Download Uyurgezerler Esch veya Anars izm 1st Edition Hermann Broch full chapter free

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Uyurgezerler Esch veya Anars izm 1st

Edition Hermann Broch


Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/uyurgezerler-esch-veya-anars-izm-1st-edition-herman
n-broch/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Uyurgezerler Huguenau veya Realizm 1st Edition Hermann


Broch

https://ebookstep.com/product/uyurgezerler-huguenau-veya-
realizm-1st-edition-hermann-broch/

Uyurgezerler Pasenow veya Romantizm 1st Edition Hermann


Broch

https://ebookstep.com/product/uyurgezerler-pasenow-veya-
romantizm-1st-edition-hermann-broch/

Jane 1st Edition Broch Mckenn Ramon

https://ebookstep.com/product/jane-1st-edition-broch-mckenn-
ramon/

Korkunun Felsefesi veya Kalbin Paradokslar■ 1st Edition


Noel Carroll

https://ebookstep.com/product/korkunun-felsefesi-veya-kalbin-
paradokslari-1st-edition-noel-carroll/
Jane 1st Edition Aline Broch Mckenn Ramón K Pérez

https://ebookstep.com/product/jane-1st-edition-aline-broch-
mckenn-ramon-k-perez/

O lobo e outros contos 1st Edition Hermann Hesse

https://ebookstep.com/product/o-lobo-e-outros-contos-1st-edition-
hermann-hesse/

Tractatus Logico Suicidalis On Killing Oneself 1st


Edition Hermann Burger

https://ebookstep.com/product/tractatus-logico-suicidalis-on-
killing-oneself-1st-edition-hermann-burger/

Hermann Hesse para desorientados Allan Percy

https://ebookstep.com/product/hermann-hesse-para-desorientados-
allan-percy/

Methodenlehre der germanischen Philologie Hermann Paul

https://ebookstep.com/product/methodenlehre-der-germanischen-
philologie-hermann-paul/
UYURGEZERLE�
ÜÇLEMESi
ISBN: 978-625-8094-31-2 (Tk) 978-625-8094-33-6 (2.c)
©2018 Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı A.Ş.

ketebe.com Ketebe Yayınlan:666 Modem

Yayın Yönetmeni Dizi Editörü


Furkan Çalışkan Aykut Ertuğrul

Yayıma Hazırlayan Düzelti


Zeynep Ekşi Rukiye Şahin

Kapak Mizanpaj
Harun Tan Serap Şahin

1. BASKI Ketebe Yayınları Baskı ve Cilt


Sertifika No: 49619 Matsis Matbaa Hizmetleri
Mayıs2022
Maltepe Mahallesi Fetih San. ve T ic. Ltd. Şti
İstanbul
Caddesi No: 6 Dk: 2 Sertifika No:40421
Topkapı 34010 İstanbul Tevfik Bey Mah. Dr. Ali Demir Cad.
Tel: 212 612 29 30 No: 51 Sefaköy Küçükçekmece /
e-mall: ketebe@ketebe.com İstanbul Tel: 212 624 2111

© Özgün adı Die Sch/afwandler: 1903 - Esch oder die Anarchie olan eserin her hakkı
anlaşmalı olarak Kelebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı A. Ş.'ye aittir. İzinsiz yayımlanamaz.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
UYURGEZERLER
ÜÇLEMESİ

Hermann

Broch
Esch veya
Anarşizm

TÜRKÇESi
M. SAMİ TÜRK
Hermann Broch

Hermann Broch 1 Kasım 1886'da Viyana'da doğdu. Babasının ısrarıy­


la tekstil okulunu bitirdi ve bir süre babasının fabrikasında yöneticilik
yaptı. 1913'te ilk edebi yayını Der Brenner dergisinde yayımlandı. Sa­
dece zihinsel üretime zaman ayırmaya karar vererek 1927'de tekstil
fabrikasını sattı ve Viyana Üniversitesi'nde matematik, felsefe, psiko­
loji öğrenimi gördü. Nazilerin 1938'de Avusturya'yı ilhak etmesinden
sonra tutuklandı, ancak aralarında James Joyce'un da bulunduğu
arkadaşlarının girişimi sayesinde önce İngiltere'ye, ardından ABD'ye
iltica etti.

İlk romanı Die Schlafwandler (Uyurgezerler) yayımlandığında 45 yaşın­


daydı. Hermann Broch'un başlıca eserleri: Bilinmeyen Değer, Büyülen­
me, Edebiyat ve Felsefe, Psikolojik Otobiyografi, Vergilius'un Ölümü.
En büyük modernistlerden kabul edilen ve Nobel Edebiyat Ödülü'ne
aday gösterilen Broch, 30 Mayıs 1951'de New Haven'da vefat etti.

M. Sami Türk
1986 İstanbul doğumlu. Lisans öğrenimini Marmara Üniversitesi Al­
man Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde, yüksek lisans öğrenimini İstanbul
Üniversitesi'nin aynı bölümünde tamamladı. Doktora çalışmasını ta­
mamladığı Sakarya Üniversitesi'nin yine aynı bölümünde 2011 yılın­
dan beri öğretim üyeliliği yapmaktadır. Evli ve bir çocuk babasıdır.

Daha önce E.T.A. Hoffmann, Robert Musil, Thomas Mann, Friedrich


Nietzsche, Arthur Schnitzler, Thomas Bernhard, Elfriede Jelinek, W.
G. Sebald gibi yazarlardan edebi, C. G. Jung ve Thomas Macho'dan
fikri eserler çevirmiştir.
1

2 Mart 1903 tarihi 30 yaşındaki tezgahtar August Esch için


kötü bir gündü; patronuyla arasında hırgür çıkmış, daha istifa
etmeye fırsat bulamadan işten atılmıştı. Bunun üzerine işten
atılmaktan çok, daha hazır cevap olmayışına yandı. Şu adam
yok muydu, yüzüne neler söylerdi aslında neler, işinde olup
bitenlerden habersizdi, Nentwig diye birinin köpürtmelerine
kanıyor, Nentwig'in hiçbir komisyon fırsatını kaçırmadığını
bilmiyor, tüm bunlara da herhalde Nentwig onun karıştırdığı
haltları biliyor diye kasten göz yumuyordu. Bir de ahmakçası­
na, dediklerine kanıvermişti: Esch'i, pis bir tavırla, hesap yanlı­
şı yapmakla suçlamışlardı, şöyle bir düşününce ortada aslında
yanlış manlış yoktu. Fakat ikisi yüzüne öyle hırçın bağırmıştı
ki işin sonu çocukça küfürleşmeye varmış, bu sırada da aniden
kovulduğunu fark etmişti. Uygun düşecek türlü türlü şeyler
bilmesine rağmen aklına Götz alıntısından· başka bir şey gel­
memişti, oysa "Beyefendi," evet, "Beyefendi," deyip gözlerini
onun ayaklarına dikmesi gerekirdi, Esch şimdi iğneleyerek,

*
Goethe'nin Götz von Berlichingen dramında başkişiye söylettiği, örtmece
olarak Svabya selamı diye ünlü, "Kıçımı yala!" sözü. (ç. n.)

5
kendi kendine, "Beyefendi," diyordu, "işleriniz ne halde, hiç
fikriniz var mı?.. " Evet bunları demesi gerekirdi ama artık çok
geçti. Sonrasında kafayı çekmiş, bir kızla yatmıştı ama hiçbir
işe yaramamış, öfkesi olduğu gibi kalmıştı, Esch Ren kıyısı bo­
yunca kente yürürken kendi kendine sövüyordu.

Arkasında ayak sesleri duydu, başını çevirince Martin'i gördü,


kısa bacağının ayak ucunu tahtaya bastırmış, iki koltuk değne­
ği arasında koşturarak geliyordu. Bir bu herif eksikti. Esch değ­
neklerden birini başına yemek pahasına -asıl öldürseler müs­
tahaktı- yoluna devam etmek isterdi, fakat sakat adamı peşin­
den koşturmanın adilik olacağını hissediyordu, onun için de
durdu. Üstelik bir iş de bakması lazımdı, tanımadığı kimse ol­
mayan Martin'in belki bir bildiği olurdu. Kötürüm adam yetiş­
ti, bükük bacağını sallandırdı ve lafı dolandırmadan, "Kovul­
muşsun?" dedi. Demek bu da biliyordu. Esch zehir zemberek,
"Kovuldum," diye yanıtladı. "Paran var mı?" Esch omuz silkti;
birkaç gün daha yeterdi. Martin düşündü: "Sana uyacak bir yer
biliyorum. " - "Tamam, ama senin teşkilata girmem. " - "Bili­
yorum, biliyorum, beyimin ayağı varmaz . . . ama bir gün gele­
ceksin. Nereye gidiyoruz?" Esch'in amacı yoktu, bu yüzden de
Hentjen Ananın Meyhanesi'ne yürüdüler. Kastell Sokağı'nda
Martin durdu: "Sana doğru düzgün bir tavsiye mektubu verdi­
ler mi bari?" - "Gidip almam gerek. " - "Mannheim'daki Mit­
telrhein şirketinde nakliye veznedarı mı öyle bir şeye ihtiyaçları
var . . . Köln'den taşınman sorun değilse . . . " İçeri girdiler. Epey
kaba ve kasvetli bir mekandı, yüzlerce yıldır Ren gemicilerinin
meyhanesi olsa gerekti; ne var ki ise bulanık kubbeli tavanın
dışında uzun geçmişi hatırlatan bir şey kalmamıştı. Masaların
ardındaki duvarlar yarıya kadar kahverengi tahta kaplıydı, du­
vara monte bir bank duvar boyu uzanıyordu. Duvar masasının
üstünde Münih tarzı litrelik bira bardakları duruyor, bronz bir
Eiffel Kulesi de görülüyordu. Eiffel Kulesi siyah-beyaz-kırmızı
bir bayrakla bezeliydi, iyice bakıldığında üstünde "Gedikli Ma­
sası " sözünün silik, yaldızlı harfleri seçilebiliyordu. İki pencere

6
arasındaysa kapakları açık bir orkestriyon duruyor, içindeki
·

nota rulosu ile mekanik tertibatı gösteriyordu. Aslında kapak­


ların kapalı olması lazımdı, müziğin keyfine varmayı dileyen
içine on fenik atmalıydı. Fakat Hentjen Ananın eli açıktı, bu
bakımdan müşterinin tek yapması gereken, mekanizmaya
uzanıp manivelayı çekmekti; Hentjen Ananın tüm müşteri­
leri cihaz nasıl kullanılır, bilirlerdi. Orkestriyonun karşısında
mekanın geriye uzanan tüm dar cephesini büfe kaplıyor, ar­
kasında da rengarenk likör şişlerinin olduğu iki cam dolabın
arasında büyük bir ayna bulunuyordu. Hentjen Ana akşamları
büfedeki yerini aldığında kimileyin arkasını döner, yuvarlak ve
ağır başının üstüne, küçük ve katı bir şeker koni gibi oturan
sarı saçlarını aynanın karşısında eliyle yoklardı. Büfenin tepe­
sinde birkaç şarap ve sert likör şişesi duruyordu. Çünkü cam
dolaptaki rengarenk likörleri isteyen nadir çıkardı. Son olarak
büfe ile cam dolabın arasına usturuplu bir şekilde, musluklu
çinko bir leğen yerleştirilmişti.

Mekan ısıtılmıyor, soğukluğu kokuyordu. İki adam ellerini


ovuşturdu, Esch bir bankın üstüne külçe gibi otururken Mar­
tin orkestriyona davrandı ve alet haykırarak mekanın soğuk
havasına bir gladyatör marşı salıverdi.

Gürültüye rağmen gıcırdayan ahşap merdivenden birazdan


ayak sesleri işitildi ve büfenin yanındaki kilitsiz, sallanan kapı
Frau Hentjen tarafından hızla ittirildi. Kadının sırtında hala sa­
bahlık iş elbisesi vardı, eteğinin önüne iri ve mavi bir aba önlük
bağlamış, akşamlık korsajını henüz takmamıştı, onun için de
göğüsleri iri kareli pazen bluzunda iki torba gibi duruyordu. Bir
tek saçları katı ve düzgün, solgun ve ifadesiz yüzünün üstünde
şekerden koni gibi bekliyordu, yaşını tahmin etmenin imkanı
yoktu. Fakat herkes bilirdi ki Frau Gertrud Hentjen otuz altı ya-


Muhtelif müzik ekipmanlarıyla zenginleştirilmiş farklı çeşitleri mevcut,
temelde piyanonun mutlaka bulunduğu, dolap biçimli mekanik bir müzik
otomatı. (ç. n.)

7
şındaydı ve çok uzun zamandır -ancak geçenlerde hesaplamış­
lardı, üstünden on dört yıl geçtiği kesindi- Herr Hentjen'in du­
luydu, adamın sararıp solmuş fotoğrafı Eiffel Kulesi'nin üstün­
de işletme ruhsatı ile mehtaplı bir manzaranın arasından göze
çarpıyordu, üçü de güzel, siyah ve altın yaldızlı çerçevelerdeydi.
Herr Hentjen keçi sakalıyla, muhtaç bir terzi yamağına benze­
mesine rağmen dulu ona sadakatini bozmuyordu; en azından
kadının arkasından kimse konuşamıyor, biri namusuyla yanı­
na yaklaşmaya cesaret edecek olsa kadın, "Tabii, meyhane işine
gelir. Yok, ben tek başıma işletmeyi yeğlerim, " diyordu.

"Günaydın, Herr Geyring, günaydın, Herr Esch, " dedi, "bu­


gün erkencisiniz." Martin, "Siz de epeydir ayaktasınız, Hent­
jen Ana, " diye cevap verdi, "çalışan, yemek de ister." Peynir ile
şarap söyledi; dünkü şarap hala ağzını ve midesini burduğun­
dan Esch sert bir likör aldı. Frau Hentjen adamların yanına
oturup yeni haberleri anlattırdı; Esch'in ağzını bıçak açmıyor­
du, kovulduğu için hiç utanmıyorsa da Geyring'in olayı etra­
fa yayması onu kızdırıyordu. Sendikacı, anlattıklarını, "işte,
sermayeciliğin bir kurbanı daha, " diye bitirdi, "ama artık ye­
niden işbaşı vakti; elbette, baronumuz burada ense yapacak
değil ya." Hesabı ödedi, Esch'inkini de ödemekte ısrar etti.
İşsizlere destek çıkmak gerek ... " Yanında bir yere dayadığı
değneklerini aldı, sol ayak ucunu tahtaya bastırıp değneklerin
arasında salına salına takırtılarla dışarı çıktı.

O gittikten sonra ikisi bir süre sustu; sonra Esch çenesiyle kapı­
yı işaret etti: "Anarşist, " dedi. Frau Hentjen etli omuzlarını silk­
ti: "Anarşist falan bilmem, namuslu adam ... " Esch, "Namuslu
olmasına namuslu, " diye onaylayınca Frau Hentjen devam etti:
" ... ama yakında gene yakalarlar; bir defasında altı aya çarptır­
dılar ... " Sonra da: "Kendi bilir." Gene sustular. Esch, Martin
acaba çocukluktan beridir topal mıydı, diye düşündü; içinden,
hilkat garibesi, dedi, sonra da sesli: "Beni de sosyalist toplulu­
ğuna katmak istiyor. Ama ben gitmiyorum." Frau Hentjen ilgi-

8
siz, "Neden gitmiyorsun?" diye cevap verdi. "Bana uymaz. Ben
yükselmek istiyorum; yükselmek isteyene düzen şart." Frau
Hentjen katılmadan edemedi: "Evet, orası doğru, düzen şart.
Ama benim mutfağa geçmem lazım. Bugün yemeği bizde mi
yiyeceksiniz, Herr Esch?" Esch burada da yiyebilirdi başka yer­
de de, fakat buz gibi ayazda ne diye ortalıkta sürtecekti ki. "Bu
yıl kar yok," diye şaşırdı, "toz insanı kör ediyor." Frau Hentjen,
"Evet, dışarısı berbat," dedi, "öyleyse burada kalıyorsunuz."
Mutfağa gidip ortalıktan kayboldu, sallanan kapı bir süre daha
titredi, Esch kapının kanadı durana kadar titremesini donuk
donuk seyretti. Sonra uyumaya çalıştı. Fakat mekanın soğuk­
luğunu artık hissediyordu; biraz ağır ve çolpa adımlarla bir aşa­
ğı bir yukarı yürüdü, büfede duran gazeteyi aldı ama sayfaları
donan parmaklarıyla çeviremiyordu; gözleri de acıyordu. Hal
böyle olunca sıcak mutfağı ziyaret etmeye karar verdi; elinde
gazete, içeri girdi. Frau Hentjen, "Yemek kokusuna geldiniz ga­
liba," dedi, gerçi içerisinin çok soğuk olduğunu anlıyordu ama
oranın ateşini ancak ikindiüzeri yakmak adetinde olup bu ku­
ralı gevşetmediğinden kendisine eşlik etmesine izin verdi. Esch
onun ocağın başındaki hareketlerini gözetledi, elini göğüsleri­
nin altına daldırası vardı ama burnundan kıl aldırmadığını bil­
diğinden hevesi kursağında kaldı. Ayak işlerini gören hizmetçi
mutfaktan çıkınca dedi ki: "Yalnız yaşamayı seviyorsunuz." Ka­
dın, "Ha," diye cevap verdi, "siz de aynı teraneye başlıyorsunuz
demek." Esch, "Yok," dedi, "öylesine söyledim." Frau Hent­
jen'in yüzü garip donuklukta bir ifade aldı; sanki bir şeylerden
tiksinmişti, çünkü memeleri sallanacak kadar silkindi, sonra
herkesin alışkın olduğu sıkkın ve boş bakışlarıyla tekrar işinin
başına geçti. Esch pencerenin yanındaydı, gazetesini okuyordu,
derken rüzgarın küçük toz girdapları kaldırdığı avluya baktı.

Sonra akşamları garsonluk yapan iki kız geldi, yıkanmamışlar­


dı, uyku mahmuruydular. Frau Hentjen, iki kız, küçük hizmet­
çi ve Esch mutfak masasının etrafına oturdu, hepsi dirseklerini
iyice uzattı, tabağının üstüne adamakıllı eğilip yemeğini yedi.

9
Esch Mannheim'daki şirkete başvurusunu hazırlamıştı; bir tek
tavsiye mektubunu iliştirmesi lazımdı. Aslında olayların böy­
le gelişmesinden memnundu. Biteviye aynı yerde oturmak iyi
değildi. Dışarı çıkmak gerekti, ne kadar uzak, o kadar iyiydi.
Etrafa bakmak şarttı; o da bu yoldan hiç şaşmamıştı zaten.

Öğleden sonra Stemberg & Ortakları, Şarap Toptancısı ve


Mahzeni'ne mektubunu almaya gitti. Nentwig onu tahta bari­
yerde bekletti, şişman ve yusyuvarlak bedeniyle yazı masasına
oturmuş hesap yapıyordu. Esch sert tırnağıyla bariyerin üs­
tünde sabırsızca ritim tutuyordu. Nentwig ayağa kalktı: "Sab­
redin bakalım, Herr Esch," bariyere doğru geldi ve tepeden
inme bir sesle, "Tavsiye mektubu için miydi - çok acelesi yok­
tur herhalde. Peki, doğum tarihi? İşe giriş tarihi?" dedi. Esch,
başını başka yöne çevirmişti, sorulanları söyledi, Nentwig de
yazdı. Sonra Nentwig yazıyı çıkarttırıp mektubu getirdi. Esch
hemen okudu: "Tavsiye mektubu değil bu," deyip kağıdı geri
verdi. "Bak hele, neymiş peki?" - "Muhasebecilik yaptığımı
tasdiklemeniz gerek." - "Siz mi muhasebeciydiniz! Elinizden
ne kadar geldiğini gösterdiniz." İşte hesaplaşma anı gelmiş­
ti: "Sayımlarınız için uzman muhasebeciye ihtiyacınız var ya,
onu diyorum!" Nentwig duraladı. "O ne demekmiş?" - "Ne
demekse o demek." Nentwig kıvırdı, kibarlaştı: "Asabiliğini­
zin zararı hep kendinize; iyi bir işiniz var, patronla dalaşıyor­
sunuz." Esch zaferi sezdi, tadını çıkarmaya başladı: "Patronla
daha konuşacaklarım var." Nentwig de, "Ne isterseniz onu
konuşun, bana hava hoş," diye kozunu oynadı, "söyleyin ba­
kalım, nasıl mektup lazımmış?" Esch "gayretli, güvenilir, tüm
muhasebe ve sair yazı işlerinde çok tecrübeli" sözlerini yazdır­
dı. Nentwig kurtulmak istiyordu. "Doğru mu, değil ama bana
ne." Yeni yazıyı yazdırmak için tekrar katibe döndü. Esch'in
tepesi atmıştı: "He, doğru değil mi? Öyle demek? ... o zaman,
'kendisini memnuniyetle tavsiye ederiz' diye de ekleyin, an­
ladınız mı?" Nentwig reverans yaptı: "Emrinize amadeyim,
Herr Esch." Esch yeni yazıyı okudu, memnundu. "Patronun

10
imzası," diye emretti. Nentwig için bu kadarı da fazlaydı; ba­
ğırdı: "Benimkini beğenmediniz galiba?!" Esch'in yüce gönül­
lü ve büyüklenmeli yanıtı, "Özel vekaletiniz varsa olur," diye
gelince Nentwig imzayı attı.

Esch dışarı çıktı, en yakın posta kutusuna yöneldi. Kendi


kendine ıslık çalıyor, keyfinin yerine geldiğini hissediyordu.
Mektubu almıştı, güzel; Mittelrhein başvurusuyla zarftaydı.
Nentwig'in boyun eğişi vicdan azabı çektiğine işaretti. Demek
mal sayımları hileliydi, demek adamı polise vermek lazımdı.
Evet, derhal ihbarda bulunmak vatandaşlık göreviydi. Mektup
posta kutusuna yumuşak ve boğuk bir sesle düştü, parmakları
hala kutunun gözünde duran Esch doğruca polis karakolu­
na gitse mi diye düşünüyordu. Kararsızca dolanmaya devam
etti. Tavsiye mektubunu yollaması iyi olmamıştı, Nentwig'e
iade etse daha iyiydi; önce şantajla tavsiye alıp sonra ihbar et­
mek, yok, yakışık almazdı. Fakat olan olmuştu, ayrıca tavsiye
mektubu olmasa Mittelrhein armatörlüğündeki işi alması da
zordu - tekrar Stemberg'e girmekten başka hiç çaresi kalmadı.
Dolandırıcılığı ortaya çıkardığı için patronun ona Nentwig'in
yerini vereceğini, Nentwig'in de hapiste çürüyeceğini düşledi.
Peki, ama ya patronun kendisi de üçkağıda ortak olmuşsa? O
zaman polis soruşturması düzenlerini berbat ederdi. Hal böyle
olunca şirket ödeme aczine düşer, muhasebeciye yer kalmaz­
dı. Gazetelerde "Kovulan çalışanın intikamı" başlıklı haber­
ler okunurdu. En sonunda olaylardan haberdar olmasından
şüphelenilirdi. O zaman da elinde ne tavsiye mektubu ne de
girip çalışacağı bir yer olurdu. Esch tüm sonuçları çıkarırken
gösterdiği keskin zekaya sevindi, ama öfkelenmişti de. Kendi
kendine, "Pislik yuvası!" diye küfretti. Opera binasının önün­
deki bulvarda durmuş, soğuk tozları gözlerine savuran rüzgara
doğru sövüyordu, kararsızdı ama sonunda meseleyi ertelemeye
karar verdi; Mittelrhein'daki işi alamazsa intikam tanrıçasını
harekete geçirmek için yine de vakti olacaktı. Kararan akşamın
içinde yürüdü, elleri pespaye ceketinin ceplerine gömülü, daha

11
çok adet yerini bulsun diye polis karakoluna kadar ilerledi.
Nöbetçiyi gözledi, karakolun önüne mahkfunların bulunduğu
bir yük arabası yanaşınca herkes inene kadar bekledi, Nentwig
ortaya çıkmamasına rağmen memur arabanın kapısını çarpın­
ca hayal kırıklığına uğradığını hissetti. Birazcık daha bekledi,
sonra kesin kararla dönüp Alter Markt yolunu tuttu. Yanakla­
rında belli belirsiz duran uzunlamasına çizgiler, çukurlaşmıştı.
Kendi kendine, "Şarap hilebazları!", "Sirkeciler!" diye sövdü.
Zafer sevincine su kattıklarından somurtkan ve mutsuz, gene
kafayı çekmesi ve bir kızla yatması gerekiyordu.

Frau Hentjen normalde ancak akşamları giyegeldiği kahve­


rengi ipeklisiyle öğleden sonrasını bir arkadaşında geçirdi,
evine döndüğünde gene aynı binayı, ömrünü tüketmeye ni­
cedir mecbur kaldığı aynı mekanı görünce alışıldık öfkesi sar­
dı içini. Şüphesiz, yaptığı işte kenara biraz para koyabiliyor,
çalışkanlığından ötürü arkadaşlarınca övülüp gururu okşan­
dığında kimi şeyleri telafi eden ufak bir rahatlık duygusu da
beliriyordu. Peki ama her akşam şu sarhoş heriflerle uğraşaca­
ğı yerde neden çamaşır mağazası veya korsaj dükkanı veya ka­
dın kuaförü yoktu ki! Korsesi engellemese eyini gördüğünde
tiksintiden öğürürdü: Oraya girip çıkan ve hizmetlerini gör­
düğü adamlardan işte bu denli nefret ediyordu. Oysa belki de
daha çok nefret ettikleri, çocukluğu bırakamayıp erkeklerin
peşinden koşan kadınlardı. Yok, kendi arkadaşları arasında
erkeklerle iş tutan, onlarla haşır neşir olup onları kancıklar
gibi içine alan kimsecikler yoktu. Mutfak hizmetçisini dün bir
oğlanla avluda yakalamıştı, tokatları aşkettiği elini mutlu me­
sut kaşıdı: Kızın yakasına bir daha yapışası vardı. Yok, kadın­
lar belki erkeklerden de iğrençti. En sevdikleri, erkeklerin ya­
tağa atacaklarında hor gördükleri garson ve hizmetçi kızlardı:
Bunlarla seve seve, uzun uzun konuşur, hikayelerini ayrıntı­
larıyla anlattırır, acılarını telafi için onları avutur, şımartırdı.
Bu bakımdan Hentjen Ananın Meyhanesi'ndeki işlere rağbet

12
olur, kızlar burayı çabalanacak bir yer diye görür, elden geldi­
ğince kaybetmemeye uğraşırlardı. Hentjen Ana ise bu bağlılık
ve sevgiden hoşnuttu.

Birinci katta kendi güzel odası vardı: Kocamandı, yola ba­


kan üç penceresiyle meyhaneyi ve merdiven boşluğunu enine
kaplıyordu; odası arka planda, aşağıda büfenin durduğu yer­
de, kapalı, açık renkli bir perdeyle sınırı çekilmiş bir tür niş
oluşturuyordu. Perde kaldırılıp da gözler karanlığa alışınca
içeride gelin yatağı seçilebiliyordu. Fakat Frau Hentjen burayı
kullanmaz, buranın hiç kullanılıp kullanılmadığını da kimse­
ler bilmezdi. Zaten bu denli büyük bir odayı ısıtmak epey güç­
tü, ciddi masraf çıkarırdı, nitekim Frau Hentjen'in mutfağın
üstünde kalan küçük odayı oturma ve yatak odası diye seçip
karartılmış salonu ve salonun buz gibi soğuğunu kolay bozu­
lacak malları saklamak için kullanması garipsenemezdi. Frau
Hentjen'in güzün satın alageldiği fındık fıstık da buradaydı,
seyrek bir tabaka halinde, üstüne iki geniş, yeşil yer muşam­
basının çaprazlama serildiği zeminde duruyordu.

Frau Hentjen sinirleri hala tepesinde, mekan için akşamlık


salam sosis almak üzere odaya çıkmıştı, insan öfkeli olun­
ca dikkatsiz davrandığından, sinirleri hoplatan gürültüsüyle
ayaklarının altında yuvarlanan fındık fıstığın içine dalmıştı.
Yetmez gibi birini de paramparça edince öfkesi katlandı, za­
rarı büyümesin diye fıstığı yerden alıp içini paramparça olmuş
kabuğundan dikkatle ayırırken ve kahverengimsi acı kabuklu
beyaz parçacıkları ağzına atarken aradan mutfak hizmetçisine
carladı; yaramaz mendebur nihayet işitti, merdivenleri tökez­
leyerek çıktı ve gelişigüzel bir yığın hakaretle karşılaştı: Tabii,
oğlanlarla kırıştırıp fındık çalmak hep birdi -fındıklar öte yan­
da, pencerenin dibinde duruyordu, şimdiyse daha kapıdan
girerken Üzerlerine basılıyordu- herhalde pencereden kendi
başlarına ayaklanıp gelmemişlerdi, tam vurmak için elini kal­
dırmıştı ki kız kolunu yüzüne siper etti, fakat Frau Hentjen,

13
ağzına fındık kabuğu kaçtığından bir tek, küçümsercesine tü­
kürmekle yetindi; sonra da ağlayan kız peşinde, aşağı kata indi.

Kalın tütün dumanının havada asılı durduğu meyhaneye gi­


rince pek anlaşılmamakla birlikte üstesinden gelmenin de güç
olduğu kaygı verici donukluk hemen her gün olduğu gibi yine
üstüne çöreklendi. Aynaya yürüdü, başının üstündeki sarı şe­
ker konisini istemsizce yokladı, elbisesini çekiştirdi ve ancak dış
görünüşünün düzgünlüğüne kanaat getirince dinginlik buldu.
Artık müşterileri arasındaki tanıdık yüzleri görüyordu, içkiler
yemeklerden daha çok para bırakmasına rağmen içenlerdense
yiyenlerden daha çok memnun oluyordu. Büfeden çıkıp ma­
salara gitti ve yemek lezzetli mi diye sordu. Müşterilerden biri
bir porsiyon daha söyleyince belli bir hoşnutlukla garson kızı
çağırdı. Evet, Hentjen Ananın mutfağına diyecek yoktu.

Geyring çoktan gelmişti; değnekleri yan tarafına yaslamıştı;


tabağındaki eti ufak parçalara ayırmış, sol eliyle ceplerinden
sürekli bir tomarının dışarı sarktığı şu sosyalist gazetelerden
birini tutarken gayriihtiyari yemeğini yiyordu. Frau Hent­
jen ondan hoşlanıyordu, bir sebebi kötürüm olduğu için
tam adam olmayışı, diğeriyse buraya şamataya, ayyaşlığa ve
hovardalığa değil de işi gemici ve liman işçileriyle temasta
kalmasını gerektirdiğinden gelmesiydi; ama asıl her Allah'ın
akşamı meyhanedeki yemekleri yiyip lezzetlerini övdüğü için
seviyordu onu. Yanına oturdu. Geyring, "Esch geldi mi?" diye
sordu, "Mittelrhein'daki işi aldı, hemen pazartesi başlıyor."
Frau Hentjen, "İşi ayarlayan sizdiniz galiba, Herr Geyring,"
dedi. "Yok, Hentjen Ana, teşkilatın eli henüz iş bulabilecek
kadar uzamadı ... yok, nerede ... ama o da olacak. Ben Es­
ch'e yol gösterdim. Hem bizden olmasa bile cesur bir oğlana
yardım edilmez mi... " Hentjen Ana buna pek ilgi duymadı:
"Afiyet olsun, Herr Geyring, size benden ekstra." Büfeye gitti,
bir tabak üstünde birkaç sap maydanozla süslediği pek kalın
sayılmayacak bir dilim salam getirdi. Geyring'in kırkındaki

14
bir çocuğun kırışıklı yüzü çarık çürük dişleriyle gülümseyerek
minnetini ifade etti ve kadının beyaz, yağlı elini okşadı, ama
kadın, elini biraz donuklaşarak derhal geri çekti.

Daha sonra Esch geldi. Geyring gazeteden başını kaldırıp,


"Tebrikler, August," dedi. Esch, "Sağ ol," dedi, "demek ha­
ber aldın - yolunda gitti, hemen cevap geldi, işe aldılar. Ben
de teşekkür ederim, bana orayı gösteren sendin." Fakat koyu
renkli kısa saçlarının altındaki yüz hatlarında kızgın birinin
tahta gibi boş ifadesi vardı. "Bir şey değil,'' diyen Martin büfe­
ye seslendi: "İşte yeni hesap memuru beyimiz." Frau Hentjen
kuru kuruya, "Bol şans, Herr Esch," diye cevap verdi, fakat
sonra dayanamayıp dışarı çıktı ve elini uzattı. Bütün işin Mar­
tin'de bitmediğini göstermek isteyen Esch iç cebinden tavsiye
mektubunu çıkardı: "Stemberg bana böyle doğru düzgün bir
mektup vermek zorunda kalmasa herhalde bu kadar tez yanıt
gelmezdi." "Zorunda " kelimesini üstüne basa basa söylemişti,
sonra ekledi: "Domuz sürüsü." Frau Hentjen mektubu dalgın
bakışlarla okuyup, "İyi mektupmuş," dedi. Geyring de oku­
yup başını salladı: "Evet, Mittelrhein böyle birinci sınıf birini
işe aldığı için mutlu olmalı ... Başkan Bertrand'dan bana ara­
cılık komisyonu ödemesini isteyeceğim."

Esch, "Mükemmel muhasebeci, mükemmel, değil mi?" diye


böbürlendi. Frau Hentjen, "insan kendi hakkında böyle bir
şey söyleyebiliyorsa ne güzel," diye onayladı, "elbette gurur
duyuyorsunuzdur, Herr Esch, sebepsiz de sayılmaz; bir şey
yemek ister misiniz?" Tabii ki istiyordu, Frau Hentjen yemeği
beğenişini hoşlanarak seyrederken o, yakında, Ren'in yukarı­
sına seyahat edeceğini ve dış hizmete alınmayı umduğunu an­
latıyordu; alınırsa Kehl'e ve Basel'e kadar yolculuğa çıkacaktı.
Bu arada yanlarına pek çok başka tanıdık katılmıştı, yeni he­
sap memuru hepsine şarap getirtti, Frau Hentjen geri çekildi.
Garson Hede ne zaman masanın yanından geçse Esch'in pan­
dik atmayı es geçmediğini ve kızı en sonunda birlikte içmek

15
için yanına oturmaya zorladığını tiksinerek fark etti. Ama iyi
içki içiliyordu, gece yarısı geçip de adamlar yola çıkarken He­
de'yi yanlarına alınca kızın cebine bir mark sokuşturdu.

Esch buna rağmen yeni işine sevinemiyordu. Sanki manevi


huzuru veya hiç olmazsa terbiyesi pahasına satın almıştı işi.
Fakat iş bu raddeye varmış, Mittelrhein şirketinin Köln şube­
sinden seyahat avansı bile almışken yine de ihbarda bulunsa
mı diye içini yeniden şüphe sardı. Fakat o zaman soruşturma­
larda burada kalması gerekir, yola çıkamazdı, bu da işini kay­
betmekle aynı kapıya çıkardı. Bir an durumu anonim mektup
yardımıyla polise bildirmeyi düşündü ama tasarısından vaz­
geçti: Bir terbiyesizlik bir başkasıyla yok edilemezdi. Sonunda
vicdan azabı bile kızdırmaya başladı onu; nihayet küçük bir
çocuk değildi, papazlara, ahlaka hiç kulak asmazdı; neler neler
okumuştu, Geyring günün birinde yine Sosyal Demokrat Par­
ti'ye katılmaya çağırdığında, "Yok, sizin gibi anarşistlerin yanı­
na gelmem, ama dediğin en azından kısmen yerine gelsin diye
belki hür düşünenlere katılırım, " diye cevap vermişti. Nankör
herifin buna cevabı, umurumda değil, olmuştu. İnsanlar böy­
leydi işte; neyse, Esch'in de umurunda olmayabilirdi artık.

İşin sonunda en akıllıca olanı yaptı; sözleştiği saatte yola çık­


tı. Ama kopuk hissediyordu kendini, alışıldık yol sevinci bir
türlü belirmiyordu, her ihtimale karşı eşyalarının bir kısmını
Köln'de bıraktı; bisikletini de arkasında bırakmıştı. Ne de olsa
seyahat avansıyla cömert bir havaya girmişti. Bira bardağı
elinde, bileti şapkasında, Mainz peronunda beklerken ardın­
da bıraktıklarını yad etti, onlara iyilik edesi vardı, gazeteci o
sıra arabasını yanından ittirirken iki kartpostal aldı. Selamı en
başta Martin hak etmişti; elbette erkeklere kartpostal yazıl­
maz. Nitekim o da ilkin Hede'ye bir tane yazdı; ikincisini ise
Hentjen Ana için belirledi. Sonra düşündü, gururlu birisi olan
Frau Hentjen için çalıştırdığı bir kızla aynı anda kart almak

16
belki incitici olacaktı, ilkini bugün önemsemediğinden yırttı
ve yalnız Hentjen Anaya yazdığını yolladı; onu, tüm sevdiği
dost ve tanıdıkları, ayrıca Fraulein Hede ile Thusnelda'ya gü­
zel Mainz'tan içten selamlarını gönderiyordu. Sonra kendini
gene biraz yalnız hissetti, ikinci bardak birayı da içip Mann­
heim yolculuğuna devam etti.

Merkez ofise işe başladığını bildirmesi gerekiyordu. Mittelr­


hein Armatörlük A. Ş.'nin Mühlau Limanı yakınlarında kendi
binası vardı, giriş kapısının yanları sütunlu, ağır bir taş ya­
pıydı. Önündeki cadde asfaltlıydı, bisiklet sürmeye birebirdi;
yeni bir caddeydi. Sessiz sedasız hareket ettirileceğine şüphe
olmayan ağır, demirdöküm camlı kapı yarı açık duruyordu,
Esch içeri girdi; holdeki mermerler hoşuna gitti; merdivende
cam bir levha asılıydı, şeffaf yüzeyinde yaldızlı harflerle "Mü­
düriyet" yazısı okunuyordu. Dosdoğru oraya yöneldi. Ayağını
ilk basamağa koyunca arkasından, "Affedersiniz, nereye?" so­
rusunu işitti. Arkasını döndü, gri uşak elbiseli kapıcıyı gördü;
elbisesinin gümüşi düğmeleri ışıldıyordu, şapkasının gümü­
şi şeridi vardı. Hepsi iyi güzeldi de Esch kızdı: Heriften ona
neydi? Kestirip attı: "Geldiğimi bildirmem gerek.'' Devam
edecekti. Öbürü bırakmadı: "Müdüriyete mi?" Esch kaba­
ca, "Ya nereye olacak?" diye karşılık verdi. Merdiven birinci
katta kocaman karanlık bir sofaya açılıyordu. Ortada iri bir
meşe masa, etrafında da birkaç minderli sandalye vardı. Çok
kibar bir yer olduğu açıktı. Gene gümüş düğmeli biri gelmiş,
arzusunu soruyordu. "Müdüriyete, " dedi Esch. Uşak, "Beye­
fendiler yönetim kurulu toplantısında, " dedi, "önemli mi?"
Esch rengini belli etmeye mecbur kaldı; kağıtlarını, işe alım
yazısını, seyahat avansı havalesini çıkardı, "Yanımda birkaç
belge de var," dedi, Nentwig'in tavsiye mektubunu da çıka­
racaktı. Herifin hiç bakmayışından biraz hayal kırıklığına uğ­
radı: "Burada işiniz yok . . . zemin katta koridoru geçip ikinci
kata çıkın ... aşağıdan bilgi alırsınız." Esch bir an olduğu yer­
de kaldı; kapıcıya zafer tattırmak istemiyordu, bir daha sordu:

17
"He, burada değil mi?" Uşak umursamazca arkasını dönmüş­
tü bile: "Hayır, burası başkanın bekleme odası." Esch'in tepe­
si attı; başkanmış, minderli mobilyalar, gümüşlü uşaklarmış,
amma caka satıyorlardı; tam Nentwig'e göreydi; eh, böyle bir
başkan da Nentwig gibilerinden pek farklı olmazdı. Fakat is­
tese de istemese de geri adım atmaya mecburdu. Aşağıda ka­
pıcı bekliyordu. Esch kötü mü bakıyor diye baktı; ama adam
lakayt kalınca, "Kabul ofisine gitmem lazım," deyip yolu tarif
ettirdi. İki adım atıp geri döndü, başparmağıyla merdivenden
yukarıyı gösterdi: "Şu yukarıdakinin adı ne, sizin başkanın
yani?" Kapıcı, "Başkan von Bertrand," dedi, sesinin saygıyı
andırır bir yanı vardı. Esch de biraz saygılı, yineledi: "Başkan
von Bertrand." Bu adı bir yerlerde duymuş olmalıydı.

Kabul ofisinde, yapacağı işin liman ambarında olduğunu öğ­


rendi. Tekrar caddeye çıktığında binanın önünde bir ekipaj
duruyordu. Hava soğuktu; kaldırım taşlarında ve duvarların
köşelerinde rüzgarın bir araya süpürdüğü toz halinde karlar
vardı; atlardan teki nalını düz asfalta vurdu. Sabırsızlığı belli
oluyordu, haklıydı da. Ekipajsız da edemezmiş başkan bey, dedi
Esch, biz yürürüz tabii. Buna rağmen hoşuna gitti, oraya ait ol­
duğundan memnundu. Nentwig karşısında zafer kazanmıştı.

Mittelrhein Armatörlüğü ambarlarında uzun deponun so­


nunda bulunan camlı bir bölmedeydi yeri. Çalışma masasının
yanında gümrük memurununki duruyor, onun arkasında da
küçük bir döküm soba yanıyordu. İşten usanan veya kendini
gene yalnız ve öksüz hisseden çıkarsa vagonlarda ve yükleme
işlerinde yapacak bir şey hep oluyordu. Gemi birkaç güne yola
çıkacaktı, kayıklarda baştan başa hareketlilik vardı. Dönüp san­
ki geminin gövdesinden dikkatle bir şeyler almak istermiş gibi
eğilen vinçler görülüyor, kimileri de suyun üstünde başlanmış
da bitmemiş köprüler gibi yükseliyordu. Elbette bunlar Esch'e
göre yeni bir şey değildi, çünkü Köln de farklı görünmüyordu,
fakat orada sıra sıra ambar binaları alışıldık bir şeydi, farkına

18
bile varılmazdı, kafa yormaya mecbur kalınsa yapılar, vinçler,
rampalar insanların bilmem hangi açıklanamaz ihtiyaçlarına
yarayan adeta manasız bir şeyler olarak görülürdü. Fakat ar­
tık kendisi de bunun bir parçası olunca her şey tabii ve ma­
nalı tesislere dönüvermişti, bu da iyi geliyordu. Eskiden olsa
bunca nakliye şirketinin bulunmasına ve kıyı şeridindeki aynı
biçimli ambarların farklı farklı şirket levhaları taşımasına hadi
şaşıracağı, bazen de kızacağı yerde her bir işletme artık şişman
ve sıska depo bekçilerinin, haşin ve rahat kahyaların şahsına
bakınca seçilen fert ve ferdiyetlere dönüşüyordu. Etrafı çevrili
liman alanına girişteki Alman İmparatorluk Gümrük Daire­
si'nin yazıları da iç açıcıydı: Yaban ellerde dolaşıldığını fark
ettiriyorlardı. Burada gümrüksüz depolanabilen bu malların
sığınağında sürdürülen, eli kolu bağlı, aynı zamanda da ser­
best bir hayattı, gümrük bölgesinin demir parmakları ardında
solunan, sınır havasıydı. Sırtında henüz üniforma olmasa ve
özel bir memurdan ibaret kalsa da gümrük organları ve de­
miryolu memurlarıyla birlikteliğinde gene de handiyse resmi
bir şahıs olmuştu, çünkü cebinde, bu kapalı alanda elini kolu­
nu sallayarak dolaşabilmesini sağlayan izni vardı, daha cümle
kapısındaki bekçiler bile el kaldırıp selam duruyorlardı. O da
selamlarını karşılıyor, her yere asılan sigara yasağı levhalarına
dikkat göstermek adına geniş bir kavisle sigarasını fırlatıyor­
du; bizzat nizami bir sigara içmeyen olarak, talimatı çiğnemesi
ihtimali dolayısıyla karşısına çıkan sivilleri her an paylamaya
hazır, ambar bekçisinin listeleri yazı masasına koyduğu büro­
suna uzun ve ağır adımlarla ilerler. Sonra parmak uçları ke­
sik gri yün eldivenler takılır, yoksa ambarın kurşuni ve tozlu
soğuğunda eller donacaktır, listeler ele alınır, istiflenen sandık
ve balyalar denetlenir. Yanlış yere konmuş sandık varsa istif­
lenmesi görev alanına düşen ambar bekçisi kimse cezalandı­
rıcı veya sabırsız bakışlarla bakmaktan geri durulmayacaktır
ki o da depo işçilerine gereğince kızsın. Daha sonra gümrük
organı, devriyedeyken camlı bölmeye girip gürül gürül yanan

19
sobanın sıcağını övünce ve üniformanın yaka kopçasını çözüp
rahat rahat oflayıp poflamalarla kolunu kaldırıp esneyerek
sandalyesine yaslanınca listeler çoktan denetlenmiş, kartlığa
yerleştirilmiş olur, katı bir denetleme değildir, iki adam masa­
nın karşısında yan yana oturur, sıkkın sıkkın, gelen mektupları
konuşurlar. Sonra memur mavi kalemle ve alışıldık süratiyle
listeyi onaylar, kopyasını teslim alır, yazı masasına kilitler ve
işine gelirse hep beraber kantine giderler.

Evet, adalet ne kadar incindiyse de Esch iyi bir takasa girmişti. Sık
sık aklına gelen bir şey vardı -memnuniyetini yarım bırakan tek
şey de buydu- acaba görevinin emrettiği ihbarı yapmak için bir
yol bulunamaz mıydı; ancak ondan sonra her şey yoluna girecekti.

Gümrük müfettişi Balthasar Kom, Almanya'nın epey alelade


bir muhitinden gelmeydi. Bavyera ve Saksonya kültürünün
sınır ayrımında doğmuş, gençlik izlenimlerini Bavyera'daki
tepelik Hof şehrinden edinmişti. Aklı alelade kabalık ile alela­
de kazanç hırsı arasında bir yerlerdeydi, muvazzaf askerlikte
başçavuşluğa kadar yükseldikten sonra tedbirli devletin sadık
askerlerine tanıdığı bir fırsattan yararlanmış, gümrük hizme­
tine geçmişti. Kendisi gibi evlenmemiş kız kardeşi Ema'y­
la birlikte Mannheim'da kadınsız yaşıyordu, dairesinde boş
duran yatak odası gözüne battığı için de August Esch'e mas­
raflı otel odasını bıraktırıp kendi dairesini daha ucuza mes­
ken tutturmuştu. Esch'i Lüksemburglu olduğundan askerlik
yapmadığı için adamdan saymamasına rağmen ona sadece
odayı değil kız kardeşini de sahiplendirebilse hayır demezdi;
bu yönde imalardan da geri durmadı, kız kurusu kardeşiyse
imalarına mahcup mahcup kıkırdayarak ret hareketleriyle eş­
lik ediyordu. Hatta kız kardeşinin namusunu tehlikeye atacak
kadar ileri gitti, çünkü Esch'e kantinde uluorta "enişte bey"
diye hitaba kalkışıyor, dolayısıyla herkes onu ev sahibesinin
yatağını paylaşıyor sanıveriyordu. Gelgelelim Kom bunu sırf

20
şaka olsun diye yapmıyor, Esch'i kısmen alıştıra alıştıra kıs­
men de kamuoyu baskısıyla, içine yerleştirdiği kurgu yaşamı
olgun gerçekliğe çevirmeye zorlamak istiyordu.

Esch, Korn'un yanına taşınmaktan hoşnutsuz değildi. Onca za­


man etrafa savrulmuşken bu kez terk edildiğini hissediyordu.
Belki kabahat Mannheim'ın numaralı caddelerindeydi, belki
Hentjen Ananın meyhanesinin kokusunu arıyordu, belki ha.la
iliklerinde hissettiği şu şerefsiz Nentwig'le yaşadığı meseleydi,
kısacası kendini bir başına hissediyor, iki kardeşin yanında
kalıyor, Kom ailesinde rüzgarın nereden estiğini çoktan fark
etmesine rağmen orada kalıyor, bu geçkin kişiye yanaşmayı ak­
lından geçirmemesine rağmen yine de kalıyordu: Erna'nın yıl­
lar boyu biriktirdiği ve gururlanarak gösterdiği çok sayıdaki ça-
maşırlarını umursamıyor, bir defasında görmesine izin verdiği
iki bin markı aşan tasarruf hesabı da merakını celbetmiyordu.
Oysa Kom'un onu faka bastırmak için girdiği zahmetler öylesi­
ne eğlenceliydi ki biraz risk almaya değerdi; elbette tetikte bek­
lemek, kazık yememek lazımdı. Birkaç örnek: Birlikte eve git­
meden önce kantinde buluştuklarında Kom, birasını ödemekte
sürekli ısrar ediyordu; sonrasında Mannheim'ın bu bulaşık
suyunun kalitesizliği hakkında sövüp sayarlarsa Korn'u bir de
Spatenbrau'ya girmekten alıkoyma imkanı kalmıyordu. Herr
Esch aceleyle cebine davranacak olsa Kom yine reddediyordu:
"Rövanşını alacaksınız, enişte bey. " Sonra Rhein Caddesi'nde
dolandıklarında gümrük müfettişi beyefendi ışıklı vitrinlerin
önünde şak diye duruveriyor, pençesini Esch'in omzuna bı­
rakıyordu: "Kız kardeşim nicedir böyle bir şemsiye arzuluyor;
isim günü alacağım bunu ona," veya "Şu gazlı ütülerden her
evde olmalı," veya "Kız kardeşim çamaşır makinesi olsa sevi­
nirdi. " Esch hiçbirine bir şey demeyince Kom vaktiyle tüfeği
dağıtmayı kafaları bir türlü almayan acemi erlere kızdığı kadar
öfkeleniyor, Esch yanından yürürken ne kadar ses çıkarmazsa
şişko Kom, onun bu sırada takındığı küstah yüz ifadesine o ka­
dar hiddetleniyordu.

21
Fakat Esch'in böyle durumlarda susması asla cimrilikten değil­
di. Çünkü tutumlu olmasına ve ufak fırsatlardan yararlanmak­
tan hoşlanmasına rağmen ruhunun sağlam ve adil muhasebesi
bedelsiz mal kabul etmesine izin vermiyordu; iş demek karşı­
lık demekti, mal bedel ödenmesini isterdi; ne var ki aceleci bir
alışverişe girişmeyi fuzuli görüyordu, evet, Kom'un elle tutu­
lur çağrılarına dosdoğru icabet etmek gözüne adeta çolpalık ve
sevgisizlik diye görünürdü. Nitekim şimdilik tuhaf bir rövanş
türünde karar kılmıştı, Kom'a bir yandan iyilik ederken ev­
lenmeyi aceleye getirmeyeceğini de göstermesini sağlıyordu;
akşam yemeğinden sonra Kom'u küçük bir gezintiye davet
eder, gezintinin ucu kadın hizmetçilerin olduğu meyhanelere
varır, ikisi için de kaçınılmaz olarak dış semtlerdeki adı çıkmış
sokaklarda biterdi. Hesap birlikte ödeneceğinde -Kom kendi
kızının parasını kendi ödemeye mecbur kalsa da- bazen epey
para tutardı, buna rağmen eve dönerken Kom'un, yanında
homurdanan bir tavırla yürüyüşünü, siyah pos bıyığını bü­
rüm bürüm bürüşünü, çok defalar bıyığını çiğneyerek, Esch'in
onu ayarttığı bu sefih hayat artık son bulmalı diye mırıldanı­
şını seyretmek dünyanın parasına değerdi. Üstelik Kom ertesi
gün kız kardeşine öyle fena davranırdı ki bir adamı kendine
bağlamayı asla başaramayacak olmakla suçlayarak hiç umur­
samadan en hassas duygularını incitirdi. Kız kardeşi de bunun
ardından tersleyerek, söylediğini kaç kez başardığını sayınca
Kom küçümser bir ifadeyle bekarlığını gösterirdi.

Günün birinde Esch, borcunun büyük kısmını ödemeyi başar­


dı. Nakliye depoları arasında gezinirken uyanık merakı o sıra
yüklenmekte olan dikkat çekici şekillerdeki tiyatro ekipman­
ları sandık ve parçalarına takıldı. Yanlarında sinekkaydı tıraşlı
bir adam duruyor, heyecanlı tavırlar sergiliyor, paha biçilmez
bir değeri olan kıymetli eşyalarına yakacak odunmuş gibi kaba
saba davranmasınlar diye bağırıyordu, işinin ehli bir ciddiyetle
yapılanları seyreden Esch depo işçilerine fuzuli bir tavsiyede

22
bulunup bu sayede beyefendinin karşısında uzman bir yetkili
bulunduğunu apaçık ortaya koyunca yabancının azımsanma­
yacak konuşkanlığını üstüne çekti ve ikisi çok geçmeden sami­
mi bir sohbete başladılar, sohbetin seyrinde sinekkaydı tıraşlı
adam şapkasını hafifçe kaldırarak kendisini Müdür Gernerth,
Gernerth th ile, ve Thalia Tiyatrosu'nun yeni kesenekçisi diye
tanıttı -bu arada yükleme boşaltma işi bitmişti. Nakliye müfet­
tişi beyefendi saygın ailesiyle muhteşem açılış temsilini teşrif
ederlerse bundan zevk duyacaktı, üstelik kendilerine indirimli
biletler takdim etmekten de memnun olurdu. Esch seve seve
kabul edince müdür cebine davrandı, üç bedava bilet verilmesi
için çalakalem bir talimat yazdı.

İşte Esch, Korn kardeşlerle varyete tiyatrosunun beyaz örtülü


masasında oturuyordu, tiyatronun programı yeni bir atrak­
siyonla, sinematografık denen hareketli resimlerle başlatıldı.
Gerçi resimler ne onları ne sair seyirciyi pek meraklandırmış­
tı, çünkü daha gerçek zevklere bir geçişten ibaret ve ciddiyet­
sizlik addedilmişlerdi, müshil ilaçlarının garip etkilerini gös­
terip kritik anların altını davullar çalarak çizen bir komediyle
karşılaşınca bu modern sanat biçimine gene de tav olmuşlar­
dı. Korn avucunu masaya gümbür gümbür vurdu, Fraulein
Erna eli ağzında, güldü, parmaklarının arasından muzip ve
kaçamak, Esch'e baktı, Esch ise sanki bu başarılı temsilin mu­
cit ve şairi kendisiymiş gibi gurur duyuyordu. Purolarının du­
manı yükseliyor, salonun alçak tavanı altında çok geçmeden
salınmaya başlayan bir tütün bulutuna dönüşüyor, galeriden
sahneyi aydınlatan ışığın huzmesi bu bulutu gümüş bir hatla
kesiyordu; ıslık sanatçısının gösterisini izleyen arada Esch, ti­
yatronun pahalı lokalinde dışarıya göre bir hayli pahalı olma­
sına rağmen üç bardak bira söyledi, bira bayat ve yavan gelince
başka bira ısmarlamaktan vazgeçilip temsilin ardından Spa­
tenbrau'da içme kararı verilince mutlu oldu. Yine cömertliği
tutmuştu, primadonna ateşli ve acıklı sö'zler söylerken kendisi
manidar, "işte, aşk, Fraulein Erna," dedi. Şarkıcıya dört bir

23
yandan bol bol gelen alkışlardan sonra perde tekrar açılınca
gümüşi ışıltılar saçıldı, karşıda bir hokkabazın nikelajlı masa­
cıkları ile sair alet edevatı duruyordu. Sehpaların kah kenarına
kah üstüne örtülmüş kırmızı kadife kumaşta küreler, şişeler,
flamalar, topuzlar ve koca bir yığın beyaz tabak vardı. Yine
yansıtmalı nikelajdan yapılma, sivri uçlu bir merdivene, bı­
çakları parlaklıkta etraftaki cilalı metallerden aşağı kalmayan
yaklaşık iki düzine hançer asılıydı. Siyah fraklı hokkabaz, bir
asistan tarafından destek görüyordu, kadını yanına almasının
tek sebebi seyirciye müthiş güzelliğini göstermek olsa gerekti,
üstüne giydiği ışıltılı jarsesi de galiba yalnız o amaca hizmet
ediyordu, zira hokkabaza tabakları ve flamaları uzatmaktan
veya hokkabaz bir uygulamanın ortasındayken el şaklatarak
işaret ettiğinde tabak ve flamaları ona fırlatmaktan başka bir
işi yoktu. Görevini latif bir gülümseyişle hallediyor, hokkaba­
za topuzu atarken yabancı dilde minik bir çığlık koparıyor,
belki efendisinin dikkatini kendine çekmek, belki de katı ta­
vırlı adamın esirgediği azıcık sevgi için dilenmek istiyordu.
Hokkabaz katı kalpliliğiyle kalabalığın sempatisini kaybetme
riskine girdiğini aslında bilmesi gerekmesine rağmen güzel
kadını bakmaya layık görmüyor, ancak alkışlara reverans­
la karşılık vermek gerekince alkışların minicik bir yüzdesini
asistanına bıraktığını ima edercesine ona doğru üstünkörü
bir hareket yapıyordu. Fakat sonra arka tarafa geçer ve kadına
daha demin ettiği hakaret hiç olmamış gibi dostane bir tavırla
birlikte kimse dikkat etmeden orada beklemiş olan iri, siyah
bir tahtayı alır, önde bekleyen nikelajlı sehpalara getirir, üs­
tüne koyar ve tertibata sabitlerler. Ardından ufak sesleniş ve
gülümseyişlerle birbirlerini yüreklendirerek dikine koydukla­
rı siyah tahtayı rampaya doğru iter, birdenbire ortaya çıkan
tellerle yere ve kulislere tuttururlar. İşlerini büyük bir önemle
hallettikten sonra güzel asistan küçük çığlığını bir daha kopa­
rıp tahtaya sıçrar, tahta öyle yüksektir ki kollarını uzatınca üst
kenarına zor yetişir. Bunun üzerine tahtanın üst tarafına iki

24
kolun yerleştirildiği fark edilir, sırtını tahtaya dayayan asistan
kolları kavrar, bu biraz zorlama ve yapmacık duruşu, pırılda­
yan pullu kıyafetiyle tahtanın siyahlığına keskin bir zıtlık teş­
kil eden kadına çarmıha gerilmiş havası verir. Buna rağmen
latif gülümseyişi hala dudaklarından eksilmemektedir, onu
gözlerini kısarak seyreden adam yanına yaklaşıp fark ettir­
mese de herkesin en ufak milimetrenin bile önemli olduğunu
algılayacağı şekilde durumunu değiştirince bile gülümseyişini
bırakmaz. Bunların hepsi hafif bir valsin tınıları eşliğinde ya­
pılır, hokkabazın ufak bir işmarıyla birazdan vals de kesilir.
Salondan çıt çıkmamaktadır; müzikten falan soyulmuş olağa­
nüstü bir yalnızlık oluşuvermiştir sahnede, garsonlar masala­
ra ne yemek ne bira getirebilirler, onlar da pürdikkat, arkadaki
sarı ışıklı kapılarda beklerler; yemek yemek üzere olan, batır­
dığı lokmayı taşıyan çatalı tabağa geri koyar, yalnız, ışıkçının
dosdoğru çarmıha gerilmiş kadına tuttuğu ışığın vızıltısı de­
vam eder. Hokkabaz ise uzun hançerlerden birini cani elinde
yoklamaya başlamıştır; vücudunu geri yatırır, bu kez o kaba
egzotik çığlığı koparan kendisidir, çünkü bıçak ıslık çalarak
elinden kurtulur, sahneyi boydan boya geçerek vınlayıp çar­
mıha gerilmiş kızın vücudunun yanına, kara tahtaya boğuk
bir sesle vurarak saplanıp kalır. Adam kaşla göz arasında elle­
rini ışığı yansıtan hançerlerle doldurur, çığlıkları gittikçe hız­
lanır, gittikçe hayvanlaşır, hatta gittikçe hararetlenerek birbi­
rini izlerken bıçaklar da gittikçe süratlenerek sahnenin titrek
havasında peş peşe vızıldar, tahtaya gittikçe hızlanarak çarpıp
saplanır, aynı anda hem donuk hem yenik, hem istekli hem
meydan okurcasına, hem cesur hem ürkek gülümsemeyi sür­
düren bir yüzü çerçeveye alırlar. Esch neredeyse ellerini göğe
kaldıracaktı, bizzat çarmıha gerilip narin kadının karşısında
durmayı, tehditkar bıçakl�rı kendi vücuduyla yakalamayı di­
leyecekti, hani hep olur ya, hokkabaz, seyirciler arasından si­
yah tahtanın önüne geçmek için sahneye gelmeyi dileyen var
mı diye sorsa, Esch sahiden parmak kaldırırdı. Orada yalnız

25
ve terk edilmiş durması, uzun bıçakların onu tahtaya böcek
gibi mıhlayabilmesi düşüncesi neredeyse şehvet uyandırıyor­
du, fakat o zaman, diye düzeltti kendini, yüzünü tahtaya çe­
virmesi gerekecekti, çünkü böcekler karınlarından şişlenmez­
di: Tahtanın karanlığına dönme ve ölümcül bıçak arkasından
ne zaman vınlayacak ve kalbini delip geçerek tahtaya çivile­
yecek bilmeme düşüncesinin cazibesi öylesine olağanüstü ve
esrarengizdi, bu öyle yeni bir kuvveti ve olgunluğu olan bir
arzuydu ki orkestra davul ve trampetler çalıp fanfar üfleyerek,
son bıçağını yollayan hokkabazı selamladığında uykusundan
ve saadetten fırlar gibi fırladı, kız da o arada çerçevelenişi bitip
bıçakların arasından sıçradı ve ikisi el ele tutuşup boşa kalan
kollarıyla daireler çizerek simetrik bir piruet yaparak, rahatla­
yan seyirci karşısında eğildiler. Fanfar, mahkemenin fanfarıy­
dı. Suçlu, solucan gibi ezilir, neden böcek gibi de şişlenmesin?
Ölüm tırpan yerine niye uzun bir toplu iğne veya en azından
mızrak taşımasın ki? İnsan hep mahkeme için uyandırılmayı
bekler, çünkü bir defasında neredeyse hür düşünenler derne­
ğine katılacak da olsa kişioğlunun vicdanı vardır. Korn'un,
"Harikaydı," dediğini işitti, küfür gibi geldi kulağına; hele
Fraulein Erna'nın, kendisine sorulsa çırılçıplak ortaya çıkıp
herkesin gözü önünde üstüne bıçak attırmak istemeyeceğini
söylemesiyle Esch renkten renge girdi ve Erna'nın, dizine yas­
lı dizini gayet kaba iteledi; böylelerine bundan iyisi fazlaydı;
özensiz türediler sürüsüydü bunlar, Fraulein Erna'nın her an
günah çıkarmaya koşuşu gözünde beş para etmiyordu, sanki
Köln'deki dostlarının yaşayışı daha güvenli, daha görgülüydü
gibi geliyordu.

Esch, Spatenbrau'da koyu birasını çıt çıkarmadan içti. İçeri


girerken özlem dense yeri bir duyguyu da yanında getirmişti.
Hele de duygusunun Hentjen Anaya bir kartpostala dönüş­
mesi. Erna'nın katılmak isteyeceği, "Derin saygılarımla, Erna
Kom" anlaşılırdı ama Balthasar'ın da sırnaşıp, "Selamlar,
Gümrük Müfettişi Kom" yazısının altına bastıra bastıra kalın

26
bir bitiş çizgisi çekmesi Frau Hentjen için bir tür teveccühtü
ve Esch'i öylesine yumuşattı ki tereddüde düştü: Adamakıllı
rövanş alma borcunu gerçekten de tamı tamına yerine getir­
miş miydi? Aslında şenliği tamamlamak amaçlı Erna'nın ka­
pısına sokulmalıydı, demin o kadar kabaca iteklemeseydi ka­
pısını kilitlenmemiş bulacağı da kesindi. Evet, doğru ve uygun
bitiş böyle olsa gerekti, gelgelelim bunu meydana getirmek
adına hiç girişimi olmadı. Üstüne bir miskinlik çökmüştü, ar­
tık Erna'yı umursamıyor, dizini aramıyordu, ne eve dönerken
ne sonrasında bir şey oldu. Vicdan azabı bir yerlerini sıkıştırı­
yordu, fakat August Esch daha sonra zaten yapması gerekeni
yaptığını, Fraulein Korn'a fazla açık verirse sonuçlarının fena
olacağını tespit etti: Alnında tehditkar cezasını vermek için
mızrağını kaldıran bir yazgı duyuyordu, domuzluk etmeyi
sürdürürse saplamaya hazırdı; kime, bilmese de birisine sadık
kalması gerektiğini hissediyordu.

Esch, vicdanının sırtına batışını hala, hem de cereyanda kal­


dım sanıp akşam sırtını erişebildiği kadar keskin bir sıvıyla
ovalayacak kadar belirgin hissederken Hentjen Ana ona yaz­
dığı iki kartpostala seviniyordu, onları nihai muhafaza yerleri
olan kartpostal albümüne girmeden önce büfenin arkasındaki
aynalı çerçeveye soktu. Akşamları çıkarıp gedikli müşterile­
rine gösteriyordu. Belki bunu yapmasının sebebi arkasından
kimse bir adamla gizli gizli yazışıyor diyemesin diyeydi: Kart­
ları etrafta dolandırınca artık kendisine değil tesadüfen kendi
şahsında kişileştirilmiş meyhaneye yazılmış oluyorlardı. Bu
yüzden de cevaplama işini Geyring'in üstlenmesine ses etme­
di, bununla birlikte Herr Geyring'in masrafa girmesine izin
vermeyip ertesi gün için bizzat şu panorama kartı dediklerin­
den pek güzel bir kart temin etti, kart sıradan kartpostalların
üç misli uzunluğuyla bütün Köln'ü koyu mavi Ren kıyısının
alabildiğine yayılışıyla gösteriyor, imza için de epey yer su­
nuyordu. Üst tarafa, "Hentjen Anadan güzel kartlar için çok

27
teşekkür," yazdı. Sonra Geyring "önce hanımları" çağırdı,
Hede ile Thusnelda imza attılar. Ardından Wilhelm La:Bmann,
Bruno May, Hoelst, Wrobek, Hülsenschmitt, John adları, İn­
giliz montör Andrew'ün, dümenci Wingast'ın, nihayet hep­
sini sökmenin pek imkanının olmadığı birkaç başkasından
sonra Martin Geyring'in adı geliyordu. Geyring sonra, "Herr
August Esch, Ambar Başmuhasebecisi, M.R. Gemicilik A. Ş.
nakliye deposu, Mannheim" adresini yazıp, tamamlanan ürü­
nü Frau Hentjen'e teslim etti, o da dikkatle okuduktan sonra
geniş gözünde banknotların durduğu tel sepetten posta pu­
lunu almak için kasanın çekmecesini açtı. Birçok imzasıyla
büyük kartpostal gözüne, meyhanenin yağlı müşterilerinden
sayılması imkansız Esch için neredeyse fazla anlamlı bir tazim
gibi göründü. Fakat yaptığı her işte tam bir kusursuzluk çaba­
sında olduğundan ve geniş kartta pek çok isme rağmen hala
yalnız güzellik duygusunu incitmeyip Esch'e haddini bildir­
mek için beklenen fırsatı da tanıyacak kadar çok fazla boşluk
kaldığından Hentjen Ana boş yeri aşağı tabakadan bir adla
doldurmak üzere kartı hizmetçiye imzalatmak için mutfağa
götürdü, bu sayede hizmetçiyi de ucuz yollu sevindirebildiği
için iki kere tatmin olmuştu.

Lokale döndüğünde Martin büfenin yanındaki köşede, alışıl­


dık yerinde oturuyordu, sosyalist gazetelerinden birine dal­
mıştı. Frau Hentjen yanına oturdu, sık sık yaptığı gibi şakayla
karışık, "Herr Geyring, şu devrimci gazetelerinizi okuyup du­
rarak mekanımın adını çıkaracaksınız," dedi. Cevap, "Gazete­
lere çiziktirenlere ben de epey kızgınım," oldu, "işi bizim gibi­
ler yapsın, onlar da saçmalıklar yazsınlar." Frau Hentjen, Gey­
ring'den yine hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü hep dünyaya
karşı kendi tiksintisini de etrafa savurabileceği devrimci, nef­
ret dolu beyanlar bekliyordu. Sosyalist gazetelere göz atmışlığı
vardı, karşılaştıkları elbette gayet hafif şeylerdi, o yüzden de
canlı konuşmanın kendisine basılı olanından daha çok hitap
edeceğini umuyordu. Böylelikle bir yandan tıpkı birileri başka

28
birilerinden hazzetmeyince nasıl hoşlanıyorsa Geyring'in ga­
zetecilerden hazzetmeyişiyle de tatmin oluyor, öbür yandansa
Geyring beklentisini karşılamadığı için ona borçlu kalıyordu.
Yok, bu anarşistten pek iş çıkmazdı, sendika yazıhanesinde
oturup duruyordu, kendi yerinde bir tür polis başçavuşundan
farkı yoktu; Frau Hentjen'de yine bütün dünyanın, erkeklerin
sırf kadınları zarara uğratıp hayallerini yıkmak için sözleştik­
leri, danışıklı bir oyundan ibaret olduğu gibi sabit bir kana­
at oluşuyordu. Bir girişimde daha bulundu: "Gazetelerinizin
nesini beğenmiyorsunuz, Herr Geyring?" Martin, "Kuru gü­
rültü çıkarıyorlar," diye homurdandı, "devrim saçmalıklarıyla
milleti çılgına çeviriyorlar, sonra ayıkla pirincin taşını." Frau
Hentjen pek anlamadı; zaten artık ilgisi de kalmamıştı. Daha
ziyade nezaketen iç geçirdi: "Evet, kolay işler değil." Geyring
sayfaları çevirip dalgın dalgın, "Evet, kolay işler değil, Hentjen
Ana," dedi. "Hele de sizin gibi bir adam, sabahın köründen
gece yarılarına dek durmak bilmeden hep ayakta . . . " Geyring
neredeyse memnun, "Bizim gibilere daha uzun zaman sekiz
saatlik günler haram; sıra önce öbürlerinin ... " dedi. "Bir de
böyle bir adamın ayağını kaydırırlar." Frau Hentjen şaşırdı,
başını iki yana salladı, sonra karşıdaki aynada saçına bir bakış
attı. Geyring, "Mecliste ve gazetelerde bağırıp çağırıyor Ya­
hudi beylerimiz," dedi, "ama iş sendika hizmetine gelince sı­
vışıyorlar." Frau Hentjen denileni anlıyordu, alınarak ekledi:
"Oturup dururlar, bütün para onlardadır, hangi kadını gör­
seler zamparalık ederler." Yüzüne gene donuk bir tiksinme
ifadesi yayıldı; Martin başını gazeteden kaldırdı, gülmeden
edememişti: "O kadar da kötü değildir, Hentjen Ana." - "De­
mek öyle, şimdi de onlarla elbirliği mi yapıyorsunuz?" Sesinde
hafiften isterik bir asabilik vardı: "Siz erkekler yok musunuz,
anca birbirinize destek çıkarsınız ... " Hiç alakasız bir yerden
ekledi: "Elini sallasan ellisi." Martin, "Hakkın var, Hentjen
Ana," diye güldü, "ama Hentjen Anada pişen yemek baş­
ka yerde kolay bulunmaz." Frau Hentjen'in gönlü alınmıştı,

29
Esch'in kartını teslim etsin diye Geyring'e verirken, "Mann­
heim'da da bulunmaz herhalde," dedi.

Tiyatro müdürü Gernerth artık Esch'in yakın arkadaş çevre­


sindendi. Çünkü tez canlı tutumları olan Esch daha ertesi gün
bir temsile bilet almıştı, sebebi de yalnız cesur kızı yeniden
görmek isteği değildi, almıştı çünkü biraz şaşkın Gernerth'i
tiyatro bitiminde müdür odasında ziyaret edip kendisini para
da ödeyen bir müşteri olarak takdim etmek istiyordu; ziya­
ret sırasında güzel geçen önceki akşam için teşekkür etmişti,
yeni bedava bilet kokusu alan ve ceplerini iliklemeye yeltenen
Müdür Gernerth ise bunlar yerine etkilendiğini belli etmek
zorunda kaldı. Cana yakın ağırlamaya bakarak oturduğu yer­
den kalkmayan Esch bir amacına daha ulaşıp hokkabaz Herr
Teltscher ile cesur arkadaşı Ilona'yla tanıştı, ikisinin de Macar
doğumlu oldukları anlaşıldı, özellikle Ilona'nın Almancası
pek yokken Teltini sahne adıyla çalışan ve sahnede İngiliz şi­
vesi konuşan Herr Teltscher Bratislavalıydı.

Herr Gernerth ise Egerlandlıydı, Kom için bu, ilk buluşmala­


rında büyük bir sevinç yarattı, çünkü Eger ile Hof kapı komşu
sayılacak şehirlerdi, neredeyse hemşeri sayılacak iki kişinin
tutup da Mannhetm'da buluşması Korn'a göre olağanüstü bir
tesadüftü. Bununla birlikte sevinç ve şaşkınlık coşkusu daha
çok retorik türdendi, çünkü hemşeri sayılma halini daha az
arzulayacağı bir durumda tek hissedeceği, kayıtsızlık olurdu.
Gernerth'i kız kardeşiyle yaşadığı eve davet etti, davetin bir
sebebi de muhtemel eniştesinin kendisine has tanıdıkları ol­
masına katlanamayışıydı, keza Herr Teltscher de çok geçme­
den kahve içmeye çağrıldı.

İşte yuvarlak masanın etrafında oturuyorlardı, masanın üs­


tünde Esch'in katkıda bulunarak aldığı kekler kabarık kahve
ibriğinin yanında sanatkarane bir piramit halinde istiflenmiş­
ti, kapalı bir pazar ikindisi yağmuru camlardan aşağı süzü­
lüyordu. Sohbeti hareketlendirmeye çalışan Herr Gernerth,

30
"Oturduğunuz yer pek hoş, gümrük müfettişim, ferah, aydın­
lık ..." deyip pencereye, sonra da aşağı, iri iri yağmur birikin­
tilerinin bulunduğu kasvetli banliyö caddesine baktı. Fraulein
Erna, şartları gereği mütevazı olduğunu söyledi, fakat ocakları
hayatlarını gerçekten güzelleştiren tek şeydi. Herr Gernerth
efkarlandı, kendi ocağın dünyalara bedeldi, evet, hanımefendi
böyle konuşabilirdi, ama bir sanatçı için bu gerçekleşmeyecek
bir hülyaydı; ah, onun yuvası yoktu, gerçi dairesi vardı, Mü­
nih'te karısının çocuklarla birlikte yaşadığı güzel, zarif bir da­
ireydi, ama ailesini bile pek tanımaz olmuştu artık. Neden mi
yanına almıyordu onları? Çocuklara göre bir hayat değildi, her
mevsim başka yerdeydi. Üstelik .. . Yok, çocukları sanatçı ol­
mayacaktı, onunkiler olmayacaktı. Anlaşılan, iyi bir babaydı,
iyi kalpliliği yalnız Fraulein Erna'yı değil Esch'i de etkilemişti.
Esch, belki kendini yalnız hissettiğinden, "Ben öksüzüm, an­
nemi hiç tanımadım gibi bir şey," dedi. Fraulein Erna, "Aman
Tanrım," dedi. Fakat hüzünlü sohbet pek hoşuna gitmemişe
benzeyen Herr Teltscher kahve fincanlarından birini parmak
ucunda döndürünce Hona dışında herkesi gülme aldı, fakat
o, ilgisizce sandalyesinde oturuyor, galiba geceyi güzelleştir­
mek zorunda kaldığı gülümseyişlerinden ötürü dinleniyordu.
Şimdi yakından bakınca sahnedeki kadar sevecen ve narin de­
ğildi, hatta belki biraz kabaydı; yüzü biraz süngerimsiydi, her
yanı çilli, şişkin göz torbaları vardı, işkillenen Esch şüpheye
düştü, sarı saçlar da hakiki olmayabilir, peruk olabilirdi; ama
vücudunun yanında yine vınlayan bıçaklar gözünün önü­
ne gelince bu düşünce kayboldu. Sonra Korn'un gözlerinin
de aynı vücutta gezindiğini fark etti, bu yüzden de Hona'nın
dikkatini üstüne çekmeye çalıştı, Mannheim hoşuna gidiyor
mu, Ren Nehri'ni biliyor mu vesaire gibi coğrafi şeyler sordu.
Fakat başaramadı, çünkü Hona ancak ara sıra cevap veriyor,
onu da yersiz veriyordu: "Evet, rica ederim." Ve ne onunla
ne Korn'la ilişki kurmayı arzular görünüyordu; kahvesini ağır
ağır, ciddiyetle içti, Teltscher memleketinin lehçesiyle ona bir

31
şeyler tıslasa bile -nahoş şeyler oldukları belliydi- pek kulak
asmıyordu. O ara Fraulein Erna, Gernerth'e güzel bir aile
hayatının dünyanın en güzel şeyi olduğunu söyleyip Esch'i
ayağının ucuyla ufaktan dürttü, bunu ya onu Gernerth'i örnek
alsın diye yahut yalnızca dikkatini Macar kızdan almak için
yapmıştı, buna rağmen kızın güzelliğini övüyordu: Çünkü
ağabeyinin o kadını seyredişindeki arzulayıcı bakışlar dikkatli
kertenkele gözlerinden kaçmamıştı, ayrıca güzel kızın Esch'e
değil, ağabeyine nasip olmasını daha yaraşır buluyordu. Der­
ken Ilona'nın ellerini okşadı, beyazlıklarını övdü, yenlerini de
sıyırıp hanımefendinin zarif bir teni olduğunu söyledi, Balt­
hasar da baksındı. Balthasar kıllı pençesini koydu. Teltscher
gülüp tüm Macar kadınların ipek gibi teni olduğunu söyle­
yince kendisi de tensiz dolaşmayan Erna, tek meselenin cilt
bakımı olduğu, yüzünü her gün sütle yıkadığı yanıtını verdi.
Elbette, dedi Gernerth, görkemli, adeta uluslararası bir teni
vardı, bunun üzerine Fraulein Erna'nın solgun çehresi açıl­
dı, sarımtırak dişleri ve dişlerinin sol üstteki boşluğu görüldü,
saçlarının arasından ince ince, kahverengi, biraz da donukça
sarkan şakaklarına kadar kızardı.

Alacakaranlık çökmüştü; Korn'un avucu Ilona'nın elini gittik­


çe daha sıkı sarmalıyor, Fraulein Erna, Esch'in, o da olmazsa
Gerneth'in aynını kendi eline yapmasını bekliyordu. Lambayı
yakmakta duraksıyordu, duraksaması özellikle, Balthasar'ın
böylesi rahatsızlıkların yapılmamasını istemesindendi, ne var
ki en sonunda komodinin üstündeki mavi karafada ışıldayan
kendi yaptığı likörü almak için kalkması gerekti. Tarifinin sır
olduğunu gururla duyurarak tadı bayat biraya benzeyen, fakat
Gerneth'e göre enfes olan içkisini ikram etti; Gernerth fikri­
ni pekiştirmek için elini de öptü. Esch, Hentjen Ananın likör
içenleri sevmediğini hatırladı, hele de Korn'a türlü itirazlarda
bulunacak olması içini tatmin hissiyle doldurdu, çünkü herifin
içtiği kadehlerin arkası gelmiyor, her defasında da ağzını şap­
latıp koyu renk pos bıyığını yalıyordu. Korn, Ilona'ya da içki

32
doldurdu, kadının kadehi ağzına götürtmesi, Kom bir defasın­
da kadehinden yudum alıp bıyığını içine daldırıp bunun öpü­
cük olduğunu açıkladığında bile dikkat göstermeyişi, değişmez
kayıtsızlığına ve hareketsizliğine uygundu. Ilona muhtemelen
anlamıyordu, oysa Teltscher'in neler olup bittiğini bilmesi
gerekirdi. Olanlara seyirci kalması anlaşılır gibi değildi. Bel­
ki içinden acı çekiyordu, yalnızca kavga çıkarmayacak kadar
görgülü biriydi. Esch o işi onun yerine halletmek için acayip
heveslendiyse de Teltscher'in bu cesur kızı sahnedeyken nasıl
haşin bir ses tonuyla ayak işlerine koştuğu aklına geldi; kızı sa­
kın kasten aşağılamak istemesindi? Bir şeyler olması lazımdı,
kollarını açarak karşısına geçmek lazımdı! Teltscher ise keyifle
omzuna vurdu, ona arkadaşım ve confrere dedi, Esch merakla
yüzüne bakınca da iki çifti gösterip, "E, biz bekarlar birbirimize
destek çıkmalıyız," dedi. "O zaman size yanarım," diyen Frau­
lein Erna yerini değiştirince Gernerth ile Esch'in arasına girdi,
Herr Gernerth ise incinerek, "Zavallı sanatçılar böyle durma­
dan kırpılıyorlar... tüccarlar, işte," dedi. Teltscher, Esch'in bu
söylenenden hoşlanmayacağını, sağlamlık ve ileri görüş dendi
mi ancak tüccarlıkta bulunacağını söyledi. Elbet tiyatroculuk
da tüccarlık, hatta en zoru sayılabilirdi, kendi kendisinin yalnız
müdürü değil bir ölçüde ortağı da olan, başarı şanslarını her
zaman gereğince kullanmasa da kendince çalışkan bir tüccar
sayılabileceğinde şüphe bulunmayan Herr Gernerth'e helal ol­
sundu. O, yani Teltscher-Teltini bunu gayet iyi takdir edebilir­
di, çünkü sanatçılığın cazibesine kapılmadan önce işe kendisi
de tüccarlıkla başlamıştı. "Peki, işin sonu ne oldu? Amerika'da
birinci sınıf angajmanlarım olabilecekken burada oturuyo­
rum ... yoksa acaba birinci sınıf değil miyim?" Esch'in zihninde
belirsiz bir hatıra ayaklandı: Tüccarlığı ne diye bu denli övü­
yorlardı; yere göre sığdıramadıkları sağlamlık pek bir şeye ben­
zemiyordu. Doğrudan yüzlerine söyleyip konuyu kapattı: "El­
bette farklar var, mesela Nentwig ve Başkan von Bertrand, ikisi
de tüccar, ama biri domuz, öbürü... başka bir şey işte, daha iyi

33
Another random document with
no related content on Scribd:
»Niin juuri, kaduilla ei tahdo päästä kulkemaan. On taas
jonkinmoinen mielenosoitus. Köyhien täytyy aina osoittaa mieltään!»

»Niin, tietysti», sanoi Don Camillo. »Ettekö ole kuullut uutisia,


Roma?»

»Olen tehnyt työtä koko yön ja koko päivän enkä ole kuullut
mitään», sanoi Roma.

»Estääkseen eilisen epämiellyttävän näytelmän uudistumista


kuningas on antanut yleisön turvallisuutta koskevan kuninkaallisen
käskyn, ja siten koko tuosta ihmeellisestä pulmasta on päästy.»

»Entä nyt?»

»Nyt pääministeri on olosuhteitten herrana ja on aloittanut


varoittamalla joukkokokouksesta, joka oli aiottu pidettäväksi
Colosseumilla.»

»Sepä hyvä», sanoi kreivi Mario. »Meillä on ollut tarpeeksi


vapaamielisyyttä viime aikoina.»

»Ja häpeämättömiä puheita ja varsinaisia kansan yllyttäjiä», sanoi


rouva Sella.

»Ja painovapautta», sanoi senaattori Palomba. Ja sitten vanha


keikari, muotiompelija ja imelä pieni pormestari loivat toisiinsa
tarkoittavia katseita.

»Odottakaa! Odottakaa vähän!» sanoi Roma hiljaa Rossille, joka


ääneti seisoi hänen vieressään.
»Onneton Italia!» sanoi Amerikan lähettiläs. »Sillä on suurin
joukko komeanimisiä aatelismiehiä ja suurin kerjäläisarmeija. Toinen
luokka istuu ja juo jäätelövettä piazzalla kuunnellen musiikkia, ja
toinen luokka marssii pitkin katuja solmien liittoja yhteiskuntaa
vastaan.»

»Te tuomitsette meitä ulkomaalaisen katsantokannalta, hyvä


ystävä», sanoi Don Camillo, »ja unohdatte, kuinka me rakastamme
juhlia. Prinsessa sanoo, että meidän köyhämme aina panevat
toimeen mielenosoituksia. Me panemme kaikki toimeen
mielenosoitusnäytelmiä. Hauskin sellainen näytelmä on hautajaiset,
joissa on jyskiviä rumpuja ja heiluvia lippuja. Ellemme voi panna
toimeen hautajaisia, panemme toimeen häät, missä on kukkia ja
kyynelvirtoja. Ja ellei meillä ole kumpaakaan, toimitamme
vallankumouksen ja annamme vapaamielisten puhujiemme saarnata
leipäveron julmuudesta.»

»Aina se koskee heidän leipäänsä», sanoi prinsessa nauraen.

»Amerikassa, hyvä kenraali, te olette aina niin surkean totisia,


mutta me italialaiset olemme näyttelijärotua. Kuningas, parlamentti ja
itse paavikin…»

»Kamalata!» huudahti pikku prinsessa. »Mutta jos olisitte sanonut


tuon meidän varsinaisista yllyttäjistämme…»

»Oh, he ovat kaikkein taitavimmat ja parhaat näyttelijät, hyvä


prinsessa. Mutta me olemme kaikki näyttelijöitä täällä Italiassa,
suurimmasta pienimpään asti, ja se voittaa, joka näyttelee
parhaiten.»
»Siis», alkoi amerikkalainen, »pääministerinä oleminen
Roomassa…»

»On samaa kuin oleminen päänäyttelijänä Euroopassa, ja hänen


paras osansa on se, missä hän tekee lopun vastustajastaan toisten
nauraessa loppumatta.»

»Mitä hän tarkoittaa?» sanoi Englannin lähettiläs amerikkalaiselle.

»Ettekö tiedä? Ettekö ole kuullut, mitä on tulossa?» Ja sitten he


kuiskailivat keskenään.

»Odottakaa!» sanoi Roma.

»Gi-Gi», sanoi prinsessa, »kuinka tyhmä te olette! Te olette kaikki


erehtyneet Romaan nähden. Katsokaa häntä nyt. Kuinka sokeita
miehet voivat olla! Eikä paroni ole hiukkastakaan viisaampi kuin te
muut! Hän on liian ylpeä uskoakseen, mitä kerroin hänelle, mutta
hän saa nähdä vielä. Hän on kai täällä? Kreivittärenkö huoneessa?
… Mitä pidätte puvustani?»

»Se on mainio.»

»Todellako? Musta ja sininen soveltuvat mainiosti yhteen, eikö


niin? Ne ovat paronin lempivärit. Kuinka kiihoittunut emäntämme on!
Hänellä näkyy olevan koko maailma vieraana. Milloin me saamme
nähdä sen mestariteoksen? Mitä me odotamme? Ah, tuollahan
paroni vihdoinkin tulee!»

»Kaikki ovat täällä, eikö niin?» sanoi Roma katsellen hehkuvin


poskin ja loistavin silmin tuota kumartelevaa, juoruavaa joukkoa, joka
oli loukannut ja halveksinut Davido Rossia.
»Varokaa», sanoi Davido Rossi, mutta Roma heitti päätään ja
nauroi.

Sitten seurue astui alas pitkin kiertoportaita ateljeehen. Roma kulki


ensin nopein askelin puhellen hermostuneesti ja nauraen alinomaa.

Suihkukaivo oli keskellä lattiaa, ja vieraat kokoontuivat sen


ympärille.

»Mainio!» huudahtivat he toinen toisensa jälkeen. »Erinomainen!»


»Mainio!»

Pieni pormestari oli varsinkin innokas. Hän seisoi lähellä paronia ja


ojentaen molemmat kätensä hän huusi:

»Se on hämmästyttävä! Ihmeellinen! Voi kilpailla vanhan Rooman


suurimpien mestariteosten kanssa!»

»Mutta tämä on 'Hamlet' ilman prinssiä», sanoi paroni. »Sinä laitat


suihkukaivon, joka esittää Kristusta ja hänen kahtatoista apostoliaan,
mutta jätät päähenkilön, Kristuksen, lopettamatta.»

Hän osoitti keskikuvaa, joka oli vasta hiukan muovaeltu luonnos.

»Tässä on toinenkin lopettamaton patsas, teidän ylhäisyytenne»,


sanoi
Don Camillo. »Se on nähtävästi Juudas.»

»Jätin ne viimeiseksi tahallani», sanoi Roma. »Ne ovat niin tärkeät


ja niin vaikeat. Mutta minulla on luonnokset kumpaankin
huoneessani, ja pyydän teitä lausumaan mielipiteenne niistä.»
»Pyhimys ja satyyri, Jumala ja piru, petetty ja pettäjä — ne ovat
todellakin arvokkaita aiheita taiteilijan taltalle», sanoi Don Camillo.

»Juuri niin», sanoi pormestari. »Toinen on tehtävä taiteilijan koko


rakkauden syvyydellä ja toinen hänen tulisimmalla vihallaan.»

»Eipä silti», sanoi Don Camillo, »että taiteella olisi mitään


tekemistä elämän kanssa — se on, tosi elämän…»

»Miksikä ei?» kysyi Roma terävästi. »Taiteilijan täytyy elää


maailmassa, eikä hän ole sokea. Miksi hän siis ei saisi kuvata, mitä
hän näkee ympärillään?»

»Mutta onko se taidetta? Jos asian laita on niin, niin taiteilijalla on


vapaus taiteessaan ilmaista uskonnolliset ja valtiolliset mielipiteensä,
jopa yksityiset tunteensakin — kostaa kärsityt solvauksetkin.»

»Tietysti», sanoi Roma. »Suurimmatkin taiteilijat ovat usein


menetelleet niin.» Niin sanoen hän näytti tietä yläkertaan, ja toiset
seurasivat veisaten ulkokullaisesti hänen kiitostaan.

»Se on inhimillistä, käyttääkseni lievintä sanaa.» »Tietysti!»


»Koska hän on nainen eikä voi puhua suoraan eikä vaatia
kaksintaisteluun, on tämä hyvin naisellinen tapa kostaa ainakin.» Ja
sitten seurasi taas nauru, viuhkojen suhina ja tarkoittavat katseet
Rossiin päin hänen selkänsä takana.

Kaksi kuvapatsasta oli kamarissa jalustoilla. Toinen oli peitetty


märällä vaatteella, toinen musliiniharsolla. Mennen viimeksimainitun
luo Roma sanoi hiukan epävakavalla äänellä:

»Kristuksen kuvan luominen oli niin vaikeata, että melkein kaduin


yritystäni. Mutta se kävi helpommaksi, kun rupesin ajattelemaan
miestä, jota vainotaan ja nöyryytetään ja poljetaan siksi, että hän on
köyhä eikä häpeä sitä, ja joka aina on valmis puoltamaan heikkoja ja
sorrettuja eikä koskaan kosta kenellekään solvausta, olkoonpa se
kuinka kurja ja valheellinen ja ilkeä tahansa, sillä hän ei koskaan
ajattele itseään. Niin sain parhaan mallin tosi elämästä, ja tässä on
tulos.»

Näin sanoen hän veti pois harson ja paljasti kuultavan valkoisen


kipsiin valetun Davido Rossin rintakuvan. Kasvoista loisti mitä
puhtain ylevyys, ja joka piirteen muovailussa tuntui hellyys ja
rakkaus.

Kylmää hiljaisuutta seurasi matalaääninen puhelu. »Kuka se on?»


»Kristus, tietysti.» »Oh, tietysti, mutta se muistuttaa jotain?»
»Kuka se on?» »Paaviko?» »Ei, ettekö näe?» »Onko se totta?»
»Kuinka
häpeällistä!» »Pyhyyden pilkkaa!»

Roma seisoi ja katseli seuruetta säkenöivin silmin.

»Pelkään, etten teidän mielestänne ole aivan oikein esittänyt


malliani», sanoi hän. »Se on vallan totta. Mutta ehkä Juudas
miellyttää teitä enemmän», ja hän astui patsaan luo, jota märkä
kangas verhosi.

»Tämä oli minusta hyvin vaikea tehtävä myöskin, enkä voinut


aloittaa sitä ennenkuin eilisiltana.»

Sitten hän selvästi vapisevalla kädellä otti isänsä kuvan seinältä ja


ojentaen sen paronille, sanoi:
»Joku kertoi minulle konnamaisesta petoksesta — se koski tätä
miesraukkaa, paroni — ja silloin minä ymmärsin, millainen se mies
oli, joka petti ystävänsä ja herransa kolmestakymmenestä
hopeapenningistä ja kuunteli sen viheliäisen joukon ulkokultaista
imartelua sen viheliäisen valehtelevan joukon, joka ryömi hänen
ympärillään, siksi että hän oli petturi ja että hänellä oli täysi
kukkaro.»

Näin sanoen hän veti pois kostean vaatteen ja paljasti savesta


muovaillun pään. Kasvot saattoi heti tuntea mutta ne ilmaisivat
kaikkea ajateltavissa olevaa huonoutta, kavaluutta, julmuutta ja
aistillisuutta.

Äänettömyys oli jäinen, ja seurue alkoi kääntyä pois mutisten


jotain peittääkseen hämilläänoloa. »Sehän on paroni!» »Ei!» »On
kyllä!» »Häpeällistä!» »Inhottavaa!» »Kamalaa!» »Harakanpelätti!»

Roma katsoi heitä hetkisen ja sanoi sitten: »Te ette pidä


Juudaksestani! En minäkään. Olette oikeassa — se on inhottava!»

Ja sitten hän tarttui molemmin käsin rautalangan palaseen ja


leikkasi saven poikki, niin että se jysähtäen putosi lattiaan.

Prinsessa, joka seisoi paronin vieressä, lausui osanottonsa


hänelle, ja paroni vastasi jäisesti hymyillen:

»Kaikki taiteilijathan ovat hiukan pois järjiltään. Se on välttämätön


paha, jota täytyy kärsiä tyynesti välittämättä paljon sen naurettavasta
puolesta.»

Sitten hän astui Roman luo, antoi takaisin valokuvan ja sanoi


hiukan rypistäen otsaansa:
»Kiitän sinua hyvin hauskasta iltapäivästä ja sanon jäähyväiset.»

Toiset seurasivat häntä katseellaan ja selittivät hänen lähtönsä


oman mielensä mukaan. »Heidän välinsä ovat lopussa nyt»,
kuiskasivat he. »Kyllä hän vielä maksaa tuon.» Ja ilman suurempaa
melua he alkoivat seurata häntä.

Roma punoittavana ja kiihottuneena kumarsi heille kullekin


erikseen melkein pilkallisen kohteliaasti. Hän sanoi heille hyvästi
ikipäiviksi, ja hänen kasvonsa kirkastuivat ilosta. He koettivat
käyttäytyä uljaasti astuessaan hänen ohitsensa, mutta heillä oli
melkein se tunne kuin heidät olisi ajettu pois talosta…

Kun kaikki olivat menneet, veti Roma oven kiivaasti kiinni ja


kääntyen Davido Rossiin, joka yksin oli jälellä, hän puhkesi
kyyneltulvaan ja heittäytyi hänen jalkoihinsa.
XX.

»Davido!» huusi hän.

»Ei noin. Nouse ylös», vastasi Rossi

Rossin ajatukset olivat aivan sekaisin. Hän oli seissyt Roman


vieressä ja vavissut hänen puolestaan ankarammin kuin kukaan
koskaan itsensä takia julkisen elämänsä vaikeimpinakaan hetkinä.
Ja nyt hän yksin Roman kanssa ja hänen sydämensä tykytti rajusti.

»Enkö ole tehnyt kyllin?» huusi Roma. »Sinä moitit minua siitä,
että olin rikas, mutta nyt olen yhtä köyhä kuin sinäkin. Joka pennin
sain paronilta. Hän antoi minun käyttää osan isäni tilojen tuottamista
tuloista, mutta nuo tulot olivat hänen valvontansa alaiset, ja nyt hän
hän lopettaa ne kokonaan. Minulla on velkoja. Minulla on aina ollut
velkoja. Sillä lailla hyväntekijäni tahtoi muistuttaa minulle että olin
riippuvainen hänen hyvyydestään, ja nyt minun täytyy myydä kaikki
tyydyttääkseni velkojani, ja itse jään kodittomaksi.»

»Roma…», alkoi Davido Rossi, mutta Roma jatkoi itkien kiihkeästi.

»Talo huonekalut, lahjat, vaunut, hevoset, kaikki menee kohta eikä


minulla ole mitään. Entä sitten. Sinä sanoit että nainen rakastaa
mukavuutta ja komeutta. Eikö hän rakasta mitään muuta? Emmekö
me naiset valita mistään muusta? Etkö vieläkään ole tyytyväinen
minuun?»

»Roma», alkoi Rossi hengittäen kovasti, »älkää puhuko noin. En


voi kestää sitä.»

Mutta Roma ei kuunnellut. »Sinä moitit minua siitä, että olen


nainen», sanoi hän uudestaan puhjeten kyyneliin. »Nainen ei voi
muka tuntea ystävyyttä eikä tehdä uhrauksia. Hän on vain aiottu
miehen leikkikaluksi. Luuletko, että tahtoisin olla mieheni
rakastajatar? Minä tahdon olla hänen vaimonsa, jakaa hänen
kohtalonsa, olkoonpa se millainen tahansa, myötä- ja
vastoinkäymisessä.»

»Jumalan tähden, Roma!» huusi Davido Rossi. Mutta Roma


keskeytti hänet taas.

»Sinä peloitit minua niillä vaaroilla, joita sinun täytyi kestää, aivan
kuin vaimon välttämättömästi pitäisi olla miehelleen esteenä ja
vastuksena. Luuletko, että soisin mieheni vaipuvan
toimettomuuteen? Jos hän tyytyisi sellaiseen elämään, ei hän olisi se
mies, jota minä rakastan, ja minä halveksisin häntä ja jättäisin
hänet.»

»Roma!…»

»Sitten peloitit minua kuolemalla, joka sinua uhkaa. Minä muka


jäisin sinun kuoltuasi maailman armoille. Mutta niin ei voi koskaan
tapahtua. Ei ikinä! Luuletko että nainen voi elää kauemmin kuin
mies, jota hän rakastaa niinkuin minä rakastan sinua?… Niin. Nyt se
on sanottu. Minun täytyi se sanoa.»
Davido Rossi ei voinut puhua nyt. Sanat tarttuivat hänen
kurkkuunsa, ja
Roma jatkoi yhä vielä itkien:

»Kuolemaan, joka sinua uhkaa, et ole itse syypää. Siihen on


syynä uskollisuutesi isääni kohtaan, ja siksi minulla on oikeus jakaa
se, enkä minä tahdo elää sinun kuoltuasi.»

»Jos minä nyt myönnyn, on kaikki hukassa», ajatteli Davido Rossi.

Ja sitten hän puristi kätensä selkänsä taakse estääkseen itseään


kietomasta käsivarsiaan Roman ympäri ja sanoi hiljaa:

»Roma, te olette rikkonut lupauksenne minulle.»

»En välitä siitä», keskeytti Roma. »Rikkoisin vaikka tuhat lupausta.


Minä petin sinut. Tunnustan sen. Olin olevinani myöntyväinen
tahtoosi, vaikka en ollutkaan. Minä tahdoin, että näkisit minun
luopuvan kaikesta, jottei sinulla olisi mitään puolustusta. Nyt olen
sen tehnyt… mitä nyt sanot?»

»Roma», alkoi Davido Rossi taas koko ruumis vavisten. »Minussa


on koko ajan taistellut kaksi miestä. Toinen niistä on koettanut
varjella teitä maailmaa ja itseänne vastaan, kun taas toinen… toinen
on tahtonut halveksia kaikkia esteitä, polkea ne jalkoihinsa… Jos
vaan tietäisin, että ymmärrätte mitä teette, käsitätte kaikki vaarat ja
kohtalon, jonka suostuisitte jakamaan… mutta ei, se on
mahdotonta!»

»Davido», huudahti Roma, »sinä rakastat minua! Ellet rakastaisi,


tietäisin sen nyt tällä hetkellä. Mutta minä olen rohkeampi kuin
sinä…»
»Anna minun mennä! En voi enää vastata itsestäni!»

»Minä olen rohkeampi kuin sinä, sillä minä olen luopunut kaikesta
omaisuudestani ja ystävistäni… olen ollut epäkohtelias entisiä
tuttujani kohtaan sinun tähtesi ja asettanut itseni kiusalliseen
asemaan… minä naisena olen uskaltanut… mutta sinä miehenä…
sinä pelkäät…. niin juuri, pelkäät… sinä olet pelkuri — juuri niin,
pelkuri!… Ei, ei, ei! Mitä minä puhun?… Davido Leone!»

Ja huudahtaen rakkaudesta ja katumuksesta hän kiersi molemmat


kätensä
Davido Rossin kaulaan.

Davido Rossi oli taistellut ankaraa taistelua tuskaa ja rakkautta


vastaan, koettaen kestää, kunnes hänen jännittyneet hermonsa eivät
voineet enää vastustaa.

»Tule minulle sitten — tule minulle», hän huusi, ja samana


hetkenä, jona Roma kiersi käsivartensa hänen kaulaansa, hän ojensi
kätensä Romaa vastaan.

»Sinä rakastat minua?» sanoi Roma.

»Rakastan! Entä sinä?»

»Sinua rakastan, rakastan!»

Davido Rossi puristi hänet syliinsä ja suuteli häntä. Kauan


pidätetty rakkaus puhkesi esiin kuin kevättulva, joka huuhtoo lumen
ja jään pois tieltään.

Äkkiä Roma, joka oli niin uljaasti taistellut rakkautensa puolesta,


kävi heikoksi ja naiselliseksi voittonsa hetkellä. Miehen hellyys sai
hänet piilottamaan punastuvat kasvonsa hänen rinnalleen.

»Ethän ajattele pahaa minusta tämän tähden?» pyysi hän.

»Pahaa sinusta! Siksi että rakastat minua?»

»Siksi että sanoin sen sinulle ja väkisin tunkeuduin elämääsi.»

»Oma armaani, en.»

Roma kohotti päätään ja Davido Rossi suuteli pois kyyneleet


hänen silmistään.

»Mutta sano minulle», virkkoi Davido Rossi, »oletko varma —


aivan varma? Ymmärrätkö, mikä sinua odottaa?»

»Minä ymmärrän vain, että rakastan sinua.»

Davido Rossi sulki hänet uudelleen syliinsä ja suuteli hänen


päätään.

»Ajattele tarkkaan», sanoi hän. »Miehen viholliset ovat


armottomia. Ne voivat kiusata ja nöyryyttää sinua minun tähteni.»

»En minä pelkää», sanoi Roma, ja Rossi puristi häntä lujemmin


syliinsä suudellen häntä yhä uudelleen.

He eivät puhuneet pitkään aikaan. Ei tarvittu sanoja. Davido Rossi


oli voitettu, mutta kumminkin voittaja, ja Roma oli onnellinen ja
rauhallinen. Pitkä taistelu oli ohi ja kaikki oli hyvin.

Davido Rossi asetti Roman istumaan tuoliin, jonka käsipuulle hän


itse istui kasvot vasten Roman kasvoja ja Roman käsi hänen
kaulassaan. Se oli kuin unelmaa. Roma ei voinut uskoa sitä. Davido
Rossi, jota hän oli niin ihaillut, hyväili häntä. Tyttö oli kuin lapsi
ilossaan, punastuen ja puoleksi peläten.

Rossi silitti hänen tukkaansa ja suuteli hänen otsaansa. Roma


kohotti päätään koskettaakseen huulillaan Rossin otsaa, ja mies
suuteli hänen valkoista kaulaansa.

Sitten he vaihtoivat sormuksia merkiksi ikuisesta liitostaan. Kun


Davido Rossi pani sormeensa Roman timanttisormuksen, näytti hän
melkein surulliselta, mutta kun Roma painoi Rossin vaatimattoman
hopeasormuksen sormeensa, nosti hän ylös kätensä valoa kohti ja
suuteli sitä suutelemistaan.

He alkoivat puhella hiljaa, aivan kuin joku olisi ollut


kuuntelemassa. Se oli heidän sydämensä kuiskailua, sillä onnellisen
lemmen enkeli ei puhu ääneen koskaan, vaan kuiskailee. Roma
pyysi Davido Rossia sanomaan uudestaan, että hän rakastaa
Romaa, mutta kun Rossi alkoi sitä sanoa, sulki Roma hänen suunsa
suudelmilla.

He puhelivat lemmestään. Roma uskoi varmasti rakastaneensa


ensin Davido Rossia, ja kun tämä sanoi aina rakastaneensa Romaa,
niin tyttö väitti vastaan, että silloin Rossi ei rakasta häntä ollenkaan.

He puhuivat lemmen tuskasta. Alkaako lempi aina tuskalla?


Rakkaus on kaiketi kaksoisolento, kaksi eri henkeä, jotka ovat
syntyneet eri sydämissä ja itkevät, itkevät, kunnes pääsevät
yhtymään. Tuo yhdistyminen on lemmen elämän alku, ja kaikki, mikä
sen edellä on, on vain synnytystuskia.

Kirkonkellot alkoivat soittaa Ave Mariaa, ja he sulkivat silmänsä


kuunnellakseen. He tahtoivat säilyttää muistissaan tämän hetken
lempensä uudestisyntymisen hetkenä, ja siksi he istuivat käsi
kädessä ja hiljaa uneksien. Mutta kellojen ääni kertoi heille tuhansia
seikkoja. Yhden ääni oli kuin onnellisen lapsen, joka leikkii
aamuauringon valossa. Toinen kello oli kuin kuorossa laulavan pojan
sävel, joka kohoaa kohti taivaan-porttia. Kolmas kello oli kuin
tyttösen ääni, joka heläjää vihreällä niityllä, missä kukkaset ja ruoho
tuoksuvat. Neljäs oli kuin merimiehen ääni aurinkoisen meren
rannalla. Ja Pietarin kirkon iso kello kaikui kuin itse meri kertoen
rakastavista olennoista, jotka ovat hukkuneet sen syvyyteen. Mutta
kaikki Rooman kellot soittivat ainoastaan heille, ja Ave Maria oli
heidän omansa.

He nousivat vihdoin sulkemaan ikkunoita. Vieretysten, Davido


Rossin käsi Roman vyötäisillä ja Roman pää Rossin olkapäätä
vasten he seisoivat hetkisen katsoen ulos. Tuo kaikkien kaupunkien
emo väikkyi valkeana heidän edessään, ja laskeva aurinko loi sitä
ympäröiville vuorille punertavan valon, jota vastaan Pietarin kirkon
kupoli kuvastui jättiläispallona.

»Myrsky on tulossa», sanoi Davido Rossi katsellen auringonlaskun


värejä.

»Se on tullut ja mennyt», kuiskasi Roma, ja Rossi puristi häntä


lähemmäksi itseään.

Heiltä meni puoli tuntia hyvästisanomiseen. Viimeisen suudelman


jälkeen käsivarret vielä uudelleen kiertyivät syleilyyn.
XXI.

Kun Rossi vihdoinkin oli mennyt, juoksi Roma makuuhuoneeseensa


katsomaan kasvojaan kuvastimesta. Poskipäät olivat punaiset ja
silmissä kiilsi kyynel.

Hän meni sitten takaisin kammioonsa. Davido Rossi ei ollut enää


siellä, mutta koko huone oli täynnä hänen läsnäoloaan. Hän istui
taas tuolille ja meni sitten ikkunan luo. Vihdoin hän meni pöytänsä
ääreen ja kirjoitti kirjeen: —

»Rakkaani! — Sinä olet ollut vain puoli tuntia poissa, ja tässä


minä nyt jo istun kirjoittamassa sinulle. Minulla on muutamia asioita
sanottavana, vallan yksinkertaisia asioita, mutta minä en voi
ajatella niitä järkevästi pelkästä ilosta, kun tiedän, että sinä rakastat
minua. Tiesinhän minä tosin sen ennenkin, mutta en ollut
rauhallinen, ennenkuin kuulin sen sinun omilta huuliltasi. Ja nyt
minä melkein pelkään tätä suurta onneani. Kuinka ihmeelliseltä se
tuntuu! Ja, kuten kaikki kauan odotetut seikat, kuinka äkkiä se
lopulta tapahtui! Ajattelepas, että kuukausi sitten — lyhyt kuukausi
vain — sinä ja minä olimme molemmat Roomassa lähellä
toisiamme, hengittäen samaa ilmaa, saman pilven alla, saman
auringon paisteessa, emmekä sitä tietäneet.
Voi teitä, kaikki rakkaat sisareni, joilla ei ole iloa eikä lempeä!
Älkää surko! Kun vähimmin aavistatte, voi hänen silmänsä kohdata
teidät, ja te tulette onnellisiksi, onnellisiksi!

Vakavasti sanon nyt samaa, mitä kerran sanoin suutuksissani,


että sinun täytyy jatkaa työtäsi etkä saa antaa huolesi minun
kohtalostani estää sitä. Minä todellakin ajattelen, että vaimon tulee
edistää miehen pyrintöjä elämässä, ja ellei hän voi sitä tehdä,
täytyy hänen seisoa syrjässä eikä ainakaan estää miestään. Siis
jatka, armas, äläkä pelkää minun kohtaloani. Kyllä minä itseni
hoidan, tapahtuipa mitä tahansa. Älä anna ainoankaan hetken
elämässäsi turmeltua siksi, että ajattelet mikä minua kohtaa, jos
sinä et onnistu työssäsi. Armas, minä olen sinun rakastettusi, mutta
minä olen myöskin sotilas, joka odottaa kapteeninsa käskyä.

»Ollos opas, lempi,


Sinun tietäs kuljen!
Rinnastani, lempi,
Kaiken muun nyt suljen!»

Vielä toinen asia. Sinä menit pois sanomatta, että annat anteeksi
pikku petokseni sinua kohtaan. Kyllä kai se oli hyvin väärin, mutta
minä en sittenkään voi oikein katua sitä. Naiset ovat aina hiukan
teeskentelijöitä. Se on Eevan tyttären tunnusmerkki, ja se ilmenee
aina jollakin tavalla. Minä rakastin sinua niin, että minun täytyi
houkutella sinutkin rakastamaan minua. Minun pitäisi hävetä, mutta
en voi. Olen iloinen vain.

Minä tietysti rakastin sinua ensin ja minä tunsin sinut heti, ja kun
sinä kirjoitit rakastavasi erästä tyttöä, tiesin vallan hyvin, että
tarkoitit minua. Mutta oli niin suloista olla olevinaan tietämätön, tulla
lähelle ja sitten taas poistua, koskettaa ja sitten paeta, kiusata ja
sitten juosta pois, kunnes voimakas hyökyaalto syöksyi ylitseni ja
ajoi minut sinun syliisi.

Rakas, älä luule että pidän niitä esteitä vähäpätöisinä, joilla


tahdoit meidän yhtymistämme estää. Olen aina tiennyt, että vaarat
uhkaavat avioliittoamme, vaikken ehkä vieläkään käsitä, kuinka
suuria ne ovat. Mutta minä tiedän, että ne olisivat vielä suuremmat,
jos minä pysyisin erossa sinusta, ja se antoi minulle voimaa
olemaan rohkea ja uhmaamaan ulkonaista sovinnaisuutta.

Tämä johtaa minut viimeiseen asiaani, ja koetapas nyt olla


totinen ja vedä otsasi sellaiseen julmaan ryppyyn, joka aina
ilmaantuu siihen, kun olet oikein juhlallinen. Se, mitä sanoit
vihollisistasi, että he ovat armottomia ja koettavat ehkä vartioida
minua ja käyttää minua aseena vahingoittaakseen sinua, on liiankin
uhkaava vaara. Totta puhuen olen koko ajan tietänyt enemmän
kuin uskalsin kertoa sinulle, mutta minä toivoin, että ymmärtäisit, ja
nyt minä vapisen ajatellessani, kuinka olen pakottanut itseni
vaikenemaan.

Minghellin juttu on hyvin vaarallinen, sillä minulla on syytä


epäillä, että tuo mies on keksinyt, mikä nimi sinulla oli Englannissa,
ja luulen, että hän Italiaan palattuaan koettaa minun avullani
todistaa sen. Se on hirveätä, ja sydämeni värisee sitä ajatellessa.
Mutta onneksi on olemassa keino, jolla tuo pirullinen aie saadaan
estetyksi, ja sinun vallassasi on pelastaa minut ikuisesta tuskasta.

Minä en usko, että minkään sivistyneen maan laki pakottaa


aviovaimoa todistamaan miestään vastaan, ja se ajatus antaa
minulle rohkeutta olemaan niin epänaisellinen, että sanon: Älä
viivyttele kauan, rakas! Minä tahtoisin, että se tapahtuisi nyt heti.
Vaikka olenkin näin äärettömän onnellinen, pakottaa sydäntäni
kunnes se on tapahtunut, ja sitten vasta alan elää!

Kas niin! Sinä et aavistanut, kuinka tunkeileva minä saatan olla.


Olen itsekin hämmästynyt huomatessani, millaiseksi olen
muuttunut sen jälkeen kuin aloin rakastaa sinua. Monta viikkoa olen
ollut laiha ja kuihtunut ja ruma, tänään vasta alan hiukan kaunistua.
Minä en voi olla muuta kuin kaunis tänään ja olen juossut
yhtämittaa katsomaan peiliin, ymmärtääkseni miksi sinä oikeastaan
rakastat minua. Minä olen iloinen kauneudestani — sinun tähtesi.

Hyvästi, rakkaani! Sinä et voi tulla huomenna etkä ylihuomenna.


Kuinka hirveän pitkä aika minun pitää kestää ennenkuin näen sinut
taas! Näytänköhän vanhemmalta sitten? En, sillä sinua
ajatellessani nuorrun joka hetki. Kuinka vanha sinä oletkaan?
Kolmekymmentä neljä. Minä olen kaksikymmentä neljä ja puoli
vuotta ja se on juuri sopiva ikä.

Roma.

P.S. — Älä viivyttele sitä asiaa! Älä, älä, älä!»

Roma söi yksin päivällistä sinä iltana saadakseen rauhassa


ajatella. Arkielämä oli vallan kadonnut häneltä, ja joka kerta, kun
Felice puhui hänelle tarjotessaan ruokia, tuntui ääni tulevan jostakin
hyvin kaukaa.

Hän meni aikaisin maata, mutta hän nukkui myöhään. Kauan


aikaa hän makasi valveilla ajatellen kaikkea, mitä oli tapahtunut, ja
kun yö jo oli pitkälle kulunut ja hän koetti nukkua uneksiakseen
samasta asiasta, ei hän saanut unta pelkästä ilosta. Mutta lopuksi
hän unettaren kootessa yhä sakeammalti hattaroita hänen
ympärilleen kuiskasi 'hyvää yötä' ja nukkui aamuun asti.

Hän heräsi myöhään, ja aurinko paistoi huoneeseen. Hän ojensi


molemmat kätensä nauttien terveytensä ja lempensä onnesta. Kaikki
oli hyvin, ja hän oli onnellinen. Ajatellessaan eilispäivää hän sääli
paroniakin ja tunsi olleensa liian paha.

Mutta tuo ajatus haihtui pian. Ruumis ja sielu olivat täynnä iloa, ja
hän hypähti nopeasti vuoteesta.

Hetkeä myöhemmin Nattalina toi kirjeen. Se oli paronilta ja


kirjoitettu edellisenä päivänä: —

»Minghelli on palannut Lontoosta, ja siksi minun täytyy tavata


sinua huomenna kello yksitoista. Ole hyvä ja pysy kotona ja aseta
niin, että saamme olla puoli tuntia kahdenkesken ja häiritsemättä.»

Aurinko peittyi pilveen, ilma kävi kolkoksi ja pimeys levisi yli koko
maailman.

VIIDES OSA.
PÄÄMINISTERI.

You might also like