeni mun, luo sen, joka vaipui


varhain, hän tarttuvi kätehen tarmottoman, hänet ohjaten
ohitse harhain. Hän hymyilee ja hän lymyilee ja hän kuusikon
lehviltä kuiskailee:

"Mitä mietit sa poikanen poloinen, kun korpehen yöpyä


aiot? Ei vastahan Pohjolan pakkasta teho laulajan tieot, ei
taiot. Mut tulkosi näin minun jäljissäin, niin menemme
Metsolan linnoja päin."

Kas, Mielikki, metsien muori, on minun äitini kultainen,


kallis. Ei koskaan hän laulajan uupunehen näin hangelle
uinua sallis'. Näet lempeä on emo hongikon ja lempeä
honkien tytärkin on.
Ja vaikka sa et mua tunnekaan, sun tunsin jo kauvan,
kauvan. Kun hiljaa sa hyrisit hiihtäissäs', minä seurasin
sompoa sauvan. Ja hiljaa vain vaikka laulelit ain, minä kuulin
ja riemusin rinnassain.

Sua eivät ihmiset kuullehet,


mut metsä, metsä sun kuuli.
Minä laulua lemmin ja laulajaa
ja mulla on lämmin huuli.
Se suukkosen saa,
joka saavuttaa.
Tulet Metsolan tuolla jo pilkoittaa.

Ja Tellervo huntua huiskuttaa


ja laulaja kutsun kuulee.
Hän sauvahan tarttuu ja tavoittaa,
tytön kiini jo saaneensa luulee:
Suo suudelmasi
Mut kaukana, kas,
taas tyttö on petturi, peijakas.

Hän huntua heittää ja häilähtää, hän vierii ja väijyy ja


väikkyy, hän milloin vierellä virnakoi. taas milloin loitolla
läikkyy. Näet veitikka on tytär hongikon ja tanssi on luontoa
Tellervon.

You might also like