Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 57

Gelecek Nas■l Gelecek Bilim

Gelece■imiz Hakk■nda Ne Biliyor 1st


Edition Jim Al-Khalili
Visit to download the full and correct content document:
https://ebookstep.com/product/gelecek-nasil-gelecek-bilim-gelecegimiz-hakkinda-ne-b
iliyor-1st-edition-jim-al-khalili/
More products digital (pdf, epub, mobi) instant
download maybe you interests ...

Robotlar■n Yükseli■i Yapay Zeka ve ■■siz Bir Gelecek


Tehlikesi Martin Ford

https://ebookstep.com/product/robotlarin-yukselisi-yapay-zeka-ve-
issiz-bir-gelecek-tehlikesi-martin-ford/

A vida no limite como o mundo quântico se comporta


quando ninguém está olhando 1st Edition Jim Al-Khalili

https://ebookstep.com/product/a-vida-no-limite-como-o-mundo-
quantico-se-comporta-quando-ninguem-esta-olhando-1st-edition-jim-
al-khalili/

Dakikalar ■çinde Gelecek Gelece■imizi ■ekillendirecek


200 Kavram Teknoloji ve Sonuçlar■ 1st Edition Keith
Mansfield

https://ebookstep.com/product/dakikalar-icinde-gelecek-
gelecegimizi-sekillendirecek-200-kavram-teknoloji-ve-
sonuclari-1st-edition-keith-mansfield/

Tarih ■çinde Bilim 1st Edition James Trefil

https://ebookstep.com/product/tarih-icinde-bilim-1st-edition-
james-trefil/
MATLAB für Dummies 1st Edition Jim Sizemore

https://ebookstep.com/product/matlab-fur-dummies-1st-edition-jim-
sizemore/

Politik Sosyal Bilim Say■ 1 1st Edition Kolektif

https://ebookstep.com/product/politik-sosyal-bilim-sayi-1-1st-
edition-kolektif/

Ne Yapmal■ 1st Edition Louis Althusser

https://ebookstep.com/product/ne-yapmali-1st-edition-louis-
althusser/

Le livre de Jim-Courage 1st Edition Mathieu Lindon

https://ebookstep.com/product/le-livre-de-jim-courage-1st-
edition-mathieu-lindon/

Herkese Biraz Bilim 2nd Edition Claude Alle■Gre

https://ebookstep.com/product/herkese-biraz-bilim-2nd-edition-
claude-allegre/
G <

G <
Bilim, Geleceğimiz Hakkında
Ne Biliyor?

Hazırlayan

JIM AL-KHALILI
Paradoks ve Kuantum Smmnda Yaşam'ın yazarı

Çeviri: Tevfik Uyar

'domingo
'domingo

GELECEK NASIL GELECEK


Bilim, Geleceğimiz Hakkında Ne Biliyor?
JIM AL-KHALILI
Kitabın orijinali ilk kez İngilizce olarak WHAT'S NEXT?: Even Scientists
Can't Predict the Future - Or Can They? ismiyle Profile Books Ltd. tarafından
yayımlanmış, Tıirkçe yayın hakları AnatoliaLit Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır.
Tıim hakları saklıdır.

© Profile Books Ltd. 2017

Seçki, Giriş ve 18. bölüm© Jim Al-Khalili 2017


Diğer bölümlerin hakları, makale başlarında belirtilen yazarlara aittir:

© Philip Bali, Margaret A. Boden, Naomi Climer, Lewis Darmell,JeffHardy,


W infried K. Hensinger, Adam Kucharski,John Miles, Anna Ploszajski, Aarathi
Prasad, Louisa Preston, Adam Rucherford, Noel Sharkey,Julia Slingo, Gaia Vince,
Mark Walker, Alan Woodward 2017

Tıirkçe yayın hakları:


© 2022 Bkz Yayıncılık T icaret ve Sanayi Ltd. Şti.
Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır.
Sertifika No: 46105
Çeviri: Tevfik Uyar
Editörler: Algan Sezginrüredi, Edip Sönmez
Son Okuma: Ümran Özbalcı
Kapak Uyarlama: Betül Güzhan
Sayfa Uygulama: Bahadır Erşık

ISBN: 978 605 198 221 2


I. Baskı: Mayıs 2022
Optimum Basım
Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 51
34295 Küçükçekmece İstanbul
Tel: (212) 463 71 25 Sertifika No: 41707

Tıim hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının
yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla
çoğaltılması yasaktır.

Bkz Yayıncılık T icaret ve Sanayi Ltd. Şti.


Harbiye Mah. Cumhuriyet Cad. Pak Apt. No: 30
Kat: 1 Daire: 3 Şişli İstanbul - Tel: (212) 245 08 39
e-posca: domingo@domingo.com.tr
www.domingo.com.tr
İcindekiler
,

J i m Al-Khalili Giriş

GEZEGENİMİZİN GELECEGİ
Demografi, doğal kaynakların korunması
ve iklim değişikliği

l Philip Ball Demografi 7


2 Gaia Vince Biyosfer 20
3 Julia Slingo İklim değişikliği 32

GELECEGİMİZ
Tıp, genetik ve transhümanizm

4 Adam Kucharski Tıbbın geleceği 47


5 A arathi Prasad Genomik ve genetik
mühendislik 58
6 Adam Rutherford Sentetik biyoloji 70
7 Mark Wal ker Transhümanizm 80

ÇEVRİMİÇİ GELECEK
YZ, kuantum hesaplama ve İnternet

8 Naomi Climer Bulut ve "Nesnelerin İnterneti" 95


9 Alan Woodward Siber güvenlik 106
10 Margarct A. Bodcn Yapay zeka rı8
11 Winfried K. Hcnsingcr Ku.mtum hesaplama 129
GELECEGİ İNŞA ETMEK
Mühendislik, ulaşım ve enerji

12 Anna Ploszajski Akıllı malzemeler 141


13 Jeff Hardy Enerji 151
14 John Miles Ulaşım 163
15 Noel Sha rkey Robotik 173

UZAK GELECEK
Zaman yolculuğu, kıyamet ve uzayda yaşam

16 Louisa Preston Yıldızlararası seyahat ve Güneş


Sistemi'ni kolonileştirmek 187
17 Lewis Dartnell Kıyamet 199
18 J i m Al-Khalili Işınlanma ve zaman yolculuğu 210

Meraklısı için 221


Yazarlar hakkında 224
Dizin 230
Giriş
Jim Al -Khalili

Einstein'ın görelilik kuramına göre gelecek bizi bekliyor; tüm


zamanlar -geçmiş, şimdi ve gelecek- sabit bir dört boyutlu
uzay-zamanda önceden ve kalıcı olarak varlar. Ama buna kar­
şın, sürekli değişen bir "şi mdi"nin içinde hapsolmuş bilincimiz,
zamanın ekseni boyunca sürünerek, bir lokmada yutuverdiğimiz
ama sonra ardımızda bırakıp hemen "geçmiş"e dönüştürdüğü­
müz "geleceği" kucaklar. Medyumların ve falcıların iddialarına
karşı n, geleceği öngöremememiz, tartışmasız bir olgudur.
Metafizik açıdan bakıldığında, bilim insanları ve filozoflar
a rasında kaderin var olup ol madığı veya bu kaderin determi­
nistik bir evren tarafı ndan mı beli rlendiği , yoksa kaderi özgür
i rademizle arzumuza göre mi şekillendirdiğimiz meselesi hala
tartışmalıdır. Tabii k i bazı konularda olacakları tahmin etmede
kendimize güvenmekte haklıy ı zd ı r; sah iden de gelecekteki bazı
olaylar kaçın ılmazdır: Güneş parlamaya devam edecek (en azın­
dan birkaç milyar yıl daha), Dünya kendi ekseni etrafında dön­
meyi sürdürecek, hepi miz yaşlanacağız ve tuttuğu m takım , Leeds
United , her sezon sonunda beni hayal kırıklığına uğratacak.
Diğer meselelerdeyse gelecek tamamen beklenmedi k şekiller­
de gelebilir İ nsan kültürü öy le zengin ve çeşitlidir ki çoğu zaman
olaylar kimsenin öngöremeyeceği şekil lerde gerçekleşir. Dol a­
yısıyla Trump'ın 2016 ABD başkan lık seçi mlerindeki zaferini
2 Jim Al-Khalili

öngörmüş bir avuç insan olmakla birlikte, sı rada ki büyük fela­


ketin -belki bir deprem veya sel- ne zaman ve nereyi vuracağı nı
(şimdiye dek) k i m se öngörememiştir.
Bilim ve tek nolojideki geli şmeler sayesinde, en azından kendi
hayatlarımızın nasıl değişeceği yönündeki tahmi nleri miz " kaçı­
nılmaz" ile "had safhada öngörülemez" arasındaki geniş yelpa­
zeye yayılm ıştır. Aslı nda iş, geleceği tahmin etmek olduğunda
bulabileceği miz en güven ilir ve yaratıcı kahinler genelde bilim­
kurgu yazarlarıdır ama kaç bilimkurgu yazarı 1990'dan önce in­
ternetin hepimizin hayatını birleştireceği bir dünya tanı mlayabil­
miş ki? Durup düşündüğü müzde World Wide Web hala fantastik
geliyor.
Bu durumda, takvimler 20 10'ların sonunu gösterirken, nele­
rin artık eli kulağında ya da 5, 10 veya daha fazla yıl ileride,
hatta ömrümüzün vefa etmeyeceği kadar uzak gelecekte olduğu­
nu ve bizleri hangi bilimsel gel işmelerin bekled iğini anlatan bir
kitap nasıl derlenebilir?
Bu kitaptaki bazı makaleler, elimiz kolu muz bağlı oturmaya
devam edersek doğal veya beşeri faaliyetlerin dünyam ıza neler
getirebileceği konusunda bizi şiddetle uya rıyor. Küresel sorun­
larımıza bulduğu muz çözümler, fi nansal, jeopolitik ve kü ltürel
unsurlara dayanmanın yanı sıra bilim ve mühendislik de gerekti­
recek ama sadece doğal dünya hakkındak i bilgilerimizden değil ,
teknolojideki yenili kçilik ve ya ratıcılıktan doğan yen i bilimler­
den de yararlanmak zorunda olduğumuz ve bu yen i bili mlerin
önü müzdeki yı llarda her zamankinden çok daha hayati bir ko­
numda olacağı açıktır. Dolay ısıyla bu makaleler, ikli m değişik­
liği, aşırı nüfus artışı ya da anti biyotik direncinin tetikleyeceği
küresel salgınlar gibi en kötü durum sena ryola rının bilim saye­
sinde nasıl hafi fletilebileceği n i göstermeleri ba kımından birer
umut ışığıdır.
Bu arada ister yapay zek a ister robotik, genetik , jeomühen­
dislik veya nanoteknoloj i gibi hızla gel işen pek çok teknoloj inin,
hayatlarımıza tamamıyla girmeden önce dikkatl i bir değerlen­
di rmeye tabi tutulmaları ve uzun uzun tartışıl maları gerektiği de
Giriş 3

yadsınamaz bir gerçek. Keşiflerimizin ve uygulamalarının etik


ve pratik sorunlarını araştırıp yeteri nce değerlendirmeden, ya­
ratacakları bilinmez bir geleceğe kendimizi öylece bırakamayız.
Robotları n şimdiden işyerlerinde i nsanların yerlerini almaya baş­
lamaları , siber terörizme karşı kendimizi nasıl savunacağımız,
kaynakları kullanma biçi mim ize bağlı olarak insan nüfusu ve
hırsı arttıkça diğer canlıların yaşam alanlarının ve ekosistem­
leri n tehlike altında olması ve tüm doğal kaynakların tükenme
tehl ikesi akla ilk gelen örnekler. Biliyorum, bu çizdiğim kara m­
sar bir tablo ve geleceğimiz böyle görünmek zorunda deği l .
Bilimsel bilginin kendi başına i y i ya d a kötü olmak gibi bir vas­
fı olmadığını, bunun bizim bu bilgiyi nasıl kullandığımıza bağlı
değiştiğini unutmamak gerekiyor. On ya da yirmi yıl içerisinde
YZ (yapay zeka) denetimindeki akıllı şehirler, sürücüsüz araba­
lar, artırılmış gerçeklik, genetiği değiştirilmiş yiyecekler, enerj inin
yeni ve daha verimli biçimleri, akıllı malzemeler ve birbiriyle her
daim bağlantıda olan ve birbiriyle konuşan sayısız yeni araç ve ge­
rece sahip olacağımızdan emin olabilirsiniz. Bu dünya , bugünden
bakıldığında, 1970 veya 80' lerden gelen birine bugünün görüne­
ceği gibi, neredeyse hiç tanıyamayacağımız bir dünya olacaktır.
Kesin olarak söyleyebileceği miz bir şey varsa o da yaşamlarımızın
bütünüyle dünyanın nasıl işlediği ve bizim onu nasıl bir a nlayışla
idare ettiğimizle şekillenmeye devam edeceğidir.
Bu kitaptaki katkılardan bazıları geleceğin nispeten daha gü­
venilir bir resmini çiziyor. Bunun neden i , bahsettikleri bilimin
embriyo haliyle şimdiden bizle olması ve önümüzdeki yıllarda
nasıl gelişeceğini açıkça görecek olmamız. Diğerleriyse ilgili
bilimi anla madığımızdan ya da uygula masımn sürprizlere yol
açabi leceğinden değil, izleyeceğimiz yolun bu bili msel bilginin
nasıl kullanılacağına bağlı olması yüzünden birden fazla senar­
yo sunuyor. Bu kararlar, kolektif olarak topl umca alacağımız
kararlardır ve sadece bili msel okuryazar bir topluma deği l, aynı
zamanda sorumlu politikacılara da gerek duyacaktır.
Sürücüsüz arabalar, genetik mühend islik ya da "Nesnelerin
İ nterneti" gibi bel li konuların birden çok yazar tarafından ele
4 Jim Al-Khalili

alınması kaçınıl mazdı. Aslında bu özel likle tercih ettıgı m bir


duru m ; zira bu sayede okur, önümüzdeki yıllarda yaşamları­
mızın nasıl değişeceğine birkaç farklı pencereden bakabilecek.
Ayrıca pek çok yeni teknoloj inin gerçekte birbiriyle bağlantılı
olduğu ve hatta birbirlerinin i lerlemesin i sağladığını d a bu yolla
görebileceğiz.
Denemelerin bazıları , özellikle k itabın sonlarına doğru yer
alanlar, ilgili oldukları tarihler nedeniyle doğal olarak daha spe­
külatifler. Mesela kitabın en sonunda yer alan makalemde çok
uzak geleceğe, ö mürlerimizin çok daha ötesine baktım. Hem
ışınlanmadan ya da zaman yolculuğu ndan bahsetmeyen saygın
bir gelecek kitabı olur mu hiç?
Kitaptaki ilk bölümlerden bazıları, mevcut uyarı ları dikka­
te al may ıp burnu m uzun dikine gidersek ortaya çıkacak gelecek
senaryolarını açıklarken oldukça karamsar bir tablo çiziyor. Di­
ğerleri ise hayatı mızı daha da zenginleştirecek, eli ku lağındaki
harika teknolojik gelişmeleri selamlıyor. Ancak sizler bunl arı
okumadan önce, elinizde tuttuğu nuz bu derlemenin esas amacı­
nın ne övgüler düzmek ne de felaket tellallığı yapmak olduğunu
vurgulamak isterim. Derlemeni n amacı , geleceğin olabildiği nce
dürüst ve nesnel bir resm ini dünyanın önde gelen uzmanları nın
kendi alanlarının geleceği hakkındak i değerlendirmelerine bağlı
olarak çizmek. M akalelerin ortak noktal arından biri, hepsi nin
doğaya dair mevcut anlayışı mıza dayanması. Yan i bilimkurgu
değil , bilim. Gelecek fantezileri oluşturmak ya da tahminleri
zorlamak gibi bir niyetleri yok. Büyüye ya da hayal dünyasına
hitap etm iyorlar. S üssüz ve mesnetl i değerlendirmelerinin bu ön­
görüleri çok daha dürüst ve okumasını da çok daha heyecanlı
hale getirdiğini düşünüyorum.
GEZEGENİMİZİN GELECEGİ

Demografi, doğal kaynakların korunması


ve iklim değişikliği
1

Demografi
Philip Ba l l

Dünya değişiyor çünkü biz değişiyoruz. E n sık göz ardı edilen tüm
gerçekler gibi, bu da d ile getirildiği anda bariz hale gel ir. Gele­
cek, sırf yeni teknoloj iler icat ettiğimiz için değil, hangilerini icat
edeceği miz, hangilerini kullanacağımız ve dolayısıyla hangilerinin
bizi değiştirmesine izin vereceği m ize dair yapacağı mız seçimler
nedeniyle farklı olacak. Bu teknoloj ilerin bir kısmının yıllanmış
problemlerim izden bazılarını kesi nlikle çözeceği ama aynı zaman­
da yeni problemler de yaratacağı kesin. Diğerlerinin, geleceğin
doğuracağı tehditlerle pek bir ilgisi olmayacak. Her halükarda ge­
leceği öngörmek, bugünün bizlerin i alıp bugünkü doğal ve yapay
çevrelerimizin gelecekte olabileceğini tahmin ettiğimiz ha llerine
yerleşti rivermekle olmuyor. Öyleyse yaşamlarımız ne kadar fa rklı
olacak ve o yaşamları ne kadar farklı yaşayacağız?

Doyurulacak karın lar


Bugünkü değişimin en büyük itici güçlerinden biri, tama men
tek noloj inin mümkün kıldığı nüfus a rtışıdı r. Tarımda ve gıda
üreti minde 19. yüzyıldan bu yan a yaşanan gelişmeler, özellikle
20. yüzyılın ortalarında, suni gübrelerle yüksek verimli mahsul
suşlarını" birleştiren Yeşil Devrim olmasaydı bugün 7,5 milya rlık

'Benzer özellik v e biçime sahip bitkiler. (e.n.)


8 Philip Bali

bir gezegeni besleyemezdi k . Bu il erlemeler o l masaydı m il yarl a r­


ca i nsan açlıktan ölebilirdi .
Ancak teknoloj ide, özell ikle besin ve s u temi ninde önemli geliş­
meler yaşanmazsa 2050 yılı için tahmi n edilen 9 m i l yarı aşkın nüfu­
su besleyebileceğimizden pek emin değil iz. N ü fu s artışının önemli
bir kısm ı , Afrika ve Asya'da, ekonomik ve altyapı bakımından bu
artışı yönetemeyecek durumdaki ülkelerden kaynaklanacak.
Tarımsal üretkenl iğin nüfusa paralel olarak artacağının hiçbir
gara ntisi yok. İ k l i m değişikliği n i n , nüfus artışının gıdaya yönelik
talebi yükselteceği bölgeler de dahil d ünyanın büyük kısmında
toprak erozyonuna, çölleşmeye ve biyoçeşitliliğin azal masına yol
açarak üretkenliği d üşürmesi bekleniyor. İ laveten k ü reselleşmeye
bağlı piyasa dalgalanmalarından dolayı bir bölgedeki tarımsal
önceliklerin değişmesin i n (mahsullerin biyoyakıt a macıyla yetiş­
tirilmesi gib i ) , başka bölgelerdeki gıda üreti m i ve stoku üzerinde
olumsuz etki leri olabiliyor. Tüm bunlar sürdürülebilir d ünyanın
geleceği için kaygılanmamız gereken konular l i stesinde gıda gü­
venliğinin hep üst sıralarda yer alacağı anlamına gel i yor. Şimdiden
görülen işaretlere bakıldığında , 2008'deki ani gıda fiyatları artı­
şı Haiti'de geniş kapsamlı bir toplumsal huzursuzluğu tetikleyip
hükümeti düşürürken, 201 1 'deki artışların Kuzey Afrika 'da Arap
Baharı ayaklanmalar ı nda rol oynadığı öne sürülmüştür.
M anzara su konusunda da iç açıcı değil. 750 m i l yon insan
h alen su sıkıntısıyl a yüz y üze. A merika ' nın ortabatısından Ku­
zey Çin Ovası'na kadar pek çok tem i z su kaynağı, kapasitesi n i n
üzerinde k u l l a nı lıyor. 2025'te su sıkıntısı çekenler i n sayısının 3
m i lyara ulaşma riski var.
T ü m bunl arı h üzünlü b i r masal, felaket tah m i n i, uygarl ı ğın
çöküşü veya k ıyamet senaryosu olarak görebileceğin i z gibi, yak­
l aşan politik ve tek noloj i k sıkıntılara karşı bir "yapılacaklar l i s­
tesi" olarak da ele a l ab i l irs i n i z. A m a belk i de her şeyden çok,
gelecekte ney i n önem kazanacağına dair k ü ç ü k bir h a tırlatma
sayılabi l ir. Evet, k i ş i ye özel tıp ve akıllı robotlar, a stero i t maden­
cil iği ve yapay organ l ar çok heyecan verici (ya da nasıl d üşündü­
ğünüze bağlı olarak çok ürkütücü) geli yor ve m u h temelen öyle
Demografi 9

olacak . A ncak insanlığın " n a s ı l besleneceği z" veya "ne içeceğiz"


gibi atadan m i ras kaygıları yakında d i ndirilecek gi bi görünmü­
yor. Hatta gelecekte kişisel ya da u l u sl ararası i l işkilerin esas be­
l irleyicisi bilgi, u laşım veya tıp tek noloj i lerindeki yeni l i k lerden
çok, bu temel sıkıntılar olabili r.
Ö yleyse bize bir "sürdürüleb i l i rl i k çerçevesi" lazım. Bu "sürdü­
rüleb i lirlik" kel imesi d i l lere pelesenk ol sa da hakkındaki düşün­
celer üzerinde bir m utabakat yok. Bazı ekonomistlere göre nüfus
artışının kontrolden çıkması karşısında boşa telaşlanılı yor çünkü
insanlar yeni likçi l i k leri ve marifetleri sayesinde geçmişte olduğu
gibi bugün de sorunlarım aşmayı becerecek. D iğerlerine göreyse
açık uçlu büyüme modelinin i mkansızlığı önünde sonunda anlaşı­
lacak çünkü piyasa güçleri tarafından yönlendirilen ve çevre k i rl ili­
ği gibi arzu edilmeyen sonuçlar doğuran mevrnt ekonom i k model,
yamlsamadan başka bir şey deği l . Her iki taraf da verileri veya en
azından bu konudaki anl atıları kend i görüşlerine uydurmada pek
mahir olsalar da bilimin seçeneklere katı sımrlar koyan güçlü bir
çerçevesi var zaten: Termodinamik. Hiçbir şey -gıda üretimi, yeni
fiki rlerin ortaya çıkması ya da canlıların metabolik faaliyetleri de
dahil- enerji tüketmeden ve sonurnnda atık üretmeden gerçekle­
şemez. Kısacası, hiçbir şey bedava deği ldir. Her ne kadar top l u m
karmaşık bir ekosistem olsa da i l işkiler ağından oluşması, enerj i
gerektirmesi, entropik çürümeyle mücadelesi ve kırılganlıklara
karşı uyarlanabilir ama aym zamanda da açık olması bakımından
d iğer ekosistemlerden farklı değildir. Gerçek bir "sürdürülebili rl i k
b i l i m i " yaratmak, önümüzdeki yüzyılda e n önem li a macımız o l ­
malı: Böyle b i r b i l i m alam inşa edi l mezse geriye kalan hiçbir şey i n
önemi olmayacak. Evrendeki varlığımız "kaçımlmaz" değil .

Değişen yüzümüz
Ö y l eyse "biz" k i m olacağız?
Yaşam s ü resi beklentisinin uzaması ve doğu m o ra n l a rının
aza l ma sı, ortalama nüfusun giderek yaşla nması anla mına geli­
yor. 20 1 2 y ılında B i rl eş i k Krallık'ta 75 yaşım geçmiş 5, 1 m il yon
1O Philip Bali

insan varken , 2022 yıl ı n d a bu say ının 6,6 m i lyona çık ması bekle­
niyor. 2050 yılına gel i nd iğinde gelişmekte olan ü l kelerin n ü fu s l a ­
r ı n ı n üçte b i r i 6 0 yaşını geçmiş olacak k i bu d a her şeyden önce
sağlık h izmetlerine olan talebin artması ve ça lışan n ü fu s oranı­
n ı n değişmesi demek.
Sor ma mız gereken d i ğer soru da nerede o l acağı mız. Birleşm i ş
M i lletler'in 2007'de yayımladığı rapora göre, insanlık 2 1 . yüzyı­
lın başında önemli bir eşiği aşarak " n ü fu s u n u n yar ısın d a n fazlası
kentlerde yaşayan" bir tür h a l i ne gel d i . İ nsanlığın çoğu için gele­
cek demek, kent demek.
Şimdiden nüfusu 10 milyonu geçmiş ve çoğu Asya , Afrika ve
Güney Amerika k ıtalarındaki geli şmekte olan ü lkelerde yer alan
birçok megaşehir var (Bom bay, Lagos, Sao Pa u l o ve Manila gi b i ) .
Ö nümüzdeki yirmi yıla ait nüfus tah m i n lerindeki artışın neredeyse
tamamı bu kalabalık şehirlerden ama özel likle de geli şmekte olan
ülkelerde yer alanlardan kaynaklanı yor ve ta hmin lere göre 2035
yılına gelindiği nde dü nya nüfusunun %60'ı kentlerde yaşayacak.
Eski hiUyelerde hayatınızı kazanmak için d ü nyayı dol aşmaya
çıkard ınız; bugün arayışı nı z sizi kente götürüyor. Pek çok i nsan
daha iyi yaşam standartları yakalamak için kente geliyor ama ara­
dıkl arını bulabildikleri tam olarak söylenemez. Birçok şehir böy­
lesine bir göçe hazırlıklı değil: Örneğin bugü n 1 50 mi lyon kentl i ,
su kesinti leriyle yaşamak zorunda. Dahası, d üşük rakımlı kıyı
bölgelerinde hızla büyüyen pek çok şehir, i k l i m deği şikl iği model­
leri nin öngördüğü ü zere, deniz seviyeleri y ü k seldikçe ve aşırı şid­
detli hava olayları yaygınlaştıkça artan sel riskine maruz kalacak.
A merika Birleşik Devletleri'nin k üresel etkisindeki zayıflama­
nın devam edeceğini ve " Birleşik Avrupa" projesinin üzerindeki
kara bulutları öngörebilmek için falcı olmaya gerek yok. Ama hala
şüpheniz varsa dünyanın en büyük şehirleri listesinin zamanla na­
sıl değiştiğine bakarak gelecek yıllarda nerelerin daha hareketli
olacağını kendi gözlerinizle görebilirsiniz: 1950'de en büyük şehir­
ler sırasıyla New York, Tokyo, Londra, Osaka ve Paris'ti. 2010'da
ilk beşe Tokyo, Delhi, Meksika, Şanghay ve Sao Paulo yerleşti.
203 0'da ise listenin Tokyo, Delhi, Şangay, Bombay ve Beijing'e
Demografi 11

dönüşeceği tahmin ediliyor. Yani geleceğin sıfır noktalarını bul­


mak istiyorsanız yapacağınız şey, doğuya gitmek.
Bir kentin büyümesiyle gelişmesinin aynı anlamlara gelme­
diğini anlamak için Rio de Janeiro ve Sao Paulo'nun gecekondu
mahallelerine bakmak yeterli. Yine de bugünkü durumda Çin
ve Hindistan'ın küresel bir süper güç olana dek büyüyecekleri
konusunda kimsenin kuşkusu yok. Gelecek yirmi yıl boyunca
Çin'in, pek çoğunun nüfusu bir milyonu aşan, tamamı yeni, iki
ila üç yüz adet kent inşa etmesi bekleniyor. Esasen gezegene her
hafta bir buçuk milyonluk yeni bir kent ilave ediliyor.
O halde geleceğin şehirleri neye benzeyecek? Ressamların çiz­
diği, pırıl pırıl cam ve kromdan inşa edilmiş, tepeleri yeşilliklerle
dolu temsili şehir görüntüleri çok cazip olabilir; ama bu resimler
aldatıcı çünkü şehrin bir tek geleceği yok. Bazıları daha kullarııcı
dostu, daha yeşil ve daha canlı olacak görünüyor. Diğerleri belki
ortalarında parıltılı bir finansal merkezle ama bugünküleri solda
sıfır bırakacak denli büyük gelir eşitsizlikleriyle bir gecekondu
mahalleleri bataklığından yayılacak. Başarılı bir şehir planlaya­
bilir miyiz, yoksa nüfuz sahibi kent kuramcıları Lewis Mumford
ve Jane Jacobs'ın öne sürdüğü gibi şehirler, ruhsuz ve steril yeri­
ne canlı ve sürekli gelişen yerler olmaları için mutlaka "organik"
büyümek zorunda mıdır?
Bazı araştırmacılar, şehir bölge planlamacılarının ve mimar­
ların çoğu zaman keyfi, kuralcı ve siyasileşmiş hayallerini bir ke­
nara bırakıp gerçek bir "şehir bilimi" geliştirmediğimiz sürece
bu soruların yanıtlanamayacağını düşünüyorlar. Aslında böyle
bir disiplinin geliştiğine dair birkaç emare var. En azından bazı
şeylerin, büyüklükleri ve karakterleri ne olursa olsun her şehir
için uygulanabilir olduğunun farkına varılmış durumda. Şehir­
ler ölçek ekonomisiyle işler: Şehir büyüdükçe kişi başına düşen
altyapı harcamaları ve enerji gereksinimi düşer, ortalama ge­
lir artar ve yenilikçilik için bir merkez olma olasılığı yükselir.
Ama sadece iyi nitelikler değil, kötü nitelikler de ölçeğe bağlı
olarak artar: Daha büyük şehir demek, daha yüksek suç oranı,
daha fazla hırsızlık, daha çok salgın ve ister şirketlerin yükselip
12 Philip Bali

çökmesi açısından ister sadece insanların yürüme hızı açısından


olsun daha süratli bir yaşam demektir. Görünüşe göre büyüme­
nin sadece sefasını sürmek gibi bir seçenek yoktur; aynı zaman­
da cefası da çekilmek zorundadır. Seçenek sahibi olacak kadar
şanslıysanız buyurun, seçin.
Kentlere göç eğilimi aslında gezegendeki daha geniş bir göç
hareketinin parçasıdır. Birleşmiş Milletler şu anda 200 milyondan
fazla insanın başka bir ülkeye göç ettiğini ve yaklaşık 740 milyon
insanın da en azından ülke smırları içerisinde yer değiştirdiğini
tahmin ediyor. Geçtiğimiz dönemde bu hareketin büyük bir kısmı
kırsal ve dağlık bölgelerden şehirlere göç şeklinde gerçekleşti.
Peki, tüm bu hareket neden? Düşük gelirli ülkelerde göçün
ana sebebini, özellikle tarımın artık sürdürülebilir bir geçim kay­
nağı olmaktan çıktığı yerlerde daha iyi istihdam olanaklarına,
daha yüksek ücretlere veya daha çeşitli geçim kaynaklarma olan
talep oluşturuyor. Bazıları eğitim almak amacıyla ya da diğer
aile fertlerinin yanma taşınmak için göç ediyor. Suriye'de oldu­
ğu gibi siyasi veya kültürel zulümden, savaştan ve çatışmadan
kaçmak amacıyla göç edenler de var. Öte yandan, Çin'de baraj
işçilerinin zorla inşaat bölgesine göç ettirilmesi gibi sosyopoli­
tik gerekçelerle yerinden edilen insanlar da mevcut. Kimileriyse
yaşadığı toprakları sel ve su taşkını gibi çevresel tehlikelerden,
su kıtlığından ya da tarım arazilerinin verimini kaybetmesinden
ötürü terk etmek zorunda kalıyor.
İklim değişikliği önümüzdeki yıllarda göçü kaçınılmaz ola­
rak artıracaktır ama bu insanlara "iklim göçmenleri" admı verip
özel bir isim altında tartışmamız gerekmiyor. Çevresel değişim
diğer göç etmenleriyle karmaşık şekillerde etkileşime girebilir.
Mesela Zimbabwe'deki kıtlığm ekonomik ve siyasi krizlerle
birleşmesi, 2000 yılmın başından bu yana 1 ,5 ila 2 milyon insa­
nın, kendilerini düşmanca karşılayan Güney Afrika'ya göç et­
mesine neden oldu. Dahası, çevresel değişimin yol açtığı nüfus
hareketleri, politik ve yasal metinlerde bir tercih olarak değer­
lendirilen "göç" ile bir zorunluluk olarak tanımlanan "yerinden
edilme" arasındaki ayrımı bulanıklaştırabilir. Yerel koşullardaki
Demografi 13

kötüleşmenin tetiklediği bir göç davranışının gönüllü bir tercih


mi yoksa gönülsüz bir mecburiyet mi olduğunu net bir şekilde
ayırt etmek her zaman mümkün değildir. Her halükarda, bilhas­
sa son Avrupa deneyimlerinden sonra, iltica ve göçün önümüz­
deki yılların baskın siyasi konusu olacağından hiç kuşku yok.

Kimlik teknolojileri
Yeni yeni filizlenen bu değişim Afrika kırsalında yaşayanlara
veya Moğol göçebelere kendilerini alakadar etmeyen bir mese­
leymiş gibi gelebilirdi. Tabii eğer telefon olmasaydı. Telefon ağ­
ları sayesinde artık onlar da işin içinde.
Bugün dünyadaki her üç kişiden ikisinin cep telefonu (ya da
en azından bir cep telefonu hattı aboneliği) var. Azgelişmiş Sah­
raaltı Afrika'sında bile. Bu cihazlar günümüzde nasıl (tele)iletişim
kurduğumuzun belirleyicisi. İnternet erişimi henüz telefon kadar
yaygın değil: Gelişmiş ülkelerde her beş evden dördünde İnternet
bağlantısı varken, en az gelişmiş ülkelerde bu oran onda birin çok
altına düşüyor. Toplumlar arasında teknolojik veya dijital bir uçu­
rum oluşacağı yönündeki korkular haklı çıkmış görünüyor ama
yine de denklem o kadar basit değil. Uçurum -pek şaşırtıcı olma­
sa da- zaten yaş grupları arasında da mevcut: 2016 yılında Birle­
şik Krallık'ta yapılan bir anket çalışmasına göre yaşları 16 ila 24
arasında değişenlerin %99'u son üç ay içinde İnternet kullandığını
belirtirken, 75 üstü yaştakiler için bu oran sadece %3 9.
Erişim meselesi madalyonun sadece bir yüzü; mobil hatlar
kullanım alışkanlıklarını "her zaman çevrimiçi" olma anlayışına
oturtmuş durumda. Z kuşağı adı verilen ve 1990'larda doğan ku­
şak, bu olanakların yokluğunu hiç bilmedi. 2011 yılında İngiltere'de
yapılan bir anket, şimdi birer yetişkin olan bu gençlerin %45'inin
"en mutlu anlarının çevrimiçi oldukları anlar" olduğunu söylüyor.
Artık pek çok işyeri çalışanlarının telefon ve e-posta aracılığıyla
her daim erişilebilir olmasını isterken, çalışanlar da ofis saatlerinde
izin almalarına gerek olmaksızın ev içi ve kişisel meselelerini halle­
derek farklı iş ve ev kimlikleri arasındaki bariyeri yıkıyorlar.
14 Philip Bali

Saydıklarıma benzer daha pek çok istatistik olsa da ne an­


lama geldikleri pek açık değil. Mesela şimdiki eğilimin aynı
şekilde süreceği varsayılırsa önümüzdeki on yıl111 sonunda dün­
yanın dörtte üçü mobil telefon sahibi olacak. Ama Kenya 'daki
bir çiftçinin veya Moğol bir göçebenin telefon sahibi olmasıyla
Londralı bir tüccarın telefon sahibi olması, sonuçları bakım111-
dan birbirinden farklı.
Bilgi teknolojilerinin ve sosyal medyanın yaygınlaşması, hak­
larında öne sürülen "dönüştürücü" ve gerçekten de "yıkıcı" tek­
nolojiler oldukları iddialarını haklı çıkarıyor ama neyi dönüştüre­
cek ve neyi yıkacaklar? 201 l'deki Arap Baharı ayaklanmalarının
"Twitter devrimleri" olduğunu düşünmek heyecan vericiydi ama
bunun delilleri büyük ölçüde buharlaşmış durumda ve zaten her
halükarda bu fikir, neyin nerelere varabileceğine dair bize hiçbir
şey söylemedi.
Dünyanın giderek daha "bilgi-bağlantılı" hale gelmesi, tica­
ret, seyahat, hastalık, sansür, mahremiyet ve daha pek çok şey­
den etkilenen ve bunları etkileyen büyük bir karşılıklı bağımlılık
eğiliminin bir başka yansımas111dan ibaret. Bir başka deyişle or­
tada kocaman bir yemek var ama tadının nasıl olacağ1111 kimse
bilemiyor. İşte şimdiye kadar hangi deneyimin bize ne öğretebi­
leceğine dair birkaç öneri:

Bağlantıda olmak, kapsayıcı olmak anla111111a gelmiyor.


Aksine bu bağlantılılık görüşlerde, politik söylemleri
kabalaştıran ve aşırılıkçı fikirleri destekleyen veya daha
da sertleştiren bir Balkanlaşma' durumu yaratabilir. İn­
ternetin ya da sosyal medyan111 açık fikirliliği veya fikir
münazaralarını teşvik ettiğine dair pek az işaret var.
Hatta bazı açılardan bu mecralar "kişiselleştirilmiş ha­
ber akışı" gibi yöntemlerle bizi muhalif ya da sorgulayıcı

• Uluslararası ilişkiler ve siyaset literatüründe "birbirine düşman küçük parçalara


bölünme durumu" anlamında kullanılan bir terimdir. 1817-1912 yılları arasın­
da Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrışarak bölünen Balkan yarımadası devlerle­
rinin durumuna atfen kullanılmaktadır. (ç.n.)
Demografi 15

fikirlerden uzak tutacak şekilde tasarlanmıştır. Eskiden


soykırım inkarcısı sahte tarih makalelerine erişmek için
biraz uğraş gerekirdi. Şimdiyse bir tık ötede.
Bilgi teknolojileri mevcut önyargı ve yanlış kanılarımızı
besleyebildiği gibi, eşitsizliği de artırabiliyor. "Kazanan
hepsini alır" anlayışı iş dünyası, ticaret, sanat, eğlence ve
şöhret piyasasında her geçen gün daha baskın hale geliyor.
Psikoloji araştırmalarının da gösterdiği üzere hu, başka­
larının seçimlerinin kolayca görebildiğiniz değerlendirme/
puanlama sistemlerinden tamı tamına beklenen şeydir.
Eğer bir iş, bir robot tarafından yapılabiliyorsa muhte­
melen yapılacaktır. Finansal piyasanın önemli bir kıs­
mında şimdiden bütün işi otomatik ticaret algoritmaları
yürütüyor. İnsanların idare edebileceğinden çok daha
hızlı gelişiyorlar, kendi kuralları var ve neler olduklarını
esasen bilmiyoruz. Bu otomasyon pek yakında sağlık ve
eğitimi de içeren çok daha sofistike işlere de yayılacak.
Elbette birtakım faydaları olabilir: Robot hekimler hiç
uyumazlar, böylece bir randevu için haftalarca bekleme­
niz gerekmez ve bir robot sağlığınız hakkında, bir insan
hekime oranla çok daha fazla bilgiye (yerleştirilmiş
monitörler/izleyiciler ve genom verileri sayesinde) ulaşa­
bilir. Ne var ki bu otomasyon becerisi işgücü piyasasını
dönüştürecektir ve tarihin verdiği açık ders, üretken­
likten ziyade daha fazla boş vakte sahip olmaya önem
verenlerin ekonomik güçten mahrum kaldıklarıdır.
Bir gün en büyük sermayeniz yetenekleriniz, bilginiz,
hatta servetiniz olmak yerine itibarınız (mesela çevri­
miçi ortamlardaki puanınız) olabilir. O gün geldiğinde
muhtemelen işiniz gücünüz bu itibarı yüksekte tutmak
olacak. Ya da tıpkı şirketlerin yaptığı gibi, sizin yerinize
bunu yapacak birilerini tutacaksınız.

Bu eğilimler açıkça tek bir noktayı işaret etmiyor; hatta çoğu


kendi içinde çelişkilere sahip: Yalanların ortaya çıkarılması
16 Philip Bali

kolaydır ama yayılmaları da kolaydır. En önemlisiyse, bu deği­


şikliklerin hiçbiri sosyopolitik bir balon içinde gerçekleşmez:
Çin'de ne anlama geldiğiyle İsveç'te veya İran'da ne anlama gel­
diği birbirinden farklıdır.
En azından gelecekteki biz için şunu söylersek yanlış olmaz:
Kimlikler bugüne kadar olduğundan -ya da olduğu sanılandan­
çok daha az "sabit," çok daha fazla "çok yüzlü" olacak. Farklı
durumlarda ortaya çıkan, genellikle üst üste binen ve gittikçe bu­
laıııklaşan ancak görüşlerimizi ve seçimlerimizi belirgin şekiller­
de tanımlayan çok sayıda kimliğe sahibiz. Ö zellikle, yaş, sııııf ve
milliyet gibi kimliği tanımlayan geleneksel sosyal kategorilerin
yaııı sıra, kamusal ve özel kimlik arasındaki ayrımlar da artık
önemlerini yitiriyor. Sınıf, etnik köken ve siyasi ilişkilere daya­
nan eski kimlikler yerlerini, örneğin kentsel/kırsal veya tahsilli/
tahsilsiz gibi ayrımlara bırakabilir.
Önümüzdeki on yıl içinde bireysel kimliklere ait geleneksel
bağlar daha çok parçalaııırsa toplumsal bağlarda da bir zayıf­
lama olması beklenebilir. Bu da sosyal hareketlilikte azalmaya
ve marjinalizasyona neden olarak ayrımcılığa dayalı veya aşırılık
yanlısı hareketler doğurabilir. Öte yandan, bu hiperbağlantılılık
durumunun yeni topluluklar oluşturma, yeni grup kimlikleri
üretme ve güçlendirme gibi olumlu sonuçları da olabilir. Bağlan­
tılılığı gittikçe artan yaşamlarımız ve kimliklerimiz daha iyi mi
olacak yoksa daha kötü mü? Her ikisi de .. . Ve hatta daha fazlası.

Demokrasinin ve dinin geleceği


Francis Fukuyama'ııın 1992'de yayımlanan Tarihin Sonu ve Son

İnsan adlı kitabı, fütürolojinin en gözde "şamar oğlanına" dö­


nüşmüştü: Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği'nin da­
ğılmasının ardından gelişmiş ülkelerin en nihayetinde varacağı
mantıksal tek nokta, liberal demokrasidir, fikrine bugün gülü­
nüyor. Günümüzde Fukuyama'nın bu naif tahminine şüpheci
bakmak için çok daha fazla sebebimiz var. Birincisi, istikrarlı de­
mokrasilerin seviyesini yakalamak dünyanın büyük bölümü için
Demografi 17

artık iyice zor ve bu kesinlikle bir diktatörlüğü yıkıverip hokus


pokusla varılacak bir nokta değil. İkincisi, o seviye yakalansa
dahi orada kalabilmenin hiçbir garantisi yok. Ben bu satırları
yazarken, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki demago­
jik popülizm, liberal demokrasileri Rusya, Çin veya Güneydoğu
Asya benzeri, baskı, yozlaşma ve gizli anlaşmalara dayalı birer
despotik rejime rejimine dönüşmekle tehdit ediyor. "Liberal" ve
"demokrasi" terimlerinin sonsuza dek bir arada kalıp kalamaya­
cağı ve dizginlenmemiş kapitalizmin -eşitsizliği ve öfkeyi körük­
leme eğilimi ve ekonomik kurgusu nedeniyle- bu iki terimden
herhangi biri ya da ikisiyle tutarlı kalıp kalamayacağı konusun­
daki ateşli tartışmalar sürüyor.
Kısacası Batılı yorumcular, bırakın bu rejimi başka yerlere
nasıl ihraç edecekleri konusunda bir mefhum geliştirmeyi, ar­
tık devlet yönetmenin en iyi biçimi konusunda ustalaşrıkların­
dan bile emin değiller. Siyaset bilimci David Runciman'a göre
her türlü krizi atlatabilme avantajı, geçmişten gerekli dersleri
çıkarmak yönünde bir teşviki olmadığı için demokrasinin aynı
zamanda zayıf noktası. Krizleri "atlatmak" yeterince iyi bir po­
litika gibi görünür; ta ki yetmeyene kadar.
En azından şunu kesinlikle söyleyebiliriz: Siyaseti durağan,
değişmez bir denge noktasına erişmeden önce köpürmeye baş­
layan bir kimyasal reaksiyonmuş gibi düşünmeyi bırakmalıyız.
Değişim, \'arlığından emin olduğumuz yegane kesinlik olarak
görünüyor ve siyaset bilimciler değişimin yavaş yavaş değil, bi­
lakis sismik şoklar gibi aniden ortaya çıkan "kesintili" bir süreç
olduğundan gittikçe daha fazla bahsediyorlar.
Gelecekte bekleyebileceğimiz değişimler arasında dinin duru­
mu da var. Soru muhtemelen "Din nereye gidiyor?" değil, "Han­
gi din?" olacak. Görünüşe bakılırsa "Dört Büyükler" -İslam,
Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm- diğerlerini gölgede bırak­
maya artan bir hızla devam ediyor. Batı Avrupa'da daha yaygın
olmak üzere, dünya nüfusunun % 16'sı tarafından benimsenen
Ateizm ise büyük dinlere göre daha yavaş yayılıyor (Aynı oranda
küçülen Budizm hariç) . Küresel oranı en hızlı artan din İslam ve
18 Philip Bali

dünyada henimsenme oranı 'YcıJO olan Hıristiyanlığı 2050 yılında


yakalaması hekleniyor.
Hisleriniz ne olursa olsun özellikle din, nüfus artışı ve eko­
nomik gelişim gibi diğer faktörlerden ayrılamayacağı için hu
eğilimlere, dil vesaire kültürel özelliklerin yayılım ı nı incelerken
yaklaştığımız ruhla yaklaşmak makul görünüyor. Yine diğer fak­
törler gihi, dini inançlar da yaşamı daha iyi ya da daha kötü kıl­
ma yönünde derinden şekillendirmeye devam edecektir. Tarih,
dinin anti-entclektüel, bilim karşıtı anti-demokratik ve anti-hü­
,

manist olmak zorunda olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Ama


öyle olahileceğini de aynı açıklıkla gösteriyor.

Uzun vadede...
Bilimkurgunun iyisi asla geleceği öngörmekle ilgili değildir.
Bilimkurgunun rüştünü gerçekten ispat etmiş hikayeleri - Dü n­
yalar Saıı<1şı'nı, Cesur Yeni Dünya yı, 1984'ü, Bır,ık Sırtı'nı (ve
'

dayandığı Philip K . Dick novellasını) veya genetik ayrımcılığ ı


işleyen 1997 yapımı Gattaca filmini düşünün- geleceğin sundu­
ğu yaratıcı özgürlüğü, hugünün kaygılarını incelemek için kul­
lanmışlardır. Haliyle taşınahilir roketli, Ay üslü ve rohot hiz­
metçili gelecek gerçekleşmediğinde şikayet etmeye sehehinıiz
olmayacak. Bu eserlerin esas derdi hiçhir zaman hunlar olmadı
çünkü.
Yine de en iyi bilimkurgu hile teknolojinin hize neler yapahi­
leceğini hayal etmede bazen hata yapar çünkü teknolojinin hizler
için ne anlama geldiğini dikkate almaz. Sanılanın aksine, tekno­
lojilerin hayatlarımıza zorla girdiği nadirdir. Hatta belki de hiç­
bir zaman öyle olmamıştır. Eğer hayatımızda hir teknoloji varsa
varlığını, onu toplum olarak kabul etmemize, hoş karşılamamıza,
sonunda tamamıyla normalleştirmemize ve bir ölçüde "zorun­
lu" görmeye başlamamıza borçludur. Mobil telefonlar ve sosyal
medya ortaya çıkmadan önce çevremizdeki gerçeklikten kaçmaya
ve yalnızlığımızı bastırmaya hevesli birer zavallı ve narsist oldu­
ğumuzun farkında değildik. Toplumun aslında ne kadar güvene
Demografi 19

dayalı işlediğini (c-ticaret), karşıt görüşten kaçınmaya ne denli


yatkın olduğumuzu (yankı odası ), dünyevi olanın ne kadar bü­
yüleyici olduğunu (reality show 'farı), anonimliğin bizi ne kadar
çirkinleştirebileceğini de (trol'lük) yeterince idrak edememiştik.
Haliyle fütüroloji bizi kendimize ayna tutmaya zorlayabilir ve
zorlamalıdır. Zihinlerimizi ve bedenlerimizi bilgi teknolojileriyle
birleştirerek ölümsüzlüğü yakaladığımız ya da düşüncelerimizi
kuantum sabit disklere aktarabildiğimiz transhümanist bir gele­
cek hayal etmek de mümkün. Bu büsbütün bir fanteziden ibaret
olabilir veya olmayabilir (bence muhtemelen öyle) ama fantezi,
açıklayıcıdır, aydınlatıcıdır. Bu fantezi ölümle olan ilişkimizdeki
değişimin iyi veya kötü yönde toplumu da değiştireceğini ortaya
koyuyor. Benzer şekilde bu kitaptaki pek çok öngörüyü gelece­
ğin nasıl olacağının değil, geleceğin nasıl olmasını arzuladığımı­
zııı birer ifadesi olarak okumanızı öneriyorum.
"Biz kim olacağız?" diye sorduğumuzda resmi kurumlar biz­
lere bugünün verilerinden kademeli kestirim yöntemiyle elde et­
tikleri, harita ve istatistiklerle dolu gösterişsiz raporlar sunarlar.
Öte yandan fütürologlar "kesintili değişim" ve "tekillikler," sta­
tükoda ani bir parçalanma, grafikte öngörülememiş bir teknolo­
jinin veya siyasi bir krizin yarattığı bir kırılma olacağını tahmin
ediyor. Bu arada ressam ve yazarlar hayal gücüyle kimi vahşi hatta
korkunç, sıklıkla hiciv yüklü uçuşlar gerçekleştiriyor: Cesur bir
Yeni Dünya'da yaşayan, Kuluçka Merkezi'ndeki kimyasal kaplar­
da yetiştirilen bir ırk olarak ya da her biri çok katlı bir ülke olan
mega-gökdelenlerin altında yitip gitmiş bir gezegende veya kıya­
metten kalma yıkıntılar arasında, temelini yitirmiş Chaucer'cı bir
şiveyle teknolojik mucizelerin efsanelerini anlatarak hayatlarımızı
sürdüreceğiz Tüm bu sayılara, geçişlere ve vizyonlara, bize yanıtı
verdikleri için değil, kendimize kurduğumuz tuzakları görebilmek
için ihtiyacımız var. Amerikalı yazar Richard Powers'ın dediği
gibi: "İnsanlar her şeyi istiyor. Sorunları bu."

• Medya yankı odası: Bilgi, fıkir veya inançların belirli bir mecrada tekrarlanarak
güçlenmesi. (e.n.)
2

Biyosfer
Gaia Vince

Kosta Rika'nın Pasifik kıyısında şafak ve kıyıda duran adamın


mavi siyah silueti, gittikçe pembeleşen gökyüzünün altında can­
lanıyor. El fenerimi söndürüyorum. Jairo Quiros Rosales ve hen,
volkanik kumları kuzeye doğru millerce uzanan engin siyah
kumsalda yapayalnızız. Jairo eliyle beni çağırınca bulanık kıyı
şeridini ve kumsalı gözlerimle tarayarak yanına seğirtiyorum.
Hava aydınlandıkça gözlerim manzarayı beneklendiren kasvetli
akbabaları ve pusun içinden uzattıkları burunlarıyla geceyi kok­
layan türlü köpeği seçmeye başlıyor.
Derken görüyorum onları: Kumsalda, 1 00 metre kadar ileri­
de belli bir nizamda döşenmiş tuhaf taşlar gibi duran, yüzlerce
zeytin renkli Ridley kaplumbağası y umurtalarını bırakmak için
okyanustan kıyıya geliyor. Buna arribada deniyor; İspanyolca
"varış" demek ve ben bir aydan uzun bir süredir bu manzarayı
görmeyi bekliyordum. Sabırsızlıktan Jairo'nun kolunu tuttuğum
gibi kaplumbağalara doğru sürüklemeye başlıyorum. Jairo bi­
raz şaşırıyor ama gülümsüyor. Daha önce birbirimizi hiç gör­
mememize rağmen telefon konuşmalarımız sayesinde birbirimi­
ze aşinayız ya da daha doğrusu, "Arribada ne zaman olacak"
diye telefonla başının etini yediğim bu utangaç Kosta Rikalı
araştırmacıyı giderek daha çok sevmiştim. İngilizce- İspanyolca
karışımı bir dille iletişim kuruyorduk. Onun İngilizcesi benim
Biyosfer 21

İspanyolcamdan daha iyiydi fakat bazı şeylerin en güzel ifadesi


ancak belli bir dilde oluyordu: Arribada gibi.
Deniz kaplumbağalarının çoğu, yavrularının yırtıcılardan
konınahilmeleri için öngörülemez zamanlarda ve yerlerde yu­
murtadan çıkmaları amacıyla yılın farklı zamanlarında kendi
başlarına yumurtlar. Ancak zeytin renkli kaplumbağalar (ve
yakın akrabası Kemp'in� Ridley kaplumbağaları) farklı bir yol
izlemiş ve kitlesel yuvalanmaya dayalı eşsiz bir strateji geliştir­
mişlerdir. Eşzamanlı yumurtlama sayesinde yumurtalardan aynı
anda o kadar çok yavru çıkar ki yırtıcılar hepsini yiyemez ve şaş­
kına dönerler. Bu strateji "avcıyı bastırma" adıyla bilinir. Zeytin
renkli Ridley kaplumbağalarının hu toplu yumurtadan çıkışları
yılda sadece birkaç defa, dünyanın belli başlı birkaç yerinde ger­
çekleşir ve Kosta Rika'daki Ostional kumsalı hunlardan biridir.
jairo'yla ışıldayan kıyı boyunca uyum içinde yürürken, kap­
lumbağalar çıkarma yapan tanklar misali, hormona! bir zorun­
lulukla kıymetli yüklerini bırakmak üzere sahile yanaşan bir
anneler filosu halinde kumsala yanaşıyorlar. jairo kıyıya paralel
dizili, batıp çıkan kabukları, sıralarını beklerken düzenli ara­
lıklarla nefes almak için belirip kaybolan minik kafaları işaret
ediyor. Hemen önümüzdeki alansa kalp şekilli kabuklarıyla sü­
rünerek, aceleyle birbirlerini geçmeye çalışan zeytin renkli ka­
buklarla dalgalanıyor. Belki on binlerce kaplumbağa sürünüyor
şu anda plajda. Bazıları işlerini tamamlamış ve karada yürümeye
pek elverişli olmayan paletleriyle zar zor taşıdıkları ağır kabuk­
larını hamile yoldaşlarının arasından okyanusa doğru sürükle­
meye başlamışlar bile. Kıyıya yorgun argın varabilenler kendile­
rini denize sürükleyecek dalganın gelmesini bekliyor.
Manzaranın büyüsüne kapılmıştım. jairo da aynı büyüye ka­
pılmış olmalı ki yüzüme bakarak "Maravilloso" .. diyor. Gece
2'den beri ayakta ve bu manzarayı daha önce pek çok kez görmüş
ama yine de etkilendiği açık. Deniz kaplumbağaları hayatlarını

• Harvard Üniversicesi'ne bu kaplumbağaların ilk örneğini gönderen kişi olan Ri­


chard Moore Kemp'cen (1825-1908) adını alır. (e. n.)
"" lspanyolca: "Muhteşem." (ç.n.)
22 Gaia Vince

genelde sualtı dünyasında, dünyası kara olan biz insanlara hiç


görünmeden sürdürür. Onları daha önce yaptığım dalışlarda na­
diren yakından görmüştüm: Hiç çaba sarf etmeden, şaşırtıcı bir
zarafetle yüzüyorlardı. Ama bu büyük vahşi hayvanları bu kadar
yakından görmek sıradışıydı ve binlercesi çevrenizi sarmışken
izlemek inanılmazdı. Ama ne yazık ki zeytin renkli Ridley kap­
lumbağaları, tıpkı diğer deniz kaplumbağaları gibi, bizim yüzü­
müzden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Bu sert kabuklu dinozorlar, soyu tükenme tehlikesi altında­
ki 23 . 000 türden sadece biri. Dünyayı amansız hakimiyeti altına
alan insan, yabani hayvan ve bitkilere yer bırakmıyor. Dünya top­
raklarının yarıdan fazlasını besinlerimiz, şehirlerimiz, yollarımız
ve madenlerimiz için işgal etmiş durumdayız ve gezegenin sahip
olduğu tüm müstahsiliyetin (yani bitki ve hayvanlar tarafından
üretilen her şeyin) %40'tan fazlasını kendimiz için kullanı yoruz.
Tatlı su kaynaklarını n dörtte üçü kontrolümüz altında. Günü­
müzde nüfusu en kalabalık olan büyük hayvan biziz ve listede­
ki en yakın takipçilerimiz, bizi beslesinler ve bize hizmet etsinler
diye yetiştirdiğimiz hayvanlar. Gezegende yarattığımız değişim
her beş türden birini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı
ki bu oran doğal yok olma eğiliminin kabaca bin misli bir sayıya
tekabül ediyor. Sadece geçtiğimiz kırk yılda yaban hayatının yarı­
sını kaybetmiş durumdayız ve biyologlar dünya tarihindeki altın­
cı kitlesel yok oluş çağına girdiğimiz konusunda bizi uyarıyorlar.
Daha önceki kitlesel yok oluşlar -ki bunlardan birisi dinozorları
ortadan kaldıran çağdır- dev bir asteroidin çarpması ya da bir
süper yanardağın patlaması gibi doğal afetlerden kaynaklanmıştı.
Doğal dünya bu kez bizim küresel etkilerimiz y üzünden sek­
teye uğradı ve kaplumbağalar gibi pek çok tür için her geçen gün
durum daha da kötüleşiyor. Peki ama bunu gerçekten de umur­
samalı mıyız? Zaten nadiren gördüğümüz bir grup hayvan türü
tükense ne olur? İnsanlığın doğal dünyayla ilişkisi karmaşıktır.
Mevcut yok oluş örüntümüzü anlayabilmek için arzu ve motivas­
yonlarımıza bakmamız gerektiği kadar, nasıl yaşadığımıza, nasıl
Biyosfer 23

geçindiğimize \'e hunların brmaşık küresel çevrenin içerisinde


nasıl bir yeri olduğuna bakmamız gerekiyor.
Benim için arrihüdıı hikayesi belli bir türü değil, başlı haş111a
gezegeni ilgilendiren önemli bir problemin içyüzünü anlamak
için eşsiz bir fırsat. Elbette ayrıntılar insan-egemen bir gezegen­
de hayatta kalmaya çalışan her bitki ve hayvan için değişiklik
gösterir ama insan duyguları ve güdüleri evrenseldir. Ostional'in
sıradışılığı, yerli sakinlerin hu sahili hem doğal bir kaynak ola­
rak kullanmayı becerebilmeleri hem de hunu yaparken onu koru­
yahilmelerinden ileri geliyor. İşte anahtar da burada: Dünya'daki
yahaıııl hayatı korumak için ona dayalı insan ihtiyaçlarıııı da ko­
rumak şart.
Kumsal boyunca yürürken, Jairo düzenli olarak yerleştirilmiş
korucu direkleri aras111daki kabukları ve işini bitirmiş kaplum­
bağaların kumda bıraktıkları izleri sayarak o anki nüfusu tah­
min etmeye çalışıyor. Jairo'nun kestirimine göre ,ı rrih ,1dı1' da o
sırada on hinden fazla kaplumbağa var ama araştırmacılar bir
süre sonra daha isabetli bir tahminde bulunacaklar. Hatta kap­
lumbağalardan bazıları etiketlenip ölçülecek ve hareketlerinin
de izleneceği uluslararası bir veri tahaııına kaydedilecek.
Bana bir şey göstermek isteyen Jairo, "VengLl (Gel) ," diye ses­
lendikten sonra heni kumsalın nemli düzlüklerinin kuru tepe­
ciklere dönüştüğü kesimine götürüyor. Gelgit çizgisinin hemen
üzerindeki hu yer, kaplumbağaların yuva yaptıkları kesim. Biraz
sonra denizden yeni çıkmış bir kaplumbağa bulunduğumuz yere
geliyor ve seçtiği noktayı kazmaya haşlıyor. İzlemek için çömeli­
yoruz. Kumu ön yüzgeçleriyle bir sağa, bir sola eşeliyor, kazdığı
çukur giderek genişleyip derinleşirken fırlattığı kumlar ayağımı
kaplıyordu. Bu ritiiel, sürüngenlerin hükümranlığındaki, bugün­
den çok daha sıcak, daha vahşi ve hayvanların devasa oldukları
(mesela Kretase Dönemi'ndeki Archelon kaplumbağası 3 metre
uzunluğunda, daha yakın çağlardan Strupendemys kaplumba­
ğası 2 ton ağırlığındaydı) dinozorlar çağından beri tekrarlanıyor.
İnsan ve benzeri yaratıkların olmadığı o Dünya'da, avcılara karşı
24 Goio Vince

koru n mak için bu sert kabuklar gayet yeterl iyd i . Birkaç dakika
sonra çuk ur, içine yavaşça, geri geri yerleşebi leceği kadar büyük
bir boyuta ulaşı yor. Önce kuyruğunu yerleştiriyor. Arka yüzgeç­
leriyle bize doğru bi raz daha kum atarak çukuru daha da de­
rin leşti riyor. Ku mları atarken doğrudan bana baktığından, bunu
bil erek yaptığını düşünüyorum.
N i hayet çukur onu tatmin edecek boyuta geldiği nde yumu rt­
la maya hazı rlanıyor ve işlem başlıyor. Kabuğunu gözle görünür
bir çabayla y ükseltiyor ve transa benzer bir hale geçerken göz­
leri bomboş bakıyor. Altındaki, okyanustan münasip uzaklıkta,
uygun deri nli kte ve doğru sıcaklıkta olduğuna kanaat getirdiği ,
özenle hazırladığı yuvaya evri msel va rlık sebebini, onu annesine,
anneannesi ne, ta Kretase dönemine ve daha temel bir açıdan bu­
günkü uzak kuzi n i ne, yani bana bağlayan genetik materya l i , yu­
murtaları birer birer bırakıyor. Kuvvetli sol uğu duyul uyor, burun
del iklerinde biriken nem in oluşturduğu damlalardan ne kadar
çaba sarf ettiği anlaşılıyor. Memel ilerden sürüngenlere uzanan
geniş hayvan yelpazesi içerisinde en çok bu anneyle empati ku­
rabiliyoru m . Çevremizde uzanan engin doğumhanede başka an­
neler de çukurlarını kazıyor ya da kazmayı bitirdikleri çukurlara
yumurtaları n ı bırakıyor. Ve aralarında, yen i gömülmüş yu mur­
tal arı kazıp çıkarmak için sabırsızlanan köpekler ve akbabalar
dolanıyor, sırala rını bekl iyor.
Her bir kaplumbağa yaklaşık 100 adet yumurtluyor ama
arribada'da toprağa bırakılan 10 milyondan fazla yu murtadan
genellikle sadece binde ikisi çatlayacağı süreye kadar daya nır.
Yu murtalarından çıkabilen yavrulardansa sadece % 1 ' i erişkin
bir kaplum bağa olabilecek kadar şanslıdır. Sorunun bir kısmı,
beş gece süren arribada'nın bizzat kendisidir. Ardışık gecelerde
k üçücük kumsal şeridine yumurtlayan fa rklı kaplum bağalar, bir
gece önceki yuvayı kazarak daha önce bırakılan yumurtalara
zarar verir. Bu da ayn ı yuvaya bırakılan iki grup yumurtayı da
yok eden bakteriyel enfeksiyonlara sebep olur. Kul uçka süresi
45 gündür a m a arribada'l ar ayda bir gerçekleştiğinden, bir a nne
Biyosfer 25

kapl umbağa hir önceki arribada'da kazılmış hir yuvayı kazarak


içindeki yumurtaları da mahvedehi lmekted ir.
Ak hahalar kumu kazamadıklarından, zaten zara r görmüş
yumurta kalıntılarıyla ziya fet çekiyorlar. Ancak köpekler kumu
kazabil iyor ve insanlar gittiği her yere köpekleri de götürüyor.
Köpekler hem gelen kaplumbağalar hem de yumur taları ve yu­
va ları için tehdit. Jairo köpekleri kovalıyor ama geri dön meleri
çok vakit almıyor.
jairo bana daha fazlasını görmek isteyip i stemedi ğimi sorun­
ca başı mla "evet" d i yoru m . Yu mu rtlaya n a nnenin kuyruğu tara­
fı ııdaki bir mi ktar kumu Ja iro hafifçe eşel iyor ve hen kuml arın
arasıııdan bakıyoru m. Aşağıda beyaz, pırıl pırıl, pi npon topu
büyükl üğündeki yumurta lar hir yığııı oluşturmuş. An nenin kuy­
ruğunun hemen arkasıııdan etli hir yumurtlama boru su sarkı­
yor. Anne hen izlerken bir yumurta daha bırakıyor ve ard ı ııdan
kabuğu oldukça geçi rgen hu yumurtayı korusun diye şeffaf ve
akışkan hir sıvı püskü rtüyor. Birkaç yumurtan ın daha yığıııa ka­
tı lmasını i zledikten sonra jairo aral ığı tekra r kumla kapatıyor ve
oraya otu ruyoruz.
Trias Devri 'nden hu yana neredeyse hiç değişmeden gelen
kapl umbağalar çevrelerine zarafetle uyum sağlamışlardır. Yaban
hayatta hir yüzyıldan daha uzun yaşayabilme ve yaşlıyken de üre­
yebi lme beceri sine sahiptirler. Ama kaplumbağalar hir milyon
yılı aşkııı zamanda belki de en büyük zorlukla Antroposen'de,
insanın egemenl iğindeki bu çağda karşılaştılar. Yu murtladıkları
sahiller artık binalar, insanlar ve köpeklerin işgali altında. Sa­
dece ayd ı nla nmak için kullandığımız lambalar hile ulaşım için
ay ışığından yararlanan kapl umbağaların ve yu mur tadan yeni
çıkan yavruların kafalarını karıştı rmaya yetiyor. Kapl um bağalar
tekne çarpmalarıyla öl üyor ya da yaralanıyor, balık ağlarına ta­
kılıyor ve plastik başta olmak üzere kirlilik yaratan materyal leri
yedikleri için hayatlarını kaybediyorl a r. Aşırı avlanma ve mercan
resiflerinin yok olması besin kaynakları nı tehdit ediyor. Ve iklim
değişikliği de ayrı bir darbe: Deniz seviyelerinin yükselmesi ve
26 Gaia Vince

bu n a bağl ı olarak d a k u m sa l l a rı n erozyo n a u ğram a s ı , y u mu rt­


layabi lecekleri a l a nl a rın her geçen gün aza l ma s ı n a ve h a tta bazı
k u m sa l l a r ı n y u m u rtlamaya t a m a m ı y l a elverişsiz h a l e gelmesine
sebep oluyor. Y ük selen sıca k l ı kl a r d a k aygı verici b i r cinsiyet de­
ği ş i k l iği problemi yaratıyor çünkü b i r kapl u m ba ğa n ı n cinsiyeti
k u l uçkad a k i y u mu rtanı n sıcaklığına bağl ı . D a h a sıcak tutulan
y u m u rtal a rd a n dişi k a p l u m bağa ç ı k a rken soğuk o l a n l a rd a n er­
kek ç ı kıyor. Biyologl a r, pek çok s ü rü ngen için cinsiyet dengesiz­
l ikleri oluşmaya başladığını ve bu d u r u m u n k a p l u m bağala rda
çiftleşme ve hayatta k a l m a açısından endişe ve rici olduğunu b i l ­
d i riyorlar. N i tek i m geçen ay, olağandışı b i r şek i lde hiç arribada
gerçek leşmedi ve bunun m uhtemel sebepleri nden b i r i n i n erkek
eksikl iği o l m a s ı n d a n k uş k u la nı l ı yor.
Ancak k a p l u m bağa l a r için en büyük tehd it, kaçak avc ı l ı k .
Yu va i ç i n k ı y ı ya ç ı k a n zey t i n renk l i Ridley k a p l u mbağaları t ü m
d ü nyada etleri, derileri y a da kabu k l a rı için katled i l i rken, y u ­
m u rtaları lezzetl i b i r g ı d a olara k p i yasada t a l e p görüyo r. Geçti­
ğimiz y i r m i y ı l d a , tek bir nesi l l i k s ü re i ç i nde k ü resel nüfu s l a r ı n ın
üçte biri kaçak avc ı l arca katled i l d i . Kü resel yasadışı yaban hayatı
pazarı y ı lda 12 m i l yar sterl i n l i k bir hacme s a h i p ve i nsan sağlığı
kadar siyasi i s t i k rarı da tehdit ed i yo r z i ra b u l aşıcı hasta l ı k l a rın
'Yo 70'i hayva n l a rd a n insanlara b u l a şıyor. Ya sadışı yaban hayatı
tica reti gencide iyi örgütlenmiş suç şebekeleri tarafı nd a n s ü rdü­
rül üyor ve bu örgütler h ü k ümetlerin s i l ah ya d a u y u şturucu k a ­
çakçılı ğı gibi d i ğe r yasadışı ticaret t ü rleriyle mücadeleleri n i d e
balta l ı yo r v e bölgesel çatışmaların fin a n s m a nl a rı d a bu örgütler
ta rafından sağl a n ı yor. Taci rl er, eBay gibi k ü resel İ nternet sitele­
rinde satma k için ö rtmecelcr' k ul l a n ı yo r veya ü r ü n leri "tutsak
yeti şti r i l m i ş " gibi teri m l erle tarif ediyorl a r. Ya sadışı satılan ya ­
b a n ı l hayat ı n yarıdan fazlasının a l ıcısı Çin.
J a i ro gibi çevreciler ve b i rkaç h ü k ü met korucusu arribada 'l a r
boyunca k u msalda devriye gezse d e k a p l u m bağa y umurtaları nı

• Kaba, çirkin ve/veya sakıncalı kavram ve nesneleri daha uygun biçimlerle ifade
ecme, edebikelam, hüsnücabir. (e. n.)
Biyosfer 27

k a raborsada a frodi zyak o l a rak pazarl ayan azi m l i kaçakçı l a rl a


aşık a t a b i l m eleri m ü m k ü n deği l . Nitekim Kosta R i k a ' m n K a ra ­
y i p t a ra fı nd a bu y u m u rt::ıların al enen satıldığım, hatta b a r ve k a ­
felerde servis ed i l d iğini gö rd ü m . A y n ı sahil şeri d i nde b i r başb
tehlike a l r m d a k i tür olan kösele k a b u k l u deniz kaplu mhağaları­
m n k u l l a n d ı ğı Moin kumsalı diye b i r yer daha var. B u ra d a kaçak
avc ı l ı k öyle yaygm k i çoğu gönü l l ü olan genç çevreciler y u m u r­
taları ç ı k a r ı p daha e mniyet l i yerlere gizl ice gömmek için nöbet
tu tuyorl a r. Pek çoğu narkotik suçl a ra d a bulaşmış olan kaçak
avc ı l a r ı n gözleri çevrecileri tehd i t ve d a rp edecek kadar dönmüş
durumda. J a i ro Mora adlı genç bir çevreci Mayıs 20 1 3 'te yerini
deği ştirmek için y u mu rta topl a d ı ğı s ı rada kaçak avc ı l a r t a ra fı n ­
dan k açı r ı l ı p öld ü rüld ü . Cinayetten dolayı k i m se yargı l an m a d ı .
Kosta R i k a 'd a ve d i ğer yerlerde d o ğ a l hayatı korumaya ç a l ı ş ı rken
katledilen çevrecilerin l istesi gitti kçe uzuyor. E l i m i zde b u l u n a n
en gü neci veriler 20 1 5 'e a i t v e h u verilere göre doğal hayat ı ko­
ru maya çalı ştığı için k ü resel çapta ö ld ü rü len çevreci say ı s ı 185.
İ şin kötü s ü , hu cinayetlerle i lgi l i d ava ların çok k iiçii k b i r kısmı
m a h k ı'.ı m iyetle sonuçlanıyor.
J a i ro'ya, "Burada geceleri yapaya l m z old uğunda başına b i r
şey gel mesi nden e n d i ş e etm i yor musun ?" d iye soruyoru m . " H a ­
y ı r, K a rayipler fa rk l ı , " diyor. A rdmdan i t i ra f ediyor: "Bazen . "
M o i n k u msalmda kaçak avc ı l ı k a r t ı k iy ice azıtmış ve ı'vl ora ci­
nayetinden hu yana pek çok çevreci devriye gezmekten korkuyor.
Yi ne de h a l a doğal h ayata güven l i k lerini ri ske atacak kadar k ıy­
met vermeye deva m eden J a i ro gibi insanlar var.
A rt ı k saat 6 olmuş ve hava ta m a m en ayd m l a nmıştı. J a i ro yor­
gun a m a g ü l ü m s ü yor. Bizden başkasının bulunmadığı k u msal
işgale uğra m a k üzere. "Bizi m " k a pl u m bağa yumu rtlamay ı bitir­
m i ş , d i k katle ç u k u r u n üzerini kapat m ı ş ve nesi llerinin dev::ı m ı
için görevlerini yapm ı ş o l a n d iğer annelerle birlikte denize dön­
me fas l ı na haşlamıştı. Tam bu s ı rada k u m sa l ı n sonundaki köy­
den k ı rk a yak ı n insanın ellerinde büyü k p i r i nç çuva lları ve sepet­
lerle ya klaştıklarını görd ü m . Saçmayd ı ama içi mde b i r yerlerde
geceden sahah::ı k u m l arına doluşan anne k a p l u m bağa l a r ı n yen i
Another random document with
no related content on Scribd:
jutunk el pontos törvényekhez és határozott oksági kapcsolatokhoz.
Legfeljebb elhamarkodva, hibásan meghatározott álkövetkeztetést
vezethetünk le a zavaros és meghatározhatatlan előzmények
csoportjából. Ha tehát az összehasonlító módszert mégis
tudományosan akarjuk alkalmazni, vagyis az oksági elvre akarunk
támaszkodni, úgy amint ez magából a tudományból következik, a
tervbevett összehasonlításokhoz a következő tételt vegyük alapul:
Ugyanannak az okozatnak mindig ugyanaz az ok felel meg. Tehát,
hogy visszatérjünk a fentebbi példákra, ha az öngyilkosság több mint
egy októl függ, az az oka, hogy többféle öngyilkosság van. Ugyanígy
van a bűnnél is. Ha ellenben a büntetést is különböző okokból vélték
levezethetőnek, ez azért van, mert nem vették észre a közös elemet,
mely mindezekben az előzményekben megvan s melynek
segítségével hozzák létre a közös okozatot.73)

II.

Ha az összehasonlító módszernek különböző eljárásai


alkalmaztatnak is a szociológiában, nincs meg egyformán
valamennyinek a bizonyító ereje.
Az úgynevezett maradékok módszere, amennyiben az főleg a
kísérleti eljárásnak egyik formája, semmi haszonnal nem jár a
társadalmi jelenségek tanulmányozásában. Nem számítva, hogy ez
csak eléggé előrehaladott tudományoknál használható, mivelhogy
feltételezi nagyszámú fontos törvény ismeretét, a társadalmi
jelenségek sokkal összetettebbek, semhogy adott esetben pontosan
le tudnánk vonni minden okból a hatást egészen egy vagy
visszamaradó okig.
Ugyanez az ok teszi nehezen alkalmazhatóvá a megegyezés és
a különbségek módszerét. Ez ugyanis feltételezi, hogy az
összehasonlított esetek vagy egyetlen ponton egyeznek meg, vagy
egyetlen ponton különböznek. Persze nincs olyan tudomány, amely
valaha olyan tapasztalatokra tett volna szert, amelyeknél
megcáfolhatatlanul meg lehetne állapítani az egyetlen szigorúan vett
megegyezési vagy különbségi karaktert. Sohasem lehetünk afelől
biztosak, hogy nem hagytunk-e figyelmen kívül valami előzményt,
amely ugyanakkor és oly módon mint az egyetlen ismert előzmény
hasonló megegyezést vagy különbséget mutat a következménnyel.
Ámbár a járulékos elemeknek teljes kiküszöbölése csak eszményi és
megvalósíthatatlan cél, a fizikai, kémiai, de főleg biológiai
tudományok elég közel járnak ahhoz, hogy a bizonyítást sok esetben
gyakorlatilag kielégítőnek tekinthessük. De ez a szociológiában a
jelenségek nagy összetettsége miatt nincsen meg s ehhez az is
hozzájárul, hogy minden mesterséges kisérlet lehetetlenség.
Minthogy nem tudnánk még csak megközelítőleg teljes jegyzéket
sem készíteni azokról a tényekről, melyek egy társadalomban
egyidejűleg léteznek vagy a történet folyamán egymást követték,
soha sem lehetünk biztosak afelől, még csak megközelítőleg sem,
hogy két nép minden viszonyban, egyet kivéve, megegyezik-e vagy
különbözik. Sokkal több eshetőség van arra, hogy egy jelenséget
elvétünk, minthogy egyet sem hagyunk figyelmen kívül. Ezért az
ilyen bizonyító eljárás csak egybevetésekre ad alkalmat, és ennek
magában semmiféle tudományos értéke nincs.
Egészen máskép van a párhuzamos változások módszerénél.
Ennek kivitelére nem szükséges, hogy minden eltérő változás amit
összehasonlítánk, szigorúan elkülöníttessék. Az értékek egyszerű
parallelizmusa, amit a két jelenség végez, elég bizonyíték arra, hogy
van köztük kapcsolat, feltéve, hogy elégszámú változó esetben meg
volt állapítva. E módszer kiváltsága annak tulajdonítható, hogy az
oksági viszonyt nem kívülről közelíti meg mint az előbbiek, hanem
belülről. Nem két tényt tár elénk egyszerűen, melyek külsőleg
egymást követik vagy egymást kizárják,74) oly módon, hogy misem
bizonyítja közvetve belső kapcsolatukat; azt mutatja inkább, hogy a
tények, legalább ami quantitásukat illeti, belsőleg kapcsolódnak
egymáshoz. Ez a belső kapcsolat egymagában elég annak
bebizonyítására, hogy egymáshoz nem idegenek. A jelenség
fejlődésének módja annak lényegét fejezi ki. Ha két fejlődés
párhuzamos, a bennük kifejeződött lényegben is meg kell lenni a
párhuzamosságnak. Az állandó párhuzamosság már magában
törvény, bármilyen is az állapota az összehasonlításon kívül maradt
jelenségnek. Hogy ezt a törvényt gyengítsük, nem elég rámutatni
arra, hogy a hasonlósági és különbségi módszer néhány bizonyos
alkalmazásánál nem állja meg a helyét; ez azzal volna egyenlő,
hogy elismerjük egy olyan bizonyítási nemnek tekintélyét, mely a
szociológiában tulajdonképpen nem érvényesülhet.
Amikor két jelenség szabályosan változik, egyik úgy mint a
másik, ezt a viszonyt fenn kell akkorra tartanunk, amikor bizonyos
esetekben a jelenségek egyike a másik nélkül mutatkozik. Mert vagy
az okot akadályozza meg az okozat létrehozásában egy ellentétes
ok hatása, vagy az jelentkezik ugyan, de nem olyan formában, mint
ahogy előbb megfigyeltük. Kétségkívül helyénvaló a tényeket újból
megvizsgálni, de nem kell cserben hagyni a szabályosan végzett
bizonyítás eredményeit.
Igaz, hogy ezzel az eljárással megállapított törvények nem
jelentkeznek mindig egyszerre az oksági viszony formájában.
Párhuzamosság nemcsak úgy áll elő, hogy egyik jelenség oka a
másiknak, hanem úgy is, hogy mindkettő egy oknak hatása vagy
még inkább úgy, hogy van közöttük egy harmadik közbeeső, de
észre nem vett jelenség, amely okozata az elsőnek és oka a
másodiknak. E módszer eredményeinek tehát magyarázatra van
szükségük. De melyik az a kísérleti módszer, amelyik lehetővé teszi,
hogy gépiesen megtartsunk egy oksági viszonyt, anélkül, hogy a
megállapított tényeket ne kellene az értelemnek kidolgoznia? Fontos
csak az, hogy a kidolgozás módszeresen legyen végezve és ezen a
módon járhatunk el: Először is a dedukció segítségével azt kutatjuk,
hogy a két eset közül az egyik hogyan hozza létre a másikat; azután
igyekszünk ennek a dedukciónak eredményét tapasztalatok, vagyis
új összehasonlítások segítségével igazolni. Ha a dedukció
lehetséges, ez az igazolás sikerült, a bizonyítást bevégzettnek
tekintjük. Ha ellenben a két tény közt semmiféle közvetlen
kapcsolatot nem veszünk észre, ha különösen e kapcsolatnak
feltevése ellentmond a már beigazolt törvényekkel, egy harmadik
jelenséget keresünk, amelytől e másik kettő éppúgy függhet vagy
pedig közvetítő lehet közöttük. Például a legbiztosabb módon
megállapíthatjuk, hogy az öngyilkosságra való tendencia oktatás
tendenciájával váltakozik. De lehetetlenség megérteni, hogy a
tanítás, hogy vihet öngyilkosságra; az ilyen magyarázat
ellentmondásban van a lélektan törvényeivel. A tanítás főleg az
elemi ismeretekre szorítkozik, csak a legfelszínesebb régióit érinti az
öntudatnak, ellenben az önfenntartás ösztöne alapcéljaink egyike.
Tehát ezt nem zavarhatja egy annyira távoleső s egy olyan gyönge
kihatású jelenség. Az a kérdés merül fel tehát, hogy vajjon egyik és
másik tény nem egy és ugyanazon állapotnak következményei-e?
Ez a közös ok pedig a vallásos hagyomány gyengülése, mely
éppúgy erősíti a tudás szükségletét, mint az öngyilkosságra való
hajlamot.
De van még egy másik ok is, mely különösen a párhuzamos
változások módszerét teszi a szociológiai kutatások eszközévé. Mert
egyéb módszereket, bármily kedvezőek is a körülmények, csak úgy
alkalmazhatunk eredménnyel, ha nagyon jelentékeny az
összehasonlított tények száma. Ha van két társadalom, melyek csak
egy ponton hasonlítanak vagy csak egy ponton különböznek,
megállapíthatjuk, hogy a két tény vagy együtt jár, vagy teljesen
kizárja egymást. De hogy ez a megállapítás tudományos értékű
legyen, szükséges, hogy az esetek nagy számára támaszkodjék.
Biztosaknak kellene afelől lennünk, hogy az összes tények
figyelembe voltak véve. Nemcsak hogy teljes leltár nem lehetséges,
de még az így felhalmozott tényeket sem lehet, éppen sokaságuk
miatt kielégítő pontossággal megállapítani. Nemcsak annak a bajnak
vagyunk kitéve, hogy a lényegeseket elvétjük, s amelyek a már
ismerteknek ellentmondanak, de még az sem bizonyos, hogy ez
utóbbiakat jól ismerjük. Valóban a szociológusok érvelését gyakran
az rontotta le, hogy előnyt adva a megegyezési vagy különbségi
módszernek, főleg az előbbinek, inkább egymásra halmozták a
bizonyítékokat, ahelyett, hogy bírálták és válogatták volna. Így aztán
folyton megesik, hogy egy kalap alá veszik az utazók zavaros és
felületes megfigyeléseit és a történelem pontos dátumait. Nemcsak
ezeknek a bizonyítékoknak láttára mondhatjuk el, hogy
meggyengítésükre egyetlen tény elég, de maguk a tények sem
mindig megbízhatók, melyeken alapulnak.
A párhuzamos változások módszere nem kötelez bennünket sem
ezekre a hiányos előszámlálásokra, sem ezekre a felületes
megfigyelésekre. Néhány tény elég arra, hogy eredményekre
juthassunk. Ahogy bebizonyítottuk bizonyos adott számú esetben,
hogy két tény együtt változik, biztosak lehetünk arról, hogy törvényre
akadtunk. Az adatokat, melyeknek nem kell nagy számmal lenniök,
ki lehet válogatni, sőt az alkalmazásukkal foglalkozó szociológus
kutatás tárgyává teheti őket. Indukciói számára legfőbb tárgyul tehát
a társadalmakat veheti és kell vennie, amelyeknek hiedelmei,
hagyományai, joga leírt és hiteles emlékekben öltenek testet.
Természetesen ne vesse meg az etnografia tapasztalatait (nincs
tény, amit a tudósnak szabad volna megvetni), de adja meg nekik az
őket megillető helyet. Ne rájuk helyezze kutatásainak súlypontját,
hanem úgy alkalmazza, mint a történelem kiegészítését, vagy
legalább is azon legyen, hogy ezt ez utóbbiakkal támogassa. Ily
módon nemcsak több megkülönböztetéssel sáncolja körül
özszehasonlításait, hanem nagyobb kritikával is hajtja végre; mert
éppen azáltal, hogy a tényeknek csak szűkre szabott rendjéhez
alkalmazkodik, azokat nagyobb gonddal ellenőrizheti.
Természetesen nem a történészek munkáját kell újra csinálnia, csak
nem fogadhat el passziv módon és minden kézből értesítést, amire
neki van szüksége.
Nem kell azt hinni, hogy a szociológia azért, mert talán csak az
egyetlen experimentális eljárásnak veheti hasznát, alantasabb helyet
foglal el, mint a többi tudományok. Ezt a hátrányt a változatok
gazdagsága kárpótolja, ami a szociológusnak önként kínálkozik s
amire a természet más területén sehol sem találunk példát. Az
egyéni élet folyamán a szervezetben végbemenő változások nem
ilyen számosak és nagyon korlátozottak. Azok, amelyeket
mesterségesen elő lehet idézni az élet megsemmisítése nélkül,
nagyon szűk határok közé vannak szorítva. Igaz, hogy sok fontos
változás jött létre a zoológiai fejlődés folyamán, de ezek is csak
nagyon ritka és homályos nyomokat hagytak hátra és létrejövetelük
feltételeit még nehezebb feltalálni. A társadalmi élet ellenben az
átalakulásoknak megszakítatlan folyamata s ezek párhuzamosak a
társas élet feltételei közt végbemenő egyéb változásokkal. Nemcsak
azok állnak rendelkezésünkre, melyek az új korra vonatkoznak,
hanem nagy számmal jutottak ránk olyanok is, melyeken az eltűnt
népek estek keresztül. Ámbár vannak hézagok, az emberiség
történelme sokkal világosabb és teljesebb az állatfajok történeténél.
Van továbbá nagy sereg társadalmi jelenség, mely minden
társadalmi területen előfordul, de vidékek, foglalkozás, vallás szerint
más-más formát ölt. Ilyenek pl. a bűn, öngyilkosság, szülés,
házasság, takarékosság stb. E külön miliők különféleségeiből a
tények nemeinek minden új soránál új változatok erednek, melyeket
a történelmi fejlődés felmutat. Ha tehát a szociológus nem tudja
egyforma eredménnyel alkalmazni a kísérleti kutatáshoz tartozó
összes eljárásokat, igen eredményes lehet egyetlen módszer, amit a
többiek kizárásával használhat, mert ennek alkalmazásával
összehasonlíthatatlan segélyforrásai vannak.
De ez csak akkor hozza meg a vele járó eredményeket, ha
szigorúan keresztülviszi. Mert azzal semmit sem bizonyítunk, ha,
mint gyakran történni szokott, megelégszünk azzal, hogy több-
kevesebb példával feltüntetjük, hogy a tények néhány esetben úgy
változnak, mint a feltevés követeli. Az ilyen elvétve előforduló és
töredékes megegyezésből nem lehet általános következtetést vonni.
Egy eszme megvilágítása még nem bebizonyítása. Nem az izolált
változatokat kell összevetni, hanem a változatok szabályosan
felállított sorait, melyeknek tagjai a legnagyobb folytonossági
fokozatban kapcsolódnak egymáshoz, mely még hozzá elég nagy
kiterjedésű. Mert valamely jelenség változásaiból csak úgy lehet
törvényt levonni, ha az adott körülmények közt való fejlődés
mikéntjét világosan kifejezik. Ezért szükséges, hogy a változások
közt meglegyen ugyanaz a folyamat, ami a természetes fejlődés
különböző mozzanatai között és ezenkívül hogy ez a fejlődés, amit
feltüntetnek, elég hosszú legyen arra, hogy iránya ne legyen
kétséges.

III.
De az a mód, mely szerint e soroknak képződniök kell, esetek
szerint változik. Magukban foglalhatnak olyan tényeket, melyek csak
egyetlen társadalomból – vagy több ugyanazon fajhoz tartozó
társadalomból – vagy több-több különböző társadalmi fajból vannak
véve.
Az első eljárás elég lehet akkor, ha szigorúan véve nagy
általánosságú tényekről van szó, melyhez elég terjedelmes és
változatos statisztikai adatunk van. Ha például azt a görbe vonalat,
mely az öngyilkosságok menetét egy elég terjedelmes időszakban
kifejezi, egybevetjük azokkal a változatokkal, melyeket ugyanez a
jelenség tartományok, osztályok, a falusi vagy városi lakosság,
nemek, kor, polgári állapot stb. szerint nyujt, sikerül igazi törvényeket
felállítanunk, anélkül, hogy a kutatást az illető ország határain túl
terjesztenénk; ámbár mindig előnyös ezeket az eredményeket
ugyanahhoz a fajhoz tartozó más népeken végzett megfigyelésekkel
megerősíteni. De az ilyen szűk körre vont összehasonlítással csak
akkor elégedhetünk meg, ha az egész társadalomra kiterjedt
mozgalmaknak csak egyikét tanulmányozzuk, melyek hozzá egyik
pontról a másikra változnak. Ha ellenben intézményről, jogi, erkölcsi
szabályról, organizált szokásról van szó, mely az ország egész
területén egyforma és egyformán funkcionál, amely csak időben
változik, nem lehet a kutatást csak egy népre szorítani. Ebben az
esetben ugyanis a párhuzamos görbékből csak egy pár lesz a
bizonyítás anyaga, az, amely a megfigyelt jelenségnek és a vélt
okoknak történelmi menetét fejezi ki, de csakis ebben az egy
társadalomban. Kétségtelen, hogy ez a párhuzamosság, ha állandó,
már magában megfigyelendő tény, de egymagában még nem
bizonyíték.
Ha számon veszünk több ugyanazon fajhoz tartozó népet, már
tágabb terünk van az összehasonlításra. Először is egybevetjük
egyiknek a történetét a másikéval és utána nézünk, hogy külön-
külön mindegyiknél kifejlődött-e az idők folyamán ugyanaz a
jelenség ugyanazon körülmények folytán. Azután összehasonlítást
tehetünk e különböző fejlődések között. Így például
meghatározhatjuk azt a formát, amelyet a kutatott tény a különböző
társadalmakban akkor vesz fel, amikor fejlődésének tetőpontjához
jutott. Ez a forma nem lesz mindenütt hasonló, mert mindegyik egy
típushoz tartozik ugyan, de külön-külön individualitás; esetek szerint
többé-kevésbbé valami bélyeget hord magán. Így a változatoknak új
sorát kapjuk, amit egybevethetünk azzal, amit a gondolt feltétel
ugyanabban az időpontban és minden országban feltüntet. Így pl. a
patriarchális család fejlődését Róma, Athén, Spárta történelmében
nyomon követve, ezeket az államokat annak a fejlődésnek
maximuma szerint csoportosítjuk, amit a családi típus mindegyiknél
elért, azután látni fogjuk, vajjon a társadalmi miliőt illetőleg e mód
szerint csoportosulnak-e, mert az első tapasztalat szerint látszólag
ettől függ a családi tipus kialakulása.
De ez a módszer még magában nem lehet elég. Csak azokra a
jelenségekre alkalmazható, melyek az illető összehasonlított népnek
élete folyamán keletkeztek. A társadalom nem maga teremtette
szervezetének minden egyes részét; részben teljesen készen kapta
már a megelőzőktől. Ami ilyen módon rá átszármazott, nem
történetének folyamán végbemenő fejlődésnek eredménye, s ennek
következtében nem lehet megmagyarázni, ha ki nem lépünk annak a
fajnak határaiból, melynek része. Csak azokat a járulékokat lehet
ilyen módon tárgyalni, amelyek hozzájárultak ehhez az eredeti
alaphoz és átalakították. De minél feljebb haladunk a társadalmi
lépcsőn, a szerzett jellemvonások annál csekélyebb jelentőségűek
lesznek az átvett tulajdonságokkal szemben minden egyes népnél.
Ez különben minden haladás feltétele. Így azok az új elemek,
melyeket történetünk kezdete óta bevittünk a magánjogba, a
tulajdonjogba, az erkölcsbe, aránylag kevésszámúak és csekély
jelentőségűek azokhoz képest, melyeket a mult hagyott ránk. Az így
létrejött új dolgokat nem tudjuk tehát megérteni, ha nem
tanulmányoztuk először azokat az alapvető jelenségeket, melyekben
gyökereznek, ezek pedig csak a legszélesebb alapra vetett
összehasonlítással tanulmányozhatók. Hogy megérthessük a mai
családnak, házasságnak és tulajdonnak állapotát, meg kell
ismernünk annak eredetét, az egyszerű elemeket, melyekből ez
intézmények össze vannak téve, s e tekintetben a nagy európai
társadalmak összehasonlító történelme nem adhat elég
felvilágosítást. Jóval tovább kell mennünk.
Tehát, hogy valamely meghatározott fajhoz tartozó társadalmi
intézményről számot adhassunk, összehasonlítjuk különböző formáit
nemcsak ehhez a fajhoz tartozó népeknél, hanem az összes régebbi
fajokhoz tartozóknál is. Szó van pl. a családi élet szervezetéről.
Először megállapítjuk a valaha létezett legfejletlenebb típust, azután
nyomról-nyomra követjük fokról-fokra való komplikálódásának
módját. Ez a módszer, amelyet genetikusnak is nevezhetnénk,
egyszerre adná a jelenség analizisét és szintézisét. Mert egyrészről
disszociált állapotban mutatná meg nekünk az alkotó elemeket,
csupán azért, hogy elibünk állítaná, mi módon jöttek lassankint
egymásután létre, s egyúttal az összehasonlítás nagy terjedelme
révén jobban meg lehetne állapítani alakulásuk és társulásuk
feltételeit. Tehát bármilyen összetételű társadalmi tényt csak úgy
lehet megmagyarázni, ha integrális fejlődését minden társadalmi
fajon keresztül követjük. Az összehasonlító szociológia nem külön
ága a szociológiának; ez maga a szociológia annál inkább, minél
jobban levetkőzi pusztán leíró jellegét és a tényekkel is számot akar
vetni.
A tágkörű összehasonlítások folyamán gyakran felmerül egy
tévedés, mely meghamisítja az eredményeket. A társadalmi
események fejlődési irányának megítélése végett nem ritkán
összehasonlítják azt, ami egy fajnak hanyatlási korában megy végbe
azzal, ami a rákövetkezőnek fejlődése kezdetén keletkezik. Ennek
az eljárásnak révén hittek annak az állításnak lehetőségében, hogy
a vallásos hiedelmek és az összes hagyományok gyengülése csak
múló tünet a népek életében, mivel csak a népek életének utolsó
periódusában jelentkezik és eltűnik, mihelyt új fejlődés veszi
kezdetét. De ezzel a módszerrel ki vagyunk annak téve, hogy a
haladás szabályos és szükséges menetének vesszük azt, ami egy
egészen más oknak okozata. Valóságban az az állapot, melyben
valamely új társadalom van, nem folytatása annak az állapotnak,
melybe fejlődésüknek végén azok a társadalmak jutottak, melyeknek
helyére jött. Ez ugyanis részben a társadalom új voltának
következménye, ami meggátolja, hogy az előbbi népek tapasztalatai
rögtön asszimilálódjanak és hasznossá váljanak. Így azok a
tehetségek és készségek, amelyeket a gyermek szüleitől kapott,
élete folyamán csak később jutnak működésbe. Tehát, hogy az
említett példára visszatérjünk, a hagyományokra való visszatérést,
amit minden történelem kezdetén megfigyelhetünk, nem arra lehet
visszavinni, hogy ennek a jelenségnek visszafejlődése csak átmeneti
lehet, hanem azokra a külön feltételekre, melyekben minden
kezdődő társadalmat találunk.
Az összehasonlítás csak akkor bizonyít, ha minden zavarólag
ható kortényezőt kiküszöbölünk; hogy ezt elérjük, elég az
összehasonlított társadalmakat fejlődésüknek ugyanabban a
korszakában megfigyelni. Így azután, hogy megtudhassuk, hogy
milyen irányú a társadalmi fejlődés, összehasonlítjuk minden fajnak
kezdetleges állapotát azzal, amivé a következő fajnak kezdetleges
állapotában lesz; így azután annak alapján, hogy egyik fokozat a
másikig több, kevesebb vagy ugyanolyan fokú intenzitást mutat,
megtudjuk mondani, hogy a jelenség halad-e, vagy visszafejlődik,
vagy ugyanabban az állapotban megmarad.
BEFEJEZÉS.

Ennek a módszernek megkülönböztető sajátságait az


alábbiakban foglaljuk össze.
Először is független mindennemű filozófiától. Mivel a szociológia
a nagy filozófiai tanokból származott, megőrizte azt a sajátságát,
hogy valamelyik rendszerre támaszkodik és vele ily módon
kapcsolatban van. Így történt, hogy egymásután pozitivista,
evolucionista, majd spiritualista lett, pedig meg kellett volna
elégednie azzal, hogy egyszerűen csak szociológia legyen.
Módszerünket tétovázás nélkül naturalisztikusnak neveznénk, ha ez
a szó csak annyit jelentene, hogy a társadalmi tényeket
természetszerűen megmagyarázhatóknak tekinti; de ebben az
esetben a jelző eléggé felesleges, mert csak azt jelenti, hogy a
szociológus tudományos munkát végez és nem misztikumokat gyárt.
De ezt a kitételt visszautasítjuk, ha a társadalmi dolgok lényegéről
szóló tan értelmét adják neki, ha például azt akarják vele mondani,
hogy ezeket vissza lehet vezetni egyéb kozmikus erőkre. A
szociológiának semmi helye nincs a metafizikusokat pártokra osztó
nagy hipotésisek között. Ez éppúgy nincs szabadságában, mint a
determinizmus védelme. Csak annak elismerését követeli, hogy az
okság elve alkalmazható a társadalmi jelenségekre. Ezt az elvet
nem mint racionális szükségességet, hanem csak mint tapasztalati
követelményt, mint a szabályszerű indukció eredményét állította fel.
Mivel pedig az oksági törvény a természet egyéb terrénumain is
beigazolódott, úgy hogy uralma lassanként a fizikából és kémiából
az élettanba, majd innen a lélektanba is átterjedt, jogunk van
elfogadni, hogy éppen úgy igaz a társadalomban is. Hozzátehetjük,
hogy ma már ennek a követelménynek alapján végzett kutatások
kezdenek állandósulni. De az a kérdés nincs érintve, hogy az oksági
kapcsolat természete kizár-e minden véletlent.
Magának a filozófiának különben főérdeke a szociológia
felszabadulása. Mert ha a szociológus nem vetkőzi le magáról
kellőképpen a filozófust, a dolgokat csak legáltalánosabb oldalukról
tekinti, ott ahol legjobban hasonlítanak az univerzum egyéb
dolgaihoz. Ha pedig az így felfogott szociológia érdekes tényekkel
illusztrálhatná is valamelyik filozófiát, új szempontokkal nem
gazdagíthatná, mert abban a tárgyban, melyet tanulmányoz, semmi
új nincsen. De ha más szakok alapvető tényei valóban meglelhetők
a szociológiában, ezek külön formákat öltenek, melyek azt a
természetet, melynek legfőbb kifejezői, jobban megérthetővé teszik.
Csakhogy ki kell jutniok az általánosságokból és részletes tényekké
kell lenniök, hogy ebből a nézőpontból tekinthessük őket. Így a
szociológia a legeredetibb anyagot fogja a filozófiai elmélkedés
számára nyujtani, abban a mértékben, amint specializálódik. Már az
előzményekből sejthető, hogy az ilyen fogalmak, mint faj. szerv,
funkció, egészség, betegség, ok, cél, mennyire új megvilágításba
kerülnek. Vajjon nem az-e a szociológia rendeltetése, hogy teljes
képét adja egy gondolatnak, az asszociáció gondolatának, mely
alapja lehet valamely pszichológiának, sőt egy egész filozófiának?
Módszerünk a gyakorlati tanokkal szemben ugyanazt a
függetlenséget ajánlja és teszi lehetővé. Az így értelmezett
szociológia nem lesz sem individualista, sem kommunista, sem
szocialista e szóknak közönséges értelmében. Ezeket a teoriákat
elvben nem ismeri el, s nem tulajdonít nekik tudományos értéket,
mert közvetlenül céljuk a tények reformálása, nem kifejezése. Ha
mégis érdeklődik irántuk, ez csak abban a mértékben történik,
ameddig társadalmi tényeket lát bennük, amelyek segítségére
lehetnek a szociális valóság megértésében, minthogy a társadalom
szükségleteit fejezi ki. A gyakorlati kérdésekkel szemben még sincs
mindig érdeknélküliségre kötelezve. Ellenkezőleg, észrevehető volt
az az állandó törekvésünk, hogy a módszernek olyan irányt adjunk,
mely gyakorlati célt is szolgálhat. Szükségképpen kutatásainak
céljánál találkozik e kérdésekkel. Hogy ezek a kérdések éppen most
merülnek fel és épp ezért a tények és nem hangulat alapján
oldódnak k meg, már ebből látható, hogy a szociológus
szempontjából egészen más határok közé kell, hogy állíttassanak,
mint a tömeg szempontjából, és hogy az egyebekben csak részleges
megoldások, amiket nyújthat, nem egyeznek meg eggyel sem
pontosan azok közül, amelyeknél a pártok megállapodhatnak. A
szociológia szerepe ebből a szempontból éppen az, hogy
felszabadítson bennünket minden párttól, nemcsak úgy, hogy tant
állítson a tannal szemben, hanem hogy e kérdésekkel külön
álláspontot állítson szembe, amelyet csak a tudomány adhat meg a
dolgokkal való közvetlen érintkezése folytán. És valóban csak a
tudomány taníthat meg bennünket arra, hogy a történelmi
intézményeket fetisizmus nélkül tisztelettel tárgyaljuk, éreztetvén
velünk egyszersmind szükséges és múlékony voltukat, ellenálló
erejüket és rendkívüli változékonyságukat.
Másodszor a mi módszerünk tárgyilagos. Teljesen az a gondolat
uralkodik rajta, hogy a társadalmi tények dolgok és mint dolgokat kell
őket tárgyalnunk. Kétségtelen, hogy ezt az elvet egy kissé más
formában találjuk meg Comte és Spencer tanai között. De ezek a
nagy gondolkodók inkább elméleti formulát adtak róla, anélkül, hogy
azt megvalósították volna. Pedig hogy az elv holt betű ne maradjon,
nem elég hirdetni. Az egész tan alapjává kellene tenni, amit a kutató
akkor tesz magáévá, amikor kutatásait megkezdi, s amely őt egész
útján lépésről-lépésre követi. Ennek a tannak felállítása volt
törekvésünk célja. Kimutattuk, hogyan kell a szociológusnak a
hagyományos előítéleteket kiküszöbölni, hogy magukat a tényeket
állítsa helyükre; hogyan kell a tényeket legobjektivebb sajátságaik
alapján megragadni; mi módon kell bennük magukban keresni a
módját annak, hogy egészségesekre és kórosokra oszthassuk őket;
végre mi módon legyen ez az elv úgy a magyarázatoknál, mint a
magyarázatok felülbírálásánál irányadó. Mert ha birtokában vagyunk
annak az érzelemnek, hogy dolgokkal állunk szemben, nem
gondolunk többé arra, hogy hasznossági szempontok vagy bármiféle
más meggondolás szerint magyarázzuk őket. Nagyon jól megértjük
azt a távolságot, ami az ilyen okok és az ilyen okozatok között van.
A dolog erő, amit csak egy másik erő hozhat létre. Kutatjuk tehát
azokat az energiákat, melyek létre tudják őket hozni, hogy számot
vessünk a társadalmi tényekkel. Nemcsak a magyarázatok mások,
hanem máskép történik a bizonyítás is, vagy még inkább csak most
van arra szükség, hogy bizonyítsunk. Ha a szociológiai jelenségeket
csak objektiválódott eszmék rendszerének tekintjük, logikus rendben
való átgondolásuk magyarázatukat jelenti, sőt ez a magyarázat már
maga a bizonyítás; legfeljebb csak példákkal való támogatásnak van
helye. Ellenkező esetben csak módszeres tapasztalatok tudják a
dolgokról a titkot lerántani.
De ha a társadalmi tényeket dolgoknak tekintjük, de mindig
társadalmi dolgoknak. Ez a harmadik jellemvonása módszerünknek,
mely kizárólag szociológiaivá teszi. Gyakran úgy látszott, hogy ezek
a jelenségek rendkívüli összetettségüknél fogva a tudomány
számára vagy megközelíthetetlenek, vagy csak úgy vehetők
tudományos vizsgálat alá, ha visszavezettetnek az elemi, t. i. a
pszichikai vagy organikus feltételekre, vagyis kivetkőztetnek eredeti
természetükből. Mi ellenkezőleg, annak a megállapítását vállaltuk
magunkra, hogy lehetséges a tényeket tudományosan tárgyalni,
anélkül, hogy specifikus jellemvonásuktól megfosztanók őket. Sőt
tiltakoztunk az ellen, hogy e jelenségek sui generis
anyagiatlanságát, mely őket jellemzi, a lélektani jelenségek mégis
már komplex anyagiatlanságára visszavezessék. Még nagyobb
okból tartózkodunk attól, hogy a szociológiát, az olasz iskola
példájára az organizált anyag általános tulajdonságaiba
olvasszuk.75) Kimutattuk, hogy a társadalmi tényt csak egy másik
társadalmi ténnyel lehet megmagyarázni, s ugyanakkor a belső
társadalmi miliőt jelölvén a kollektiv fejlődés főmozgatójának,
bebizonyítottuk a magyarázat e módjának lehetőségét. A szociológia
nem függeléke egyetlen más tudománynak sem; magában különálló
és autonom tudomány és a társadalmi valóság specialitása iránt való
érzék annyira szükséges a szociológusnál, hogy csak külön
szociológiai képzettség készítheti őt elő a társadalmi tények
megértésére.
Azt hisszük, hogy ez a haladás a legfontosabb azok között, amit
a szociológiának még meg kell tennie. Természetesen, amikor egy
tudomány keletkezőben van, hogy ezt megalkossuk, kénytelenek
vagyunk az egyedüli mintaképekre, a már kialakult tudományokra
hivatkozni. Itt van a kész tapasztalatok kincse, amit esztelenség
volna hasznunkra nem fordítani. Különben egy tudományt csak
akkor lehet végérvényesen megállapodottnak tekinteni, ha odáig
jutott, hogy független egyéniségre tett szert. Mert létjogosultsága
csak akkor van, ha olyan tények szolgálnak neki anyagul melyekkel
más tudományok nem foglalkoznak Az pedig lehetetlenség, hogy
ugyanazok a fogalmak hasonló módon megegyezzenek különböző
természetű dolgokkal.
Így gondoljuk mi a szociológiai módszer elveit.
Azt lehetne talán gondolni, hogy ez a szabályrendszer
hasznavehetetlenül van összeállítva, ha összehasonlítjuk az eddig
általában követett eljárásokkal. Mindez az elővigyázati apparátus
fárasztónak látszhatik egy olyan tudománynál, mely eddig azoktól,
kik ráadták magukat, alig követelt mást, mint általános és filozófiai
készültséget. Valóban bizonyos, hogy az ilyen módszernek, ha
átviszik a gyakorlatba, aligha lesz az az eredménye, hogy a
társadalmi dolgok érdekességét népszerűsítse. Ha a megelőző
bevezetés feltételeként azt követeljük az emberektől, hogy
mondjanak le azokról a fogalmakról, melyeket eddig szoktak volt a
dolgoknak egyik rendjére alkalmazni és ezeket újból gondolják át,
nem számíthatunk arra, hogy sok követőt nyerünk meg magunknak.
De nem is erre a célra törekszünk. Ellenkezőleg azt hisszük, hogy
már eljött az ideje annak, hogy a szociológia lemondjon a világi
sikerről, s felvegye, hogy úgy mondjuk, a többi tudományok
exoterikus jellegét. Így méltóságban és tekintélyben nyeri el azt, amit
népszerűségben elvesztett. Mert addig, míg a pártok tusájába ártja
magát, míg megelégszik azzal, hogy nagyobb logikával dolgozza ki
a közönséges eszméket, mint a tömeg, s így semmi külön igénnyel
nem áll elő, nincs joga fennen hangoztatni, hogy az előítéleteket és
szenvedélyeket elhallgattatja. Bizonyára messze van még az az idő,
hogy ez a szerepe eredményes legyen; de már most rajta kell
lennünk, hogy olyan helyzetbe hozzuk, hogy ennek a feladatnak
egykor megfelelhessen.
Lábjegyzetek.
1) A logika rendszere VI. k. VII–XII. f.
2) Comte, V. 2. ed. 294–355. p.
3) Ezzel még nem akarjuk azt mondani, hogy minden kényszer
szabályszerű. A továbbiakban majd visszatérünk erre a kérdésre.
4) Az öngyilkosságot nem minden korban követik el, és
gyakorisága nem minden korban egyenlő.
5) Látjuk, hogy a társadalmi ténynek ez a meghatározása
mennyire eltér attól, amelyen Tarde elmés rendszere alapszik.
Mindenekelőtt ki kell jelentenünk, hogy kutatásaink semmiképen
sem igazolják az utánzásnak azt a túlnyomó befolyását, mit
ennek Tarde a kollektiv tények eredetében tulajdonít. Azonkívül
az előbbi meghatározásból, mely nem elmélet, hanem csak
egyszerű összefoglalása annak, amit a megfigyelés közvetlenül
nyujt, az is következik, hogy az utánzás nemcsak hogy nem fejezi
ki mindig, de nem is foglalja magában sohasem azt, ami a
társadalmi tényben lényeges és jellemző. Kétségtelen, hogy
minden társadalmi tény utánzás, s mint már megjegyeztük,
megvan benne a törekvés, hogy általános legyen, de ez azért
van, mert társadalmi, más szóval: kötelező. A terjedésre való
képesség nem oka, hanem következménye társadalmi
karakterének. Ha a társadalmi tények ezt a hatást egyedül
létesítenék, az utánzásnak csak az a haszna volna, hogy ha nem
is fejthetnénk ki őket, legalább is meg tudnák határozni. De az
egyéni állapot, ha utánzás is, nem szűnik meg egyéninek lenni.
Azonkívül azt a kérdést is felvethetjük, hogy az utánzás szó
alkalmas-e arra, hogy egy kényszerítő befolyással bíró folyamatot
jelöljünk vele. Ezzel a kifejezéssel összezavarunk nagyon
különböző jelenségeket, amelyeket el kellene különíteni.
6) Ezt a közeli rokonságot az élet és a struktura, a szervezet és a
funkció között a szociológiában könnyen meg lehet állapítani,
mert a két szélső határ között a közvetlenül megfigyelhető
közbeeső tagoknak egész sora van, s ez megmutatja a
kapcsolatot közöttük. A biológiának nincs meg ez a
segédeszköze. De hihető, hogy ezek közül az elsőnek indukciói
alkalmazhatók a másikra és hogy a szervezetben éppúgy, mint a
társadalomban a tények e két fajában csak fokozati különbség
van.
7) Novum organum, I, 26.
8) Novum organum, I, 17.
9) U. o. I, 36.
10) Sociol. (francia ford.) III, 331, 332.
11) U. o. III, 332.
12) Ez a felfogás különben vitás. (L. Division du travail social, II,
2, 4. §.)
13) «Kooperáció tehát nem lehet társadalom nélkül és ez a
társadalom létének célja.» (A szociol. alapelvei, III, 332.)
14) A logika rendszere III. f.
15) Ez az eljárás a nemzetgazdasági írók terminológiájából
következik. Folyton az eszmékről, a takarékosság, a haszon, a
járadék, a költség eszméjéről van szó (L. Gide, Principes
d’économie politique, III. k. I. f. 1. §; II. f. 1. §; III. f. 1. §.).
16) Igaz, hogy a társadalmi tények összetettsége ezt a tudományt
nagyon nehézzé teszi. De a szociológia kárpótlásul, épen azért,
mert a legifjabb, hasznot húzhat minden alsóbbrendű tudomány
eredményéből és iskoláikban tanul. Az elért eredményeknek ez a
hasznosítása csak siettetni fogja fejlődését.
17) Darmesteter, Les prophètes d’Israël, 9. l.
18) A gyakorlatban mindig a közismert fogalomból és szóból
indulnak ki. Azt kutatják, hogy azok közt a dolgok közt, amit ez a
szó homályosan megjelöl, nincs-e olyan, melynek közös külső
tulajdonságai vannak. Ha ilyenek akadnak és ha a rokon tények
csoportja által formált fogalom egybevág a közönséges
fogalommal, ha nem is teljesen (ami ritka), de legalább is
nagyrészben, akkor az elsőt ugyanazzal a szóval jelölhetjük,
amivel a másodikat és a tudományban megtarthatjuk a
közönséges beszédben használt kifejezést. De ha nagy a
különbség és ha a közönséges fogalom különböző nagyszámú
fogalmat kever össze, új és külön kifejezéseket kell alkotni.
19) A meghatározás hiánya néha már arra az állításra vezetett,
hogy a demokrácia éppúgy megtalálható a történelmi fejlődés
kezdetén, mint végén. Az igazság az, hogy a kezdetleges és a
mai demokrácia egymástól nagyon különbözik.
20) L. Lubbock, Les orignes de la civilisation, VIII. f. – Még
általánosabb az a nem kevésbbé hamis állítás, hogy a régi
vallások vagy erkölcsnélküliek, vagy erkölcstelenek. Az igazság
az, hogy megvan nekik a saját erkölcsük.
21) Ha pl. okunk van feltételezni, hogy a jog bizonyos adott
esetben a társadalmi viszonyoknak nem valódi állapotát fejezi ki
és így ez az eljárás nem helyes.
22) L. Division du travail social, I. k.
23) V. ö. a Bevezetés a család szociológiájába c. értekezésünket,
Annales de la Faculté des lettres de Bordeaux, 1889. évf.
24) Itt el lehet különítenünk a betegséget a monstrozitástól. Ez
csak a térben való kivétel. Csak a faj átlagában fordul elő. De
ahol előfordul, az egyének egész életén keresztül tart. Látható,
hogy a tények e két rendje csak fokozatban különbözik és
lényegében ugyanazon természetű. A határok közöttük nagyon
határozatlanok, mert a betegség nem lehet állandó, a
monstrozitás pedig nem alakulhat át. Akkor sem lehet őket
teljesen elválasztani, amikor már meghatároztuk. A különbség
köztük nem lehet kategórikusabb, mint a morfológia és a fiziológia
között, mert végeredményben a beteg fiziológiailag abnormális és
a korcsszülött anatómiailag abnormális.
25) Például a vadember az egészséges civilizált ember elfinomult
emésztőszerveivel és fejlett idegrendszerével a saját
környezetében beteg lenne.
26) Fejtegetésünknek ezt a részét megrövidítjük; mert itt a
társadalmi tényekre vonatkozólag csak azt ismételhetjük, amit
már más helyen az erkölcsi tényeknek normális és abnormálisra
való megkülönböztetésénél mondottunk. (L. Division du travail
social, 33–39. l.).
27) Igaz, hogy Garofalo megpróbálta a betegest az abnormistól
megkülönböztetni (Criminologia 109–110. l.). De a két bizonyíték,
amelyre e megkülönböztetést alapítja, a következő: 1. A betegség
szó mindig olyan állapotot jelent, amely a szervezet egész vagy
részleges lerombolására törekszik; ha rombolás nincs, van
gyógyulás, soha sincs állandóság, mint legtöbb anomáliánál. De
láttuk, hogy a rendellenes is az esetek átlagában az életet
fenyegető veszedelem. Igaz, hogy nem mindig van így; de a
betegséget magában foglaló veszély az esetek legnagyobb
részénél fellép. Ami pedig a beteget megkülönböztető állandóság
hiányát illeti, itt nem vették figyelembe a krónikus betegségeket
és elkülönítették a rendellenest a pathológikustól. A
korcsképződmények állandók. 2. A rendes és rendellenes fajok
szerint változnak – mondják –, míg a különbség a fiziológikus és
pathológikus között az egész genus homo-ra érvényes.
Kimutattuk az ellenkezőjét: hogy ami betegség a vadnál, nem az
a civilizáltnál. Az egészség fizikai feltételei környezetek szerint
változnak.
28) Igaz, hogy fel lehetne vetni azt a kérdést, hogy egy jelenség
nem azért hasznos-e, mert szükségképen az általános
életfeltételekből ered. Ezt a filozófiai kérdést nem tárgyalhatjuk,
de az alábbiakban érinteni fogjuk.
29) Erre nézve l. azt a megjegyzést, melyet a Revue
philosophiqueban a szocializmus meghatározásáról tettünk közé
(1893, novemberi szám).
30) A segmentaire társadalmak, nevezetesen a territoriális alapon
levő segmentaire társadalmak azok, amelyeknél a tulajdonképeni
tagozódás megfelel a területi beosztásnak. (L. Division du travail
social 189–210. l.)
31) Bizonyos esetekben kissé eltérőleg járhatunk el és
megállapíthatjuk, hogy vajjon egy ténynél, amelynek normális
jellege kétséges, igazolt-e ez a kétség, vagy nem, és közben
kimutatjuk, hogy közvetlenül hozzákapcsolódik a megfigyelt
társadalmi típusnak belső fejlődéséhez, sőt még az egyetemes
társadalmi fejlődéshez is, vagy ellenkezőleg, egyiknek is
másiknak is ellentmond. Ilyen módon be tudtuk bizonyítani, hogy
a vallásos hiedelmeknek, vagy általánosabban szólva, a kollektiv
érzelmeknek kollektiv tartalommal való együttes hanyatlása, csak
normális. Kimutattuk, hogy ez a hanyatlás mindinkább növekszik
abban a mértékben, amint a társadalmak a mai típushoz
közelednek és másrészről amint ez a típus mindinkább fejlődik
(Division du travail social 73–182. l.). Alapjában ez a módszer
csak egyes esete az előbbinek. Mert ha ennek a jelenségnek
normális volta ilyen módon megállapítható, akkor azonnal világos,
hogy kapcsolatban van kollektiv életünk legáltalánosabb
feltételeivel. Ha a vallásos tudat visszafejlődése annál erősebb,
minél határozottabb a mi társadalmunk alkata, önként következik,
hogy ez nem véletlen, hanem a mi társadalmi környezetünk
alkatából következik és minthogy ez utóbbinak egyes
jellemvonásai ma bizonyára fejlettebbek, mint egykor, csupán
csak normális, hogy a tőle függő jelenségek is intenzivebbek. Ez
a módszer az előbbitől csak abban különbözik, hogy azok a
feltételek, amelyek a jelenség általánosságát megfejtik és
igazolják, következtetések és nem közvetlen megfigyelések.
Tudjuk, hogy ez a társadalmi környezet természetéből származik,
anélkül, hogy tudnánk, hogy hogyan és mi módon.
32) Azt az ellenvetést lehetne tenni, hogy a normális típus
megalkotása nem az elérhető legfőbb cél s hogy ezt figyelmen
kívül hagyhassuk, a tudományt is figyelmen kívül kell hagynunk.
Ezt a kérdést itt ex professo nem tárgyalhatván, csak a
következőket jegyezzük meg: 1. ez csak elméleti, mert a
valóságban a normális típus, az egészséges állapot oly nehezen
valósítható meg és érhető el, hogy a képzeletnek nem kell azon
fáradni, hogy valami jobbat keressen; 2. hogy ezek javítások,
objektive előnyösebbek ugyan, de subjektive nem
kívánatosabbak. S mivelhogy semmiféle szemmel nem látható,
vagy jelenlegi célnak nem felelnek meg, semmiben sem járulnak
hozzá a boldogsághoz, és ha valamely célnak megfelelnek, ez
azért van, mert a normális típus megvalósíthatatlan; 3. végre,
hogy a normális típuson javíthassunk, meg kell ismernünk.
Mindenesetre csak akkor hagyhatjuk figyelmen kívül a tudományt,
ha erre támaszkodunk.
33) Hogy a bűn normális szociológiai jelenség, abból nem
következik, hogy a bűnöző biológiai vagy lélektani szempontból
normálisan alkotott egyén. Ez a két kérdés függetler egymástól.
Ezt az össze nem függést jobban meg fogjuk érteni, ha később
kimutatjuk a különbséget a lélektani és szociológiai tények között.
34) Rágalom, becsületsértés, meggyalázás, csalás stb.
35) Mi magunk is elkövettük ezt a tévedést, hogy bűnösről
beszélünk, nem alkalmazván saját szabályunkat (Division du

You might also like