F. W. Foerster - İyi İnsan İyi Vatandaş 1960

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 152

1

I·.
t

'
İYİ İNSAN . İYİ VATANDAŞ
F. W. Foerster

Qqi VatanJaş

Bu kilap Yapı ve Kredi Bankasıuın


Ouuucıı Yıldöuümü uıÜ11asehelile,
la11111mış terhiyrci ve filo:ıof 'Fı:. W. 'Foersler
tarafından lıususi suretle yazılmıştır:.

DO G A N K A R D E Ş Y A Y 1 N L A R 1 A. Ş.
Özleştiri l m iş
Dörd üncü Baskı

BU ESER
Mii.şerref Hekimoğlu
tarafından dilimize çevrilmiştir.

Doğan K;ardeş Yayınları A. Ş. Basımevi


.İstanbul- ı 9 6 o
MÜELLiF HAKKI N DA

Bir filizof ve terbiyeci olarak adı dünyaca tanı­


nan Friedrich Wilhelm Foerster 1869 yılında Ber­
lin'de doğdu. Lise tahsilini Berlin'de Friedrich Wil­
helm lisesinde, üniversite tahsilini de Freiburg'da
(Baden� yaptı. üniversitenin felsefe, milli ekonomi
ve psikoloji bölümlerini bitirdi. 1899 yılında Zürich
üniversitesine doçent oldu. «Machiavelli ve politik
ahlak» konulu bir tez hazırladı. 1913 yılında Viya­
na, 1914 yılında Münich üniversiteleri felsefe ve
psikoloji kürsülerini idare etti. 1918 yılında, harb
sona erince geçici bir vazifeyle Berne gitti. Bavye­
ranın barış hazırlıklariyle meşgul olmak üzere va­
zifelendirilmişti.
Birinci Dünya Savaşmdan sonra Almanyada
neşriyatına devam ediyordu. Fakat _çok geçmeden
Almanyadaki durumu güçleşti.
Fr. W. Foerster, Hitler rejimiyle bağdaşamıyor­
du. Naziler arasında yaşayamıyacağını anlayınca
memleketini terketti. Almanyadan çıktıktan sonra
4 yıl isviçrede, bir müddet de Paris'te kaldı. Bir
aralık 1940 ta Alman birlikleri Cenevre yakınlarına
geldiği zaman, Portekiz Reisicumhuru Salazar'ın
davetine uyarak Lizbon'a gitti. Sonra da Birleşik
Amerikaya göç etti. Şimdi Amerikada oturuyor.
Foerster'in pedagofi ve felsefe üzerine yazdığı

5
32 eseri vardır. Bu eserlerin çoğu daha Birinci Dün­
ya Sava§ından önce birçok Avrupa diline çevrilmi§
ve baskı adedi yarım milyonu aşmı§tı. 1935 yılında
vatandaşlıktan çıkarılıp da Naziler tarafından bü­
tün eserleri yakılınca, bir yandan da dar görü§lü
tenkidcilerin gayretiyle Almanyada Foerster adı
unutuldu. Ama ikinci Dünya Savaşından sonra
Foerster sevgisi yeniden canlandı. Talebeleri ve ar­
kadaşları bir Foerster Derneği kurdular. Tanınmış
profesörler Foerster'in, zamanımızın eğitim vazife­
leri bakımından önemini belirten konferanslar ver­
diler. Eserlerini yeniden yayınladılar. 1953 yılında
Nürnberg'deki Glcır::k ve Lutz yayınevi Foerster'in
«Yaşanmış Harb Hikayeleri» adı altında topladığı
hatıralarını bastı. Bu hatıralar bu değerli adamın
seksen yılı aşan hayatının tam bir portresidir.
Milletlerarası bir §Öhreti olan terbiyeci Foer ­
ster'in daha önce Türkçeye çevrilen bir eseri yok­
tur. Yapı ve Kredi Bankasının onuncu yıldönümü
münasebetiyle kendisinden bu eserin yazılması is­
tenmiştir. Bankanın bir kültür hizmeti olarak Do­
ğan Kardeş Yayınları Anonim Şirketine neşrettir­
diği «İyi insan, iyi Vatanda§» adlı bu eser, müelli­
fin dilimize çevrilmi§ ilk eseridir ve henüz başka
dilde neşredilmemiştir.

6
MÜ ELLİ Fi N ÖNSÖZÜ

Son zamanlarda «Vatandaşlık Eğitimi» mesele­


siyle ilgili birçok kitaplar yazıldı. Okulların ders
programına kanunlar, anayasa anlayışı, devlet me­
kanizmasının çalışmasiyle ilgili konular alındı.
Gençlerin kafaları politik gerçeklerin sayısız özel­
likleriyle faydasızca dolduruldu. Ama böyle bilgile­
rin «iyi Vatandaş» yetiştirmekte faydalı olacağını
düşünmek büyük bir hatadır. Kanunları bozmak,
çiğnemek istiyenler ceza kanununun hükümlerini
çok zaman, kanuna aykırı hareket etmeği rüyada
bile düşünmeyenlerden daha iyi bilirler. iyi vatan ­
daş kazanmanın daha kolay ve emin yolu iyi insan
yeti§tirmeyi ciddiyetle ele almaktır. iyi insanların
namusuna, vicdanına, sorumluluk duygusuna da·­
yanan bir devlet «Vatandaşlık Eğitimi» denilen meL
tatla kazanılan iyi vatandaşların sağlıyacağından
daha büyük bir güven içindedir.
iyi insan ne demektir? Bu konu üzerine ciltler­
ce kitap yazılabilir, iyi insanın bütün faziletleri sa­
yılabilir, karakterlerine, düşüncelerine, duygularına
dikkat etmeyen bir kimsenin karşılaşacağı fenalık­
lar anlatılabilir. Ama iyi insan, dolayısiyle iyi va ­
tandaş şöyle tarif edilebilir: iyi insan yalnız kendini
düşünürek hareket etmez, kendi istek ve menfaat­
lerini ön plana almaz, aksine bu dünyada yalnız

7
olmadığını düşünür, bunu bir an unutmaz, unut­
kanlığını teldfi etmeğe bütün kalbiyle hazırdır. Ha ­
yatını, güvenini, çalışma saadetini, uzak ve yakın
binlerce insanın fedakarlığına, sadakatine, vazife­
severliğine borçlu olduğunu bilir. öteki insanlarla
kendi arasındaki sıkı bağı koparmamak için her şe­
yi yapmak zorunda olduğunu sözleriyle, hareketle­
riyle, düşünceleriyle, duygulariyle velhasıl bütün
varlığiyle hisseder. Biz, bu içten hissedişe «Sorum­
luluk şuuru» diyoruz. Bu sorumluluk şuuru bizi yal­
nız söz ve yazıyla üzerimize aldığımız vazifeleri har­
fi harfine yerine getirmemiz için zorlamaz, aynı za ­
manda sözümüzün, hareketimizin tesirleri üzerinde
düşünmemizi de sağlar. Tutamıyacağımız, yahut
tutmak istemediğimiz sözler vermemizi, ödeyeceği­
mize emin olmadığımız borçlara girmemizi de önler.
Başkalarını tehlikeye düşüren, denemelerden geçi­
ren unutkanlıklarımızın pişmanlığını duyurur.
Ciddi bir şahsiyetin başından geçen bir unut­
kanlık vakası burada anlatılmağa değer:
Tanınmış İngiliz diplomatı Sir Edward Malet,
vaktiyle oteldeki odasında, masanın üzerinde bir
kaç altın bırakıp gider. Dönüşte oda hizmetçisi dip­
lomatı şu sözlerle karşılar: «Düşünün bir kere efen­
dim, ben çok fakirim, altı çocuğum, işsiz bir kocam
var. Bu para beni zengin edebilirdi. Sizse onu masa­
da unuttunuz. Gözlerimi kamaştırmak, beni içim­
deki şeytana mağlilp etmek için altınla,rı ortada
bıraktınız. Sizin unutkanlığınız yüzünden ben hap­
se girebilirdim; çocuklarım harap olurdu, kocam
bakımsızlıktan ölürdü. Ne olur, bunu bir daha yap­
mayın efendim, bize acıyınız! Fakirleri düşününüz,
bizi böyle bir imtihandan geçirmeyiniz!»
Bu hikaye üzerinde düşünülmeğe değer. Hepi-

8
mızın başından buna benzer vakalar, gereken so­
rumluluk hissini duymadığımız olaylar geçmiştir.
Almari şairi Goethe, «Hareketlerimizin sonuçlarını
temiz, berrak bir şuurla düşnebilmek kudretine sa­
hip olmak için yalvarmalıyız» der. Bıı söz düşünce­
sizliğimizden uyanmak, başkalarının sözlerinden,
hareketlerinden doğan sonuçları araştırmak için
hepimize rehberlik edebilir.
işte bu sorumluluk duygusu umumileştiği tak­
dirde, bir şeye söz verirken bütün sonuçları göze
alan vatandaşlar elde edeblir:iz. Geçici başarılar pe­
şinde koşmayan devlet adamlarına sahip olabiliriz.
Bir meselenin veya bir planın «MORAL iNCELE­
MESi» dediğimiz şey gözlerimizin geçici başarıların
pırıltısıyla kamaşmasını önler, bir meseleyi en ince
noktalarına, sonuçlarına kadar cesaretle, insafsızca
düşünmemizi sağlar. Uzun bir incelemeden sonra
kendi kendimize «Şimdi bu işi hala istiyor musun?»
sualini sorarak karar vermemize yardım eder.
Fransız devlet adamı Talleyrand «Devlet ada­
mı istikbali kalbinde yaşamalıdır» der. Ama istikba­
li yalnız devlet adamı değil, hepimiz kalbimizde ya­
şamalıyız. Eğer bütün vatandaşlar istikbali kalble­
rinde hissederlerse devlet adamı da hisseder. Ama
yalnız devlet adamı hisseder de vatandaş hadisele­
rin inkişafına karşı vurdum duymaz olursa, devlet
adamı ya vazifesini terketmek zorunda kalır, yahut
da günün birinde bu vurdum duymazlar veya onla­
rın çocukları eksik olan sorumluluk duyguları yü­
zünden şiddetle cezalandırılırlar:

9
)

YAŞAMA T A R ZI

Yaşa ma tarzı hayat ı m ızı istediğimiz gibi ya­


şama m ı z demektir. Bir çok insa n la r ı n h ayatları n­
da bir hedef yoktur, bu yüzden h areketlerini d ü­
zenliyemez, bel l i bir idea lden yön a lamazlar. Böy­
le insa n ların ça l ışması da bir oya l a nmadan baş­
ka bir şey değildir. Ha lbuki gerçek ça l ı ş m a n ı n ilk
şartı karakteri n ve ah laki soru m l u l uğ u n gelişmesi,
bir kara ra varmas ı d ı r. İ nsan a ld ı rmazl ı ğ ı a ncak
bu şeki lde yener, hayatı n ı da bir d üzene koyar.
Bu d üzen leme kabiliyeti iyi ile kötüyü ayırd­
etmekle başlar. Bu ayırdetme çok öne m l idir, çün­
k ü bütün kararlar buna bağ l ıd ı r.
Bug ün böyle seçme d iye bir şey yok. Bu yüz­
den de bir çok gençler iyi, a k ı l l ı, uslu, temiz giyim­
li, d üzg ü n vücutlu oldukları h a lde, ruhları nda bir
bozuk l u k var. Böyleleri farkı nda olmadan ah lak­
sızlığa başlayıverir. Çünkü disiplin sahibi değil­
dirler. Ya lan söylemek istemeseler bile, gerçeği
söylemek d uygu ları da yoktur. Böylece yaşa d ı kla­
rı a n ı n a k ı ntısına ka p ı la ra k herşeyi ya pabilirler.
Hayatta uta n d ı rıcı bir d uruma d üşmek istem iyor­
sak kendi kendimize s ı kı bir disiplin sahibi olma­
m ı z gerekir.

10
İMTİ HAN LAR
Hayatta bazı g izli imtihanlar vard ır; bunlar
iç varl ı ğ ı m ızın gelişmesinde önem li roller oynar­
lar. Bu imtihan lar bize gerçeği ne dereceye ka­
dar görebi ldiğimizi, içimizdeki uya nd ırı l mayan,
desteklenmeyen, fayd a l a n ı lmaya n kuvvetleri
uya_ n d ı rmağı öğretir. Bel l i bir zaman için büyük
bir serbestlik veya a ğ ı r bir istibdat içinde yaşa­
mak zoru, bel l i bir za man üstün başarı lar veya
deva m l ı yenilişler, sevdiğimiz bir insa nda uğra­
d ı ğ ı m ı z haya l k ı r ı k l ı ğ ı , bir d üşmandan istenilen
şeki lde intikam a lma fırsatı, namusum uzdan kü­
çük bir feda karl ı k karş ı l ı ğ ı nda büyük başarı lar el­
de etme imka n ı bizim için birer imtih a n d ı r.
Bazı kimseler bunları tesad üf d iye değerlen­
dirir. İçinde kökl ü bir gelişme arzusu duya n la r ise
bu imti hanla rı n, güçlüklerin ma nas ı n ı daha iyi gö­
rür, sebebini a n l a r ve bu imtihanlardan yüz aklı­
ğ iyle çıkmağa ça lışı rlar.

ENGELLER
Yaşamak sanatı n ı n usta ları ndan biri « İ nsa n
yapacağı iş lerde karş ı la ştığ ı engel leri de sevmeli­
dir» der. Sevg inin bu türl üsü, bug ü n ü n aceleci,
kolay başarı l a ra susa m ı ş i nsanları için a n laşı lmaz
bir şeydir. Ama bu sözün gerçek payı çoktur. Çün­
kü engel ler ve başarısızlıklar bizi daha rea l ist ol­
mağa zorlar.
Başarısızlık bize kendimizi tan ıta n bir oku l-
, d ur. Ça l ışmaları m ızın büyük engel lerle karşı laş­
tığı yerlerde ya l n ı z pratik metotları gel iştirmeği
değ il, kolay başarı ların insa n ı sarhoş eden, vicda­
n ı n ı kara rta n mahvedici ateşinden kurtulmağı da

l.1
ogrenı rız. Tevazuum uz, sabr ı m ız a rtar. Yen iden
d ü nyaya gelmenin tad ı n ı d uyarız, irademiz kuv­
vetlenir, düşüncemiz deri n leşir.
Başarısızl ı ğ ı n, engel lerin faydas ı n ı karakte­
rimiz gelişince daha iyi a n larız. Böylece başarıya
karşı da, başarıs ızl ı ğa karşı da hazırl ı k l ı o l u r, iki
d urumdan da kendimiz ve başka ları içi n fayda la­
nabi l i riz.

12
NEFS İ T ERB İY ENİN V A ZİFE
V E IM KANLA RI

1. AZIM

Bugün birçok işlerde, ekonom ik orga nizas­


yon larda ve endüstri tesisleri nde büyük bir enerji
ve azi m l e ça l ı ş ı l ıyor. Ama bu d ı şarıya karşı kul­
l a n ı l a n bir azim kuvvetidir. Buna ka rşı l ı k, insa n ı n
kendine karşı kul lanaca ğ ı enerji, içim izdeki d ü­
zensiz ham le leri önliyecek azim, d üş ünceleri n di­
siplini eksiktir. Bu yüzden kuvvetli bir azim sahibi
oldukları halde başarısızlığa uğraya n kimseler
çoktur.
B u g ü n tek tarafl ı geliştiri l m iş a zim vard ı r.
Eksik olan bütün hayat olayla r ı n ı bel l i bir gaye­
ye vard ı rmağa uğraşan, bu h edefle bağdaşa m ı ­
ya n şeylere karş ı koya n, h e r yönden gel iştiri l m iş,
üniversa l azimdir. Böyle d üzen leyici bir azim ol­
madıkça karakter de ta m olarak gelişemez.
Öyleyse azim nas ı l kuvvetlendiri lebilir aca­
ba? Bunun için iki yol vard ı r:
l) İş yapma enerjisi nin kuvvetlendirilmesi, ya­
pı lmasına karar veri len bir şeyin içerden ve d ı şar­
dan gelecek bütün g üçl üklere rağmen sona erdi­
rilmesi.
2) Karş ı koyma enerjisinin geliştirilmesi, yani

13
herhangi bir şeyden feragat etmek kuv�eti ni ken­
dinde bulabil mek.
Bu iki çeşit azmi n birbirinden çok fa rklı fonk­
siyon ları vard ı r, bu yüzden ikisi de ayrı ayrı ça l ı ş­
ma ister. Karşı koyma enerjisi olmadan iş yapma
enerjisi zara rlı karış ı k l ı klar doğurur. Bu bakımdan
bu iki enerjinin birbirini desteklemesi gerekir.

2. SABI R TEMR İ N İ

G ü n l ü k ça l ışmalarım ı z, başarı la r ı m ız azmi­


mizi kuvvetlendiren imkô n larla dolud ur, ama ener­
jim izi zayıflatan, pa rça l ıya n vakalar da vard ır.
Bu vakalara yenilmemeliyiz, ele a ld ı ğ ı m ı z işin kı­
rı lmaz bir enerjinin eseri olabilmesi içi n son u na
kadar daya n m a l ıyız. Ancak böyle sabı rla, yılma­
dan, lôkayt l ı k, tembe l l i k ve b ı kk ı n l ı kla m ücadele
ederek ça l ı ş ı rsak· ruh u m uza iyi bir şeki l verebi li­
riz. Sab ı rla ya p ı l a n en küçük işler bile bize ken­
dimizi saym a ğ ı , kendim ize g üvenmeği öğ retir.
Son u na kadar sa breden mesut o l u r. Bu en
küçük işler için bile önemi olan bir gerçektir.
Yaşad ı ğ ı m ız yüzyı lda insa nlar her işin d ı ş
m ükôfatına o kadar bağ l ı la r ki ça l ı şma n ı n e n iyi
ve sağ lam karşı l ı ğ ı n ı n karakteri m iz üzerindeki te­
siri old u ğ u n u bile u n utmuş gibiler. « Ka rakter dün­
ya n ı n akışı nda gelişin> diye bir söz vard ı r. Gerçek­
te dünya, karakteri geliştirmekten çok m ahveder.
D ü nyaya karakteri belirmeden karışa n la r baş
döndürücü bir çabuklukla vicdan ları n ı da kaybe­
derler. Karakter ası l g ün l ük hayatı mızı n küçük
ve önemsiz olaylarında doğar. Büyük işlere kü­
çük şeylerle baş lan ı r. Küçüğe olan sadakat i nsan ı
asla küçü ltmez, a ksine büsbütün büyütür. Çünkü

14
ası l büyük enerji ya l n ı z küçüğe olan sadakatte
vard ı r, başka hiçbir şeyde yoktur. Bu sadakatte
sonsuz bir kuvvet gizlidir. T ı pk ı gotik katedral ler­
de, yaratıcı kuvvet dolayısiyle en küçük süslerde
bile üstün bir bütün l ü k fikrinin bulunması g ibi.

3. AZİM ZA'FIN IN TEDAVİSİ


Kendinde azim za'fı gören bi risi, bu za'fı
kuvvetlendirmek isterse, çok zama n ya n l ı ş yer...
den, en zayıf · noktadan başlamak h atas ı na d üc
şer. Bu i§te tutu lacak en doğru yo'1 insa n ı n kendi
kendine teknik veya k ültürel sahada herhangi bir
kabiliyeti, h ususi bir h evesi olup o l mad ı ğ ı n ı sor­
ması d ı r. Böyle hevesler - şiirden gayrı - her za­
man can l ı bir kuvvete, istidada işarettir. İ nsan bu
istidatlardan biri ni gel iştirmeğe ça l ışma l ı d ı r. Kü­
çük bir hevesten bir usta l ı k çıka rma l ı , bunun için
çok d ikkat ve ısrar etmelidir. Böylece i nsan eksik- ·

siz bir iş yapm a n ı n zevkini tada bilir. Bu deneme­


lerin öteki saha lardaki enerjilerim izi de a rttı rdı­
ğ ı n ı görür, birdenbire içinde, yar ı m kal .a n işlere
karşı bir hoşnutsuzlu k belirdiğini farkeder. « işe
karşı sada katin tad ı n ı tadan vazgeçemez» sözü­
nün mô na s ı n ı da daha iyi anlar.

4. iHMALC İ L İ K
Ça l ı şmakta n yorulan b i r genci n içinden g e l - ·

diği gibi d i n lenmesi, tem belliğin tad ı n ı çı karma­


sı çok gör ü lmez. Ama vakti gelince d üzen l i haya­
tına dönmesi şartiyle! Fakat bu dönüş çok za man
« Dem bu dem, saat bu saat» felsefesiyle önle­
nir, hayat ı n kısa l ı ğ ı, g üzel saatleri m ümkün oldu­
ğ u kadar uzatmak gerektiği düşünül ür.

15
D üzenli ça l ışma ğ ı , zam a n ı kesin böl üm lere
ayırmayı h ürriyetimizi boza n bir kural gibi gör­
mek büyük bir yanl ıştır. Zaman a n l a m ı insan i ra­
d esinin kuvvetl i ve devam l ı bir şeki lde ça l ı şt ı ğ ı
yerlerde değerlenir.
Şahsiyetimizi değerlendirmek için tem bel l i k­
le, zama n ı plansız kul lanmakla k uvvetli ve esas­
lı bir şekilde m ücadele etmeliyiz. Vazife ve so­
rum l u l u k d uyg usiyle ayarlanan za man çok m ü­
h imdir.
İstediğiniz kada r d i n leniniz a m a işinize de
bütün varl ı ğ ı n ızla sarı l ı n ız. Ça l ış ı rken ya n çiz­
memeğe, başta n savmamağa gayret ediniz. Ça lı­
şı rken gösterilen ilgisizlik, zam a n ı boşuna geçir­
mek irade için tembellikten daha zara r l ı d ı r. İh­
malciliğe üstün gelmek hayat g ücü bak ı m ı ndan
en iyi, en tesirli tedavid ir.

5. SÖZÜ N Ü TUTMAK

Kendim ize karş ı bir disipli n elde etmek için


yapacağimız şeylerden biri de sözüm üzü tutm a k­
t ı r. Sözüm üzü tutm a ğ ı irademizi geliştirecek, te­
sad üflerin, olayları n tesirine karşı koyacak bir an­'
trenman diye kabul etmeliyiz.
Sözüm üzü tutmamak için kolayca birçok ba­
ha neler buluruz. Ama sözleşmelerinde, ça lışma
· saatlerinde çok dikkatli olmak istiyen, kendini saa­
tine göre ayarlıya n insan için bahane diye bir şey
yoktur. Sözü n ü tutmak istiyen i nsan, işinden, oku­
ması ndan, kon uşmasından veya d i n lenmesinden
zam a n ı nda ayr ı l ı r. Misafiri varsa onu randevusu­
na gecikm iyecek şekilde nezaketle uğ urlar; sokak­
taki karşı laşma ları dostça, vakit geçirmeden ge-

16
çiştirir. Bütün m ü nasebetleri ni iyice ayarl ıyara k d ü­
zen ler ve böylece önceden bilinmiyen engel lerin,
geciktirici şeylerin, mesela kopan bir d üğ menin,
kaybolan bir eldiven i n kurba n ı olmaz. Dikkat edi­
lerek yerine getirilen bir sözde, tesadüflere karş ı
insa n ı n ası l stratejisi, hareket kabiliyeti nin a n a
h attı belirir. Sözünü tuta n insan h e m saat gibi
yaşa m a n ı n g üçlüğ ü n ü, hem de kendini kesi n za­
man ölçü lerine göre ayarlama n ı n iradeyi nas ı l
k uvvetlendirdiğini öğrenir. Bu ba kımdan söz tut­
m a n ı n yapıcı ve yetiştirici bir rol ü vard ı r.

6. U N UTKANL I K

Kendim ize karş ı b i r disiplin elde etmek için


u nutka n l ı kla m ücadele etmenin de büyük önemi
vard ı r. Çünkü u nutka n l ı k iradenin uyuşukl uğu­
n u gösterir, böyle o l u nca şahsiyet, h içbir zaman
uya n ı k ve topl u bir enerji ile hayata h ü kme­
demez.
U n utka n l ı k, istenirse g ideri lebilir. İstemek
demek birkaç hafta tamamiyle, hafıza n ı n terbi­
yesine ça l ı şmak demektir. Bunu ya pmak için şöy­
le davranma l ı : Sayısız şeylerle uğraşm a m a l ı ,
a m a bel l i işleri, kararları, vazifeleri b ü t ü n ener­
jiyle kafaya çivi lemeğe ça l ış m a l ı, uykuya dalar­
ken, uyan ı rken bunlar hatırda olma l ı , vicda n bu
küçük şeyleri unutmaması için zorla n m a l ı , kendi
kendine küçük vazifeler vermeli, bu konuyu oku­
mağı, şu mektubu yazmağı kararlaştı rma l ı , bun­
ları ya pmağa ça l ı ş m a l ı , iradeyi l üzu m l u şeyleri
yaka lay ı p b ı rakmamağa a l ıştırm a l ı . Küçük şeyler
deyip geçmemeli, küçük şeyler büyük işlerin te­
melidir. Bizim en büyük terbiyecilerimiz her gün

17
İyi İnsan İyi Vatandaş F. 2
yaptı ğ ı m ı z irade hareketleridir. Bu yüzden nefsi­
mizi terbiye içi n bu küçük şeylere d udak büküle­
mez. Bu küçük şeyler hayatı n büyük işleri ka rşı­
sı nda da bizim en sam imi durum u m uzu belir­
tirler.

7. KARŞI KOYMA TEMRİN İ

İradeyi kuvvetlend irmenin başka bir şekli de,


içten ve d ışta n gelen isteklere karşı koymağa ça­
l ı şmak, ya ni bu isteklerden vazgeçmektir. Bu kar­
ş ı koymada enerjik ve ısra r l ı bir faa liyet va rdır.
İ nsan hayatı n ı n gidişinde bu karşı koyma d uygu­
sunun rol ü de önem lidir. Birçok kimseler, böyle bir
tem rine ne l üzum var, iradeyi feragat yerine ic­
raat i le geliştirmek çok daha kolay ve sağ lam de­
ğil midir, d iye düşünürler. Ama hayatı ve i nsan­
ları doğru incel iyebi lenler, üstün enerji li birçok in­
sa nların nefis lerine hôkim olamad ıkları n ı bil irler.
Bu da gösteriyor ki ya pmak ve vazgeçmek ener­
ji leri birbiri nden fark l ı d ı r, bu yüzden de ayrı ayrı
yol larla gel iştiri lmeleri gerekir.
Karşı koyma tem rinine Yuna ncada «Askese»
denir, ruhu nefse hôkimiyete u laştıran jim nastik
demektir. Bu jim nastiğe yoks u l l uğa, ıstıraplara,
sükut etmeğe daya n m a g üçleri de dahi ldir.
Eski Yuna n'da gerçek bir fi lozofun bir m üd­
det bu daya nma j i m nastiğini yapması gerekirdi.
Bir insa n ı n a ncak bütün isteklerine gem vurabi ldi­
ği ta kdirde bir filozof olaca ğ ı n a ina n ı l ı rdı.
Daha sonra bu ruh j i m na stiğ ini h ıristiya n ki­
lisesi de ka bul etti, hattô buna ait dernekler kur­
d u. Ama yaşa m a n ı n bütün tatla rı ndan vazgeçme

18
kaidesin i a s ı l dünyad a n elini eteği n i çeken Buda
ra h ipleri 'gösterdi.
Biz burada d i n inançları na göre d ünyadan
el çekmekten bahsetm iyoruz, belki, bir şeyden
vazgeçmeği, yoksu n kalmağı ya l n ız iradeyi kuv­
vetlendiren bir çare olarak söylüyoruz. İstek ve
a rzu lara karşı koyarak kendimize hakim olaca­
ğ ı m ızı, kendim ize hakim olara k hayata karşı da­
ha çok kuvvetleneceğim izi söylemek istiyoruz.
Vazgeçmenin, yoks u n ka l m a n ı n hayatın ne­
şesini kaybetmekle h içbir i l g isi yoktur. Ara s ı ra ke­
sin olarak « Hayır» demesini bilen, a rzu larına kar­
ş ı koyabilen bir insan daha çok neşeli olabilir.
Ya l n ı z böyle bir insan yaşamak zevkine ra­
hatça teslim olabi lir, çünkü o kendine hakimdir,
çünkü onun için zevk a l m a n ı n gizli teh likeleri, ka­
rakteri belirmiyen, m üstakil olm ıyan i nsa nları teh­
dit eden, herhangi bir sevinci kedere, vicdan aza­
bı na, mahvolm ı ya çeviren teh likeler a rtık yoktur.
As ı l hayat, kara n l ı k kuvvetlere hakim olmak de­
mektir. H içbir şey, kendini idare etmesini bi lmi­
yen bir i nsa n ı n ruhu kadar kara n l ı k değ i ldir. Ruh­
ları her za man karmaka rışık arzular ve tepkilerle
dolu o l a n çatık kaşl ı, kara ka lbli insanları herkes
farkeder. Ancak h ür ruhlar neşelidir, köle ruh lar
a ksi, aksi surat l ı d ı r.
Fra nsız terbiyecisi Payet gençlere iradeyi
kuvvetlendirmek için herşeyden önce küçük ruh
jim nastikleri yapmaları n ı tavsiye eder. Bu türlü
jim nastikler irademizin g ücünü bilhassa tabii is­
tek lerimize ka rş ı kuvvetlendirmek için çok fayda­
l ı d ı r. Böyle vazgeçme tem rin leriyle beynim izin
kontrol edici kuvveti p l a n l ı bir şekilde çal ışacak
ve istekleri m iz de çok önceden ayarlan m ı ş olacak-

19
t ı r. Bossuet'in kendi kendini terbiyenin a ğ ı r l ı k
nokta s ı n ı « Bize en büyük üzüntüleri veren küçük
. fedakô r l ı k larda» bulması da bu yüzdendir. Birçok
i nsan l a r ı n vazgeçme arzu ları vard ır ama, ya pma­
ları gereken şeyi bil mezler.
Yaşad ı ğ ı m ız ana karşı koymak içi n kol kuv­
veti yetmez, iradenin d urd urucu enerjisi de lôzım­
d ı r. Bu enerji ça l ışarak g üveni lebi lir bir k uvvet
ha line getirilebi lir. Kayak sporunda «durdurucu »
ça l ışma ların ne kadar önemli olduğunu herkes bi­
lir. Bir uçurum önünde d u rabilmek imkô n ı a nca k
b u n u n la sağ l a n ı r. Ruh jim nastiği d· e nilen şey de
uçurum önünde ya pı lan bir a ntrenmandan başka
bir şey değildir. Bu durabilme sanatı da hayat
için kış sporlarından çok daha önem lidir.
Ruh jimnastiğinin (Askese) ana prensibi psi­
kolojik gerçek lere daya n ı r, ya ni izin verilen bir şe­
yi ya pmakta n feragat edemiyen bir kimseden,
i z i n v e r i 1 m i y e n bir şeyden feragat et­
m esi beklenemez. İstek ve temayül lere karşı koy­
mada en iyi savunma şekli h ücumdur. Terbiye ve
kara kter denilen şeyin bükülmez bir karşı koyma
g ücüne daya n d ı ğ ı n ı görebilenler, kara kter yapı­
s ı nda en öne m l i unsurun nefse hakimiyet olduğu­
nu, bunun da feragat temri n leri ile öğrenildiğini
bilirler.

8. TEMKİNLİ OLMAK

Bozan, nefis hôkim iyetine aşırı bir şekilde


değer veri ldiği sa n ı l ı r. Çok soğu k ve hodbin insan­
l a r da nefislerine fevka lôde hakimdirler değ i l mi?
Bazı d üzenbaz ve yalancı i nsa nlar h islerine ve
yüz ifadelerine şaşı lacak kadar hakim olm uyorlar

20
m ı ? Buna karş ı l ı k çok asi l ve d igerkam i nsa nların
sözleri, d uyguları, karakterleri şuurlu bir kontrol­
dan ne kadar uzaktır! Şüphesiz ki soğu k ve he­
sa p l ı insa n ların nefislerine hakim olmaları, iyi
kalbli, ateşli mizaçlı kimselerden daha kolayd ı r.
Bu ba kımdan nefis hakimiyetini yüksek bir kül­
türün belirtisi olarak kabul ederken çok dikkatli
o l m a m ı z gerekir. E lbette ki nefse hakimiyet, ira­
de disiplininin, kuvvetlerin topla nması n ı n ve ruha
hakim olm a n ı n en önem l i başlang ıcıd ı r. Ama bu­
nun gerçek değeri hareket sebepleri nin şekline
bağ l ı d ı r. Önem l i olan nefis hakimiyeti nin kuru bir
hesaptan, egoistlikten m i, yoksa a ncak şuurlu
gerçek bir sevgiden mi i leri geldiğidir. Bu yük­
sek şeyler nelerdir acaba? . .
Nefse hakim ol mak, şuurlu o l m a k kendi ken­
dini terbiye etmenin en önem l i ve gerekli vazife­
leridir. Çünkü sözlerim izde, hareketlerimizde, ka­
rarlarım ızda en iyi ve sakin d üşüncelerimizin, a s ı l
ben l i ğ i m izin h a k i m olmas ı n ı o n la r sağ lar; h ı rç ı n­
l ı ğ ı m ızı, bir a n l ı k h ı rslarım ızı ön lerler. Birçok in­
sanlar hayatta başarısızlığa uğra r, bunlar fena
insan la r değildir, ama işlerinde, sözlerinde çok
aceleci oldukları için başarı elde edemezler. İ nsa­
n ı n iki ben liği vard ı r, biri konuşur, yapar. Öteki
onu takibeder, her şeyi yeniden ya pmak, d üzelt­
mek ister. Ama çok zaman geç kal ı r, iş işten geç­
miş olur. Acele bir söz söylenm iş, düşüncesiz bir
h a reket ya p ı l m ıştı r artık. İşte bu yüzden iradenin
d urd urucu enerjisine ait temrin lere ruh eğitimi, ne­
fis hakimiyeti okul u da diyebi l iriz. Burada kendi­
mizi d üşüncesiz h a reketlerden, istek ve arzulara
kontrolsuzca kap ı l ma ktan korumağı öğreniriz. Bir
istek ve a rzu karş ı s ı nda iyi düşüncelerimiz m uva-

21
fakatini veya vetosunu k u l l a n ı ncıya kadar bekle­
meği öğreniriz. Gerçek ka rarlar vermeğe, iç ben­
l i ğ i m izi n d ı ş ben liğim ize gerçekten hôkimiyetine
a n cak bu şekilde u laşabi liriz.

9. SUSMA OKULU

Nefse h ô kim iyeti sağ lıyan en iyi vasıtalar­


d a n biri hiç şü phesiz susma oku l udur. Eski za­
manlarda ruhu kuvvetlendirme bak ı m ı ndan sus­
m a n ı n ne büyük bir önemi olduğunu Pitagoras'ı n
kura l ları çok iyi gösterir. O zaman öğrenciler bir
y ı l susma denemesi yapa rlard ı . Bu susma dene­
mesi sadece d üş ünmek için bir h azı r l ı k , d eğ il, da­
ha çok nefse hakim iyeti ve ru h u n cazibe ve istek­
ler d ü nyasına üstü n l üğ ü n ü sağ laya n en g üç, en
kesin a ntrenmandır. İ nsa n d ı şardan gelen her
türlü h ücum ve m üdahaleye önce konuşma orga­
niyle karş ı l ı k verir. Rahatsız edilen ve heyecanla­
nan organlar konuşarak ra hatlar. Bunun için sus­
mak, ruhun tabii rea ksiyon lara karş ı en kuvvet­
li zaferidir. Susmak d ış d ünya n ı n tesirinden kur­
tu lmak demektir. İnsan susarak sözleri ni d ı ş te­
sirlere kapı lmadan, içli, sakin, öz düşünceleri nin
ya rd ı mcısı olarak söylemeği öğrenir.
Kon uşurken hemen itiraz edip söylenenin ak­
sini iddia etmek yerine, karşısı ndakini süku netle
din lemek, sonra ona bazı soru lar sora rak söze
başlamak, söylediklerinin sebepleri ni araştırmak
daha iyidi r. Karş ı s ı ndakine inandırıcı ceva plar
vermek içi n önce onu iyice a n lamak gerekir. Bu­
nun için de onu hislerim ize kap ı lm adan, sabır ve
ilgiyle din lemeliyiz. Karş ı m ızdakini a n larsak da­
h a iyi ikna edebiliriz. Ya h ut da o bizi ikna edebi-

22
lir. Bir şeyi sonu na kadar din lemeden hemen iti­
raz eden insan hiçbir za man kend i dar çerçevesin­
den, k ı sa görüşl ü l ü kten kurtu lamaz. Çok zaman
sadece susa rak, hayat tecrübesi eksik olan bir in­
san la karşı karşıya olduğumuzu, bu i nsana en iyi
sözlerin de bir tesir yapa m ıyacağ ı n ı a n l ıyabiliriz.
Yine susmak ve beklemek suretiyle bazı mesele­
lerin inatla, m ü nakaşa- ile deği l de a ncak �a n l ı bir
örnekle h a l ledilebi leceği n i görürüz. Bundan başka
ciddi bir ceva pla daha çok küstah laşan gevezelere
de çok raslarız. Bu i nsanlarda h ô lô biraz öğren­
me kabiliyeti varsa, kendi gerçek değerleri n i tak­
dir etmeleri de a ncak merhametli ve nazik bir şe­
kilde s usara k öğreti lebilir.
Bize ema net edilen s ı rları da, h ususi yakın­
l ığ ı m ı z dolayısiyle öğrendiğimiz vaka ları da, söy­
lediğimiz, açıklad ı ğ ı m ı z zaman başka ları n ı g üç
duruma d üşürecek, etrafta ya n l ı ş bir kanaat uya n­
d ı racak şeyleri de saklamal ıyız. İnsa n ı n s ı r sakla­
ması n ı bilen birisine karşı sonsuz bir g üven d uy­
ması rasgele bir şey deği l dir, çünkü bu sır sakla­
yı şta ·şa hsi disi plinin en g üç denemelerini görür.
Gevezeli kle, konuşkan ve eğlend irici olmak a rzu­
siyle, n ükte ya pmak h evesiyle söylenm iyecek sır­
ları kolayca açığa vurabiliriz. Eğlenceli bir konuş­
ma yüzünden insa n bir başkasını g ücendirir, ra­
hatı n ı bozabi lir. Böyle i nsan lar için « A 1 1 a h
k i m s e y i o n u n d i l i n e d ü ş ü rm e ­
s i n » denir.
Bu doğru ve m a n a l ı bir sözd ür. Böyle geveze
bir insa n ı n ciddi bir soru m l u lu k duygusu ve kendi
kendini kontrol etme kabi l iyeti yoktur. i nsan bü­
yük kararlara var ı r. Zira biliyoruz ki bilhassa ah-

23
lak konu ları nda büyük işler, küçük şeylerdeki k uv­
vetl i nefis terbiyesine daya n ı r. İtimada layık ola­
bil mek için kendi kendini terbiye etmek susmakla
başlar.

1 O. YÜKSE K DİSİPLİN

Nefse hakim olmak sadece aşağ ı l ı k duyg u­


l a r, kötü h uylar içi n l üzu m l ud u r sa n ı l ı r. Yüksek
temayü l lerin, a rzu ların da hiç değilse öteki ler ka­
dar disiplin ve kontrol istediği asla d üşünü l mez.
Kontrolsuz merhamet, dizg i n lenmiyen haya l­
ler, düşüncesiz vatanseverlik duyg u ları, başı boş
heyeca nlar yüzünden şimdiye kada r birçok karı­
ş ı k l ı klar doğ m uştur. İstidatl ı i nsan l a r ı n çoğu he­
veslerine, meyi l lerine ken d i lerini plansız olarak
kaptırd ı kları için ruh i kuvvetleri ni dağ ı tm ı ş, par­
ça l a m ışlard ı r. Fazla duyg u l u kad ı n l a r duyguları­
n a hakim olamad ı kları için çok defa mahvol urlar!
Zenginlik ve fakirlikten daha çok i ntiza m ve di­
siplin ister. Toplayıcı bir k uvvet olmad ı kça çok ta­
rafl ı l ı k içi m izde de, d ı ş ı m ızda da karışı k l ı k la r do­
ğ u rur.

11. HAREKET EN ERJ İSİ ve FRENLEYİCİ EN ERJ İ

Hareket enerjisin i n. gelişmesi içi n fren leme


enerjisinin önem l i bir rol ü vard ı r. Bir şeyi yapma­
ğ a karar veren bir kimsenin içi nin bütün k uvvet­
'
lerini bir araya toplaması gerektir. Bunu başar­
mak için önüne ç ı ka n veya kuvvetini dağıta n şey­
lere iyice karşı koyma l ıd ı r. Birçok eğlencelerden
vazgeçmek, isteklerini yenmek, her türl ü geveze­
likten, dedikodudan kaçı nmak, şahsi temayü l ve

24
ilgilerini de s ı kı bir kontroldan geçirmek zorunda­
d ı r. Enerjik ve kabiliyetl i birçok insa n la r hayatta
doğru d ürüst bir başarı elde edemezler, çünkü her
an değişen arzularına ve başka ları n ı n d üşüncele­
rine karşı koyması n ı bi lmezler. Kısa bir za man
sonra istek ve arzu la rına mağlup olur, böylece ak­
tif bir iş görecek leri yerde, irade g ücüyle hiç i l gisi
olmaya n pasif bir m a ğ l ubiyete uğrarlar. Büyük
şeh irler i nsan iradesi için büyük bir teh likedir. Bü­
yük şehirlerde ancak şehrin cazibesine karşı ko­
yacak kada r kuvvetli i nsanlar yüksek s t i 1 d e
iş enerjisini kaybetmezler. Merhamet, h ı rs, cemi­
yet sevgisi, gurur, eğ lence sevgisi, başka larına
yard ı m a rzusu g ibi temayül ler büyük şehirlerde
yaşaya n la r ı n iradelerin i geliştirmelerini teh likeye
d üşürebilir. Hele bu teh likeyi açı kça görüp, dost­
ların, k u l üplerin isteklerine, büyük şehrin icapla­
rına sars ı l maz bir şekilde karşı koymağa kendi le­
rini a l ıştı rmam ı ş olurlarsa bu teh l i ke büsbütün a r­
tar.

25
K END İ Nİ B İ LM E ve SAYMA

Dünya n ı n en büyük işletmesi insa n ı n içinde­


ki saygı iş letmesidir. Orada gece g ündüz d u rma­
dan çal ışil ır. Bu ça l ışma ya l nız kendinden mem­
nun ol maya sebepler bulmak içi n değildir, belki
de daha fazla içi mizde ve d ı ş ı m ızda geçen olay�
ların sebeplerini araştırmak, böylelikle bize za­
rarlı olmalarını, kendim ize karşı d uyd u ğ u m uz say­
gıyı azaltmalarını ön lemek içindir. İçimizdeki bu
koskoca fabrika d urmadan « Koruyucu d üşü nceler»
i m a l eder.
« K o r u y u c u d ü ş ü n c e 1 e r » deni n­
ce m u kadderatımız ve öteki i nsanlarla m ü nase­
betim izin sebep ve tesirleri arasındaki bağ l ı l ığ ı
ustaca evirip çevirip, kendim izi a ldata n, bize ken­
d i m izi tenkid etmek yol u n u kapayan d üşünce ve
a n la m lar akla gelir. Her türlü vaka ların değişti­
rilmesi içi n insan hafızası nda da büyük bir ça l ış­
ma va rdı r. Daha doğrusu şöyle diyelim : Aşırı de­
recede kendim izi beğenişimiz de birçok vakaları
değiştirmeye ça lışır, bu beğenme duygusu hiçbir
itirazı, ithamı, suçu kabul etmez, hatta geçm iş
olaylara ait vicdan aza plarım ızı bile susturmak
ister. Alman filozofu N ietzsche, hafıza n ı n geçm iş
olayları değiştirmeğe ça lışırken, yaptığı deneme­
leri şu sözlerle meydana çıkarm ıştı : Hafızam «Bu-

26
nu sen ya pt ı n » d iyor, gururum « Bu n u sen ya pa­
mazs ı n » d iyor. Son unda hafıza g urura boyu n eğ i-
yor.
Viya n a l ı ü n l ü psikolog Freud « Un utma psi­
kolojisi » a d l ı bir yazısı nda unutma n ı n ya l n ı z ha­
fıza zayıf l ı ğ ı ndan i leri gelmediğini, tersine şuuru­
m uzun kara n l ı ğ ı nda bir u n utma d uygusu olduğu­
n u söyler. Bu d uyg u n u n bize utanma veren bazı
olayları şuurum uzdan tama miyle atmağa ça lıştı­
ğ ı n ı a n latır. Gerçek ha lde hafıza n ı n büyük m uci­
zel eri olduğu gibi, büyük günah ları da vard ı r.
Gerçekleri kendi kend imize bile kabul etmemek
a l ışkan l ı ğ ı , değiştirmek isteği bu günah lard a n d ı r.
Bu istekler bize hakim olup her şeyi, en inkar edi­
lem iyecek hakikatleri bile değiştirmeğe, d uygu la­
r ı m ı z ı n tarafı n ı tutmağa ça l ış ı rlar.
Kendi hakkı nda karar verirken insan d ü nya­
daki her t ü l ü a l ı şverişten daha çok aldatı l ı r. Hay­
van tecrübeleriyle bilgi edinir ama insan böyle
değ i l dir. Çünkü kendine olan sevgisi, başarısızlı­
ğ ı n ı n sebeplerini karakterinde, hareket tarzı nda
aramasına mani olur.
İ nsan larda kendini sevme duyg usu yüksek
gerçeklere u laşmak arzus u n u n yerini a l d ı ğ ı za­
man kendini tan ı mağa da, kendini kurtarmağa da
imkan yoktur. Pasca l iyi l i k inancı olmaya n bir in­
sa n ı n, görünür iyi likler üzerinden bakışları n ı kay­
d ı r ı p içi n i n zava l l ı l ı ğ ına bakmağa daya nam ıya­
cağ ı n ı söyler. Bu sebeple h uzursuz bir insa n ı n
kendini avutmak için yapt ı ğ ı hareketlerin hepsin­
de kendini tan ı m akta n kaçmak arzusu vard ı r.
Pasca l der ki: « Hiçbir şeyi kendisi kadar sev­
meyen insan, sevdiği va rlı kla, kendi kendisiyle
baş başa kalmaktan çok h içbir şeyden korkmaz.

27
Her şeyi kendi için a ra r, ama en çok kendinden
kaçar, kendini bulmak istemez. Çünkü kendini iyi­
ce görebildiği zaman, istediği gibi olmad ı ğ ı n ı gö­
rür, içinde m üthiş bir zava l l ı l ı k, dolduram ıyaca ğ ı
uçurum lar, boşluklar bulur. B u duruma göre bizi
çok çeken işler ve eğ lenceler daha ziyade kendi­
m izi düşünmekten, bakışlarım ızı içimize çevirmek­
ten a l ı koya n şeylerdir. Hapish a nenin o kadar kor­
kunç bir ceza olması bu yüzdendir, yine bu y üz­
den ya l n ızlığa daya na n i nsan çok azd ı r.
Asl ı nda insa n m uayyen bir olgunluğa u laş­
m a d ı ğ ı m üddetçe kendi g erçek durumunu samimi­
yetle açıkl ıya maz, kendine d uydu ğ u sayg ı n ı n
azalmasına dayanamaz. Muayyen bir olg u n l uğ a
erişilince boş v e i natçı b i r gurur duygusu içinde
kalmaktansa acı ve k ı rıcı da olsa hakikati bütün
a ç ı k l ığ iyle görmek tercih edilir.

28
İNSANLAR I TA NIMA SA NAT I

İ n g i l iz sosyal reformcusu Canon Barnett şöy­


le der: « Bir insa n ı sevmek istersek önce tan ı m a l ı­
yız.» Ama yal n ı z başka la r ı n ı sevmek isteyenler
ta n ı mak ve anlamak zorunda deği ldirler; eğitimci
idareci veya değişik karakterli insanları organize
ederek verimli bir işbirliği ya pmakla vazifel i olan
kimselerin de i nsan ları ta n ıma kabiliyetlerini ge­
l iştirmeleri lazı m d ı r. Yoksa birçok hata l a r yapabi­
lirler. İşbirliği ya ptığ ı m ı z i nsanların g üvenilir kim­
seler olduğ u n u kesin olarak bilmezsek, on lara kö­
rü körüne inanmamız büyük bir teh likedir.
i nsa nları ta n ı m a n ı n en büyük güçlüğü hiç
şüphesiz d ı ş görün üşten ruh ve karakteri a n lama­
n ı n g üçlüğüd ür. İsviçreli bir şair «Acı bir söz çok
zam a n la r sıcak bir sevgiyle söylenir» der. Ama
insan sadece bu acı sözü d uyar, onu söyleten sı­
cak d uyg ulardan haberi yoktur, böylece bu acı lı­
ğa acı l ıkla karş ı l ı k verir, bunu . yapmakla ne ka­
dar yan ı ld ığ ı n ı da bil mez. İ nsan lara doğru d av­
ra nmak isteyen onla r ı n içyüzünü görebi lmeli, ya­
ni yüz ifadesinin a rkası ndaki manaları sezebi le­
cek kadar keskin bir gözü olma l ı d ı r. Alma n şairi
Lessing; « Faziletlerim izin gerisinde ne l<adar çok
g ünahlar vard ı r. » dem iştir. insan bu söze şunu da
i lave edebi lir : «Güna h la r ı m ı z ı n arkası nda da ne

29
kadar çok faziletler vard ı r . » İşte bu gerçeği geliş­
me çağ ı ndaki erkek çocuklarla u ğ raşan birçok eği­
timciler u nuturlar ve gençli k isya n ları n ı n arkası n­
da ne değerli kara kterlerin, ümit verici, ama ter­
biye edi lmemiş, yolu n u b u l m a m ı ş mertlik d uygu­
ları n ı n yattığ ı n ı göremezler. Eğer beceriksiz, a n la­
ş ı lmaz çocukları doğru ve olgun bir hale getirmek
istiyorsak onları iyice anlamalı, bütün hareketleri­
nin a s ı l manas ı n ı a raştı rmal ıyız.
İnsan çok kolayca ya n ı labilir, yan ı lmamak
için başkaları n ı n iç yüzün ü okumak sana t ı n ı bil­
mek veya doğru görüş l ü insa n l a r ı n ikaz ve öğ üt­
l erine kulak vermek lazı m d ı r. Böyle aldanmaları
bu satırları yazan da gençken birçok defa lar ken­
,
di şa hsında yaşam ıştır. Bir seferinde bir ha pisha­
ne doktoru n u n daveti üzerine gençler ha pisha ne­
sindeki h ı rsız ve kati lleri ziyaret etmiştim. Ziya ret­
ten sonra doktor ba na bu mah puslardan hang ile­
ri doğru yola gidebil ir, hangi lerini ıslah olmağa
kabil iyetli görüyorsun uz, d iye sord u . Korku nç su­
ratl ı , sakil gençleri d üşünerek onlar için bir şey
yap ı lam ıyacağ ı n ı söyledi m . Buna karş ı l ı k sakin
y üzlü, yum uşak ifadeli çocuk l a r ı n yeniden doğru
yola dönebileceklerini ümit ediyord u m . Doktor
bunun tamamiyle a ksini söyledi. O korku nç yüz­
ler, kendi nden memnun olmaya n, günahlarından
dolayı insan top l u l u ğ u n da n uzaklaşma n ı n acıs ı n ı
d uyan gençlerin yüzleriydi. O n l a r için h e r şey
ümit edi lebilirdi. Rahat ve yum uşak yüzl ü ler ise
ya doğuşta n melektir veya ıst ı ra p çekerler, a m a
günahları ndan dolayı acı d uymazlar. Bu i k i tip
a rası nda dünya kadar fa rk vard ı r. iyice inceleme­
sini bilmeyenler çok defa bu iki tipi birbiri ne ka-

30
rıştır ı r ve bu insa n la ra karşı çok yan l ı ş davra n ı r­
lar.

R U H HAYATiN i N BİLİ NMEYEN İÇ SEBEPLERİ


Son za man larda Avrupa ve Amerikada in­
sa n ı n bilinmeyen tarafları üzerine yeni bir i l i m
geniş b i r i l g i toplam ı şt ı r, bilhassa s i n i r doktorları
a rası nda. Bu ilme psikanaliz diyorlar. Bu ilim iç
hayatı m ızın değişik oiayları n ı veya krizlerini, bi­
zim bilmediğimiz bir şeki lde idare eden sebeplerin
tesirinde a rıyor. Anlaş ı l maz gibi görünen a l ışkan­
l ı kların, kendini beğenmenin sebebi çok :zaman
k ı r ı l m ış, tatm in edilmemiş bir duygu ve bu duy­
g uyla kendim ize olan g üvenimizin aza l mas ı d ı r.
Psikana liz denemeleri işte bu türlü küçüklük h is­
lerini gidermeğe ça l ışmaktad ı r. Ayn ı zamanda
gençlerde a n laşı lmaya n kötü a l ışka n l ı kların, şa­
ş ı rtıcı olayların gerisinde çok eskiden yaşa nan bir
şokun b u l u n u p b u l u n m a d ı ğ ı da a raştı r ı l ır. Bu tür­
l ü şoklar çok defa hazmedi lemez ve içim izde ra­
hatsız edici bir kuvvet olarak yaşar. Her zaman
böyle şoklar araştı rma k gerekmez, a m a bunları
bilmek, kötü bir hareketi bi lerek ya p ı l m ı ş bir ya­
ra mazl ı k, sayg ısızl ı k diye ka bul etmekte aceleci
o!mamak, yan l ış h üküm vermemek lôzı mdır.
Bütün b u n la r ya l n ı z birl ikte ça l ı ştı ğ ı m ız i n ­
s a n l a r ı d a h a iyi tan ı mam ız, isya n l a r ı n ı hoş gör­
memiz için değil, karı - koca arası ndaki psikolo­
jik güçlükleri gidermek için de lôzı m d ı r. Hayat ve
kader orta k l ı ğ ı nda birbirini iyice a n lam ıyan, her
şeyi birlikte yaşa m ıyan insanlar a ras ı nda verim li
bir kader beraberliği olamaz. B u n u istiyorsak her
şeyden önce kendim izi ve karşı m ızdakini iyice bil­
menin, a n la m a n ı n a nahta r ı n ı b u l m a l ıyız.

31
SOSYAL K ÜLT ÜR ÜN Ç EK İRD EG İ
A İ LE HAYATI

AİLE HAYATI ve ŞAHSİYET

Bi rçok i nsanların şahsi temay ü l ve ihtiyaç­


ları aile otoritesi ne, aile hayatı n ı n icaplarına uya­
rak h udutla n ı r. Bu gibi i nsanlarda şöyle bir ka­
naat vard ı r : Aile h ayatiyle şahsi hayatın birbi­
rinden farkl ı şeyler olduğunu, a i l e h ayatına i nti­
bak etmek için şahsiyetlerini geliştirmed iklerini
sa n ı rlar. İçim izdeki kabi liyet ve kuvvetleri aile ha­
yatı n ı n geliştirdiğini, aile h ayat ı n ı n bizim için bü­
tün bilgi ve tecrübelerden daha l üzum l u olduğu­
n u u n uturlar. Aile hayatı sosyal hayatı n üç temel
k uvvetini uyand ı r ı r ve geliştirir. Bu üç kuvvet, bir
d üzene uymak, a rkadaşl ı k ve bak ı m d ı r. Aile ha­
yatı insa n ı n kendisinden yaşl ı o l a n l ara karşı m ü­
nasebetini ayarlar, yaşıtları arası ndaki farkları
gidermesin i öğretir, daha genç yaştaki lere karşı
soru m l u l u k h issi d uyurur. Ailenin terbiye edici kud­
reti, sosya l terbiyedeki rolü, aile hayatı nda sosya!
h ayatı n organik bir şekilde tabii h ayattan doğ­
ması nda n ve kan yak ı n l ı ğ ı ile akraba l ı ğ ı n ah lak
cem iyetini kolaylaştı rmasından i leri gelir. Egoist­
l i k ile sevgi a ra s ı n daki derin uçuru m u n büyük öl­
çüde doldurulduğu tek yer ai ledir. Aile hayatında

32
tabiat ve kültür, vazife ve istek birbiri ne çok yak­
laş ı r, öyle ki tabiat ôdeta kendini aşarak kü ltür
haline gel ir. Tabiatla kültürün böyle birbirine ka­
rışmas ı n ı n insa n ı n seksüel hayatın ı n asaleti için
çok önemi vard ı r. i nsanda iptidai bazı zayıfl ı klar,
zava l l ı l ıklar vard ı r ki onu ömrü boyu nca köstekler,
d üşüncelerinde tek ya n l ı olmağa m a h k u m eder.
İşte a i l e insa n ı bun lardan kurta rı r.
Ailenin bu yaratıcı, geliştirici kudreti, h er şey­
den önce yaşları, karakter ve kabi liyetleri ayrı
olan insa n ların birbirine çok yak ı n yaşama ları n­
dan i leri gel ir. Birçok gençler birdenbire a i l e lerinin
çok geri bir top l u l u k old uğunu a n layıveri rler; on­
ların şu veya bu top l u l uğa çok az uyabildiğini,
kendilerini a n l ıyamad ıkları n ı, a nlaşabildikleri
ruhta ve karakterde i nsan larla yaşa m a n ı n şahsi­
yetleri nin gel işmesi için çok daha iyi olacağ ı n ı dü ..
şün ürler. Bu gayri mem n unlar aile hayatı n ı n a s ı l
bu yüzden feragat edi l mez bir vasıta o l d u ğ u n u
göremezler. A i l e h ayatı bizi insanlarla b i r a rada
yaşamağa zorlar. Bu i nsa nları biz seçmeyiz; ruh­
ları, ta biatları bizden farkl ı d ı r ama yine de onlar­
la beraber olmakta fayda vard ı r. Ya l n ı z kendine
benzer i nsan larla beraber olmak a rzusu bizi bir
nevi « M ü n z e v i » d uruma d üşürür. Bu h a l
de boza n insan ı deli l iğe kadar götürür, ç ü n k ü in­
sa n l a rdaki tek tarafl ı l ı ğ ı n eksiklerini tama m lamak
imka n ı n ı ortadan ka l d ı r ı r. Gençler gerçek terbiye­
nin insa nda hiçbir üstün l ü k duygusu aram ıyan
boş şeylerde değ i l de, g üç m ü nasebetler ve a ğ ı r
soru m l u l uk larda o l d u ğ u n u a n lasa lar, bu m üna­
sebetleri g üzelce idare edebilseler daha kuvvetl i
v e çok tarafl ı şahsiyetleri olurdu. A m a bunu ya­
pabilmek için ruh ve m izacı ayrı olan insanlarla

İyi İnsan İyi Vatandaş F. 3 33


barış içinde geçinmesini bilmek lôzı md ı r. B u n u
ai lede öğrenem iyen bir ,insan h ayatta nas ı l m u­
vaffak olabil ir? Ai lesiyle geçinemed iği için ken­
disini hayır işlerine veren bir k ı z ı n hali ne kadar
g ü lünç bir faciad ı r! Aile içinde yaşamas ı n ı. bilme­
yen bir insanda sosya l kabiliyet olabilir mi?

ANLAŞILMAYANLAR

Beraber yaşayan i nsa n la r ı n birbirini iyice an­


laması gerektiğini iddia etmek yan l ı ş bir an layış­
ta n doğar. Anlaş ı l mak çok az i nsana nasibolan
bir l ükstür; hele en iyi ve en derin şeyler hayatta
daima yan l ı ş a n la ş ı l ı r. B i z b u d ü n y a y a
a n laşılmak için değ il, a n la m a k
i ç i n g e 1 d i k . Anlaş ı l mamanı n üzüntüs ü n ü
d uyaca ğ ı m ı z yerde, bütün ruh u m uzla başka la r ı n ı
a n lamağa ça l ı şsak hayat d a h a g üzel leşir. Zaten
çok za man biz bile kendimizi a n l ayamazken baş- ·
kaları n s ı l a n l ıyabilirler?
Bu yüzden bir genç kız h içbir zaman, « Benim
ne biçim a nnem var?» d iye sormama l ı d ı r, aksine
« Ben ne biçi m evlôdım? Bende bir genç kız olarak,
iyi, d uyg u l u, a k l ı başı nda bir evlat olma n ı n vasıf­
ları var m ı ? Yoksa sadece bir kız evlôt taslağı ve­
ya karikatürü m üyüm?» diye sorm a l ı d ı r. Ayn ı şe­
kilde bir erkek çocuk da, ba bası idea l ine uyg u n
o l m a d ı ğ ı zam a n sızla n m a m a l ı, baba - o ğ u l m ü­
nasebetinde oğ u la daha çok vazife d üştüğ ünü bil�
melid ir. İyi bir evlat olarak kendini göstermeli, sev­
gisi, sayg ısiyle baba s ı n ı kaza n m a l ıd ı r. Baba ne
o l u rsa olsun, evlat evlôtl ı ğ ı n ı göstermelidir. Aksi
halde o h içbir vazifesini h<!Jkkiyle yapamaz. Her
za man etrafı n ı kollay ı p başka ları vazifelerini ya-

34
pıyorlar m ı diye gözetlerse, h içbir zaman içten bir
rahatl ıkla kendi vazifesini yapmağa fırsat bula­
maz.
Aile h ayatı nda yal n ı z geliştirici kuvvetler
yoktur, insa n ı n içindeki ilerlemeyi ön leyen teh like­
ler de vardı r. Aile hayatı ile gerçekten i lerlemek
için bu teh likeleri açı kça görmek gerekir. Aile yük­
sek sorum l u l uklar için bir eğ itim yuvası olabilir;
ama yüksek gayeleri olm ayan bir kimse için daha
çok her şeyi köstekliyen, egoistliği ve evlatları nda
kendini görmek, genişlemek a rzularını besleyen
bir g ı da d ı r.
Böyle egoist kimseler bu kısa görüş l ülük­
le kendilerini de, yak ı n ları n ı da nas ı l yere vur­
duklarını bilmezler. Kendi ben liklerinin özü n ü teş­
kil eden yaratıcı l ı k d uygusunu çocuk lariyle böl ü­
şür, onları zeh irler ve onlarda tevazu duyg u la r ı n ı
öld ürürler. Tevazu olmayı nca d a n e kökl ü b i r vic­
da n, ne de gerçek sosya l kü ltür olabil ir. Bu egoist
a i leler d ı şa rıya karşı az sevgi gösterildiği nispet­
te ai lenin daha köklü gelişeceğ ini d üşün ürlerse
önem li bir gerçeği bilemiyorlar demektir. Çünkü
bir a ilede et ve kan ya k ı n l ı ğ ı ndan, akraba sevgi­
sinden daha büyük ve i nsancı l sevgiye de çok ih­
tiyaç vard ı r. Aile dışı ndakilere karşı sevgisizlik, i l­
gisizlik zam a n l a a i l e bünyesindeki sevgiyi de sa­
katlar, ya hut da kısa görüşl ü, kendini beğenmiş,
zorbaca bir sevg i yaratır. Sevginin bu türlüsü de
fedaka rl ık, şükra n, sadakat d uyg u la r ı n ı meyda­
na getirecek kuvvette değ i l dir. Böylece egoist bir
zihniyetle yetiştirilen çocuklarda ruh tarafı eksik­
tir. Onlar sadece etten iba rettir, ruh u n üstün ha­
yat ı n ı h içbir za man yaşıyamazlar, onl ara hakim
olan et ve kand ı r. Buna karş ı l ı k yabancıların se-

35
vinç ve kederini gerçekten paylaşan, ca n ı ndan,
kanı ndan olm ıya n insanlara yard ı m etmek a rzu­
siyle rahatını, parasını, zam a n ı n ı verenleri Allah
m ükôfatlan d ı r ı r. İnsa n ı n başka larına gösterdiği
sevgi aile için bir kazanç o l u r, çünkü ta bii bağ ları
o daha çok derin leştirir ve asil leştirir.

YUVADA H UZ U R

Pl utark « Biz aslanları, ka planları ehli leştiri­


riz. Ama vahşi h uylarım ızla en ya k ı n larım ıza sa l­
d ı rmaktan geri kalmayız» der. Asla n l arı, kaplan­
ları eh li leştirmek kolayd ı r ama binliğimizin y ı rtıcı
tarafları na zincir vurmak, yak ı n la r ı m ızla olan gö­
rüş ayr ı l ı kları n ı kükremeden, ateş püskürmeden,
öfkelenmeden g idermek, karç:ıkter ve a l ışka n l ı k
farkı ndan doğan a n laşmazlıkları kavga etmeden
yatıştırmak çok g üçtür.
Karı - koca terbiye edilmesi g üç çocuklara
tatlı l ıkla m ı, yoksa şiddetle m i davra n m a l ı d iye
m ü nakaşa ederler. Bu m ü nakaşa bir a n laşmaya
var ı r m ı, yoksa gizli bir isyana, bir silahlanmaya
m ı yol açar, yahut da otuz y ı l sürüp giden bir m ü­
cadele halini m i a l ı r, bilinemez. Çocuklar kavga
ederken hangisi hak l ı diye m ünakaşa eden karı -
koca lar haza n çocuklardan beter kavgaya tutu­
şurlar. Birçok ana - baba lar oda larına �eki ldikten
sonra kendi kendi lerine çocukları ndan bir m i l imet­
re i lerde olmadı kları n ı itiraf ederler.
Barışı korumak büyük bir sa nattı r, bu barış ı
evi nde arıyan ve bütün meselelerin başlangıç nok­
tası olarak kab u l eden bir kimse birçok g üçl ükleri
h a l letme yol u n u b u l m uş demektir.
İ lk kaide : Herkesin kendi s ı nı rları içinde kal-

36
ması, başka ları n ı n s ı n ırlarına saygı göstermesidir.
ikinci kaide : Tenkidde ve talepte başkala rı­
n ı n d uygu larına değer vermek.
Üçüncü kaide : Görüşmeler iki tarafı n da . sa­
kin olduğu zam a n la rda yap ı l ma l ı d ı r. Bu kaide pe­
dagojinin biri nci şartıd ı r.
Dörd üncü kaide : Sevgimizi saklamamalı,
karşım ızdaki ne sayg ı m ızın, g üvenimizin, tercih
edişimizin sebepleri n i söylemeliyiz. Bu, s ü m b ü l leri
yetiştiren i lkbaha r yağ m u rları gibi tesirli bir şey­
dir.
Beşinci kaide : Her iki tarafın hak ve şerefini
koruya n çareleri b u l mak.
Altı ncı kaide : Bazı meselelerde ısrar etmek,
bir a d ı m bile geri lememek lazı m d ı r.
Barış problemi bu işi teoriler h a linde gören­
ler için çok can s ı kıcıd ı r. Gerçek h ayatta türlü ruh­
lar, ilgi ler, haklar, görüşler a rası nda barışı sağ la­
mak insan varl ı ğ ı n ı n en geniş ve en zengin prob­
lemidir. Ama bu h içbir za man, ne pahas ı na olur­
sa olsun elde ed i len yalancı bir ba rış değil, tersi ne
herkese i nand ı rıcı bir rahatl ı k veren, u m u m i d ü­
zeni hiçbir şeki lde bozm ıyan bir barış o l m a l ı dır.

37
İNSA N TOPLULUG UNUN AHL AK İ TEMELLE Rİ
ÜZE Rİ NE İ NCEL EMELE R

SORUML U L U K
Emerson şöyle der : « Bugün en önem l i şeyin
h iç kimse tarafı ndan a ldatı l m a m a k olduğ unu sa­
n ırsı n. Ama hayatı n ı n g üneşi a s ı l seni n hiç kim­
seyi a ldatma mağa ça l ıştı ğ ı n gün doğaca ktır.» Pa­
zardaki satıcıya « Hesa b ı n ı z ya n l ış, benden az pa­
ra a l d ı n ı z! . . . » demek, bugün için tuhaf bir şeydir.
Hepimiz kendi h esa plar ı m ı zda a ldanmamak
için m ücadele ed iyoruz, bu yüzden o g ü neşl i gün
henüz doğ m uş değ i l .
i nce hesa p l ı o l ma k, soru m l u l uğ u doğru he­
saplamak, gerekirse kendine k ı yabi lmek demek­
tir. Bu hesab ı insan ya l n ız hesap yapması gereken
yerde değ i l, her şeyde, bir şey a l ı rken, bir şey ve­
rirken, sorum l uyken, hakl ıyken, iyi lik ederken, te­
şekkür ederken, her yerde ve her zaman ya pabil­
melid ir. Hesabı çok kuvvetli olanlar bile bazı ra­
kam larda ya n l ı ş yapa bilirler.
Bir insa n ı n ruh undaki asa let teşekkür etme
kabiliyetiyle a n l aş ı l ı r. Teşekkür ruhtan gelen bir
soru m l u luk d uygusudur, tıpk ı toprakta n ç ı ka n çi­
çek gibi.
Teşekkür h esaplı bir şey değildir, tanrısal bir
hesap sanat ı d ı r; bu sanatta menfaat yoktur, bu

38
d ine benziyen, i nsanı Allaha yaklaştıran bir d uy­
g ud ur. Bir hatayı d _ ü zeltme i nsanlara ait en g üzel
mazhariyettir. Hayva n ı n birçok iyi l ikleri vard ı r
ama b i r şeyi d üzeltmesini beceremez. Hayvan sa­
dakatin birçok çeşitlerini bil ir, ama yap ı l a n bir
haks ızl ı ğ ı hôfızadan ve hayatta n uza klaştırmas ı n ı
arzu layan sadakat d uyg usun u ta n ı maz. Harb h iz­
meti kuvvetli bir soru m l u lu k duygusu, hizmet et­
me soruml u lu ğ u meydana getirdi, a m a bir kusur
ve hata yüzünden bozu lan toplum d üzen i n i ye­
niden kurmak istiyen soru m l ul u k duygusu elbette
ki daha kuvvetli, daha l üzum l u bir d uyg udur.
Asl ı nda hiçbir şey büsbütün d üzelti lemez. Bo­
zulan saadet yerine konamaz, k ı r ı k bir kalb tamir
edilemez, acı bir söz ruhun deri n l iklerine kadar
işler, insa n ı n bütün benliğini zeh irler, u nutu lan bir
özür di leme i nsanca m ünasebetleri bozar. Tıpkı
zama n ı nda yap ı l a n bir özür di lemenin dostluğu
derin leştirmesi gibi.' Çünkü insan bu özür d ileyişle
karşısı ndakine olan yak ı n l ı ğ ı n ı h isseder, bir h a k­
sızlığı ta mir etmeğe ça l ı ştı ğ ı n ı gösterir. işte bu iç­
ten gelen a rzu, gururdan fedakô r l ı k etmen, hod­
bin likten vazgeçmen, kendine ait bir hesabı boz­
man senin kurtu luş yol u nd u r; m uvazeneni yeniden
bulman, d ü nyaya yeniden bağ lanman demektir.
İçi m izde soru m l u l u k duyg u lar ı n ı n yeniden
ca nlanması kül lenen bir ateşin yeniden ya nması­
d ı r. Soru m l u l u k d uygusunun ölmesi, her şeye .boş
vermek, vazifelere yan çizmek, a n laşmaları boz­
mak; bozd uğu bir işi d üzeltmeğe a l d ı rmamak ise
ruhen çökmek, ihtiyarlamak demektir. Rahat l ı ğ ı
böyle ya n çizmede, boş vermede bulan b i r insan,
kendi kuyusunu kendi kazd ı ğ ı n ı n, y ı rttı ğ ı , boş

39
verdiği şeylerle Allah ve k u l lar nazarı nda neler
kaybettiğinin farkı nda bile değ ildir!

İNSAN TOPLULUGU NASIL KURULUR?

İ nsa n top l u l uğu, ben verdiğim sözü tutarsam


kuru lur.
Hiç kimseyi bekletmezsem, sözüm ü vaktinde
tutarsam karş ı mdakini sayarsa m, ya lan söylemez­
sem, zararlı da görünse doğruyu söylersem insan
"topluluğu kurulur. Çünkü top l u l uğa ait olmak de­
mek, benim için gidi lecek yol u n zararda n korun­
mak değil, tersine başka larına olan vazife ve so­
r u m l u l u ğ u m u n değ işmiyen bir d üstur ha linde ba­
na yol göstermesi demektir.
İ nsan top l u l u ğ u üzerime a l d ı ğ ı m görevleri
ya l nız kağ ıtta değil, vicdan ı m ı n derinliklerinde de
h issedersem, bu görevleri herhangi bir yerde, her­
hangi bir zaman, herhangi bir şeki lde yerine ge­
tiri nceye kadar rahatsız olursam kurulacakt ı r. Bu­
n u öteki insa n lar da aynı şeki lde h issedecek ve i n­
san topluluğu böyle kuru lacaktı r. Böyle bir top l u­
l u k, bir kimsenin sebep olduğu bir za rarı gider­
meği içten istediği, bunu bütün ka n u n ların d ı ş ı n­
da isted iği, ya h ut yaptığı ndan pişman olup ceza­
s ı n ı çektiği, bir yan lışlığı namusluca d üzelttiği, ze­
delenen bir h akkı d ikkatle geri verdiği yerlerde
kuru l ur. Devletin en sağlam temeli de, söylenmi­
yen vaitlerin ya p ı l masına, herkesin görmediği bir
zarar ı n d üzelti lmesi ne, bi linmiyen, ispat edilm iyen
bir suçun cezası n· ı bulmasına daya n ı r.
Bu teme l bir saadeti n sessizce feda edildiği,
daha çok layı k olan lara g izlice b ı ra k ı l d ı ğ ı zam a n
sağ l a m d ı r; herkesin kendi menfaatini a ra d ı ğ ı , hak-

40
k ı n ı savunduğu, suçsuzluğunu ortaya koyduğ u
yerde susu labi ldiği takdirde kuvvetlidir.
Devlet kudrettir, sözün ü söylemekten dahq
büyük bir d üşüncesizlik olamaz. Hayır devlet, a n­
cak vicdan la, içten bir bağ l ı l ı kla, şahsi istekleri n
d ı şı na çıkmakla meydana gelir. Birlik, kuvvet, üs­
t ü n l ü k a ncak bun lardan doğar. Bunlar olmazsa
bu kudret, bu üst ü n l ü k aza l ı r, kaybolur. Bu y üzden
her kurba n ı n, her soru m l u luğun, nefse karşı kaza­
n ı la n her türlü zaferin, m a nası vard ı r. Bun larla
devlet birliğinin g ücü a rtar, d ı şarıya karşı ya pılan
bir haksızl ı k d üzelti lir, memleket içinde suç işle­
mek cesareti aza l ı r. Başka m i l letlere olan ma nevi
borcumuz ödenir, memleketim ize olan borcumuz
u nutulmaz ve bütün bunları n karş ı l ı ğ ı da beklene­
bilir.

İNSAN TOPLULUGUNUN ŞAHSİ FAYDALAR!

İ nsan topl u l uğ u nun ca n sıkıcı tarafları da


vard ı r. Ama bu can sıkıcı a n laşmazl ıklar, karış ı k­
l ı klar a rası nda insan kendini terbiye etmek, sinir­
lerini yatıştırmak bak ı m ı ndan derin bir ders a la­
bil ir. Çünkü bu karı ş ı k l ı klar insana, içten bir kur­
tuluş ve olgun laşma için bir hedef gösterir; bu he­
defe giderken insan m ü nasebetlerindeki acı, uta n­
d ı rıcı denemeler ya pıcı bir mana a l ı r. Mese l& ca n
sıkıcı &mir lere si nirlenen ler ya l n ız onlarla beraber
çal ışmayı bir üzüntü ve h ayatları için engel diye
kabul eden insan l a rdır. Ama böyle insan l arla be­
raber olma n ı n, bizi başka la r ı n ı ta n ı m a k, kendimi­
zi terbiye etmek, i nsan m ünasebetleri ni daha iyi
bir hale getirmek bak ı m ı ndan uyand ı rd ı ğ ı n ı , ol­
g u n laştırd ı ğ ı n ı hissettiğimiz a nda, bu m ünasebet-

41
lere daha başka bir gözle bakarız; artık sinirleri­
m izi bozan bir şey kalmaz. Bu ya l n ı z g üç m izaçlı,
ayrı yarad ı l ı ş l ı i nsan larla karş ı laştığ ı m ız zaman
değil, en basit aile hayatı içinde de böyledir. İn­
sa ni duyg u m uzun çekici liğine kapı lmamalı, baş­
kalarına karşı d ürüst davra n m a l ı , haklarını ver­
meli, cömertçe h esabetmelid ir. Fikir ayrı l ıkları n ı
bir d üşma n l ı k haline getirmemeli, başka ları n ı n bi­
zim fena h uyları m ıza katlanaca kları n ı u m d uğu­
muz gibi, biz de fena h uylara katl a n m a l ıyız. Bir­
çok şeyleri geçiştirmeli, a m a d üzensiz isteklere ra�
hatça ve kesin bir şeki lde karşı koyma l ıyız. Fena
örneklerden iyice ders a l m a l ı , başka lar ı n ı n karışık
işleri üzeri nde fazla d urmama lı, başka insa n la r ı n
değerli taraflarına daya n m a l ı , bize yakı n i nsan­
ları n karakterlerindeki g üçlü klere kızı p kendim izi
koyvermemeliyiz. Bütün bunlar kurtu luşun i l k oku­
ludur. İ nsan top l u luğu a ncak şahsi faydaları i n­
sanlar arası ndaki d ürüst m ünasebetlerin sağ lıya­
cağ ı açı kça a n laşı l d ı ğ ı za man kuru labilir.
İ nsan topl u l uğuna cesaretle uymak, orada
kaza n ı la n tecrübe leri doğru değerlendirmek için,
bütün hal indeki i nsan varl ı ğ ı n ı n küçük bir parça­
sı olduğ u m uzu, bize zıd olan ve bizi ta m a m l ıyan
karakter özelliklerine de çok m u htaç olduğ u m uzu
iyice bilmek zoru ndayız. Ali'nin kendi tabiat ı n ı
Veli'den üstün veya Veli'nin H asa n'dan üstün gör­
mesi, cömert bir insa n ı n meteliği hesa pl ıya ndan,
geniş görüşl ü bir insa n ı n kendini beğenmiş, cahil
birisinden daha üstün olduğ u n u d üşünmesi sosya l
değildir, temelden yanl ıştır. Çünkü topl u m u n için­
de h erkesin yeri ayrıd ı r, h erkes birbirini tamamlar,
geniş görüşlü cah i l olana karşı m uvazeneyi sağ­
lar. Bir ah lakçı sanatka r ı n karş ı s ı nda yer a l ı r, a h -

42
lôkç ı o lmazsa sanatka r ı n hayat ı n ı sağ l ıyan, bu
hayatı n temelini kuran, g üven l i topl u m d üzen i ol­
mazd ı . İyi bir insa n ı n karakter kuvveti ya l n ı z u m u­
mi hayatı zenginleştirmez, ters karakterlere karşı
gerekli a ğ ı r l ı ğ ı da teşkil eder. Böylece gerçek i n­
sa n toplu luğunu, her türlü tek tarafl ı l ığ ı n ı tamam ­
l ıya n ve d üzelten, bütün m ü nasebetlerinde iyi l eş­
tirici tezatlar arıyan i nsan lar kura r.

HAK ve KUVVET

Bir çocu k bana « Benim babam avukattır» de­


di, sonra da « Hak ne demektir, avukatın hakla ne
i lgisi var?» diye sordu. B u soruyu hemen cevap­
landıramadım, çünkü ona bunu basit bir şeki lde
söylemek istiyord um. Bunun için de bizi m hak de­
diğimiz şeyin ne olduğu n u önce kendi kendime
sorm a l ıyd ı m . Hak ne demektir? Hakkın kendisini
yenmek istiyen kuvvete sırlı bir şekilde üstün gel­
mesi n as ı l m ümkün olabiliyor? Hak daima üstün
gelir. Çünkü aklı baş ı nda olan herkes birbiri nin
hakk ı n ı iyice s ı n ı r l ıyan d üzeni ta n ı mazsa m üthiş
karışı k l ı k lar, kavgalar çıka raca ğ ı n ı iyice bilir.
Küçük bir kız ablasına « Benim bebek a raba­
mı a l mağa hakk ı n yok» der. Demek ki hak, ba na
ait bir şeyle yapaca ğ ı m, başka ları na ait bir şeyle
ya pmıyaca ğ ı m şeyleri bel leten bir kanundur. Avu­
kat da, bütün bu kan u n ları iyice bilen ve hakkı
a l ı na n i nsan lara yard ı m eden bir ada m d ı r.
Bir de İn i r a s hakkı vard ır. Miras bir in­
sa n ı n vasiyetnamesinde dostları na, akrabalarına
bıraktığ ı şeyl ere denir. Bu miras bir insa n ı n ölü­
m ünden faydalanmak istiyenlere karşı korunur,
ilgilil erden başka hiç kimse bir hak iddia edemez.

43
Sonra e v 1 i 1 i k ve a i 1 e h a k 1 a r ı
va rd ı r. Erkek ve kad ı n ı n vazife ve soru m l ulukları,
a na - baba n ı n çocuklara karşı vazifeleri kesin ola­
ra k belirti lm iştir. H atta bir caninin de hakkı vard ı r,
ya ni başka ları n ı n hakk ı n ı çiğniyenler de bir h a k
sahibidirler. Bu hak, on ların işlediği suçtan fazla
cezalandırılmamaları n ı sağ lar. Her insa n ı n bir
hakkı vard ır, bu hak o insa n ı n h ürriyeti ni h üküme­
tin ve polisin zorba l ı ğ ı na, aşı r ı l ığ ı na karşı korur.
T ı pkı polisin rah a tça yaşıya n bir vata ndaşı hay­
dutluk ve h ırsızlığa karşı koruması gibi. Medeni
mem leketlerde suçu mah kemece tesbit edi l i p ceza
görmesine karar veri l meden önce polis hiç kimse­
nin h ürriyetine tecavüz edemez.
Öyleyse şöyle denebi lir : « Ha k» dediğimiz
şey, « Kültür» denilen şeyi zorba l ı ktan ayıra n bir
d uvar, insa n ları k uvvete karşı koruya n, başka la­
r ı n ı n h ürriyetini bozm ıyacak şekilde bir h ürriyet
veren bir koruyucud ur. Bu hak h ükümetçe veril­
m ez. Bu hak insan vicd a n ı nda doğduğu a ndan iti­
baren vard ı r. Ya l n ı z bu hakkı d uymak ve gel iş­
tirmek lazı m d ı r. Bu hak başka larına borçlu oldu­
ğ u m uzu h issetmekten doğar; bu borcu bütün i n­
sa nlara karşı d uya rız. Kölelerin h ürriyete kavuş­
ması bu yüzdend ir; kad ı n lara, işçilere, esir mil let­
lere mahrum ettiğimiz hakları vermek zorunda bu
yüzden kald ık. Hak rica edilmez, insan eşit hak­
lara sahip oluncaya kadar susamaz, hakk ı n ı sa­
vun ur. Birçok zam a n la r hak, kuvvet ve kudret
önünde dize getiri l m iş, ama her defası nda insan
vicda n ı ndan ayaklana rak, kuvvetlilerin g ücü n ü
yenm iştir. Bu Allah ı n, h a k yerine kuvveti istiyen­
l ere karşı koyduğu ebedi mahkemedir.

44
SOSYAL DAVRAN IŞLAR

Üstün sosyal k ü ltürün temeli başka larına uy­


ma sanatıdır. Dar a n l a m ı içinde sosya l terbiye de­
nilen şey de, bu g üç sa nattaki usta l ı ğa bçığ l ı d ı r.
Bu sanat a ncak insan larla en basit m ünasebetle­
rimizde bile d ikkat ve itina ile elde ed ilebil ir. Bu
işe candan yaklaşm ıya n, başkaları n ı n yaşayı şına,
haklarına karşı dikkatli olm ıya n lar, çal ışan s ı n ıfa
karşı da hiçbir zaman gerçekten sosya l bir dav­
ra n ı ş ola maz; iyi lik ya payı m derken köt ü . ü k eder,
yard ı m etmek isterken sayg ısızlık gösterirler.
İngiltere'de « Centi l � enlik» yüzlerce yıldan
beri derlenen bir sosya l kü ltür hazi nesidir. Bunla r,
görünüşte sadece za hiri hareketlerdir, ama eğitim­
de ve kendi kendini yetiştirmede çok önem leri var­
d ı r, çünkü bu centi lmence hareketlerin en basit ör­
nekleri bile duyg u larım ıza bir yön verir, onları i n­
celtir. Öteki Avrupa mem leketlerinde İngilizleri n
centilmenlik geleneğini karşıl ıyacak bir şey yok­
tur. Bu yüzden bu mem leketlerde sosya l k ü ltürün
temel lerinde bazı geri likler vard ı r. Bir örnek ve­
relim : İ ngi ltere'de umumi parklarda bile başkala­
r ı na rasla nd ı ğ ı zaman yavaş sesle konuşu lur.
Pa rkta gezen leri rahatsız etmek, on lara konuşu­
lan ları zorla duyurmak toplu yaşama adabına ya­
kışmaz. Parklarda, trenlerde, kahve ve lokanta­
larda, başka larına d uyuracak, on ları oku rken, d ü­
şün ürken rahatsız edecek şekilde konuşan insan­
lara «Görg üsüz» derler. Avrupada ise yüksek ses­
le, h içbir şeyi gizlemek ihtiyacı d uymadan konuş­
malara en yüksek sosyetelerde bile ras l a n ı r. Hattô
bu çevreler sosya l ve ekonomik üstünl ükleri ni ade­
ta böyle çekinmeden konuşmakla göstermek ister-

45
ler. Yolculuklarda kendi lerinden başka kimse yok­
muş gibi yüksek sesle konuşa nlara çok raslarız.
Bu hareket tarzı nda ta köke kadar giden sosya l
bir k ültürsüzl ü k vard ı r. Bu lô üba l i l ik, başka taraf­
ları nda da görünür. Politik a h l ô k ı n gelişmemesi,
sın ıflar a rası ndaki m ücadelenin bu kadar acı ve
çirkin olması, k ü ltürümüzde sosya l terbiyenin
eksikl iğinden i leri gelir.
Gerçek sosyal terbiyeyi içten istiyen birisi,
önce g ü n l ük a l ışka n l ı kları ndaki topl u yaşam a d ü­
ş üncesine uymaya n hareketlere bir son vermeli;
en basit davra n ı ş ları nda bile kendi kendine « Ben
şimdi ya l n ı z m ıy ı m ? » sorusunu sorm a l ı d ı r.
Sübjektif dar görüş l ü l ükten i l k kurtuluş, kapı
ka parken etraftaki leri d üşün mektir. D i n lenmeğe
m uhtaç insa n l a r ı n ya n ı nda pervasızca yüksek ses­
le kon uşmamak, i nsanı politikada azı n l ı ğ ı n h a k­
k ı na dikkat etmesi için terbiye eder. Otelde gar­
son ları l üzumsuz yere çağ ırma mak, insan hakla­
r ı na sayg ı göstermek için bir hazırl ı kt ı r. Böyle
a l ışka n l ı klar şahsi disipl i n ister. Ama « i nsan Hak­
ları i l m in i n » i l k temelini, insan m ünasebetlerinde
çok tesiri olan « Başka l a r ı n ı d üşünme» d uygusu­
n u n asl ı n ı bu a l ışkan l ı k lar teşkil eder.
Toplantı la rda ya l n ız bizim konuşmam ız, baş­
ka l a r ı na da söz hakkı vermek, onları dinlemek,
bizden ayrı düşünseler bile düşünce ve d uygula rı­
na sayg ı göstermek de sosya l hareket tarzım ıza
ait bir usta l ı ktır. Din leme sanat ı n ı bi len, başka ları
konuşurken gözbebeklerini başka tarafa Çevirip
de i l g isizliğini ele vermiyen insa nlar ne kadar az­
d ı r! Kendi görüşüne uymıyan düşünceleri de dost­
ça d i n l iyen, sayg ı ile cevaplandıra n kaç kişi va r­
d ı r! Böyle h a l lerde en basit sosya l terbiyenin

46
eksikliği hemen h issedi lir, konuşa n la r sanki yüzyıl­
lard ı r süren bir ci nayetin, takibin, çekemem ezli­
ğ i n s uçlularıdır. Bu yüzden arkadaşlar, dostlar
a rası ndaki tartışmalar bile şaşı lacak kadar a �ak
seviyelidir. Gerçek tartışmaya pek az rasl a n ı r, tar­
tışma lar çok defa bir kötü l ü k yarışması o l u r, kar­
ş ı s ı ndakini küçük d üşürme, h ırpalama isteğiyle ko­
nuşul ur.
Sosya l kültür fikir tartışmaları nda şahsi
ina nçlardan hiçbir feda ka r l ı k yapmayı icabettir­
mez, ya l n ız tarafsızl ı k ister, ya ni sadece kendim izi
tatm in edeceğimiz yerde, başka l a rı n ı n d üş üncele­
rini a n lamağa ça l ışmam ızı da ister.
Vaktiyle Eflatun rakiplerini bu a n layışla yen­
meğe çal ıştı. Bu çok d ürüst, efendice bir m ücade­
ledir. H ususi ve u m u m i tartışmalarda karş ıdakini
g ü l ünç veya şüpheli bir duruma d üşürmeğe c;a l ı ş­
m a n ı n tersine olara k onu gerçek sebeplerle red­
detmeğe veya inandı rmaya daya n ı r. İnandırma
g ücü de a ncak rakibi iyice a n l ı yara k, sonuna ka­
dar hakk ı n ı vererek, ama yine de şahsi görüşünde
ısrar ederek kendini gösterir.
Bu d ü nyada çıkarların da, düşüncelerin de
çarpışması bitmez. Hiç olmazsa gerçekten kuvvet­
li bir insan rakibini değerlendirirken biraz efendi­
ce davra nsa . . . Bu bile i m ka nsız ol uyor. Çünkü çar­
pışma insan ruhunda bir tak ı m yakı ş ı ksız h ı rs lar
uyandırı r. Habluki karşı m ızdakine efendice dav­
ra n ı rsak hem kendi düşüncelerimize daha sad ı k
ka lmak imka n ı n ı elde ederiz, h e m d e bizden baş­
ka türl ü d üşünenlere karşı sayg ı l ı olma y ı öğreni­
riz. Dünyadaki esaslı a n laşmazl ıklar i nsaniyet,
ada let ve. hakikat etrafı nda dönmektedir. Şimdi,
bu idea l ler uğrunda savaşırken ada letsizliğe, in-

47
sa niyetsizliğe ve hakikate aykırı d üşmek, üste lik
ayn ı gayeleri elde etmeğe uğraşa n kimselerle kar­
ş ı karşıya gelindiğini d üşünmek bize rakiplerim i­
ze karşı efendice davra n m an ı n gerektiğini daha
iyi a n latm a l ı d ı r. İyi bir iş için ça l ışmak elbette
övülmeğe değer, ama kötü ve daya n ı lmaz bir
h ı rsla savunulduğu a nda, bu iyilik ortadan kaybo­
l uverir.
Gerçek vatanseverler, devletin gerçek kuru­
cuları ve koruyucuları, a ncak tezatlar ara s ı nda
köprüler kurmağa, dini, ekonomik ve politik an­
laşmazlıklardaki görüş farkları n ı n şahsi d üşman­
lık hal ine gelmemesine ca n l a başla ça l ı şa n in­
sanlard ı r.

48
D O G R UL UK

MODERN iNSANiN RAHATLIGINA YALAN


DAH İ L MiDiR?
Zama n ı m ızda bel l i bir vicdan azabı d uyma­
dan küçük veya büyük ya lanlar ·söyliyerek d uru­
m u nu kurtaran i nsan l a r ı n sayısı gitgide çoğ a l ıyor.
Hatta ya l n ı z gerçekten s ı k ı ş ı k durum lardan değil
de, küçük bir rahatsız l ı ktan veya önemsiz bir m ü­
cadeleden kaçı nmak için de ya lan söyleniyor.
El bette üzücü ve utand ırıcı sonuçları olmadı­
ğı m üddetçe u m u m iyetle herkes doğruyu söyl iye­
bilmek arzusunu d uya r. Eğer i nsan başka birine
prensip olara k doğruyu söylemek a rzusundaysa,
doğruluğu kabul etmekten hoşlan ı r. Ama doğru
söz l ü l ü k g üçlüklere, üzüntü lere yol aça n a n laş­
mazl ı k lara sebep olduğu a nda, birçok insa n la r ya­
l a n ı da doğruluk kadar tabii ve meşru b u lurlar.
Eksik olan gerçeğin kurtarıcı, ya pıcı kudreti ne kar­
şı duyu lan büyük ina nçtır.
Doğ r u l u k vazifesinin bu kadar satıhta n de­
ğerlendirilmesi zama n ı mızın ruh uyla çok s ı k ı bir
bağ la ntı h a lindedir. i nsan ruhi varl ı ğ ı n ı gözden
kaybeder, ruh sağ l a m l ı ğ ı boş bi r sözden ibaret ka­
l ı rsa insan kendi öz benliğine, d uyguları na, vic­
d a n ı na karşı yaba ncı laşaca ktır. Ama bu yabancı­
l ı k insa n ı n bütün varl ı ğ ı n ı dağıtır ve haya t ı m n ka-

İyi İnsan İyi Vatandaş F. 4 49


ra kterinin çekirdeğiyle olan içten bağ l a ntıs ı n ı çö­
zer. Yalan söylemenin insa n ı k ı sa zamandaki ken­
dini a ldatmağa götürmesi, burada n da m arazi
sars ı ntı lara yaklaştırması, yalan ı n iç hayatım ı z
üzerindeki bozucu tesirini yeter derecede belirten
bir olayd ı r.
Doğru l u ğ u n karaktere çok s ı k ı bağ l ı ol uşu­
nun bir sebebi de şudur : i nsa n birçok yerlerde
başka ları ndan korktuğu için ya lan söyler, böylece
yalan bizi azim za'fına ve korkak l ı ğa uğratır. Bu­
na karş ı l ı k yaptığ ı m ı z şeylerin soru m l u luğunu tam
me mesiyle yüklenmek, insanlardan gelecek kötü-
1 üklere cesaretle göğüs germek i radesi, şahsiyeti
kuvvetlendiren en iyi okuldur.
İ şte bu yüzden doğruluk çok verim l i bir ira­
de a ntrenma n ı ve hayatta her türlü cesaret için
bir hazırl ı ktır. B u bakımdan bugünkü hayatı m ız­
da söylemeğe mecbur olduğumuz küçük ya lanlar­
la da m ücadele etmek karakterin kuvvetlenmes i
i ç i n en i y i oku ldur.

HASTA BAŞINDA YALAN

İnsan top l u luklar ı n ı n doğruluk üzeri ne kuru l­


m uş olduğu bir gerçektir, çünkü ya l a n karş ı l ı kl ı
g üveni ve emniyeti bozar, insa nca bağları da gev­
şetir. Ama bu basit gerçek a s ıl önem ini sonuna
kadar düşünül ünce kaza n ı r. Güvenin ancak istis­
nasız doğru l uğa daya n d ı ğ ı n ı iyice bil mek ge­
rekir. Bir kimsenin istisna yaptiğı n ı bilirsem, o n u n
beni koru mak için mi, yoksa başka bir hesapla m ı
ya l a n söylediğini kestiremem . Sonra istisnalar
birbiri a rkası ndan sökün eder ve bir prensip halini
a labil ir. Bu yüzden hastaya bile yalan söylemek

50
doğru deği ldir. Bir h asta kendisine iyileşebilmesi
için ya l a n söylenmesi gerektiğini hissederse son­
suz bir h uzursuzl u k d uyar. Üstelik kendisin i n ya­
bancı olduğ u bir tak ı m bilginlerin yaşayıp yaşa­
mamasına tesir edeceğini bildiği için doğrul uğa
daha çok m uhtaçtır.
Bir hasta etrafı ndaki lere ta mamiyle g üvene­
ceği yerde, yatağa yattığ ı a nda n itibaren kendisi­
ne ya lan söyleneceğini, her şeyin saklanaca ğ ı n ı
düşün ürse, bu ya lanı n sağ l ı k bak ı m ı ndan n e fay­
dası olabi l ir?
Elbette ki h iç kimse bildiklerini soru l madan
söylemek zoru nda değildir. Elbette ki bir doktor
da hastas ı n ı n rahat ı n ı kaçı racak bir şeyi s ı rası gel­
meden söylememelidir. Çünkü bir doktorun teşhi­
sinde ya n ı l d ı ğ ı zam a n l a r da pek çoktur! Doktorun
hasta baş ı nda sesli d üşünmesi doğru değildir.
Ama bir şey soru lursa doğruyu söylemel idir. H as­
taya ya lan söylemeyi doğru bulmak demek ya­
l a n ı başka saha larda da kabul etmek demektir.
Bu insa n ı n kendi kendisini a ldatması na, sinirlerini
boza n, işine gelmiyen şeyleri görmeden geçmesi­
ne de yol açabi lir.
Ü n l ü Amerika n doktorlarından Dr. Cabot
« Hasta başı nda ya l a n » başl ı k l ı bir yazısı nda şöy­
le der : « Ü niversitedeki profesörlerim hastayı ko­
rumak için ya landan çekinmeden fayda la n m a m ı
tavsiye ettiler. Yirmi y ı l l ı k tecrübelerim ise b u n u n
tam a m iyle a ksini öğretti. «Ya la n ı n öm rü az olur»
sözün ü n hastalar için de söylenebileceği n i tecrü­
beleri m l e görd üm. Sağ l ı ğ ı bak ı m ı nda n · haya l k ı­
rıkl ı ğ ı na uğrıyan bir hasta, dokotruna olan g üve­
nini hemen kaybeder. »
Hastaya hakikati olduğu gibi söyliyen bir

51
doktor ise, onun mora linin k uvvetlendiğini, öğ ren­
diği şeyden doğan şoku yenebi ldiğini görecektir.
Çok zaman « S ı k ı ş ı k d urumda söylenen yala n
meşrud ur» derler. Hayatı çok iyi tan ıya n birisi bu­
na şöyle ceva p verir : «Ya la n söyledikçe insan dai­
ma sıkıŞık d urumdad ır.» Bir ya l a n uydurmak için
sarfed ilen kuvveti, gerçeği iyi bir şeki lde a n lat­
mak için k u l la n m a k insan ı h içbir za man pişman
etmez.
Hayatın gerçekliğine karşı zayıf o l u ş u m uz
yine bug ü n ü n psikolojisiyle i lg i l idir. Bugün birçok
çevreler üstün h ayat görüşünü kaybetm iştir. Bu
yüzden hayatı n kara n l ı k taraflariyle baş edemez­
ler, g üçlükleri beraberce yenmek için birbirlerine
g üvenemezler, bunun için de hakikatleri m ümkün
olduğu kadar gizlemeğe ça l ış ırlar.
Başka larına oyu n oyna maya, hakikati g ız­
lemeye hiçbir zaman hakk ı m ı z yoktur. Çünkü bir
insa n ı n kendini d üzeltmesi, yetiştirmesi, kuvvet­
lendirmesi için hakikati bil mesi gerekir. Yaşama­
n ı n gayesi hoşa g itm iyen şeylerden kaçmak değ i l ,
tersine hoşa gitm iyen şeyleri a ltetmektir. B u n u n
i ç i n insan l a ra b i r işi, b i r meseleyi açıkça a n latmak­
ta n daha büyük iyi lik olmaz. Bir şeyi sak l ı yarak
iyi lik ettiğim izi sand ı ğ ı m ız insan saklanan şeyi o l­
m ıyacak bir zamanda öğrenerek daha çok ayar­
lar, üzüntüs ü n ü önleyici, ya h ut hafifletici tedbir­
ler a labilir. Bu bakımdan bir i nsan ı kara n l ı kta bı­
rakmamak, her şeyi açı kça a n l atmak en doğru
harekettir. Ö lecek bir hastaya d u r u m u n u iyi gös­
termek ve arkası nda kalacaklarla konuşmas ı n ı ,
vasiyet etmesini, veda laşmas ı n ı ön lemek de yan­
l ıştı r. Tecrübeyle görü lm üştür ki durum ları n ı n fe­
na l ı ğ ı n ı öğrenmek en zayıf i nsa n l a r ı n bile ruhuna

52
bir cesaret ve asa let verir. Ö l ü m ka l ı m savaşında
daha güçlü ol urlar. Bu bakımdan hakikati sakla­
mağa asla hakk ı m ı z yoktur.
Açık sözlülük h içbir şeki lde merhmetsizlik mô­
nas ı na gelmez. Bazı kimseler açık sözl ü l ü ğ ü kalb
k ı rma n ı n sembo l ü olara k kabu l etmek isterler. Bu
ya n l ı ştır, doğru l u k olan yerde sevgi de çoktur.
Sevgi hakikati zayıflatm a m a l ı , tersine i nsanları
daha çok kuvetlendirmelidir.

YALANIN R U H İ TESİ RLERİ


Bugün gözle görülen, elle tutul a n şeyleri n dik­
tatörl üğ ü a ltı ndayız. B.u diktatörl ük ası l gerçeği
gizliyor, ama asl ı nda her şeyi o gizlenen gerçek
idare ediyor.
Hôdiselerin yakın sonuçlarına bağl ı ya n ı l ma­
lar bil hassa ya l a n hakkı nda karar verirken görü­
l ür. G ü n l ü k hayatı m ızdaki ya lanlar yağ ı ş l ı hava­
larda yağ m u r l uk g iymek kadar tabii kabul edi li­
yor. Doğruyu söylemek birçok insa n larca ôdeta ya­
d ı rganan bir hayat tarzı olarak kabu l ediliyor.
Ama yine de hareketlerim izin sonuçları n ı a n l ıya­
b i l mek için yala n ı n tesirlerini ölçmekten daha iyi
bir okul yoktur. Bizi yaşadı ğ ı m ız a n ı n tesirinden
kurtaracak en iyi yol hakikati söylemeğe ça l ışmak­
tır. Peki, s ı k ı ş ı nca ya lan söylemek yok m u? Ceva p:
İ nsan yalan söyledikçe s ı k ı ş ı k d urumdad ı r, bura­
da istisna kaideyi bozuyor. Ama yalan söyl iyene
g üveni l m iyeceğ i de bir kaidedir, ya l n ız doğruyu
söyliyene g üvenilir. Yaba ncı insa n ları koru mak için
ya lan söylemek de ya n l ı ştır, başkalarından haki-,
kati gizlemek iyi l i k değil, fena l ı ktır. Bir i nsanı yan­
l ı ş bir davra nışla tese l l i edeceğine, hakikate da-

53
yanmtısı ıçın yard ı m etmelisin. Ama hakikat ka­
baca, sert kelimelerle, damdan d üşercesi ne söy­
lenmemelidir e lbet. Thomas Carlyle şöyle der: «Ya­
l a n ı rasladığ ı n yerde doğru la, ya l a n lar doğrulan­
mak içindir. Hasretle doğru lanmayı bekler. Yal­
nız hangi yoldan doğrulıyacağ ı nı d üşün. Sert, fay­
dasız bir zorlama ile değil, tersine ka lbden gelen
bir d uyguyla, içten bir sıca k l ı k ve yumuşa k l ı kla,
ôdeta merhametle doğrulamalısın. Ya lanı ya lanla
d üzeltemezsin. Çünkü o zaman b u söylediğin ya­
lanla sen de bir haksızlık ya par, işi büsbütün ber­
bad edersin.»
i nsanların kafasını en g üç ve en fena d urum­
larda hakikati söylemek kadar hiçbir şey işlete­
mez. Niçin? Ö nce yalan söylemek bir meseleyi
parçaladığı, karıştırdığı, insan üstü bir varl ı ğ ı n
çağırışın ı g ürü ltüye boğduğu için. Sonra, yala n ı n
arkası nda daima yan lış veya teh likeli bir değer­
lendirme olduğu için. Böylece yaşanan a n ı tek ta­
raflı bir görüşle görüp kendimizi de, başka ları n ı
da h üküm lerinde yanı ltabiliriz. Yalan insan lara,
toplu yaşama arzusuna, bize zarar veren şeylerin
d uyurduğu korkuya bağ lı bir köleliktir. Hakikati
söylemek, sözlerin bu sosya l m ık natısta n kurtul­
ması da gençler için b u yüzden bir « H ürriyet ka­
zancı » d ır.
Hakikati söylemek başka larına gösteri lecek
en büyük sayg ıd ır. Onun daha iyi h uyları oldu­
ğ una, içindeki k uvvete inanmak demektir. Ya la n
politikası ise aşağı lık bir d ünya n ı n vasıta lariyle
yapılan basit bir hesaptır. H ayatta ruh g ücün ü n
üstünlüğüne az inanma k, iyi taraflarımızı, bilgi­
m izi i nkar etmek, kısaca gerçek k uvvetlerin hiçe
say ı l ması, bu dtjnyanın aşağılık k uvvetleriyle ya-
54
pı lacak savaşta l üzum l u olan cesaretin kaybedil­
mesi demektir.
işte bu y üzden hakikati söylemek her türlü
yeniden doğm a n ı n merkez noktasıdır.

OY KULLANMA HAKKININ AHLAKI ÖNEMi

Londra'da daha atlı tramvay zam a n ı nda,


araba larda yolculara atlar/
ağzı nda n yazı l m ı ş bir
yazı vard ı : « i nmek istiyenlerden a ra bayı her köşe
baş ı nda d u rdurmamalarını, bizi de d üşünmelerini
rica ediyoruz. B u ağır araba n ı n durdurulması ve
çekilmesi bizim için çok g üçtür.»
« Demokrasi » sö,z ünü en iyi ve gerçek m ana­
siyle a nlatmak istediğimiz bir kimseye, atların ağ­
zı ndan söylenen bu sözleri örnek vermek yeter.
«Oy k u l la n m a hakk ı » dediğimiz şeyin önemi, bu
hak üzerine kurul a n henüz tam a m l a n m a m ış sis­
temde değ i l , tersine şimd iye kadar susmuş olan­
ları n konuşmaları ndadır. Atl ı tramvayla g iden yol­
cuların arabayı çeken leri de düşünmeleri, on ları n
yorg un l u ğ u na önem vermeleri ve bütün işletmeyi
ona göre a yarlamağa başlama ları, demokraside
a h laki bir temel olduğunu gösterir. i nsan toplulu­
ğ u n a karşı olan büyük vazifemizin delili de bu­
d u r. Dışarıdan bakınca y üzlerce yıldan beri her­
kes birbiri için çal ışıyor, birbirinden geçiniyor. Ama
aslı nda herkes kendi ni, kendi g üvenliğini d üşünü­
yor. Bu koskoca el ve ruh birliği ortası nda tek ba­
ş ı na h üküm s üren bir kendine yontma vard ır. Hal­
buki i nsan top l u l uğ u a ncak başka ları n ı n d uygu la­
rını paylaşmayı, sı kıntı ların ı , g üçl üklerini ha�l let­
meyi d üşündüğ ü m üz zaman,· namusumuzun baş-

55
kalar ı n ı n şerefi için değerli olduğu yerde m ev­
cuttur.
Başka l a r ı n ı d üşünmek, dertleri ni dinlemek
kolay bir şeydir. Ama bu kolay davra nışta bile
insan ruh u n u kuvvetlendiren bir şey vard ı r. Ger­
çek bir devlet bu duygulara dayanarak kurulur,
geliştiri lir. Hiçbir zaman zorbaca hareketlere da­
yanamaz. Bir kişi veya bir s ı n ı f kendi kudretinin
ve g üven liğinin sarhoşluğu içinde dar görüşlerini,
duyguları n ı bir ölçü ve ka n u n ha line getirmeyi de­
nerse h içbir zam a n sağlam bir devlet kuru l m uş ol­
maz.

D İNLEME SANATI

Şimdiye kadar sosya l. terbiyenin merkez nok­


tas ı olarak içten d uyulan ilgiyi gösterdi k. Tabii iç­
ten gelen ilgi kadar sosya l denemeler de önem li­
dir. Ama içten ilgi olmadıkça bu deneme:eri n h iç­
bir faydası yoktur. Birçok kimseler başka l a r ı na
yapt ı kları yard ı m lardan büyük bir g urur d uyar, şı­
m a r ı r, görd ükleri işlerden adeta sarhoş olu rlar.
Öyle ki bu sosya l çalışma on ları a ntisosya l, ken­
dine g üvenen soğ u k bir insan ya par. Çok aşırı i n­
san sevgisi yüzünden insa n ı gerçekten sevmeğe,
gerçekten ihtiyaçlar ı n ı öğrenmeğe, d ü şünce ve
duyg u ları n ı a n lamağa vakit bulamazlar. İşte bu
yüzden sosyal terbiyenin teme l taşları ndan biri de
« Din leme sanatı » d ı r. Bu sanatı çok az insan bilir.
Herkes kendisi konuşmak ister. Birisi ha raretle bir
şeyler a n latı rken karşısı ndaki sabı rs ızlanarak ade­
ta « Konuşm a n ı kes artık, hikayen beni h iç i lg i len­
d irm iyor, hele bir ben a n l atay ı m da gör!» demek
ister. Asl ı nda sosyal kültür karş ı m ı zdakini ilgi ve

56
sabırla d i n lemekle başlar. Din lemek i nsana ken­
dini ölçmek, değerlendirmek imka n ı n ı verir. Kar­
şımızdaki konuşurken bizi m de kara n l ı k ta rafımız
ışığa gelir, üstün görd ü ğ ü m üz şeylerin değersizli­
ğini, yah ut da önemsiz san d ı ğ ı m ız işlerin birden­
bire önem kaza ndığın ı görürüz. J. Stuart şöyle der:
« İyilikle, saygıyla din .emek iç zenginliğinin en gü­
zel bel i rtisi ve daha iyi olmak içi n en büyük yar­
d ı mcısıdır.» Bugün konuşma kül-t üründen, kon uş�
ma tekniği nden çok ba hsediliyor ama Allah na�
zarında d i n lemek kültürü daha kıymetli, bütün
sanatlardan daha üstündür. Gerçek sosya l terbi­
yeye giden yol buradan geçer.

RA KİPLERLE TARTIŞMADA DOGRULUK

Bizim için iyi d üşü nen lere ka rşı doğru olmak


kolaydır. Asıl mesele d üşma n larım ıza ka rşı da
doğru davra nmaktır. Birisiyle tartışırken kendimi­
zi haklı .g örmek arzusiyle karşımızdakinin d üşün­
celeri ni değ iştirmezsek, daya n d ı ğ ı sebeplerden
şüphe etmezsek, bize zarar vereceğ ini de bi lsek
doğru l u kta n ayr ı l m azsak, doğru olmak irademizi
kuvvetlendiren en g üç denemeyi öğren miş sayı lı­
rız. Rakiplerle tartışı rken d ürüst olmanın en g üze l
örneğini Amerika n Reisicum_huru Lincoln vermiş­
tir. Lincoln raktp�eriyle ka rşı laşmak is·�ediği zaman
serbest bir otu rumdan fayda lanır ve konuşmasına
önce rakiplerinin d üşü nceleri ni doğru bir şekilde
belirterek başlardı. Rakiplerini her türlü iftiraya
ve küçü ltmelere karşı samimiyetl e korurdu, öyle
ki biraz önce Li ncol n'le çarpışmak içi n gelen ra­
kipleri onu şiddetl e a lkışlarlardı. Onla r düşünce-·
!erini Linco l n kadar g üzel ve sürükleyici bir şeki l-

57
de savu namazlard ı . Hatta baza n söyliyecek söz
bile bulamazlardı . Çünkü reisicum h u r onları n söy­
lemek istediği şeyleri daha önce söylemiş olurdu.
Böylece Linco l n bütün d üşü nceleri, tartışma nok­
talar ı n ı ortaya att ı ktan sonra sözlerine devam
eder ve karş ı s ı n daki leri yere vuracak şekilde ken­
di d üşünceleri ni de söylerdi.
Rakibe karşı d ürüst olm a n ı n bu g üzel misa­
lini her a ile babası verebilir, yal n ız kendini d iz­
gin liyebilmeli, doğruluk d uygusunu yavaşlatma­
m a l ı, çocuklar ı n ı eğlendirmek içi n de olsa ayrı d ü­
ş üncede olanlarla a lay etmemelidir.
Genç nesil için baba la rı n ı n gösterdiği örnek­
ler yetmez, ayrı düşüncede, ayrı inanışta, ayrı is­
tekte ola n la r hakkı nda karar verirken kendi leri de
dikkat etmeli, karşı taraf ı n ya l n ı z d üşünceleri ni
değil, o düşünceleri doğ ura n sebepleri de tam bir
d ürüstl ükle i ncelemeğe ça l ışmal ı d ı rlar. D ürüstlük
üzerine parlak nutuklar çekmek çok kolaydır. Ama
insa n ı n kendini salıvereceği yerde uya n ı k olması,
d ürüst olma iradesini kuvvetlendirmek için en iyi
a ntrenm a n ı n g ü n l ü k hayatı n küçük f ı rsatlar ı nda
ya pıld ı ğ ı n ı , d ürüstlük d uygusunun a ncak bu şe­
kilde kökl ü bir a l ışka n l ı k olabi leceğini d i.işünmesi
o kadar kolay deği ldjr.
Şunu u nutm ıya l ı m ki yaşamağa kabiliyetli
bir devlet sadece büyük kahra m a n l ı klarla kuru l­
maz, tersine her' şeyden önce ayrı d üşü nceleri, i na­
n ışları veya gelenekleri bir köprü ile birleştirmeyi
samim iyetle istiyerek kurulur. Devletin, aynı d ü­
şüncede olan insanları birleştirmek için kuru lan
derneklerden ayr ı ld ı ğ ı ' nokta şudur : Dernekler ay­
n ı fikirde olanları ' birleştirmeğe ça l ı ş ı r. Devlet fi-

58
kir tezatları n ı birleştirir, fikir çarpışma ları n ı a n laş­
maya çevirir. Buna « Devlet kü ltürü» denir.
Bizim şahsi i nsa n l ı ğ ı m ı z da, başka d üş ünce­
de ve istekte olan lara karşı tam bir sayg ı göster­
mekle gelişir. Fikirlerimize itiraz eden ve tenkid le­
riyle kendimize olan g üvenimizi sarsacak kadar
i leri giden insa n larla iyi bir dostluk kurmak sana­
t ı n ı öğren irsek insa n l ı ğ ı m ı z biraz daha i leriye g it­
m iş o l u r.

D ÜNYA D ÜZEN i ve İYİ KALBLILİK

Napoleon'u n amansız d üşmanı Mme. Femu­


sat hatıratı nda ş u hikayeyi a n latı r : Hükümet üye­
l erinden Barros, Mısır'da bulunan Napoleon'u, sü­
ku neti tem in için Pa ris'e çağ ı rm ıştı. Napoleon'un
gemisini bir İ ngiliz kruvazörü takibediyord u. Mar­
si lya ya k ı n ları nda lngilizler Fransız yelkenli lerine
ateş açtı lar. Gem i d ireğindeki tayfa denize düş­
tü; ama kapta n yola · devam edilmesini em retti.
Bir tayfa yüzünden Genera l Bonapart'ın işleri ge­
ciktirilemezdi e lbette. Ama Bonapart şu emri ver­
d i : « Hayı r, d urunuz ve adamı kurta r ı n ız!» Gerek­
tiği zaman yüz binlerce i nsana kıyan diktatörün
etrafındaki k üçük i nsan lara karşı böyle bir dik­
kati ve şefkati vard ı r. Kendisine şahsan hizmet
es:fenlere karşı ş ü kran duyard ı, otoritesini, a radaki
rütbe fark ı n ı bozmada n insani eşitliği korurd u. iş
icabı bir a rada olduğu i nsanlara, işleri arasında
bir sual sorarak, yah ut herha ngi bir hareket yapa ­
rak onlarla şa hsan da ilgilendiğini bel l i ederdi.
Graf Segur'un kalbini de bu hali kaza nd ı rd ı . i l k
za man.l or Napoleon'da n nefret eden Graf, sonra
o n u n la birlikte Berli n'e gitti. Napoleon'u n kütleyi

59
peşinden sürükliyen şahsiyetinin en bariz vasfı
belki de budur.
Dikkat, hafıza ve d üşünme kabi liyeti bakı­
m ı ndan böyle bir üstünlüğü o l m ıyan bir kimse iyi
bir kumanda n, iyi bir l ider o�amaz. En ca n s ı kıcı,
üzücü tipler de tarafsız, alôkasız dediğim iz insan­
lard ır. Böyleleri aşırı bir tarafsızlık d uygusiyle çev­
releriyle i lgilenmez, atlar ı n boynunu okşamaz, şe­
ker vermeyi u nutur, aşçı s ı n ı m ethetmez, evka d ı n­
l ı ğ ı n ı değerlendirmez, başkaları n ı n yoru lmasına
a ld ı rmadan işini görd ürür, dalgın selôm verir,
küçük insan lara g üzel bir söz söylemesi ni, iyi bir
hareket ya pmas ı n ı bilmez, her şeyi olduğu gibi
kabu l eder, beraber ça l ıştı ğ ı i nsanlara ilgi gös­
termez, şoförü · insafsızca üşütür, koskoca bavulla­
r ı n ı taşıyan hamala bahşiş verirken hasislik eder,
ama kendi rahat l ı ğ ı için hesa psız para harcar ve
bütü n bun lara rağmen görd ük'eri işin Allah ve
insa nlar tarafından iyi likle kabul edi ldiğini umar­
lar. D ü nya d üzeniyle iyi ka l b l i l ik a ras ı ndaki bağ­
l ı l ı k basit teknikçilerin sa n d ı ğ ı ndan çok daha faz­
l a d ı r. Küçük şeylerde gösteri len insa n l ı k, bize h iç­
bir menfaat sağ lam ıya n şeyler içi n dikkat ve ilgi
duymak, za m a n ı m ı z çok kıymetli olduğu ha lde
onlarla i lgi lenecek vakit ayırmak daha yüksek bir
d ü nya içi n ya p ı l a n fedakôrl ıklard ı r. Böyle feda­
kô r l ı k l a r yerini, karş ı l ı ğ ı n ı hemen bulur, d ü nya
d üzenine bir şeyler ekler. Eğer insan böyle ken­
d i n den bir şeyler vererek zengin l eştiğ ini h isset­
mezse, kend inden ku rtu l u p başka ları n ı n d ü nyası­
na gi rmeyi başaramazsa gerçek bir dünya d üzeni
o lamaz.
Teknik hiçbir zaman kôfi değ i l dir, bu tekn iği
ku l la nacak ruh g ücü de lôzı md ı r. Kıral Ad metus

60
şehrini kura rken Işık Tanrısı Apollo ona yard ı m
etti, sazı n ı n teline doku nu nca taşlar üstüs·te ge!i­
verd iler. Bu böyled ir, insani işlerin ya pı l ış ı nda iş­
leri yürüten ne d uvarcı usta ları, ne çimento, ne
Taylar sistemi, ne de işletme bilg isidir; içten gelen
a rzu, ça l ışma aşkı, ça l ışma i m a n ı d ı r.

E G iT 1M
Japonya'ya bir dostun u görmeye giden bir
Avru pa l ı a n latıyord u : Arkadaşı onu büyük bir se­
vinçle karşı lam ış, bütün gece konuşmuş, m isafiri­
nin her ha l iyle i lgi lenm iş, ya l n ı z ayrı l ı rken yavaş­
ça « Bugün benim hayatı m ı n g üneşi sönd ü, biricik
oğ lum öldü» demiş. Bu söz eski, derin bir gelene­
ğe daya n ı r : Kendine ait meselelerle başkası n ı üz­
me, gerçekten m isafirsever bir evsahibi ol, başka­
ları n ı din le, çünkü din lemek konuşmakta n daha
akı l l ıca bir iştir.
Bu gelenek başkalarına karşı dikkatli ve na­
zik olmak için binayı yapan küçük taşlardan biri­
dir. Bu taşlar asl ı nda aynı temele, büyük d i n lerin
insanlarda yaratmak isted ikleri bir d uyguya, ta­
biatı yenme d uyg usuna daya n ı r. Yahut da şöyle
söyliyelim : İnsa nları kendi lerini ta nıtmak için zor­
l ıya n bir kuvvet va rd ı r, hep kendisini a n latmak,
her şeyi kendi etrafı nda dönd ürmek, bütün d ü n�
yayı kendi üzüntü ve şikayetlerini d i n liyecek bir
konferans salon una çevirmek isterler. Buna karşı­
l ı k başka la rı n ı n kederlerine, felaketlerine karşı sa­
ğ ı rd ı rlar, başka ları için hiçbir hak ta n ı mazlar, in­
san topl u l uğ unda yabancıların hizmet ve fedaka r­
l ı kları s ı rtı ndan geçinen bir parazit gibi yaşamak,
bu hizmet ve fedakarlıkları adeta söm ürmek is-

61
terler. İşte büyük d in ler insa n ı n bu tarafl a r ı n ı yen­
meğe ça l ış ı r.
Doğ u Asya l ı la r ı n aşırı nezaketiyle, tevazu la­
riyle çok defa a lay edilir, ama bunların derin mô­
·
naları üzerinde düşünülmez. Aristo'nu n dediği g i­
bi « İnsa n top l u yaşam aktan hoşlanan bir mah­
l uk» deği ldir, tersine topluluğa d üşman olan bir
m a h l u ktur. Şüphesiz bir yandan iş birliği için ken­
di ni zorl uyor, ama öte yandan içindeki a n laşı l maz
tabiat yüzünden toplu l u k hayatı n ı yaşamak ka­
biliyetini göstermiyor. Eski medeniyetlerden Avru­
pa kü ltürüne geçenler bu k ültürde yar ı m yüzyı l­
dan beri insan tabiatı n ı gem lemenin i h m a l edildi­
ğ ini, h iç m ühimsenmediğini görürler.
Şimdi, «Günün eğitim vazifeleri» baş l ı k l ı bir­
çok yazı lar yazı l ıyor, a m a bu yazıların h içbiri bu
g ü n ü n ihtiyaçları nda n, eksikliğinden bahsetm iyor.
Bu g ü n ü n eğitim vazifesi gayet basit ; Eğitim önce
başka larına olan borcum uzu bilmek, ona göre ko­
n uşmak, susmak ve gerektiğ i şekilde davranmak­
tı r. Eğiti m i n ve kendi kendini terbiyenin en büyük
ve esaslı vazifesi bunlara daya n ı r. Bu terbiyenin
denendiği yüzyıl, i nsa n ı n vazife, borç a n la m ları n ı
şahsi hayatı nda n uzaklaşt ı rd ı ğ ı , başkalarını ken­
di m enfaatiyle yüklediği bir yüzy ı l d ı r.
Mesela şu sporcuları ele a l a l ı m : Ana - ba­
balarına ayıracakları boş bir g ü nleri yoktur. Hepsi
parazittir ler. Yaşa m a n ı n gayesinden uzaklaşm ış­
lardır, hiçbir şey vermeden daima kendi leri almak
isterler. Bu korku nç d üşü ncesizliği her yerde göre­
bilirsiniz. Hasta m ıza bakan, evim izin işini gören,
y ü k ü m üzü taşıyan i nsanları hep aynı d üşüncesiz­
l ikle, d üşünme sorum l u luğunu h issetmeden kabul
ederiz.

62
Her yerde başı boş bir egoistlik goruyorsu­
n uz, her şeye isyan ediyor, bütün hesapları usta­
ca kendi lehine çeviriyor. Ama başkalarına karşı
vazifesi ve soru m l u l uğu olduğu n u d üşünmek, gör­
mek ve d i n lemek için vakit bile bulam ıyor. Kibar,
tahsilli, görg ü l ü çevrelerin küçük i nsan lara davra­
n ışlarındaki barbarl ı k bahşiş verirken, ücretlerde
paza r l ı k ederken gösteri len küçüklük kü ltürüm ü­
zün çok d üşük olduğ u n u belirtiyor. Bunlar sokakta
açı kça yap ı l a n kaba l ı klardan daha fenad ı r.

KEN D İ KENDİNE D Ü RÜST KARAR VERMEN İN


AHLKAKI ŞARTLAR!
Roma l ı ü n l ü hatip Cicero « Benim ıçın o l g u n­
l u k tac ı n ı n en g üzel y ı ld ızı başka ları n ı n tesirine
kapı lma mak, hak veya haks ı z l ı k üzerine veri lecek
h üküm �erde başkaları n ı dinlememektir» der. Bazı
kimseler bağ tmsızl ığ ı başkaları na tabi olmamak
a rzusiyle isterler, ama bağ ı msızl ı k içi n gerekli olan
kara kter ve nefis terbiyesini hiç hesaba katmazlar.
Çünkü en k uvvetli bağ ı msızl ı k d ı şa rıya olan bağ­
larım ızı kopa rmakla değil, ya ba ncı h üküm lere, ta­
leplere karşı içten bir kayıtsızlıkla elde edilir.
Biz yirminci yüzy ı l ı n insanları şunu açıkça
bilmeliyiz ki bug ün gittikçe fazla laşan propagan­
da vasıtasiyle, gazeteler, radyolar, televizyonlar
ve çok iyi tertiplenen konfera nslarla belirti len
u m u m i görüşler karşı kon u l maz bir kuvvet gibi in­
sanlara tesir ediyor ve onun şimdiye kadar kendi
vicdaniyle takibettiğ i a h laki hareket ta rz ı n ı bozu;
yor, teh likeye d üşürüyor. Avustralya l ı Rahip R�
Stephen y ı l larca önce yazd ı ğ ı « Demokrasi ve ka­
rakter» a d l ı kita b ı nda bu teh l ikeyi belirtm iş ve

63
şöyle dem iştir : « Kötü işlerde kalaba l ıkla birlik
olan, bir komitenin fa ntastik görünen kararl a r ı na
uya n bir adam, kulağı daima ka laba l ı kta olan po­
litikacı, po ü ' er işleri duraklamadan yapa n lar, dün­
ya n ı n en korkak adam ları ve yaşad ı ğ ı m ı z yüzy ı l ı n
hain leridir.»
·

Umumi görüş denilen büyük kuvvete, h issi


heyeca n lara s ı n ıf ruhuna karşı kendisini korumak
istiyen bir kimse ş u n u iyice bilmelidir ki, demokra­
tik medeniyetin a s ı l varl ı ğ ı hiçbir şeki lde kütlenin
hôkim iye'tinde değil, tersine kütlenin d üşünce ve
heyeca n ı na karşı ferdi vicdan ve karakterin kesin
bir şekilde kuvvetlendiri.mesindedir. Bir karı nca
yuvas ı m i mari bakımdan üstün bir ya pıd ı r, d ü­
zen l i bir ça l ı şma n ı n sonucudur, ama insan karın­
ca değ i l dir, insa n ı n sosyal ve politik yapısı, üstün
eseri basit bir sevkitabii üzerine kuru l m u ş değil­
dir. Bu yapı insa n ı n bütün ru h i ve ah l ô ki hayatı
üzerinde kurul ur, insan topl u l uğ u n u, hayva n top­
l u l uğundan ayıra n şey de işte bu kuru luş tarzıd ı r.
İnsan otpl u l u ğ u n u n gelişmesi a ncak insa n ların ru­
h i kabil iyet ve kuvvetlerine bağ l ı olduğu için, bu
üstün kuvvetin kütlenin h eyeca n ı na kapılması bil­
h assa teh likelidir, sa l g ı n bir hasta l ı k gibi mem le­
kete yayı labilir. Büyük bir şair mantıklı hayva n
denilen insan içi n şu sözleri söylem iştir : « İnsa n
mantık dediği şeyi, bütün hayva nlardan- daha çok
h ayva n olmak . için k u l l a n ıyor. » Şairin bu sözüne
hak verm iyecek şeki lde hareket etmek gerektir.
Şunu h iç unutma m a l ı ki insan h ayatı nda mantı­
ğın h ô kim o l uşu sadece akı ldan gelen bir şey de­
ğildir, tersine her şeyden önce, insana mant ı k l ı
hareket etmek, konuşmak, yazm a k için yol gös- ·

teren ah lôki kuvvetten gelen bir şeydir.

64
ERK EK ve KADI N KA RAKT ERL ER İ

ERKEK TİPİ

Bugün beğenilmesi lazım gelen erkek tipi


şahsi disipline sahib olan erkektir.
Şa hsi disiplin içi n yap ı lması gereken şeyler
ş u n lard ı r : Veri len bir kararı bütün son uçlariyle
yerine getirmek içi n doğru yoldan ayr ı l m a m a l ı ,
içerden v e d ı şa rdan gelen tesi rlere kapı lmama l ı­
d ı r. Bunu yapa n insan ne isted iğini bil iyor demek
tir. Bu bilgi de sözünde d u rara k, sözleşmelerine
za m a n ı nda gelerek elde edilir. Çünkü sözl eştiği
yere zama n ı nda gel mek, azim içi n en kuvvetl i a n­
trenmand ı r, insan içerden ve d ı şardan gelen tesir­
leri yenmeyi bu a ntrenma n la öğrenir. Üstelik dı­
şa rdaki çekici şeylere karşı gelmeğe de a l ışır. Bun­
lar birbirinden ayrı şeylerdir, birinde i nsan « evet»
dediği bir işi ya pmak, başa rmak için bütün g ücü­
nü toplar, ikincisinde yaşa d ı ğ ı a n ı n tesirine kap ı l­
mamak içi n «hayır» der. Ama bir kararı yerine
getirmek için bu iki a ntrenman da çok l üzu m l ud u r.
Bugün nefis m u hasebesinden çok bahsed iyo­
ruz ama, nefis m u hasebesinin asıl tekniğini bil­
miyoruz. Nefis m u hasebesi ne engel olan önemsiz
o layları hiç hesa ba katm ıyoruz. iÇ güdü lerim izi iyi
bir yolda geliştirmenin, boyun eğmenin, ça l ışma­
n ı n, vazgeçmenin l üzumuna a rt ı k a l d ı rm ıyoruz.

İyi İnsan İyi Vatandaş F. 5 65


Otomobil ku l la n a n kimse makinenin her ha­
reketine karşı hazı rd ı r, nas ı l işleteceğini, ne za
man gaza basaca ğ ı n ı , vitesi nas ı l değiştireceğini
çok iyi bilir. « Kendini tutma a ntren m a n ı » dediği­
m iz şey de bir bak ı m a otomobil k u l l a n mağa ben­
zer. i nsan her şeye karşı dikkatli ve tetik olma l ı­
d ı r. İçten ve d ışta n gelecek her türlü tesire karşı
nas ı l davra naca ğ ı n ı bilmelidir. « Kendini tutmak»
denilen şey bir zorlama değil, bir a l ışka n l ı k olma­
l ı d ı r. Bunun için de ruhen her türl ü tesir ve tepkiye
karşı uya n ı k olmak lazı m d ı r. Direksiyonun baş ı n­
da oturup arabaya hakim olan bir şoför gibi i nsan
kendi d izg in lerini elinde tutm a l ı d ı r. Bunu ya pmak,
her za man uya n ı k olmak kendi kendini tenkid et­
mek, aşırı sözler ve hareketlerden kaçı nmak baş­
langıçta çok zordur, ama za manla insana iyi lik
veren bir a l ışka n l ı k halini a l ı r ve disipli nsiz hare­
ketlerim izin hepsine tesir eder.
Karakteri terbiye etmek için en a ğ ı r ve önem­
li vazife, kişi vicdan ı n ı n insan topl um u ndaki çe­
kici kuvvetlere ka pı l maması d ı r. B u n u ya pa bilmek
için, insa n ı n kendisini çok iyi bilmesi gerekir. Ken­
d i n i iyi bilen bir i nsan birçok nokta larda ayd ı n l a n­
m ış demektir, yak ı n ları n ı n sözlerine, efkôrı u m u­
m iye denilen şeye ne dereceye kadar bağ l ı ka la­
cağ ı n ı bilir, bunların en h ususi kararları mızı bile
değiştiren tesirlerine karşı koyup koym ıyacağ ı n ı
tôyin eder, kendini bildiği için birçok şeylere karşı
önceden ted bir a l m a s ı n ı da bilir.

ERKEGİN KUVVET İDEALİNiN AHLAK


BAKIMIN DAN DERİNLEŞTİ R İ LMESi
Erkeklik var, sözü erkeğin k uvvet idealini be-

66
lirten bir sözd ür. Bu sözün değeri ni a n lama n ı n za­
m a n ı çokta n gelm iştir. Erkekl i ğ i n ası l manası, ha­
yat ı n çekici liğine karşı sars ı lmaz bir davra n ı ştır.
Kas ı m ayında denize g irmek kolaydı r, a h laka, ru-
. hi terbiyeye daya nan bir tarafı yoktur, ya l n ı z fi­
ziki cesaret ister. Ama üzücü d u rum ları, top l u m u n
boykotunu göze a larak b i r hakikate sad ı k kalmak
cesareti a h laka daya n ı r. İtiraflara, her türlü d üş­
m a n l ığa, takibe karşı doku n u l maz bir hal tak ı n­
mak da böyledir. Bir erkeğin buyrukluğu a ncak
başka ları n ı n verd iği örneklerle davra n ı ş ı n ı değiş­
tirmed iği, rah at ı n ı kaybetmediği, aksine daha üs­
tün bir örnekle kendisine h ücum edeni uta n d ı rmak
kabil iyetini gösterdiği zaman bel l i olur. Bugün
dikkati ni yüksek vazifelere yönelten i nsanlar çok
azd ı r, yabancı tesirlere karşı gösteri len tepki d uy­
g u l a r ı m ızda n gelir, sözleri mizi d uyg u la r ı m ı zdan,
öfkemizden kurtarmayı hiç düşünmeyiz. Bir yan­
l ı ş l ı k karşısı ndaki protestom uzu ya l n ız öfkeyle çe­
keriz.
Erkekliğin bu a n lamda gel iştirilmesi, terbiye
edilmesi beden eğitiminden daha önem lidir. Zaten
karakter kuvveti olmadan, ruh sağ lam l ı ğ ı için
üzülmeden vücut sağ lam l ı ğ ı da olmaz. Vücut kül­
türünde esas ruh sağ lam l ı ğ ı olmalı, fiziki disiplin
ve ça l ışma ların daha deri n bir şeyin hazı r l ı ğ ı ol­
d u ğ u un utu l m a m a l ı d ı r.
Mesela vücud u n dik duruşu h iç şüphesiz er­
kek vekcirı n ı n baş langıcıdır, a m a ayn ı za ma nda
daha deri n bir şeyin de başlangıcı olma l ıd ı r! Hak­
sız[ığa karşı koyma n ı n, ıstı raba dayanma n ı n, a n­
laşmazl ı klara ve g üç durum lara katla n m a n ı n, baş­
ka ları n ı n huysuzl uklarına karşı koyma n ı n sem bo­
l ü de o l m a l ı d ı r.

67
Rakipleri nin h ücumuna karşı veka r ı n ı koru­
yam ıya n bir devlet ada m ı için « İtida l i n i kaybet­
ti» denir. Bir erkeğin bu h a l e d üşmesi haklı oiarak
onun yüksek bir m evkie lay ı k olmad ı ğ ı n ı gösterir.
İtidalini kaybetmemek sağ lam bir ruhun belirtisi­
dir, her şeyi ciddi d üşünmenin, temiz· hissetmenin
ve her şeyi sadakatle işlemeni n karş ı l ı ğ ı d ı r. İşte
bu yüzden kad ı n lar, kolayca heyeca nlanan his
hayatlar ı n ı karş ı l ıyabil mesi içi n erkekte her şey­
den önce itida l ararlar. Bu itida l dimdik bir vü­
cudun olduğu kadar, sağ l a m bir iradenin de belir­
tisidir. Heyeca n l ı , telaşlı, çabuk öfkelenen, her fır­
satta süku netlerini kaybeden erkeklerin kad ı n la r
tarafından gerçek bir sayg ı görmemeleri bu yüz­
dendir.
İtidal sahibi olmak isteyen bir insan, her gün­
kü küçük f ı rsatlardan fayda lanma l ı d ı r. Ko�ayca
öfkelenen insa n larla temas etmek, bize sükuneti­
m izi bozmamak için en c iddi imkanları verir. Evde,
işte, sosyetede sabrım ızı taşıran, heyeca n veren
i nsanlar pek çoktur.
Erkeğ in karakter terbiyesindeki başlıca vazi­
fesi hiç şü phesiz korkuyu yenmek için çalışmaktır.
Ama birçok insa n larda cesaret, satıh ta ka l a n bir
şeydir, sadece vücut gücüd ür, ölümden korkmaz­
lar, ama insa n ı üzen şeylerden m üthiş çeki nirler.
Bu korku: d üşünmeğe bile vakit b u l madan insa n ı
a lçak, a h laksız eder. Yirmi metreden ba l ı klama
atl ıyacak kadar cesurdurlar ama, k üçük bir ya lan­
dan kaçı n m ıyacak, kabaca, haksız yere azarla d ı k­
ları bir h izmetçi kızdan özür di leyem iyecek kadar
korka ktırlar. Ölümden korkmamak insa n ı n cesur
o!duğunu göstermez, intihar edenler bize yaşa mak

68
için ölmekten daha cesur olmak gerektiğini öğret­
mişlerdir.

TEK BAŞINA « E R KEKLİ K» KAFİ DEGİLDİR

Kendim izi terbiye için erkek g ücünün idea lini


derin leştirmek ve son uçları n ı idrak etmek çok fay­
d a l ı ve l üzu m l udur. Ama kesi n olarak söyliyelim
ki tek başı na « Erkeklik» terbiye için yetmez. İ nsa­
n ı n terbiye hedefinde cins ayr ı m ı gözeti lmemelidir.
Bizim kad ı n ve erkek fazi letlerinin karş ı l ı k l ı ola­
rak birbirini tam a m l ıyacağı üniversa l bir idea le
ihtiyacı m ız va r. Laotse şöyle der : « Erkekliğini hiç­
bir zaman u nutma, a na l ı ğ ı n ı da daima hatı rla. »
Asl ı nda hiçbir insan problemi ya l n ız erkek iyi liği
veya ya l n ız kad ı n yumuşakl ığiyle h a l led i lemez.
Büyük a n laşmazl ıkları doğru ve sürekli bir şekil­
de h a l l etmek için enerji ve sevgiyi, erkeklik ve
a na l ı k d uyg u la r ı n ı birleşti rmek zoru ndayız. Fra n­
sızları n «Şövalyece» dedikleri şey de, birbirine zıt
fazi letlerin birleşmesi demektir. Şöva lyelik erkek­
lik ve a na l ı k manasına gelir, şunu da söyiiyelim
ki bu ana şefkatinin bütün i nsanlara aşılanması
erkeğe, kendi gücünü daha fazla d isi p l i n altına
a lmayı öğretmiş ve kabi l iyetini a rttı rmıştır.

KAD I N I N H Ü RRİYETİ

Yüz y ı l önce bir Alman teoloğu çağ ı n ı n kadı n­


larına « Erkek terbiyesine ve şerefine özeniniz» de­
m işti. Bu öğ üdü yerine getirmekle hiç şüphesiz es­
ki bir görüş tarzı değişmiş oluyor. Kad ı n ı n da er­
keğ in metotla riyle ça ı ı şması, disiplinli bir yol tut­
ması, kültürde büyük bir payı olması e lbette çok

69
l üzum l u şeylerdir. Ama bütün bunlar şuna bağ­
l ı d ı r : Kad ı n bilgisini kad ı n l ığ a ait bir kü ltür h iz­
metine vermeli, erkeğe tôbi olmaktan çekinmeli,
bütün ça l ışmalarında her şeyin daha çok insani
olması n ı gaye edinmel idir. Bu gayenin gerçekle­
şebilmesi için de, kad ı n ı n eksiksiz bir insan, se­
ven bir kalb, ta nrısa l bir ateş, birleştirici bir yuva,
rahat ve h uzur verici bir melek olması gerekir. Er­
kek teknik d üzenle, kad ı n insa n lar arası ndaki en
i nce bağlantı olan ruh d üzeniyle uğraşı r. Y ı pran­
m ış, dağ ı lm ı ş insa n l ı k, vazifesini bilen ve en ve­
rimli şeki lde yerine getiren, « Ben i nsa nlardan nef­
ret için deği l, bütün insa n ları beraberce sevmek
için buradayı m » demesini bilen kad ı n lara her za­
mandan daha m uhtaç. Biz, evinde en ince duygu­
larla ai lesine sarı l a n, gündelik üzüntülerin üst ü ne
çıkan, erkekler a rası ndaki ça rpışmayı kızıştırmı­
yan, yatıştırıcı, barı şsever kad ı n lar istiyoruz. Hu­
zurunu kaybedenler içi n bir s ı ğ ı na k olabi len, g üç
ve itici m izaçlar karşısı nda hoşn utsuzlukla d üşün­
meyen, a n laşı l ma makta n korkm ıya n, herkesi an­
lamağa çal ışan, « O sabı r l ıd ı r, ça buk öfkelenmez,
kendini d üşünmez» sözünü rahatça söyl iyebi lece­
ğ i m iz kad ı n lar istiyoruz. Modern kad ı n d ü nyası
eşit eğitim denilen şeyi en geniş a n lam ıyla a l m ış,
erkeğe benzemekte çok i leri gitm iştir. Bunun de­
ğişmesini, kad ı n ı n a s ı l varl ı ğ ı na dönerek eşitliği
sevg i yeliyle a ra m ı s ı n ı d i l iyelim. Kad ı n a ncak ka­
d ı n l ı k öze l l iğine bağ l ı kalmakla üstün bir kuvve­
te u laşabi lir, dünya n ı n kaba l ı ğ ı na karşı koyabilir.

KAD I N I N POLİTİKA HAYATINA Gİ RiŞİ

Demokratik mem leketlerin çoğunda kad ı na

70
seçim hakkı verildi. işçi lere, zencilere, h atta Kızı l­
deri l ilere veri len seçim hakkını kad ı n lardan esir­
gemek için sebep neydi? Demokratik prensipler
kabul edi li nce, bunun ica pları n ı, kad ı n lar içi n h iç­
bir iyi l i k beklenil mese de, yerine getirmek gere­
kir. Bir Amerika l ı , kad ı n ı n seçim hakkına sahip
olup o lmaması değ i l, seçim hakk ı n ı n kad ı n için
iyi olup olmad ı ğ ı soru l m a l ı d ı r, der. Asl ı nda bu
soru şöyle soru l m a l ı dı r : Kad ı n politik hayata
karışara k k ü ltür üzerindeki derin tesiri n i kay­
beder mi, kaybetmez mi? Fra nsız filozofu Aug us­
te Comte, ah lak için « Duyg u l u cins ile faal cins»
arası ndaki doğru iş böl ü m ü n ü n korunmasından
daha önemli bir şey olmad ı ğ ı n ı söylem iştir. Faa l
cins, yani erkek, kad ı n ı n tam a m layıcı öğ ütleri ol­
madan vazifesini yapamaz. işte bu y üzden de bu
öğ ütleri n partici likle ilgili pol itika işleri nde kaybol­
ması doğru değ i ld ir. İsveçli kad ı n yaza r Selma
Lagerlöf «Yuva ve devlet» ad ıyla yay ı n la d ı ğ ı bir
yazıs ı nda bu meselenin en iyi hal çaresini şöyle
a n latıyor : « Erkek devleti, kad ı n yuvayı kurm uş­
tur!» diyor. Uzun zaman ikisi nin idaresi de tama­
miyle ayrı yd ı . Ama bu g ü n d urum değ işti, dev­
leti n vazifel eri psikoloj ik bakımda n g üçleşti ve
ağı rlaşt ı . Böyle olunca devleti n a h laki sorum l ulu­
ğ u n u yerine getirebi lmesi için, yuvayı kuran ve
koruya n kuvvete de ihtiyacı var. Bunun için ka­
d ı n devlet işlerinde de erkeği n yanı nda yer a l ma­
ğ a mecburd ur. Ama bu hiçbir za man işbirliğinin
ya l n ı z Mil let Meclisinde sağ lanabi leceğ ini söyle­
mek deği ldir.
Londra l ı bir karı - koca, Beatrice i l e Sidney
Wel b işbirliğinin en g üzel örneğini vermiştir. Be­
atrice doğ u Lond ra'daki sosya l ça lışmaları sonu n-

71
da işçi hareketi nin a h laki ihtiyaçları na ait derin
bir bilgi edinmişti. Politik kışkırtmalara h iç ya naş­
madı, bütün k uvvetini ve zekası n ı işçi kad ı nla­
ra ve onları n kooperatifçilik organizasyon larına
hasretti. Bunların terbiye ve d ünya ekonom isi ba­
k ı m ı ndan önem lerini belirten bir kita p yazd ı . Be­
atrice kooperatifçi liğin d üzenlenmesi sonu nda ha­
yatın çok ucuzl ıyaca ğ ı n ı , işveren lerin bundan fay­
dalana ra k g ü ndelikleri indireceklerin i de bil iyor­
d u . Bunun için işçi birliğine ait organ izasyonları n
da k uvvetlenmesi ve işveren lere mani olması ge­
rekiyordu. Bu iş!e de Beatrice'in kocası, Sidney
Wel b uğraştı, böylece İ ngiliz İşçi Birliğinin «Trade
U n ion» tarihçisi oldu. Sonra karı - koca beraberce
küçük bir kita p yayı n l a d ı lar. Kita bı n a d ı « İsti h lak
ve İstihsa l Orga n izasyonları Arasındaki Münase­
betler» dir. İngi lteredeki bütün işçi hareketleri için
önemli bir kı lavuzdur.

72
S O R UM L UL U K

KÜÇÜ K CIVATA ve BÜYÜ K ÖNEMİ

Bir uçak 50 yolcuyla denize d üştü, h içbi r ya r­


d ı m ya pı lamadı, bütü n . yolcu lar boğ u l d u . .Ya l n ız
pi lot kurtu ldu, o iyi bir yüzücüydü, kaza yeri nden
geçen bir şilep tarafı ndan kurta r ı l ı ncaya kadar
suyun üstünde ka l d ı . Pilot suyun yüzünde d ura n
uçak parça ları n ı i nceliyerek kaza n ı n sebebini de
buldu. Hava lanmadan önce son revizyonu yapa n
adam dikkat etmem iş, motördeki çok bel li bir a rı­
zayı germeden geçm işti . Büyük bir felaketin küçük
bir ihmale bağ l ı olması, soru m l u l uk denen şeyin
a h laki sırrı n ı , büyük bir makinenin veya koskoca
bir teşekkü l ü n küçük bir yerinde ufak bir i h m a l
sonunda beklen i l medik şeyler olacağ ı n ı belirten
bir örnektir. Ömrü boyu nca denizlerde seyahat
eden İngi liz şairi Rudyard Ki pling, Çok iyi görme­
sini bilen gözlerle gem ideki en. k üçük cıvata n ı n
önemi n i a n l a m ı ş v e şu hikayeyi a n latm ı ştır:
Vaktiyle koskoca bir gemide küçücük bir cı­
vata va rd ı . Bu, iki büyük çelik levhayı birbirine
bağ l ıya n küçük cıvata lardan biriydi. Bu küçük cı­
vata gemi Hind Okyan usunde yol a l ırken birden­
bire laçka etmeğe başladı, düşme teh likesiyle kar­
ş ı laş'tı. Öteki cıvata lar «Sen d üşersen biz de d üşe­
riz» d iye seslendi ler. Gem inin teknesindeki çivi-

73
ler de « Biz de çok s ı k ı ş ı ğ ız, biz de biraz laçka ola­
l ı m » dediler. B u n u d uya n demir ka burga lar « N e
olur yapmay ı n » d iye ya lvard ı lar. Siz tutmazsa n ız
biz mahvol u ruz. Derken küçük cıvata n ı n niyeti bir
y ı l d ı rı m h ı ziyle b ütün gemiye yayı l d ı . Gem i titre­
meğe başlad ı . B u n u n üzerine bütün kaburga lar,
levhalar, cıvata lar, en küçük çiviler el ele verip
küçük cıvataya bir elçi gönderdi ler. Küçük cıvata
yerinde ka l m a l ıydı, a ksi ha lde gemi parça la na­
cak, içlerinden h içbiri vata na kavuşam ı yacaktı.
Küçük cıvata kendine bu kadar önem verilmesine
çok sevindi ve olduğu yerde kalaca ğ ı n ı bildirdi.

Bu en küçük cıvataya kadar d ikkate çağ ı rış,


ya l n ız gemilerin·, uçakları n veya demiryolu vagon­
ları n ı n emniyetiyle sorum l u m ühendisler için değil­
dir. Havagazı m usl u kları n ı k u l la n a n aşçı kad ı n
için de deği ldir. Hepimiz içindir. Hayatta her za­
m a n küçük bir cıvatayı u nutmak tehlikesiyle karşı
karşıyayız. U nutka n l ı ğ ı m ız yüzünden büyük bir
iş bozu labi lir, bin lerce insan ölebi lir. « Küçük gemi
cıvatası » derine gizlenmiş ah laki gerçeklik için de
g üzel bir örnektir. Bu gerçeğin kesin, ama gözle
görünm iyen önemi çok zaman büyük pol itika iş­
lerinin m ühendisleri tarafından unutul ur. Nihayet
bir g ü n m üthiş bir d üşüşten sonra, kurtu lan lardan
biri, birdenbire bu d üşüşün sebebini keşfeder. Onu
geride kalan lara bildirir, bütün d ünya bir a n için
merhametle, korkuyla, yah ut öfkeyle sars ı l ı r ama
bundan h içbir ders a lmaz, aksine her yerde küçük
cıvataları ve bu küçük cıvata ları n önemini u nut­
mağa deva m eder.

74
MÜŞTEREK SORUMLULUK ÜZER i N E BiR DERS

Doğ u New York'ta H udson - Guild ku l übü­


nün kurucusu D r. John Ell iot'un a n lattığı şu hi­
kayeyi h içbir za man u n utmadım :
Amerikan okul ları n ı n birinde sporcu gençler
bir beyzlbol k u l übü kurm uşlard ı . Oyu nları için
oku lun ya k ı n ı nda büyük bir a la ndan faydala na­
bi leceklerdi. Çok şiddetl i ka rlar yüzünden bu a la n
birkaç hafta k u l l a n ı lamyıacakt ı . K u l ü p oku l ida­
resine baş vurup oku l u n büyük jimnastikha nesini
k u l lanmaları içi n izin istedi. Okul direktörlüğü ön­
ce oyu n oyn a n ı rken j i m nastikhanenin .büyük cam­
ları kırı l ı r d iye korktu. Verdiği cevapta bu d u ru­
mu belirtti ve k u l ü p başka n ı n ı meseleyi yüz yüze
görüşmek üzere direktör odas ı na çağ ı rd ı . Ku l ü p
başka n ı m üdürü d üşüncesinde h a k l ı b u l d u , a m a
oyu ncu ların dikkatli oynıyacaklarına da söz verdi
ve hepsinin soru m l u l uğ u n u kendi üzerine a l d ı .
Fakat k u l ü p başka n ı oyu ncu ların heyeca n ı n ı pek
iyi hesa p l ıya mam ıştı, top iki defa cama çarptı ve
büyük bir zarara sebep oldu. Hesap pusu las ı n ı
oku l direktörü başkana gönderdi. Çocukcağ ız ödi­
yeceği parayı görünce şaşkı na dönd ü, k u l ü b ü n
kasası nda bu kadar para yoktu. Gürültülü b i r otu­
rum yap ı ld ı, a m a sonu gelmedi; çünkü başka n
m üşterek soru m l u l uğ u n bu meseledeki manas ı n ı
iyice a n lata m a m ıştı. Kulübün idare kuru l u okul
m üd ürüne başvurarak meseleyi onun hal letmesi­
ni isted i. Oku l m üd ürü bütün bu olayları, eğitim
ba k ı m ından çok önem li buldu. Çocukları n bu işi
ya l n ı z h a l ledemiyecekleri ni de a n lad ı . Meseleyi
iyice incelemeye, bu arada bazı seyirci leri n de ifa­
desini almağa karar verdi. Soruşturmalar yapı l ı n-

•;5
ca şu sonuca va r ı l d ı : l ) Bütün sorum lu l uğ u üze­
rine a la n k u l ü p başka n ı , oyun başlamadan önce
arkadaşlariyle konuşmayı i h m a l etm iş, oku l ida­
resinin kendilerine gösterdiği g üvene layık olma­
l a r ı n ı , pencereleri k ı rmamağa, topu m ümkün ol­
d u ğ u kadar aşa ğ ı da n atmağa dikkat etmelerini
söylememişti. 2) Oyu ncular arasında çok haşarı
çocuklar vard ı, bunlar topu pencerelere doğru at­
m a kta n adeta zevk a l ıyorlard ı . 3) K ı r ı l a n ca m la­
rın şang ırtısı ndan oyu ncular uta n ı p s ı k ı lmam ışlar,
tersine kahkahalarla g ü l m üşlerdi. 4) Oyunculara
gösterilen güvenin böyle kötü bir şeki lde k u l la n ı l­
m a s ı n ı hiç kimse tenkid etmem iş, onları ikaz ede­
cek, uta ndıraca k bir konuşma yapmam ıştı. Okul
m üd ürü bu dört noktayı belirttikten sonra : «Öy­
leyse bu zararı k u l ü p başka n ı n ı n ödemesi haksız­
l ı k olur. Bu işte hepiniz suçlusunuz. Hepiniz sorum­
lusu nuz, çünkü topu pencereye atmasa n ı z bile
ata n lara mani o l m a d ı n ız, beraberce g ü ldünüz, hiç
sesinizi çıkarma d ı n ız. Böyle h a l lerde suçu işl iyen­
ler kadar işlemiye n ler de ceza görmeli, ya pı lan
za rarı birl ikte ödemelid irler. Hiç suçu olm ıya n lar
kendi kendilerine itiraf etsin ler ki bu işi pek ha­
fiften a lm ışla r. Eğer onlar arkadaşları n ı n hareke­
tini zam a n ı nda ön leselerdi, ya hut da bu ha reket­
ten hoşlanmad ı k l a r ı n ı , g ü l üşen lerin yaptığı gibi,
yüksek sesle açı klasalardı durum böyle ol mazd ı . »
Top la ntıda b u l u n a n gençler pek sessiz v e d üşün­
celiydi, ama hepsi de bu hadiseden birçok kita p­
ların öğrettiğ inden daha büyük bir ders a ld ı kla­
rı n ı hissed iyorlard ı .
B u hikaye d a h a birçok yerlerde, bu arada
yurtbilgisi dersinde «Müşterek soru m l u lub üze­
rine g üç ve büyük meseleler görüşül ürken, yahut

76
bir mil letin i leri gelenleri tarafından cinayet ve
suçlar hakkı nda m i l li soru m l u l u ğ u n mahiyeti ve
önemi izah edi lirken iyi bir örnek olarak gösteri­
lebi l ir.

77
KADI N - ERK EK M ÜNASEBET LER İNİN
D ÜZE N LE NM ES İ

Bug ün, tabiata üstün olma yüzy ı l ı nda yaşa­


makla g ururlan ıyoruz, ama şunu u n utuyoruz : İn­
san tabiatı n ı n baş edilmez kuvvetleri ni yenmek
tabiat kuvvetlerine üstün gelmekten daha önem li­
dir. Eğer tabiatı m ızdaki za ptedilmez kuvvetleri
dizg i n l iyemezsek tabiata olan üstü n l üğ ü m üz da­
ya n ıksız ka l ı r, a ncak aşağ ı l ık heyeca nlara hizmet
eder ve insanları tabiata .hakim değil, köle yapar.
Büyük d i n ler her şeyden önce insa n tabiatı n ı iyi­
leştirmek için ça l ış ı rlar. Yaşadığ ı m ız teknik yüzyı­
l ı nda bu iş çok ihmal edildi. Neticesi de meyda n­
da işte. Bu i h m a l en çok ayrı cinsler arasındaki
m ü nasebetlerde göze Çarpıyor. Mesel& önüne ge­
çilemez cinsi istikler en büyük ka n u n olarak kabul
edil iyor. Bu türl ü isteklerin emi rlerine karş ı d uyu­
lan ruhi karşı koymayı sinirler ve ruh bak ı m ı ndan
büyük bir teh like olarak gören bir çok sinir dok­
torları var. Ama artık bu meseleyi açı kça gör­
mek zam a n ı gelmiştir. i nsa n l a r ı n ah laki vazifele­
ri yapaca k, meselelerini hal ledecek şeki lde yetiş­
meleri lazı md ı r. B u n u n biri nci şartı da, cinsi istek­
lerin top l u m u n a h l ô k d üzenine, ve bu d üzen i n
verdiği soru m l u l uğa göre aya rlanmasıdır. Bu n u
yapmak, isteklerim ize üstün gelerek a h lôki d üze-

78
ne uymaya ça l ı şmak bize başka bakım larda n da
cesaret verecektir.
Batı d ü nyası nda i l k yüzyı llarda isteklerine
m a ğ l u p i nsan l a ra, ma nevi işlerle uğraşan kimse­
lerden örnek a lm a ları, onlarla temas etmeleri tav­
siye edilirdi, bu a deta bir gelenekti.
İngi liz tarihçisi Hartpole Lechey « Kültür ta­
rihi» a d l ı eserinde bu devirden bahseder. O za­
manlar birçok nişa n l ı lar, ruhi bir birleşmenin örne­
ğ ini vermek için n işa n ları n ı bozup ma nastıra çeki­
lirlerdi. Ayn ı d üşü nceyle genç evl i ler de Allaha sı­
ğ ı n ı r, a h l a ken bozu l m uş bir d ünyaya insandaki
a h laki kudretin yüksek bir örneğini göstermek içi n
kardeş gibi yaşarlard ı . Tabii, d ünyadan elini ete­
ğini çekip i nsani feragati n en m üthiş örneğini ve- ·

ren meşhur m ünzevi ler gibi, bazı aşırı l ı k lar da


vard ı r. Ama isteklerine yenilmiş bir d ü nya karşı­
s ı nda ruh g ücü kuvvetl i bir insa n ı n neler ya pabi­
leceğini göstermek için bu aşırı l ı klar bile mana l ı­
d ı r. Biz de bu konuya, g ü n ü m üzün a ğ ı r baş l ı in­
sanları n ı n nelerden örnek a labi lecek lerini ve ne­
lere ihtiyaçları olduğunu göstermek için temas et­
tik.

HAYVAN ve İNSAN DO KTORLAR!

Almanya n ı n modern tabiat bilgin lerinden bi­


ri, bu g ü n birçok kimselerin h içbir utanma ve çe­
kinme duymadan cinsi a rzu larına tabi oldukları
za man tabiat i lm i ne s ı ğ ı nd ı klarından şikayet edi­
yor, böyle i nsa n la r ı n cinsi arzuları n ı önliyecek bir
ka n u n olam ıyacağ ı n ı savunmalarına fena ha lde
içerliyordu. Bu bilgin, vicdan sesi nin de tabiatta n
geldiğini, bizim iç tabiatı m ızın sesi old u ğ u n u söy-

79
lüyor; iç tabiatı m ız ı n sağ l ı ğ ı m ız ve iyi liğimiz içi n
daha çok söz h a k k ı olduğunu, d ı ş tabiat bi lgisi n i n
insan va rl ı ğ ı n ı n s ı rları ndan başka h içbir şeyle uğ­
raşmadığ ı n ı i leri sürüyor. Bu fikrini dah a iyi an­
latabi lmek için de yine bir tabiat olayı ndan örnek
veriyor : Suda y üzen küçük bir tekne a k ı ntı n ı n
kuvvetine kapı larak hep aynı yönde g ider. Görü­
n üşte hiçbir m ukavemet göstermez. Ama bir yel­
ken açı l ı rsa, a k ı ntıya rağmen, tek neyi aksi yöne
götürmek m ü m kündür. Demek ki a k ı ntı n ı n karşı
kon u lamaz gibi görünen kuvvetine üstün gelmek
imkô n ı va rd ı r.
Tabiatı n zorlad ı ğ ı insa n la r ı n d u r u m u da böy­
ledir, ama içleri nde tabiat üstü bir kuvvet, tabiat-
, ta n daha üstün bir kanun da va rd ı r. Bu ka n u n in­
san vicdan ı na Allah tarafından yaz ı l m ıştır, insa­
na vücud una üstün gelmek kuvvetin i bu ka n u n
verir.
Yuka rıda söylediklerimiz erkek - kadı n m ü­
nasebetlerindeki tabii ve h issi ka n u nlar için de
doğrudur. Bugün öyl e doktorlar vardı r ki çok
sathi bir şeki lde tabiat i l mine daya narak gençle­
re, kız veya erkek arkadaşlariyle olan m ünasebet­
lerinde ya l n ız vücut a rzu l a rı n ı din lemelerini söy­
lemekle vazifeli olduklarını s a n ı rlar. Fra nsız filo­
zofu August Comte, böyle doktorlar için « b u n l a r ı n
kendi lerine d ü pedüz hayva n doktoru demeleri l ô ­
z ı m d ı r» diyor. Bugün biz, bu çok eski t ı p v e bi­
yoloji a n layışından fark l ı bir a n layışa sahibiz. İ n­
san ı n sağ l ı k d u r u m u için vücut a rzu lariyle vicda­
n ı n ı n bir a n laşma h a l i nde olması gerektiğini, vic­
d a n ı na aykı rı bir şey ya pt ı ğ ı takdirde bunun sağ­
l ı ğ ı na da faydası olm ıyacağ ı n ı çok iyi bil iyoruz.
Viyana'daki modern psika naliz enstitüsü n ü n bu

80
konuda yapt ı ğ ı araştırmalar çok enteresa n d ı r. Si­
nir doktorlarınd a n Caruso ile Victor Frankl'ın ki­
tapları bilhassa okunmağa değer. Bu doktorlar
vicdan h uzursuzl uğu yüzünden, ruh ve sinir buh­
ra nlarına tutul a n genç ve yaşl ı h asta l a r ı n d uru­
m u n u incelemişler, vicdan hayatı n ı n psikoloji k
kudreti ni ve önem ini açı kça gösteren raporlar ver­
m işlerdir. Geniş bir doktor çevresine hakim olan
materya list sağ l ı k bilgisinin başta n başa değişme­
si için bütün bunlar çok ü m it verici bir başlang ıç­
tır.

ERKEN EVLENME

Bazı gençler başı boş h ayatlar ı n ı affettirmek


ıçm şöyle · derler : «Ne ya pa l ım, eğer eskisi gibi
erken evlenilebilseyd i çok iyi olurdu. Ama bu
uzun bekleyişe ki mse daya namaz ve kendisine
başka eğ lenceler bulur.»
Benim d üşünceme göre, beklemesini bilmi­
yen ve küçük oya lanma larla kendisi ni küçü lten
bir insan hiç evlen mesin daha iyi. Çünkü o zayıf
karakterli bir insa n d ı r. Zayıf karakterli bir insan
da bir kad ı na destek olamaz, çocuklarına da iyi
bir erkek terbiyesi veremez.
Evlenmekte geç ka lan bir kimseyi daha çok
tebrik etmek lazı m d ı r. Çünkü o iradesini denemek
fı rastı n ı b u l m uş, tam bir erkek olm uştur. Ya l n ı z
vücutça gelişmemiş delika n l ı la r v e kızlar değil,
tersine evlenmeden önce gerçek erkeklik deneme­
sini yapmıya n ve kendisine hakim olabi leceğini
gösterm iyen erkek ler de çok erken evlenmiş sayı­
l ı rlar. Eski za manlarda genç k ızlar, kendileriyle
evlenmek istiyen erkeklere varmadan önce bir

İ y i İnsan İyi Vatandaş F. 6 81


kah rama n l ı k veya ustaca bir iş ya pmaları n ı ister­
lerdi. Bugün böyle bir şey istenmemesi çok fena.
Ama bug ü n de bu kahraman l ı ğ ı erkek kendisi
istemeli ve istediğini yapabilirse evlenmeğe karar
vermelidir.
N ietzsche « Ka h ra m a n ı gön l ünden atma» der,
evlenmek ve aşk istiyen lere de şunları sorar :
«Sana bir şey soracağ ı m kardeşim. Ka lbinin de­
ri n l iğini ölçebi l mek için bu soruyu bir sonda gibi
kalbine a tıyor u m .
«Gençsin, evlenmek istiyorsun, çocuk istiyor­
sun. Ama sora r ı m sana : Bir insan m ıs ı n, bir çocu k
d i lemeye lay ı k m ıs ı n ?
«Ga l i p m isin, kendini yenebi l d i n m i , istek­
lerine hakim m isin, fazi letlerin i n efendisi m isin?
Sora rım sana? . . . »

KAD I N ŞEREFi

Kökleşmiş gerçeklerin çöz ü l üş ü bugün kadı n


şerefinin eski a n l a m ı na kadar tesir etm iştir. Mo­
dern düşünceleriyle a s ı l ben l ik l erinden uza klaşan
kad ı n lar eski şeref a n layışı n ı n d ü ped üz erkekteki
kad ı na h ü kmetme a rzusu ndan doğd uğunu iddia
ediyorlar. Erkeğ in, kad ı n ı ya l n ı z kendisine ait « do­
k u n u l maz» bir varl ı k olarak elde etmek istediğini
söyl üyorlar. Öyleyse birçok erkeklerin evlenmeden
önce hak kabu l ettikleri serbestiye kad ı n lar niçin
sahip olmasın? Kad ı n lar da ekmek pa rası içi n ça­
l ı ş ıyor, güç işler görüyorlar; saadete, şiire, aşka
onlar da erkekler kadar h asret d uyuyor ve bug ü­
n ü n h ayat a n layışından faydalanara k yaşa m a n ı n
b ü t ü n nimetlerinden, kayıtsız şarts ız, h içbir engel
ta n ı madan istifade ediyorlar. Cem iyetin tela kki-

82
leriyle g üzel gençliklerini mahvetmiyorlar. « İnsan
d ünyaya bir defa gelir deği l m i ya. »
Evet, i nsa n bu d ü nyaya bir defa gelir. Ama
a s ı l bir defa geldiği için, hayatı nı hata la r ve
za rflar içinde geçirmemek, var l ı ğ ı ndaki mevcut
değerleri daha çok geliştirmek zorundad ı r. Kad ı n
şerefinin eski a n lam ı nda kad ı n ı n k ü ltürel kudreti­
nin bütün s ı rrı gizlid ir. Eski şeref a n l a m ı h içbir şe­
kilde d ı şardan gelen bir zorba l ı ğa daya nmaz; ka­
dın ruh u n u n u laşt ı ğ ı yükseklikte cinsi hayata üs­
tün gelişini ifade eder. Erkek cinsiyet hayatında
ya l n ı z yaşadı ğ ı anı d üşün ür, kad ı n ise bu hayatı n
kaç ı n ı lmaz son uçla r ı n ı da göze a l ı r. Bizim kad ı n
a h l ô k ı ve şerefi dediğimiz şey de a n a l ı k şerefin­
den ve a na l ı k dikkati nden doğar. Bu a h l ô k ve
şeref, tabiatı n emrini kanu n l aştıran, gerçek sev­
giyi a n l ı k heyeca n larla karıştıran bir a n layışa bo­
yun eğ memekten, onu protesto etmekten doğar.
Kad ı n şerefi nin eski a n l a m ı n ı bozmak için
teorik ve pratik o l a rak ça l ı şan kad ı n lar, en süfli
erkeklerin bile, kendini kayıtsız şartsız teslim eden
kad ı na karşı er geç gösterdikleri sayg ı sızl ı ğ ı n se­
bebini draştırırlarsa, eski namus a n l a m ı n ı küçüm­
semek yeri ne kad ı ndaki a h laki üstün l üğ ü n ve
şerefin değ işmez bir ifadesi olarak görürler. Kad ı n
erkeğe deva m l ı ve kesin olarak a nca k vicdaniyle,
yüksek seviyeli varl ığiyle tesir edebil ir. B u n u n içi n
de kad ı n erkekten daha üstün o l m a l ı d ı r. Erkek
yükselmek için kad ı n ı n kendinden yüksekte olma­
s ı n ı , sayg ı d uymaya lôyık olması n ı ister. Kad ı n bu
sayg ıya layı k değ i l se erkek bunu hiçbir zaman
affetmez. İşte bu yüzden kad ı n için erkekten daha
çok yasak vard ı r. Ama bu yasa klar kad ı n ı n değe­
rini hiçbir za man aza ltamaz. Bir erkek kad ı n ı n

83
ön ünde vicda niyle eğ i lmediği zaman o kad ı n, d ı ­
şardan görünen bütün eşitliğe rağ men, erkeği n
kölesidir.
Bizim kad ı n ı a h laksız erkek lerin başı boş te­
mayül lerine kadar i ndiren bir a h laka h içbir za­
m a n ihtiyacı m ı z yok. Biz eski şeref a n lay ı ş ı n ı da­
ha derin leştiren bir kad ı n a h la k ı istiyoruz. Erkeği
kökleşm iş cinsi bozuk l uklarda n a ncak böyle bir
ah lakla yaşıya n, d uyg u l u ve seciyel i kad ı nlar kur­
ta rabil ir.

SERBEST A H LA K

B u g ü n m odern hayat erkekle kad ı n ı eskisin­


den daha sık ve daha serbest bir şekilde birleş­
tiriyor. Eski zama nların dar görüşl ü cins ayr ı m ı
bugün m üm k ü n d e değildir, istenilmez de. Ama
karş ı laşmak imka n ı bu kadar ra hat olu nca, iki
tarafın da birbirlerine olan soru m l u l uklar ı n ı daha
derin d üşünmeleri ve bu d üşünceyle m ünasebet­
lerine yeni bir d üzen vermeleri daha l üzu m l u bir
hal a l ıyor. Bu m ü nasebetlerden yeni bir gelenek,
bir a h lak, bir şekil doğ m a l ı d ı r. Erkek - kad ı n be­
raberliğinin sağlam bir a h laka daya nması tecrü­
besiz ve o l g u n laşm a m ış gençler için kaçı n ı lmaz bir
şeydir. Çünkü onları soru m l u luğa davet eder ve
hayat bilgi leri ni derin leştirir.
Gerçekten a k ı l l ı bir insan a h la k ı değerlendi­
rir. Çünkü a h l a k ya l n ı z zayıfları n deste� i, d üş ün­
cesizlerin koru nma s i . a h ı değ i ldir. Hiç kimse bir
gün asıl ben liğine sad ı k kalmak, g üç durum lar­
dan d ürüst çıkabil mek için böyle bir desteğe m u h ­
·taç o l u p o l m ıyacağ ı n ı bilemez.
Ah laka sayg ı göstermenin bir de şahsi öne-

84
mi vard ı r. Herkesi düşünerek, herkese iyi l ik etmek
istiyerek davrana n insan bilmeden kendi kendine
de iyi lik etm iş o l ur.
«Serbest a h lôk» deyimi çok zam a n genç er­
keklerle olan m ünasebetlerinde hiçbir şeye a ld ı r­
madan, her f ı rsatta top l u m u n üstünde yaşad ı kla­
rını söyl iyen k ızlar için k u l la n ı l ı r. B u gen·ç kızlar
bir · erkekl e gezmeğe gitmenin, yolcul u k etmenin,
o erekğ in evine gitmenin, birlikte tiyatro seyret­
menin ve konuşurken veya otururken o erkeğin
bazı hareketlerine izin vermenin niçin doğru ol­
mad ı ğ ı n ı a n lamak istem iyorlar. İnsa n ı n dedikodu­
ya a ld ı r ı ş etmeden, her yerde, her zaman yaşa­
m a n ı n tad ı n ı çıkarması gerekmez mi? Onlara gö­
re «serbest ah l ô k » , «ah l ô ktan serbest olma» de­
mektir, a h lakta n serbest olmak da olg u n l uğ u gös­
terir!
Serbest a h l a k l ı insanlar a h la ka sayg ı göster­
menin en az öteki sosya l işler kadar öne m l i sosya l
bir vazife olduğ u n u un utuyorlar. Bu. s ı k ı adetler
ihtiraslı insa n ları korumak, şerefsiz insa n l a r ı n ya­
pacakları işi g üçleştirmek, h afifmeşrep lere bel li
bir h udut göstermek içindir. Gençlik ateşiyle çok
zaman s ı k ı l ga n l ı ğ ı n kad ı n l ı k asaletinin bir par­
çası olduğu, bu adetlerin çekingenliği uya n ı k tut­
mağa, kuvvetlendirmeğe yarad ı ğ ı u nutul ur. Ser­
best a h la k l ı kızlar g üzellik ve şereflerinin bu çe­
· kingen likl� i l g i l i olduğlfn u ; sözlerinde, hareketle­
rinde pervasız olan en g üze l, en cana yak ı n kız­
l a r ı n bile cazibe lerini kaybettiğini bilseler bu adet­
lere d udak bükmezlerdi. Kad ı n ı n kara kteri bu
adetlerde kökleşir, kad ı n ı n birleştirici kudreti, is­
tek ve a rzu ların taşk ı n lığ ına karşı koyması, bu
adetlerle i lg i l id ir. Serbest a h l a k l ı bir kad ı n, görü-

85
n üşte bir erkeğ i hayran edebi lir, a l k ış la nabilir
ama, gerçekte a ncak derin bir sayg ı sızl ı k ve çe­
kingenlik uya n d ı rır, böylece kad ı n ı n sayg ı hakkı
da çiğ netilmiş o lur.

ARKADAŞLIGIN YAN LIŞ AN LAŞI LMASI

Genç erkeklerle a rkadaşl ı k eden birçok k ı z­


ları n çok geçm�den «çapkı nca bir eda » ta k ı n d ı k­
ları gör ü l üyor; m a na l ı sözler, şaka lar yapmaktan
geri kalm ıyor ama bunların hepsine «Arkadaş l ı k »
denil mesini istiyorlar. Birçok delika n l ı la r için genç
kızlarla bu çeşit arkadaşl ı k etmenin önce yeni ve
çekici bir tarafı vard ı r ama, bu a rl<adaşl ı k la neler
kaybettiklerini çabucak a n lar ve kendilerini yük­
selten bir arkada ş l ı ğ ı n hasreti ni d uyarlar. İki cins
a rası ndaki sağ lam ve d ürüst m ünasebetleri a n l at­
mak için «Arkadaşl ı k » sözü uyg u n değildir zaten.
Arkadaşlık a ncak cinsleri ve durum ları aynı olan
kimseler arası nda m ümk ünd ür. iki cins a rası nda
çok asil ve açık m ünasebetler olabi lir, ama bu
m ü nasebetlerde cins farkı suni olarak giderilme­
me!i, iki cinsin temel ayr ı l ı ğ ı her zam a n göz önün­
de b u l u nduru l m a l ı d ı r.
Ağ ır başl ı, karakter sahibi genç kızlar, «ser­
best a h lak» atmosferi içinde temizliklerini koru­
makla, doku n u lmaz bir va r l ı k h a l i nde kalmakla
hiç utanmadan gurur d.,yabi lirler. Bilhassa bu
g ü n, bütün kad ı n la r ı n ça l ıştı ğ ı, meslek sahibi ol­
d u ğ u · bir zamanda karakterini bozmamak, a lay
ve istihzaya a l d ı rmamak her za ma ndan daha
önem l idir. Kad ı n için en üstün mes lek kad ı n l ı ğ ı n ı n
iyi manas ı n ı kaybetmemekti r. Bütün m ü nasebet­
lerde göz önünde tutulacak nokta şudur : Kad ı n

86
bir kişiye aittir, yah ut h iç kimseye ait değildir ve
kendisini serbest a h lak prensipleriyle, şerefsiz bir
şeki lde değil, a ncak bir erkeğe resmen bağland ı k­
ta n sonra verir. Bu veriş kara kter, sadakat ve ha-
yat birliğini tam a m l ıyan, sembolleştiren bir ve­
·

riştir.
Bugün, sağ lam gerçeklerin çözü l üş ü yüzün­
den, kad ı n karakteri ne daha önemli bir vazife dü­
şüyor : Görü lmez ve doku n u l maz iyi l ikler o l d u ğ u­
nu da açıklamak ve bu iyil iklerin h ı rs d ü nyas ı n ı n
isteklerinden d a h a önem li old u ğ u n u a n l atmak va­
zifesi.

EVLİL İ KTE YAN ILMALAR

Öğretmen k ı z öğrenci lere : « Erkek birçok ka­


d ı n la evli o l u rsa bu evli liğe ne denir» diye sord u .
« Poligami - çok kad ı nla evl i l i k denir.»
« Peki erkek ömrü boyunca bir kad ı nla yaşar­
sa buna ne denir. »
·
«Çok can sıkıcı bir şey,»
, Bu cevap değişiklik istiyen ruhlar için bir ka­
d ı n l a evli olma n ı n çok eski, modası geçmiş bir
şey olarak d ü ş ü n ü l d üğ ü n ü gösteriyor. Bu evlilik
yaşad ı ğ ı m ız yüzy ı l insa n ı n ı n hayat d üzen i ne ve
ihtiyaçlarına uym uyor. Yaşad ı ğ ı m ız yüzy ı l ı n in­
sa n ı , depremli bir bölgede yaşıyan J a ponya n ı n
yaptığ ı gibi davranmak istiyor, Ja ponyada s ı k s ı k
o l a n depremlere karşı çok hafif, kolay evler ya pı­
l ır; çünkü bi l hassa orta bölge lerde bütün evler bir
gecede y ı k ı l ıvermek teh likesiyle karşı karşıya d ı r.
Bu yüzyı l ı n insanı için evlilik de erotik zelzeleye
bağ l ı , hafif, geçici bir şey. Bir zam a n lar m üddet­
siz olara k kurulan vadeli a n laşm a l a r ı n yerin i kısa

87
vadeli kred i ler ve kısa vadeli sözleşmeler a ld ı .
Bütün büyük medeniyetlerde kişiyi tek başı­
na, a rzu ları na, isteklerine b ı rakmakta n çeki nil­
miş, b u n u önlemek içi n di ni, a h laki birçok bağlar
konu l m uştur. Bu gün ise esas prensip «şahsi saa­
det» tir.
B u şahsi saadet düşüncesi eski saadet a n la­
yışı n ı n değişmesi nden doğ uyor. Eskiden aşk bile
ruhi d üzene, soru m l u l uğa göre ayarlanan bir şey­
di. Ruhen dağ ı n ı k olan, birlik, ahenk halinde ol­
m ıya n bir insan mesut olamazd ı . Saadet hakla­
rına sayg ı d uyulurdu. Çünkü böyle bir saadette
ruh büt ü n l ü ğ ü yoktur. Başka larına olan soru m l u­
l u k la r ı n ı u nutarak sevişen, her şeyi pembe gören
iki insan, o baş dönmesinden uya n ı p gerçek kar­
ş ı s ı nda ayı l d ı kları za man şaşkı na dönerler.
Evl ilikte bütün ya n ı lmalar cinsi duyg u la ra
bağ l ı değildir. Birleşmeleri hata l ı olan i nsanların
evl iliği de bir g ü n büyük haya l k ı r ı k l ı klarına, a n­
laşmazl ıklara yol açabi lir. Eşi ni seçemiyen bir kim­
se, ta lihini bir defa daha denemek hakk ı na da
sa h i ptir, ama bu hakkı hiçbir za man zorla a l ma­
m a l ı d ı r. B u hakkı a lm a k için bazı vazifeleri oldu­
ğ u n u da u nutmama l ı d ı r. Aksi ha lde ikinci dene­
me i lkinden daha kötü sonuçlar verebilir. i nsan­
daki sadakat hakkı, soru m l u l uk, hafıza, g üvenil­
me hakkı, sevme hakkından daha önem l i ve da­
ha u m u m idir. Sevgi hakkı, a ncak gerçek sevgi
d uyg u larına daya n ı rsa, bir k ıymet kaza n ı r ve şah­
si saadette rol oynar.
Şahsi saadetin ya n l ış, tek ya n l ı a n laşılması
top l u m hayatına da çok fena şeki lde tesir etmek­
tedir. B u tek yan l ı saadet a n layışı fert için de, m i l­
let için d e çok ya n l ı ştır. Saadet kol lektif bir şeydir,

88
bizim düşündüğüm üzden daha derin ve genel ka­
n u nları vard ı r.
Hiç kimse köşesine çekilip de mesut olamaz.
Şü phesiz bunu gerektirecek durum lar da vard ır.
Ama her şeyi gören Allah sen in saadetine bir kö­
şeye çeki lmeni affedemez. Böyle yaparsan seni
terkeder.

CENTİ LMEN KİME DENİR?

Bu soruyu Amerika l ı bir kad ı n şöyle cevap­


l a n d ı rm ıştı r : «Centi l men d iye bir kad ı n la ayrı cins­
ten olduğunu h issettirmeden konuşabilen erkeğe
denir.»
Erkeklerin çoğu, gerçek kad ı n varl ı ğ ı n ı n böy­
le nazik erkeklere çok içten m u h ta.ç olduğunu bil­
mez görünüyorlar. Bir erkeğin kad ı n la insanca,
kad ı n l ı ğ ı n ı hissettirerek rahatsız etmeden, hoşa
gitme a rzusuna ka p ı lmadan konuşacak şeki lde ye­
tişmeye dikkat etmiyorlar. Bu terbiyeyi a l m ı ş er­
keklere karşı « ka r ı ş ı k tabiatl ı » dediğimiz, her yer­
de ve her zaman kad ı n l ıkları n ı öne süren, g üzel­
likleriyle tesir yapmak istiyen kad ı n lar hile teşek­
kür d uyg usu duyar. Çünkü böyle bir kad ı n ı , ka­
d ı n l ığ ı n ı h esaba katmadan cidd iye a l mak, onu
ciddiyete davet eder.
Bir erkeğin ruhen böyle rahat davranması,
iyi bir nefis terbiyesine l üzum gösterir. Bu rahat­
l ığa kavuşmak azim terbiyesi için verilen yı l l a r ı n
en büyük karşı l ı ğ ı d ı r. Böyle b i r erkek kad ı n kar­
ş ı s ı nda ci nsi bir köleliğe d üşmez, a ksine sayg ı gö­
ren bir centi lmen mevkiine yükselir.

89
MES LEK TEK NİG İ ve MES LEK AH LAK I

M E S L E K A Ş K I

Mesleğinde gerçek bir başarı kazanmak ve


bu başarıyı geniş letmek istiyen herkes her şeyden
önce ş u n u bilmelidir ki bir meslek ya l nı z bilgiye
ve tekniğe daya nan bir iş deği ldir. Ayn ı zam a n­
da ruhi ve a h laki bir iştir. Çünkü her mesleğin
gerektirdiği a h laki vazifeler ve soru m l u l uklar var­
d ı r ve biz mesleğ imizde ancak bu vazife ve so­
rum l u l ukları a n lad ı ğ ı m ız nispette başarı elde ede­
riz. İş m ü nasebetlerim izde insa nlara ya lnız iş ica­
bı yak laşaca ğ ı m ı z yerde, a h l a k bak ı m ı ndan da
az, çok, iyi veya kötü bir tesir yapaca ğ ı m ızı d ü­
şünürsek, her meslek terbiye edici, iyi leştirici, d ü­
zeltici bir meslek olur. Kendini bu m a nada sorum­
l u h isseden ve «Verdiğim örnekle başka ları n ı n iyi
huylarını nas ı l geliştirebi lirim?» sorus u n u soran
bir kimse, içinde sak l ı tanrısa l k ıvı lcı m ı a levlendir­
m iş ve en can s ı k ı c ı bir işte bile yeni ve yükseltici
i m ka nlar sağlamış demektir.
Mes lek hayatı n ı n değerlenmesi ve a h la ki bir
a n layışla düşünülm esi a ncak insa n h ayatı n ı n k ıy­
metlend irilmesine ve h arici şeyleri iç h ayat ı m ı za
göre değerlendirmemize bağ l ı d ı r.
Meslek hayatı n ı gözüm üzü açan, d üş ünce ve
görüşlerimizi geliştiren bir okul d iye kabul etmeli-

90
yiz. Saadetini üzüntüsüz ve kolay bir şeki lde a rı­
ya n bir kimse, a rkadaşlarından ve a mirlerinden
göreceği köt ü l ük lere ve haya l k ı rıkl ıklarına çok
üzülecek ve bu üzüntünün altında ezilecektir. Bu­
na karş ı l ı k saadeti için m ücadeleyi göze a la n biri­
si engellerden y ı lacağı yerde sevi nir, çünkü böy­
lece daha çok çal ışaca ğ ı n ı d üşün ür. Tıpk ı orta çağ­
da ü n l ü bir azizenin acı sözlü bir i htiyara h izmet
ederek, onun var l ı ğ ı nda sevgiyi Y,.e h uzuru uyan-
d ı rması gibi. ·

Bug ünkü meslek hayatı n ı i nceliyenler, insan­


ların yüksek bir hayat görüşü olmaması yüzün­
den her g ü nk ü can s ı k ı cı şeylerle nas ı l yı prand ı k­
ları n ı ve sinirlendikleri ni, mesleki vazifeler içi nde
ruhi bir hayat görüşü istediğini, bu görüş karşıs ı n­
da d ı ş o laylar ı n önem ini kaybettiğ ini, bu görüşün
her şeye daha yüksek bir mana verdiğini göre­
ceklerdir. Madde bizim üzerimizde çok kuvvet ka­
za n d ı . Bu yüzden birçok insa n mahvoluyor. Bizi
ancak büyük ruhi h ayat vazifeleri kurtarabilir.
Mesleğimiz bizi maddeyle uğraşmaya zorluyorsa,
maddeye yeni lmemek için yüksek bir hayat görü­
şüne daha çok ihtiya c ı m ı z vard ı r.

MESLEKTEKİ BAŞARININ AHLAKI TEMELLERİ

Kahire'de İslam Ü niversitesi n i n ka p ı s ı nda şu


sözler yazı l ıd ı r : « Kimya önem lidir. A l la h daha
öne m l idir.» Meslek tekniğini öğreten enstitülerin
kapı larına da «Meslek tekniği önem lidir. Meslek
a h la k ı daha önem lidir» yazı l m a l ı d ı r. Bugün birçok
mem leketlerde pratik meslek öğretimi içi n fevka­
lade şeyler yap ı lıyor, ama teknik, sanayi ve ziraat
mesleklerini seçen lere, iş kapasitesi ve meslek bağ-

91
ları için l üzu m l u olan mora l şartlardan bir bilgi ve­
ri lmesi tamamiyle i h m a l ediliyor. Meslek hayatı n­
da başarısızlığa uğraya n la r çoktur, bunlar bu ba­
şarısızl ığa bilgi leri veya zeka ları mese leleri çabuk
kavra mağa yetişmed iği için değil, tersi ne, saat g i­
bi o '. ması n ı, kendi lerine h ükmetmesini, ya p ı l a n a n­
laşma ve kontratları kayıtsız şartsız yerine getir­
mesini, memur!Prı na, yah ut m üşterilerine doğru
davranması n ı ve nihayet «Yalancı n ı n m u m u yat­
sıya kadar yanar» sözünü bi lmed ikleri için uğra­
m ışlard ı r. İş hayatı nda da, ekonomide de, teknik­
te ve tica rette de doğ r u l u k her zaman en iyi poli­
tikad ı r. İ nsan mesleğ ini bir yük hayva n ı n ı n bel li
bir yükü s ı rt ı n a yüklemelerine boy u n eğmesi g i­
bi, pasif bir şeki lde kabul etmemelidir. Tersine
ah '&k bak ı m ı ndan mesleğinin efendisi o l m a l ı , bü­
tün vazifelerini i nsan lara a h l a ken fayd a l ı olacak
. şekilde ya pma l ı d ı r. Dürüst ah laka dayanan bir ça­
l ışma en büyük kaza ncı sağ lar. Bir fabrika n ı n iş­
leri nin ve mal ları n ı n sağ l a m l ı ğ ı bak ı m ı ndan m üş­
teriye tem i n etmek isted iği büyük kred i mi lyon l uk
raka m larla değil, · ah laki durumu ve şöh retiyle
sağ l a n ı r. Geçici bir başa rı elde etmek için kirli iş­
ler görmemesi ne veya reka bette takibettiği hare­
ket tarz ı na daya n ı r.
Kraft, «Teknik ça l ışman ı n ah laki temel leri»
adlı kitabı nda maden ocakları n ı n hava la n d ı r ı lma­
sı nda teknisyen lerin soru m l u l uğ u n u hatı rlatır ve
bina ları n temeli atı l ı rken, büyük köprüler ya p ı l ı r­
ken elde ed i len sonucun ve iş ka pasitesinin m ü­
hendisin teknik bilg isi kadar, vicda n ı na ve sorum­
l u l u k d uyg usuna ve bilhassa bu işle ilgili m üta­
a h h idin ya pabileceğ i tekliflere karş ı göstereceği

92
karakter kuvvetine bağ l ı olduğ u n u yazar. Şüphe­
siz hakkı vard ı r, Z ürich'te Mühendis Oku l u n u n av­
l usunda dikkati çekecek şeki lde d uran «Mönchen­
stei ner» köprüs ü n ü n y ı k ı ntısı konstruksiyon h ata­
s ı ndan çok, a h laki kusurları göstermek için kon u l­
m uştur. Çünkü burada konstruksiyon hatası so­
r u m l u l u k d uygusunun eksikliği yüzünden teknik
bilginin iyi k u l l a n ı lmamasından ileri gelm iştir.
Yüksek bilgi işi diye a ncak vicdan kontroluy­
la ya p ı l a n teknik işleri gösterebi l i riz. Ü n l ü zenci
pedagog u Booker Wash ington, Birleşik Amerika­
n ı n g üneyinde, Tuskegee'deki zenci oku l u nda « Biz
insan!arı mara n goz ya pmak istemiyoruz, maran­
gozları insan ya pmak istiyoruz!» parolası n ı koy­
m uştur. Zenci pedagog başka bir yerde de « Her
insan üstün bir şey yapamaz, ama herkes a lelade
bir şeyi üstün bir ruhla ya pabi l ir» der.
Bu ş u demektir : Bir iş mekanik olara k yap ı l­
mama lı, şahsi hayatın yüksek h edeflerine bağ lan­
m a l ı d ı r.

END ÜSTRİ ve TİCARETTE D Ü R ÜSTL Ü K

Ekonom ik a la nda mes lek a h la k ı tam m&na­


siyle d ürüst olmağa dayan ı r. Eşya n ı n ya p ı l ı şı 'da,
dağ"ı t ı l ı ş ı da g üven vermelidir, bu bilhassa önem­
l id ir, geçici bir zaman için da lav�reci rakip lerle
m ücadelede bazı g üçl ükler doğursa da, d ürüstlük
ekonom i bakı m ı ndan da, ticaret bak ı m ı ndan da
en iyi politika d ı r. « Rochda le'nin d üst işçi leri » İ ng i l­
tere g ı da birli klerinin kurucusudurlar. Bu birlik ön­
ce küçük bir soka kta ilk d ükka n ı n ı açtığ ı za man,
u n u g üzel renk l i olsun d iye sarıya boyayı p boya­
mamak meselesiyle karşı laşt ı l a r. Rakipleri boyu­
yordu. Ama onlar ne olursa olsun d ürüstlükten ay-

93
r ı l ma m ağa kara r verdiler ve h a l k ı n g üvenini ası l
bu yüzden kazandı lar. l ngi liz ticareti n i n erişi lmez
bir şeki lde gel işmesi bu dürüstlüğe daya n ı r. Böyle
küçük şeylerin bir araya gelerek bir ticaretha neyi
iyi veya kötü bir şöhrete u laştı rması, bu şöhretin
çabucak etrafa yay ı l ması, bir h i lenin hemen a n­
laşıl ması, buna hiçbir şekilde m ô n i o l u namaması
şaşı lacak bir şeydir. B u kita b ı n yaza r ı n a lsviçreli
bir sanayici bir m üddet önce şarktaki birçok fir­
m a l a r ı n pazarları n ı ta mamiyle kayebttiklerini söy­
lem işti. Sebebi m a ll a r ı n ı etiketlerken küçük h i leler
ya pmalarıyd ı . Kred iyi sağ l ıyan nedir? Müessese­
n i n büyükl üğ ü m ü, yoksa reklô m ı m ı ? Hayır, ikti­
sadi g üveni a ncak sağ lam bir a h l ô k ve kökleşmiş
bir kara kterden şaşmamak sağ l a r.
İ n g i l iz yazarı Miles (London, Methuen and
Co.) da, Londra'n ı n en başarı l ı iş adam ı n ı n küçük
bir işten baş l ıyarak nas ı l yükseldiğini a n latır. Bu
iş a d a m ı yüksek ve a h lôki gerçekleri ya l n ı z pazar
g ü n leri d u a ederken düşünüp sonra dua kita bıyla
birl ikte bir yana bırakma m ı ş, tersine bu gerçekle­
re ôdeta şuuraltı nda n o n larla idare edilecek kadar
kendini verm iştir. Bu iş ada m ı bütün va rl ı ğ ı n ı işi­
ne vererek ça l ı ş ı r, ama her şey pa hasına kaza n ı­
lan parlak bir başarı değil, her şey pahasına · ka­
za n ı la n bir şeref, insa n l ı k ve iyi bir vicdan, bun­
lardan sonra da m ü mkün o l u rsa başa rı isterdi.
Tica ret hayat ı n ı n birçok kollarında ya pt ı ğ ı m
temaslar sonunda ş u n a i n a n d ı m ki kaba, h a i n, çı­
kar ı na bakan, kend i nden başka h içbir şey d üşün­
m iyen, i nsan l ı ğ ı n ı kaybeden ti pler en çok tica ret
hayatında b u l u n uyor. İnsan bunu şundan da a n l ı­
yabil ir: Kaba, i nsafsız, sam imiyeti ni kaybetmiş
y üzler e n çok ticaret hayatı nda vard ı r. Benim için,

94
bu m ô nas ı n ı kaybetmiş «Ticc:ıret y üzü» ayyaşların,
cani lerin yüzünden daha fena, daha çok ı st ı ra p
veren, a c ı nd ıra n b i r yüzd ür. «Yolundan şaşan bir
sanat da, bir ruh da g üzel liğini kaybeder!» Bu
gerçek i ktisadi bir mes lekteki başa rı n ı n da teme­
lini teşkil eder.
İsviçreli yazar Jeremias Gotthelf ticarette iyi
bir ün kazanman ı n nası l m üm k ü n olaca ğ ı n ı şöy­
le a n latır :
« İ nsan ü n ü n ü de, t ı pk ı hareketleriyle elde et­
tiği a l ı şkan l ıklar gibi kendisi ya par. İ nsan çocuk­
l u ğu ndan, ölünceye kadar bu isi m le yaşar. En
küçük işler, hattô bir söz bile bu isme bir k ıymet
ekler. Başka ları n ı n kalbini bize bu isim kazandı­
r ı r veya kaybettirir. Bizi değerlendirir, yahut k ıy­
metten d üşürür. Aranan, yah ut kaçı l a n bir insan
yapar. En küçük bir insa n ı n bile bir ismi vard ı r,
i nsanlar onu da görür ve kıymetlendirirler. Küçük
bir h izmetçi kız bile bil meden ismi için çal ışır, is­
m ine göre ücret a l ı r, iyi bir ismi varsa yen i ka pı lar
b u l ur, iyi bir ismi yoksa iş bu l makta güçlük çeker.»

DOGRULUGUN İ KTİSADİ ÖNEMi

Meslek zaviyesinden i ncelenince doğ r u l u k


yepyeni b i r yüz gösterir. Hayatın rea l iteleriyle kar­
ş ı laştı ğ ı m ı z yerde gerçeğe bağ l ı o l m a n ı n daha çok
önemi vardı r. Gerçeğin sosyal önem ini en iyi şe­
kilde m üşahhas örneklerle a n l ıyabi liriz. Bugün bir
çok yerlerde insa n la ra yalan üzerine m ünasebetler
k u ru labi leceği s a n ı l ıyor. Çünkü doğ r u l u k yan l ış
a n laşı l ıyor, kaba l ı k ve s ı r tutmamakla karıştırı l ı­
yor. Gerçek hayata hazı rlanmak için en önem l i
mesele doğru l u ğ u olgunl ukla birleştirmeyi öğ ren-

95
mektir. Doğruluğun sosya l önem ini izah ederken
aşı r ı l ı ğ ı n veya düşü ncesizce yap ı la n bir dedi kodu­
nun sosya l ba k ı m da n bir çözüntü yaptı ğ ı n ı da
kaydetmek lazı m . Modern teknikçi Kraft bu konu
üzerine çok enteresa n düşünceler i leri sürer :
Bir kimseyi gerçeğe uymaya n bir şeki lde, aşı­
rı sıfatlar k u l la narak a n latmak yaptığ ı işler ve
karakteri hakkı nda veri lecek kararlara tesir ede­
bil ir. Bu davra n ı ş bug ünkü kültürlü insa n l a r ı n se­
viyesine uygun değildir, çünkü böyle m a nasız bir
m üba lağa ile a n latı lan şeyler insa n l a r a rası ndaki
m ü nasebeti bozar. Bil hassa çok insafs ı z bir dil ku l­
lanan modern gazetelerin insa n m ünasebetleri
üzerinde çok teh l ikeli tesi rleri · vard ı r. Haksız bir
d üşü nceden doğan, gerçeğe uymayan, her yönde
ya n l ış tavsiflerle geliş-tir.i len, keskin leştirilen bu
yazılar insa n l a r ı n en basit, en açık m ü nasebetle­
rini bile g üçleştirir, yavaşlatı r, a h laki, iktisadi, h u­
kuki m ünasebetleri, karşı l ı k l ı menfaatleri bozar,
insan i m ünasebetlere . zafa r verecek gergin l ikler
doğ urur, zaten var olan gergin likleri de çoğaltır
ve keskin leştirir. Müba lağa etmek bir fena l ı ktır,
çünkü bütün düşünce kaynakların ı zeh irler, karar­
ları bozar, ya n l ış bilgi ed inmeğe, gerçeği bozma­
ya, iftiraya yol açar ve bütün i nsanları h uzursuz­
luğa götürür.

KON UŞMA AHLAKI

Ü n l ü Alman Ceza Hukuk Profesörü Liszt, Ber­


lin Ü n iversiteleri Krim i noloji sem inerinde, birkaç
öğrencisiyle birl ikte, bir şeyi a nlatı rken bilin me­
den ya pı lan yan l ış l ı k ları çok yi bel irten bir dene­
m e yapmıştır :

96
Seminerin elbise askıları t ı k l ı m t ı k l ı m dolu­
d u r, birdenbire kapı açı l ı r, geç ka l m ı ş bir öğrenci
gelir. H ızla elbise askısına gidip şapkası n ı asaca k
bir yer arar, a m a h iç boş yer yok. Sabrı tükenip
oradaki iki şa pkayı yere atar ve kendi şapka s ı n ı
asar. Yere atı lan şapka n ı n sahibi bunu görünce
hemen oraya koşup a rkadaş ı na ç ı k ışır, önce bir
ağız kavgası, sonra da döğüş başlar.
Bunun üzerine Profesör ayağa ka l k ı p şun ları
söyledi : « Efendiler, hemen yerin ize oturun uz. Bu
iş ga liba mahkemelik olacak, ben de böyle olma­
s ı n ı istiyorum zaten. Bütün öğrenci lerin, birbirle­
rine bakmadan, ne görd ü ler ne işitti lerse bir ka­
ğ ıda yazma ları n ı rica ederim. Yazd ı kları n ız için­
de mahkemede yem i n edi p tekrarlıyabi leceği niz
k ı s ı m ların altı n ı kırmızı ka lemle çiziniz. » Bütün
öğrenciler profesörün dediğ ini ya ptı lar. Sonra bir­
kaç kağ ı t oku ndu, h erkes hayretler içinde ka l d ı ,
çünkü yazı lanlar h içbiri ni tutm uyordu. Profesör
yine ayağa kalktı : « Efendiler bu olayı biz daha
önceden hazı rlad ı k. Ben ve iki a rkadaşı n ı z neler
olduğunu, söylenen sözleri tam amiyle biliyoruz.
Hepi niz h iç olm ıyan şeyleri yaza rak ya lan yere
yem i n etmeyi kabu l etmiş duruma d üştün üz. Te­
şekkür ed in ki bu olayı biz hazı rlad ı k . Yoksa ya­
lan yere yem i n edecekti niz.»
Bir şeyi doğru a n latm a n ı n g üçlüğ ü n ü göster­
mek için arasıra böyle dramatik denemeler yap ı l­
ması çok fayd a l ı olur. Bu denemeler bilhassa seyir­
ci lerin ve din leyici lerin herha ngi bir olayla sürprize
uğrad ıkları ve çok h eyeca n la n d ıkları yerlerde ya­
pı l m a l ı d ı r.
Bu vesi leyle şuna da işaret edelim ki yukarı­
daki olayda öğ rencilerin h içbiri korkuyla, gurur-

İyi İnsan İyi Vatandaş F. 7 97


!anmayla, içten pazarlı kla hareket etmem işti, ya­
ni görd üklerini ya n l ış yazmaları için h içbir sebep
yoktu . Ama hepimiz çok iyi biliriz .ki birçok şeyleri
değişik bir şeki lde a n latm a m ız, ters tarafta n gös­
termemiz böyle sebeplere daya n ı r.
Bir meseleyi, bir olayı doğru a n latmak için
iyi niyet yetmez, konuşurken kendini kontrol et­
mek, sözleri ni tartmak, fazla l ı k ve eksiklik varsa
çıka rm a k gerekir. Bu da kendi kendini i ncelemesi­
ni bilmekle yap ı labilir.

SAAT GİBİ OLMAK SOSYAL BiR FAZİLETTiR

Mes lek tekniği ve meslek a h la k ı i nceienirken


saat gibi o l m a n ı n sosya l önemi de açıklanma l ı d ı r.
«Va ktinden şaşmamak k ı ra l ların nezaketidir» de­
nir, ama saat g ibi olmak ya l n ı z nezaket değildir.
Sosyal işbirliğinin temeli de buna daya n ı r. Çünkü
sosya l k ü ltür ya l n ı z bir kıra l gibi m i l letine karşı
nazik olmak demek değildir, tersine her şeyden
önce «Söz verdiğin yere zaman ı nda gel, g üvenil­
meğe layık ol, sözü nü tut, vazifeni bil! Bu d ünya­
daki top l u l u k sana rahatl ı ğ ı n ı insafsızca yenmeyi
öğretmekle vazifelidir. İ nsa n topl u l uklar ı n ı ger­
çekten yıkanlar anarşistler değil, söz ü n ü tutm ıya n,
g üven ilmez kimselerdir.»
Za m a n ı iyi aya rlamak ve kendini bu ayar­
layışa uydurmak, sonradan çıkan engel ler veya
tesad üflerle yolundan şaşmamak kuvvetl i bir ka­
rakterin, gelişmiş bir iradenin ifadesidir.

AN LAŞMALARA SAD I K KALMAN I N ÖNEMi

Ekonom i k iş hayatı nda a n l aşma lara sadı k

98
ka lma n ı n da çok önem l i bir yeri vardı r. Avrupada
s ı n ıflar arası ndaki çarpışma yüzünden, birçok
çevrelerde a ntlaşma sadakati maalesef çok geri­
lem iştir. Ü stelik sosya list teoriciler de s ı n ı f m üca­
delesinin üstünde bir ahlak olmadığ ı n ı da resmen
yay ı nladı lar. Ama biz yine de, Kızı lderi l iler ara­
s ı nda bile ahde vefa n ı n kutsa l bir şey olara k ka­
bul edi ldiğini hatırlatmak isteriz. Anlaşmaya sa­
dakat sosya l kültürün temelidir, rakipleriyle olan
a n laşmaya sad ı k kal m ıyan bir kimse, kendi ya­
k ı n lariyle olan a n l aşmalara da dikkat etmez, çün­
k ü sadakat ya kesin olarak vard ı r, yah ut h iç yok­
tur. Karakterin ana kanunu benden sözüm ü tut­
mam ı bekler, eğer kuvvetli bir şahsiyetim, şere­
fim varsa sözüm ü tutma m gerekir. Çarpışan s ı n ıf­
lar üzeri nde bir a h lak var m ı d ı r, yok m udur soru­
su tartışma l ı bir konudur. Ama ne olursa olsun, er:
keklik şerefi sözünden dönmemek demektir. Bu
yüzden prensip olarak, akla gelen bütün tezatla­
rın üstünde bu şeref vard ı r. insa n ı n ya l n ı z d üşma­
n ı na zarar vermek için karaktersiz olmağa, hakkı
da, mecburiyeti de yoktu r.

KON UŞULAN ve KON UŞULMIYAN VAİTLER

Bir anne oğ l u n a : «Sözleri nin kölesi olduğ u n u


h içbir zaman unutm a ! » der. Bu söz kendisine bir
fayda sağ lamak için kolayca söz veren herkese
söylenebi lir. Böylece insa n lar bir şey ya pmağa,
bir hizmette b u l unmağa söz verirler a m a, ası l İs­
tedikleri h içbir şey ya pmamak, bir ba lon uçurup
karş ı tarafı oya lamak, bu oya lanma arasında da
k�ndi çıkarlar ı n ı elde etmektir. Buna hafiflik ve
kaypa k l ı k denir. Sözün ü tutm ıyan kaypak bir ada-

99
ma kimse g üvenemez. Böyleleri top l u m u n adeta
d ı ş ı nda yaşar. Öyleyse verilen sözü tutmak gerek.
Dünya g üvenliği bu çeşit g üven lere daya n ı r. Mil­
letlerin hayatında da, toplum hayat ı nda da, iki
insa n ı hayata bağl ıya n sevgide de karş ı l ı k l ı g ü­
ven lazımdır.
Bir şeye söz vermeden önce biraz düşünü­
n üz. Ama verdikten sonra şunu h iç u n utmay ı n ki
siz artık serbest bir i nsa n değilsiniz, verd iğiniz sö­
zün kölesisiniz. Bu köleliğin zincirlerini kopara nlar
insa n toplu l u ğ u n u da parça l a m ış o l u r, zava l l ı bir
duruma d üşerler. Çünkü etraflarına h içbir şekilde
g üven veremezler, sözleri ka l p para gibi, h içbir
yerde geçmez, h erkes on lardan yüz çevirir.
H içbir zaman söylenmediği ha lde insanı bağ­
l ıya n, u nutu lmaması gereken vaitler de vard ı r.
Sürek li bir i lgiyle bir genç kızı h eyeca nlandı­
ra n bir delika n l ıyı d üşünelim. istediği sadece gö­
n ü l eğ lendirmektir, g ü n ü n birinde ortadan kaybo­
l uverir. Bu da veri lmiyen bir sözün tut u l ma ması
değ i l midir? Delikan l ı n ı n genç k ı za ilgi gösterip
onu ü m itlendirmeğe, sonra da haya l k ı r ı kl ı ğ ı n a
uğratmağa ne hakkı va rd ı r? l ngiliz şairi R. Brow­
ning şöyle bir hikaye a n latm ıştı: Avc ı n ı n biri uçu­
rum kenarı nda, dar bir yolda bir geyiğe raslam ış.
Hemen yere yatm ış, geyik bu a nlaşmayı kabu l
edi p avc ı n ı n üstünden atlam ış. Ama bu a rada av­
cı bıçağ ı n ı çeki p geyiğe batı rıvermiş. Burada da
kon u ş u l m a m ı ş ve yazı l m a m ı ş bir a n laşma bozu l­
m uştur değil mi? İ nsan m ü nasebetlerinde de ses­
sizce geçiştirilen birçok sözleşmeler vard ı r, bun­
ların bel l i bir zam a n ı yoktur, ama insan g üç bir
d uruma d üştüğü zam a n bir sözün, bir hareketin,

100
bir teşekkürün karş ı l ı ğ ı n ı ümit edebi lir. Bu ümit
gerçekleşmediği za man duyulan haya l k ı r ı k l ı ğ ı
imza edi l i p d e tutu l m ıya n b i r a n laşma n ı n verd iği
üzüntüden daha fenadır. Çünkü Allah naza r ı nda
konuşu lmada n veri len bir sözle, m ü rekkeple ya­
z ı l m ı ş ve noter tarafından damgala n m ı ş bir taah­
h ütname a rası nda hiçbir fark yoktur.
Gerçek sadakati a ncak sözleriyle oynam ıya n,
lakırd ı ları n ı tutarak konuşan birçok saadetleri n
ve felaketlerin bizim sözlerim ize bağ l ı old u ğ u n u
d üşünen insa n la r a n l ıyabilir.

EMRETME SANATi

Pedagoji çok zam a n ya l n ı z çocu k eğitimi ne,


oku l derslerine ait bir şey sa n ı l ı r. H a l bu ki yetiş­
kin ler üzerinde de terbiye ve idare edici bir tesiri
vard ı r.
Gürültü l ü bir muha lefete karşı devlet irade­
sinin şerefini tems i l eden bir devlet ada m ı , heye­
can l ı bir kitleyi geniş görüşlü bir taktiğe boyun
eğ meye zorl ıya n bir işçi temsilcisi, hastaları n ı n
hayat seyrini d üzen l iyen bir doktor, işçileriyle bir
a n laşmazl ı ğ ı h a l leden bir fabri katör, emrindeki
erleri iyi bir birlik h a l ine getiren s ubay, hi �metçi­
sini kusursuz iş görecek bir hale getirmek istiyen
ev kad ı n ı, pedagojik vazifeleri olan i nsan lard ır.
Böyle i nsa nlar a ncak, terbiye edici bir tesir yaptık­
ları nispette, ya ni karşı larındaki insanları zorla­
mak, tehdit etmek, s ı kıştırmak yerine, ruhen kav­
ra ması n ı bildikleri nispette soru m l u l uklarını yerine
getirmiş say ı l ı rlar.
İşte bu yüzden pedagoj i ya l n ız eğitimcilere

101
ait bir bilim deği l, bütün meslekler için yard ı mcı
bir bilimdir. işin tuhafı şudur ki, pedagojik görüş­
lerin yetişkin ler üzerine tatbik edi lmesi, ya n i me­
kanik metotta n psikolojik metoda geçiş, ilk önce
cani ler, ruh hasta ları, neurotik ler gibi normal du­
rumda olm ıyan insa n l a r ı n tedavisiyle uğraşan
kimseler tarafından yap ı l m ı ş ve denenmiştir. ira­
de telkininin büyük g üçl ükler gösterdiği, disiplin
altına a lman ı n karmakarışık bir iç h ayatı n ı n kuv­
vetli m ukavemetiyle karş ı laşt ığ ı , öte ya ndan sa­
dece meka n i k olah denemeleri n m üthiş aksi tesir­
ler ya pt ı ğ ı bir yerde insa n larla temas etmek içi n
daha yüksek seviyeli bir metoda l üzum hasıl ol­
m uştur. Hiç şüphe yok ki yak ı n bir gelecekte bu
metotlarla başka larına tesir etmek h ususundaki
bilgimiz daha çok derinleşecektir. Böyle g üç ka­
rakterlerle uğraşmak zorunda olanlar bu iyi me­
totlarla, ah laksız, h asta bir i nsanda ka l ı ntı ha lin­
de olan şeref d uygusunu, iradeyi, sosya l meyi l leri
uya n d ı rmayı başarmışlardır. Bu çeşit denemeler
norm a l i nsanlarla, isya nkar personel le, h eyeca n l ı
h a l k kitleleriyle, antisosya l bilgiler taşıya n larla
olan m ünasebetlerimizde de fayda l ı olabi l ir.
Bugün tabiat g ü c ü n ü yenme bak ı m ı ndan şa­
ş ı lacak kadar ileri gitmiş bir durumdayız. Kinetik
enerj iyi potansiyel enerjiye çeviriyoruz, potansiyel
enerjiyi büyük kuvvet işleri haline getiriyoruz.
Atom enerjisinin kuvvetli parça lama kudreti n i n in­
sani k ü ltür tekniğinin h izmetine g irmesi de pek
uzak ol masa gerek. Öyleyse bizim de, ruh g ücü­
m üzün birl eşmesine, parçalanmasına ait metotla­
rı daha hassas bir h a l e getirmemiz, b u n u dikkatsiz
ve pla nsız ya pmam ı z gerekir.

102
YEN i HAYAT ŞARTLAR! ALTINDA DİSİ PLiN
KU RMA MESELESİ

Thomas Carlyle, « istikba lin en önem l i vazi­


fesi kaçı n ı lmaz demokrasiyi aynı şeki lde kaç ı n ı l­
maz a ristokrasiyle birleştirmektir» demiştir. Bu
şöyle de söylenebi lir: İstikba lin en önemli vazifesi
kaç ı n ı l maz disiplinle aynı şekilde kaçı n ı lmaz olan
kişi nin ruh u önündeki sayg ıyı birleştirmektir. Ya­
h ut: D üzen leyici ve toplayıcı birlik prensibinin lü­
zum l u otoritesini aynı derecede l üzu m l u olan h ü r­
riyet ile bağdaştı rmaktır.
Böyle bir denkleşme henüz çok uzak görünü­
yor. Dünya h içbir za man disiplin prensibine, itaa­
te, bir d üzene tô bi olm ıya, bu devirdeki kadar
öfkeyle isyan etmem iştir. B u durum dikkatle ince­
lenirse, bu isya n ı n disipline karşı değil, tersine
şimdiye kadar bilinen metoda, yani tek tarafl ı,
baskı l ı disiplin usul üne karşı olduğ u a n l aş ı l ıverir.
Asl ı nda insan lar itaat etmekten h oş l a n ırlar, ama
hür vatandaşlar olarak itaat etmek isterler, a h lô­
ki şahsiyetler ha linde itaatten h oşlanırlar. Ta lim l i
a d a m l a r gibi, dayak yemiş köpekler g i b i itaat et­
mek istemezler.
Levenstein'in « İ şçi meselesi nin psikolojisi»
üzerine yapt ı ğ ı a nkette işçilerin en büyük d ileği­
ne ait soruya en çok ş u cevab ı n verildiğini görü­
yoruz: «Ça l ışırken insan ol·arak daha çok sayg ı
görmek!» Modern işçilerin hôtıra la rı nda da daima
veri len emirlerin söyleniş şek l inden şikôyet edilir. ·

«·Emretme k ü ltürünün» eksik oluşu işçi leri herşey­


den, iktisadi meselelerdeki ihmal lerden bile fazla
üzüyor. Bugün birçok insanlar, kölelik ve itaat de­
virlerinin bütün d uyguları ve hayal lc:iriyle birlikte

103
h ô lô ruh um uzun deri n liklerinde yaşa d ı ğ ı n ı , emir
verenlerin bu yüzden şaşı rd ı ğ ı n ı , kabalaşt ı ğ ı n ı
hô lô kavrıya m a m ışlord ı r. İ nsa n ları idare sanatı­
mız çok iyi modern d uygu l a r ı m ızla birlik ha linde
değildir, insan m ünasebetlerinde d i n çok az k u l­
l a n ı l m ıştır. Böyelce emir ve komutada enerji ha­
kim olm uş, itaat edenlerdeki ça l ı şm a a rzusu da
kaybol m uştur. H izmet eden i nsanlara karşı dav­
ran ışlarım ızda h ô l ô eski efendilik ka l ı ntı ları var­
d ı r. Emir ve kom uta ederken gösteri len egoistl ik,
kaba l ı k ise bugünkü sosya l ve h u kuki m ünasebet­
lerimize asla uymamaktad ı r.
Burada, idare eden lere karşı yap ı la n itham­
ları n ya lnız bel l i bir s ı n ıfa yönetil mesi hiçbir za­
m a n doğru değildir. Tecrübeyle görülm üştür ki kö­
tü işveren lerin çoğ u işçi l ikten yükselmişlerdir. Emir
verme mevkiinin bir h ususiyeti vard ı r, bu m evkii
a ncak derin bir iç k ü ltürü olan insa n l a r hazmede­
bilir. Bu k ü ltürü de bize ya l n ı z iyi bir terbiye vere­
bilir. Emir verme sanatı kadar bizi u m u m i ve mes­
lek h ayatına hazı rl ıyan hiçbir şey yoktur, diyebi­
liriz. Ama ne yazık ki bug üne kadar, pratikle uğ­
raşa n l a r da, teoriciler de bu mesele üzerinde pek
az düşünm üşlerdir. Meslek a h la k ı ve başarısı ba­
kım ı ndan bu kadar önemli bir mesele üzerine ki­
ta plarda da hiçbir şey yazı l m a m ı ş olması şaş ı la­
cak bir şeydir. Hele askerliğe ait literatürde emir
verme pedagojisi üzerine çok zayı f bilgi verilmesi
daha çok şaşı lacak bir şeyd ir. Çünkü askerlik mes­
leğinin bütün icraatı « Kom uta tekniğine» daya n ı r.
Yüksek rütbeli birçok askerler va rd ı r ki emir verme
sa natı d iye bir sanat olduğunu bilmez, emretmeyi
bağ ı rm a k sa n ırlar. Ancak son zam a n l a rda ilk ola­
rak, a!ikerlik mesleğ i n i n tecrübelerinden doğan

1 04
pedagojik problem üzerine bir yazı yayı nlanm ı ş­
t ı r, bu yazı bir tenkidci göziyle incelenirse bu prob­
lemi düşünmenin önemi, şimdiye kadar dikkatle
düşünülmediği, bu meseledeki bütün g üç l ü klerin
terbiye ve şahsi terbiye etrafı nda döndüğ ü a n la­
ş ı l ı r.

GERÇEK B İ R ŞEFİN VASI FLARI

Afrika kaşifi Stan ley, hayatı n ı a n latı rken bir


yerinde okuldan çıkan m odern bir gencin nefse
hakim ol mak, iradesini başkalarına aktarmak di­
ye bir şey bilmediğini, e m i r ile a z a r
a rası ndaki farkı ayıramad ı ğ ı n ı yazar. Burada em­
retme sanatı n ı n başl ıca iki faktörü gösteri liyor :
Bir tarafta n s o s y a 1 k ü 1 t ü r , öteki taraf­
tan i r a d e k u v v e t i ve d i s i p 1 i n i ,
yani kendini itaat edenin ruhi durumuna koymak
ve başka ları n ı n g ururla r ı na karşı duyulan sayg ı­
y ı şaşmaz bir emirle birleştirmek kabi l iyeti. Doğru
emir vermenin bu iki faktörden başka bir de zeka
inceliğine dayanan, entelektüel tarafı vard ı r, ve­
rilen emir iki türlü a n laşı l m ıya n, kısa, kesin bir
emir olmalıd ı r. İtaati sağ lamak için bu bilhassa
önem lidir. Bilindiği gibi iyi bir ta lim, kesin emirler
vermek suretiyle elde edilir.
İnsa n ruhu daha çok s ı k ı bir disiplinden, sö­
zünü geçirir bir a mirden hoşla n ı r, yumuşa k l ı kla­
riyle iç ve dış d üzen i n i karıştıra n .Cı m irlere karşı
h içbir m i nnettarl ı k d uymaz. Bil hassa bug ün mo­
dern ça l ı şm a tarzi nda, bu y u m uşak davra n ı ş ı n,
göz yumma n ı n h iç yeri yoktur. Çünkü bütün işler
birbirine bağ l ı d ı r, zaman ona göre ayarlanm ıştır:
Her şey kesin bir dikkat ister.

105
Öyleyse tesirli bir otoritenin kurulması için
ilk şart verilen bir emri yaptıracak kabi liyette ol­
maktı r. B u a ncak i nsa n ı n kendisini de disiplin a l­
t ı n a a l m asiyle m üm k ü nd ür. Kendisini iyi dizgin l i­
yen bir kimse, başkaları n ı daha iyi idare eder.
Ama dizginsiz m izaçl ı i nsanlar, büyük bir irade
enerjisi de o lsa h içbir otorite sağ lıya m azlar. ·

Emirlerini. m üsamahasız bir şeki lde yürüte­


bil mek için insa n ı n yara d ı l ışı nda bel li bir azim
kuvveti olması lôzı m d ı r, ama bu k uvvet çal ı şa ra k
da geliştirilebilir. Fakat azm i n emir verme g ücün ü
a s ı l i nsa n ı n kendi kendine verdiği emirler arttı r ı r.
Kom uta vermek azminin en iyi geliştirildiği yer
şahsi disiplindir. Birçok erkekler azim g üçleri ol­
d u ğ u h alde, nefislerine hôkim olamadıkları için
h içbir zaman iyi bir baş ola mazlar. Hakim olama­
d ıkları bir sesle verdikleri emirler hep isyan la kar­
ş ı l a n ı r, şah ısları ndaki disiplinsizliği çevrelerine de
geçirirler. Ancak şahsi heyeca n ları, d uygu ları ye­
nebi len, sinirleri yatıştıran, şahsi istekleri sustura n
bir kuvvet başka ları üzeri nde d üzenleyici bir tesir
yapabilir. Bir emrin kesinliği, bu emri veren sesin
kesinliğine bağ l ı değildir, ta m tersine, o emri ve­
ren kimsenin kendi istek ve za ıflarına karşı da ke­
sin bir şekilde emredebilmesine bağ l ı d ı r.
Japon subayı emir eri yemeğini getirdiği za­
man ayağa ka l k ı p selam verir. Kibar bir kadı n da
bir J a pon otelinde h izmet eden adama aynı şeyi
yapar. Bu gelenek emir vermeyi doğru a n la ma n ı n
b i r org a n ı olara k kabul edi lebi lir. · Karş ı m ı zdakin­
den yakı n l ı k, hizmet, itaat beklediğimiz zaman
sayg ıyla eğilmesini de bilmeliyiz. Emir verirken
gurur ve aza metten vazgeçmeliyiz. Şahsi h ürriye-

106
tinden vazgeçip bizim arzuları m ız ı yapa n i nsana
karşı gerçek bir sayg ı duymal ıyız.
Emir vermenin deri n psikolojisine, genç me­
m urlara ve işçilere, gerçek h ürriyetin ne olduğunu
göstermek, doğru, kesin bir itaatın, d üzens.iz bir
şahsiyeti yüksek bir h ayat hedefine yönelteceğini
a nlatmak da dahildir.
İnsa n l a ra doğru bir davran ı ş göstermek de,
bir işi gören makinelere, ô lete gerektiği şekilde
bakmak kadar önem lid ir. Vaktiyle Robert Own,
bir makinenin bak ı m ı içi n çok di kkat edi ldiği hal­
de, en m ükemmel makine olan i nsan larla çok az
ve acemice meşgu l olunduğu h ususunda meslek
arkadaşla rı n ı n dikkatini çekm işti. i nsan elektrik ve
buharla değil, ruh ile ça l ışan bir makinedir. İ nsa­
n ı n iş kabiliyeti ruh u n u n bak ı m ı na ve idare eden­
lerin kabil iyetine bağ l ıd ı r. Sosya l k ültürdeki eksik­
lik, idare edenlerin pedagojik bir şeki lde davra n­
mamaları, iyi örnekler vermemeleri yüzünden, iş­
ler kabiliyetli personel elinde bile a ksamakta, iyi
yürümemektedir. İş bilgisin i n temeli karakter bil­
g isine, karakterleri idare etme sanatına daya n ı r.
Küçük iş yerlerinde de, büyük iş merkezlerinde de,
bu temel esastı r, çünkü bir iş gide gide nihayet
insan şahsiyetine daya n ı r. Küçük bir işin bile doğ­
ru yürütü lmesi için a h lôki ve ruhi kuvvet isted iğini,
personele doğru davra n ı ld ı ğ ı za man fazla adam
k u l l a n ı lmasına l üzu m kalmadı ğ ı n ı , ça l ı şma g ücü­
nü köstekliyen ve a rttı ra n şeyi n iş. baş ı ndakilerin
hareket tarzı olduğ u n u açıkça gören bir insan, ah­
lôki ve pedagojik değerleri olan ve iş başı na se­
çim le gelen işletme ô mirlerini de gerektiği şekil-
.
de k ıymetlendirebi lir.
Bazı kimselerde « Em retme h ı rsı » denilen bir

107
temayül vard ı r, bazı şefler bir işi bütün teferrua­
tına kadar tesbit etmek isterler, her şeye karışır­
lar, her şeyi h erkesten daha iyi bildiklerini san ı r­
lar. Böylece birlikte ça l ı ştı kları insa n l a r ı n m üsta­
kil hareket etmesini, bir soru m l u luğu yüklenme h e­
veslerini önlemiş o l u rlar. Bu kusur çok defa en iyi
ve dikkatli şeflerde de b u l u n ur. Böyleleri genel d i­
rektifler vermekle yetinmezler, her işe karışmak­
tan, hep kendi bilgi lerini göstermekten hoş l a n ırlar.
Böyle ti plere bilg i l i, hamarat ev kad ı n ları a rasında
da raslan ı r. Böyle kad ı nlar ne kızları n ı, ne de h iz­
metçi lerini iyi yetiştirebilirler. Çünkü onların hiçbir
şeyi istedikleri gibi ya pmalarına meyd a n vermez­
l er.
Bunlar şef olmağa yetkili ve istidatlı değil­
d irler. Emir vermeğe değil, emir almağa layıktır­
lar, çünkü küçük şeylerin üstüne ç ı kmayı, esas işle
teferruat a rası ndaki farkı ayırm a s ı n ı bilemezler.
As ı l i d a re s a n a t ı , başka l a r ı n ı
b a ğ l a m a k d e ğ i l , k e n d i k e n d i­
n e h a reket e d ecek b i r d u r u m a
g e t i r m e k t i r . Şahsi kuvvetleri merkezleşti­
ren bir üstünl ükle felce u ğ ratmak değil, tersine bu
kuvvetleri geliştirecek, ca n land ı racak geniş ufuk­
lar açmaktır. 1 d a r e e t m e k , k e n d i s i -
n i tem s i l edecek, yorg u n l u ğ u n u
p a y 1 a ş . a c a k y e n. i i d a r e c i 1 e r y e -
t i ş t i r m e k d e m e k t i r . Bu yüzden ida re­
ciler en yüksek kontrol vazifesine rağ men, durma­
dan her şeye karışmamak, iş görme şevkini kırma­
mak için isteklerine ve aceleci liklerine gem vurmak
zoru ndad ı rlar.

108
1 - Ç İÇ EK AÇMASI ve Ç İÇ EK G İB İ KI Z

Bir g ü l fidan ı mart ayı nda başkad ı r, temmuz


ayı nda başka! Martta, g übrelenmiş bir topra ktan
yükselen ç ı plak bir fida ndan başka bir şey yoktur.
Tem m uzda ise şahane bir şeki lde aça n g ü l lerin
kokusu bütün bahçeyi kaplar!
Gübreden g ü l çıka ra n g ü l fida n ı n ı n ne usta
bir sanatka r olduğunu h iç d üşünd ü n üz m ü? Kirli,
koyu toprakta n en g üzel renkleri, en bayg ı n koku­
ları çıkarmak büyük bir sanat değ i l mi? Yahut şu
yamaçtaki menekşeye ba k ı n ız! Bu tatl ı koku, bu
g üzel ren k nereden gelm iş? Yi ne kara toprakta n.
Her bitki, toprağ ı çiçek ya pan bir işletme merke­
zidir böyle işte!
Biz insanlar çok zaman çiçeklere ve usta l ı kla­
rına bizi uta n d ı rmak fırsat ı n ı veririz. Gül koku­
sunda toprak kokusu asla h issedilmez. Bizim yü­
z ü m üz de bir g ü l d ür. Topra ğ ı m ı z da hayat. Bu
topraktan g üzel kok u l u bir g ü l çıkarmak vazifesi
de ruhum uza d üşer. Bütün tatsızlı kları, çirkinlikle­
ri, a c ı l ı kları, d uvara ası lan bir i l a n gibi hemen yü­
züm üze aksettirmemeli, üzerinde işliyerek g üzel­
leştirmeğe ça l ışma l ı d ı r. Ne yazık ki birçok genç
kızlar, ruh usta l ı ğ ı olmadan genç kızl ı k çiçeğinin
açam ıyaca ğ ı n ı u nutuyorlar!
G ü n l ü k hayatı n getirdiği kötü l ükler, öfkeler

109
- hiçbir s üzgeçten geçmeden yüzlere a ksediyor. B u
d u ru mda çiçek ve koku nereden gelebi l ir? Böyle
insanlarda toprak kokusundan ve toprak rengin­
den başka bir şey olmaz!
Hayatta ası l hoşa g itmiyen şeyler iyi bir mal­
zem e olabilir, çiçek ve kokuyu veren a s ı l kudret
bu ma lzemeyle kaza n ı l ı r. Bu yal n ız onları işlemek
usta l ı ğ ı na bağ l ıd ı r.
Öfkelend iği zam a n kendisin i kaybetmiyen,
her zamandan daha sevi m l i ve neşeli olabi len bir
genç kız toprağ ı g üle çevirmiş demektir. Din dilin­
de buna « Dünya üzüntüsü n ü geçiştirmek» denir.

110

2 - DAGLAR BOYUNCA DÜGÜN

Şimdi size erkeğe ve kad ı na a it bir şeyler a n­


latmak istiyorum. « Bu bizi ne ilgilendirir, biz da­
h a evlenmek istemiyoruz ki» diyeceksiniz. Hele bir
d i nleyin, söyledikleri m le ilgi niz olup o l m ıyacağ ı n ı
şimdi a nlayacaksı n ız. Eichendorff'un g üzel b i r şiiri
vard ı r :

Bir düğün oldu dağlar boyunca


Ötüştüklerini duydum kuşların
Atlılar geçti dörtnal, borular çaldı.
Ne sevinçli bir cümbüştü bu.

Bitiverdi herşey derken


Karanlıklar sardı her yam
Orman hışırdıyordu yalnız dağlarda
Beni m de kalbim titriyordu.

Neşeli d ü ğ ü n a layı n ı görünce şairin kalbinin


niçin titrediğini d üş ü nebilir m isiniz? San ı rım, o me­
s u t çiftin geçişini görüp kendi kendine ş u n ları sor­
d u ğ u için : Bu saadet ne kadar sürecek acaba? Er­
kek karıs ı n ı ne kadar zaman e l leri üstünde taşı­
yacak? Kar ı s ı ne kadar zaman kocasın ı n gözlerine
sevgiyle bakacak?
Düğün a layı nda g ü ler y üzle, sevinçle yürü-

1 1 1.
mek kolay bir şeyd ir. Mühim olan, üzüntü ve ıstı­
ra p içinde de, bir taraf öteki nin kusur u n u görünce
ve hayal ettiği her şeyi bulamayı nca da neşeli
olabilmektir. Birçok çiftler çiçekler ve· şarkı larla
yeni yuva larına giderken bütün h ayatla r ı n ı n · bu
d ü ğ ü n g ü n ü gibi aşk içinde geçeceğini san ı r lar.
Bir m üddet sonra d ü ğ ü n çiçekleri solar, heyecan l ı
sesler d uyulur, sonra bunlar a c ı sözlere çevrilir,
ka pı lar çarpı l ı r ve bir bahar çiçeği n i n üzerine d ü­
şen çiğ damlaları gibi, bütün sevginin, samimiye­
tin üzerine bir kaba l ı k ve kendini h a k l ı görme a r­
zusu çöker. Birçokları birbirlerinin kalbini açan
a nahtarları yeniden bu lamazlar ve ölünceye ka­
dar yaşa m a n ı n tad ı n ı a la m azlar. Yah ut ölüm dö­
şeğinde şöyle söylerler : « Ne olur d ünyaya yeni­
den gelebilseyd ik! Her şeye bam başka bir şeki lde
başlard ı k ! » İşte çocuklar, bunları size, bir gün ay­
n ı şeyleri siz de söylem iyesiniz d iye a n latıyorum .
Siz yetişkin insa n ları n ya pt ı ğ ı iyi işler kadar, ku­
surları ndan, yan ı l m a larından da fayda lanmal ısı­
nız. Böylelikle onların göz yaşları, son pişm a n l ı k­
ları da bir işe yara m ı ş o l u r, h iç deği lse sizin ha­
yatta daha başa r ı l ı o l m a n ıza yarar.
Daha önce, size d u rmadan kavga etmemek
için i nsa n ı n kendine hakim olması gerektiği n i söy­
lemiştim . Kendine h a ki m olmak kuru bir sözd ür,
a m a saadet bu kuru kelimeye bağ l ı d ı r. Çünkü
kendine h a kim olan, hayata da hakimd ir, her şe­
yi iyi liğe çevirebilir. Egoistlikleri yüzünden birbir­
lerine giren, hayatlar ı n ı cehen neme çeviren ve ay­
r ı l a n birçok evli lerin a n laşma ve iyi lik içinde ya­
şamayı bin defa tercih edecekleri ni tah min eder­
siniz değ i l mi? Yazık ki bu kolay bir şey değildir,
çünkü b u n u nas ı l yapacaklarını bilemezler, genç-

1 12
l iklerinde öğrenm iş ve ça l ı ş m ış değ i ld ir ler. Yenil­
mez öfkelerine karşı çaresizdi rler. Kendine hakim
olmak, yaşl a n ı nca, saç dökülmesi g ibi, kendiliğin­
den olacak bir şey değildir, tersine insa n ı n kendi
istekleriyle yapt ı ğ ı uzun ve cesur bir çarpışma n ı n
karş ı l ı ğ ıd ı r. İşte bu yüzden, sizi n le kendine hakim
ol mayı konuşurken, b u n u size adım başında her
şeyi yasak eden, bütün hayat sevinçlerini boza n
bir kimse gibi a n latm ıyorum. Tam tersi, kendine
hakim olm ıyan bir insa n ı n zava l l ı bir h ayat yaşı­
yacağ ı n ı söylemek istiyorum. Herhalde siz de işit­
mişsinizdir, cennete gitmek için iyi olmak gerekir.
Ama d ü nyada da bir cennet vard ır, kad ı n la erke­
ğ i n bütün kalbleriyle beraber oldukları, birbirle­
rine g üvenmenin g ü neşinde kavgasızca yaşad ı k�
ları yer de cennettir. Bu cennete a nca k gençliğin­
de i nsanlarla k ı zmadan, öfkelenmeden geçinebi l­
meyi, başka ları n ı n kusur ve za ıflar ı n ı dostça kar­
ş ı lamayı öğrenen ler girer. içinizde k ı z kardeşi olan
birisi, onunla kavga edip, kaba l ı k la r yaptıkta n
sonra birdenbire başka bir insan olabi leceğini as·
la d üşünmemelidir. Hayır, m ukadderatın ızı şimdi,
ka lbiniz henüz yumuşakken şeki l lendirmelisiniz.
Çünkü insafsızca, kabaca söyliyeceği niz, ya paca­
ğ ı n ız her şey ruh u n uza yerleşiverir, sonra bunda n
kurtulamaz, çok s ı k ı ntı çekersiniz. Şimdi kendinize
karşı kazanacağ ı n ız her üstün l ük, gelecek üstün­
l ükleri kolay laştı rır ve bir gün gelir bütün öfkele­
rinizin hakimi olursunuz. Eşinizi üzecek hiçbir ka-
ba l ık yapamazsın ı z. ,
Vaktiyle küçük bir çocuğa ne olmak istediğini
sord u m . « Baba olmak istiyoru m » cevabı n ı verdi.
Belki de baba l ığ i, ça l ışmak ve okumak istem iyen,
i mtiha n ı o l m ıyan biricik meslek sanıyordu. İ nsan

İyi İnsan İyi Vatandaş F . 8 113


parm a ğ ı na bir yüzük geçırır, İ"ta lyaya bir ba layı
yolcu l uğ u yapar, bir ev kira lar, bir saba h l ı k, bir
pipo satı n . a l ı r, böylelikle işler biter ve baba olu­
nur diye d üşün üyord u herha lde. Oteki meslek lerin
hepsi çok ça l ışmak ister, gençliğimizde bize «Ha­
yatta mesut olmak, başarı kaza n m a k için, a k l ı nızı
baş ı n ı za toplayın, iyi bir adam olmağa ça l ış ı n . »
derler. �< Bir g ü n iyi b i r baba ve sevi len b i r koca
olabil mek için kendinizi nas ı l yetiştireceğinizi bir
d ü ş ü n ü n ! » sözü yazık ki pek az söylenir.
Herkes bilir ki saadet için, şek l i n i b u l m uş bir
ruh, çok bilgili bir kafadan ve birçok marifetli par­
maklara sahip olmaktan daha önem l id ir. Evi nde
rahata ve h uzura kavuşaca ğ ı n ı bilen bir kimse,
işindeki üzüntülere ve s ı k ı ntı lara katianabil ir. Evin­
de bu rahat l ı ğ ı bu lamazsa, d ü nya n ı n en g üzel ba­
şarıları bile yuvadaki tatsızl ı ğ ı n verdiği üzüntüyü
u n utturamaz, içinden bir ses ona yavaşça : «Bu za­
va l l ı hayatta n soru m l u sensin. Birçok kita p l a r oku­
dun, bilgini i lerlettin, ama adam o l m ayı öğ rene­
medin!» d iye seslenir.
Gençlikte severek ya pı l ı p da sonra insa n ı n
hayat ı n i ma hveden a l ışka n l ı k lardan biri de k üs­
mek ve nazlanmaktır. Küsmek, özür d ilemeyi
küçüklük sayan bir kimsenin ya n l ı ş m a nada duy­
d u ğ u bir korkakl ı k ve uta ngaçl ı ktır. Bazi çocuklar
birbirleri ne g ünlerce darg ı n d urur ve bu bir ma­
rifetmiş gibi kim daha uzun konuşm ıyacak diye
ya rışmaya kalkarlar. Son unda bu kötü bir a l ı ş­
kan l ı k o l u r, bu darg ı n l ı k maskesi insa n ı n yüzüne
iyice yerleşi r ve en g üzel, en sevi m l i bir y üze bile
soğ uk bir mana verir. İnsan bundan istese de kur­
tulamaz a rtık. · Masa l ları n çoğu nda böyle zava l l ı
insanları sih.irli değ neğiyle kurtaran bir kurtarıcı

114
vard ı r. Oeğ neyini dokun unca her şey yeniden g ü­
zel l eşiverir. Ama gerçek hayatta çok zaman bu
kurtarıcı yoktur veya o da suratı n ı asan bir kim­
sedir, böylece bu iki kişi her karşı laşmada bi rbir­
lerini kötü manada büyülemiş o l u rlar. Bu oldukça
g ü l ü nç, aynı za ma nda acı, üzücü bir durumd ur.
Çünkü böyle surat asmalarla hiçbir şey d üzele-
. mez. Vaktiyle İsviçreli bir köy l ü n ün hikayesini oku­
muştum: Köyl üyle karısı geceleri uyumadan önce
dua ederlerd i. Bir g ü n bir para meselesi yüzünden
bir a n laşmazl ığa d üştü ler, a kşama kada r birbirle­
riyle hiç konuşm a d ı lar. Gece yata klarına yattık­
ları za man ikisi de kalbi çarpa rak birbirlerinin
duaya başlaması n ı bekled iler. Dua ederlerse her
şey d üzelecekti. Ama ikisi de inat ediyord u. Böy­
lece ilk defa hiç kon uşmadan uyudu lar, ama bu
bir başlangıç oldu, a raları ndaki açı k l ı k gün geç­
tikçe a rttı ve sonu nda yabancı iki i nsan . haline gel-
d iler.
Sizinle karı - koca l ı k üzerine görüşmenin se­
bebini şimdi a n l ıyorsunuz değil mi? Karı - koca lar
da vaktiyle çocu ktu lar. Bugün biçtikleri çocukluk­
ları nda ektikleridir. Sizde de böyle olacak. Henüz
vakit var, a l ı şkan l ı klarınızı değiştirebi lirsiniz, iyi
şeylere a l ışabi l irsiniz. Sonra geç k a l ı rs ı n ız, sizin
gibi a l ı şkan l ı kları n ı z da yaşlan m ı ş olacak. Haklı
da olsan ız, öfkenizi yenmeyi öğ renin, bu g üzel
d uyguyu bir kere tadarsanız artık v a zgeçemezsi­
n iz. İ nsan bu duyg u n u n verdiği zevkı, ancak az­
g ı n bir hayvana binip de onu istediği g ibi sürdüğü
za man h issedebi lir. Bunu ya pmakla, üstelik baş­
ka bir i nsanı da, masaldaki sihirli değ nek gibi iyi­
liğe dönd ürürsün üz. Sizin yüzün üz g ü l ünce o da
surat edemez. Ba rışmak istiyen bir kan - koca n ı n

1 15
i l k ad ı m ı n karşı tarafta n gelmesini beklemesi, ko­
n uşmak için zava l l ı ben l iğine söz geçirmemesi, ne
kadar acı k l ı d ı r. Bütün bunlar çocukl u ktan kalan
m ô nasız a l ışka n l ı k la rd ı r. Siz de dikkatli. o l u nuz,
böyle a lışka n l ı kları n ızı değiştiriniz, ikinci bir h uy
ha line getirmeyiniz. Kendine hôkirri o la m ıyan bir
kimse asla barış içinde bir yuva bulamaz, h iç kim­
seyi de: mesut edemez.

116
3 - TON SANAYi

Müzik derslerinde doğru tonu . b u l ma n ın ne


kadar g üç . bir şey olduğunu farketm işsinizdir her­
h a lde. Ama asıl g üç olan nedir biliyor m usu nuz?
Birisine kusurunu söylerken doğru ton u bulmak.
.
Bu niçin o kadar g üçtür acaba? Çünkü insan biri�
ne kızı nca, sesinin ton u hemen değişir, dostluğunu
kaybeder, kalbe seslenmez, çünkü kalbden gel­
mez, öfkeyle, g ururla, hodbi n likle veya üçüyle
birden söylendiği için içtenliğini kaybeder. « En bü­
yük kusurlar, birisine kusuru söylenirken ya p ı l ı r»
denir. B u n u n sebebi şudur : Birçok kimseler birisini
suçland ı rı rken, dikkati ni çekerken, aynı d urumda
kendi leri olsalar neler h issedeceklerini h iç d üşün­
mezler, karş ı ları ndaki insana kızmadan tesir ede­
cek sözleri söyliyemezler. Karşıs ı ndaki insa n la su-
. çu, kabahati üzerinde konuşurken g ücendirmiyen
bir i nsan ton sanatı n ı öğrenmiş demektir.
Ton sanatı n ı bilmemenin bir örneğini vermek
için, .bugün bütün d ünyada birçok kimseleri n yaz­
d ı ğ ı cinsten bir mektup okuyc:ica ğ ı m . Bu mektubu
bir erkek çocuk a rkadaşı na, onu kendini methet­
mekten, d urmada n . kendini a nla.tmaktan vazge­
çirmek için yazm ı ştır :

1 17
Sevgili Adolf,
Ne zamandır sana bu gerçeği anlatmak isti­
yordum. Artık sabrım tükendi. Durmadan kendini
anlatma ve yaman bir delikanh olduğunu tekrar­
lama diye sana yüzlerce defa söylemiştim. Dün
bizdeyken bu halin çekilmez bir hal aldı. Nefes
bile a lmadan durmadan kendini methettin. «Ben
şöyle yaptı m, ben bunu biliyorum» diye durma­
dan konuştun. Böyle bir arkadaşım olduğu için çok
utandım; Sen gittikten sonra annem : «Paul, bu
kendini beğenmiş çocukla niçin arkadaşlık ettiği­
ni cınlıyamıyorum!» dedi. Doğrusunu istersen bu­
nu ben de anlamıyorum artık. Bu huyundan vaz­
geçmezsen · seninle i lgimi keseceğim. Öteki arka­
daşlar da artık senden hoşlanmadıklarını söylü­
yorlar. Selamlar.
Arkadaşın
Paul
Bu mektubu a İ ı nca Adolf'un h uyu değ işti mi
sa n ı rs ı n ız? Aksine o da Pa u l'e aynı şeki lde bir
mektu p yazdı : «Sen de en az benim kadar ken­
dini beğeniyors u n . Benden daha kötü h uylar ı n. var.
Üstelik elbiselerin leke içinde. Benimle i lgini kes­
men vız gelir!»
Şimdi söyleyin baka l ı m , i l k mektuptaki ton
ya n l ışları nerededir? Birisini kötü bir h uyda n ger­
çekten vazgeçirmek için nasıl konuşma l ı ve yaz­
m a l ı d ı r?
Hemen fa rketmiş olma l ı s ı n ız ki Paul'ün mek­
tubunda a rkada ş l ı k ve sevgi tonu yoktu r. İşte bu
yüzden Adolf'a huyunu değiştirmek arzus u n u ver­
mekten çok uzaktı r. Siz de böyle değil m isiniz?
Kusurunuz kaba bir şekilde yüzün üze vurul unca

118
ka l biniz kırı l ır, içi nizde bir yük hissedersi niz, ku­
suru n uz üzerinde düşünecek yerde, a rkadaş ı n ızın
kaba l ı ğ ı n ı , k ı rg ı n l ı ğ ı n ızı düşün ürsün üz. Bunu size
bir iyil i k diye değ i l, içini boşaltmak için söylediği­
ni sa n ı rs ı n ız. Sizi sevmediği için kusurlu bulduğ u­
nu, iyi niyetli olmad ı ğ ı n ı , a n lattı ğ ı n ı z herhangi bir
olayı kendinizi m,e thetmek içi n söylediği nizi d üşü­
necek kadar kötü niyetli olduğunu d üşünürsünüz.
Pa ul'ün mektu bu nda dikkati çeken bir şey daha
vard ı r. Hepiniz bilirsiniz, bir kimseye yak ı n ların­
dan birinin öldüğ ü n ü bildirirken çok dikkatli ol­
mak gerekir. Bir kimseye kara kteri nde gerçekten
bir kusur olduğunu söylemek de ka ra haber ver­
meğe benzer. B u n u n da dikkatle, itinayla söylen­
mesi gerekir. Aksi h a lde tesiri fena olur. Bi l hassa
izzetinefsi hassas olan insa n la r üzerinde. Bunlar
kusurları n ı d üzeltmeğe hazırd ı rlar ama, kaba bir
suçla ndırma karşısı nda sendelerler. Şunu iyice bil­
meli ki bir insan kend ini saymaz, küçük görür, nef­
ret ederse yaşa makta n bezer. İnsa n ı n kendini say­
m aya yemekten, içmeden, · ışıkta n fazla ihtiyacı
vard ı r. Sizi suçl a n d ı rd ı kları, kabahati nizi, korkak­
l ı ğ ı nızı yüzünüze vurdukları zaman kendinizi bir
yoklayı n baka l ı m : Kendinizi tem ize çıkarmaya
ça l ış ı rs ı n ız. Bir şeyi korumqk için ya lan söylediği­
nizi düşün ür, yala n ı n ızı g üzel l eştirmeğe ça l ı ş ırsı­
nız. Şimdi yine d üş ü n ü n baka l ı m . Arkada ş ı n ı z söy­
lediğ iniz ya l a n ı yaka lar, sizi bundan ku rta rmak
isterse, bunu g ücendirmeden nas ı l ya pma l ı d ı r? Bu­
nu size kendinize olan sayg ı n ızı kaybettirm iyecek
şekilde söylemelidir. Ne de olsa bu sayg ı biraz ze­
delenm iştir, onun için arkadaşı n ı z size daha say­
g ı l ı davra n m a l ı d ı r. Sizi ezecek, küçü ltecek yerde
daha çok cesaretlend irmelid ir. Mesel& şöyle kon uş-

119
m a l ı d ı r : «Senin cesaretine çok şahit oldum, birçok
acı lara daya nm a n, teh l i ke lerden yı l m a m a n çok
hoşuma g itti. B u n u n için sana çok saygı m var, şim­
d i küçük bir şey üzerine d ikkatini çekersem can ı n
s ı k ı l m ı yacak san ıyorum .
« Bu n u sana ilerde hoşuna gitmiyen şeylerle
karş ı laşma diye söyl üyorum. Öyle sanıyorum ki
iyice d ü ş ü n ü rsen sen de, biraz korktuğun için ya­
lan söylediğini a n l ıyacaks ı n. B u n u a nlad ı ğ ı n za­
m a n da daha cesur kon uşmak a rzusunu kendi l i�
ğ inden d uyacaks ı n . »
B u örnekle size ne a n latmak istediğimi, siz­
den küçük kardeşlerin izi n a s ı l yetiştireceğinizi a n­
lad ı n ız değil mi? Pa l d ı r k ü ld ür, kırıcı kaba sözler­
le h ücum etmek yerine, önce karş ıdakini ruhen
ka lkı n d ı rmak, cesaret vermek, iyi ve sayg ı değer
h uyları olduğunu, bu h uy la r ı n yard ı miyle kötü
h uylard a n kolayca kurtu labileceğini söylemek la-
zı m .
Farzedelim birisine kaba l ı k v e d ikkatsizlik
yaptığ ı n ı söylemek istiyoruz. Hiç kimse terbiyesiz,
bilgisiz olmak, terbiyesizliği, bilgisizliği kabu l len­
mek istemez. Bu yüzden hatası aşırı bir şeki lde yü­
züne vuru l u nca, hemen yapt ı ğ ı iyi hareketleri ha­
tırlar, kendini b u n u n la avutur. Çünkü onun g uru­
ru ve saadeti kendisini terbiyesiz görmemeye da­
ya n ı r. Böyle bir insana terbiyesizl iğini söylemek
gerekirse; önce gururu n u okşa m a l ı , kendisine olan
sayg ı s ı n ı uyand ırma l ı d ı r. Mesela onun bu kaba­
l ı ğ ı bilerek yapmıyaca ğ ı n ı , çünkü ondan böyle
davra n ışlar beklenemiyeceği n i söylemelidir.
Şimdi kendi kendinize şunu soracaksı n ı z bel­
ki : « Bu kadar yorg u n luğa ne l üzum var? Birisine
iyi bir ders vermenin, bir defa l ı k bir tokat vurma-

120
n ı n ne zararı olabilir? O kaba l ı k ettiyse b u n u an­
la ması lôzı m . O ya la ncıysa benim b u n u nezaket­
le söylememe ne l üzum var?»
Bu itiraz akla yak ı n geliyor ama doğru değ i l .
Arkada ş ı n ı z ı n yaptığ ı kötü l ü ğ ü n bütün açı k l ığ iyle
gösterilmesine ben de taraftarım. Ama bir insa­
n ı n yapt ı ğ ı köt ü l ü ğ ü açı kça göstermek o kadar
önem li bir şey değildir, bundan daha önemlisi bu
kötül üğe on u kafasıyla, ka lbiyle de i nandı rmak­
tı r. Çünkü g ürpltüyle h içbir şey yap ı l maz. Söyle�
nen bir sözün tesirli · ol ması ancak m uhata b ı m ızı
bu işe inand ı rmakla m ü m kü nd ür. KonuŞmam ızla
g ücendirdiğimiz bir insa n ı n kalbi ni polis kuvvetiy­
le bile elde edemeyiz. Bu duruma göre insa n ların
kalbini kazanmak istiyorsak, sadece içimizi dök­
mek istem iyorsak o ka l bi sesimize iyi bir ton ve­
rerek, iyi bir davra n ışla kaza n m a l ıyız. Hoşa git­
m iyen bir şeyi gön ü l a larak söylemesini bilmeli­
yiz. Tatlı söz zehir olsa yutulur çünkü.
Öyle insa n la r vard ı r ki hemen h ücuma geç­
mek, başka ları n ı n yaptığ ı hatayı en a ğ ı r sözlerle
söylemek isterler. Sonra da her şeyi olduğu gibi
söylemek, her davra n ış ı n a d ı n ı koymak . isterler.
Sanki en kaba isim en doğru isim m iş, insan baş­
kas ı n ı n içini açı kça ve doğru olarak görebil irmiş;
bu kusuru niçin yaptığ ı n ı bilirmiş gibi. « Kendine
karşı sert davran, başka larına karşı yum uşak ol»
sözü, çok g üzel bir h ayat d üstu rudu r.
Şimdi bir i nsan ı ya n l ış l ı klardan, sabit fikir­
lerden kurtarmak için nas ı l davranacağ ı n ızı, sesi­
n ize nas ı l bir ton vereceğinizi biliyorsunuz a rtık.
B u ton u bulman ı n g üç l ü ğ ü n ü de a n l a d ı n ız. i nsan
h ayatı n ı büyük bir m üzik salonuna benzetirsek
gerçek ton sa natkô rları n ı n çok az olduğ u n u görü-

121
rüz. Çünkü bu salondaki ton sanatı bir şarkıyı ku­
sursuz söylemekten iba ret değildir, i nsanlar ara­
s ı ndaki m ü nasebetlerin g üçl üklerini de aynı usta­
l ıkla h a l letmek, g ücen dirici değil, gön ü l a l ıcı bir
ton k u l lanmak lazı m d ı r.

KEMAN DERSİ

On bir yaşı nda bir çocuk ta n ı m ıştı m . Oyun


boza n l ı k ediyor, başka ları n ı k ı zdırmaktan , can la­
r ı n ı yakmaktan hoşlan ıyor, üstelik küfür de ediyor
d iye ki mse onu n la oynam a k istemiyord u . Arka­
daşları onu şikayet etmek için a nnesine g ittik leri
zam a n evlerinin çok fakir ve perişa n olduğ u n u
görd ü ler. Annesi onlara eski, parça l a n m ı ş b i r ke­
m a n gösterdi. Oğ l u n u n m üzikten çok hoşland ı ğ ı n ı
söyledi. Ama b u keman kulağı t ı rm a l ıyan bir ses
ç ı karıyord u . Güzel sesli bir keman almağa da pa­
ra ları yoktu. Çocuklar bu h ikayeyi evlerinde an­
lattılar. Birçok ana - baba lar araları nda para top­
lay ı p küçüğe yeni bir keman hediye etmeyi, ke­
man dersi a ld ı rmayı kararlaştırdı lar.
Para topladı lar, çocuk ders a l mağa başlad ı .
B u a n d a n itibaren d e bambaşka b i r çocu k oldu.
Yüzü gözü bile değişmişti adeta. Şimdi artık onun
da sevebi leceği bir şey vard ı . Ka lbindeki buzlar
erimiş, eskiden bu buzlar a lt ı nda kalan iyi likler ve
g üze l likler ortaya çıkm ı şt ı .
A m a önceleri arkadaşları o n u n h içbir şeki lde
d üzel m iyeceğ ini san ıyorla rd ı . Hatta onun dayakla
yola geleceğini bile düşünm üşlerdi. Annesi de « Her
g ü n dayak yiyor, a m a faydasız» demişti.
Onun için ya l n ız keman faydal ıyd ı . Şairin bi­
ri « Serçe kend i şark ı la riyle hava la n ı r» dem iştir.

122
Küçük Max Sch u lze de t ı pkı böyle, kema n ı n ı n
nağ meleriyle ayd ı n l ığa kavuşm uştu. Ayak tırnağı
etine bata n kimse bunun acısı n ı çok iyi bi lir. Tır­
nak, ayakkabı dar geldiği için, . ileriye doğru bü­
yüyemediğ inden ete göm ül erek öc a l ır!
Küçük Max' ı n da birçok haya l leri, zevkleri,
sevi nçleri vard ı . Ama bunları h içbir zam.ah geliş­
tirmem işti: Hepsi içinde ka l m ı ştı. O da kendi içine
göm ü l ü p ya ba ni bir çocu k old u . Buna daya k ne
desin?

İ KİNCİ SES

Piya noyla birlikte veri len bir koro konseri n­


den sonra öğretmen : « Bugün biz çift sesle söyle­
menin i l k denemesini ya ptık. Bu kolay bir şey de­
ğ i l , değil mi?» dem işti. Çift sesle söylemenin g üç­
l ü ğ ü neredeyd i aca ba? Ses!erin birbirine karışma­
masında. Çift sesle söylemek, iki ses arasında sü­
rekl i bir m ücade le yapmak demektir. Çünkü her
zaman i lk sesin ötekini yavaşlatması, susturması,
yah ut da büsbütün kendine uyd urması teh likesi
vard ı r� İnsa n ı n çok dikkatl i olması, öbür tarafı h iç
din lemeden, ya l n ı z kendi notası n ı d üşünmesi la­
z ı m d ı r. El bette ki bu güç bir şeydir. Kendi melodi­
sinden şaşmamak, kendi sesini söylemek içi n hay­
li a l ışka n l ı k ister.
Hayatta da böyle deği l mid_ir? Başka ları
hangi şarkıyı söylerse söylesi n, insa n ı n melodisi­
ni şaşmadan söy liyebil mesi önem lidir değ il mi ?
Heyeca n l ı , ya hut gururlu bir sesle bize karıştık­
ları zaman, onların tonuna uymamak için hayli
g üç l ükler çekeriz.
iki ses li şarkı niçin söylenir? Ya l n ız ku lağa
.
123
g üzel gelsin d iye m i? Şüphesiz her şeyden çok iki
sesle daha fazla şeyler a n latı labildiği için. Nas ı l
k i bir orkestrada da çeşitli motifleri ifade için çe­
şitli a letlerden faydala n ı l ı r. Korodaki ayrı sesler
de hem söylenen parçayı zenginleştirir, hem de
daha çok şeyler ifade etmek imka n ı n ı verir. Bir
şarkıyı tek sesle d i nledikten sonra bir d e çift sesl e
d i n lerseniz ikinci sesin melodiye b i r şeyler ekledi­
ğini hissedersiniz.
Üzg ün, başarısız insa n ları h esaba katmadan
ya l n ı z kendi sevinçleri nin, kendi başarıları n ı n şar­
k ı s ı n ı söyliyen insa n la r vard ı r. Bun larda ikinci se­
sin denkleştirici perdesi yoktur. Oysa bu yüksek
perdeli, kendinden emin sesleri hafifleten, bizim
sevinçlerimizin, başarıları m ız ı n ya n ı nda yer a la n
birçok üzüntü ler, kederler, fa kirlikler; başa rı sız­
l ı klar olduğunu hatırlata n iki n ci bir ses lazı m d ı r.
Yüksek perdel i sesleri bu ikinci sesler firen ler.
İ nsanlar a rası nda biri nci sesi de söyliyen ler
vard ı r, ikinci sesi de. Bu her evde, her meslekte,
her yerde böyledir. Yine öyle i nsan lar vard ı r ki
a s ı l melodiyi söylemedikleri için, a rka planda ka­
l ı p göze görünmiyen ikinci derecede işler yaptık­
ları için sonsuz bedbahttı rtar. Böyle insa n la r ı n
ikinci sesin de birçok şeyler d uyurd u ğ un u, birinci
sesi n atlad ı ğ ı en i nce , ve h assas n üansları ikinci
sesin verdiğini bilmeleri gerekir. Demek ki ikinci
derecede bir iş gören, önemsiz bir mevkide bulu­
nan, yah ut görüşü ve kabil iyetleriyle göze çerp­
m ıya n bir insan da h ayatı nda küçük çapta iyil ik­
ler ve sadakat gösterebilir; büyüklerin, başa r ı l ı
i nsa n la r ı n şöhreti nin sarhoşluğu içinde fark ı na
varmad ı kları, yapmada n geçtikleri şeyleri d üzel­
tip tam a m l ıyabilir.

124
SAGI R ve DİLSİZ

Sağ ı r ve dilsizler m üessesesini görenler ister


istemez, «Acaba bu zava l l ı insa n la r kendi lerini na­
s ı l h issederler?» d iye d üşün ürler. İnsa n ı n başka
bir kimseye söyl iyeceği en g üzel, en tatlı şeyleri
söyliyemezler, başka birinden de böyle şeyler işi­
temezler. Anlaşmak için çok g üç vasıta lar k u l la­
n ı rl a r. H ücreleri ne h a psedilmiş mah puslar gibi bü­
yük bir imkô nsızl ı k içindedirler. Vaktiyle sağ ı r ve
di lsiz çocuklar için yazı lmış bir şiir okum uştum :
Gelin, görün, şaşırın :
Hayatları çok acı
Kiliseleri - Çansız
Şarkıları - Melodisiz·

Düşünceleri - Kapısız
Duyguları - Sözsüz
Sesleri nağmesizdir
Hayatları çok acıdır! . . .
Bu şiiri okuduğum za man, k u lakları n ı ve dil­
lerin i k u l lanmas ı n ı bilmedikleri için sağ ı r ve di lsiz
hayatı yaşıyan i�sanları d üşünürüm.
Böyle insanlar ya l n ı z kendileriyle meşgüldür­
ler, ya l n ı z kendi lerini ilgi lendiren şeyleri din ler­
ler, kendilerini ilgilendirmiyen bir şey söylenirse
h emen ku lakları sağ ı r olur. Yemeğe çağr ı l d ı kları­
n ı çok iyi duyarlar, ama a n n·eıeri çok yorgu n ol­
d u ğ u n u söyler, yard ı m . isterse usta l ı kla duyma­
mazl ı ktan gelirler. Ancak ku laklar ı na davul ça la­
rak bildiri len bir a rzuyu d uya rlar, yavaşça uta na­
rak rica edi len bir şeyi işitmezler. Kardeşlerini k ı r­
d ı kları n ı, g ücendirdi klerini a ncak yüksek sesle ağ­
l a d ı ğ ı zaman farkederler, ses çıkarılmazsa ya p­
tıkları kaba l ı ğ ı hissetmezler bileı. Orma n larda do-

. 125
laşır, kuş tutmağa ça l ı ş ı rl a r. Kuşların · ötüş ündeki
b ütün ton ları fa rkederler, çağ ı rıyor m u, korkuyor
m u, hepsini a n larlar. Ama ku lakları n ı h içbir za­
man insan sesine göre ayarla mazlar, burada ta,
m a m iyle sağ ı r olurlar. Kulakları i nsan ruhunda n
bir ses duyurmaz onlara, insa n la r ı n ruh d u ru m u­
n u kulaklariyle fa rkedemezler, bu yüzden nas ı l
davranacakları n ı da bilemezler, böylece sağ ırlar
gibi ça resizdi rler. Bunlar içi n de ayn ı şeyi söyle­
mek, «Ah hayatla rı ne acı ! » demek yeri nde olmaz
mı?
Hepiniz işitmişsinizdir, Kızı lderi lilerin kulakları
çok hassastı r, k u lakları n ı yere koyu nca çok uza k­
ta n gelen nal sesleri ni d uya rlar, ya prakların h ı�
ş ı rtısından bir insa n ı n yaklaştığ ı n ı hissederler. Bu­
gün bizim böyle şeyler öğ renmemiz lazım değ i l .
A m a ku lağ ı m ıza bazı usta l ı k lar öğ retebi !seyd ik
çok iyi olurd u ! Mesela kulağ ı m ıza bir yabancı n ı n
sesinden ka lbinin içi ndeki leri dinliyecek kadar
h assas olmayı öğretebi lseydik, bu sesin ton unda n
sahibinin üzünt ü l ü m ü, sinirli mi, k ı rg ı n m ı , neşe­
siz mi; yorgu n m u veya heyecu n l ı m ı olduğ unu
a n l ıyabi lseyd ik ne iyi o l urdu! İ nsan bunu kolayca
öğrenebil ir. Ya lnız dikkat etmek, hiçbir şeyi kaçı r­
�amak lazım. Tıpkı tiyatro sa natka rları n ı n kalbin
türlü Wrl ü d uyg u l a r ı n ı sesleriyle vermek için can­
la başla ça l ı şmaları gibi. Bu duyg u l a r ca n l a nd ı rı l­
masayd ı h içbir piyes sahneye konamazd ı . Mesela
korkak veya kendini beğenmiş bir tipi ca n landı­
ra n sanatkar, kendi kendine : «Acaba kendini be­
ğenmiş veya korkak bir insan nas ı l konuşur?» di­
ye d ü ş ü n ür, öy le koiı uşmağa ça l ı ş ı r. Kızı lderi l i ler
kulakları n ı kul lanmas ı n ı d üşman ları öld ürmek ve­
ya va kti nde kaçma k için öğrenirler. Biz de sevdik-

126
lerim izi istemeden üzmemek veya s ı kmamak içi n
öğrenmel iyiz. Bir kimsenin başka larına . rah atsız­
l ı k ve yorg u n l u k verd iğini kend iliği nden a n lama­
ması, ka rşısındakini öfkeyle söyleti nceye kadar
beklemesi Jı azin bir şey değ i l midir?
Hoşla n d ı ğ ı m ı z bir şey söylendiği za man bu­
nu karş ı m ızdakine n a s ı l a n latmal ıyız acaba? Me­
sel& biri birçok kimsel erin içinde arkadaşı n ı çekiş­
tirir veya on u n okulda nas ı l ceza la n d ı r ı l d ı ğ ı n ı a n­
latırsa nas ı l davra n ı l m a l ı d ır? Çok za man « O bu­
na içerlerd i » denir. Çünkü onun sesi nde, kendisi ni
üzd ükleri için içerlediği açı kça h issedi lir. Kulağ ı
h assas olan lar daha. bir h ikayeyi a n latırken ora­
da söylenen sözlerden bu h ikayen in karşısındakini
üzeceğini h isseder ve hemen sözü değiştirirler. Sa­
ğ ı rlar ise h içbir şeyi farketmeden, konuşmalariyle
d urmadan karşısı ndakinin üzüntüsü n ü arttırı rlar.
Böyle hal lerde insan en iyi arkada ş ı n ı bile kaybe­
debi lir, yeni arkadaş lar da kaza nabilir. Bam baş­
ka bir işi olan yorg u n ve sinirli bir i nsa n ı sual ler
sora rak, bir şeyler istiyerek sıktı ğ ı m ızı farketmek
g üç bir şey değ i ldir : Hele hasta ziyaretinde çok
tetik davra n m a m ı z, hasta n ı n yorg u n l uğ u n u ondan
daha önce a n la m a m ız gereki r. T ı pkı görün ürde
bir şey ol madan nal ses lerini işitebilen Kızı lderi li­
ler g ibi. Öyle insa n la r da vard ı r ki ça l ı ş.tıkları bir
s ı rada, ya hut tam sokağa ç ıkarken gelen bir mi­
safiri bile g ü ler yüz:e karş ı la rlar. Ama kulağı iyi
işiten insan bu dostça karşı lanmada, g üzel sözler­
de bir zorlama ve uta n m a olduğ u n u farkedebil ir.
Bunu farketm iyenler ise, karşısında ki içini çekse,
e�nese, hatta doğruda n doğruya son g ü nlerde çok
işi olduğunu söyl ese de saatlerce otu rurlar. Kulağ ı
bu şeki lde terbiye edilmem iş ola n la r h içbir za man

127
gerçekten k ültürlü ve kibar bir insan olamazlar.
Kulakları m ı z şa pka larım ızı aşağ ı kayd ı rmamak
için yaratı lmam ıştır, bize d ı şardaiı haber a l s ı n lar
d iye ya rat ı l m ı ştır. Bir yerde sevgiye rni . ihtiyaç var,
g üzel bir söz mü söylenmesi lazım, ca gda n bir el
s ı k ı ş ı m ı, özür dilemek mi, yoksa çekilip g itmek
mi, kulakları m ı z bütün bunları bize vakti nde ha­
ber vermekle vazifelidir.
Şimdi de di lsizler üzerine birkaç söz söyliye­
lim : «Sözsüz d uyg u l a r ve nağmesiz sesler» m ıs­
ra ı onlar için yazı l m ıştı r. Bu m ısra gerektiğ i za man
dostça, teşekkürle konuşması n ı b i l m iyen, çok sa­
d ı k ve içten duyg u ları açıklamak için kendi lerini
yormak istemiyen i nsanlar için de söylenebil ir.
Bun u n sebebi biraz tem bellik, biraz da utan­
gaçl ı k veya a l ışkan l ı ğ ı n eksikliğidir. Bir yere ça­
ğ ı rı l ı p da çok eğlendikleri zam a n ayrı l ı rken ya l­
nız kuru bir «Allaha ısmarladık!» veya en çok «Te­
şekkür ederi m ! » diyebilirler. Uta ngaçl ıkla rı nı, tem­
bel l iklerini yenip de ev sahibine g üzel vakit ge­
çirdiklerini, hoşlandı kları şeyleri h içbir zam a n söy­
lemezler. Hoşla nmadılarsa söylemeyebil irler ama,
gerçekten hoşlan d ı la rsa b u n u açık açı k söyleme­
mek neden? Acaba bu d ünyada samimiyet böyle
şeylerin söylenmesine l üzum h issedilm iyecek ka­
dar fazla m ı ? Ben hiç de böyle görm üyorum, ter­
sine belki. Böyl e bir sözü d uyan bir i nsan asla
u n utm uyor, okuldan a ld ı ğ ı iyi karneyi saklıya n bir
öğrenci veya nişa n l ı sı nda n gelen mektubu kalbi­
nin üstünde taşıyan bir genç gibi, o da bu içten
sözü kalbinin, hafızası n ı n en derin yeri nde sa k l ı ­
yor. Başka ları ndan duyduğu acı sözlerin tesel l isi­
ni bu sözde b u luyor. Üzüntü l ü, h asta, yah ut sevdi­
ği birisini kaybeden i nsanları teselli edecek, i lgi-

128
mizi gösterecek sözler söylemeyi ne çok u nuturuz.
Di lsiz g ibi, taş kesi l m iş bir halde olduğumuz yer­
de ka l ırız. iyi bir şeyler söylemek isteriz a ma, ne
söyl iyeceğimizi bilemeyiz, susmayı daha uygu n
buluruz.
Oysa teselli edici bir söz insa n ı n acısı n ı ha­
fifletir. Ya l n ı z biraz d üşünmeli, karş ı m ızdaki ni na­
s ı l tese l l i edeceğimizi araşt ı rma l ıyız. Sonra da he­
men söylemeliyiz. Birkaç söz, herhangi bir şey,
ama m iskince bir susuşla değil, kalbimiz de, sesi­
miz de iyi likle dolara k. Bazı insa n lar çok yolcu­
luk yapar, dostları ndan, yak ı n larından ayrı l d ı k ları
içi n çok üzülürler, ama bu üzüntü l erin lafı n ı bile
etmezler. Geride ka lanlar da hasretliğin ona g üç
gelmediğini, ayrı l ığa kolay daya n d ı ğ ı n ı san ı r lar.
Ama bu üzüntüden bir kerecik olsun bahsetmek
h iç de g üç deği ldir. « Bu yolcu luğa seviniyorum,
ama 's en ya l n ı z ka lacaks ı n d iye üzg ü n ü m . Senin
yok l u ğ u n u çok hissedeceğ im. Seni çok özliyece­
ğim. Daha şimdiden b u l uşmam ızı d ü ş ü n üyorum»
denebi lir. Geride kalan ayrı l ı k m üddeti nce bu söz­
lerle yaşar, kendisine bu kadar bağ l a n ı l d ı ğ ı için
gurur d uyar. Öyleyse bu kadarcık bir şeyi niçin
söylememeli? Yahut da birisini üzd ün üz, haksız­
l ı k ettiniz, bunu gayet iyi bil iyorsunuz ama ken­
dinizin de üzüld üğ ün üzü, kütü bir niyetiniz olmadı­
ğ ı n ı söylemiyorsunuz. Böyle h a l lerde birçok i nsan­
lar konuşmazlar, karşısı ndakinin öfkesi geçince­
ye kadar beklemeyi daha uyg u n bul urlar. Yazık
ki her za man bu öfke geçmez, bozan bir zehi r gi­
bi bütün ruhu kem irir, sevgiyi öld ürür. Bütün bun­
l a r ı n sebebi de o d ilsiz olmak, konuşmamaktır.
Ağzı m ız bize yemek yemekten daha iyi bir şey
içi n veri l m iştir, g üzel şeyler söylemeğe a l ışt ı r ı rsak

İyi İnsan iyi Vatandaş F . 9 129


ağzı m ızın biçimi de g üzel leşir, tatl ı d i l i n yerini h iç­
bir şey tutmaz çünkü. Bu bakımdan tembel bir di­
l im iz o l m a m a l ı . Sevdiğim izi, sayd ı ğ ı m ızı, teşek­
kür d uyduğ u m uzu karş ı m ızdakine d uyurma l ıyız.
Bunu öğrenmeliyiz, çünkü bu g üzel ve insa n ı me­
sut eden bir sa nattır. Başkaları n ı sevindirmek için
piya no, kema n ça lması nı, şarkı söylemesini de öğ­
renm iyor m uyuz? Öyleyse dostça kon uşmayı ni­
çin öğrenmiyelim? Üstelik insan konuşurken kendi
ka l b i n i n şark ı ları n ı söyler, piya noda ise başkala­
rı n ı n bestesini ça lar. Bütün mesele buna bir qefa
başlamakt ı r, sonra kendiliği nden olur. Ka laba lı­
ğ ı n önüne i l k defa çıka n bir ses sanatkarı m üthiş
bir heyecana ka p ı l ı r. Ama bunu atlatı nca korku
kal maz a rtı k. i nsan kendini dostça bir söz söyle­
mek için zorla d ı ğ ı zam a n da böyledir. Önce ce­
saret edip denemek lazım. Yoksa h içbir zaman ,
sanatkar olamaz: i nsan dili nde bir acemi olarak, .
dilsiz bir insan olarak ka l ı r. Aşağ ıdaki şiir bizi bu
yolda uya n d ı rmak içindir:
Sevgiden yana varsa bir sözün
Kopar bir yaprak gibi
Kalbinde sakla.ma
Büyük acıların iyiliği için
Dünya kötü lük dolu
Orta lık geçilmiyor yaradan
Kalbden taşan bir söz
Bir kalbi iyi ediyor bazen.

iYi FAZİLETLER, KÖTÜ TEN KIDLER


Birçok kimseler kalblerinde iyi likler taş ı rlar,
ama bu, iyiliği d ı şarıya a ktarmas ı n ı bi lemezler.

130
Dünya ile olan a l ı şverişlerinde bu iyi liklerden pra­
tik olara k fayda lanamazlar. iç olgun l uğ u n u n h a­
reketsizliği içinde iyi tarafları n ı d ışarıya yönelte­
mez, m u h teva n ı n şekle, samimiyetin söze geçiril­
mesini başaramazlar. Bir de bam başka bir şekil­
de d üzen lenmiş insa n l a r vard ı r, hayatları daha
kolayd ı r, yukarda a n lattığ ı m ız tiplerden daha çok
başarı kaza n ı rlar, bunlar iç durumlarına göre ya
aşa ğ ı l ı k d ünya n ı n h ükmettiğ i inasnlard ı r veya h iç
kara kterleri yoktur. Ama gözlerini bu d ü nya ni­
metlerine d i ktikleri için bütün dikkatleri ni bu yöne
verirler ve başka ları n ı rahatsız ederek etrafta bir
a ntipati uya n d ı rmazlar. Tersine her yerde hoşa gi­
den bir şahsiyet olurla r, gerçek kara kterlerini, a s ı l
düşünceleri ni usta l ı kla ma:.kelemesini bilirler, çok
zaman iyi bir tahsil g örmeleri de işlerini kolaylaş­
t ı r ı r.
Böyle tiplerin hayat yol u da, başarı ları da
kolayd ı r, çünkü topl u m a çok kolay uyarlar. i l k
söylediğimiz tipler ise iyiliğe, g üzel l iğe, doğruluğa
karşı sonsuz bir hasret; ya pmacığa, ya l a nc ı l ı ğa
karşı da sonsuz bir nefret d uyarlar. Böylece ta­
biatlarına uym ıya n şeylere sinirlenirl er, geçim le­
ri g üç insa n la rd ı r. O n lara söylenecek şey şudur :
Biz topraktan yarat ı l m ı ş i nsa n larız, bu fa ni vücut,
geçici bir zam a n için A l lah ı n büyüklüğünü taşı­
makla vazifeli, çevrem izdeki kem a l i n i b u l m a m ı ş
insa n la rla yaşa m a l ı , içimizdeki iyi lik lerin bize d ı ş
d ünya ile a l ı şverişlerim izde kendimizi kap ı p koy­
vermek hakk ı n ı verdiğine inanmamalı, şeki l leri
bak ı m ı nd a n eksik olan m ünasebetlerimizin iç asa­
leti ile giderileceği ne inanmal ıyız. i nsanları tanı­
m aktan h içbir zarar gelmez, aksine iyi lerin fena­
larla karş ı laşması fayd a l ı bir şeydir. Bunu yapma-

131
mak fenaların daha fena olmasına ya rd ı m etmek
demektir. Onlara iyi liğimi zi göstermeli, iyi yola
getirmeğe ça l ışmal ıyız.
İ nsan d ü nya ile olan i.lgisini hiçbir zam a n
kesmemelidir. Kesmek Tan rıya karşı gelmek de­
mektir, biz bu dünyaya, ta nrısal bir h ayat yaşa­
mağa gelmedik, hayatı olduğu gibi bütün gerçek­
leriyle yaşamak zorunday ı z.
Çok hareketli ve d üzen l i bir kadı n la evl i olan
büyük fazi letlere sahip bir erkek sonunda boşan­
mak zoru nda kaldı lar. Çünkü kad ı n kocası n ı n fa­
zi letlerinden doğan titizliğe, tenkid lere, k ı l ı kırk
ya rmas ı na dayanamadı. Ama ayr ı l d ı kta n sonra
bu faziletleri sayg ıyla hatırlad ı . Yeniden evlendi.
iki yıl geçince de aynı sebepler yüzünden yine ay­
r ı ld ı lar ve a rtık birleşmediler. Bu satı rlar ı n yaza rı
bu zava l l ı karı - koca n ı n hikayesini hatı rlad ı ğ ı
için gençlerin gözünü açmak, gerçek hayattan bir
örnek vermek lüzu m u n u d uyd u. içinizdeki iyi ve
fena h uyları çok geç kalmadan bir d üzene koyu­
n uz.

BAŞTAN ÇI KMAGA KARŞI KOYMAK

Vaktiyle bir adam k ı rala gidip başta n ç ı k­


m aya nas ı l karşı koyaca ğ ı n ı sordu . Kıral ona ağ­
zına kadar zeytinyağiyle dolu bir fıçı verdi, bu fı­
çıyı şeh rin bir kapısından öteki kapısına kadar bir
damla yağ dökmeden taş ı m a s ı n ı em retti.
« Eğer tek bir damla dökersen baş ı n kesile­
cek.»
Ada m ı n yan ı na yal ı n k ı l ıç iki gözcü verildi,
bunlar bir d a m la yağ dökü l ü r dökülmez kel lesini
uçuruvereceklerdi.

132
Bir pazar g ü n üyd ü, şehrin her yan ı satı cı tez­
g ô h lariyle, insan larla dol uydu, adam fıçıyı taşıya­
rak yürüdü. Hem de ne dikkatle. Bir damla yağ
dökü l medi.
Geriye geldikleri zaman kıra l « Peki, şeh i rde
ne var, ne yok?» diye sordu . « Kim leri gördün?»
« H içbir şey görmedim, efendim. Akl ı nı fik­
rim yağdayd ı . »
« Şimdi baştan ç ı km am a n ı n çaresini b u l d u n
işte. A l ıa h a da, fıçıdaki yağa bakt ı ğ ı n dikkatle
bak. O za man hiçbir şey seni başta n çı karmaz.»
Bu basit olduğu kadar m ô n a l ı bir öğ üttür.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki bütün olaylar ki­
şiyi de, m i l letleri de baştan çı karm a k, basit ve
sağ lam gerçeklere bağ l ı ka lmakta n a l ı koymak
için el ele verm işler. Eğlence yerleri bizi çağ ı rıyor,
« Buyurs u n la r efend i m ! » Her şeyin ne kadar süre­
ceğ i n i kim bilir! Devlet ada m ı na d üzenbazlar yak­
laşıyor, yolsuzluk yapması için kışkı rtıyorlar, mil­
yon ları kurtarmak için ka lp para basması n ı söy­
l üyorlar; iflôsiyle bütün d ü nyayı sarsacak bir ma­
liyecin i n kafa s ı na en son dakikada bir şeytan gi­
rip, « Bir ma nevra çevirebi lirsen her şey d üzelebi­
lir, sorum l u l uktan kurtu l ursu n, bu da yala na, da­
lavereye değer,» d iye fıs ı ld ıyor.
Evl i l ikte bed ba ht olan ve saadetlerini a ncak
bağları n ı kopard ıkları zaman bulacaklarına ina­
nan insan lara baştan çıkmak çok çekici gelir. « Ha­
yat baş döndürücü bir h ızla geçiyor, vazgeçmek,
sadaka t, kanun ne demek, eline geçen fırsatlar­
dan fayda lan!» diye d üşünürler.
Başta n çıkmak, yoldan çıkmak demektir. İ n­
san bir kere yol u n u şaşırdı m ı a k l ı n ı başı na top­
layı p da geri dön mezse bir daha dönü � yoktur

133
a rtık, günah lar içine, yalan lara, uçuru m l a ra doğ­
ru bir yuvarla n ı ş vard ı r. Bunu ya l n ız ya psa iyi
yine, ama başka larnı da s ürükler. Hiçbir fena l ı k,
h içbir başta n çıkış ya l n ız kal maz, ergeç etrafa da
yay ı l ı r, ihanete, çözüntüye; kopuntu lara yol açar.
Baştan çıkmak demek vücudu da, ruhu d a köle­
leştirmek demektir. Ruh köleliğe, d ı şardan gelen
davetlere karşı koyamad ı ğ ı için d üşer, vücut ise
başta n çıkan a rzu ları n kölesidir, bu kölelik onu
m ahveder, yüzü çöker, sağ l ı ğ ı n ı kaybeder. Bu d u­
ruma d üşmemek için gözlerimizi büyük bir ışığa
çevirmek, yaba ncı pırı ltı lara aldanmamak. lazı m-
dı�
Hayat ı n karış ı k pazar yerinde gözün her a n
yağ fıçısı nda o l m a l ı, sağa sola bakma m a l ı s ı n, a k­
si halde mahvolursun. Gözlerini eğ lence paviyon­
larına çeviren, çağ ırışlarına kulak veren insa n, on­
ların köleliği ne, mahvol m a yol u na girmiştir artık.
«Al lahtan korkmak» sözünün manası çok derin­
dir. Allah korkusu, insa n ı bu türl ü köleliklerden
kurtara n, bug ün politikada, ticaret h ayatı nda, ev�
l i l i kte birçok örnekleri ni görd üğ ü m üz çözüntü leri
ö n l iyen, bizi firen l iyen, baştan çıkmakta n koruyan
bir korkudur. Bu korkuyu en iyi ma nasiyle d uya­
lım.

KÜÇ Ü K YOLSUZLU KLARIN BÜYÜ K TEHL1 KELERİ

lsviçreli büyük terbiyeci Pesta lozzi şöyle bir


h ikaye a n latm ı ştı : Vaktiyle cesur bir köy l ü kızı
ta n ı d ı m . Zengin bir a i lenin yan ı nda çal ı şıyor, a ma
çok az para kaza n ı yordu. Bu parayı da kendisine
sakla m ı yor, yeni bir el bise bile a lmadan, olduğu
g ibi a n nesi ne yol l uyordu . Çok bilmiş bir kad ı n

134
olan başka bir h izmetçi, genç kızla ahbaplık e�e­
rek, bu kadar g üzel bir kızın böyle paçavra lar
içi nde gezmesinin yazı k olduğunu söyledi. Kız da
parasını a n nesine yolladığ ı n ı a n lattı. Hizmetçi ka­
d ı n genç kıza ihtiyaçları n ı başka yol la rda n sağ la­
ması n ı tavsiye etti. Kız ürpererek gerilediği zaman
da büyük bir h ı rsızl ıkla ufak tefek şeyler aşırmayı
birbirinden ayırmak gerektiğini fısı ldad ı . i nsan
efendileri farketmeden bir şeyler alabi lir, buldu­
ğ u şeyi geri verm iyebilirdi. Köy l ü kız « Ben hanı­
m ı m a odada bulduğ u m saç tokas ı n ı bile veririm»
ded i. Kad ı n onunla a lay etti. « Bu d ü rüstlük köpe­
ğine senden daha çok para veren h a n ı m ı n için
mi? Avuç dolusu parayı bir gecede harc ıya n efen­
din için mi? Saç tokalarını böyle insa nlar için m i
topl uyorsun? Sen a pta ls ı n ! » diyerek çeki lip gitti.
Kız ilk önce kendini tutmağa ça l ıştı, ama sonra
gözünü açı p da efendi lerinin nası l para harcad ı­
ğ ı n ı görünce, a nnesin i n fakirliğini, yırtık pırtık el­
biseler içi nde dolaştı ğ ı n ı, üstelik efendi leri nin üs­
tüne başı na bakm ıyor diye onu azarladıklarını
düşün ünce, evde evri len bir ziyafette bulduğu g ü­
zel bir yüzüğü vermedi, satmağa karar verdi. Ama
bu çok kıymetli bi.r yüzüktü, d ükka nc ı l a r nereden
bulduğunu sordular, kızın şaşkın, heyeca n l ı ha­
linden yüzüğü ça ldığ ı n ı sandı lar. Polise verdi ler,
kız h a pse girdi, büsbütün düştü . Oysa bu kız na­
m us l u bir kızdı, kimseyi m a l ı ndan etmek istem i­
yord u. «Yüzüğün sah ipleri nasıl olsa zengin in­
sanlar, kaybettikleri bir yüzüğ ü bulmazlarsa h iç­
bir şey değişmez» diye d üşünm üştü; vaktiyle o
h izmetçi kad ı n onu nl a konuştuktan son ra, karşısı­
na iyi bir insan çıkıp : « Kızım sen başka la r ı n ı n na­
sıl para sarfettikleriyle i lgi lenme, onlara ait bir

135
şeyi a l d ı ğ ı n zaman zarara uğrarlar m ı, u ğ ra maz­
lar m ı diye d üşünmeğe de hakk ı n yok. Sen a ncak
h ı rsızl ı ğ ı n başkalarındqn çok sana zarar vereceği­
ni d üşünmelisin. Çalan insan her şeyden çok doğ­
r u l u ğ u n u ça lar. Doğ r u l u k d uygusu o l m a d ı ğ ı za­
man da artık h iç ki mse ona g üvenemez, herkes
ondan kaçar, evinden, ya n ı ndan uzaklaşt ı r ı r. Bu
y üzden bulduğun saç toka ları n ı bile geri verdiğin
için sana « a pta l !» denemez. Çünkü burada m ühim
olan, han ı m ı n ı n o toka ları kulla n ı p k u l la nmaması
değ ild ir. Senin en küçük şeylerde bile doğru l u k­
tan ayr ı l ma m a nd ı r. Senin bütün saadeti n bu
küçük toka ları a l ı koymamana bağ l ıd ı r. Çünkü
küçük şeylere önem vermiyen bir insan h ayatı n
.en büyük gerçeğini bilmiyor demektir :' Büyük şey­
ler, k üçük, önemsiz şeylerle başlar. Bu bakımdan,
nam usu n büyük şeylere bağ l ı olduğunu, küçük
h ı rsızl ı k l a r ı n nam ussuzl u k say ı l m ıyacağ ı n ı d üşün­
mek deli liktir. Namusun ça l ı nan şeyi n büyüklüğü
ve küçük l üğ ü ile i l g isi yoktur. i nsan ya namuslu­
dur, ya değ i ldir, seni n ve benim m a l ı m arasındaki
farkı ya bilir, ya bil mez. El lerin, gözlerin başka la­
rı n ı n m a l ı n a uzanmama l ı d ı r. Çünkü senin bütün
şerefin elinin ya n l ı ş bir hareketiyle kirlenebi lir»
demiş olsayd ı zava l l ı kız bu duruma d üşmezdi.
Dünya yuvarlağı üzerinde Afrika ile Ameri­
kaya bir göz ata l ı m. İki büyük Okya n usla ayr ı l ı­
yor. Okyanusu geçen ve Afrikaya ayak basan bir
kimse ayak bast ı ğ ı yer kıta n ı n en uç noktası da
olsa artık Amerikada değil, Afrikadad ır. Ameri­
kayla onu.n arasında, koskoca bir okya n u s vard ı r.
Namusl u l u kla namussuzluk arasında da tıpkı böy­
le koskoca bir okya n us vard ı r. Bu okyanusu bir
adım bile aşa n bir kimse a rtık namu ssuz say ı l ı r.

136
En küçük hareketlerim ize bile dikkat etmek,
yan ı lmamağa ça l ışmak lazı m . Dikkatsizce ya pı­
lan bir · iş temiz a d ı m ızı kirletiverir. Başka ları n ı n
m a l ı na el uzatmak her şeyden çok, kendi nam usu­
na e l uzatmaktır.

AT A H I RI N DA NE ÖGREN İLEBILİR?

Bir g ü n seyisi n biri « Bu atta n hayır gelmez


a rtık!» dem işti. Söylediği at g üçl ü kuvvetli bir hay­
va n d ı . Ama h iç kimse ona binmek istemiyordu.
Çünkü çok h uysuz bir hayvand ı , üzerindekin i atı­
yor, ağaçlara çarpıyor, yan ı na yanaşa n ı çiftel iyor­
d u . Bu ata yem getiren her seyis bağ ı r ı p çağ ı rı­
yor, burn u na vuruyordu. Tavla çavuşu ise ma nej­
de bir saat s ı rtı nda kalmayı, sıçra ma s ı na, h uysuz­
laşmasına rağmen yere düşmeyi bir şeref sayıyor,
hele seyirciler olduğu zam a n büyük gurur d uyu­
yordu.
Bir g ü n bir yabancı geldi, bu attan çok hoş­
landı, onu dört haftada terbiye edeceğini, kuzu
gibi ya pacağ ı n ı söyledi. Herke sonu kamçı lamayı
ve mahm uzla mayı binici lik öğertmenlerinden daha
iyi bildiğini sand ı . Ama hiç de d üşündükleri
gibi değildi. Atı eyerledikleri zaman tatl ı tat l ı ko­
n uşara k ma nejde dolaştı rd ı ve birden üstüne at­
layıverdi. Hayva n bir, iki sıçrayış ya ptı , kamçı lan­
s ı n diye beklemişti. Ama kamç ı lanmadı. Yal n ı z çe­
lik ba ldı rlarla ileriye doğru sürüldü. Kamçı da
yok, mah muzlamanma da, azar da. i ki hafta
böyle geçti. At tan ı nm ıyacak kadar değişmişti.
Kendisine baka n insan gibi dikkatli ve uysa l ol­
m u ştu.
Attan a n l ıyan l a r ı n hepsi aynı şeyi söylerler.

137
N etekim Ara p atları da, Ara plar hayva n lariyle
dost gibi konuştukları için o kadar asil d uruşlud u r.
Kötü davra n ı ş en asil atı bile h uysuzlaşt ı r ı r. İyi ve
nazik bir davra n ış da en yabani atı bile yum uşa­
t ı r. Bundan ş u sonucu çıkarabi l iriz : Gerçekten
iyi bir davra n ı ş asla za ıf değ i ldir, tam tersi en ka­
ba seyislerin 'başa çıkamad ı ğ ı hayva n ları bile uy­
sal laştıran büyük bir kuvvettir. Tatl ı d i l i n yapıcı­
l ığ ı na ina n m ıya n la r, sonunda bunu at a h ı rı nda
öğrendiler.

CUMH UR BAŞKAN I LINCOLN

Amerika Cumhurbaşkan ı Lincoln bir gün at­


la k ı rlarda dolaşırken, batağa batm ı ş bir dom uz
görd ü. Dom uz boğ u l ma teh likesi geçiriyor, kurtul­
mağa savaş ıyord u. C u m h u rbaşkan ı atından indi,
domuzun kurtu lmasına yard ı m etti. Bunu yapar­
ken el biseleri d e epeyce ça murland ı . Bu h ikôye
d uyu l unca, herkes bir Cumh urbaşka n ı n ı n domuz
yüzünden bu kadar s ı k ı ntıya girmesine şaşı rd ı .
Lincol n : « Ben bunu ya l n ız domuz içi n yapmad ı m ,
biraz da kendim için yaptım . » dedi. Ne demek is­
tiyordu acaba? Yaptığ ım ız bir iyiliğin ya l n ı z baş­
kas ı na değ i l, bize de faydası olduğ u n u söylemek
istiyord u. Çünkü batakta n kurtul m a k için çaba la­
m as ı na göz yum saydı, içindeki merhameti, birli k­
te h isseden d uyguyu susturmuş olacaktı.
Bir can l ı n ı n acı çekmesine kendim izi a l ı ştır­
mama l ıyız. Acı mak demek, birlikte yaşamak de­
mektir. Merhametini kaybeden i nsan a rtık yaşa m ı­
yor demektir. Linco l n domuzun boş yere tepinme­
sine göz yumsayd ı , içindeki merhameti, birlikte
h isseden d uyguyu susturmuş o lacaktı.

138
Ama domuzu bata k l ı kta boğ u l mağa b ı rak­
sayd ı, belki zencileri de fakirlik ve kölelik bata­
ğ ı nda b ı ra kacak, kurtarıcı ları olm ıyacaktı. Lincoln
bu işi yaptığ ı za m a n d a üzeri ne çok çam u r a t ı l­
m ış, ôdeta ümidini kesm işti. Yal n ız rah at ı n ı d üşü­
nen, çubuğ unu yak ı p keyfine baka n insan başka­
ları n ı sevmekten, a c ı m a ktan vazgeçmelidir. Baş­
ka ları n ı sevmiyen, a c ı m ıyan insa n da çok zava l­
l ı d ı r.

OTOMOBiL

Akşam üstü şehrin d ış ı ndaki yolda yürürken


karşıdan h ı zla bir otomobi l geldiğini düşün. Her
tarafı toz içinde b ı rakıyor, benzin kokusuna bulu­
yor. Otomobildeki insa nlar da yaya ları küçük gö­
ren bir edayla kuru l u p tozu d u m a n ı seyrediyor­
lar. Bu ma nzara karş ı s ı nda ister istemez «Sosya l
a n layış bu işte! Bu otomobi l gezintisi modern in­
sa n ı n vahşi egoizm i n i gösterm iyor m u? » d iye d ü­
şün ürs ü n üz.
Şimdi biz de size bir şey sora l ı m : Bu soruyu
gerçekten sosya l d uyg u l a r-la mı sordunuz, yoksa
o otomobi lin içinde bulu nmad ı ğ ı n ız, yolda tozları
yuta n insanlar arasında yürüd üğünüz için mi? Bir
gün sen de bir otomobil sahibi olursan, a kşa mla­
rı a i len le birlikte şeh rin d ı ş ı ndaki yoldan geçerek
yaya ları toz ve benzin kç:>kusu içinde b ı ra k ı rsan yi­
ne aynı üzü ntüyü duyar m ıs ı n? Bu davra nışı mo­
dern insa n l a r ı n vahşi egoizmi diye mi düşünürsün?
Yoksa «Otomobi l fevkalôde bir şey, yayalar başı­
n ın ça resine baks ı n ! » diye otomobi lin tozundan
kaçışanları zevkle m i seyredersin? Olgun bir adQ_­
m ı n söylediği şu söz ne kadar doğrudur: « İ nsan-

139
l a r ı n çoğu nda doğru l u k sevgisi, karşı laşt ı k ları bir
h a ksızl ı ğ ı n verdiği öfkeden doğar.»

YALNIZ KÜÇÜ K ŞEYLER

Vaktiyle bizim mahal lede büyük bir yang ı n


olm uştu. Birkaç itfaiyeci çok cesur ça l ı şt ı l a r, bü­
tün şeh ir on lardan bahsetti. Ertesi gün sokakta
k üçük bir çocu k görd üm, eline bir merdiven, bir
hortu m a lm ış koşuyordu. B u n ları ne yapaca ğ ı n ı
sorunca « Ka h ra m anca işler göreceg im » dedi. Bir­
çok çocuklar bütün dünya n ı n konuşacağ ı büyük
iş ler yqpmayı kurarlar. Kita plarda her za man bü­
yük ka hrama n l ı k lar, cesur savaşlar, keşif yolcu­
lukları okud u kları içi n d ü nyada ki her iyiliğin böy­
le büyük işlerle ortaya ç ıktı ğ ı n ı san ırlar. Ama bü­
yük işler görmek pek az insana nasip olabilir.
Vahşi orm a n larda öldürü lecek hayvan kalmadı
artık, büyük bir ya ngı nda, bir vapur kazası nda
yararl ıklar göstermek de pek az insa na nasip olur.
Eskiden Kızı lderili ler N iagara çağ laya n ı yakı nla­
rı nda yaşarla rken bir gelenek vard ı . Her yıl en
g üzel k ı z Tanrıya kurban edilirdi. Çiçeklerle bezen­
miş bir sandal içinde çağ l ıya ndan aşağı iner, i nat­
lardan vazgeçmek, çağ l ıyandan aşağı inmekten
daha g üçtür. insa n ı n inad ı n ı k ı r ı p da özü r di leme­
si, g ururundan vazgeçmesi bence herkesi hayra n
eden bir iş ya pması ndan daha ka hrama nca bir
şeydir. Evde tatl ı l ı kla geçinmek, küçük kardeşleri­
m izin h ı rç ı n l ı kları n ı, sinirli büyüklerimizi yqtıştı r­
mak bir ya n g ı nda koşuşmak kadar yorg u n l u k da
istemez. Bazı kimseler savaşlarda kurşun yağ m u­
ru a ltı nda gösterd ikleri serin ka n l ı l ığ ı evde göste­
remezler, savaştaki yara r l ı klarına karşı l ı k evlerin-

140
de hiçbir fedakarlığa katla namazlar, çünkü onla­
rın ya ra r l ı kları boru sesine, zafer mada lyasına
bağ l ı d ı r.
Bir h ikaye okumuştum, zengin bir adam ba­
ş ı n ı d i n lendirmek içi n küçük bir bal ıkçı köyüne
g ider. Akşam üstü ba l ı kçı loka ntası nda bir bin li­
ra l ı k boza bilirler m i d iye sorar. Ömründe bin li­
ra l ı k görmiyen lokanta sah ibi : « Bu parayla siz
hiç bir borcunuzu ödiyemezsiniz. Burada ufa k pa­
ra lazı m » der. Daha sonra lokantaya başka köy­
l ü ler de gelir, lokantacı binliği onlara da göste­
rir, bozabil irler mi diye sorar. Hepsi g ü lerler. « Bin
lira l ı k d iye bir şey var m ı?» derler. Bu a ra l ı k içeri
birkaç ba l ı kçı girer, onlar da şimdiye kadar ya l­
n ız yüz lira l ı k para görm üşler, o da h ükümet fev­
kalade bir ta hvil fa lan ç ıkard ı ğ ı zam an lar. Zen­
g i n adam odasına çıktığ ı zaman d ı şarda birinin
«Onun on paras ı yok, doland ı rıcı n ı n biri, onu giz­
lice pataklıya l ı m » ded iğ ini duyar. Pataklamayı
bek lemeden pencereden atlar, az gider, uz gider,
dere tepe düz gider, yedi saat sonra küçük bir ka­
sabaya gelir. Burada parayı bozd urur. Ald ı ğ ı
ufa k l ı k ları iki çuva la doldurur, b i r arabaya biner,
akşa m vakti yine ba l ı kçı köyüne gider. Loka nta
sahibine olan borcunu verir.
Bu h ikaye ne a nlatmak istiyor acaba? Sadece
şunu : Bizim g ü n l ü k hayatı m ı z da bir ba l ı kçı kö­
yüdür, i nsa nlar bi n l i k ba nknotl a ra benziyen kaba­
dayı lara pek a ld ı rmazlar, hatta şüphelenirler.
Bir çoğu kahrama n l ı ğ ı yal n ı z kita pta okum uş, hat­
ta görmem iştir. Bu yüzden böyle bir şeyin olabi­
leceğ ine akı l erdiremezler, hele büyük işler gören,
ama küçük meselelerde hiçbir a n layış, fedaka r l ı k
gösterm iyen insanlara asla inanmazlar. Şüphesiz

141
b u nda hakl ıdı rlar. Büyük işler görmek kabiliyetini,
küçük şeylerde gösteremiyen insan ş ü pheyle kar­
ş ı la n ı r. Böyle bir insa n ı n yapacağı en doğru şey
büyük yararl ı kları n ı kuruşland ırmak, yani en
küçük şeylerde bile bel l i etmektir. Evinde bütün
gün karısına işkence eden bir adam ı n, « Bir ya n­
g ı n olursa, yah ut bindiğin kayı k devri lirse seni
kurtarmak için seve seve ca n ı m ı veririm » ded iğini
d üşünün. Yah ut bir çocuk hasta anasına «Sana ki­
ta p okumakta n hoşlanmıyorum, ama doktor seni
kurtarmak içi n ka n vermemi isterse bir an d üşün­
mem» d iyor. Bu tuhaf bir. şey deği l mi? Birçok i n­
sanlar fedakô r l ı ğ ı binlik ban knot gibi büyük öl­
çüde verirler, küçük fedakô r l ı kları bil mezler. Oysa
hayatım ızı cennete de, cehenneme de çeviren bu
küçük fedakô r l ı klard ı r. Bir hizmetçi kızı n sabah­
ları g ü ler yüzle «Merhaba !» demesi, masa n ı n üs­
tüne çiçek koyması, bir şey istendiği zaman g ü ler
y üzle karş ı laması, çamaşır y ı kaması, yemek pi­
şirmesi kadar m ühimdir.
Bir a n nenin oğ l u ndan memnun olması da
onun küçük şeylere karşı gösterdiği dikkate, say­
g ıya bağ l ı d ı r. Çünkü sevgiyi bu küçük şeyler bes­
ler.

KEN Di KEN D i N E YETMEK

Fra nsızlar, kendi işlerine dalan, kendilerini


ilgi lendirmiyen şeyleri din lemeye bile dayanamı­
yan insa n lara « Ra m p lis de soi - meme - kendi ken­
dine yeten » derler. Hayatta birçok şeyler başar­
m ış, enerjik, kabi liyetli, iradeli insa n ların bir çoğ u
yazık ki bu kötü duruma d üşm üşlerdir. Böyle bir
insa n ı kendisine veri len önemi, çok sevil menin, ih-

142
tiyaç d uyul m a n ı n verdiği sarhoşluk içinde i nceler­
sek, bunların küçük i nsanları pek az sevdiğini, in­
san l ık uğruna kendini o küçük adamlar gibi his�
setme kabiliyeti old u ğ u n u görür ve ortaçağ d i n­
darlarından biri n i n söylediği gibi, «Tanrı n ı n başa­
r ı l ı i nsa n lara acı d ı ğ ı n ı » d üşün ürs ü n üz. i nsan ha­
yatı ndaki en büyük acı budur çünkü, başarı lara
fazla d a l ı p, sevgideki, i nsan larla olan a l ı şveriş­
lerdeki küçük dikkatleri u nutmak büyük bir ta lih­
sizliktir. Çünkü böyle dikkatsizlikler en başa r ı l ı in­
sa n ı bile, kalb k ı rm a k, görmesi gereken şeyleri
görmemek durum u na, ruhi bir sağ ı r l ı ğa ve körl ü­
ğe d üş ürür. Böyle bir i nsan başkalarına nas ı l yar­
d ı m edeceği ni, nas ı l el uzataca ğ ı n ı , hangi sözleri
söyliyeceğini bilemez. Çünkü nerede, ne lazımdır,
dikkat etmemiştir, dikkat etmek l üzum u n u da duy­
mam ışt ı r, çünkü kendini her şeyi n merkez noktas ı
olara k görm üştür. işte böylece gözlerini ya l n ı z
kendine çevirmek, başka h içbir şey görmemek in­
san ı büyük hata lara götürebi lir. B u n u n için göz­
lerimizi biraz da başka taraflara çevirmek, kendi
kendimizle yeti nmemek lazı m .

iNSANLARLA İ Ki TÜRLÜ KARŞILAŞMA

i nsanlarla iki çeşit karşı laşma vard ı r. Biri gö­


rünen, gerçek beraberl ik, öteki görün m iyen, yal­
n ız d üş üncede ka lan, d üşünce beraberliği.
Birçok i nsan larda bu d üşünce bera berliği
g ü n l ü k karş ı l aşmalara bağ l ıd ı r. Karşı karşıya gel­
dikleri zam a n kızd ıkları, içerledikleri bir i nsa n ı ay­
rıld ı kta n sonra da ayn ı şekilde düşünürler.
Bir de gelgeç i nsanlar vard ı r. Yaşad ı kları a n­
dan başka bir şey d üşünmezler. Büyük potlar kı-

143
rarlar, dar ı l ırlar, g ücenirler, a m a hepsi bir a n l ı k­
tır. Bunları ayrıca d üşünmezler, biraz · sonra niçin
darı ldıklarını da, niçin darı lttıkların ı da u n u tuve­
rirler. Her karşı laşmada aynı kaba l ı ğ ı yapabi l i r­
ler, çünkü hiçbir zam a n yaptıkları üzerinde d üş ü n­
mezler.
i nsanlarla iki türlü a l ışveriş etmeliyiz. Karşı­
laşmalarım ızda h içbir zam a n tek tarafl ı olmama l ı,
söylediğimiz sözleri, davra n ışlarım ızı d üşüncemiz­
le de desteklemeliyiz. Bu düşünce beraberliğini ku­
ramazsak i nsani a l ışverişlerimiz çok satıhta ka l ı r.
« Düşm a n l a r ı n ı sev» d iye bir söz vard ı r. Bu
sözü gerçekleştirmek g üç bir şeydir. Bunu ya pmak
için önce d üşmanlarım ızı tarafsiz, serinka n l ı bir
d üş ünceyle düş ünmeliyiz, ya ni bir d üş ünce bera­
berliği kurmal ıyız. Bundan sonra sevgi kendiliğin­
den gelir.
Büyük vücut zorlamalarında derin nefes a l­
mak zoru vard ı r. insa n larla o l a n m ünasebetleri­
.
m izde bize d üşen vazife de hareketleri m izin, söz­
lerimizin yön ü n ü içten vermektir. Aksi h a lde bu
m ünasebetler bize h uzur vermekten uzaktır.
Dünya cenneti insanların birbirleriyle a nlaş­
masiyle, barış içinde yaşamalariyle m ümkünd ür.
Bu barışı da a ncak birbirimizi a n l ıyacak şekilde
d üşünmek ve h issetmek sağ lar.

GERÇEK TESELLi
Eski bir efsane vard ır, bir g ünde karısıyla ço­
cuğ u n u vebadan kaybeden bir kemancı, o g ü n bu
g ü n bir tese l l i verici olara k hastaları dola ş ı r, ke­
m a n ı n ı n g üzel nağmeleriyle içlerini açarm ış.
Çok ıstıra p çekm iş, feleğin kahrına uğra m ı ş
insa nlar tesel li vermesini, yardı m etmesini d a h a iyi

144
bil irler. Mesut i nsa nlar, hayatta başarı kaza nan­
lar ise başka ları n ı n ıstı ra bı, yoks u l l u ğ u karş ı s ı nda
bir an şaş ı r ı r, ne yapacakları n ı bi lemezler. Ama
sonra yine hemen kendi meselelerini d üşün ürler.
Gerçek tese l l i, acı denemelerden son ra öğ renilir.
Herkes yard ı m etmek ister, herkes öğ üt verir, bo­
za n da tesel l i edici sözler söylerler ama, bütün
bun lar ya raya merhem olmaktan çok uza ktır. Is-.
tırapla yana n bir insa n ı serin letmek şöyle dursun,
a lay ve istihza hissini veri r. Ancak acıyla kavru l­
m u ş, ı stıra pla yuğrulm uş, hayatın gerçek manası­
n ı a n l a m ı ş i nsa nlar tese l l i etmesini bil irler.
ıstıra pları m ızın bizi olgunlaştırd ı ğ ı n ı d üşü­
nürsek fela ketlere, kayıplara, haya l k ı r ı k l ı kları na
daha kolay daya nabi l i riz. Başka ları n ı sevmesi ni,
a n laması n ı bize a nca k bu ıstıraplar öğretebi lir.
Bir acıyı paylaşı rken, bir kimseye elim izi uzatırken
en m üh im şey birlikte h issetmekti r. Bunu da insan
a ncak geçird iğ i acı tecrübelerle, ıstıra b ı n ne oldu­
ğ u nu bilirse ya pabilir. Bu bakımdan ıstıra p, i nsan­
ları olgun laştı ra n bir oku ldur. ıstırapla olg u n laşan
bir kimse her şeyi daha sakin karş ı la r, h a l i nden
dert ya nmaz, çünkü hayatı yeni bir gözle görür,
böylece birçok g üçlük lere göğüs gerebilir.
Sağ ı r, di lsiz ve kör yazar Helen Kel ler şöyle
söyl üyor : « Ruhumda hiç bitm iyen bir sessizlik var.
Kon uşam ıyorum, duym uyorum, göremiyoru m . Bu­
nun için kaderimden şi kayet edebi lird im belki,
ama bir ses ba na « Kendini u n utmak bir saadettir»
d iye fısı ld ıyor. Böylece ben de başka ları n ı n gözle­
ri ndeki ı ş ı ğ ı kend i güneşim, başka lar ı n ı n ku lakla­
rındaki senfoniyi kendi m üziğim, başka la rı n ı n du­
daklarındaki g ü l üşü kendi saadetim yapmağa ça··
l ı şıyorum . »

145
İ Kİ SATRANÇ OYUNCUSU

. Satranç oyunu çok öğreticidir. Oyu ncuları


seyrederken birinin durmadan kazanmasına kar­
ş ı l ı k ötekinin niçin boyuna kaybettiğini d üşün ür­
seniz, bu oyu n u n öğretici sanatı n ı d a h a . iyi a n lar­
s ı n ız. Öyle oyu ncular va rd ı r ki bütün bilgilerine,
usta l ı klarına rağmen yi ne kaybederler. Çünkü yal­
n ız kendi plô n l a r ı n ı , ka leleri ni, şah la rı n ı nereye
koyacakları n ı d üşün ürler. Karş ı ları ndaki oyuncu­
ların niyetlerini önceden sezmek kabi liyetleri yok­
tur. Böylece çok za man oyunları nda yenilir, bir
kapana d üşer ve çıkış yol u n u bulamazlar. Ayn ı
şeyi hayatta da görebil iriz. Kendi d üşü nce v e gö­
rüş lerine önem vermeğe a l ışmış insanlar da kar­
ş ı s ı ndakinin oyu n tarzı n ı hiç h esaba katm ıyan sat­
ranç oyu ncusu na benzer. Böylece onlar da bazı
kapan lara d üşebil irler. Oysa satra nç oyu n u nda
da, evl i likte de, ticarette de karş ı m ı zdakini de he­
saba katma k, plô n la r ı n ı , düşüncelerini, d uyg u la­
r ı n ı a n lamağa ça l ı şarak ve adeta bir fikir değişi­
mi yaparak davra n m a k gerekir. «Ya k ı n la r ı n ı ken­
din gibi sev ! » sözü «Ya k ı n ları n ı kendin gibi td n ı ­
m a ğ a çal ış» şeklinde de söylenebilir. Kendini i n ­
celediğin g i b i başkaları n ı da incele, ö l ç biç, böyle­
ce gerçek hayatta bir körlük içinde değil, uyan ık­
l ı k içi nde, her şeyi görerek yaşa rs ı n, daha çok ba­
şa rı kaza n ırs ı n .

ESKİ B İ R MASAL

ihtiyar bir kadı n, ormanda yaşıyan bir m ü n­


zevinin karlar a ltı nda çilek yetiştirdiğini d uym uş­
tu. Büyük kızına ormana gidip çilek geti rmesi ni

146
emretti. Kız ormana gitti, m ünzeviye a n nesinin d i­
leği n i söyledi. Münzevi: « Ba na bir iyil i k et de önce
şuradaki karları süpürüver, kuşlara yem verece­
ğ i m » dedi. Kız « Kuşlardan bana ne? Ben çilek isti­
yorum» ceva b ı n ı verdi. Mü nzevi de ona çilek ver­
medi. Kız gerisin geriye eve döndü. Bunun üzeri­
ne kad ı n ayn ı şeyi üvey kızı ndan istedi, ormana
onu gönderdi. Münzevi ona da ka rları süpürmesi­
ni söyledi. Kız bir an bile d üşünmeden süpürgeye
sarı l d ı , karları öte ta rafa doğru s üpürmeğe başla­
d ı . Çilekleri fa lan unutm uştu artık, ya l n ı z aç kalan
kuşları düşünüyord u. Ama birdenbire kar ı n altın­
dan çilek ler çıkt ı ve m ünzevi ona istediği kadar
topla m ası n ı söyledi.
Bu masal da çok derin bir gerçeği a n latıyor.
Körü körüne, ya l n ı z kendi çıkarı n ı d üşünen bir
kimse arad ı ğ ı n ı bula maz. Çünkü bulmak yol u n­
dan çok uzaktır. İstediğim ize u laşmak için yolu­
m uzun üzerindeki i nsanları da u n utma m a l ıyız.
Onla r ı n hakk ı n ı da vermeliyiz.
Bu kita ptaki bütün i ncelemeler bizi yine baş­
langıç noktasına götürüyor. « İyi insan - İyi vata n­
daş» olmak için, hayatı m ızın, saadetimizin baş­
kaları na bağ l ı olduğunu u nutma m a l ıyız. Gözleri­
mizi, kalbim izi, zekô m ızı başka taraflara da yö­
neltmeliyiz. Çevrem izle i lg i lenmeliyiz. Hodbi n l ik­
ten :vazgeçmeliyiz. Tek baş ı na kaza n ı la n bir zafer
ne kadar göz kamaştırı rsa kamaşt ı rs ı n s ü reksizdir.
Çünkü daya nağı yoktu r. Eski Yunan bilgini He­
siod : «Ah bu del iler» der «Ya rı m ı n bütününden
fazla olduğunu bi l m iyorlar! »

S O N

147

You might also like