Sosyal Antropoloji Ses Kaydı Notları

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 15

SOSYAL ANTROPOLOJİ SES KAYDI NOTLARI

1. DERS
-Antropolojinin yaklaşık 200 senelik bir çizgisi vardır. Bu süreç içinde çok farklı kuramlar geliştirildi
ama bu kuramlar içinde 18. Ve 19. Yy antropologları 2 temel kuramda birleştiler. Bunlardan ilki
insanların daha geniş bir evrimin parçası olduğu düşüncesidir. Diğeriyse evrimin doğasını belirleyen
bazı unsurlarla ilgilidir. Bunlar insanların geliştirdiği baş etme stratejileri, dürtüler, aldıkları kararlar vs
ilgilidir ve tüm bunlar uyarlanma sürecinin bir unsurudur. Yani biz dürtülerle vs. daha geniş bir
evrimsel uyarlanma sürecinin içeriğini oluştururuz. Bu noktada antropologlar bu iki düşüncede
birleşiyordu yani daha doğa bilimci evrimci bir çizgideydi antrpoloji.

-Uyarlanma dediğimizde bir yanda biyolojik organizmaların çevresel, fiziksel koşullara uyarlanma
sürecinde geliştirdikleri değişimler var. Ancak biz toplumsal-kültürel olarak uyarlanmadan da
bahsediyruz. Bundan kastımız özel bir toplumsal grubun hem kendi içsel dinamiklerine hem de dış
faktörlere bağlı olarak geçirdiği dönüşüm, bu değişen faktörlerde hayatta kalma becerilere toplumsal
ya da kültürel anlamda uyarlama diyoruz.

-Bütüncül olarak baktığımızda 2 farklı paradigma var. Biri yorumcu model, diğeri onun öncüsü olan
doğa bilimi modelidir. Bunlar temel paradigmalardır. Doğa bilimleri paradigması deterministik,
pozitivist ve nesneldir. Doğa bilimleri paradigması toplumları, kültürleri verili bir olgu olarak ele alıp
bunu bir fizik olgusu gibi ölçen bir anlayıştır. Doğa bilimlerinde özne-aktör olgusu yok sayılıyor. Yani
antropolog ne görürse, ne ölçerse, ne yazarsa bilgi olarak kabul ediliyor. Bu açıdan da deterministik
yani antropolog sözgelimi belli fiziksel özelliklere belli davranışsal özellikler atfediyor ve bunu
genelliyor, tümelliyor.

-Diğer tarafta düşünümsel-yorumcu model var. Bu model genel-geçer tartışmaları reddeder. Nesnel,
aktörden ve özneden bağımsız bir toplumsal olgunun varlığını kabul etmez. Aslında kişilerin kendi
anlam dünyaları içinde ve belli bir biyografiyle, kendi zihin dünyaları içinde gerçekliğin geliştiğini
söyler. Kişiye özgü olarak belirlenen toplumsal süreçlerin olduğunu söyler. Herkes için genel geçer bir
şey yoktur.

-Doğa bilimleri paradigması içinden bakan bir araştırmacı öznelerin davranışlarına, fiziksel
özelliklerine, ortaya koyduğu maddi ürünlerin biçimsel ve niteliksel olarak kaydını tutarken
davranışsal model o toplumun üyeleriyle bizzat görüşür, onların anlatılarını kaydeder, hayat
hikayelerinden bir veri elde eder. Aslında yorumcu modelde antropolog öznenin yorumunu yorumlar.
Oysaki doğa bilimleri paradigmasında çalışılan olgu özne değil nesnedir.

-Doğa bilimlerinde birey nesne olarak ele alındığı için belli bir toplum içindeki o toplumun üyelerini
dönüştürme gücü yok sayılır. Oysaki yorumcu modelde her zaman için katılımcıları bir özne olarak ele
alır. Antropolog bir araştırma sahasına gittiğinde o sahayı aktif olarak şekillendirir yani bir
antropoloğun sahaya girdiğinin farkındadırlar ve antropoloğun ne beklediğine dair belli bir fikirleri
vardır. Dolayısıyla benim hangi konuları aktarmak istediğimi düşünerek cevaplarını düşünebilirler. Bu
noktada her zaman şu soru ifşa olur: dışardan gelen nesnel, objektif bir bakışla toplumu yansıtabilir
miyiz gerçekten? Ya da bu antropoloji açısından gerçekten olması gereken bir şey midir? İşte yorumcu
model her zaman antropoloğun da saha içindeki rolünü düşünerek refleksif bir şekilde araştırmalarını
ele alır. Kendi biyografisini de araştırmaya, yoruma katar. Doğa bilimleri paradigmasında çalışan bir
araştırmacının böylesi bir bakış açısı bulunmaz.
-Lila Abu Lugdah yorumlayıcı bir antropologdur. Peçeli duygular adında bir çalışma yapmıştır. Mısır’da
bedevi kadınlarla ilgili yaptığı bir araştırmadır. Bu araştırmada kadınların çocukluk, gençlik
deneyimlerini, aile yapılarını, akrabalık ilişkilerini oturup kendi gözlemleyip kendisi yorumlamıyor.
Bizzat kadınların hayat hikayelerinden ve anlatılarından yola çıkarak ipuçlarını derlemeye çalışıyor.
Aradaki fark tam da bu. Kadınlar birer özne olarak araştırma sürecine dahil oluyor bu çalışmada ve
özne olarak araştırmayı biçimlendiriyor. Bu şekilde araştırmalardaki araştıran ve araştırılan arasındaki
iktidar-özne ilişkisi bir şekilde kırılmış oluyor. Yani araştırılan kişiler araştırmacının bir tahayyülünün
imgesi değil. Lila Abu Lugdah zihninde bir bedevi kadın yaratıp araştırmaları ve okumalarıyla yeniden
üretmiyor, kadın ne yaşıyor ve ne hissediyorsa onu aktarıyor ve Lila bunu yazıyor. Doğa bilimleri
paradigmasında bu yoktur çünkü bedevi kadını biçimlendiren davranışlar, doğal faktörler vardır ve
antropolog bu davranışlar ve doğal faktörler arasındaki ilişkiyi doğrudan bulabilir, burada araştırılan
kişinin özne olarak hiçbir etkisi yoktur. Zaten bilimsel bir araştırmaya katkı verecek bir birikimi,
altyapısı da yoktur ve dikkate alınmamalıdır.

-Tabi yorumlayıcı bir çalışma genellemeye yapmayı da güçleştirir. Her kültürün eşsiz, biricik olduğu
varsayımıyla yola çıkar ve daha uç noktada bu sefer kültürel-deterministik bir anlayışa da bizi
götürebilir. Yani her kültür biricikse ve her kültürü o kültürü yaşayan öznenin gözünden görmemiz
gerekiyorsa o zaman burada bazı ahlaki sorunlar ortaya çıkar. Bu ahlaki göreceliğe sebep olur.
Sözgelimi o kültürde yaşayan insanların kadınların bedenlerine yönelik yaptığı uygulamalar (sünnet
vs) bu onların kültürüdür denip kabul mü edilmelidir? Bu noktada Franz Boas tüm bu tartışmaların
temelini oturtan ilk antropologlardandır. Der ki bu tarz bir kültürel görelilik her zaman ahlakş göreliliği
gerektirmez. Ahlaki görelilik iyi-kötü yoktur, doğru-yanlış yoktur, değer yargısız yaklaşmalıyız gibi bir
yaklaşımdır ama insan haklarına aykırı pratiklerde bizim tamamen gözümüzü kapatmamız kültürel
görelilik anlamına gelmez ve kültürel gereklilik böyle bir şeyi gerektirmez Boas’a göre.

-Antropoloji evrimci bir bilim olarak doğmuştur. 19. Yy antropologları diğer alanlarda olduğu gibi
insanların ve toplumların da daha karmaşık ve gelişmişliğe doğru gittiğini savundular ve bu
savunmaları gözleme dayalıydı. Tabi bu gözlemlerde daha çok kendi toplumlarının kendi tarihsel
süreçleri çerçevesinde diğer toplumları okumaları üzerinden gittiler. Bizler nasıl ki belli bir toplumsal
yapıdan farklı bir toplumsal yapıya tarihsel süreçler içinde ulaşmışsak diğer toplumlar da belli
doğrusal, evrim çizgisini sürdürecektir. Evrim süreci içinde farklı toplumlarda farklı uyarlanmalar
sonucu farklı kültürler gelişmiştir evrimci kurama göre. Sanayi devrimi döneminde insanların sürekli
bir ilerleme çizgisi içinde olduğu genel geçer bir fikir olarak görülüyordu ve dönemin düşünürleri
toplumları hep böyle bir anlatı içinde açıklıyordu.

-Darwin gördü ki doğan tüm organizmalar hayatta kalamıyor. Bunun nedenini sorgular. Bunun nedeni
olarak fiziksel koşullara, çevresine en iyi uyum sağlayan organizmanın hayatta kalabildiğini ve bu
organizmanın sonraki kuşaklara bu uyumu aktarabildiğni söyler. Bu evrim düşüncesini sosyal bilimlere
aktaran kişi Herbert Spencer’dır. Spencer sosyal darwinizm kuramını geliştirerek aynı evrim sürecini
toplumlara uyarlamıştır. Ama burada bir fark var:. Darwin’in evriminde değer yargısı yoktur, daha iyi
yoktur. Sadece çevresel olarak uyum vardır. Daha basit yapıdaki organizma ile daha karmaşık yapıdaki
organizma araasında hiyerarşik bir fark yoktur. Spencer’da ise hiyerarşi vardır yani ilkel-basit
toplumlarla gelişmiş-uyarlanmış toplumlar arasında hiyerarşik bir fark vardır. Spencer bu
düşünceleriyle dönemin emperyalist görüşlerinin zeminini hazırlamıştır. Öyle ki bazı fiziksel özelliklere
bazı ahlaki, soyut özellikler atfedildi ve bu özellikler üzerinden toplumlara yaklaşıldı.

-Spencer toplumlarda hayatta kalma mücadelesinde rekabetin önemine vurgu yapar. Toplumun iyi
uyarlanması demek o toplumu ileri götüren örneğin savaş teknolojisini, sağlık endüstrisini vs
geliştirmesi demektir. Yani sanayi devriminin gerekliliklerini bir toplum ne kadar yerine getirirse o
toplum tarih sahnesinde o kadar kalacaktır. Buna uyarlanmayan toplumlarsa tarih sahnesinden
silinecektir. Buradaki önemli nokta Spencer’ın Hindistan’ın İngiltere tarafından sömürülmesine karşı
durduğudur. Çünkü Spencer’a göre her uygarlık kendi iç dinamikleriyle kendini var eder ya da silinir.
Eğer İngiltere Hindistan’ı sömürüyorsa bu doğal sürece bir ket vurmaktır. Fakat Spencer böyle
düşünmesine rağmen sosyal darwinizm kuramıyla bu tarz sömürgeci faaliyetlere bir meşruiyet zemini
kazandırmış oldu.

-Edward Taylor kültür üzerine çalışan İngiliz evrimci antropologdur. Biyolojik olarak çok çeşitlilik
olmasa bile kültürel olarak çok çeşitlilik yapıda olduğumuzu söyler ve bu soruyla yola çıkar. Kültürü
daha etnografik-antropolojik olarak tanımlar ve içine bilgi, inanç, sanat, gelenek, hukuk vs dahil
ettiğini, toplumun üyesi olarak bireylerin ortaya koyduğu bir olgu oalrak ele alıyor. Kültür, evrimsel
süreci yatay olarak kesen bir yapı; yani evrime baktığımızda ilkelden karmaşığa doğru bir geçiş var
ama kültür en ilkel toplumdan en gelişmiş topluma kadar tüm toplumlarda ortak bir şey. Yani
kültürsüz hiçbir toplumu düşünemeyeceğimizi ve bunun temel bir olgu olduğunu söylüyor.

-Kültürel evrimi ırk ya da herhangi bir popülasyondan farklı görmüyor Taylor. Kültürlerin birbirinden
üstün ya da aşağı olduğu düşüncesine karşı çıkıyor evrimci olmasına rağmen. Taylor’da hiyerarşik bir
kültür ilişkisi yoktur. Herkesin doğuştan getirdiği yönelimler, yetenekler vs vardır ve bu açıdan herkes
eşittir. Bir toplum diğer toplumdan daha az gelişmişse bu o toplumun eğitilmesi gerektiği anlamına
gelir yani burada eğitimi ön plana çıkarır. Bu açıdan her kültürü eşit ve gerekli görür. İlkel olarak
gördüğümüz toplumlar henüz çocuk gibidir ve zamanla gelişecektir. Benzer gelişim çizgisi bu açıdan
Taylor için de geçerlidir.

-Taylor toplumlar arasında sınıflandırma yapar. Yabanıl toplumları avcı-toplayıcı-göçebe; barbar


toplumları ilk yerleşik düzeni kurmaya başlayan topluluklar; uygar toplumları da kendi toplumunu baz
alarak sınıflandırıyor.

-Louis Henry Morgan, Taylor’ın Amerikalı çağdaşıdır. O da hukuk kökenlidir ve hatta antropolojiyle
tanışması Iraqua yerlilerinin kendi toprakları için verdği mücadelede, onlara avukatlık yaparken
gelişiyor ve onların mücadelelerine ortak olurken antropolojiye merak sarıyor. Iraqua halkıylabirlikle
yaşayıp onlar taafından benimseniyor ve orada uzun süre onlar hakkında çalışıyor. Bu açıdan
oturduğu yerden sahada hiç çalışma yapmamış ‘’koltuk antropologları’’ diye tanımlanan
antropologlardan değildir. Iraqua halklarıyla çalışırken her toplumun her kültürün özel olduğunu,
birinin diğerinden hiyerarşik olarak üstün olmadığını savunuyor. Özellikle Avrupalıların Amerka
kıtasını işgal etmesiyle birlikte oradaki yerleşik halkın kültürlerinin artık geri dönüşü olmayacak
şekilde tarihe karıştığını ve bunları hızlıca belgelememiz gerektiğini söylüyor. Bu bağlamda o ciddi bir
arşiv ve belgeleme tutmaya başlıyor. Bu arşiv ve belgeler sonucunda Akrabalık Sistemleri ortaya
çıkıyor. Bu anlamda Louis Henry Morgan’ın antropoloiye en önemli katkısı ilk defa sistematik şekilde
akrabalık konusunu ele almış olmasıdır. Antropoloji için akrabalık biçimleri önemli zira antropoloji
geleneksel, modern, devletsiz-sınırsız ya da devletli-sınırlı ayrımındaki ilk ilkel, basit ve geleneksel
toplumlara bakarak onların örgütlenme biçiminde akrabalık bağları üzerinde duruyor. Dolayısıyla bu
türden toplumları antropolojik olarak anlamamız için akrabalık ilişkilerini çözümlememiz gerekir.

-Louis Henry Morgan klasik bir evrimci bakış açısıyla toplumları tarihsel olarak ayırıyor: yabanıl,
barbar ve uygar. Yabanıl toplumlar ilk insanlardan arkeik avco-toplayıcıları barındırıyor, ateşin
kullanımı, ok yay yapımı ve çömlek çelikle bitiyor yabanıllık dönemi. Sonra barbarlık dönemi başlıyor.
Bu dönemde çobanlık, ilk hayvanların evcilleştirilmesi, demirin eritilmesi ve sonrasında alfabenin
kullanılmaya başlanmasıyla yabanıllık bitiyor. En son ise kendi dönemini baz aldığı uygar toplum
dönemi geliyor. Bu notkada baktığımızda tüm evrimci antropologlarda tarihsel süreçlerle toplulukları
tanımlama görüyoruz.
-Sosyal Darwinist-evrimci teori aslında Ortaçağ’da ansiklopedistlerin geliştirdiği ‘’Büyük Varlık Zinciri’’
ile ilişkilidir. Büyük varlık zincirinde de varlıklar, canlılar kategorileştirilir. En tepede tanrı olmak üzere
sırasıyla, melekler, insanlar, maymunlar, hayvanlar, bitkiler, böcekler ve mineraller şeklinde ilerler.
Ancak bu büyük varoluş zinciri statik yani ortak ata, uyarlanma, değişim gibi durumlar söz konusu
değildir zaten coğrafi keşiflerde, farklı halkların farklı halklarla karşılaşma biçiminde de bunların büyük
varoluş zincirinde belirlendiği gibi statik bir tanım yoktur. İnsan, insanların halk türleri uyarlanma
sürecinde farklı özellikler kazanılması sonucunda tek tip tanımlanmış bir insan yok. Dolayısıyla sosyal
Darwinist bakış açısı farklı türlerde insanlar var anlayışı çerçevesinde şekilleniyor ve temeline
baktığımızda hep bir sınıflandırma ve tanımlama görüyoruz. Bu sınıflandırma ve tanımlamanın da
başlıca nedeni buna ihtiyacımızın olduğunu düşünmeleridir yani sınıflandırıp tanımlıyorlar ki
yönetebilsinler. Yani iktidar, yönetme gibi kaygılar bizi sınıflandırmaya götürüyor.

-Coğrafi keşiflere çıkılması ilk kez gemiden karaya inildiğinde altın ve türevi değerli madenlerin
bulunması vasıtasıyla yapılıyor. Bu durumda bu türden değerli maddeleri alabilmek için oranın
halkarıyla bir şekilde iletişimde olmak gerekiyor. Fakat onların bölgesine gidildiğinde eğer ‘’ben
ülkeme beni finanse eden kişiler için maden götüreceğim’’ şeklinde bir yaklaşımda bulunursak onların
saldırısına maruz kalırız. Dolayısıyla bizim onlar hakkında bu türden bir şey yaşamamak için bilgiye
ihtiyacımız vardır. Bunu yapan antropologlar vardır. Özellikle de ……..’dan bahsedelim. Bu
antropologlar çalıştığı …….. halkında zaten varolan agresif tutumu biraz daha arttırmış ve kendisi
burada sansasyonel bir bilgi ve çalışma ortaya koymuştur. Sözgelimi bu halk ağaçlardan elde ettikleri
silahlarla, sopalarla birbirlerine saldırıyorlarsa …….. onlara ateşli ve metal silahları tanıttı dolayısıyla
agresiflik seviyeleri başka bir seviyeye taşındı halkın.

-Evrimcilik 2 temel kategoriye ayırır: Bir tarafta ilkel-geleneksel toplumlar ve antropolojinin çalıştığı
konulara da dahil olan konular; diğer tarafta da modern toplumlar vardır. İlkel-geleneksel toplumları
niteleyen bir takım özellikler şunlardır: göçebe olmaları, devletsiz olmaları, akrabalık bağlarıyla
ekonomik ve siyasi ilişkilerini biçimlendirmeleri, cinsel ilişkilerinin kuralsız ve karmaşık olması
(çokeşlilik ve ensest tabusunun olmaması vs.), ortaklaşmacılık (belirli bir toprağın, alanın veya
kaynağın ortak olarak bölüşülmesi vs) ve zihin dünyasında genelde büyüye, mistisizme kayan bir
yapıda biçimlenmesidir. Tüm bunların karşısında sınırlarla çevrelenmiş teritoryal bir devlet, akılcı bir
şekilde belirlenmiş bütünün çıkarını gözeten toplumsal bir sözleşmeyle yönetilen siyasi ve ekonomik
ilişkiler, ağırlıklı olarak ataerkil ve tekeşli bir aile yapısı, özel mülkiyete sahiplik ve özel mülkiyetin
yasalarca korunması ve bilimsel yöntem modern toplumlarda görülür.

-Kısaca evrimci çizgi toplumlar için doğa bilimleri gibi altta yatan belli kanunların olduğunu söyler ve
biz bu kanunlar üzerinden o toplumları anlayabilir, bu kanunları tüm toplumlar için açıklayabiliriz ve
bu kanunlara göre toplumlar gelişir der. Tüm bunlara eleştiriler yorumsal-eleştirel antropolojiden
gelir. Yorumlayıcı-eleştirel antropoloji evrimcilerin tarzında belirleyici ilkeler aramaz, neden-sonuç
gibi açıklamalar aramaz ve determinizme karşıdır. Yani bir toplum için geçerli olan belli bir tarihsel
süreç başka bir toplum için geçerli olmak zorunda değildir. Her toplum, her halk kendi tarihi ve
kültürü açısından biriciktir. Bu şekilde bir tikelcilikle toplumları anlatır yorumlayıcılar. Tikel vakalar
içinde de bireylerin kendi davranışlarına nasıl anlamlar yüklüyorlar, kendi zihinlerinde olayları nasıl
yorumluyorlar kısmıyla ilgilenirler. Bu yaklaşım içinde önemli antropolog Franz Boas’tır. Sonrasında
işlevselcilik kapmasında Bronislaw Malinovski’yi, yapısal işlevselcilikte Alfred Radcliffe Brown’ı ve en
sonda da yapısalcılık kapsamında Claus Levi Strauss’u konuşacağız.

-Franz Boas önemli bir isim. Doğa bilimci-evrimci paradigma içinde gelişmiş açıklamaları reddeden ve
buna alternatif bir açıklama getiren ilk antropologdur. 1930’larda kendi saha çalışmaları ve
deneyimleri üzerinden eleştirilerini yapar. Burada görüyoruz ki aslında antropolojide bilgi birikimi
oldukça, antrologlar kendi saha deneyimlerini geliştirdikçe kendi açıklamalarını refleksif olarak
eleştirmeye başlıyor ve buradan yorumcu-yeni paradigmalar doğuyor.

-Yorumsal antropoloji nedensel ve genel-geçer açıklamalardan çok insan eylemlerine odaklanır.


Tiyatrolar, oyunlar, edebiyat gibi veri kaynaklarına bakar. Eylemlere yüklenen anlamlara odaklanır.
Burada antropologların görevi bir sınıflandırma yapmak değil yorumları yorumlamaktır. İnsanlar belli
bir kültürü ve objeyi nasıl yorumluyor buna bakarlar.

-Franz Boas evrimciliğe karşı çıkan ilk antropolog olarak evrimci bir paradigma içinde yaptığı
çalışmalar sonucunda o dönemde ciddi tartışmalara yol açmıştır. Çalışmaları onun eleştirilmesine ve
dışlanmasına yol açmıştır. Kuzey Amerika halkalrını, İnuit’leri çalışmıştır. Kutup koşullarında kendisine
son derece yabancı ve sert koşullarda hayatta kalabilmesi için oradaki yerlilerin alışkanlıkları,
kültürleri, yeme içme davranışları gibi şeylere ihtiyacı vardı. Ve buradan yola çıkarak her kültürün
kendine özgü ve biricik olduğunu söyledi. Dolayısıyla her kültürün kendi tarihsel bağlamı, kendi
coğrafi koşulları içinde önemli ve biricik olduğunu söyler. Kendisi bir Avrupalı Almandır ve böyle
olmasının diğerlerinden daha üstün olma anlamına gelmediğini söyler çünkü Kuzey Amerika’da,
kutuplarda bir Avrupalı gibi giyinip hayatta kalamaz. Böylelikle ‘’kültürel görecelik’’ kavramını öne
sürerek Boas, ırkçı-gerici yaklaşımları eleştirir. Tikel kültürler üzerinde ayrıntılı, sistematik veriler
toplayarak buradan bir teori üretme yoluna gitti. Tabi bu açıdan Boas ırkçılıktan ilham alan
yaklaşımlara da karşı çıktı. Her kültürün gelişmeye dair içsel bir potansiyeli olduğunu söyledi. Kültürel
göreceliğin yanında tarihsel tikelcilik de önemli bir kavramdır.

-Boas ayrıca toplum ve kültür arasında da bir fark olduğunu söyler. Toplum dediğimiz normlardan,
durumlardan ilişkilerden oluşur. Kültür ise toplum ve toplumun oluşturduğu normları da içeren çok
daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Yani toplumu var eden öğeleri de kültürün içine koyabileceğimizi
söyler. Bu açıdan Boas kültürü en geniş yelpaze olarak tanımlar. Irkçı tüm disiplinlere karşı çıktığı bir
anlayışa sahip olduğundan bu anlayış kendi zamanının evrimci bakış açısına bir darbe gibiydi.

-Evrimciler için araştırılan toplumlar aslında nesnedir; ölçülür, sınıflandırılır, hiyerarşik kategorilere
sokulur. Hatta antropoloi derneği kurucusu öğrencilerinden toplumları ırksal özelliklerine göre
sınıflandırmalarını istemiştir. Ancak bu toplumların içindekilerin kendi toplumları biçimlendiren aktif
birer özne olduğu gerçeğini fark etmemiştir evrimci yaklaşımlar. Franz Boas’ın temsil ettiği yorumcu-
eleştirel yaklaşım tersine der ki süreçleri kişiler etkiler ve kişilerin süreçlerden nasıl etkilendiği
önemlidir. Eğer kültürü anlamak istiyorsak o kültürün üyeleri olan öznelere bakmamız gerektiğini
söyler. Hiçbir toplumun belli bir doğrusal çizgiyi takip etmediğini söyler, her toplum kendi tarihsel-
tikel dinamikleriyle gelişir ve bu gelişimi sağlayan kendi aktif-yaratıcı öznelerdir der Boas.

-Boas’ın ortaya koyduğu kültürel görelilik ahlaki bir göreliliği GETİRMEZ. Boas ırkçılığına dayalı
anlatılara insan hakları açısından karşı çıkmıştır dolayısıyla evet kültürel görecelilik kapsamında her
kültür kendi iç dinamikleri içinde değerlendirilmelidir ve batı merkezli bir kültür örüntüsü olması
gereken gibi yansıtılmamalıdır ancak bu bizim o kültür içinde gerçekleşen davranışları ahlaki olarak
değerlendiremeyeceğimiz anlamında da gelmez. Bu ikisi birbirinden ayrı şeylerdir.

-Boas der ki kültürlere objektif olarak yaklaşmamız gerekiyor, belli bir çerçeveden ve araştırmacının
kendi biyografisiyle yoğrulmuş bir anlatımla bakmamak gerekiyor diyor. Ama bu durum ahlaki bir
bakışı terk etmek anlamına gelmez. Dolayısıyla insan haklarına dair güçlü bir etik anlayışla sahaya
gidilmesi gerekilir. Bu refleksif özeleştiri anlayışını Boas öncelikle kendisi üzerinde gerçekleştiriyor:
sahaya girerkenki antropolog olarak kendi konumunu sorgulayarak deneyimlerini gerçekleştiriyor.
Kendisiyle yaptığı bu iç hesaplaşma sonrasında tüm disiplin sahasına aktarmış oluyor. Bir alan
araştırması bütün disiplinin dönüşümünü sağlıyor ve bambaşka bir paradigmanın doğuşuna kaynaklık
etmiş oluyor Boas sayesinde. Dolayısıyla 20. Yyın 2. Yarısında Boas ve öğrencisi Ruth Benedict vs. gibi
antropologların çalışmalarından görüyoruz ki toplumları belirleyen farklılıklar fizyolojik-kalıtımsal
değil, bu bir kader değil; bu sadece farklı koşullarda farklı pratiklerin gelişmesi, farklı koşullarda yaşam
şeklinde okuyabiliriz. Irk kavramının kendisi de bu bağlamda biyolojik değil ama toplumsal olarak inşa
edilmiş biyolojik temeli olmayan bir kavram olmuştur.

-Boas’ın açtığı yolda onun öğrencileri olan 2 antropolog da çok önemlidir: Ruth Benedict ve Margeret
Mead. Bu iki kişi de davranışların biyolojik olarak belirlenmediği, kültürel olarak belirlendiği üzerinden
kuramlarını oluşturur. Benedict de yerlilerle çalışmıştır ve burada görür ki birbirine komşu iki halk
birbirinden çok farklı. Sözgelimi yanonovalar? Son derece agresif, saldırgan ve savaşçı özellikler
taşırken diğer taraftan zuniler? Daha fazla özdenetime sahip, barışçıldır. Buradan kültür örüntüleri
kavramını ortaya koyar Benedict. Yani her toplum bir kültür yelpazesi, kültür çantasına sahip. Bu
bağlamda sözgelimi yanonovalarda kültürel olarak agresif özellikler idealleştiriliyor ya da bazı sanayi
toplumlarında kültürel olarak rekabet idealleştiriliyor. Yani toplumlara göre özellikler idealleştiriliyor
ve o toplumun bireyinden o kültüre uygun davranışlarda bulunulması bekleniyor. Bu şekilde kültür
örüntüleri çalışmasıyla toplumları araştırıyor Benedict. Zaten 1938’de yayınladığı kitabın adı da
Kültürel Örüntülerdir.

-Margeret Mead de Boas’ın öğrencisidir ve Benedict’in çağdaşıdır. Mead, davranışların biyolojik


olarak belirlenip belirlenmediği üzerine Yeni Gine’de yerlilerle çalışıyor. Samoa’da ergenlik, Yeni
Gine’de büyümek üzerine çalışmalar yapıyor. 3 ilkel toplumda cinsiyet ve mizaç adlı çalışmaları
feminist teori için de önemlidir zira cinsiyete dayalı olarak ifade ettiğimiz çalışmaların aslında biyolojik
olarak belirlenmediğini, kültürden kültüre göre değiştiğini ortaya koyan, farklı kültürleri ortaya koyan
bir antropolog kendisi. Yaptığı çalışmada şunu görüyoruz: ergenlik döneminin hormonlara bağlı olarak
son derece sancılı, agresif geçtiği düşünülür ancak Samoa’da oldukça pürüzsüz ve çatışmasız, ergenlik
krizleri olmadan gençlerin ergenliği geçirdiğini söylüyor. Ya da cinsiyet rolleri üzerinden bakarsak,
cinsiyet ve mizaç adlı çalışmasında çok farklı yerli toplumlarında kadınların veya erkeklerin biyoloji
dışında belirlenmiş, onun üstüne geçen rolleri olduğunu görüyor: daha agresif toplumlardaki
kadınlara ve erkeklere atfedilen rollerle daha barışçıl toplumlarda atfedilen roller arasında ya da
anaerkil yapılanmış ve ataerkil yapılanmış toplumlardaki kadın-erkeğin rollerinin son derece Farklı
olduğunu görüyor. Bu bağlamda biyolojinin değil ama kültürün daha belirleyici bir rolde olduğu
sonucuna varıyor.

-İşlevsel-Yapısal yaklaşımlarda Malinowski,Brown ve Staruss’a bakacağız. İlk antropologlar yaptıkları


çalışmalarda birçok arşiv tuttular ve sonucunda muazzam bir bilgi birikimi ortaya çıktığı. Ve elbette ki
bu birikimin sınıflandırılması, toplumlar arasındaki farklara odaklanılması gerekiliyordu. İşte burada
Malinowski’nin ortaya koyduğu işlevsel yaklaşım önemlidir. Buna göre işlevsel yaklaşımda Malinowski
daha çok birey ve örüntüler arasındaki ilişkiye odaklanır. Yapısal işlevselcilikte bir öz olarak birey
yoktur, yapıların işlevi olarak bireye bakılır. Diyelim ki pasifik ortasında küçük bir adada el yapımı zayıf
kanolarla okyanusa açılacağız 15 kişiyle, okyanus koşulalrında böyle bir araçla uzun süre hayatta
kalabilmek ve telaşa kapılmamak için birtakım zihinsel yapıya ulaşmak gerekir. İşte Malinowski yaptığı
çalışmada okyanusa açılmadan önce dini ritüel yapan bir grubu ele alır. Grup eğer ritüeli
gerçekleştirmezse yaşadığı ilk zorlukta paniğe kapılacaktır. Dolayısıyla her yolculuk öncesi yapılan bu
dini ritüeller dışarıdan bakan biri için mantıksız olsa o insanların zihinsel olarak belli bir seviyeye
ulaşmaları ve her türlü zorlukta nasıl olsa bizi koruyan bir güç var, biz yapmamız gereken her şeyi
yaptık şeklinde düşünmelerini sağlar ve başarılı olma ihtimallerini arttırır. İşte Malinowski’nin teorisi
bu örnek üzerinden şekillenir. Toplumsal örgüt içindeki örüntülerin bireyler üzerindeki etkisini,
onların içindeki işlevsel bir öneme sahip olduğu düşüncesini bize algılatır. Malinowski aslında fizik ve
matematik üzerine doktora yapmıştır. Avusturya-Macaristanlıdır. Kendisi araştırma yapmak için gittiği
pasifik adasına başta 3 ay gibi bir süre kalmak için gitmiştir. Fakat çıkan savaş sonrası araştırmadan 3
yıl sonra dönebildi ve 3 yıl boyunca Tropian adasındaki yerlilerde yaşamak zorunda kaldı. Bu onun için
büyük bir zorluktu çünkü kendisi aslında rutinlerine çok bağlı, titiz, adada uzun süre yaşayabilecek
kişisel özelliklere sahip biri değildi. Zaten döndükten sonra yerli halktan nasıl bezdiğini anlatmıştır.
Ama Malinowski’nin orada kalması sayesinde katılımcı yöntemle araştırma yapmanın ne kadar önemli
olduğunu ve yeni bir araştırma tekniği olarak antropolojide önemli bir yere sahip olduğunu gördük.

-Malinowski toplumu karşılıklı ilişkiler içinde bir sistem olarak görür. Örneğin bir kültür sistemi o
toplumda yaşayan insanları kültürel ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Bu bağlamda Malinowski 3
temel ihtiyaçtan bahseder: 1. Biyolojik İhtiyaçlar: Barınma, beslenme, cesaret, soyun devamı vs.dir. 2.
Araçsal İhtiyaçlar: temel ihtiyaçların giderilmesinde ihtiyaç duyulan eğitim, hukuk, güvenlik vsdir ve 3.
Bütünselleştirici ihtiyaçlar: hepimizin ortak bir alanda buluşmasını sağlayan iletişim, dil, ortak dünya
görüşü, inanç vs.dir. Ve toplum bu ihtiyaçları karşılamak için din, sanat, akrabalık, aile sistemi gibi
sürekliliği olan ve belli örüntüleri içeren yapılar kurmuştur.

-Yapısal işlevselcilikte de Alfred Rodcliffe Brown önemlidir. Bireysel ihtiyaçkardan ziyade toplumsal
ihtiyaçlar bağlamında değerlendirir kurumları. İşlevselcilikten ve Malinowski’den farkı da budur.
Durkheim’dan aldığı fikirden yola çıkıyor, ona yakın bir görüşe sahip. Yani toplum, onu oluşturan tek
tek bireylerden farklı ve ayrı bir yapıya sahip olara görüyor. Ve antropolojinin görevi ise bireysel
eylemleri de yöneten bu yapıya ve yapının normlarına ulaşmaktır. Malinowski’nin yaklaşımından farkı
da buradadır: Malinowski daha bireysel düşünür, Brown kurumlarla ilgilenir.

2. HAFTA
-Sömürgecilik bağlamında antropolojiyi konuşacağız, bu önemli. Antropolojiyi disiplin haline getiren
şey aslında sömürgeci ve emperyalist yapının bilgi arayışı. Antropolojiyi fonlayan kurumlar İngiltere
gibi sömürgeci yapılar olduğundan burada antropoloğun da konumu dikkat çekici hale geliyor. Çünkü
antropolog belli bir çıkara hizmet yapma durumunda olarak sahaya iniyor kendisini finanse eden
yapıya bağımlı olduğu için. Antropolog dolayısıyla bir yandan epistemolojik olarak veri topladığı
kişileri sömürüyor. Tam bu noktada antropoloğun konumuyla ilgili bir belirsizlik ortaya çıkıyor. Eğer
antropolog böyle bir durumda ‘’ben bağımsız bir bilim insanıyım’’ diyorsa niye topladığı bilgiler hep
tek taraflı olarak bir akış içinde oluyor? Gibi sorular ortaya çıkıyor.

-Talal Asad ve Wendy James gibi isimler sömürgecilik meselesinde önemli antropologlardır. Bunların
tartışması aslında temelde bir antropoloğun ikircikli konumu üzerinedir. Talal Asad bu konuyu
konuşurken aslında biraz daha sosyal bilimler disiplinlerini ve antropolojinin ortaya çıkışını eleştiriyor.
Çünkü ona göre bu dsiplinler hep batı merkezci bir bakış açısıyla ortaya çıkmıştır ona göre ve
antropoloğu bu açıdan eleştirir. Wendy James ise daha ılımlı yaklaşıyor antropoloğa. Ona göre
antropoloğun ikircikli bir konumu vardı ve gönülsüz bir şekilde sömürgecilerle işbirliği içindeydi. Zaten
tam da bu düşüncelerinden dolayı Wendy James antropoloğu ‘’gönülsüz sömürgeci’’ olarak ifade
ediyor.

-Antropoloğun sahadaki konumunu konuşmadan önce sömürgeciliğin günümüzde nasıl işlediğini veya
işleyip işlemediğini konuşacağız. Konuyla ilgili olarak belirli bir felaketin kamuoyunda nasıl yansıdığını
gösterdikleri bir harita yapmış çalışmacılar. Kırmızıyla işaretledikleri coğrafyalarda (Avustralya,
Japonya, Batı Avrupa Kıtası, Abd) bir terör saldırısı vs.nin sosyal medyada, basında, kamuda vs büyük
manşetlerle, büyük tepkilerle ele alındığını göstriyor harita. Sarıyla işaretlenmiş coğrafyalardan
birinde gerçekleşirse ne kadar üzücü denilip geçiştirilir deniyor. Yeşille işaretlenmil bölgelerde
(Türkiye, Anadolu Coğrafyası, Rusya, Orta Amerika vs.) olsun bunlar daa yaşanır, geçer diye
geçiştiriliyor. Maviyle işaretli bölgelerde böyle bir ülke mi var sorusu gündemde. Kahverengiyle
işaretli Afrika kıtasında ise herneyse denilip umursamadan geçiştiriliyor.

-Böyle bir girizgahtan sonra kolonyalizm, emperyalizm, sömürgecilik, merkantalizm derken neyi
kastettiğimize bakmak lazım. Bunlar aslında hep birbirinin yerine kullanılan kavramlar. Fakat farklı
kavramlar aslında. Evet hepsi aslında aynı mantığın, aynı bakış açısının farklı uygulamaları.
Merkantalizm dediğimiz tüm emperyalist sürecin ilk adımlarıdır. Emperyalist bir güç olunmak için bir
silahı, zor yolu, dayanmacı-merkezi bir yapının olunması gerekiliyor.

-Sömürgecilik: Bunu bir ideoloji-politika olarak düşünebiliriz. İnsanlık tarihi kadar eskidir. Siyasi
birliklerin, ilk devletlerin kurulmasıyla birlikte komşu devletin, komşu toplumun kaynaklarına el
koyma amacı güdülmeye başlandığından beri sömürgecilik başlamıştır. Ama Modern anlamda
sömügeciliğin Avrupa yayılmacılığıyla başladığını söyleyebiliriz.

-Kolonyalizm: Sömürgeci amaçlarla başka topraklarda kolonyal idareler kurma ile başlıyor. İlk kent
devletlerinde, ilk liman devletlerinde görülüyordu koloniler kurma. Benzer şekilde bir devlet var,
başka bir devletin kaynaklarını sömürmek istiyor ve fiziksel olarak binalar inşa ediyor, oraya
öğretmenler, bürokratlar, askerler vs gönderiyor ve o devlette bir koloni kuruyor. İşte bu
uygulamanın yaygınlaşması kolonyalizm olarak ifade ediliyor.

-Emperyalizm: Tek merkezden çok geniş bir coğrafyanın yönetilmesi anlamını görüyoruz. Bunun en
geniş ve modern örneğini güneşin hiç batmadığı imparatorluk olarak anılan Britanya’da görüyoruz. Bu
ülkeye güneşin hiç batmadığı ülke deniyor çünkü tek noktadan kontrol edilen tüm coğrafyalara
baktığımızda görüyoruz ki Avustralya’dan tutun Amerika’ya oradan Asya’ya kadar güneş hiçbir zaman
batmıyor. Emperyalizm atadığı valiler, kurduğu koloniler aracıyla kendi kararlarını verip bölgeleri
kendi çıkarına göre yönetiyor. Kolonyal bir yönetim dediğimizde örneğin Hindistan’a İngiltere’yi
temsil etmek için atanan yöneticilerin kurdukları yapıları düşünebiliriz. Emperyalizm dediğimizde tek
merkezden farklı kıtaların silah ve zor gücü, ekonomik ve kültürel sömürme vs ile yönetilmesini
düşünebiliriz. Emperyalizmin klasik antik eski sömürgeci faaliyetlerden en büyük farkı kültürlere,
hafızalara, kimliklere, geleneklere, pratiklere de müdahale etmesidir.

-Merkantalizm: Tüm bu söylediğimiz şeyler aslında merkantalizm ile başlıyor. Merkantalizmde


emperyalizmden daha farklı bir bakış açısı var. Merkantalizm, sanayi öncesi süreci anlatıyor.
İspanya’nın Portekiz’in başlattığı coğrafi yayılmacılıkla başlıyor. Merkantalist dönemde insanlar
dünyanın belli bir sınırı olduğuna ve kaynakların da sınırlı olduğuna inanıyor. Bilinmeyen
imparatorlukların, keşfedilmemiş uygarlıkların sanat eserleri, keşfedilmemiş hazineleri olduğuna
inanılıyor. İşte merkantalizmde bunların el değiştirilmesi politikası uygulanıyor. Belli uygarlıkların yıllar
boyunca ortaya koyduğu zenginlikler, kaynaklar ispanyaya portekize gidiyor yani varlığın el
değiştirmesi söz konusu. Sömürgecilikte ise tam tersine kaynaklar sınırlı değil, kaynaklar sınırsız.
Dünya bize işlememiz için sınırsız bir işgücü sunuyor. Bizim bunu kendimizin kurması gerektiğine
inanıyor sömürgecilik. Mesela sanayimizde işlenecek çok yoğun bir hammadde var; çok verimli
topraklarımız, kolaysak çok kolay kullanabileceğimiz bir işgücümüz var ama bunlar hep yanlış yerlerde
kalmış. Dolayısıyla biz bunları kullanmayı bilmeyen halkların elinden alıp kendimiz kullanalım, tüm
insanlık için daha iyi olur düşüncesi var yani meseleyi bu şekilde meşrulaştırıyorlar diyebiliriz
sömürgecilik için. Sömürgecilik ve merkantalizmin farkı da bu.

-Köle-plantasyon-ticaret üçgeninden bahsedebiliriz. Çeşitli kaynaklara bazı veriler var. Yaklaşık


50milyon afrikalının batı ülkelerine ve amerikaya köle olarak satıldığı düşünülüyor. Atlantik Okyanusu-
Afrika-Amerika ve Avrupa Köle Plantasyon Ticaret üçgeni aslında. Amerikada geniş ve verimli
topraklar var. Afrikadan işgücü zorla alınıp buradaki verimli topraklarda çalıştırılıyor. Burda elde
edilen hammaddeler Avrupa’daki sanayide işleniyor ve Avrupa’da işlendikten sonra hem kendi
pazarlarına hem de Afrika, Asya vs topraklarda Pazar olarak yeniden tüketime sunuluyor. Bu durum
yerli üreticilerin rekabet gücünü kırıyor, yerli üretimi baltalıyor vs. Sosyal antropoloji sömürgecilik
döneminde ingiltere’de gelişti. Sömürgeci ya da kolonyalist devletlere veri topladı, onlara bilgi sundu
ve kendi içinde bir çelişkiye uğrayıp eleştirildi, bunu kırma süreci ile bir dönüşüm geçirdi vs. derken
tarihsel arka planı anlamak için bunları konuştuk.

-1900’lerin başına kadar köle-plantasyon-ticaret ilişkisi devam etti. Bunun en yakın örneği Belçika’nın
Kongo’daki kauçuk üretiminde gerçekleştirdiği baskı ve zulümdür. Kongo halkı Belçika tarafından
sömürülürken Kral Leopordun mülkü olarak görülüyordu o dönemde ve kral için kauçuk üretmeleri
gerekiyordu.

-Sanayi devrimiyle birlikte metropoller ve kolonyal sömürgeler arasında iktisadi bir ilişki meydana
gelmiştir. Sadece merkantalist açıdan düşününce belli bir servetin el değiştirmesinden öte bir iktisadi
değişim olmaya başladı. Sınırsız kaynakların yanlış ellerde heba olması yerine bunu kendimiz için
kullanalım düşüncesi hakim oldu ve bu düşünce iliikileri vs belirledi. Bu noktada Aydınlanma da
önemli bir dönüm noktası. Aydınlanmayla birkikte Avrupa kendi uygarlığını keşfetti ve kendi
uygarlığını inşa etmiş oldu. Artık Batı kendini her yönden diğerlerinden üstün bir medeniyet olduğunu
düşünüyordu ve diğer medeniyetlere de üstünlüğünü taşıtmaya başladı. Sömürgeler bu açıdan
aydınlanma düşüncesiyle batının getirdiği bir meşrutiyet zemininde Batı’nın ihtiyaç duyduğu
kaynakları sağladı ve bunu yaparken de biz size aslında medeniyet, yaşam getiriyor söylemleriyle
sömürmeyi yaptı.

-Fiziki olarak yani, bizzat bir askerle, yönetimle, şirket kurarak vs yani kolonyal olarak yönetmenin
artık çok işlevsel ve kolay olmadığı anlaşılınca yeni bir stratejiye geçildi. Bu da böl-yönet-koru
politikasıydı. Yani bir tarafta emperyalist idareciler halkta kendilerinin yönetebileceği, onlara daha
yakın olan bir grup seçtiler ve bu gruplar aracılığıyla o halkın arasında oluşmuş ayrılıkları köpürterek
veya oluşturarak, tabiri caizse fitne sokarak araya yönetme ve kontrolü sağlama politikasına geçildi.
Böl-Yönet politikasının en çarpıcı örneklerinden biri Ruanda’da gerçekleşti.

-20. Yya kadar antropoloji sömürge politikalarının etkisindeydi. Benzer görüşler sunuluyordu ve
antropologlar bahsettiğimiz sömürgeci, aydınlanmacı, batı merkezli anlayışa benzer bir mercekle
sahaya giriyordu. Diğer yandan İngilizler, Hindistan’da Britanya-Hindistan şirketi kuruyordu, benzer
şirketlerin altında işlerini sürdürüyorlardı ve bu şirketlerin veriye-bilgiye ihtiyaçları vardı. Bu veriyi
toplamak için de araştırmacılar finanse ediliyordu. Dolayısıyla bir bağlılık ilişkisinden bahsediyoruz
burada emperyalistlerle araştırma yapan antropologlar arasında. Böyle bir bağlılık olması
antropologların pratiklerine, uygulamalarına, izledikleri stratejilere de eleştiri getirmelerinde bir
engeldi. Maddi-ekonomik-idari bağlılık eleştiri önünde bir engel yaratıyordu. Talal Asad tam da bunu
eleştiriyor. Bu yönüyle eleştirel antropoloji kanadını temsil ediyor.

-Klasik antropoloji ilkel milletler olgusunu bile evrensel bir gerçeklik olarak tanımlar. Evrensel bir
gerçeklikliktir ilkellik olgusu ve bu bilimseldir şeklinde bakar meseleye. Eleştirel antropolojiye göreyse
bu politik olarak doğru bir ifade değildir yani ilkel ifadesinin kendisi bile altta yatan sömürgeci
mantıkla oluşturulmuş bir kavramdır, aslında toplumları ilkel olarak nitelendirmemiz gerektiğini
söyler eleştirel antropoloji. Talar Asad ve Wendy James eleştirel antropoloji temsilcileridir. 1960’lara
kadar klasik antroploji kendisinin ilkel olarak tanımladığı toplumları incelemiştir ve bunu yaparken tek
bir disiplin altında incelemiştir. Talal Asad bu yönden disiplinlerin ayrılmasını da batı merkezci bir
anlayış olarak görür. Batı kendini şu şekilde görür: bizim ayrışmış ve çok gelişmiş sistemlerimiz var,
bunu anlamak için her bir alan için ayrı disipline ihtiyacımız var. Toplumu anlamak için sosyolojiye,
iktisadi yapımızı anlamak için ekonomiye vs ihtiyacımız var gibi görür. Ama biz bu disiplinlerle ilkel
olarak gördüğümüz toplumları anlayamayız çünkü bu disiplinler bizim için geçerli, bu disiplinlerle
hindistanı anlayamayız diyor batılılar. Buradaki mesele layık görme-görmeme, değer görme-
gormemedir. Sosyal antropoloji denen sistem tüm toplumun her şeyini anlamak için yeterli,
ayrışmaya gerek yok anlayışı var Batıda ve Talal Asad bunu eleştiriyor: ilk disiplinlerin oluşma sürecini,
bu disiplinlerin batı merkezli taraflı bir zeminde oluşturuğunu söyler.

-1960’lara kadar biz toplumların her şeyini sosyal antropoloji denen tek bir disiplinle çözebiliriz
anlayışı vardı. Talal Asad btün bu süreci eleştiren, bu disiplinlerin kökenini ve ortaya çıkış süreçlerini
eleştiren birisi.

-Antropoloğun sömürgeci devletle bir bağlılık ilişkisi oluştuğundan, sahaya inen bir araştırmacı da bu
ilişki çerçevesinde sahaya iniyor. Bu durumda araştırmacının tarafsız, nesnel ve bilimsel olma iddiası
nerede oluyor? Burada ikircikli bir konum var. Dolayısıyla antropolojinin ortaya çıkışının nesnel
olduğunu söyleyemeyiz çünkü eşitsiz bir iktidar ilişkisi içinde üretiyor bilgiyi ve bu bilginin
çarpıtılmamış, yansız olması mümkün olmaz böyle bir ilktidar ilişkisi varken. 1930larda antropolojiye
gelen ilk eleştiriler de bu yöndeydi.

-zamanla antropologlar dayandıkları tüm sömürgeci yönetimlerden, bunların bakış açısından


soğumaya başlıyorlar. Bu noktada antropologlar kendilerini geliştiren, çalışma yapmalarını maddi
olarak destekleyen sömürgecilere karşı durmaya başlıyor. Örneğin diyorlar ki sömürgecilere: siz
Azande’de büyüyü yasaklıyorsunuz ama büyünün o insanlar için anlamını bilmiyorsunuz.

-Talal Asad şu önemli soruları soruyor: Evet sömürgeci anlayışın bilgi ihtiyacıyla doğdu antropoloji
ama bu bilgiler hangi uygulamalarda kullanıldı? Ayrıştırıcı-baskıcı uygulamalarda kullanıldı mı?
Halkları güçlendirici uygulamalarda kullanıldı mı? Kuramsal açıdan belli konular nasıl ele alındı?
Antropolojinin ortaya koyduğu kuramlar belli baskıcı mekanizmalara meşru bir zemin hazırladı mı?
Yabancı toplumları nasıl algıladı, nesneleştirdi mi? O toplumlar bundan nasıl etkilendi?

-Kolonyal yönetimleri olmadan önce genelde kaşifler sıradan, kırsal insanın günlük yaşamına temas
edemiyordu. İşte bu kolonyal yönetimlerden sonra antropoloji kendi araştırma nesnesini bulmuş
oldu.

-Sömürgeciler Afrikadaki topraklarda büyünün önemini vs görmedim büyüyü toptancı bir şekilde
yasakladılar. Evans Pritchard bu türden yasaklayıcı pratiklerin yanlış olduğunu söyledi ve bu açıdan
döneminde kültür bağlamında hak koruyuculuğu yapan ve bu konuda yönetime ve döneminin
düşüncesine karşı çıkan bir konumdadır. Dolayısıyla kültürel devamlılıkların bir toplum için önemli
olduğunu ve o toplumun algı-anlam dünyasında batılının gözünden neyin önemli olduğundan
ziyadede o toplumun gözünden önemli olduğunu savundu.

-Antropologlar 1930’larda aslında Batılıları ahlaki dayatmacı olmakla suçladı ve ilk eleştiriler bu
yönden geldi. Bu noktadan çıkıp 1950lere geldiğimizde kültürel görecelik kavramının yavaşça
doğduğunu görürüz.

-Sınavda antropoloğun ikircikli konumu nedir diye soru sorarsa hoca: Wendy James’ın bahsettiği
yukardaki ikircikli konumu anlatmamız lazım.

-Raymond Firth da sosyal antropolojinin kendi dönemindeki bakış açısınız eleştirir 1930’larda.
Polinesya’daki Tikopia’da araştırmalar yapıyor. Wendy James kitapta şunu anlatır: Firth’e göre bilim
kendi meselelerini ihmal ederek günümüzde pratik çıkarlara teslim olmakta ve onların çıkarlarına alet
olma tehlikesindedir. Sosyal antropoloji insanların toplumsal gruplar içinde nasıl davrandığını
anlamakla meşgul olmalı; idari politikanın kendi tarafına çekme kampanyasını desteklemek için değil.
Firth burada antropolojinin o dönemdeki genel eğilimini eleştirir. İşte Wendy James bu ilişkiye vurgu
yapıyor.
-Antropolojinin mevcut konumunu eleştiren ilk antropologlar Franz Boas, Evans Pritchard, Raymond
Firth ve Malinowskidir denebilir. Avrupalı bir bakış açısıyla evrensellik kisvesi altında diğer toplumlara
birtakım değerlerin dayatılmasını eleştiriyorlar.

-Wendy James antropoloğu ket vurulmuş bir radikal olarak görür. Ket vurulmuştur çünkü bir şekilde
sömürgeciliği eleştirse de antropoloğun sömürgecilerle ters düşmemesi gerekir.

-Buradan yola çıkarak antropolojiyi tarafsız bir bilim olarak kabul edebilir miyiz? Ya da sosyal
bilimlerde tarafsızlıktan bahsedebilir miyiz? Ortaya çıkış koşulları olarak baktğımızda antroğoloji
tarafsız mıdır?

-Modernizmin dayandığı ilkeler şunlar: 5 duyu organımızla algıladığımız olgular evreninden elde
ettiğimiz verileri belli bir mantık süzgecinden geçirerek evrensel-tarafsız bilgilere ulaşabiliriz. Aynı
yöntemle hem gezegenleri hem de insan ilişkilerini inceleyebiliriz. Batı modernizminin getirdiği bu
bilim anlayışıyla işliyordu antropoloji. Modernizmin diğer bir söylemi şudur: insanların iyileşmesi için,
daha üst seviyeye geçebilmesi için eski geleneklerinden, geçmişten kopması gerekiyor. Modernist
bakış açısı 1960larda postmodern bir eleştiriye maruz kalıyor. Postmodernizm diyor ki: modernizmin
otaya koyduğu bu tartışmaların kendisi de bir kültüre bağımlı. Yani zaten modernizmin kendisi
evrensel değildir, belli tarihsel kültür içinde gelişmiş bir bakış açısıdır. Güçlü batılı devletlerin kendi iç
meselelerinde, kendi tarihsel süreçlerinde geliştirdiği bir anlayışı diğer toplumlara dayatma çabası
olarak tanımlıyor postmodernizm modernizmi. Bu bağlamda her kültür ve toplum için kendi
doğrularının olduğunu söylüyor.

3. DERS
-Maduniyet kavramını işleyeceğiz bu hafta. Asef Bayat bu meselede önemli.

-Sosyal bilimlerde maduniyet kavramının nasıl kullanıldığı konusunda Asef Bayat’a dikkat edelim.

-İlk haftaki derslerimizde kuramları konuşurken, 2 kavramda eksik kalmıştık: Yapısalcılık ve Claud Levi
Strauss ve Marksist Antropoloji. Hızlıca bunları işleyelim.

-Yapısalcılık ve Claud Levi Strauss önemlidir. Strauss antropoloji ve yapısalcılığın kurucusudur. 1908-
2009 yılları arasında yaşamıştır. Fransızdır. Yapısalcılığı geliştirerek özellikle kültürel sistemlerin insan
zihniyle aktif olan ilişkisi üzerinde durmuştur. Yapısal ilişkiler açısından ele almıştır insanları. Felsefe,
karşılaştırmalı edebiyat gibi çalışmaları da etkilemiştir.Özellikle dilbilimi açısından da önemlidir.
Kültürleri bir sistem olarak görür ve kültür unsurları arasında yapısal ilişkiler olduğunu söyler. Ama
bunları yapısal işlevselciler gibi kurumsal, örgütsel olarak değil; insan zihninin bir ortaklığı ve
yorumlaması olarak görür. Bu açıdan işlevselcilikten farklıdır. Yani Malinowski, antropolojinin ele
aldığı insan toplumuna dair 3 farklı alandan bahseder: 1. İnsanlar çıkarlarını rekabet ve dayanışma
içinde gözetirler. İnsanın çıkarlarını rekabet ve dayanışma içinde nasıl ürettiğini inceleyen alan
işlevselciliktir Malinowski’ye göre ve insanlar arasındaki etkileşimi inceler. Ör: Tropian adasında
yaşayan insanların kültürlerinin yaşamlarını idame ettirme açısından ne derece önemli olduğudur. 2.
İnsan toplumunda insanlar birbirlerine ne yapmaları gerektiğini anlatırlar. Antropologlara ise ne
yaptıklarını anlatırlar. İşte buna da yapısal işlevselcilik denir. Toplumsal davranış örüntülerinin ve
toplumsal davranışın nasıl kuramsallaştığını, belli yapılar ve birbiriyle ilişkiler içinde toplumun
oluşturduğunu söyler, bunu inceler. 3. İnsanlar kültürlerin sunduğu kategoriler ve imgelerle
düşünürler ve insanlar kendi zihinlerinde bunları kategorileştirirler. İşte yapısalcılar ve Claus Levi
Strauss da insanların nasıl düşündüğünü, imgeleri nasıl ortaya koyduğunu ve kültürel imgelerin tüm
tıoplumlarda nasıl ortak olduğunu ele alır. Bunun mantığını çözmeye çalışır. Yapısalcılık da diğerleri
gibi örüntüye önem verir. Şeylerin nasıl bir araya geldiğini ele alır, tözden yola çıkar. Kısaca insanların
dünyayı nasıl kategorileştirdiğini değil, insan aklının bu kategorileri nasıl ürettiğini inceler. Bunu dil ve
imgeler üzerinden, semboller üzerinden yapar. Çünkü insanlar sembolik olarak dil üzerinden iletişime
geçerler ve bu durumun evrensel olarak ortaklığını incelemek yapısalcıların işidir. Ortak bilinçdışı gibi
kavramları Freud’dan alarak bunu kurgular, akrabalık örüntüleri, inanca dair örüntüler vs gibi şeyleri
inceler. Bütün bu kültürel şeylerin evrensel olarak insan zihninde nasıl kategorileştirilip
oluşturulduğunu inceler.

-Yapısalcılık: yorumsalcılıktan ve etkileşimcilikten farklıdır zira bunlara göre insandan bağımsız bir
nesnel dünya yoktur. Yapısalcılıkta böyle bir dünya vardır. Akıl, insanla dışardaki nesne arasındaki
etkileşimlerde bir araçtır.

-Şeyler arasındaki ilişkilerle ilgilidir yapısalcılar da yapısal işlevselciler de. Bu açıdan benzerler. Ama
yapısal işlevselcilere göre yapılar, toplumun istikrarını sağlayan, kurumlar arası ve örgütsel ilişkilerdir.
Bu açıdan daha tümevarımcı bir noktadan yola çıkar. Tek tek örüntülerden ve olgulardan bir
açıklamaya ulaşmaya çalışır. Claud Levi Strauss ve Yapısalcılık ise daha psikobiyolojik bir nitelik olarak
görür yapıyı ve tüm insanlar için ortak noktalara odaklanır.

-Straussda ve Yapısalcılıkta insandan bağımsız bir nesnel dünya vardır. Yapılar, insanlar ve
çevresindeki nesnel dünya arasındaki diyalektik ilişkiden doğar ve bu ilişkideki aracı insan zihnidir.
Ortak kültürel yapılardan, dilin öneminden ve dilin kategorileştirme özelliklerden bahseder Strauss.
Dolayısıyla antropolog, nesnel dünyaya dair zihinsel kategorilerimize ve bu kategorilerle kurduğumuz
ilişkilere bakmalıdır der. Yani nasıl kategori yaptığımızdan ziyade bu kategorileri nasıl
gerçekleştiriyoruza bakar.

-Strauss, dilbilim açısından önemlidir. İnsan zihnini çeşitli yapılar oluşturmak için bir araya getiren
unsur olarak görür farklı çeşitteki dil öbeklerini ve kavram çeşitlerini. Antropolojinin aslında nesnel
olarak incelediği soy ve akrabalık sistemlerini, insanlar kendi zihinlerinde nasıl oluşturuyorlar,
akrabalık ve soy kategorileri nasıl meydana geliyor ve nasıl evrensel bir yapı haline geliyor meselesini
sorguluyor. Vunu sorgularken dilin rolünü inceler.

-Strauss’a göre antropolojinin çalışması gereken nokta şudur: kültürel bilimler arasındaki ilişkinin
analizini yapmalıdır antropoloji.

-Dolayısıyla antropoloji nesnel soy ve akrabalık gibi kategorilerin zihin tarafından nasıl
oluşturulduğuna bakmalıdır. Ayrıca antropolojinin araştırma konusu insanların kategorilerinin nasıl
oluştuğunun incelenmesidir. Bu açıdan yapısalcıdır.

- nesnel-evrensel bir dış dünyaya ve nesnel kategorilerin varlığını kabul edip bu kategorilerin üretim
sürecini ve bunların nasıl tüm bir toplum için ortaklık ve evrensellik taşıdığını analiz ediyor. Evrensellik
sürecindeki dil ve linguistik faktörünü anlamaya çalışıyor yapısalcılık. Kültür de bu açıdan bakıldığında
sembolik bir etkileşim sistemidir.

-MARKSİST ANTROPOLOJİ açısından günümüzdeki en yakın örneğinin Marvin Harris olduğu


söylenebilir. 1960’larla birlikte özellikle devrimler, gençlik ve bağımsız hareketlerinin başladığı
dünyada, diyalektik maddecilik yaklaşımı -yani toplumları yeniden okumaya yönelik bir yaklaşım-
gerçekleşti. Üretim ilişkileri ve tarzına göre her toplumun farklı bir toplumsal yapıya göre açıklanması
yaklaşımı doğdu. Bu süreçte özellikle kapitalist üretim tarzı içinde üreten araçlarına sahip olanlar ile
üretenler arasındaki güç ilişkilerini anlama açısından sınıf çelişkilerini anlamak önemliydi. Marksist
antropoloji benzer şekilde kaynakların paylaşımı, kaynaklara sahiplik açısından bir toplum içindeki
çelişkilerin nasıl oluştuğunu ve bu çelişkilerin insan ilişkileri, kültürel-toplumsal unsurları nasıl
etkilediğini ortaya koymaya çalışır.
-Marksist Antropoloji birbirleriyle çok uzakmış gibi görünen az gelişmiş ve sanayileşmiş toplumların
birbirleriyle nasıl bir bağlılık ilişkisi içinde olduğunu anlamamız açısından önemlidir. Buna göre küresel
bir işbölümü vardır ve bu işbölümünde bir taraftan üretenler diğer taraftan üretim araçlarına sahip
olanlar vardır.

-Marksist antropolojiye göre aslında parçalanmış ve bölünmüş gibi gözükse de tek bir bütün toprakta
yaşarız. Çünkü evrensel anlamda bir işbölümü vardır ve bu işbölümü küresel anlamda bir sömürü
sisteminin işidir.

-Siyasal bir etkinlik ve ideolojik olarak marksizmden farklıdır Marksist antropoloji. Maddi kaynaklar ve
maddi kaynaklara erişim üzerinden toplumun diğer unsurlarının nasıl etkilendiğini anlatır. Örneğin
çevresel koşullara uyarlanma aracılığıyla maddi üretimin önemini gösterir. Belirli maddi koşullar
içinde toplumların belirli kıt kaynakları verimli şekilde kullanabilmeleri için belirli pratikler oluşturması
buna örnektir. Hayatta kalma olanaklarını sağlamak için geliştirilen pratikler; bir kültürü, bir toplumun
inanç sistemlerini vs nasıl etkiliyor meselesiyle ilgilenir Marksist antropoloji.

-Marvin Harris; ‘’inekler, cadılar, domuzlar’’ adlı kitabında da bundan bahseder. Örneğin yemek
kültüründeki inek tüketmeme, domuz eti tüketmeme gibi tabuların, nüfus kontrolü için çocukların
öldürülmesinin vs. nedenlerine bakıyor. Bunu yaparken işlevselcilikten farkını şöyle anlatabiliriz:
meseleyi maddi temellere dayandırıyor. Yani maddi koşulların ve gereksinimlerin, bir toplumun diğer
üst yapılarını belirlediği üzerinden kuramını oluşturur: altyapı üstyapıyı belirler mantığı vardır. Marvin
Harris bunu çok analitik ve açıklayıcı biçimde yapar.

-Dini inanışlar, değerler, akrabalık ilişkileri vs.nin hep bir toplumun belirli fiziksel-coğrafi-doğal kısıtlar
içinde ve maddi kaynakları belirli bir şekilde kullanabilmeleri için nasıl tasarlandığını kurgular. Bize
anlamsız gelebilecek saldırganlık gibi unsurların aslında o toplum içinde kıt olan protein kaynakları ya
da kıt olan su kaynaklarının belirli bir şekilde kullanılmak zorunda olmasına yönelik bir pratik olarak
tanımlar Marvin Harris. Bizim barbarca gördüğümüz tüm pratiklerin aslında bir nüfus baskısı
üzerinden üretim gücünün arttırılması gibi maddi nedenlere dayandığını ifade eder.

-Marksist Antropolojinin İşlevselcilikten farkı veya katkısı şudur: uyarlanma sürecinin ya da kültürel
pratiklerin temelinde bir maddi kar-zarar hesabına göre gerçekleştirildiğini söylemesidir.

NAPOLİON CHAGNON

-Napolyon chagnon 1960’larda Yanonovaları araştırmak için sahaya girmiştir ve 1990’larda bu son
bulmuştur. Hayati tehlikesinin olduğunu düşünmüşlerdir.

-Antropoloğun sahadaki yerel kişilerle ilişkisinin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir Shenlon.

-Chagnon, postmodern eleştirilerin ve antropolojideki paradigma dönüşümünün olduğu dönemde


eski paradigmayı temsil eden son antropologdur. Sahaya belirli batılı kalıp yargılarla girmiştir, ilk
temasıyla bu kalıp yargıları yeniden üretmiş oldu ve bu kalıp yargılar çerçevesinde belki de
olduğundan daha vahşi ve ürtkücü bir yanomamo halkıyla karşılaştı. Bu imaj, genel kamuoyunda
olumsuz bir algı yarattığından, kaçak madenci ve avcılar için orayı talan etmenin meşru bir zeminini
oluşturmuş oldu.

-Yani ilk antropologların sahada yaptıklarına benzer bir şeyi 1960larda Shenlon yapar. Araştırdığı
Yanonovalar kültürel olarak şiddete başvuran savaşçıl bir halk ama bu ne kadar Shenlon’un yansıttığı
derecede doğru, gerçekte ne kadar dış çevreye bağlı meçhul.

-Chagnon, Misyonerlik faaliyetlerine karşı çıktı çünkü oradaki misyonerler, günümüz dünyasına uyum
sağlayacak davranış ve kültürel kalıpları dönüştürücü birtakım etkilere sahipti. Böyle olunca
Chagnon’un halkı araştırmasının bir anlamı kalmayacaktı zira belki de yansıttığı kadar agresif bir halk
olmadığı anlaşılacaktı. Kendi teorileri bu sefer sorgulanacaktı, dolayısıyla oradaki misyonerlik
faaliyetlerine kültürel korumacılık anlamında değil ama kendi tartışmalarının ve sunduğu imajların
yanlış çıkması korkusuyla karşı çıktı. Böyle olunca çıkar çatışmaları nedeniyle antropoloji çalışmasını
sonlandırmak zorunda kaldı.

-Marksist Antropologlar da Napolyon Chagnon’u eleştirmiştir zira onun ortaya koyduğu açıklamalar,
Marksist antropolojinin tam zıttını söyler.

-Bu noktada postkolonyal dönüşüm karşımıza çıkar. Postkolonyal dönüşüm postmodern


paradigmadan etkilenir. Postkolonyalizm şudur: günümüzde sömürgeciliğin her alanını eleştirel bir
akademik alandır. Sömürgeciliğin nedenleri olarak dış faktörlerin oynadığı rolü ve dış faktörlerin nasıl
iç meseleler haline geldiğine bakar. Örneğin Ruanda’da geçen dış faktörlerin dayattığı ve yarattığı
ayrımın zaman içinde iç savaşa nasıl yol açtığıdır.

-Maduniyetle ilgili 2 kaynak var: biri Partha Chatterjee’nin Mağdurların siyaseti kitabıdır. Hindistan’da
geçen bir maduniyet yazınıdır. Hindistan’daki postkolonyal çalışmalarla başlar maduniyet.
Postkolonyalizm Hindistan’ı anlatmak için oluşturulmuş bir kavramdır ancak zamanla maduniyet
kavramı diğer toplumlar için de kullanılmaya başlar. Örneğin Pınarcıoğlu, Oğuz Işık, Necmi Erdoğan
kent yoksulluğunu maduniyet üzerinden çalışır.

-Partha Chatterjee, Kalküta yani demir yolu kenarındaki teneke mahalleleri üzerinden anlatır
madunğyet çalışmalarını. Demir yolunun bir tarafında lüks apartmanlar varken, diğer tarafında
hindistana gelen göçmenlerin derme çatma kurduğu barakalar var. Bu barakalar ve mahallelerde
TCGP/ISTK’lar var. Bunlar aktivistlerdir ve oradaki yaşam stratejilerini anlatır.

- Asef Bayat Ortadoğu’da Kent Yoksulluğunu maduniyet kavramı üzerinden çalışır. Burada kitaptaki şu
başlık önemli: sıradan olanın sessiz tecavüzü. Tüm maduniyet çalışmalarını, madun uyrukların aslında
sessiz kitlelerin kendi sesini, kendi varoluşunu belli bir şekilde oluşturan ve bunun için strateji
oluşturan kitleler olduğunu görürüz. Örneğin Hindistan’daki kırsal ayaklanmalarda aktif olarak sahaya
çıkan bir kitleyken hindistandaki köylüler, türkiye’deki kent yoksulları uzak durma, kendini
göstermeme, kendi bedenleri üzerinde birtakım direniş stratejileri gösterdiğini görürüz maduniyet
konumlarıyla ilgili olarak.

-Maduniyet, postmodern bir kavramdır. Klasik işçi sınıfı-marksist literatürden farklıdır. Postmodern
paradigma içinde doğmuştur.

-Maduniyet kavramı, antropolojiye getirilen postkolonyal eleştirilerin de bir özeti gibidir. Postkolonyal
eleştirilerin önemli bir gündemi Avrupa merkezli bakış açılarıdır, batı merkezli yaklaşımları
yapısöküme uğratmaktır. Postkolonyal eleştiri, Hindistan’daki sömürgecilik bağlamında mesele öne
çıkar. 1948’e kadar doğrydan ve fiziki bir sömürü sistemi vardır. Ancak dünya savaşları gösterdi ki bu
ciddi bir kaynakların verimsiz kullanımına yol açıyor. Fakat bir yandan da petrol kaynaklarına ihtiyaç
var yani sömürgecilik sisteminin devam etmesi gerekiyor. İşte bu iki bağlamda yeni bir sistem ortaya
çıkmıştır. Borçlar, finanslar, kitlelerin manipüle edilebileceği uluslarası siyaset gibi süreçlerle yeni bir
küresel bağımlılık sistemi oluşturulur. Bu bağlılık sistemi üzerinden aslında 19. Yydaki kolonyal
anlayışın bir şekilde devam ettiğini görürüz. Postkolonyalizm de bu süreci eleştirir. Belki artık
İngiltere’nin eskiden yaptığı doğrudan bir koloni kurma yoktur ama borçlar, uluslararası şirketler,
finans sistemleri vs yoluyla bir sömürge sistemi kurulmuştur ve bunun eleştirilmesi en temel
Postkolonyalist eleştirilerdir. Postkolonyal eleştiriler batı merkezli kolonyal anlayışı yapısöküme
uğratır ve maduniyet, bunu araştıran bir alt alandır.
-Sömürgecilik süreci ve sonrasında, marjinalize edilmiş, tarih dışı bırakılmış grupların yeniden sesini
çıkarması için bir alan yaratır maduniyet çalışmaları. Burada ‘’ses duyuma’’ ifadesi de önemlidir.
Çünkü bir araştırmacının marjinalize edilmiş grupların sesini duyurması anlamına gelmez, böyle bir
şey 3. Şahısla ilgilidir. Oysa buradaki ses duyurmadan kasıt şudur: bizzat marjinalize edilmişlerin kendi
seslerini kendilerinin çıkarabileceği, kendi kavramlarını yaratabileceği bir alan yaratma çabasıdır
maduniyet araştırmaları. Yani, kimse kimsenin adına konuşmaz. Bu açıdan net bir tarihselliği ve
kategorisi yoktur. Mesela işçi sınıfı derken, Marksist anlamda dışardan bir tanım yapılır. Maduniyet
çalışmalarında böyle bir şey yoktur; dışardan kimse kimseyi tanımlamaz. Yoksul biri kendini nasıl
tanımlıyorsa odur. Yani kısacası sözgelimi yoksulların özellikleri x,y,z’dir gibi bir tanım yapıp, bu
tanıma göre kişileri kategorize etmiyor maduniyet. Tersine bunun klasik-modern bir anlayış olduğunu
söyleyerek karşı çıkıyor. Maduniyet için her birey bir aktördür, kendi gerçekliğini anlatır, kendi
tanımını kendi yapmalıdır. Birisine göre yoksulluk temel gıda maddelerinin karşılanamaması
durumuyken, kimisi için yoksulluk sosyal aktivitelere katılamama olabilir. Dolayısıyla maduniyet bir
özelliğin (örneğin yoksulluğun) tarihsel sürecini çizmez.

-1950lerden sonraki süreçlerde, antiemperyalist fikirler güçlenmeye başlar ve maduniyet yazının da


ortaya çıktığı, güçlendiği dönemdir bu. Çünkü emperyalizm ve sömürgecilik farklı bir boyuta
evrilmiştir. Daha kolay ve etkisi açısından daha güçlü bir sürece doğru evrildi. Burada postkolonyal
yazının amacı da kolonyalist dönem sürecinde tabi kılınmış, sesini çıkarıp duyuramamış, tarihsiz
topluluklar olarak görünen toplumların ses çıkarabileceği bir alan yaratmaktır.

- Özellikle düşünümsel ve eleştirel antropolojiyle birlikte antropologlar, kendilerini çalıştıkları halka


yakın görürler. Fakat antropologlar dışardan gelen uzmanlar, o halkı ve kültürün bizzat içinden
gelmiyorlar. Dolayısıyla aslında kendilerini yakın hissediyor olsalar da kendi anlam dünyalarıyla
yoğruldukları bilginin aracısıdırlar. Bu durumda gerçek bir bilgi üretmeleri pek mümkün değildir. Bu
açıdan maduniyet yazını gelişmiştir.

You might also like